ENGLISH
  Güncelleme: 12/05/2009

2009-02-26 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

2009-02-26 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

ALMANYA BASINI


FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "TÜRKİYE'DEN VİZESİZ GİRİŞ"

BERLİN, 20/02(BYE)--- Tirajı günde 366.478 olan muhafazakâr eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 20 Şubat 2009 tarihli sayısında, "frs" rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa Birliği Adalet Divanı dün görülen bir davada, şayet 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Türkiye-AET arası ortaklık anlaşmasının ek protokolünde vize talep edilmemişse, Türkiye'de mukim bir işletme için bir AB ülkesinde hizmet sunmak isteyen Türk vatandaşlarından vize talep edilemeyeceğine hükmetti ve böylece, kendilerinden Almanya'ya girişlerinde vize talep edilen, bir Türk şirketi adına mal nakliyatı yapan iki Türk şoförüne hak verdi. TIR şoförleri vize zorunluluğuna tabi tutulmalarına karşı Berlin-Brandenburg Yüksek İdare Mahkemesinde dava açmıştı. Mahkeme ise davayı, ön karar için Avrupa Birliği Adalet Divanına sunmuştu. (Karar No: C-228/06)

 

AVUSTURYA BASINI

KURIER: "NABUCCO: DOLAN BORULAR"

VİYANA, 19/02(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal eğilimli Kurier gazetesinin 19 Şubat 2009 tarihli sayısının "Business" ekinde, Markus Stingl'in Nabucco görüşmelerine katılmak üzere şubat ayı başında Viyana'ya gelen Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Selim Kuneralp ile 5 Şubat 2009'da yaptığı mülakatın çevirisi şöyledir:

--Müsteşar Yardımcısı Selim Kuneralp, Ülkesinin AB'ye Katılım İhtimalinden Bağımsız Olarak Boru Hattı Projesinin Destekleneceğini Garanti Ediyor--

Rusya ile Ukrayna arasındaki, ocak ayında 14 gün süreyle doğal gaz sevkiyatının durdurulmasına yol açan ihtilaf, Avrupa'nın Rus doğal gazına ne kadar bağımlı olduğunu göstermiş oldu. Bu, doğal gaz rotalarının çeşitlendirilmesi yolundaki çağrıların artmasına ve son zamanlarda durgunlaşan Nabucco projesinin hız kazanmasına yol açtı.
Türkiye Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Selim Kuneralp (58), boru hattının yapımına siyasi düzeyde hız kazandırmak üzere Viyana'ya geldi.

KURİER: Nabucco'nun yapımına ilişkin anlaşmanın, AB tarafından da planlandığı gibi, mayısta aralarında Türkiye'nin de bulunduğu tüm katılımcı ülkeler tarafından imzalanacağına inanıyor musunuz?

KUNERALP: Evet. "Intergovernmental Agreement" adı verilen anlaşmanın yılın ilk yarısında İstanbul'da imzalanması planlandı.

KURİER: Türkiye'nin Nabucco'yu AB ile müzakereleri hızlandırmak için baskı aracı olarak kullandığı yolunda eleştiriler var.

KUNERALP: Bu adil olmayan bir suçlama. Biz Nabucco'yu, AB üyeliğinden bağımsız olarak destekliyoruz. Tabii ki, eğer müzakerelerde enerji başlığının açılışı yapılmış olsaydı, bunun Nabucco'ya da yararı olurdu (Yazarın bilgi notu: Müzakereler şu sıralar Kıbrıs tarafından bloke ediliyor).

KURİER: Ne şekilde?

KUNERALP: Türkiye AB üyesi olmayan tek Nabucco ülkesi. Bu, yasalar açısından farklılıklar yaratıyor. Enerji başlığının açılmasıyla, yasal engellerin çok daha kolay ve süratli bir şekilde aşılması mümkün olabilirdi. Aksi takdirde her şey biraz daha uzun sürecek.

KURİER: Başbakan Erdoğan ocak ortalarında bu konuda iki çelişkili beyanda bulundu. Önce, enerji başlığının açılışının yapılmaması halinde, Türkiye'nin Nabucco'yu destekleyip desteklemeyeceğini bir kez daha düşüneceği söylendi. Ama ertesi gün, boru hattının hiçbir zaman silah olarak kullanılmayacağı ifade edildi.

KUNERALP: Birinci beyan bir basın konferansı sırasında verilmişti. Erdoğan süratli cevaplar vermeye çalışıyordu. Sonra, yanlış anlaşıldığının farkına vardı ve bir düzeltme yaptı.

KURİER: Yani Türkiye frene basmıyor mu?

KUNERALP: Hayır. Geçmişte AB'de bu konuyla ilgilenen bir daire, ya da muhatap olmadığı için çok zaman kaybedildi. Ancak Gürcistan'daki ihtilaf ve doğalgaz krizi dikkatlerin hedef üzerinde toplanmasına yardımcı oldu.

KURİER: Boru hattından Rus doğalgazı da sevk edilecek mi sizce?

KUNERALP: Gerçi projenin amacı bu değil, ama kim bilir? Teknik açıdan bu mümkün. Halihazırda Rusya ile Türkiye arasında iki boru hattı var. Ancak ilk planda Türkmenistan ve Azerbaycan düşünülüyor. Bu iki ülke ile yapılacak görüşmelerde önemli olan, somut bir proje sunabilmek.

KURİER: Peki ya İran doğalgazı?

KUNERALP: Türkiye yıllardan beri İran'dan doğal gaz alıyor. Tabii İran'dan da doğalgaz alabilmeyi umuyoruz. Hemen olmasa da uzun vadede. Ancak bunun için doğalgaz yataklarına ve boru hatlarına büyük yatırımların yapılması gerekiyor. Çünkü İran dünya çapında ikinci büyüklükteki doğalgaz rezervlerine sahip olmasına karşın, son derece sınırlı miktarda doğalgaz çıkarılabiliyor.

KURİER: Türkiye'nin transit ücretlerini çok düşük bulduğu söyleniyor.

KUNERALP: Bizim için önemli olan, ne kadar transit ücreti alacağımız değil, Türkiye'nin enerji ihtiyacının nasıl daha iyi karşılanabileceği.

KURİER: Yani Türkiye'nin istediği yalnızca transit ülke olmak değil, aynı zamanda kendisine de doğalgaz sağlamak. Bu ne kadar olacak?

KUNERALP: Enerji Bakanı Güler, alım miktarının yatırımlarla orantılı olmasını önermişti. Bu da sevk edilen doğalgazın yaklaşık yüzde 16'sına tekabül ediyor.

 

BELÇİKA BASINI

DE STANDAARD: "AVRUPA ADALET DİVANI: TÜRKLER, AVRUPA BİRLİĞİ BÖLGESİNDE VİZESİZ SEYAHAT EDEBİLECEK"

BRÜKSEL, 25/02(BYE)--- Tirajı günde 76 bin olan De Standaard gazetesinin 25 Subat 2009 tarihli sayısında, JIR rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Çalışmak veya ticaret yapmak amacıyla Avrupa Birliği ülkelerine seyahat eden Türkler için zorunlu olan vize uygulamasına bundan böyle son verilecek.
Avrupa Adalet Divanı iki Türk kamyon şoförünün zorunlu vize konusundaki mücadelesini haklı buldu. Tartışma, 1973 yılında Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğunun altı kurucu üye ülkesi arasında imzalanan bir protokol etrafında yaşanıyor. Bu protokol, Türkiye'den Belçika, Hollanda, Almanya, Lüksemburg ve İtalya'ya hizmet ve kişilerin seyahatini düzenleyen kuralların dışında ilave engellerin çıkarılamayacağını öngörüyor.
1973 yılında Avrupa Topluluğu ülkelerine turist veya çalışmak amacıyla seyahat etmek isteyen Türkler için zorunlu vize uygulaması henüz yoktu. Vize zorunluluğu birkaç yıl sonra yürürlüğe konuldu.
Her yolculuk öncesinde İstanbul'daki Avrupa ülkeleri konsoloslukları önünde kuyruğa girerek vize almaya çalışmaktan bıkan iki Türk kamyon şoförü, Berlin'de bir mahkemeye başvurarak serbest giriş hakkı talep etti. Şimdi bu hakkı elde ettiler.
Avrupa Adalet Divanı'nın kararı, Türk medyasında alkışlarla karşılandı. Ancak bütün Türklerin bundan böyle Avrupa Birliği ülkelerinde vizesiz seyahat edebilecekleri kesin değil.
Hukukçular yargı kararı konusunda görüş birliği içinde değil. Acaba serbest dolaşım sadece ticari hizmetlerle mi sınırlı kalacak yoksa turistleri de kapsayacak mı? Ayrıca 1973 yılında henüz AB üyesi olmayan ancak Türklere vize uygulayan diğer AB üyesi ülkelere seyahat nasıl olacak?
AB ile müzakerelerin başkanlığını yapan Başmüzakereci Egemen Bağış, yargı kararının kapsamını aydınlatmak için Brüksel ile bir anlaşma sağlanacağını düşünüyor. Brüksel'deki dışişleri bakanları dosyayı inceliyor.

 

İNGİLTERE BASINI

BBC: "ADALET DİVANI VİZEYİ KALDIRACAK MI?"

ANKARA, 19/02(BYE)--- BBC'nin 07.00 Türkçe yayınından:

Avrupa Toplulukları Adalet Divanı'nın bugün, Türkiye vatandaşlarına yönelik vize uygulamasının kalkıp kalkmayacağına dair ön kararını vermesi bekleniyor. Türkiye ile Almanya arasında tır şoförlüğü yapan üç Türk'ün Berlin Eyalet Mahkemesine 2001 yılında açtığı dava, 2005 yılından bu yana Adalet Divanının önünde. Lüksemburg'taki Mahkeme vizenin kaldırılması yolunda karar alırsa, 1973 yılından beri AB ülkelerinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının mevcut durumunu kötüleştiren bütün düzenlemelerin de kaldırılması gerekiyor.
İstanbul'dan Kürşat Akyol'un haberi:

GÜMRÜKÇÜ: Avrupa Adalet Divanı, siyasi baskılar altında kalmaz, hukukun üstünlüğü prensibinden hareket ederse bu kararın, bizim beklentimiz doğrultusunda yani pozitif olmasını bekliyoruz.

Antalya'daki Akdeniz Üniversitesine bağlı Vizesiz Avrupa Araştırma Grubunun Başkanı Prof. Dr. Harun Gümrükçü beklentilerini böyle özetliyordu. Peki Avrupa Birliği'nin bir mahkemesi nasıl baskı altında kalır? Gümrükçü'ye göre, bu davada da Mahkeme, daha öncekilerde olduğu gibi Avrupa Komisyonuna görüşlerini sordu. Avrupa Komisyonu, Mahkemeye Türkiye ile o dönemdeki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu olan Birlik arasında 1973 yılında imzalanan protokol gereği vizenin kaldırılması yönünde yazılı görüş bildirdi. Ancak davanın son duruşmasında Prof. Dr. Gümrükçü'ye göre herkesi şaşırtan bir gelişme yaşandı.

GÜMRÜKÇÜ: 2 Ekim 2008 tarihinde yapılan duruşmada komisyon adına davaya katılan Hukuk Bürosu Başkanı "Biz yazılı görüşümüzü geri alıyoruz." dedi. Bu durum herkesi şaşırttı, biz dâhil herkesi şaşırttı ve orada davayı yürüten 15 hâkimden biri kalktı "Nedenini öğrenebilir miyim?" dedi. "Evet. Avrupa Komisyonu üyeleriyle bu konu tartışıldı ve Komisyon bu görüşümüzün değiştirilmesini istedi. Biz, onun için değiştiriyoruz." dedi. Hâkim daha da çok şaşırdı ve şunu söyledi: "Gaipten gelen hangi sesler sizin böyle bir adım atmanıza yol açtı?" Bu durum karşısında Mahkeme Başkanı dedi ki: "Gaipten gelen sesler, Avrupa hukukunun bir parçası sayılmaz." Bu da şunu gösteriyor: Avrupa Adalet Divanı ilk kez Komisyon tarafından kanun denetleyicisi tarafından yasa denetleyicisi tarafından siyasi bir baskı altına girdi. Demek ki 27 ülke, kendi ülkelerinin atamış olduğu hâkimlerin kararlarında hukukun üstünlüğünü değil, siyasi kriterleri ön planda tutmalarını istiyor.

Prof. Gümrükçü'ye göre Mahkemenin hukuka uygun davranması için bugün vizenin kaldırılması yönünde karar vermesi gerekiyor.

GÜMRÜKÇÜ: Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında 1973'te yürürlüğe giren bir Katma Protokol var. İlgili maddesi yani 41. maddesi şunu söylüyor: "Âkit taraflar yani Türkiye bir tarafta, AB üye ülkeleri diğer tarafta 1973'teki durum neyse ondan geri doğru bir adım atamaz, yani mevcut durumu koruma esastır. Eğer karar, bu cümleyi teyid eder ve 1980 ve ondan sonra çeşitli üye ülkeler tarafından yürürlüğe konan vizenin de mevcut durumu kötüleştirme olduğu doğrultusunda bir karar verirse, ki vizenin kötüleştirme olduğunu -yani hukukçu olmaya gerek yok- herkes görüyor, o zaman demek ki uygulanan vizenin kalkması lazım. Bu temel isteğimiz de bu şu anlama geliyor: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları her yıl AB'ye üye ülkelerin konsolosluklarına, büyükelçiliklerine en az 14 milyon avro gibi bir para ödüyorlar. Bu ortadan kalkar. Mevcut hakkı inkâr etme prensibi de ciddi bir darbe yemiş olur.
AB konularındaki çalışmalarıyla tanınan Prof. Harun Gümrükçü'nün görüşleri böyle.

Avrupa Birliği'nde beş milyon civarında Türk vatandaşı yaşıyor. Bunların üç milyondan fazlası Almanya'da. Türk vatandaşlarının bugüne kadar Avrupa ülkelerinden vize alabilmek için yaklaşık 500 milyon avro harcadığı tahmin ediliyor.

 

KIBRIS RUM BASINI

POLİTİS: "AB'DEN TÜRKİYE İÇİN B PLANI"

LEFKOŞA, 20/02(BYE)--- Tirajı günde 4.500 olan bağımsız, liberal eğilimli Politis gazetesinin 20 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa Birliği, Türkiye'nin AB üyelik sürecinin önümüzdeki sonbaharda yapılacak gözden geçirilmesinin Kıbrıs sorununun çözüm prosedürüne doğrudan bağlanmasını tercih ediyor görünüyor.
Avrupa Komisyonu ve Konseyinin Türkiye'nin üyelik sürecini kesme kararını almaktan kaçındığı, ancak Türkiye'nin Kıbrıs müzakerelerine aktif katılımı yönünde baskı yapmakta olduğu ileri sürülüyor.
Avrupa Birliğinin ana kurumsal organları, bir yandan, adada yürütülmekte olan çözüm çabalarını kolaylaştıracak somut adımlar atması amacıyla Ankara'ya baskı yapmayı, öte yandan da Avrupa müktesebatını hayata geçirmemesi ve Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yönelik yükümlülüklerini yerine getirmemesinden dolayı üyelik müzakerelerini muhtemel kesme kararını geleceğe ötelemeyi hedefliyor görünüyor.
AB, Talat-Hristofyas doğrudan görüşmelerine siyasi müdahalede bulunmayı değil, taraflarca veya BM tarafından talep edilmesi durumunda sadece teknokratik ve uzman görüşü sağlamayı tercih ediyor. Komisyon bu çerçevede, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Danışmanı Aleksander Downer'in altında çalışacak kendi uzman Kıbrıs grubunu takviye edecek.
Brüksel'in artık, siyasi sorun için yapılacak yeni bir çözüm planında Avrupa müktesebatının uygulanması, daimi derogasyonlar (sapmalar) olmaması gerektiği tezini ileri götürüyor olması da önemlidir. Türkiye'den ve Kıbrıs Türk tarafından buna tepki gösteriliyor, ancak Brüksel'den verilen çizgi de açıktır. Kıbrıs'ın AB'ye üye olmasının olguları değiştirdiğine ve müktesebatın ana maddelerine 2004'teki kadar "esnek" yaklaşılmasının artık mümkün olmadığına işaret ediliyor.
Türk üyelik sürecinin Kıbrıs sorunuyla doğrudan bağlantılı kılınması, Komisyonun önceki niyetlerinden değildi. Ancak sonbaharın yaklaştığı ve Türkiye'nin yapması gereken uyum düzenlemelerini ileri götürmeye hazır görünmediği ve Kıbrıs'a karşı taahhütlerini, Protokolü hayata geçirip ilişkilerini normalleştirerek yerine getirmediği de kesindir. Bu kriterler geçerli olsaydı Türk üyelik sürecinin gözden geçirilmesi olumsuz olacaktı. Bunun kabul görmesi Türk tezlerinden yana tavır koyan ülkeleri bile artık Kıbrıs sorununun Ankara'nın üyelik müzakereleriyle bağlantılı kılınmasını kabule zorladı.
Diplomatik bir kaynak gazetemize, Avrupa Birliğinin bu şekilde iki hedefe hizmet etmek istediğini söyledi. Türkiye'nin Avrupa yükümlülüklerini yerine getirmediği kaçınılmaz saptamasının olumsuz etkilerini by-pass etmek ve aynı zamanda Kıbrıs sorununun çözümüne somut hareketlerle müdahil olması yönünde Ankara'ya baskı yapmak...
Aynı kaynak, AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn'in Türkiye'yi artık açıkça, Talat ve Hristofyas'ın çabalarını aktif ve yapıcı şekilde kolaylaştırmaya çağırdığı son açıklamalarını da hatırlattı. Kıbrıs sorunuyla ilgilenmekte olan Avrupalı hükümet yetkililerinin kamuoyuna yönelik açıklamaları da Rehn'in açıklamasıyla aynı ruhu taşıyor.
Gazetemizin anladığına göre AB'nin müzakerelere müdahiliyeti siyasi değil; Joze Manouel Barosso'nun altında kurulan Kıbrıs grubunun katkıları ile teknik olacak.
Gazete, AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn'in Avurpa Halk Partili Rum Avrupa Milletvekili Panayotis Dimitriu'nun sorusuna verdiği yazılı yanıtta, "Avrupa Komisyonu Kıbrıs'taki her iki toplumun da başkanlarının Kıbrıs sorununa BM himayesi altında kapsamlı çözüm bulma çabalarına, kendi uzmanlık alanındaki konularda katkı koyarak tam destek verir" dediğine dikkat çekti.

FİLELEFTHEROS: "TÜRKİYE'NİN GÖZDEN GEÇİRİLMESİNİN ENGELLENMESİ SEFERBERLİĞİ"

LEFKOŞA, 23/02(BYE)--- Tirajı günde 26 bin olan bağımsız, liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 22 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

İsveç, bu yıl sonunda yapılması planlanan Türkiye'nin üyelik sürecinin gözden geçirilmesinin 1-2 yıl ötelenmesi çabası başlattı.
Edindiğimiz bilgilere göre, İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, önümüzdeki hafta Brüksel'e gidecek ve AB Dışişleri Bakanları Komitesinin basına kapalı toplantısında, ülkesinin; 2009'un ikinci yarısında devralacağı AB dönem başkanlığı sırasındaki önceliklerini ortaya koyacak.
Buna paralel olarak düşük rütbeli diplomatlardan oluşan bir grubun, Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin tutumları ve doğrudan müzakerelerin yıl sonuna kadar devam etmesi perspektifleri konusunda Kıbrıs Türk ve Rum taraflarının nabzını tutmak üzere gelecek salı günü Kıbrıs'a geleceği de belirtildi.
Edindiğimiz bilgilere göre, Stockholm, Kıbrıs sorununun çözüm çabalarının 2009'un ikinci yarısında da devam etmesini istiyor, böyle bir şey; Türkiye'nin üyelik sürecinin gözden geçirilmesinin iki yıla kadar ertelenmesine yeterli gerekçeyi de oluşturacak. Ancak kurulan sahnenin başrol oyuncusu İsveç değil, ipler Londra'nın elindedir. Gazetemizin öğrendiğine göre, Londra hâlihazırda, Talat-Hristofyas doğrudan müzakereleri 2009 sonuna kadar devam ederse, Türkiye'nin yerine getirilmemiş taahhütlerinin olası değerlendirilmesinin "gereksiz gerginlik" olacağını ve Kıbrıs sorununun çözüm çabalarında komplikasyonlar yaratacağını, Lefkoşa'ya müteaddit defalar iletti.
Türkiye'nin yerine getirilmemiş taahhütlerinin gözden geçirilmesinin ertelenmesine, Avrupa Komisyonu da sıcak bakıyor. Komiser Olli Rehn, Kıbrıs sorununa bulunacak olası bir çözümde, müktesebatta daimi derogasyonlar (sapmalar) olması aleyhine açıklama yapmasına karşın -ki bu görüşü Lefkoşa için kuşkusuz olumludur- öğrendiğimize göre, Türkiye'nin değerlendirilmesinin ertelenmesi meselesine sıcak bakıyor.
Türkiye'nin üyelik sürecinin değerlendirilmesinin muhtemel 1-2 yıl ötelenmesinin Kıbrıs Cumhuriyeti'ne olumsuz etkileri olacak. Basitçe söylemek gerekirse, Kıbrıs hükümetinin Ankara'ya karşı baskı unsurunu elinden alacak. Kıbrıs sorununun çözüm çabaları "derin sulara" gömülecek ve basit mantıkla, Türkiye'nin değişmez tezlerini değiştirmesi yönündeki her türlü olanağının değerlendirilmesini engelleyecek.
Kıbrıs Cumhuriyeti'nin, Türkiye'nin gözden geçirilmesinin ertelenmesi çabalarıyla ilgili tavrı, soru işaretlerine neden oluyor. Brüksel'deki çevreler Lefkoşa'nın, Kıbrıs sorununa muhtemel etkileri olacak gerginlik yaratılması argümanını idrak ettiğini düşünüyor. Hristofyas hükümetinin, genişlemeden sorumlu Komiser Olli Rehn'in Türkiye sorumlusu Jean Cristoph Filori'nin, Türkiye'nin 2009 sonunda değerlendirilmesinin doğru olmayacağına ilişkin aleni açıklamalarına karşı "ılımlı siyasi davranış" sergileyerek, olumlu mesaj verdiğine işaret ediyorlar.

FİLELEFTHEROS: "AVRUPA ACELE EDİYOR, TÜRKİYE ŞANTAJ YAPIYOR"

LEFKOŞA, 23/02(BYE)--- Tirajı günde 26 bin olan bağımsız, liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 20 Şubat 2009 tarihli sayısında, A. Likavgi imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

AB'nin genişlemeden sorumlu Üyesi Olli Rehn'in Lefkoşa'yı ziyareti ve kendisinin, Kıbrıs sorununun çözümünü kolaylaştıracak Avrupa normlarından sapmaların geçerlilik kazanmasının mümkün olmadığı yönündeki açıklaması, Avrupa'nın problem sürecine ilişkin tırmanan ve had safhasına ulaşan sınır göstergesini oluşturmaktadır.
İlerleme ve tarihi bir uzlaşma sağlanması gerektiği için Brüksel'in ilk doğrudan müdahalesini teşkil etmektedir. Türk katılım süreci sapmasından kritik karmaşıklıkların ortadan kaldırılması söz konusudur.
Türk-Avrupa ilişkilerinde daha büyük Avrupa sorunlarını etkileyecek tüm sonuçlarıyla kaçınılmaz yan etkiler önlendi. NATO mekanizmalarıyla harmanlandığı ölçüde AB'nin stratejik güvenlik sürecine yönelik oluşturulanlar örneğindeki gibi.
Türkiye'nin talepleri, Kıbrıs'ın Avrupa kurumlarına katılımıyla ilgili tehlikeli sapmalara ve ihlallere yol açarak, doğrudan ve sert bir yöntemle problemin çözüm çerçevesini AB'nin ilke ve değerlerinden uzaklaştırmaktadır.
Özde, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kendisini de geçersiz kılıyor. En sonunda, kesin fark edilebilir bir şekilde olması gereken şudur: Yakın geçmişte ya da daha da önceleri her ne olmuşsa olsun, Kıbrıs Avrupa sürecinin bir parçası olduğu andan itibaren, ne Avrupa normlarına uygun olmayan çözümlerin var olması ne de Kıbrıs Cumhuriyeti'nin jeopolitik egemenliğinden söz eden Katılım Sözleşmesi'nin bağlayıcı ilkelerinden uzaklaşmak mümkündür.
Sonuç olarak, tarihsel bir uzlaşma sağlanmasına kolaylık sağlamak için Avrupa Birliği ilkelerinden rastgele bir sapmaya izin verilemez. Kıbrıs'ın, koşullara bağlı olarak sürekli bir şekilde toplumsal perspektiflere katılması da olmaz.
Eğer uzlaşma, bütün müdahale haklarıyla birlikte garantör güçlerin vasiliğinden kurtarmayacaksa o zaman AB'deki konumumuz zaten peşinen sakat olacaktır. Ve Türkiye'nin istenmeyen, tutarsız katılım arzuları takip edilecektir. Ve doğal olarak da buna paralel olarak Türkiye'yi uzaklaştırma arzuları olan daha güçlü ortakların arzuları takip edilecektir. Acı gerçek budur.
Bölünmüş olduğumuz bu zamanda, şüphesiz, iki tarafın da yeniden intikaline ait olmadığı bir konumdayız. Kendi içimizde çelişkiye düşmediğimiz takdirde bu bizim tek stratejik avantajımızdır ve sadece bir hatayla onu bırakabiliriz. Biz bunu cesaret ve idrak ile başarabiliriz.

SİMERİNİ: "YORGOS LİLLİKAS: GÖRÜŞMELERE ALELACELE GİRDİK"

LEFKOŞA, 25/02(BYE)--- Tirajı günde 17 bin olan fanatik sağ eğilimli, EOKA-B çizgisinde Simerini gazetesinin 22 Şubat 2009 tarihli sayısında, Kornilios Hacıkostas imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan röportajın çevirisi şöyledir:

HACIKOSTAS: Sayın Lillikas, kitabınızın amacı nedir?

LİLLİKAS: Kesin cevaplar verilmeden, konu hakkında düşünülmesini sağlama amacı vardır. Ortaya koyduğum birçok düşünceye cevaplar vermiyorum ve bunları okuyucuya bırakıyorum.

HACIKOSTAS: Kitabınızda geçen konu hakkında düşünülmesini sağlama çabasının ötesinde, bir öneri de var mıdır?

LİLLİKAS: Evet. Kitabın sonunda iki öneri vardır. Bir tanesi, Kıbrıs sorununun şu anki aşamasının, yani görüşmelerin ele alınış şekli, diğeri de genel stratejimiz ile ilgilidir.

--Türkiye ve AB--

HACIKOSTAS: Şu anki aşama hakkında ne önerirsiniz?

LİLLİKAS: Cumhurbaşkanı ve Ulusal Konsey, benim tabirime göre bir iç takvim belirlesinler. Bunun açıklanması gerekmiyor. Türkiye'nin sunduğu önerileri göz önünde bulundurarak, hedeflerini ve Kıbrıs sorununun bu aşamasında neyi amaçladığını değerlendirmeliyiz. Bunu esas alarak, aynı zamanda görüşmelerin daha ileri sürecini ve taktiğimizi de belirleyelim. Aynı zamanda, Türkiye'nin 2009 Aralık ayındaki değerlendirme randevusunun vaktinde ve inandırıcı bir şekilde değerlendirilmesi gerektiğini öneriyorum. Bu randevuyu, Türkiye'ye 2009 yılına kadar teşvik oluşturması amacıyla, uzun süren müzakerelerden sonra 2006 Aralık ayında almıştık.

HACIKOSTAS: Nasıl değerlendirilebileceği konusunda öneri yapılıyor mu?

LİLLİKAS: Evet. Hükümetin kamuoyu önünde görüş belirtmesini, ayrıca başta Türkiye, daha sonra İngiltere ve Amerika olmak üzere rolü olan bu ülkelere, Türkiye'nin politikasını değiştirmemesi ve aralıktan önce Kıbrıs sorununun çözülmesi konusunda uzlaşma ruhu göstermemesi halinde, çok ağır bir bedel ödeyeceği yönünde bir mesaj vermesini öneriyorum. Bu, AB'ye üyelik hedefinden sapmayla sonuçlanacak. Aynı zamanda, bu ülkeler ve Türkiye tarafından tepki verme süresinin olabilmesi için, bu mesajın vaktinde verilmesi gerektiğini söylüyorum.

HACIKOSTAS: Vaktinde derken, şu andan mı bahsediyorsunuz?

LİLLİKAS: Evet, şu andan bahsediyorum. Aynı zamanda, bunun inandırıcı bir şekilde yapılması gerektiğini de söylüyorum. İnandırıcı olması için, Kıbrıs Cumhuriyeti, ikincil derecede önemli olsa bile, üyelik süreci öncesi br dizi başlığın açılmasını engellemelidir. Eğer bunu yapmazsak, o zaman Türkiye'nin uzlaşıcı olması için herhangi bir nedeni yoktur, çünkü hiçbir bedel ödemiyor. Aynı zamanda, Türkiye ve müttefikleri tarafından yılın sonuna kadar görüşmelerin uzamasına neden olacak olan B Planı uygulanacak. Bu şu anlama geliyor: Türkiye aleyhinde yaptırımlar elde edemeyeceklerini iddia edecekler. Çünkü müzakereler devam etmektedir. Eğer böyle bir şey olursa, o zaman randevuyu kaçırmış olacağız ve bir sonraki randevu Türkiye'nin üyeliği ile birlikte olacak. O zaman da Türkiye Kıbrıs sorununun çözümünü kendi üyeliğine rehin almış olacak, çünkü Türkiye'nin üyeliği belirsiz ve zamana kalmış olacak.

--Görüşmeler--

HACIKOSTAS: Görüşmelerin mevcut aşamasına bakacak olursak, bu görüşmeler bizi nereye götürebilir?

LİLLİKAS: Olayların bugün şekillendiği haliyle, bu görüşmeler bizi ya çıkmaza, çünkü Türklerin tezleri sunulduğu şekliyle Annan Planı'ndan bile daha aşırı uçtadır, ya da eğer biz taviz verirsek, hem İngilizlerin hem de Türkiye'nin hayatta tuttukları Annan Planı gibi bir plana götürecek. Türkiye'nin Annan Planı'nın maddelerinden daha çok ileri önerilerde bulunması, herhangi bir aşamada geri adım atması ve daha sonra Annan Planı'na geri dönebilmesi için kendisine marj sunulmasını amaçlamaktadır. Korktuğum ikinci nokta ise, AB ve BM'yi karşımızda bulmaktır, çünkü görüşmelerin tamamlanmasının ardından iki lider bir al ver sürecine girecek.
Bu aşamada, BM anlaşmazlıkların giderilmesine ilişkin görüşler ortaya koymaya hazırlandığını açıkladı. Bu, dolaylı bir hakemliktir ve bizim taraf bunu kabul etmemelidir, çünkü şu anda, Sayın Hristofyas bir şeyi reddettiği zaman, bu Türk tarafının önerisini teşkil eder. Ancak gelecekte muhtemelen BM'nin fikirlerini reddetme ihtiyacında olacak ve bu, bizi BM ile karşı karşıya bırakacak. Aday ülke olmadığımız için, artık rolü olmayan Genişleme Komisyonu, bulunacak çözümün Avrupa Mevzuatı ile uyumlu olup olmadığı konusunda rapor verecek. 2004 yılında, hilkat garibesi olan Annan Planı'nın Avrupa Mevzuatı ile uyumlu olduğunu onaylayanın bu Komisyon olduğunu unutmayalım.

HACIKOSTAS: Dolayısıyla, bu meseleyle ilgili olarak, tezimiz ne olmalıydı?

LİLLİKAS: Çözümün Avrupa Mevzuatı ile uyumlu olup olmadığını değerlendirecek olan komisyonun, Avrupa Komisyonunun Hukuk Dairesinden değil, üye devletleri temsil eden ve en üst makam olan Avrupa Konseyinin Hukuk Dairesi'nden değil oluşmasını istemeliydik.

--"Şimdi İngiliz Üsleri Konusunu Gündeme Getirme Zamanı Geldi"--

HACIKOSTAS: Dolayısıyla, Kıbrıs sorununun işgal ve istila sorunu olarak, doğru bir zemine oturtulması ümidi var mıdır?

LİLLİKAS: Elbette. Ben şunu söylüyorum, 1974 yılında Türkiye'ye baskı yapacak araçlarımız yoktu. Ancak bugün, elimizde Türkiye'ye baskı yapmamızı sağlayacak manivelalar ve yöntemler var. Dolayısıyla, Türkiye'den Kıbrıs Cumhuriyeti ile müzakerelere oturmasını talep edebiliriz. Eğer olmazsa, o zaman da AB, Türkiye'ye kapıyı kapasın. Bizim kaybettiğimiz ve Türkiye'nin de kazandığı bir durumdan, ya ikisinin kazanacağı, ya da ikisinin de kaybedeceği bir duruma geçmeliyiz. İkinci olarak, yükümlülükleri ve stratejik çıkarları olan İngiltere'ye de teşvik yaratmalıyız. Üsler konusu açılmalıdır, hem de ciddi şekilde açılmalıdır. İngiltere ile ikinci bir cephe açmamamız gerektiği şeklindeki argümanının arkasına saklanamayız, çünkü İngiltere bu meseleyi uzun zamandır açtı, özellikle de 2004 yılından sonra... İkinci cepheyi açamayacağımızı söylememiz başını kuma gömmedir.

HACIKOSTAS: Tassos Papadopulos hükümeti döneminde üslerle ilgili bir şey söylenmişti. Tassos Papadopulos'un üslerle cephe açma niyeti var mıydı?

LİLLİKAS: Elbette. İlk olarak, Cumhurbaşkanı Papadopulos'un, İngiltere'nin Başkan Vekili ile imzaladığı karşılıklı anlayış memorandumuyla ve benim, o zaman Kıbrıs'a gelen Avrupa işlerinden sorumlu Bakan ile imzaladığım anlaşmayla ilişkilerimizi iyileştirme girişiminde bulunduk. İngiltere'nin kendisi Türkiye ile sahte devletin statüsünü yüceltme yönünde bir anlaşmaya doğru ilerlediği zaman ve bize, bizimle olan ilişkilerini iyileştirme niyetinde olmadığını somut bir şekilde gösterdiği zaman, ayrıca bu anlaşmalara, kendi çıkarlarına ve Türkiye'nin çıkarlarına hizmet etmesi amacıyla tek taraflı bakıyordu, o zaman Cumhurbaşkanı, dünya çapında ünlü üst düzey iki uluslar arası ilişkiler uzmanlarından görüşler aldı. Her ikisi de, Kıbrıs Cumhuriyetinin üsleri kapatabileceği konusunda hemfikirdirler. Bu görüşler bugün hükümetin elindedir, çünkü Cumhurbaşkanı Papadopulos bunları Cumhurbaşkanı Hristofyas'a teslim etti.

--"Türkiye Müdahalede Bulunan Taraf Konumundan Kaçıyor"--

HACIKOSTAS: Yani, görüşmeler kötü bir şekilde mi yapılıyor?

LİLLİKAS: Görüşmelere alelacele girdiğimizi düşünüyorum. Bana göre, BM'nin girişimi olan ve Güvenlik Konseyi tarafından benimsenen 8 Temmuz Anlaşmasının uygulanmasında ısrar etmeliydik. Bu anlaşma zemini uygun şekilde hazırlayacaktı ve Türk tarafından gerçekten iyi niyetli olup olmadığını bize gösterecekti. Sayın Hristofyas, belki de seçim momentumundan yararlanmak isteyerek, 8 Temmuz Anlaşmasının by-pass etti ve üzerinde uzlaşılmış bir hedefin olmadığı kanıtlandı. Eğer 8 Temmuz Anlaşması uygulansaydı, Türklerin federasyona değil de, konfederasyona yönelik niyetleri açığa çıkacaktı ve bugün bu sürece girmeyecektik. Elbette, Sayın Talat gerçekten federasyon yerine konfederasyon özelliği taşıyan 23 Mayıs Anlaşmasına atıfta bulunuyor, çünkü ortaklıkla ilgili ortak devlet yerine ortak hükümetten bahsediyor. Bu ortak açıklamayı bizim taraf önünde bulacak.
Aynı zamanda, sonunda BM tarafından müdahale olmayacaksa, yabancılar tarafından zorla kabul ettirme çabasının olmayacağını vurgulama çabası içinde, çözümün Kıbrıslılar için Kıbrıslılar tarafından olacağını söylemek yanlıştır diye düşünüyorum. Çözümün Kıbrıslılar için Kıbrıslılar tarafından olacağını söyleyerek, özünde Türkiye'yi dışarıda bırakıyoruz ve onu sorumluluklarından, ayrıca yükümlülüklerinden kurtarıyoruz.

HACIKOSTAS: Türkiye ile görüşmelerin doğrudan olmasını talep edebilir miyiz?

LİLLİKAS: Bunu, kitabın son bölümündeki stratejide, görüşmelerin başarısız olması halinde öneriyorum. İki toplumlu görüşmelere başladığımız 1977'den beri, çünkü şartlar öyle gerektiriyordu, 32 yıl geçti, ancak ne Kıbrıs sorunu çözüldü, ne de amaçlarımızı gerçekleştirebildik. O zamandan, bizim için elverişsiz ayrıntılarla dolu olan kesik kesik uzatılmış bir çıkmaza girdik. Türkiye müdahil taraf konumundan kurtuldu ve aşamalı bir şekilde gözlemci durumuna geçti. Rusya ve Fransa'yı Kıbrıs sorununun çözümüne katkı koymaya çağırdığımız gibi, Türkiye'ye de çağrıda bulunuyoruz! Türkiye neredeyse bu süreçle aklandı ve Kıbrıs sorunu da işgal ve istila sorunundan iki toplumlu bir sorun haline geldi. Bunun göstergesi de, Avrupa Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn'in, yetki paylaşımı anlaşmazlığından bahsettiği son açıklamasıdır.

 

YUNANİSTAN BASINI

PONTİKİ: "AVRUPA'YI TAKMIYORLAR"

ATİNA, 19/02(BYE)--- Tirajı haftada 14.714 olan Pontiki gazetesinin 19 Şubat 2009 tarihli sayısında ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

AB Parlamenterleri özellikle de Yunanistan'ın AB Parlamenterleri komik oluyorlar, çünkü bir yandan Türkiye'nin AB üyeliğini destekliyor, öte yandan da AB Parlamentosunun Dış Konular Konseyi üzülerek AB yönündeki yükümlülüklerini yerine getirmeyen Türkiye'ye yükümlülüklerini yerine getirmesi ve üyelik müzakerelerinde ilerleme kaydetmesi konusunda çağrıda bulunmasına seviniyor.
Son zamanlarda AGİT kafeteryasında "full time" iş bulan Dora gibi insanların hâlâ haberi olmadı; Türkiye'nin AB'ye üye olmakla hâlâ ilgilendiğine dair hayaller kurmaya devam ediyor, aldıkları kararlarla ve temennilerle Türkiye'yi insan haklarına saygı göstermeye, Yunanistan'a karşı "savaş nedenini" kaldırmaya, Patrikhanenin ekümenikliğini tanımaya ve 34 yıldan bu yana Kıbrıs'taki işgal kuvvetlerini geri çekmeye ikna edebileceklerine inanıyorlar.
Bütün bunların, Erdoğan'ın Davos'ta kabadayılık yaptığı, Türkiye'nin Avrupa ile Asya arasında oynadığı büyük jeopolitik ve ekonomik oyun sayesinde bölgesel güç olarak dünyanın saygısını kazandığı, Batı ve Müslüman dünyası arasındaki sürtüşmede büyük rol oynayabileceği bilindiği bir sıralarda gerçekleşmesini bekliyorlar.
AB Parlamentosunun yanlış değerlendirmelerinin en son örneklerinden birisi de, AB Parlamentosunun Dış Konular Konseyi tarafından kabul edilen ve Türkiye'nin AB'ye tam üyelik yolunda herhangi bir ilerleme kaydetmediğine dair karardır.
Brüksel'in geçen hafta aldığı kararları dikkatli bir şekilde okuyanlar şu sonuçlara varır:

- TBMM'nin 1995 yılında Yunanistan'a karşı "savaş nedeni" ilanı hâlâ yürürlükte,
- Kıbrıs'tan ordusunu geri çekmedi ve çekmek niyetinde olduğuna dair hiçbir belirti yok. BM Güvenlik Konseyi kararlarına rağmen, 1974 yılından bu yana orduları Kıbrıs Cumhuriyeti'nin işgal altındaki bölgesinde bulunuyor,
- Türkiye, İstanbul'daki Ekümenik Patrikhanenin ekümenikliğini tanımamaya devam ediyor, Heybeliada Ruhban Okulunun yeniden açılması yönünde ilerleme sağlamıyor,
- Erdoğan'ın vadettiği ülke içi reformlarda bir tek adım dahi ilerleme yok, basın ve ifade özgürlüğü askıya alınmış durumda.
Bu tespitlere Yunanlı AB Parlamenterleri sevindiler, hatta kararda dilekler bölümünde yer alan ifadeleri "Türk-Yunan ilişkileri konusunda Yunan tezlerinin benimsendiğine dair belirtiler" olarak yorumlamaya özen gösterdiler. Ancak, buradaki "yerlilere", AB Parlamentosunun hiçbir kararının Türkiye'ye yönelik baskı değil, sadece öneri niteliğinde olduğunu söylemekten kaçındılar.

--İlerleme Raporu--

Türkiye'nin 2008 ilerleme raporu dikkatle incelenirse, AB Parlamentosunun yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle Türkiye'ye yönelik ağır sözler kullanmaktan kaçındığını, sadece "davet etmekle", "dilemekle", "üzülmekle" ve "ümit etmekle" yetindiğini görüyoruz. Raporda şunlar yer alıyor:

1. Dış Konular Konseyi, AB-Türkiye ortaklık anlaşması ve söz konusu anlaşmanın ek protokolünün tam olarak uygulanmamasından "üzüntü duyuyor" ve Türkiye'yi, müzakere ortamını kolaylaştırmak amacıyla, Kıbrıs'taki ordusunu geri çekmeye davet ediyor.
2. Konsey, TBMM'nin 1995 yılında ilan ettiği "casus belli"nin kaldırılmasının Türk-Yunan ilişkilerinin daha da ilerletilmesine yardımcı olacağına "inanıyor".
3. Konsey üyeleri, Heybeliada'daki Rum Ortodoks Okulunun yeniden açılması ve Ekümenik Patriğin, kilisedeki unvanını resmen kullanması yönündeki çağrısını tekrarlıyor.
4. Ayrıca ifade özgürlüğünün ve basın özgürlüğünün Türkiye'de hâlâ tam olarak korunmamasından dolayı "üzüntülerini" dile getiriyorlar.
5. Sık sık internet sayfalarının yasaklanması ve eleştirel medyaya baskı uygulanması karşı olduklarını belirtiliyorlar.
6. AB Parlamenterleri aynı zamanda Zaharov Ödülü ile ödüllendirilmiş olan Leyla Zana gibi düşüncelerini dile getiren kişilerin hâlâ mahkemeye sevk edilmelerinin, 2008 yılının Nisan ayında Ceza Kanunu'nun 301. maddesinde yapılan değişikliğin yeterli olmadığını gösterdiğini belirtiyorlar.
7. Türk Silahlı Kuvvetleri Güneydoğu Anadolu'da Kürtleri yok etme mücadelesi verirken, Dış Konular Konseyi Türk hükümetinden, Kürt konusunun kalıcı çözümü yönünde girişimde bulunmasını talep ediyor.

--Nabucco Boru Hattı Nedeniyle Türkleri Okşuyorlar--

Rapora göre, Avrupa'nın öncelikli saydığı Nabucco boru hattının inşa konusuna Türkiye tam destek vermeli. Kısa bir süre önce Ukrayna-Rusya arasında yaşanan doğalgaz krizi, AB'nin Gazprom'a bağımlılığının altının çizilmesine neden oldu. Nabucco boru hattı Türkiye vasıtasıyla Avrupa'nın Hazar Denizi'nden doğalgaz tedarik etmesini sağlayacak.
AB Parlamenterleri Türkiye'nin, dünyadaki bölgesel krizlerin özellikle de Orta Doğu ve Güney Kafkasya'daki krizlerin çözülmesi, ayrıca Afganistan-Pakistan arasındaki ilişkilerin düzelmesi yönündeki çabalarını olumlu değerlendiriyor.
Bu kararla ilgili genel coşku ortamında, Yunanistan'ın AB Parlamenterleri, Dış Konular Konseyi üyeleri Marilena Kopa (PASOK) ve Yorgos Dimitrakopulos (YDP) vardı. Türkiye'nin yeni politikasını anlamayan ve AB'ye tam üyeliğine karşı büyük bir ilgisizlik içinde olduğunun farkında olamayan Marilena Kopa, PASOK'un "Türkiye'nin Avrupa yolunu sabit bir şekilde desteklediğini" hatırlattı ve "sadece bu şekilde reformlarda ilerleme sağlanabileceğini, demokrasinin somutlaşacağını ve iyi komşuluk ilişkilerinin yerleşeceğini" söyledi. Ayrıca, "Ergenekon konusundaki gelişmeleri yakında izlemek önemli, çünkü bu konuya tam ışık tutulması ülkenin geleceği için büyük önem taşımaktadır." dedi. Marilena Kopa ayrıca, "Türkiye'nin Ege'de son zamanlardaki askeri -ve sadece askeri olmayan- son tutumu yakınlaşmaya yardımcı olmuyor, tam aksine Yunanistan ile gerginlik ortamı yaratıyor." dedi. Kopa, bu çerçevede TBMM'nin Yunanistan aleyhindeki "casus belli"sinden raporda söz edilmesinin özellikle önemli olduğunu da vurguladı.
AB Parlamenteri ayrıca Türk ordularının Kıbrıs'tan en kısa zamanda geri çekilmelerinin gerekli olduğuna da işaret etti. YDP'nin Amerika'da büyümüş ve okumuş AB Parlamenteri Yorgos Dimitrakopulos -bunu nereden çıkardıysa- bütün Yunan tezlerinin kabul edildiği söz konusu kararla net bir mesaj gönderildiğini belirtti. Ve tam bir memnuniyet havası içinde şu açıklamayı yaptı: "Söz konusu raporun kabul edilmesiyle Dış Konular Konseyi Türkiye'ye, AB üyeliği doğrultusunda ilerlemek istiyorsa, özellikle Yunanistan ve Kıbrıs ile ilişkileri açısından, hangi yolda ilerlemesinin gerekli olduğuna dair net bir mesaj gönderdi." dedi.
Zavallı Dimitrakopulos'un anlamadığı, Türkiye'nin artık Avrupa yolunda ilerlemek istemediği gerçeğidir.

ETHNOS: "LEFKOŞA'YA HERKES BASKI UYGULUYOR"

ATİNA, 20/02(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 20 Şubat 2009 tarihli sayısında, Yorgo Delastik imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

AB Komisyonu ve AB'nin diğer kurumları Hırvatistan'ın AB üyeliği müzakerelerini bloke eden Lübyana'nın peşinden koşuyor, haksız dahi olsa ona hizmet etmeye çalışıyor. Öte yandan, yarım ağızla ve titreye tireye Türkiye'nin üyelik müzakerelerine ilişkin bir tek başlığı (enerji) bloke eden Lefkoşa'ya herkes yükleniyor, geri adım atması için baskı uyguluyor. Ancak, Kıbrıs'a baskı uygulanması doğaldır. Mademki Atina ile Lefkoşa, Türk işgal ordusuyla ilgili bir tek şart dahi koymadan, Ankara ile müzakerelere başlanmasına izin verdi, Avrupalılar Kıbrıs'a nasıl saygı göstersinler? En azından, Slovenya'dan ders alsınlar.

İMERİSİA: "TÜRKİYE-AB... BİR 'KISA DEVRENİN' PARAMETRELERİ"

ATİNA, 25/02(BYE)--- Tirajı günde 12.020 olan İmerisia gazetesinin 25 Şubat 2009 tarihli sayısında, Yorgos Kapopulos imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Önümüzdeki aylarda Avr-Atlantik ilişkilerde yeni bir ortam oluşur ve Avrupa içinde yeni dengeler sabitleşirse, AB'nin Türkiye'nin Avrupa perspektifine ilişkin tutumu da doğal olarak netleşecek çünkü her halükarda üyelik müzakereleri ile ilgili bugünkü belirsiz ortamın sonsuza kadar sürmesi mümkün değildir.
Fransa'nın NATO'nun askeri kanadına geri dönmesi nisan ayı başından itibaren yeni bir gerçek olacak. Nasıl olsa her şey hazır ve sadece Strasburg'da Atlantik Paktı'nın 60. yıldönümü vesilesiyle yapılacak görkemli zirve toplantısında resmen açıklanması kaldı. NATO'ya rakip olmayan, NATO'yu tamamlayan bir Avrupa savunma yapısı perspektifi çerçevesinde, Washington ile Paris arasında yapılacak müzakerelerde Türkiye'nin AB üyelik müzakereleri konusunda Fransa'nın daha yapıcı bir tutum benimsemesi için Amerika'nın baskı uygulamaması mümkün değil. Fransa'nın NATO'nun askeri kanadına geri dönüşü, Sarkozy'nin uluslararası arenada Washington'un imtiyazlı ortağı olma amacını kapsıyorsa, o zaman Paris'in bugünkü reddedici tutumundan vazgeçmesi kaçınılmaz olacak.
Krizin yönetimi aynı zamanda da Avrupa bütünleşmesinin geleceği hakkında Fransa ile Almanya arasında yapılacak kapsamlı bir yeniden yakınlaşmanın, Türkiye'nin Avrupa'daki geleceğine dair ortak bir tez içermemesi mümkün değil. Bu dönem çok hassas çünkü Almanya uzun bir seçim öncesi döneme girdi. Türk kökenli seçmenlerin büyük çoğunluğunun Sosyal-Demokratları tercih ettikleri biliniyor ve Merkel ile Hristiyan-Demokratlar "Türkiye'nin AB üyeliğine karşı sert bir reddedici tez belirtmenin" kendilerine ne gibi kazanımlar sağlayacağını hesaplıyor. 1999 yılında Helsinki'de Türkiye'nin AB üyeliğine aday ilan edilmesi, 2002 yılında Kopenhag'da üyelik müzakerelerinin 2004 yılının aralık ayında başlaması kararlarının alınmasından ve sonunda bu müzakerelerin 2005 yılının sonbaharında başlamasından bu yana, Türkiye'nin Avrupa yolu uzun, zorlu ve öngörülemeyen olaylara sahne oldu.
Bugünkü "kısa devre", yani üyelik müzakerelerinin resmen devam etmesi fakat aslında -Fransa'nın müdahalesiyle- Türkiye'nin tam üyeliğine yol açacak müzakere başlıklarının dondurulması, 2005 yılı ilkbaharında Fransa ve Hollanda'da Avrupa Anayasa Anlaşmasına ilişkin başarısızlığın şekillendirdiği belirsiz ortamında yaşandı.
Bugün Beyaz Saray'daki değişiklik ve kriz yönetimi gereği hem Avr-Atlantik ilişkilerde hem de yeni bir Fransa-Almanya işbirliğinin şekillenmesi çerçevesinde, Avrupa içindeki dengelere ait ufukların netleşmesini gerektiriyor.
Askıda tutulan bu konularla ilgili ortamın netleşmesi durumunda Türkiye-Avrupa Birliği üyelik müzakereleriyle ilgili gerçek saat de gelecek, o zaman da sonu tam üyelik "kurumsal ambalajlı" olmasına rağmen aslında sadece Özel İlişki şartları içeren paketin varlığı daha fazla devam ettirilemeyecek.
Sadece o an geldiğinde, Ankara'nın da AB müktesebatına uyum sağlama yönündeki iradesi ve yeteneği konusu ortaya çıkacak.

 

ABD BASINI

ASBAREZ: "AB, ERMENİSTAN'IN TÜRKİYE İLE DOĞU ORTAKLIĞINI AZERBAYCAN İLE İLİŞKİLERİNE BAĞLIYOR"

ANKARA, 19/02(BYE)--- ABD'de İngilizce-Ermenice yayımlanan Asbarez gazetesinin 18 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Erivan çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Şu anda AB Dönem Başkanlığını yürüten Çek Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanı Karel Schwarzenberg, Ermeni mevkidaşı Eduard Nalbantyan'ın ziyareti sırasında yaptıkları görüşmenin ardından, Ermenistan şayet Avrupa Birliği'nin Doğu Ortaklığı programına dahil edilecekse, Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkilerini geliştirmek zorunda olduğunu belirtti.
Ermenistan'ın, yapılacak siyasi ve ekonomik reformlar karşılığında eski altı Sovyet Cumhuriyetine AB ile daha sıkı bağlar vadeden Doğu Ortaklığı'na girmeye hak kazanması hâlinde, Azerbaycan ve Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek zorunda olduğunu söyleyen Schwarzenberg, Dağlık Karabağ barış sürecinin "umut verici" olduğuna değinerek, Türk-Ermeni ilişkilerinde yakın zamanda "çok olumlu gelişmeler" olabileceğini belirtti.
Doğu Ortaklığı; Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Gürcistan, Moldovya ve Ukrayna'yı siyasi ve ekonomik açıdan AB'ye yakınlaştırarak bu ülkelere sağlanan mali desteğin ve iş birliğinin artırılmasını amaçlıyor. Programın hedefi, siyasi iş birliğini artırma ve eski Sovyet devletlerinin AB ekonomisiyle bütünleşmesini sağlamanın yanı sıra bu ülkelere olan mali yardımın artırılması ve enerji güvenliğinin sağlanması.
Ermeni yönetimini, siyasi tansiyonun azaltılması için ülke içindeki muhalefetle "esaslı bir diyalog" kurmaya çağıran ve bu diyalogun Ermenistan'ın Doğu Ortaklığına dahil olması için zorunlu olduğunu vurgulayan Schwarzenberg, 2008 yılındaki Başkanlık seçimlerinin ardından yakalanan düzinelerce muhalefet üyesinin tutukluluk hâlinin devamına değinerek, "tabii ki Ermenistan'ın durumu düzeltmek için birtakım adımlar attığını biliyoruz, ancak bu çabalar devam etmeli." dedi.
Nalbantyan, hükûmetinin, muhaliflerin hiçbirinin siyasi hükümlü olmadığı yönündeki iddialarını tekrarladı ve Erivan'ın, Avrupa Konseyinin "görünüşte sahte veya siyasi kaynaklı suçlamalardan" tutuklananların tamamının serbest bırakılmasını talep eden kararlarına bütünüyle riayet ettiğini söyledi.
Avrupa Birliği, üye devletlerin katılacağı ve mayıs ayında Prag'da yapılacak bir zirvede resmen Doğu Ortaklığını başlatacak. Zirveye Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan'ın da katılması bekleniyor.

BOSTON GLOBE: "TÜRKİYE'NİN BATI İLE GERGİN İLİŞKİLERİ"

WASHINGTON, 20/02(BYE)--- Tirajı günde ortalama 350 bin olan Boston Globe gazetesinin 20 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında ve David L. Phillips imzasıyla yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

Türkiye'nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı karalamaya çalışanlar, lideri olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi'nin İslami gündeme sahip bir Truva Atı olduğunda ısrar ediyorlar. Bunun delili olarak da İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres ile tartışmasını ve Hamas'a olan desteğini gösteriyorlar.
İsrail ile ilişkilerin yeniden düzelmesi Türkiye'nin çıkarınadır. Erdoğan, ABD ve Avrupa'yı endişelendiren konulara eğilerek -Ermenistan ve Kıbrıs ile ilişkileri- Türkiye'nin güvenilebilir bir ortak olduğunu göstermek durumundadır.
Kısa bir süre önce Kongre'deki Türk destek grubu üyeleri ile bir araya geldim. Erdoğan'ın, İsrail'in Gazze politikasını 'insanlığa karşı suç' olarak tanımlamasından şoke olmuş, Davos'tan İstanbul'a dönüşünde kahraman gibi karşılanmasından ise daha fazla rahatsızlık duymuşlardı. Partinin taraftarları Hamas'ın yeşil bayraklarını sallayarak havaalanını doldurmuşlardı.
Erdoğan Peres ile Davos'taki tartışmasını planlamamıştı ancak bu durumdan hemen bir siyasi kazanç sağlamaya çalıştı. Erdoğan'ın 29 Mart yerel seçimleri öncesinde Hamas'a verdiği destek, kamuoyu yoklamalarında partisine desteğin arttığını gösterdi. Hamas'ın demokratik yönlerini vurgulamak 'Türk sokaklarında' prim yapıyor. Bu durum Erdoğan'ı Şam ve Tahran'ın da sevgilisi yaptı.
Türkiye'nin ABD ile ilişkileri açısından bir zehir niteliği taşıyan Hamas yanlısı bu söylem daha kötü bir zamana denk gelemezdi. Ermeni soykırımı tasarısı yakında Amerikan Kongresi'ne sunulacak. Kongre'nin her iki kanadının liderlerinin Ermeni soykırımını desteklemeleri nedeniyle, bu yıl tasarının kabul edilmesi muhtemel görünüyor.
Ankara'nın İsrail'le yakınlaşmasını destekleyenler ile Capitol Hill'deki Türkiye yanlıları, daha önceki tasarıları engellemek için hararetli bir çaba vermişlerdi. Türk milletvekilleri geçen hafta sadık müttefikleri ile bir araya geldiler. Ancak Davos sonrasında soğuk bir tavırla karşılaştılar.
Tasarının kabul edilmesi durumunda, Türk yetkililer şiddetli tepki göstereceklerdir. Ankara ABD'nin, Türkiye'nin güneyindeki İncirlik Hava Üssü'nü kullanmasını engelleyebilecek kadar ileri gidebilir. İncirlik, ilk Körfez Savaşı'ndan bu yana Amerikan savaş uçaklarının kullandığı bir üs olmuştur. Bugün ise Afganistan'daki askerlerin tedariki ve Irak'daki askerlerin geri çekilmesi açısından kritiktir.
İncirlik'in kapatılması ABD-Türk ilişkilerinde önemli bir krize neden olacaktır. Doğruyu söylemek gerekirse, kimse bunun olmasını istemez. Obama yönetimi, Türkiye'nin stratejik öneminin son derece farkındadır. Türkiye'nin değerli bir NATO müttefiki ve şiddet yanlısı aşırı gruplarla mücadelede ortağı olduğunu bilmektedir. Türk askerleri, ABD ve NATO askerleriyle birlikte Afganistan'da görev yapmaktadır. Orta Asya'da ılımlı bir rol oynayan Türkiye, Hazar Denizi'nden Batı piyasalarına ulaşan enerji kaynakları için geçiş noktasıdır.
Türkiye vazgeçilmez bir müttefik olsa da, diplomatik bir tren kazasını önlemenin sorumluluğu Erdoğan'dadır. Türk Başbakanı, Ermenistan ile diplomatik ilişkileri normalleştirip Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır kapısını açarak bir krizin doğmasını engelleyebilir. İlişkilerin normalleştirilmesi ile Ermeni soykırımını tanıma arasında bir ilişki yoktur. Ancak Washington Türkiye'nin uzlaşmacı jestini ve AB ile giderek gerginleşen ilişkileri geliştirme çabalarını görmezden gelmeyecektir.
Şayet Erdoğan Brüksel ile bir kavgayı önlemek istiyorsa, Kıbrıs sorununu çözümlemek için daha fazla çaba göstermek zorundadır. Türkiye 1974 yılında Kıbrıs'ı işgal etmiştir ve ada bugün bölünmüş durumdadır. AB, Türkiye'nin üyelik ihtimalini bu yılın sonunda yeniden değerlendirecektir. Brüksel görüşmeleri resmen askıya almayacak ancak adayı yeniden birleştirme görüşmelerinde ilerleme olmaması durumunda, müzakereleri genişletmemeye karar verecektir.
Türk limanlarının Kıbrıs gemilerine açılması, görüşmeleri daha ciddiye alması için Kıbrıs Rumları üzerindeki baskıyı artıracak, yeniden birleşme görüşmelerinin çıkmaza girmesi durumunda Türkiye'yi suçlanmaktan kurtaracaktır.
Şayet Erdoğan bir devlet adamı ve Batı'nın güvenilir bir ortağı olarak itibarını yeniden kazanmak istiyorsa, Türkiye'nin İsrail ile ilişkilerini düzeltmesi, Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmesi ve Kıbrıs'ın gemilerini kabul etmesi gerekmektedir. Hamas'ın savunucusu olmak bir hatadır. Türkiye'nin geleceği Batı'dadır. İslami yol Türkiye'yi Avrupa'dan uzaklaştırıp Orta Doğu'ya götürür.

 

AZERBAYCAN BASINI

YENİ AZERBAYCAN: "AB, RUSYA VE TÜRKİYE'Yİ 'DOĞU ORTAKLIĞI'NA DAVET ETTİ"

BAKÜ, 25/02(BYE)--- Tirajı günde 5.500 olan iktidar yanlısı Yeni Azerbaycan gazetesinin 25 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevrisi şöyledir:

AB, Rusya ve Türkiye'yi, "Doğu Ortaklığı" programına gözlemci olarak katılmaya davet etti. Türkiye'nin söz konusu programa davet edilmesiyle ilgili açıklamada bulunan AB Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana, "Bu çok doğal. Türkiye'nin Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan'a coğrafi yakınlığı, söz konusu daveti kaçınılmaz yapıyor." dedi.
"Doğu Ortaklığı" programı, AB'nin, eski Sovyetler Birliği'nin altı ülkesi; Azerbaycan, Gürcistan, Ukrayna, Moldova, Ermenistan ve Beyaz Rusya ile işbirliğini öngörüyor. Beyaz Rusya'nın programda yer alıp almayacağı son ana kadar belli değildi. 23 Şubat'ta Minsk'te işbirliğiyle ilgili karar kabul edildi.

 

ÖZBEKİSTAN BASINI

MAHİYET: "AVRUPA BİRLİĞİNDE GAZ SORUNU"

TAŞKENT, 20/02(BYE)--- Tirajı günde 4.942 olan ve Özbekçe yayımlanan Mahiyet gazetesinin 20 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan, Reuters kaynaklı haberin çevirisi şöyledir:

Ekonomik krizden eziyet çeken Avrupalıların durumunu doğalgaz sorunu daha da kötüleştiriyor. Bu yüzden Avrupa ülkeleri yeni doğalgaz kaynakları arayışına girdi. Bu çerçevede Hazar denizi üzerinden doğalgaz boru hattının inşa edilmesi ve böylece Batı Avrupa'nın Rusya'ya olan bağımlılığına son verme projesi hazırlandı.
Bu projenin hayata geçirilmesinde iki engel bulunmaktadır. Biri Türkiye'nin konumu, diğeri de Rus Gazprom'un Balkanlar'daki geniş çaplı faaliyetidir.
Avrupa Birliğinden halen olumlu yanıt alamayan Türk Hükümeti ve kamuoyu, ülke üzerinden doğalgaz boru hattının geçirilmesine pek de sıcak bakmıyor. Ankara'nın amacı da ülkeyi önemli enerji noktasına dönüştürmek, yani Azeri ve Türkmen doğalgazını satın alarak, daha sonra Avrupa'ya satmaktır. Ama bunun bahse konu ülkelerden doğrudan doğalgaz satın almayı planlayan AB'nin hoşuna gitmeyeceği bir gerçektir. Öte yandan Türkiye'nin transit yapısından yararlanma konusu da mevhum olmaya devam ediyor. Çünkü Avrupalılar, Rusya ile Ukrayna arasında çıkan doğalgaz krizinin Türkiye ile de yaşanmasını istemiyorlar. AB'nin bu konuda başka bir projesi de bulunuyor. Bu proje, doğalgaz boru hattının Karadeniz üzerinden Gürcistan'a, daha sonra da Romanya'ya çekilmesini öngörüyor. Çünkü Gürcistan ile Azerbaycan arasında uluslararası doğalgaz boru hatları bulunuyor. Romanya ise Türkiye'nin yerini alabilir. Ne yazık ki, burada da sorun var. Rusya ile Gürcistan arasındaki gerginliğin sonucunda oluşan Abhazya ve Güney Osetya faktörlerine de göz yummak mümkün değil. Çünkü Rusların etkisi altında olan Abhazya, Gürcistan üzerinden geçecek Azerbaycan doğalgaz boru hattının inşa edilmesinde sorun yaratabilir. Transit ülke olmayı istemeyen Türkiye bin metreküp Azeri doğalgazı için 144 dolar tutarında fiyat öneriyor. Bu yüzden Avrupalılar için Azerbaycan'dan doğalgaz alınmasının en uygun yolu, boru hattının Türkiye üzerinden geçirilmesidir. Bu ise gerek Erdoğan'ın gerek AB yöneticilerinin çok akıllı bir politika yürütmesini zorunlu kılıyor. Türkiye Başbakanı, transit konusunu dile getirmekten önce ülkesinin AB üyeliği ile ilgili konuya çözüm getirilmesini talep ediyor. AB ise Kıbrıs ve Fransa'nın karşı tavrı nedeniyle kesin bir karar alamıyor.
Batı doğalgaz hattının geciktirilmemesi gerekir. Çünkü Azerbaycan doğalgazını Rusya ve İran satın almaya başlayacak. Bakü Yönetiminin Rusya ve İran'ın önerisini kabul etmesi durumunda Türkmenistan da doğalgazın Avrupa'ya satılmasından yana olmayacaktır.
Diğer taraftan Gazprom çok önemli adım atarak, kısa süre önce Sırbistan'ın milli petrol-gaz şirketi olan NIS'in satın alınması konusunda bir anlaşmaya imza attı. Gazprom böylece eski Yugoslavya ülkelerinde kendi ürünlerini dağıtma ve satma hakkını elde etmiş oldu. Gazprom dünya piyasa fiyatlarından düşük olan Rus doğalgazı ile kısa süre içerisinde Güney-Doğu Avrupa'da enerji piyasasını ele geçirebilir. Güney-Doğu Avrupa piyasası Gazprom'a geçmesi durumunda Azerbaycan başka aracıya ihtiyaç duymayacaktır. Çünkü kendi ürünlerini Rus ulaştırma sistemiyle göndermeleri daha karlı olacaktır. Bunun dışında Gazprom da tatmin edici fiyat politikası izlemektedir.
Avrupa bir an önce uzlaşma sağlayamazsa güney doğalgaz boru hattı projesini kaybedebilir.

 

İSRAİL BASINI

HAARETZ: "TÜRKLERİN ÜSTÜNDEKİ YÜK"

ANKARA, 20/02(BYE)--- İsrail'de İngilizce yayımlanan Haaretz gazetesinin 20 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Anat Lapidot-Firilla imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye'nin giderek artan sert İsrail eleştirileri ve Filistin konusundaki tutumuna ilişkin birçok farklı varsayım söz konusu. Bazıları bu düşmanlığın Türkiye'nin laik ordusu ve iktidardaki İslamcı partisi arasındaki çekişmeye dayandığını savunuyor. Bu mantıkla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın saldırısı, İsrail askeri kuruluşları ile geniş kapsamlı bağları olan orduyu sıkıştırması anlamına geliyor. Bazıları ise Türkiye'nin Hamas'a verdiği açık desteği, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) ülkeyi -İran'a daha yakın bir konuma çekerken- Batı ile ittifakından koparma kararının bir göstergesi olarak görüyor.
Türkiye'de sesi kısık çıkan muhalefet arasında kabul gören açıklama, AK Parti'nin özellikle İsrail ve Hamas konusunda olmak üzere genel dış politikasının Erdoğan'ın din temelli gündemi ile bağlantılı olduğu yönünde. Bazıları ise Türkiye'de giderek artan İsrail karşıtı söylemleri, ülke mart ayının sonundaki yerel seçimlere doğru giderken popülist siyasi atmosferin bir belirtisi olarak görüyor. Kimileri ise artan gerilime halen bölgesel ve uluslararası hegemonyacı mücadelenin gözüyle bakıyor. Ancak bu yaklaşımın savunucuları bile, Türkiye'nin bölgedeki vazgeçilmez ve tek arabulucu olma yönündeki yoğun ve azimli ısrarını, Erdoğan'ın İsrail liderlerine (yalnızca Ehud Olmert'e değil, ondan önce Ariel Şaron'a da) karşı kendisine gereğince itibar edilmemesi ve iddialarını dile getirmesine müsaade edilmemesi yüzünden gösterdiği hışmın, bölgesel bir arabulucu olarak asıl görevi olup olmadığını açıklamakta zorluk çekiyor.
Aslında Erdoğan'ın İsrail konusundaki açıklamaları, komşuları ve diğer Müslüman ülkeler karşısında Türkiye'nin kendini algılamasındaki değişim bağlamında görülmek durumunda. Türkler ülkelerinin, hem komşu ve hem de diğer Müslüman ülkelerin manevi lideri haline gelme vizyonunu giderek artan bir biçimde ileri sürmeye başladılar. Kendilerini, imparatorluğu Kuzey Afrika'dan Avrupa'ya ve Orta Asya'ya uzanan Osmanlı'dan miras kalan ağır bir yükü ve ekonomik refahın yanı sıra bölgesel barış ve istikrarı gözetme görevini üstlenmiş gibi görüyorlar.
"Türklerin üstündeki yük", hem İsrail'e karşı daha ciddi bir tutum sergilemeyi hem de Filistinlilerin koruyucusu gibi görünmeyi gerektiriyor.
Bu bağlamda, İsrail'in Gazze saldırısını yeren eleştiriler aslında Türkiye'de geçen yıllardakinden farklılık göstermiyor; ancak bu kez daha keskin ve militanca. Yahudilere ait işyerlerine yapılan saldırılar, ortaya çıkan baskılar ve İsrail karşıtı bir kampanyayı körüklemek için devletin eğitim ve din kurumlarını kullanmak sadece örneklerden bazıları. İsrail; barbar, vahşi ve kısa ömürlü gösteriliyor. Filistinlilerin savunmasına yardım etmekte başarısız olan Arap rejimleri ise diktatör ve manevi meşruiyetten yoksun tasvir ediliyor.
Türkiye'nin Sünni Müslümanların lideri olması fikri yeni değil. Osmanlı İmparatorluğu'nun sonları anımsanmalıdır. Laikliği ve Batılılaşmayı benimseyen Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün başlattığı "medenileşme projesi" ile birlikte, Arap ve Kürt çevrelere karşı bir sorumluluk hissi de gelişiyordu. Tüm eyaletlere fikirlerini yaymak için projenin temsilcileri gönderildi ve imparatorluğun tüm bölgelerinde, önde gelenlerin soyundan olanlar ise eğitim görmeleri ve memleketlerine döndüklerinde bilgilerini yayacakları umuduyla İstanbul'a toplandı. Ancak Atatürk'ün Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda iktidarı ele geçirmesinin ardından, 20. yüzyıla hakim olan, Araplar ve Müslüman Orta Doğu ile bağları kesme politikası ile bu çabalar içe doğru döndü. Aynı dönemde bu sorumluluk hissi, paralel olan, bölgedeki Fransız ve hatta Amerikan kültürel atılımları ile de rekabet etti.
Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in eleştirilerine tepki olarak oturumu terk ettiği Davos'taki tutumunu bizzat Türk milletinin onurunu savunma girişimi olarak açıkladı. Böyle bir sorumlulukla görevlendirildiğini hisseden ilk Türk lider Erdoğan değil. Atatürk ve 1960'ta bir darbenin ardından devrilen ve asılan Başbakan Adnan Menderes de birer örnektir. Ancak onların açıklamaları Türkiye dahilindeydi.
Sovyetler Birliği'nin çözülmesi Türkiye'de bazı emperyalist fikirleri de harekete geçirdi. Bu hareket, Türkiye'nin, Sovyet cumhuriyetlerindeki Türk kökenli toplulukları demokrasi ile tanıştırma sorumluluğu olduğuna ilişkin bir his ile başladı.
Kemalist elitler bu tutumdan rahatsızlar. Bu grubun mensupları Erdoğan'ın çıkışından utanç duyuyor, hatta çoğu İsrail'in eleştirilerini kabul edilebilir buluyor. Başbakanın "normal olmayan" çıkışı bazı yorumcuların Erdoğan'ın psikolojik dengesini sorgulayacakları düzeye kadar gitmelerine neden oldu.
Türklerin üstündeki bu yeni "yük", ülkenin Müslüman Orta Doğu'nun bir parçası olduğuna işaret ediyor. Tam da Kemalistlerin AB'ye katılım konusunda hız kazandıkları anda Erdoğan ortaya çıktı ve geçtiğimiz yüzyıl boyunca bastırmaya çalıştıkları tüm ilkelere vurgu yaptı. Daha bu hafta AK Parti yandaşı gazeteci ve akademisyenler, Avrupa'nın Türkiyesiz geleceği olmadığını savunan bir kampanya başlattılar; ki bu, 21. yüzyıl gerçekleri ile ilgisi olmayan bir iddia. Gerçek daha ziyade reformların sürdürülmesi ve AB'nin gereklerine uyum sağlanması yönündeki taleplerden ibaret.
Gerçekleşmeyecek gibi görünse de, Erdoğan ve danışmanlarının hem İsrail hem de Avrupa konusundaki dış politikalarını tekrar gözden geçirme ve konuşma tonunu yumuşatmalarının vakti belki de gelmiştir. Erdoğan, Yahudi karşıtı olmadığı yönündeki ısrarında muhtemelen samimi. Ancak dünya medyasını Yahudilerin kontrol ettiğini tartışmak, bu iddiasını savunmak için iyi bir yol değil.

 

LÜBNAN BASINI

THE DAILY STAR: "TÜRKİYE'Yİ KİM KAYBETTİ? BİR BAKIMA HERKES"

ANKARA, 24/02(BYE)--- Lübnan'da İngilizce yayımlanan The Daily Star gazetesinin 24 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Dominique Moisi imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:

"Türkiye'yi kim kaybetti?" Geçmişte sık sık gündeme getirilen bu soru, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in de katıldığı paneli duygusal taşkınlığı sonucunda öfkeyle terk etmesinin ardından yeniden gündemde. Ve Türkiye ile ilgili mesele, dünyanın en değişken ve en sarsıcı diplomatik anlaşmazlıklarıyla temas halinde olması nedeniyle mühimdir.
Türkiye gerçekten "kaybedilmiş" ise, bunun sorumluları arasında Avrupa Birliği, ABD, İsrail ve Türkiye'nin kendisi vardır. AB'nin Türkiye'nin üyeliğiyle ilgili gittikçe artan çekinceleri, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından açık biçimde dile getirildi. ABD'nin eski başkanı George W. Bush Irak'taki savaş nedeniyle bir nebze sorumludur. İsrail'in de Türkiye'nin Batı'ya karşı yabancılaşmasında, 2006'daki Lübnan savaşı ve Gazze'deki son operasyonları nedeniyle payı vardır.
Bütün bu olaylar Türkiye'yi rahatsız etmiş, yönünü şaşırtmıştır ve ayrıca 1930'lardan bu yana yaşanan en kötü küresel krizin ülke içinde yarattığı etkiyle daha ciddi bir hal almıştır.
Şüphesiz Türkiye'nin laik, Batı yanlısı seçkinleri hâlâ AB ile ABD'nin vazgeçilemez olmasa bile müttefik ve ortak olarak önemli olduklarını düşünebilirler ve İslami köktenciliği, Hamas'ı, Hizbullah ve İran'ı gerçek veya en azından olası tehditler olarak görebilirler. Ancak bu seçkinler Avrupa'nın Türkiye'ye, uzun vadeli stratejik bir bakış açısı olmadan kısa vadeli popülist çıkışlarla pek de makul davranmadığı kanısındalar.
Türkiye meselesinin karmaşık olduğu su götürmez. Türkiye coğrafi açıdan büyük çoğunlukla Asyalı; ama tepkileri, daha açık bir ifadeyle İsrail-Filistin hususundaki tepkileri giderek daha Orta Doğulu olmakta. Bununla beraber Türkiye'nin seçkinleri kararlı biçimde Batı yanlısı ve Avrupa yanlısı olmaya devam ediyor, ama ne zamana kadar?
21. Yüzyılın başında Batılı dünyanın en ciddi güçlüklerinden biri İslami dünyayla diyalog iken kapılarını Türkiye'ye kapatması Avrupa'nın stratejik açıdan tarihi bir gafı olur. Böyle yapması halinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun varislerini geriye, Asyalı, Müslüman ve Orta Doğulu çizgisine geri göndermiş olur.
Türkiye'nin AB'ye üyeliği meselesinde, süreç varılacak olan sonuçtan daha önemli. Türkiye'nin AB adaylığına bağlı olarak kısacık bir zaman diliminde gerçekleştirmiş olduğu reformlar, çok etkileyici. Avrupa'daki bizler oldukça işitilebilir düzeyde "hayır" diyerek bu ilerleyişi gerçekten tehlikeye mi atmalıyız?
AB'nin, Orta Doğu'daki nüfuzunu kayda değer oranda güçlendirebilmesi için stratejik ve diplomatik bir ortağa müthiş ihtiyacı var. Avrupa'nın ayrıca genç Türkiye'nin dinamizmine de ihtiyacı var. Herşeyin ötesinde Türkiye'nin Birliğe kabulünün simgeleyeceği üzere İslam'a gönderilecek bir uzlaşma mesajına da ihtiyacı var.
Elbette Türkiye'yi "içeride" görmeyi istemek eğer yıllardır birçok yönden mantıkdışı olan bir inanç eylemi değilse, iradi bir eylemdir. Çoğu Avrupalı Türkiye'yi "öteki Avrupalı" olarak değil, "Avrupalı olmayan öteki" olarak algılıyor. Türk şehirleri arasında en Batılı olan İstanbul'da bile merkezi bölgelerinden çıkar çıkmaz kendinizi bir Orta Doğu veya Asyalı bir kültürün içinde bulursunuz.
İsrail Avrupa Birliği'nde yer almıyor, ancak o da Türkiye'yi kaybetmenin doğuracağı ciddi tehlikeyle karşı karşıya. İsrail'in (Lübnan ve Gazze'deki) son iki askeri serüveni, güvenliğini sağlamlaştırmaktan ziyade kendi kendini tecrit etmesine ve dünyanın güvenini kaybetmesine yol açtı. Bu olgu hiçbir yerde, askeri tavırların iki ülkenin stratejik ittifakını kırılma noktasına getirdiği Türkiye'de olduğu kadar belirgin değildir.
Obama'nın Türkiye'ye yönelik politikasından bahsetmek için henüz çok erken; yalnız şunu söyleyebiliriz ki İslam'la saygıya dayalı bir diyalog kurmak isteyen Obama, doğru yönde hareket eden tek Batılı lider. Ancak Amerika'nın NATO üyesi Türkiye'ye yönelik olumlu mesajları İsrail'in, pervasız değilse bile anlamsız politikalarını telafi etmeye yetecek mi? Cevap belli değil.
Türkiye'nin de söz konusu yabancılaşma sürecinin başlatılmasında payı vardır. Erdoğan'ın Davos'taki davranışı en azından sorumsuzca idi. Erdoğan ülkesinde popülerlik kazanmış olabilir, ancak bugünün zor ekonomik koşullarında ucuz popülizmin cazibesi her zamankinden daha tehlikelidir. Ateşe barutla gidilmemelidir.

 

RUSYA BASINI

RBC: "RUSYA İLE TÜRKİYE, AB'NİN 'DOĞU ORTAKLIĞI' PROGRAMINA KATILMAYA DAVET EDİLEBİLİR"

MOSKOVA, 24/02(BYE)--- RBC haber ajansının 24 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

AB'nin "Doğu Ortaklığı" programı, AB ile Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Gürcistan, Moldova ve Ukrayna'yı birbirine yakınlaştırmayı öngörüyor. Mayıs 2009'dan itibaren uygulanacak olan programda, anılan ülkeler arasında serbest ticaret bölgelerinin kurulması, ortaklık ilişkileri ve yeni vize rejimi uygulamaları ele alınacak.
Bu arada, Rusya ve Türkiye'nin de söz konusu programla ilgili danışmalara katılabileceği açıklandı. Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, AB Dışişleri Bakanları Konseyinin oturumundan sonra yaptığı açıklamada, Avrupa, 'Doğu Ortaklığı' Programını gerçekleştirirken, NATO'nun genişlemesinden doğan olumsuz sonuçlardan kaçınmak istedi. Yani, bu süreç hayata geçirildiği zaman Rusya, "sanki her taraftan sıkı bir şekilde kuşatıldığı" hissinden kurtulacağını söyledi.
Öte yandan, AB Dönem Başkanlığını yürüten Çek Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Karel Schwarzenberg, yaptığı açıklamada, ülkesinin, "Doğu Ortaklığı" çerçevesinde yapılması öngörülen görüşmelere Moskova ve Ankara'nın da katılmasına karşı olmadığını belirtti. Çek basınına göre, Beyaz Rusya Cumhurbaşkanı Aleksandr Lukaşenko'nun AB'nin ilkbahar zirve toplantısına katılıp katılmayacağının hâlâ belirsizliğini koruduğu belirtiliyor. Çek Dışişleri Bakanı, Beyaz Rusya'nın katılmasının, Cumhurbaşkanı Lukaşenko'nun "davranışına" ve "ülkedeki duruma" bağlı olacağını ifade ederek, Minsk'in, Abhazya ve Güney Osetya'nın bağımsızlığını tanıması, Beyaz Rusya liderinin zirve toplantısına katılmasına engel olabileceğini kaydetti.


Güncelleme: 12/05/2009 / Hit: 4,363

Copyrights © 2024 Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
Directorate for EU Affairs
Copyrights © 2024 - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Avrupa Birliği Başkanlığı