ENGLISH
  Güncelleme: 06/05/2009

2009-02-12 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

2009-02-12 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

ALMANYA BASINI

 

RHEINISCHER MERKUR: "TEHLİKELİ OYUN"

BERLİN, 05/02(BYE)--- Tirajı günde 73 bin 219 olan muhafazakar-dini eğilimli Rheinischer Merkur gazetesinin 5 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Jan Kuhlmann imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

--Erdoğan'ın Davos'taki Çıkışı Hükümetinin Çıkarlarına Ters Düşüyor--

Türkiye Başbakanı Erdoğan, Davos'taki çıkışıyla popülist yaklaşımlardan kaçınmadığını bir kez daha göstermiş oldu. Kendisi, ülkesindeki halkın Gazze'deki savaş nedeniyle İsrail'e karşı olduğunun farkında. Başbakan Erdoğan'ın Davos'taki bir oturum esnasında İsrail Cumhurbaşkanı Peres ile münakaşa etmesi ve daha sonra öfkeyle salonu terk etmesi, Türkiye'deki İsrail karşıtı kesimin davranışlarıyla uyuşmaktadır. Zira, Türkiye'de önümüzdeki haftalarda yerel seçimler yapılacaktır.
Başbakan Erdoğan'ın bu oyunu çok barizdir fakat aynı zamanda tehlikelidir. Türkiye ile İsrail arasında uzun yıllardan beri çok sıkı ilişkiler bulunmaktadır ve bu ilişkiler sadece askeri alanda değildir. Ankara başarılı bir şekilde Şam ile Tel Aviv arasında arabuluculuk yapmıştır. Gazze'deki son şiddet hareketlerinden önce hısımlar arasında bir barış anlaşmasının bile yapılabileceğinden söz edilmeye başlanmıştı. Türkiye, bölgede stratejik öneme sahiptir ve arabuluculuk işlevi görmektedir.
Başbakan Erdoğan'ın Davos'ta sergilediği tavır, Türkiye'nin çıkarlarıyla uyuşmamaktadır, buna rağmen Ankara'nın izlediği siyaset Avrupa doğrultusundadır. Ilımlı İslamcı Erdoğan her ne kadar müzakerelerde aksaklıklar da yaşansa, ülkesini AB'ye taşımak istiyor. Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olanlar, yaşanan son gelişmelerden sonra kendilerinin haklı olduğunu görüyorlar. Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyen kesim ise yaşananları açıklamakta zorlanıyor. Zira bu kesim Türkiye'nin Orta Doğu'da bir köprü olabileceğinden söz ediyordu. Ancak, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın alkışladığı bir Başbakan Erdoğan bu köprü görevini yerine getiremez.
Başbakan Erdoğan, İsrail ile olan ilişkileri bir an önce normalleştirmelidir. Aynı şekilde İsrail Hükümetinin de Türkiye ile olan ortaklığını sürdürmesi, Müslüman ülkelerle bağlantıyı koparmak istemiyorsa yerinde olacaktır. "Bölgede arabulucu olarak Ankara'nın yerini kim alabilir" sorusunun cevabı çok basittir: Hiç kimse alamaz.

WELT AM SONNTAG: "BİRÇOK ALANDA VERİLEN SINAV"

BERLİN, 09/02(BYE)--- Tirajı haftada 402.832 olan muhafazakar sağ eğilimli Welt am Sonntag gazetesinin 8 Şubat 2009 tarihli sayısında, Lord Weidenfeld imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

İsrail'deki seçimler öncesinde ortam her bakımdan bulutlu gözüküyor. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta Dünya Ekonomik Forumu'ndaki İsrail'e yönelik sert çıkışı çoğu kimse tarafından Türkiye'nin İslam ülkeleri ve hatta aşırı komşularıyla yakınlaşması olarak algılanıyor. İsrail'e yönelik Avrupa'dan da sert rüzgarlar esiyor. İsrail'in Gazze'deki saldırıları nedeniyle medyanın açtığı savaş alışılagelmedik bir boyuta bürünmeye başladı. Alman Papa'nın, Yahudi soykırımını inkar eden İngiliz bir Başpiskoposu affetmesi Yahudi dünyasında tepkilere neden oluyor.
Son zamanlardaki gelişmeler İsrail'deki seçmenin güvenliği ön planda tutmasına neden olmuştur. İsrailli siyasetçiler, Hamas ve Hizbullah ile müzakere yapılıp yapılmayacağı konusunu değerlendiriyorlar. Hamas ve Hizbullah, İran'dan maddi destek ve silah yardımı gördüğü sürece zayıflatılamayacaktır.
Türk Başbakan Erdoğan'ın son zamanlarda İsrail'e yönelik sert çıkışları siyaset ve güvenlik uzmanlarınca ciddiye alınıyor. Bu çıkışlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk'ün laiklik geleneğinden ciddi anlamda kaymalara neden olabilir ve Orta Doğu'daki dengeleri etkileyebilir.
Fakat Başbakan Erdoğan'ın bu tavrı Avrupalılar için de düşündürücüdür. 100 milyon nüfusa sahip bir Türkiye'nin orta vadede AB'ye alınıp alınmayacağı gittikçe acil cevaplandırılması gereken bir soru haline geliyor. Türkiye AB'ye üye olursa acaba aydınlanmış Batı'nın bir meşale taşıyıcısı mı, yoksa fanatik İslamın bir Truva Atı mı olacak?

SÜDDEUTSCHE ZEİTUNG: "YANLIŞ ANLAŞILMAYA NEDEN OLAN DAVET"

BERLİN, 09/02(BYE)--- Tirajı günde 448.411 olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 7 Şubat 2009 tarihli sayısında, Daniel Brössler imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Münih çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:

Şansölye Merkel kısa bir süre önce yayımlanan bir video mesajında, G-20 zirve toplantısına hazırlık amacıyla 22 Şubat günü "G-20 Grubunun Avrupalı üye ülkelerini Berlin'e davet ettiğini" açıkladı. Bu açıklama, örneğin Ankara'da dikkatle kaydedildi. Türkiye G-20 Grubu üyesi ve 2 Nisan 2009 tarihinde Londra'da düzenlenecek olan bir sonraki zirveye de katılacak. Türkiye, Avrupa Birliği'ne üye olmaya çalışırken kendisini Avrupalı bir devlet olarak görüyor. Türk gazetelerinde, Berlin'de Türkiye'nin katılımının beklendiği ve davetiyenin diplomatik kanallar aracılığıyla yolda olduğuna dair haberler yayımlandı.
Alman diplomatların ise böyle bir davetten haberi yok. Bununla birlikte diplomatlar böylesi bir davetin iyi bir fikir olduğunu saklamaya gerek görmüyorlar. Federal Dışişleri Bakanlığından üst düzey bir yetkili, "Türkiye'ye gereksiz yere ters davranılmaması" gerektiğini ifade etti. AB üye adayı Türkiye, Avrupalılar tarafından eşit bir muhatap olarak kabul edilip edilmediğini hassas ve dikkatli bir şekilde izliyor. Türkiye'nin Berlin'e davet edilmesi, herhangi bir yükümlülük içermeyen önemli bir jest olurdu. Bu, öncelikle de Fransa'nın NATO'nun askeri kanadına geri dönüşü gibi yakında alınacak önemli kararlarda Türkiye'nin onayına ihtiyaç olacağı için önem taşıyor.
Şansölyelik tarafından konu hakkında yapılan bir açıklamada, video mesajında dile getirilen "G-20 Grubunun Avrupalı üye ülkeleri" ifadesinin Türkler tarafından olduğu kadar Rusya tarafından da yanlış anlaşıldığı, Berlin'de düzenlenecek olan hazırlık toplantısının, AB içinde ortak görüş oluşturmaya yönelik olması nedeniyle, toplantıya AB üyesi ülkelerin katılacağı belirtildi.

DEUTSCHLANDRADIO: "BİZİ BARIŞTIRACAK BİRİLERİNE MİNNETTAR OLURDUK"

ANKARA, 11/02(BYE)--- Almanya'da ulusal yayın yapan Deutschlandradio'nun 11 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Susanne Güsten imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yazının çevirisi şöyledir:

--AB Yönergesi, Türkiye'de Hristiyan Mor Gabriel Manastırı ile Müslümanlar Arasında Gerginliğe Neden Oluyor--

Bugün üç mahkeme birden Midyat'ta Arami (Süryani)-Hristiyan Mor Gabriel Manastırı ile çevre köyleri arasındaki bir ihtilaf konusunu ele alacak. Eskiden birbirlerine hoşgörüyle yaklaşan Müslümanlar ile Hristiyanlar bugünlerde karşılıklı olarak birbirlerini dava ediyor. Ta ki Türkiye'nin bir AB Tapu-Sicil Yönergesi hayata geçirmesine değin.
Dava duruşmalarına Almanya ve tüm Batı Avrupa'dan birçok gözlemci akredite olmuş durumda. Dahil olanların çoğunluğunu, açılan bu davalarla, Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu'daki Hristiyan azınlıkları yerlerinden etme gayreti görmesinden ötürü bilhassa Avrupa'dan gelen Süryani diasporasına mensup kimseler oluşturuyor. Kısa bir süre önce Berlin'de binlerce gösterici, "Türkiye'deki Hristiyanlığı kurtarın!" talebiyle sokaklara döküldü ve AB'ye müdahale etme çağrısında bulundu. Fakat yakından incelendiğinde durumun hiç de öyle kolay bir yanı olmadığı görülüyor ve AB'nin de yardım sağlaması pek olası görünmüyor. Çünkü aslında kavgaya yol açan durumun, Türkiye'nin tapu-sicil meselelerinde, üstelik AB standartlarına yaklaşmasına adım atmasından kaynaklandığı anlaşılmakta.
Midyat'ta müezzinler ezan okuyarak namaza çağırdığı esnada, kilise çanları aynı zamanda çalarak Hristiyanları kiliseye çağırmakta. Kurulan pazarın ortasından sarıklı Kürtler, kefiyeli Araplar, başı açık Hristiyanlar ve başlarında namaz takkeli ve sakallı Müslümanlar koşturuyor. Buradakiler açısından dört dilde konuşulması alışıldık bir durum: Kürtçe, Türkçe, Süryanice ve Arapça.
Midyat'taki bu pazar yerinde olduğu üzere çevre köyler de huzur ve barış içerisinde bir arada yaşamakta. Bölgede Hristiyan, Müslüman ve Yezidi köyler bulunuyor; aralarındaki en eskisi olan 16. yüzyıldan kalma Mor Gabriel gibi birçok eski manastırlar da yer alıyor bölgede. Söz konusu bu görkemli manastırı yoksulluğun pençesindeki Müslüman köyler çevrelemesine karşın bugüne değin hiç sorunlar yaşanmamıştı; ta ki Türk devletinin mesahacıları Midyat'ta boy gösterip kadastroyu Avrupa standartlarına göre yeniden belirlemelerine kadar. Mor Gabriel avukatı Rudi Sümer'in anımsattığı üzere, böylece her şey başlamış oldu: "Manastır ve köyler arasındaki tartışmalar, çevre köylerindeki kadastro ölçümlerinin yapıldığı geçen ağustos ayında başladı. Bu ölçümlerle köy sınırlarının tespit edilmesi amaçlanıyordu ki fırtına buradan koptu."
O gün bugündür birkaç hektarlık taşlı ve tarıma elverişsiz -üstüne üstlük yüzyıllardır kimsenin ilgisini çekmemiş- toprak etrafındaysa yarım düzine kurum ve mahkemeyi meşgul eden ve Midyat'taki toplumsal barışı tehdit eden bir kavga cereyan ediyor. Neticede sınır tespit sonuçlarından hiç kimse memnun kalmadı; ne köyler ne de manastır. Üstelik tarafların her biri de konuya kendince çözüm getirmeye çabaladı. Yayvantepe Köyü Muhtarı İsmail Erkan, geleneksel yöntemlerle meseleye yaklaştıklarını aktarıyor: "İki aşiret ya da köy birbirine düştüğünde bizde bir aracının iki taraf arasında arabuluculuk yapıp barıştırması adettir. İki kez gittik ve sorunu aramızda çözmeyi teklif ettik. Ama yok, manastır bunu istemedi."
Manastır hukuki yollara başvurmayı tercih etti. İlkin Midyat'taki Kadastro Mahkemesine başvuruldu. Oradan sonuç alınamayınca sınırların tespiti için Bölge İdare Mahkemesinde köylere karşı hak arayışına girildi. Mor Gabriel Metropolit Sekreteri Can Gülten, manastırın Türk adaletine güven duyduğunu aktarıyor: "Biz, Süryaniler olarak endişeleniyor, fakat hak ve hukuka inanıyor ve mahkemelerin bulgu ve belgelere dayanarak adil karar vereceklerine güveniyoruz. Tüm sıkıntılara karşın bu bizi bir parça teskin ediyor."
Ancak çevre köylerdeyse manastırın hukuki girişimleri hoşnutsuzluğa yol açıyor. Yayvantepe Köyü'nün erkekleri, köy camisinin toprak meydanında kızgınlıklarını şu sözlerle dile getiriyorlar: "Bu kilise bize rahat vermiyor. Tüm topraklarımızı elimizden almaya kalkıyor ve üstüne üstlük bizi mahkemelerle uğraştırıyor. Onlar bizi dava ederse biz de onları ederiz. Mertlik bunu gerektirir."
Bu arada çevre köyler de Mor Gabriel'e karşı davalar açmış durumda ve manastırı, devlete ait orman arazisini haksız yere gasp etmekle suçluyor; bu yüzden manastır cemaatine de bir ceza davası açıldı. Sadece hukuki bakımdan da söz konusu kavga büyümüyor. Şu sıralar adeta zehir zemberek bir iklim hakim. Can Gülten, Hristiyanların bölgedeki geleneksel hoşgörü ve toplumsal barış ortamından endişe duyduğunu ifade ediyor: "Toprak uğruna başlayan kavga maalesef çevre köy sakinleri tarafından artık dinler arası sorun mertebesine çekiliyor. Bu bizi endişeye ve korkuya sevk ediyor."
Manastırın görüş açısındaki Yayvantepe Köyü'nde ise Müslüman muhtar İsmail Erken da gelişmeleri kaygıyla izlediğini belirtiyor: "Eskiden olduğu gibi artık manastıra gidip gelmiyoruz. Şu sıralar aramızda soğukluk hakim. Bizi barıştıracak birilerine minnettar olurduk."

 

AVUSTURYA BASINI

KURIER: "TÜRKİYE AB İLE MÜZAKERELERE SON VERİLMESİ TEHLİKESİ İLE KARŞI KARŞIYA"

VİYANA, 05/02(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal eğilimli Kurier gazetesinin 5 Şubat 2009 tarihli sayısında, Margaretha Kopeinig imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Brüksel'deki çeşitli ülkelerin diplomatları, "Türkiye konusunda hiçbir ilerleme yok" diyorlar.
Müzakereler aylardan beri duraksamada. Türkiye'de kimse AB üyeliğine artık inanmıyor. Halk Avrupa ile ilgilenmiyor, ulusal meseleler AB standartlarına uyum sürecinden daha çok ilgi çekiyor. Bakanlık ve resmi kuruluşlarda da reform çabaları felce uğradı. Başbakan Erdoğan'ın yakın çevresinden Egemen Bağış'ın Avrupa Bakanlığına atanmasının müzakerelere ivme kazandırıp kazandırmayacağı henüz bilinmiyor.

--Ültimatom--

2009 Türkiye için kader yılı. Sonbaharda Brüksel'in ültimatomunun süresi bitiyor. Ankara'dan o tarihe kadar AB üyesi Kıbrıs'ı tanıması ve Türk liman ve havaalanlarını Kıbrıs Rum gemi ve uçaklarına açması isteniyor.
Ancak Türkiye'de bu yönde hiçbir belirti yok. Hükümet önce Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulmasını istiyor. Türk birliklerinin 1974'de adaya çıkmasından bu yana, Kıbrıs bölünmüş durumda. 2004'de Kıbrıs Rumlarının çoğu tarafından reddedilen BM barış planı da dahil olmak üzere, yeniden birleşme konusundaki birçok girişim başarısız oldu. Şu sıralar yeniden görüşmelerde bulunuluyor.
AB Komisyonunun üst düzey temsilcileri, Türkiye'nin AB'nin şartlarını sonbahara kadar yerine getiremeyeceği kanısındalar. Rapor da bu doğrultuda olacak. Brüksel'de, "Eğer bir şey yapılmazsa, rapor çok kötü olacak" deniyor. Bu fiilen müzakerelerin sonu anlamına gelse de, Brüksel'de kulisler ardında AB'nin resmi alanda müzakereleri dondurmayacağı konuşuluyor. Brüksel'deki bir düşünce kuruluşunda görevli olan bir Fransız, "AB her zaman bir formül bulur, ama müzakereler hareketlenmeyecek. Türkiye'nin AB'ye katılımına karşı olan ülkelerin sayısı çok fazla" diyor.
Ankara AB'den vazgeçmek istemiyor ve AB'ye baskı yapmak istiyor. Hazar denizinden başlayarak, Türkiye üzerinden geçerek, Avusturya'ya kadar gelecek olan Nabucco boru hattını elinde koz olarak tutuyor.
Kıbrıs, Ankara güney kıyıları önünde petrol ve doğalgaz arama hakkı tanımadığından, müzakerelerde enerji başlığını bloke ediyor. Ankara'nın buna cevabı şu oldu: Geçenlerde Brüksel'i ziyaret eden Başbakan Erdoğan, "Enerji başlığı bloke edilirse, biz de Nabucco konusunda yeniden düşünmek zorunda kalırız" demişti.

DIE PRESSE: "KİMSE NABUCCO İLE GERÇEKTEN İLGİLENMİYOR"

VİYANA, 06/02(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 6 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan ve Jakob Zirm'in Nabucco görüşmelerine katılmak üzere Viyana'ya gelen Büyükelçi Selim Kuneralp ile yaptığı mülakatın çevirisi şöyledir:

Müsteşar Selim Kuneralp, AB'nin belli bir enerji politikasına sahip olmayışının, boru hattı projesini engellediği görüşünde.

ZİRM: Son günlerdeki doğalgaz krizi Avrupa'yı şoka uğrattı. Türkiye'nin de yapımına katıldığı Nabucco boru hattı, Rus doğalgazına bağımlılığı azaltacağı düşünülen projelerden biri. Ancak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bundan iki hafta önce Brüksel'de, Türkiye'nin AB'ye katılım sürecine ilişkin müzakerelerde ilerleme kaydedilmemesi halinde, ülkesinin proje konusunda bir kez daha düşüneceğini söyledi. Türkiye AB'ye katılım ile Nabucco arasında bir bağlantı mı kuruyor?

KUNERALP: AB'ye katılım ile Nabucco arasında resmi bir bağlantı yok, çünkü Nabucco Türkiye'ye yarar sağlıyor. İş yerleri açılacak, doğalgaz konusunda güvence artacak. Ancak Türkiye Nabucco projesi katılımcıları arasında AB üyesi olmayan tek ülke. Oysa Nabucco'da birçok alanda AB yasaları geçerli. Eğer Türkiye müzakerelerde enerji başlığının açılışını yapabilseydi (bu Kıbrıs tarafından engelleniyor), bu enerji alanında AB yasalarının devralınmasını, dolayısıyla da Nabucco'yu hızlandırırdı, ama müzakerelerde ilerleme kaydedilmese de Nabucco'yu hızlandıracağız. Ancak bu durumda bu biraz daha uzun sürebilir.

ZİRM: Yani Türkiye siyasi nedenlerden dolayı Nabucco'yu sürüncemede bırakmayacak?

KUNERALP: Hayır. Nabucco bizim açımızdan, projenin finansmanı sağlandığı ve yeteri kadar doğalgaz bulunduğu sürece gerçekleştirilecek. Bazı zorluklar mevcut, ama ilerleme de kaydediyoruz. AB içinde tek bir enerji politikası olmadığı için, şimdiye kadar çok zaman kaybedildiği kanısındayız. Gerçi katılımcı firmalar iyi bir işbirliği içerisindeler, ama siyasi düzeyde bu konu ara sıra gündeme geliyor, kimse konuyla gerçekten ilgilenmiyor.

ZİRM: Son doğalgaz krizinden bu yana bir değişiklik oldu mu?

KUNERALP: Evet, doğalgaz krizinden beri Brüksel'in Nabucco benzeri projelere ilişkin motivasyonu oldukça arttı. Şimdi Nabucco'da siyasi anlaşma konusunda da çaba harcıyoruz. Bu aşamadan sonra, doğalgaz ihracatçısı ülkeler ile görüşmelere başlayabileceğiz.

ZİRM: Sizce bu ülkeler hangileri olacak? Dışişleri Bakanı Ali Babacan geçen yıl Rusya'yı Nabucco'ya doğalgaz ihraç etmeye çağırmıştı. Ama Avrupa Nabucco'ya Rusya'ya bağımlılığı azaltacak bir proje gözüyle bakıyor.

KUNERALP: Bu sadece bir fikirdi. Teknik açıdan gerçekleştirilmesi çok kolay. Şimdiye kadar Rusya'yı güvenli bir ihracatçı olarak gördük. Bizim de oldukça etkilendiğimiz son doğalgaz krizinde, Rusya Karadeniz üzerinden doğrudan doğalgaz sevketti. Tabii bu projede Avrupa'nın daha fazla bağımsız olması ön planda yer alıyor. Bu yüzden Rus doğalgazının kullanılması için baskı yapmayacağız. Ancak teknik açıdan bu bir olasılık olabilirdi. Kuşkusuz ki doğalgaz ihraç eden ülkelerin başında Azerbaycan ile Türkmenistan gelecek.

ZİRM: Peki ya İran?

KUNERALP: Bilindiği gibi İran dünyada Rusya'dan sonra en çok doğalgaz rezervine sahip olan ülke. Ancak bu kaynaklardan yararlanabilmek için, İran'a bir dizi yatırımda bulunmak gerekiyor. Şimdiki siyasi durum böyle yatırımların gerçekleştirilmesine izin vermiyor. Ancak İran'ın bu yatırımlar olmadan ülke içindeki talebi karşılaması çok zor. Şu sıralar Türkiye İran'dan doğalgaz ithal eden tek ülke. Bu ithalat şimdiye kadar hemen hemen her kış teknik sorunlar yüzünden azaltılmak zorunda kaldı. Bu yüzden kısa vadeli olarak İran'ın Nabucco'ya doğalgaz ihraç edebileceğini sanmıyorum.

ZİRM: Uzun vadeli olarak?

KUNERALP: İran uzun vadeli olarak doğalgaz ihracatçısı olabilir.

ZİRM: Bu ne zaman gerçekleşebilir?

KUNERALP: Bu soruyu cevaplamam mümkün değil.

ZİRM: Türkiye aslında nasıl bir konumda? Biraz önce söylediğiniz gibi, İran'dan doğalgaz alıyorsunuz.

KUNERALP: Bu doğalgaz antlaşmasını on yıl önce yaptık, şimdiye kadar kimse itiraz etmedi. Tabii burada söz konusu olan az bir miktar. İran Türkiye için komşu ve dost bir ülke. İran ile sınırımız 400 yıldan beri hiç değişmedi. Yani o zamandan beri İran ile hiç anlaşmazlığımız olmadı. İran'ın nükleer enerjiyi barışçı bir şekilde kullanma hakkına da saygı duyuyoruz. Ama tabii İran'ın atom silahlarına sahip olmasına pek sevinmezdik.

ZİRM: Nabucco haricinde Türkiye ile Avusturya arasında bağlantı oluşturan ikinci bir enerji projesi daha var. Güneydoğu Anadolu'daki tartışmalı Ilısu Barajı projesi. Andritz firması projenin yapımından sorumlu konsorsiyuma başkanlık ediyor. Aralıkta Türkiye'ye Dünya Bankası'nın 153 şartını yerine getirmesi için 180 günlük son bir süre daha tanındı. Avusturyalı, Alman ve İsviçreli firmalar aksi takdirde ihracat güvencesi vermeyecekler. Türkiye bu şartları yerine getirmeyi başaracak mı?

KUNERALP: Ilısu dev bir proje. Büyük barajlar geçtiğimiz yıllarda pek popüler değildiler. Bu yüzden Dünya Bankası'nın bu 153 şartı aşırı katı ve gerçekleştirilmesi çok zor. Ama biz yerine getirmeye çalışıyoruz ve süre bitene kadar yeterince yerine getirebilmeyi umuyoruz. Bu hem Türkiye'nin, hem de Avusturya ve Almanya gibi ihracatçı ülkelerin yararına olacak.

ZİRM: Aralıktaki uzman raporuna göre Türkiye yaklaşık 1.5 yıldan beri antik Hasankeyf şehrinin korunması ya da suların altında kalacak olan bölgelerde yaşayan insanların başka yere taşınması konusunda hiçbir şey yapmadı. Neden şimdi bir şey yapsın ki?

KUNERALP: Gecikmeler oldu. Formalitelere çok zaman ayıran ihracat firmalarının da bunda kısmen suçu var. Bu belirsizlik yüzünden Türkiye'nin de şartları yerine getirme motivasyonu azaldı.

ZİRM: Bu proje karşısındaki güçlü direnişi nasıl açıklıyorsunuz? Bu yalnız Avrupa'da değil, söz konusu bölgede de görülüyor. Bölgede çoğunlukla Kürtler yaşıyor.

KUNERALP: Birçok kişinin manipüle edildiğini sanıyorum. Proje daha şimdiden birçok iş imkanı sağladı. Gelecekte de bölgeyi zenginleştirecek ve geliştirecek. Ama siyasi nedenlerden dolayı bu bölgedeki insanların yoksul ve az gelişmiş kalmalarını isteyen kişiler var.

ZİRM: Türkiye ihracat güvenceleri verilmezse ne yapacak?

KUNERALP: O zaman projeyi kendi başımıza sürdüreceğiz ve türbin, jeneratör satın alabileceğimiz başka ülkelere başvuracağız. Türkiye Atatürk Barajı'nı da tek başına inşa etti.

 

BULGARİSTAN BASINI

STANDART: "REHN ANKARA'YA DESTEK VERDİ"

ANKARA, 10/02(BYE)--- Bulgaristan'da yayımlanan Standart gazetesinin 10 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Brüksel'de partisinin Avrupa Birliği Temsilciliğini açan CHP lideri Deniz Baykal, AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu Üyesi Olli Rehn ile görüştü.
Rehn'in Baykal ile görüşmesinde, Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecine destek verdiği, Sendikalar Kanunu'nu gündeme getirdiği ve bunun sosyal politika ve istihdam faslının açılması için gerekli olduğunu belirttiği kaydedildi.

 

FRANSA BASINI

AFP: "ANKARA, FRANSA'NIN NATO'NUN ASKERİ KANADINA DÖNÜŞÜNÜ DEĞERLENDİRİYOR"

ANKARA, 07/02(AFP)(BYE)--- Fransa'nın NATO'nun askeri kanadına yeniden dönme kararıyla ilgili olarak görüş bildiren Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan, eğer Paris, Ankara'nın AB'ye girmesini engellemeye devam ederse hükümetinin buna karşı olabileceğini ima ederek, Türkiye'nin Fransa'nın kararını değerlendirdiğini bildirdi.
Ali Babacan, Türk basını tarafından bugün yayımlanan açıklamasında, "Modeliteleri (Fransa'nın dönüşünün) Atlantik Paktı bünyesinde görüşülüyor. Bir oylama yapılıp yapılmayacağı henüz bilinmiyor" dedi.
Bakan, Fransa'nın Batı İttifakına dönüşü "hukuki olmaktan ziyade siyasi bir mesele. NATO müttefiklerinin çoğu bunu olumlu bir karar olarak görüyor, ancak bununla birlikte biz bunu değerlendiriyoruz" dedi.

 

İNGİLTERE BASINI

REUTERS: "KIBRIS: ASKERLER ÇIKMADIKÇA TÜRKİYE AB'YE KATILAMAZ"

LEFKOŞA, 05/02(REUTERS)(BYE)--- Kıbrıs Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas bugün, Türkiye'nin, Kuzey Kıbrıs'ta asker bulundurmaya devam ettiği sürece Avrupa Birliği'ne katılamayacağını söyledi.
Hristofyas gazetecilere yaptığı açıklamada, "Türkiye'nin, Kıbrıs işgalini sürdürürken Birliğe üye olarak kabul edilmesi mümkün değil" dedi.
Reuters'in, Türkiye'nin Kıbrıs'ın kuzeyinde askerlerini bulundurmaya devam ettiği sürece Birliğe katılma ihtimali olup olmadığı sorusuna cevaben Hristofyas, "Cevap tek kelimeyle 'hayır'" dedi.
Ilımlı bir politikacı olan Hristofyas, Kıbrıslı Türk lider Mehmet Ali Talat ile geçtiğimiz eylül ayından beri yeniden birleşme görüşmelerinde bulunuyor.
Her iki taraf da daimi bölünmeyi bir seçenek olarak görmüyor, ancak adanın nasıl yeniden birleşeceği konusunda bir anlaşmaya varabilmiş de değiller.

THE ECONOMIST: "TÜRKİYE BAŞBAKANININ ÖFKE NÖBETİ"

LONDRA, 06/02(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Economist dergisinin 7 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yer alan Ankara çıkışlı makalenin çevirisi şöyledir:

--Davos'ta Sahneyi Terkedişi, Recep Tayyip Erdoğan İle İlgili Yeni Sorular Doğurdu--

Önceden mi planlanmıştı? Yoksa Türkiye'nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan kontrolünü mü kaybetti? İsrail Başkanı Şimon Peres ile Davos'ta düzenlenen bir oturumu terketmesi, Erdoğan'ı, Kemal Atatürk'ten bu yana en çok konuşulan Türk lideri haline getirdi. Olay karşısında, Erdoğan'ı izleyen finans uzmanları ile siyaset adamları şaşkınlığa düştüler. Ancak, Erdoğan'ın, İsrail'in Gazze'deki savaşı ile ilgili olarak Peres'e çıkışması, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlarca sevinçle karşılandı. Yüzü öfkeden kırmızıya dönen Erdoğan, "Öldürmeye gelince, siz onu çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl vurduğunuzu ve öldürdüğünüzü çok iyi biliyorum" diye ateş püskürdü.
Bu olay, Türkiye'nin İsrail ile olan stratejik ortaklığı konusunda yeni bir tartışmaya yol açtı ve günü gününe uymayan Erdoğan'ın Türkiye'yi yönetmeye uygun olup olmadığı ve uygunsa, bu yönelimin, Batı'ya mı Doğu'ya mı olacağı sorulmaya başlandı. Türkiye'nin, NATO'dan veya Avrupa Birliği'nden uzaklaşması da İsrail veya Amerika ile askeri bağlarını koparması da söz konusu değil. Muhalifleri, Erdoğan'ın patlamasının seçmenleri memnun etmek için yapılmış bir manevra olduğunu söylüyorlar. Eğer bu gerçekten böyleyse, işe yaradı: Erdoğan'ı tasvip edenlerin sayısı hızla yükseldi. Kamuoyu yoklamaları, Türklerin yüzde 80'inin, Erdoğan'ın ortaya koyduğu tavrı desteklediğini gösteriyor. Erdoğan'ın ılımlı İslamcı partisi Adalet ve Kalkınma Partisi, bunun meyvelerini, 29 Mart yerel seçimlerinde toplayacak.
Başbakan Erdoğan'ın meydan okuması, aynı zamanda, ülke halkında Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşı'nda aldığı yenilgiden bu güne kadar kendini küçük ve aşağılık görme duygusunu da azaltmaya yardımcı oldu. Birçok kişi, Başbakan'ın tavrının anlık ve tamamıyla içten olduğu konusunda ısrar ediyor. Liberal yorumcu Cengiz Çandar, Türkiye'nin Batılı değerler üzerine kurulmuş bir "ahlaki liderlik" üstlendiği görüşünde. Kamuoyunun düşüncesine kayıtsız kalamayan Türkiye'nin laik muhalefet lideri Deniz Baykal da, isteksizce de olsa, rakibinin doğru şeyi yaptığını beyan etti.
Tabii herkes aynı düşüncede değil. Erdoğan'ın davranışı, Türkiye'nin, İsrail ile Suriye arasında başarılı bir arabuluculuk yürütmesini zorlaştırdı. Barack Obama'ya terörist kavramını yeniden nitelemesi yönünde yaptığı çağrı, Hamas'ın üzerindeki etiketin kaldırılması isteği olarak görülüyor. Her ne kadar Avrupa ve Amerika'nın sesi çıkmasa da, kapalı kapılar ardında yetkililer gidişattan memnun değiller. Bir Avrupalı diplomat, "Davos'taki ağız dalaşı Avrupa'da, Erdoğan'ın tavır ve davranışlarının değişkenlik gösterebileceği hissini yarattı" dedi. Obama'nın ilk ziyaretlerinden birini Türkiye'ye yapması da artık çok uzak bir ihtimal olarak görülüyor.
Erdoğan'ın öfke nöbetleri yeni değil. Ancak, bu nöbetler daha çok ülke içinde kendisini eleştirenleri hedef alıyordu. Bir başka diplomat ise, "Davos'ta yaşananlar, Erdoğan'ın, Batı'nın Türkiye'ye olan ihtiyacının, Türkiye'nin Batı'ya ihtiyacından daha fazla olduğu şeklindeki inancını kanıtlayan yeni bir delildir" şeklinde konuştu. Davos'taki tartışma, Erdoğan'ın, Hazar Denizi'ndeki doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşıması düşünülen ve birçok kişinin göklere çıkardığı Nabucco boru hattı projesinden çekilme tehdidiyle de bağdaşıyor. Çok kısa bir süre önce Erdoğan, Brüksel'de, Türkiye'nin AB üyelik görüşmelerinde, enerji başlığında bir ilerleme olmazsa, "Tabii ki duruşumuzu gözden geçiririz" demişti. Diğer yandan, Türkiye, AB tarafından önerilen ve eşcinselliğin küresel olarak bir suç olmaktan çıkarılması çağrısında bulunan bir BM bildirisine karşı, Suudi Arabistan ile Vatikan'ın yanında saf tuttu.
Erdoğan'ı destekleyenlere göre, AB'nin üyelik konusunda ayak sürümesi, Türkiye'nin, Orta Doğu ve daha ötesinde yeni dostlar aramasının nedeni. Türkiye'nin bulunduğu bölgede giderek artan siyasal gücü de, AB'nin kucak açmasını gerektiren başka bir neden. Ancak, bunun tersi de doğru. Zira, Türkiye'ye dünyanın geri kalanında saygınlık kazandıran, Türkiye'nin laik, demokratik ve Batı ile müttefik bir ülke olması. Türkiye'ye yönelen Arap yatırımcı sayısı giderek artarken, İstanbul'daki bir Arap banker bu durumu, "Çünkü biz Türkiye'yi Avrupa'nın bir parçası olarak görüyoruz, Orta Doğu'nun değil" şeklinde açıkladı.
Türkiye, cazibesini korumak için gururu bir kenara koyarak Kıbrıs konusunda daha fazla taviz vermelidir. Türkiye Aralık 2009'da dolacak süreye kadar limanlarını Kıbrıslı Rumlara açmazsa, AB, üyelik görüşmelerini dondurabilir. Şu an umut, ocak ayında Türkiye'nin resmi AB Başmüzakerecisi olarak atanan Egemen Bağış'ın, Erdoğan'a, en azından bu görüşmeler için, Türkiye'nin talepte bulunan taraf konumunda olduğunu hatırlatmasıdır.

 

İTALYA BASINI

LA REPUBBLICA: "İŞTE YARININ GÜÇLÜ DEVLETLERİ"

ROMA, 06/02(BYE)--- Tirajı günde 532 bin olan La Repubblica gazetesinin haftalık magazin eki Il Venerdi dergisinin 6 Şubat 2009 tarihli sayısında, Riccardo Stagliano imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

--Üç İmparatorluk (ABD, Çin ve AB) ve Venezüella'dan Türkiye'ye Fark Yaratacak "İkinci Dünya"--

Dünya hakimiyeti için yapılan müsabaka üç süper güç arasında oynanıyor: ABD, AB ve Çin. Ancak "İkinci Dünya"ya dahil ülkelerden en çoğunu kendi tarafına çekmeyi başaran, bu müsabakayı kazanan taraf olacak. Siyaset uzmanı Parag Khanna'nın "I Tre Imperi" (Üç İmparatorluk, Fazi Yayınları, 608 sayfa, 22,50 avro) adlı çalışmasında savunduğu teze göre, bu ikinci dünya ülkeleri, "rezervlerin büyük bölümüne ve global ekonominin her geçen gün büyüyen bir dilimine sahip, ancak bununla birlikte doğal rezervler ve kendilerine has bir politika programına da sahipler".

RICCARDO STAGLIANO: Türkiye için nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?

PARAG KHANNA: (Türkiye'nin) ABD'nin Irak saldırısı için topraklarını kullanma izni vermemesi bir dönüm noktası oluşturdu. Türkiye'nin gururu, AB standartlarıyla pek uyuşmayan, saldırgan yeni-Osmanlıcılık unsurları içeriyor; ancak sınır ülkeleri Suriye, Irak ve İran'a istikrar yayılmasında Avrupa'nın silahı olabilir. AB üyesi bir ülke olmayacaksa bile Türkiye'nin gittikçe daha Avrupalı olduğunun farkına varmak için İstanbul'un siluetine bir göz atmak yeterli olacaktır.

ANSA: "İTALYA-TÜRKİYE: İTALYAN CARABINIERI KOMUTANLIĞI İLE TÜRK JANDARMASI ARASINDA İŞBİRLİĞİ"

ROMA, 10/02(BYE)--- İtalyan ulusal haber ajansı ANSA'nın 10 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Ansa Türkiye Büro Şefi Furio Morroni imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Carabinieri Komutanlığı Stability Police Üniteleri Uzmanlık Merkezi Müdürü General Emilio Borghini ve Türkiye'nin Jandarma Genel Komutanlığı Kurmay Başkanı Korgeneral Mustafa Bıyık'ın hazır bulunacağı bir törenle yarın Ankara'da başlatılacak Carabinieri komutanlığı ile Türk jandarması arasındaki işbirliği projesinin tanımı, "jandarmaya bağlı subayların Avrupa insan hakları prosedürlerinde eğitimi" şeklinde.
İtalya'nın Ankara Büyükelçiliğinden yapılan bir basın duyurusuyla açıklanan haberde, 1,9 milyon avroluk AB finansmanı sayesinde gerçekleştirilen işbirliğinin, Carabinieri komutanlığına, AB standartlarının güçlendirilmesinde Türk jandarmasına iki sene boyunca eşlik etme fırsatı vereceği vurgulandı. Duyuruda ayrıca, Türk jandarmasının Avrupa Jandarma Kuvvetlerine (EUROGENDFOR) katılmasına destek de hedefleniyor.
General Borghini'nin Ankara ziyareti, -Büyükelçiliğin hatırlattığı üzere- iki ülke arasındaki karşılıklı mükemmel ilişkiler ve Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyeliğine İtalya'nın güçlü desteği çerçevesine ilave oluyor.

KIBRIS RUM BASINI

POLİTİS: "HAKEMLİĞE İYİ GÖZLE BAKIYORLAR"

LEFKOŞA, 06/02(BYE)--- Tirajı günde 4.500 olan bağımsız, liberal eğilimli Politis gazetesinin 6 Şubat 2009 tarihli sayısında, Anna Andreu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Türk Dışişleri Bakanı, Cumhurbaşkanı Hristofyas'ın "Türkiye'nin Kıbrıs sorunu çözülmezse AB'ye giremeyeceği yönündeki açıklamasını" sert bir şekilde yorumladı. Dün işgal bölgesine ziyareti çerçevesinde iki toplumun liderleri arasındaki müzakere sürecinin incelenmesi için BM müdahalesini talep eden Ali Babacan'ın cevabı "Çözüme odaklanınız" oldu.
Babacan, Mehmet Ali Talat ile tüm gün süren temaslarından sonra, Mehmet Ali Talat ile birlikte basına ortak bir röportaj verdi. Türk Dışişleri Bakanı ilgili soruya cevap vererek, "Taraflara kamuoyuna verdikleri mesajlarda dikkatli olmalarını ve çözüme odaklanmalarını öneriyorum" dedi.
Babacan, bir başka soruya Kıbrıs sorununa ilişkin müzakereler sürecinde koordinatör olarak BM müdahalesinin önemli olduğu yönünde cevap verdi.
Türk Dışişleri Bakanına göre, Mehmet Ali Talat kendisini, Kıbrıs sorunundaki müzakerelere ilişkin olarak ayrıntılı bir şekilde bilgilendirdi. Türkiye'nin süreci tamamen desteklediğinden ve Türk liderine güvendiğinden bahsetti.
Ali Babacan, garantilerin Türkiye'nin vazgeçmeyeceği bir unsur oluğunu tekrar ederek, "yeni ortaklık çözümünün siyasi eşitliğe, iki bölgeye ve iki kurucu devlete dayanacağını" söyledi.
Türk Dışişleri Bakanı aynı zamanda, Kıbrıslı Türklerin izolasyonunun kaldırılmasını da talep etti.
Ali Babacan'a, Türk işgali sırasında 10 Kıbrıslı Rumu öldürdüğünü söyleyen Türk oyuncu Atilla Olgaç'a ilişkin soru soruldu. Türk Dışişleri Bakanı, "Türkiye bu konuyla ilgili yasal sürece başladı" demekle yetindi.

--Destek Gerekiyor--

Diğer bir taraftan Talat, dünyada, Türkiye'nin koşulsuz bir şekilde desteklediği tek ülke olduğu için Kıbrıslı Türklerin Türkiye'nin desteğine ihtiyacı olduğunu belirtti. Mehmet Ali Talat, "Desteğinizi en iyi şekilde kullandığımızdan emin olmanızı istiyorum" dedi.
Dışişleri Bakanının işgal bölgesinde sözde Başbakanı Ferdi Sabit Soyer ile ve ayrıca sözde Dışişleri Bakanı Turgay Avcı ile görüşmesi vardı. Babacan, görüşmelerden sonra "2009 Kıbrıs için önemli bir yıldır" dedi.
Ferdi Sabit Soyer, "Hedefin, siyasi eşitlik temelinde iki toplumlu, iki bölgeli bir devlet çatısı altındaki federasyon çözümü olduğunu söyledi.
Diğer bir taraftan Turgay Avcı, "Türkiyesiz Kıbrıslı Türklerin Gazze'deki Filistinlilerden dahi daha kötü bir durumda olacağını" belirtti ve "Gazze'deki olayların anavatanın garantilerinin ne kadar önemli olduğunu gösterdiğini" ekledi.
Turgay Avcı'ya göre, Kıbrıslı Türklerin doğrudan görüşmeler masasında bulunması, her çözüme "evet" diyecekleri anlamına gelmemektedir. Turgay Avcı, "Kıbrıslı Rumların Kıbrıs'ta iki halkın ve iki eşit devletin olmadığı yönündeki tezlerinden vazgeçmesi gerektiğini" belirtti.

SİMERİNİ: "TEK BOYUTLU STRATEJİMİZ"

LEFKOŞA, 06/02(BYE)--- Tirajı günde 17 bin olan fanatik sağ eğilimli, EOKA-B çizgisinde Simerini gazetesinin 6 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Ülkenin iki liderinin, Türkiye'nin Kıbrıs'ta etnik temizlik yaptığını ve insanlığa karşı suçlar işlediğini anlamaları için 35 yıla ihtiyaçları vardı. Eğer zamanında anlamış olsalar bile hiçbir faaliyet göstermediler ve bugün de Türkiye'nin uluslararası mahkemeye sevk edilmesine ilişkin hiçbir faaliyet göstermiyorlar.
Yaklaşık 35 yıl sonra, bugün, Türk ordusunun emri ile savaş esirlerine, savunmasız kadınlara ve masum çocuklara yönelik suç işlemiş bazılarının sarsıcı açıklamaları ile karşılaştık. Türk ordusu önderliğinde etnik temizlik ve sivil halk katliamı suçu Türk şahitliği ile kanıtlandı.
Fakat yine de, Türkiye'yi uluslararası mahkemeye sürüklemekte aynı korku, kararsızlık ve cesaretsizlik sergileniyor. Aynı kararsızlığı Türkiye de, tanığın değerlendirilmesinde ve Kıbrıs tezinin tartışmalı bir şekilde güçlendirilmesinde sergiliyor.
Hükümet fırsatın kaçmasına izin veriyor. Aydınlanma kampanyası üstlenmiyor, AB'de eyleme geçmiyor, Türkiye'nin Avrupa sürecine zarar vermiyor. Medeni Avrupa'ya, AB üyesi bir ülkeye bu kadar suç işleyen bir ülkenin AB'ye kabulü olur mu diye sormuyor. Türkiye'yi gücendirmemeye çalışıyor.
Milli davaya telafi edilemez şekilde zarar veren büyük bir ihmal söz konusudur. Hükümetin bu ihmali, açıkça görüşmelerin havasının bozulmaması içindir. Fakat o başka konu.
Mülkiyet sorununa ilişkin görüşmelerin başladığı bu zamanda, işgalci liderlik Kıbrıslı Rumların mallarını çimentolamaya devam ediyor. Türkiye'nin Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlarına karşı işlediği suçlara ilişkin bu sarsıcı konu karşısında neden bizim liderliğimiz iyi çocuk rolünü oynuyor?
Türkiye Başbakanı utanmadan, İsrail'i "bebek öldürüyorsunuz" diye suçladı ve bizim cumhurbaşkanımız, Türkiye Başbakanına kendi askerlerinin Kıbrıs'ta neler yaptığını -Türk tanığa göre- çıkıp hatırlatmadı.
Hem iletişim, propaganda konularında hem de Türkiye'nin sorguya çekileceği siyasi değerlendirme fırsatında hükümet politikasına bir şeyler oluyor.
Kıbrıs'ın çözüme yönelik stratejisi tek boyutlu olmamalıdır. Hükümet sadece iki toplumlu görüşmelere yatırım yapamaz. Neden yumurtaları tek bir sepete koysun. Üstelik bu sepet hem kırılgan hem de anlaşmazlıklarla dolu iken.
Strateji, birçok konuda hareket etmelidir ve bize sunulan her fırsattan ve her silahtan yararlanılmalıdır. Aksine hem yumurtaları hem de sepeti kaybederiz.

 

YUNANİSTAN BASINI

ELEFTHEROTİPİA: "EGE'DE AVRUPALILARIN HAVA SINIRLARINI KISITLAMA TEŞEBBÜSLERİNDEN DOLAYI TEHLİKE ÇANLARI"

ATİNA, 05/02(BYE)--- Tirajı günde 52.944 olan Eleftherotipia gazetesinin 5 Şubat 2009 tarihli sayısında, Kira Adam imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa'nın, AB üye-devletleri Birleşik Avrupa Gökleri konusunda gerçekleştirdiği değişikliklerin Ege'deki ulusal çıkarlar açısından önemli sorunlara neden olması bekleniyor ve bu çıkarların zarar görmesi tehlikesi de ortada.
2009 yılının ilk üç ayı içinde Birleşik Avrupa Gökleri Kanunları üzerinde yapılacak değişikliklerin Avrupa Parlamentosunda "ilk defa okunması" beklendiği için Dışişleri Bakanlığının acil bir şekilde hazırladığı gizli belgede bu sorunlar ifade ediliyor. Devamında bu değişiklikler oylanacak ve uygulamaya konacak.
2004 yılının Ocak ayından bu yana Birleşik Avrupa Gökleri, yani her AB üye-ülkesinin tek bir "arazide" birleşmesi uygulaması başlatıldı. Bölgece Avrupa'da hava dolaşımı kolaylaşacak ve özellikle özel şirketler için uçuş süresi ve maliyeti azalacaktı.
Birleşik Avrupa Gökleri şu ana kadar dört kanuna göre uygulanıyordu. Bu kanunlar da ya yenilenecek ya da iptal edilecekler. Dışişleri Bakanlığının gizli belgesine göre, tam bu noktada Yunanistan'ın Ege'de şu ana kadar uyguladığı politikanın (Atina FIR'ı, Yunan ulusal hava sahası, Atina'nın arama kurtarma bölgesi vs.) değişmesi tehlikesi ortaya çıkıyor.
Daha ayrıntılı olarak, geçerli olan 551/04 numaralı kanunun 3. maddesi AB üye-ülkelerinin FIR'ına ilişkin olarak şunları öngörüyor: "Oluşacak Avrupa FIR'ına, ICAO tarafından belirlenen AB üye-ülkeleri FIR'ları da dahil olacak".
Yani, Yunanistan ICAO kanunları çerçevesinde Avrupa Gökleri içinde de 10 millik ulusal hava sahasını koruyor, hava trafik kurallarına ilişkin yetkilerini İstanbul FIR'ı sınırlarına kadar, aynı zamanda ise arama-kurtarma yetkilerini de yürütüyor, üstelik Ege'de uçan Türk savaş uçaklarından uçuş planı talep ediyor.

--Avrupa FIR'ı--

Ancak bugün Avrupa Komisyonu ve "Aviation Group" Başkanı Fransa, Birleşik Avrupa Gökleri kanunlarından söz konusu maddenin çıkarılması ve ortak bir "Avrupa FIR'ı" oluşturulması fikrini ortaya koyuyor. Bu "Avrupa FIR'ı", üye-ülkelerin ICAO kurallarına göre belirlenen üye-ülke FIR'larının kapsadığı uluslararası hava sahası bölgelerini içermeyecek, sadece üye ülkelerin ulusal hava sahasını içerecek.
Birleşik Avrupa Gökleri kanunlarında yapılacak böyle bir değişikliğin, Ege'deki Yunan tezlerini "sarstığı" ortada:
Bu "pan-Avrupa FIR'ında" 10 millik ulusal hava sahasının geçerli olup olmayacağı bilinmiyor. Çünkü halihazırda var olan kanunlarda, "Birliğe katılan ülkelerin, her ülkenin toprakları üzerindeki atmosfer alanına yalnızca kendisinin hakim olduğunu kabul ettikleri" ifade ediliyor.
Ankara, Atina FIR'ının AB çerçevesinde "makaslanması" girişiminden, Ege'deki uluslararası hava sahası ve kara sularında faaliyetler göstererek (Türk savaş uçaklarının Ege'de kontrolsüz uçuşu, Yunan arama kurtarma bölgesini reddetmek vs.) mutlaka faydalanmaya çalışacak. Ankara'nın 1999'dan bu yana Atina FIR'ı sınırını hayali olarak kabul ettiği ve hukuki temeli yokmuş gibi hareket ettiği göz önünde bulundurulursa, bu olasılık daha da güçleniyor.
Birleşik Avrupa Gökleri kanunlarının değişeceği bir başka önemli nokta ise FAB'ın oluşturulmasıyla ilgilidir. FAB, iki veya daha fazla ülke arasındaki sınırlar arası işlevsel hava sahası bölümleridir, yani Avrupa Göklerinin bir mikrografisidir. Amacı da, bu "havadaki hızlı ulaşım şeritleri" içindeki ulaşımı daha da kolaylaştırmaktır. Kanunun 2. inci maddesinin değiştirilmesi, FIR sınırları içinde değil, Birliğe katılan devletlerin "devlet sınırları" içinde FAB'ın oluşmasına izin veriyor. Yani FAB, yalnızca ulusal hava sahasında oluşacak ve uluslararası hava sahasını içermeyecek.
Ayrıca, bu değiştirilmiş FAB'lar 28.500 fit yüksekliği altında da oluşturulabilecekler. Bu, Yunan savaş uçaklarının FAB içerisinde gerçekleştirecekleri uçuşlara sınırlamalar getirecek. Sonuç olarak da, Yunan uçaklarının Türk uçaklarını püskürtmelerini zorlaştıracak, hatta olanaksız kılacak.
Bilgilere göre, İngiltere, Fransa, Hollanda (AB dışında da ABD, İsrail ve Türkiye), Avrupa uluslararası hava sahası içindeki uçuşlarında daha faza "Avrupa" sınırlamalarına maruz kalmamak için bu değişiklikleri destekliyor.

PONTİKİ: "TÜRK DÜŞMANI DORA..."

ATİNA, 05/02(BYE)--- Tirajı haftada 14.714 olan Pontiki gazetesinin 5 Şubat 2009 tarihli sayısında ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

Dışişleri Bakanımızın uyanması ve çevresindeki kişilerin sözlerine göre Türkiye'ye "sert mesaj" göndermesi için Atilla Olgaç'ın büyük bir soğukkanlılıkla Kıbrıs'ın işgalinin ardından Kıbrıslı esirleri öldürdüğüne dair itirafı gerekiyormuş.
Ancak aslında ne mesaj "sertti", ne de zamanında gönderildi, en azından sekiz yıllık bir gecikmeden sonra gönderildi. Ve açıklıyoruz: Dora'nın da itiraf ettiği üzere Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2001 yılında alınan bir kararla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi maddelerinin ihlal edilmesinden sorumlu olduğunu belirtmiş, onu 1974 işgali sırasında kaybolanların kaderini araştırmaya ve ailelerine bilgi vermeye davet etmişti.
Dora Bakoyanni, Avrupa Konseyi Parlamento Asamblesindeki Yunan heyetinin eski üyesi, şimdi ise Dışişleri Bakanı olarak Konsey Bakanlar Kurulu'nun ayda iki defa yapılan toplantılarında, gündemde "Kıbrıs'taki durumun" da var olduğunu çok iyi biliyor.
Aynı şekilde Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu'nun, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kesin kararlarının üye devletler tarafından, özellikle de Başkanı Jean-Paul Costa'nın açıkladığı bilgilere göre, insan haklarının ciddi bir şekilde ihlal edilmesi nedeniyle her yıl mahkumiyet kararlarının şampiyonu olan Türkiye tarafından uygulanmasını gözlemekle yetkili organ olduğunu da iyi biliyor.

--Ağzını Açıp Konuşmuyor--

Kıbrıs'ın Avrupa Konseyindeki temsilciliğinin ve organizasyondaki Kıbrıs Parlamento Temsilciliğinin AİHM'nin söz konusu kararına uyum sağlamaması konusunun önemli bir konu olarak Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu masasına getirilmesi yönündeki çabalarına rağmen, gerek Yunanistan'ın daimi temsilciliği, gerekse Parlamento Asamblesindeki Yunan Parlamento Temsilcilikleri bu yönde faal bir şekilde işbirliğinde bulunmadı.
Yanlışımız varsa (ki sanmıyoruz) Dora, 2001 yılında AİHM tarafından alınan kararı müteakip, Kıbrıs trajedisinde kaybolanlar konusunu nasıl ve ne şekilde siyasi bir konu ve Kıbrıs'ın 1974'teki Türk işgalinin neticesi olarak Avrupa Konseyi Daimi Temsilciler Komisyonuna getirdiğini anlatsın.
Çünkü, yaptığı açıklamaya göre de komşumuz ülkenin karara uyum sağlamış olup olmaması 2001 yılından bu yana Avrupa Konseyi, daha ayrıntılı olarak da Daimi Temsilciler Komisyonu tarafından kontrol ediliyor olabilir fakat aradan geçen sekiz yılda Komisyonun tek yaptığı bir iki ara karar çıkarıp Türkiye'yi "AİHM'nin ilgili kararını uygulamaya davet etmek ve Kıbrıs trajedisinde kaybolanların kaderini etkili bir şekilde araştıracak bir sistem oluşturmaktı".
Dora için, resmen yaptığı bir açıklamada dediği gibi, "Kıbrıs'ta kaybolanlar konusu çok önemli bir insani konudur". Yani Bakanımız aslında konu hakkında açıkça konuşmaktan kaçınıyor çünkü; Kıbrıs'ta kaybolanlar konusunun Türklerin adayı işgal etmeleri ve toprağının yüzde 40'ının Türk askeri güçlerinin işgali altında kalmasının neticesi olduğunu, Kıbrıs'ın, toprağının önemli bir bölümünün 34 yıldan bu yana yasal olmayan bir şekilde Türk Silahlı Kuvvetlerinin işgali altında bulunduğunu AB'deki ortaklarına söylemiyor.
Tam aksine, gerek Avrupa Konseyi gerekse AB düzeyinde yıllardır, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nden kaynaklanan yükümlülüklerine saygı göstermesi şartıyla, Türkiye'nin AB üyeliğini destekliyor.
Eski yakın arkadaşı Condoleezza'yı hoşnutsuz etmesin, dostu Ali'yi (Babacan) üzmesin ve Türk-Yunan dostluğu mayonezini bozmasın diye bunu yapıyor. Çünkü bunu da unutmamak gerekir, mayonez hazırlığı PASOK hükümetleri döneminde başlamıştı.

AEGEANTIMES: "LEFKOŞA, TÜRKİYE'NİN NABUCCO KONUSUNDA GÜVENLİ OLMADIĞINI SÖYLÜYOR"

ANKARA, 06/02(BYE)---- Yunanistan'ın elektronik haber sitesi Aegeantimes'ın 6 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:

Lefkoşa, Türkiye'nin, doğalgaz boru hattının geçeceği ülke olarak güvenirliği konusunda şüpheler doğurduğunu belirterek, Ankara'nın Nabucco doğalgaz boru hattıyla ilgili AB'ye tehditlerini gündeme getiriyor. Kıbrıs ayrıca, Türkiye ile üyelik müzakereleri konusunda enerji başlığının açılmasına muvafakat etmediğini belirtiyor.
Kıbrıs Dışişleri Bakanı Markos Kipriyanu, "Türkiye, daha boru hattı inşa edilmeden siyasi çıkar sağlamak için tehdit ederse, yarın ona bağımlı olduğumuzda neler yapabileceğini düşünün" dedi.
Kipriyanu, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın AB'ye karşı tehditlerinin, doğalgaz boru hattının geçeceği ülke olarak güvenirliği konusunda şüpheler doğurduğunu, Erdoğan'ın bu yaklaşımıyla ülkesine zarar verdiğini ve Türkiye'nin AB'deki dostlarının dahi tepkisine neden olduğu bildirdi.
Kipriyanu, Türkiye ile üyelik müzakerelerinde enerji başlığı konusunda tıkanıklıkları bizzat Ankara'nın yarattığını söyledi. Kipriyanu, "Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin enerji alanının değerlendirilmesi konusunda tehditler savurur ve engeller çıkarırken, bu başlığın açılmasına nasıl muvafakat ederiz?" diye sordu.

ELEFTHEROTİPİA: "TÜRKİYE'NİN TUTUMU AB DIŞINDA KALMASINA NEDEN OLACAK"

ATİNA, 09/02(BYE)--- Tirajı pazar günleri 166.195 olan Eleftherotipia gazetesinin 8 Şubat 2009 tarihli sayısında, Tasos Tsakiroğlu'nun Tufts University Fletcher School Uluslararası İlişkiler Profesörü Deborah Natter ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

Atina'yı ziyaret eden Tufts University Fletcher School Dekanı Deborah Natter, Barack Obama'nın ABD'nin iç sorunlarına önem vereceği aynı zamanda da uluslararası arenada mutabakat sağlamaya çalışacağı görüşünde. Tanınmış Uluslararası İlişkiler Profesörü ABD-İsrail arasında özel bir ilişki olduğunu belirterek, Türkiye'nin Avrupa dışında kalmasına neden olacak saldırganlığının altını çiziyor ve Üsküp ile devam eden isim konusunun ise bataklığa saplanacağını değerlendiriyor.

TSAKİROĞLU: Son zamanlarda Türk-Yunan ilişkilerinde gözlenen gerginlik sizce "sıcak" bir olaya yol açabilir mi?

NATTER: Yeni bir savaşa ihtiyacımız yok. Sorun yeni bir Amerikan yönetiminin kurulması, aynı zamanda da İsrail ile Filistinli ve Hindistan ile Pakistan arasında kriz olması.

TSAKİROĞLU: 1996 Kardak krizine Başkan Clinton müdahale etmişti.

NATTER: Şimdi en büyük sorun, yeni Amerikan yönetiminin önünde bu kadar çok uluslararası konunun olması. Bu bazılarına fırsat veriyor. Öyle değil mi?

TSAKİROĞLU: Ne demek istiyorsunuz?

NATTER: Bu durum saldırganlık sergilemek isteyen bir ülkeye fırsat sağlıyor. Bütün dünya dikkatini başka yere topladığı sırada siyasi bir boşluk oluşması fırsat yaratıyor. Bu belirli dönemde bu tutum bir tesadüf değil. Bu bellidir.

TSAKİROĞLU: Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

NATTER: Türkiye konusu ilginç. AB üyesi olmaya çalışıyor fakat sanıyorum ki başaramayacak. Çünkü Avrupa Birliği içinde çeşitli ülkeler arasında birçok sorunun çıkmasına neden oluyor. Bu çerçevede onu dışarıda kalmaya yöneltecekler.

TSAKİROĞLU: EYCM isim konusunda Uluslararası Lahey Adalet Divanına başvurdu. Sizce bu girişim ona bir yarar sağlayacak mı?

NATTER: Bence Uluslararası Mahkeme tarih içinde karar almamak için büyük çaba sarfettiğini gösterdi. Bence konu bataklığa saplanacak.

TO VİMA: "ANAHTAR"

ATİNA, 09/02(BYE)--- Tirajı pazar günleri 201.086 olan To Vima gazetesinin 8 Şubat 2009 tarihli sayısında, Yannis Kartalis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Kıbrıs konusunu hatırlıyor musunuz? Hatırlamıyorsanız, beş aydan bu yana Lefkoşa'nın terkedilmiş kapalı kapıları ardında konuyla ilgili görüşmelerin Hristofyas ile Talat arasında sessizce yapıldığını hatırlatmalıyım. Asıl soru konunun çözülmesi perspektifinin olup olmadığı. Atina, Kıbrıs Cumhurbaşkanını kendi görüşlerine göre konuyu en iyi şekilde yönetmeye bıraktı ve de iyi yaptı. Ancak Ankara aynısını yapmıyor, Kıbrıslı Türk lider Türk askeri-diplomatik düzenin yakın gözetimi altında ve talimatları uygulamak zorunda. Bu durumda konuyla ilgili gelişmeler iki liderin iyi niyetine değil, şimdilik değiştiğine dair hiçbir işaret vermeyen Türkiye'nin niyetine bağlı.
Demek ki Cumhurbaşkanı Hristofyas'ın, "Kıbrıs konusunun çözümüne ilişkin anahtarın Ankara'nın elinde" olduğunu söylemesi bir tesadüf değildi. Aynı şekilde söz konusu açıklamaların, iki devlet arasında ortaklık temelinde ve Türkiye'nin garantörlüğünün devamını öngören bir çözüme dair bilinen Türk tezlerini tekrarlayan Türk Dışişleri Bakanının işgal altındaki Kıbrıs'ı ziyareti sırasında yapılması da bir tesadüf değildi. Türklerin anlamadığı -daha doğrusu kasten anlamak istemediği-, garantörlüğün 1960'lı yıllarda gerekli olmasıydı ancak bugün, Kıbrıs'ın AB üyesi olması nedeniyle artık böyle bir şey olamaz. Aynı şekilde Türkiye'nin hem Avrupa Birliği üyesi olmak istemesi ve hem de AB üyesi bir ülkenin toprağının hala işgal altında tutulması da düşünülemez. Zaten Cumhurbaşkanı Hristofyas'ın, "Kıbrıs'ın Türkiye'nin AB üyesi olmasından yana olduğunu, fakat Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bir bölümünün işgal altında tutulmasına devam edilirse bu desteğin devam etmeyeceğini" açıklamasının nedeni de bu.
Lefkoşa'da asıl önemli konular üzerinde yapılan görüşmelerde epeyce ilerleme sağlandı, ancak Cumhurbaşkanı Hristofyas'ın açıklamalarından yasama yetkisi konusunda bir anlaşmaya varılması şansı olsa bile, yönetim yetkisinin paylaşılması konusunda Kıbrıslı Türklerin Annan planından da daha ileriye giderek 4/3 oranını önerdikleri anlaşılıyor. Gayrimenkuller konusunda da iki tarafın görüşleri arasında tam bir uçurum var. Bütün bunlar iki liderin, herhangi bir uzlaşı şansı olup olmadığını tespit etmesinden önce, çok uzun bir yol katetmek zorunda olacağını ortaya koyuyor. Bu arada, Ankara'nın tutumunda herhangi bir değişiklik olmaz ise gerçek bir gelişmenin de sağlanamayacağı kolayca anlaşılıyor. Bu konu, komşumuzun demokratikleşmesi yönündeki sorunla ve üçüncü dünya ülkelerine ait askeri gücün önemine ilişkin görüşünden kurtulmasıyla doğrudan bağlantılıdır.

ETHNOS: "BÖLGESEL SÜPER GÜÇ OLMA AMACIYLA UYGULANAN DIŞ POLİTİKA"

ATİNA, 10/02(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 8 Şubat 2009 tarihli sayısında, Nikos Meletis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos'tan olaylı ayrılışı ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e karşı kullandığı sert dil, son dönemde AK Parti Hükümetinin uyguladığı Türk dış politikasının yeniden düzenlendiğini resmileştirdi.
Başbakan Erdoğan'ın bu şekilde patlamasının nedeni ne mizacı, ne de İsrail'i ve Batı'yı hor görmesidir. Bu, daha çok Türkiye'yi bölgesel güç olarak gösterme girişimlerinin öngördüğü yeni dış politikaya dahildir.
Bu yeni sahne, kaygı içinde "Türkiye'nin AB kriterlerine uyum sağlayarak, AB'ye tam üye olacağı" tezine takılı kalan Yunanistan'ı doğrudan ilgilendirmektedir. Düşünülecek olursa, en sonunda AB ile Özel İlişki talep edecek olan Türkiye'nin ta kendisi olacaktır.
Yeniden düzenlenen bu politikanın ilham kaynağı Başbakan Erdoğan'ın üst düzey danışmanı Ahmet Davutoğlu'dur. Türkiye'nin Orta Asya'ya, Orta Doğu'ya, Afrika'ya yaptığı açılımların ardında Davutoğlu gizlidir. Gerek Kıbrıs konusunda, gerek Avrupa-Türkiye ilişkileri geniş çerçevesinde, gerekse de Kuzey Irak, Gazze Şeridi ve Ermenistan konularında atılan ince diplomatik adımları yönlendiren isim de Davutoğlu'dur.
Davutoğlu gazetecilere, "Türk dış politikasının izlediği yeni doktrinin, önceliklere takılı kalan dış politikaya rağmen, hedeflere sahip bir dış politika olduğunu" ifade etti.
Kısa süre önce Davutoğlu "Komşu ülkelerle sorunların çözülmesi gerekiyor ve Türkiye gibi önemli coğrafi konuma sahip bir ülkenin içe dönük olmaması gerekiyor. Türkiye ne bir köprü-ülke, ne iki noktayı birbirine bağlayan bir ülke, ne sınır-ülke, ne de Müslüman dünyasıyla Avrupa arasında bulunan alışılmış bir ülke olarak ortaya çıkmalıdır" demişti.
Bu doktrin karşısında alınacak "ödül" büyüktür çünkü hedefi Türkiye'nin bölgesel güce dönüşmesi, enerji taşımacılığında önemli rol oynaması, geniş bölgede istikrarı sağlamak ve AB ile ilişkilerini, NATO üyesi özelliğini koruyarak, İslam ve Arap dünyasında lider rolünü sağlamlaştırmaktır.
Türk dış politikasının yeniden düzenlenmesi, ülke içinde tepkilere de neden oldu çünkü askeri kurulu düzen önceliklerin "değiştirilmesine" şüpheyle yaklaşıyor ve bunun, AK Parti'nin İslami gündemini uygulaması, AB üyeliği hedefinden vazgeçerek İslam dünyasına yönelmesi yönündeki ilk adım olduğunu düşünüyor.

--Hamas'a Destek--

Ankara'nın 2006 yılından bu yana (Gazze'deki seçimlerden hemen sonra örgütün lideri Haled Mesaal'in Türkiye'ye ziyaretiyle) Hamas'a verdiği destek hem İsrail'i hem de ABD'deki Yahudi lobisini tahrik eden bir tutumdur. Başbakan Erdoğan'ın Davos'ta yaptığına benzer aşırı açıklamalar ve özellikle sonraki günlerde Türkiye'de oluşan Yahudi karşıtı ortam, Hillary Clinton yönetiminde de Yahudi yanlısı lobilerin hakim olduğu ABD Dışişleri Bakanlığında kaygıya neden oluyor.
Aslında Türkiye İsrail ile ilişkilerini zedelemeye niyetli değil. Ancak Başbakan Erdoğan sergilediği tutumla bu ilişkilerin dahi, Türkiye'nin mantığına ve stratejik hedeflerine uyması gerektiğini göstermek istedi.
Yeniden düzenlenmiş bu Türk dış politikası çerçevesinde Yunanistan'ı doğrudan ilgilendiren kritik konular da var. Ankara'nın Kıbrıs konusunda ne şekilde "bir adım önde" olma girişiminde bulunacağı ve güçlü bölgesel rolünün kendisine sunduğu tahammül şemsiyesi altında, Ege'deki taleplerini ne şekilde kesinleştirmeye çalışacağı konuları Yunanistan siyasi yönetimini ilgilendirmesi gereken konulardır.

KATHİMERİNİ: "KIBRIS SORUNU TÜRKİYE'NİN ÜYELİĞİNİ ENGELLEMESİN"

ATİNA, 10/02(BYE)--- Tirajı günde 56.978 olan Kathimerini gazetesinin 10 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

CHP Başkanı Deniz Baykal dün AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn ile yaptığı görüşmeden sonra, "Türkiye'nin Kıbrıs sorununda karşılaşması olası sorunların Türkiye-AB ilişkilerini etkilememesi gerektiğini" ifade etti.
Deniz Baykal, "Kıbrıs'taki durum nedeniyle" AB'nin yıl sonunda Türkiye'nin üyelik sürecini yeniden gözden geçirmeyeceği umudunu dile getirdi ve iki eşit topluma dayalı, yeni bir federe devletin kurulmasıyla barış temelinde uygun bir çözüm bulunması gerektiğini söyledi. Ayrıca üyelik müzakerelerinin amacının, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği yönünde olması gerektiğini tekrarladı.
AB, Türkiye'nin Ankara Ek Protokolünü imzalamayarak, Kıbrıs uçak ve gemilerini havaalanları ve limanlarına kabul etmemesi durumunda, 2009 yılı sonunda üyelik sürecini yeniden gözden geçireceğini ifade etmişti.
Olli Rehn ise, Kıbrıs sorununun iki toplumlu, iki bölgeli federasyon temelinde tamamen çözülmesi gerektiğini söyledi ve AB Komisyonunun Kıbrıs Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas ile Kıbrıs Türk kesimi lideri Mehmet Ali Talat arasındaki müzakerelere yardımcı olacağını tekrarladı. Rehn, Kıbrıs'ın yeniden birleşmesinin taraflar açısından çok önemli bir gelişme olacağını da sözlerine ilave etti.

SKY TV: "KOMPLO TEORİLERİ"

ANKARA, 10/02(BYE)--- Yunanistan'ın özel Sky televizyonunun 9 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Dimitris Thomas imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye'de "Ergenekon davası" ile ilgili birkaç zanlının daha tutuklanması ordu ile hükümet arasındaki ilişkilerde yeni sorunlara yol açtı.
Türkiye'nin güneydoğusunda Cizre kenti ile Irak sınırı arasında bir yerde, toprak altında Türkiye'nin yasa dışı Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile 24 yıldır devam eden savaşı sırasında kaybolan onlarca rejim karşıtı Kürdün cesedi bulunduğu belirtildi. Bunlar, "Kürt asilere" karşı serbest ve izinle hareket eden Türk karşı devrimci paramiliter gruplar tarafından işkence gördüler ve öldürüldüler. En azından, eski PKK muhbiri Abdulkadir Aykan'ın gazetelerin ilk sayfasında, iddia edildiği gibi Türk ordusunun emriyle "yargısız infazların" nasıl yapıldığı ürpertici ayrıntılarla tarif edilerek yer alan iddiaları böyle. Bölge savcısı, uzun yıllardır nerede oldukları bilinmeyen akrabalarının cesetlerinin bulunmasını isteyen 47 ailenin isteği üzerine suçlamalarla ilgili araştırma yapılmasına karar verdi.
Aykan'ın itirafları sözde gizli ve "mistik" bir örgüt olan Ergenekon adıyla anılan davaya dair ilginç açıklamalar serisinin sonuncusudur. Türkiye'nin ünlü şahsiyetlerine siyasi ve toplumsal kaos yaratmak, Erdoğan Hükümetini düşürmek ve askeri darbe yapmak amacıyla bir dizi suikast planladıkları iddia edilen, aralarında generallerin, gazetecilerin ve politikacıların da yer aldığı en az 86 kişi hakkında adli kovuşturma başlatıldı. Sanıklardan bazılarının mafyayla ve uyuşturucu kaçakçılığı yapan çetelerle yasa dışı ilişkilerde bulundukları belirtiliyor.
22 Ocak'ta aralarında orduda halen görev yapan beş subayın da bulunduğu 39 kişi daha polisin şafakta düzenlediği operasyon sırasında tutuklandı. Bu tutuklamalar, Ergenekon davasını Türkiye tarihindeki en önemli adli araştırma haline dönüştürdü. Savcılar, 2007 yılındaki Türk-Ermeni yayıncı Hrant Dink suikastının Ergenekon davasıyla ilgisi olup olmadığını ortaya çıkarmak için daha fazla inceleme yapıyor. Hrant Dink, ölümünden önce, General Veli Küçük tarafından tehdit edilmişti. Küçük, 2008 yılında tutuklandı. Küçük'ün Ergenekon örgütünün üst düzey lider kadrosundan olduğu tahmin ediliyor.
Savcının soruşturmaları sonuç verirse, son Türk tarihinin karanlık kısımları aydınlanacak, Türkiye, Batı tipi demokratik yönetim modellerine uyumda büyük bir adım atacak ve belki de, AB üyeliği adaylığının devam etmesi için bunların uygun özelliklerini elde edecek. Ama şimdilerde bu "belki" ifadesi çok büyüktür.
Geçtiğimiz ekim ayında davanın başlamasından beri, davanın Türk ordusunu kötüleme amacıyla, Türkiye'yi yöneten ılımlı İslamcılar tarafından düzenlenen bir komplo olduğu iddiaları ortaya atıldı. Devletin laik yapısını savunmaya kararlı olan Türk Generaller, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'a karşı "hoşnutsuzluğunu" hiçbir zaman saklamadı. Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye Anayasa Mahkemesi tarafından İslami devlet oluşturma girişimi suçlamasıyla faaliyetlerinin yasaklanmasından son anda kurtuldu.
Emekli bir amiralin basına sızan günlükleri, Genelkurmay Başkanı General Hilmi Özkök tarafından son anda önlenen Erdoğan'a yönelik iki darbe girişiminde bulunma nedeniyle tutuklanan iki kişinin de bulunduğu Türk ordusu subaylarının komplosunu ortaya çıkardı. Emekli bir albayın, basında Kürt cinayetlerine karıştığı şeklinde çıkan suçlamalardan sonra, 19 Ocak'ta intihar etmesiyle, ordu ile hükümet arasındaki gerginlik yeniden alevlendi. Bütün ordu komutanları, albayın cenaze töreninde hazır bulundu ve albayın ölümüyle ilgili basını sorumlu tuttular. Aynı zamanda ordunun hükümetten acil olarak 7 Ocak tarihinde sürpriz bir şekilde tutuklanan iki generalin serbest bırakılmasını istediği varsayımları vardı.
Ergenekon davası o kadar geniş ve karmaşık ve 2500 sayfalık dava dosyasında açıklanan argümanlar o kadar "düzensiz" ki, davayı takip eden pek çok kişi tam bir şaşkınlık içinde. Tutuklananların pek çoğu neyle suçlandıklarını bilmiyor. Yapılan bir ankete göre Türklerin yüzde 60'ı bunun bir komplo olduğuna inanıyor. Eski Başbakanlar dahi, iktidarda kalmak için her şeyi yapmakta tereddüt etmeyecek, derin devlet olarak da adlandırılan bir "bürokratlar ve güvenlik yetkilileri karanlık şebekesi" olduğunu kabul etti. Bu "derin devletin" Türkiye'nin AB'ye katılma çabalarını sabote etme amacını da taşıdığı görülüyor. Bu sabotajın, Türkiye'nin AB ile üyelik müzakerelerinin birçok başlığı "donmuş bir halde" beklerken, haliyle zorunlu olması gerekmiyor. Geçenlerde Brüksel'e giden Erdoğan, somut karşılık ve vaatler olmadan, eli boş döndü.
Ergenekon davası kapsamında yapılan araştırmalar sırasında bulunan gizli silahların sayısı, birçok kimsenin "çetenin söylediklerinin arkasında olduğuna" inanmasını sağladı. Ocak ayının başlarında, Ankara'da bir şüphelinin evinde bulunan bir kroki, polislerin 300 mermi, 700 gram plastik patlayıcı ve zırhlı araçlara karşı kullanılan iki ağır silahın bulunduğu sığınağı bulmalarına yardımcı oldu. Takip eden araştırmalarda, bombalar ve askeri teçhizatlar bulundu.
Artan deliller, zaten zor bir durumda olan generallerde büyük bir şaşkınlık yarattı. Aynı zamanda, "Avrasyalılar" olarak adlandırılan, Batı karşıtı ve Rusya ve İran ile daha yakın ilişkilerden yana olan askerler ile Türkiye'nin AB'ye üyeliğini, ABD ile dostluğunu destekleyen askerler arasında, Türk ordusu içinde bölünmenin ortaya çıkmasına neden oldu. İkinci grupta, Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral İlker Başbuğ da yer alıyor.
"Avrasyalıların yok edilmesi" çabaları ve isteği, belki de Ergenekon davasına karışan ve görev başında bulunan askerlerin tutuklanmaları karşısında ordunun sessiz kalmasının açıklaması olabilir. Ayrıca bu, geçenlerde haftalık toplantılar ve görüşmeler yapma konusunda anlaşan Başbuğ ve Erdoğan arasındaki ateşkesin muhtemel izahı olabilir.

ETHNOS: "TÜRKİYE'Yİ 'YOLA GETİRİN'"

ATİNA, 11/02(BYE)--- Tirajı günde 56.493 olan Ethnos gazetesinin 11 Şubat 2009 tarihli sayısında, Mihalis İgnatiu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Washington çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Amerikalı 32 milletvekili 3 Şubat'ta ABD Başkanı Barack Obama'ya gönderdikleri mektupla, Türkiye'yi Ege, Kıbrıs ve Ekümenik Patrikhane'ye karşı saldırgan tutumuna son vermesi için "yola getirmesini" talep ettiler. Her iki partiden söz konusu milletvekilleri Amerikalı liderden, Ankara'ya, güç gösterisinde bulunma taktiğinden vazgeçerek, Yunanistan ile arasında sorun olduğunu düşündüğü herhangi bir konuyu çözmek için diplomatik yolları tercih etmesi yönünde baskı uygulamasını istediler.
Mektupta, Ankara'nın Yunan karasularının 12 mile genişletilmesinin savaş nedeni olduğu yönündeki kabul edilemez tehdidi hatırlatılarak, "AB'nin bu konuyu Türkiye'nin üyelik kriterlerini yerine getirmesi çerçevesinde Yunanistan ile çözmesi gereken bir konu olarak kabul ettiği" vurgulanıyor. Amerikalı 32 milletvekili, Barack Obama'ya, seçimlerden önce Yunan-Amerikalı topluma Yunanistan'ın ulusal konularına dair verdiği vaatleri, özellikle de bugünkü Başkanın Senatör iken 17 Mayıs 2007 tarihinde "Kıbrıs'ta hakkaniyet", uluslararası koordinasyon komitesi PSEKA'nın 23. konferansında yaptığı konuşmada dile getirdiği tezleri hatırlatıyor. Kıbrıs konusuna gelince, milletvekilleri, Başkan Yardımcısı Joseph Biden'in işgal ordusunun geri çekilmesini desteklediğini yazıyor.

--İşgale Son--

Milletvekilleri Başkan Obama'dan Kıbrıs'ın kuzey kesiminin işgaline son verilmesine yol açacak, adanın trajik bir şekilde ikiye bölünmesine son verecek buna paralel olarak da bütün bölgeye refah ve barış getirecek bir çözümün bulunması amacıyla Kıbrıs müzakerelerini desteklemesini istiyorlar ve Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas ile işgalci lider Mehmet Ali Talat arasındaki görüşmelerin gerçekten bu tür bir çözümü vaat ettiğine inanıyorlar.
Buna paralel olarak milletvekilleri 2007 yılında Mecliste oylanan 405 Sayılı karara değinerek, kararın, Talat-Papadopulos arasında imzalanan 8 Temmuz anlaşmasıyla ilgili olduğunu hatırlatıyorlar. Milletvekillerine göre, Kıbrıs konusuyla ilgili herhangi bir çözüm hakkaniyete, BM'nin Kıbrıs ile ilgili kararlarına ve Kıbrıs'ın üyesi olduğu AB'nin ilke ve normlarına uygun olmalıdır.
Ayrıca, Amerikan yönetiminin Türk askeri üzerindeki önemli etkisinden söz eden milletvekilleri, bu etkinin, "Kıbrıslılar adına Kıbrıslılar tarafından yapılan müzakerelerle" adanın yeniden birleştirilmesi girişimlerinin ilerletilmesi amacıyla kullanılması gerektiğini vurguladıkları mektupta, Kıbrıs sorununun çözümünün "Türkiye'nin Avrupa vizyonlarına çok büyük bir ivme kazandıracağı" ifade ediliyor.
Milletvekilleri, Ekümenik Patrikhane'nin dini özgürlükleri hakkında dönemin Başkanı George Bush'a gönderilen mektubu imzalayan 74 senatörün arasında Sayın Biden ile birlikte Sayın Obama'nın da bulunmasından dolayı teşekkürlerini de sunuyorlar.

--Uyarı--

Amerikalı hukukçular Türkiye'yi Fener'e karşı tutumundan ve uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddetmesinden dolayı eleştiriyorlar. Milletvekilleri söz konusu tutumun Türkiye'nin Avrupa yolunu olumsuz etkileyeceği yönünde uyarıda bulunuyorlar.
Üsküp konusunda ise milletvekilleri, Başkan Obama'ya Üsküp'ü Yunanistan aleyhinde düşmanca propagandaya son vermeye davet eden ve Yunanistan ile karşılıklı kabul edilecek bir çözüm yönünde çalışmaya davet eden kararı Meclise getirdiğini hatırlatıyorlar.
Milletvekilleri son olarak, ABD'yi ziyaret eden Yunan vatandaşlarına uygulanan vizenin kaldırılmasını talep ediyorlar.

 

ABD BASINI

ASBAREZ: "2008'DE TÜRKİYE: ÇOK KİŞİSEL BİR DEĞERLENDİRME"

ANKARA, 09/02(BYE)--- ABD'de İngilizce-Ermenice yayımlanan Asbarez gazetesinin 6 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Ayşe Günaysu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan metnin özet çevirisi şöyledir:

Toplumsal fenomenlerin her yerde çok karmaşık olduğu doğrudur, ancak Türkiye'deki kadar olamaz. Çelişkiler bütün toplumsal fenomenlerin doğasında vardır, ancak bu ülkedeki kadar keskin olamaz. Her yerde siyasi cepheler arasındaki farklılıkların zaman zaman bulanıklaştığı şüphe götürmez, ancak bu ülkedeki kadar şaşırtıcı olamaz. Evet 2008 birçok ülkede kasvetli geçmiş olabilir, ancak umarım Türkiye'deki ileri görüşlü insanlarınki kadar umutsuz geçmemiştir.
Toz duman dağıldığı zaman, -derinlere kök salmış otoriter laik milliyetçi düzenin reddettiği, dışladığı- iktidardaki AK Partinin sisteme dahil olup bir parçası haline geldiği ortaya çıktı. Ilımlı liberal İslamcı köşeyazarı Fehmi Koru'nun bu durumu makul biçimde açıkladı: "Erdoğan iktidara ilk geldiğinde Obama gibiydi, sonra Bush gibi oldu."
Türkiye 2005'teki AB reformlarının coşkulu günlerini geride bıraktı. O günler daha demokratik, daha katılımcı ve daha kapsayıcı bir Türkiye için umut ve neşe doluydu. Ancak sonra yine kasvetli bir döneme girildi.
Önceki umutlu dönem bana eşitlik, adalet ve kardeşliğe dair büyük umutların beslendiği başka bir dönemi hatırlattı: 1908 reformları. Ancak ne yazık ki bunu hayal edilemeyecek kadar korkunç olaylar takip etmişti. Hrant Dink öldürüldüğünde, onun kaybından duyduğum derin üzüntüye, en büyük korkularımın gerçekleştiğine dair korkunç bir his eşlik etti. Buradaki toprakların demokrasinin meyve vermesine ve herkes için daha iyi bir yaşama uygun olmadığını düşündüm.
AK Parti'nin değişim süreci keskin virajlı, dik yokuşlu ve oldukça dolambaçlı bir yolun ardından başladı. Bu dolambaçlı yolda Anayasa Mahkemesinin oybirliğiyle, başsavcının AK Parti'nin kapatılması talebiyle açtığı davayı görmeyi kabul etmesi vardı. Nihayetinde Anayasa Mahkemesi 30 Temmuz 2008'de partiyi kapatmayıp, devletten aldığı mali yardımdan men etme kararına vardı.

--Kürtler Yine Hedef--

Bunun ardından ne olduğuna bakacak olursak, bu çok hassas noktada yerleşik düzenin ve AK Partinin, her iki tarafın tavizlerde bulunduğu gizli bir anlaşma yaptıkları hemen anlaşılabilir. Partinin kapatılmaması karşılığında AK Parti, yerleşik düzene, Kürt meselesi, demokrasi ve özgürlükler gibi kilit konularda geleneksel olan sertlik yanlısı politikayı izleme sözü vermişti. Halihazırda hızını kaybetmiş olan AB reformları, durma noktasına geldi.
Kürt partisi DTP'ye karşı kapatma davası da devam ediyordu. Her iki kapatma davası gösteriyordu ki meclisteki dört partiden ikisi düzeni tehdit ediyordu ve Türkiye'deki seçmenlerin yarısının sistemin düşmanlarına destek verdiğine inanılıyordu.
AK Parti sistemin bir "kurbanı" olmaya son verdikten ve sistemin bir parçası olduktan sonra Kürt siyasi hareketinin, DTP'nin hayatta kalma mücadelesinde yalnız bırakılacağı belliydi.

--Ergenekon: İleriye Doğru bir Adım mı, Yoksa Sadece Göstermelik mi?--

Ergenekon davası yerleşik düzen ile AK Parti arasında bir tür ödün verme anlaşması yapıldığı varsayımını güçlendiren bir başka gelişme, ki anlaşma uyarınca, "derin devlet" olarak adlandırılan yapı artık gizlemesi imkansız olan üst düzey üyelerinden bazılarını kurban etmeyi kabul etti. Böyle bir anlaşma muhtemeldi, çünkü Türkiye'de güçlerin tarihsel dağılımı tepe taklak oldu. Türkiye'de sol olarak bilinenler, eski otoriter milliyetçi yöntemlerin, sağ olarak bilinenler ise değişimin, AB ve dünyayla bütünleşmenin ve demokrasinin aktif savunucuları oldular. Dolayısıyla -Ermeni karşıtı girişimlerin liderlerinden biri olan Doğu Perinçek ile insan hakları eylemcileri tarafından 1990'larda faili meçhul cinayetlerin arkasında olmakla suçlanan emekli generallerin tutuklanmasıyla- Ergenekon davası, bir yandan demokrasiye doğru bir adım olma ihtimalini taşırken, öte yandan otoriter laik cephenin daha güçlü direncine ve halihazırda paramparça olmuş siyasi arenada yeni bölünmelere yol açtı. Ancak Ergenekon davasının Türkiye'deki dağınık ve düzensiz haldeki demokrasi güçlerine sunmuş olduğu önemli bir fırsat, bir takım sivil girişimlerin ve Taraf gazetesinde yazan köşeyazarlarının bireysel çabalarına karşın kullanılamadı.

--Basınla Mücadele Halindeki bir Ordu--

Taraf gazetesi ayrı bir başlık altında ele alınmayı hak ediyor. Bu günlük gazete şimdiye dek duyulmamış bir şey yaptı. Gazete orduya, Hakkari'de PKK'nın saldırısı sonucunda 17 askerin ölümüyle ilgili açıkça hesap sordu. Ordunun yanıtı ise tehdit edici nitelikteydi. Genelkurmay Başkanı -gazetenin adını anmadan- müdahale etme tehdidinde bulundu ve Taraf'ı "teröristlerin" tarafını tutmakla suçladı.
Erdoğan ise, o zamana dek belli başlı bazı "solcu" çevrelerce orduya ve sertlik yanlısı laiklere karşı AK Parti'yi desteklemekle suçlanan Taraf'a karşı, ordunun tarafında olmayı tercih etti. Taraf Erdoğan'ı eleştirdiği zaman, gazetenin halihazırda kıt olan mali kaynakları, bankalar ve reklam ajansları tarafından hepten kesildi. Taraf mali bir çöküşün içindeydi ki okuyucular inisiyatifi ele aldı ve dayanışma ifadeleri de içeren kişisel ilanlar verme yoluyla bağışta bulundu. Gazetenin hayatta kalabilmesi için bunun yeterli olmadığı açık olsa da, bir sayfa dolusu dayanışma mesajı görmek hem okuyuculara hem de gazetenin kendisine moral verdi.

--İnsan Hakları Raporu--

AB'nin Türkiye 2008 İlerleme Raporu ülkede insan haklarının durumunu özetlemeye yetiyor. Raporda ülkedeki insan haklarıyla ilgili başlıca sorunlar sıralanıyor. Bunlar arasında insan haklarını savunanlara karşı açılan davalar, insan haklarını ihlal eden güvenlik güçlerinin ceza almaması, işkenceyi engellemek için yeterli çaba gösterilmemesi, Türk Ceza Kanununun 301. Maddesi uyarınca süren davalar ve Müslüman olmayan din adamlarına yönelik saldırılar da yer alıyor.

--Ermeni Meselesi--

Türkiye Ermeni Soykırımına dair resmi duruşunu korudu ve Anadolu'daki Ermeni mirasını inkar etmeyi sürdürdü. "Türkiye'nin Ermenileri" ne zaman "hoşa gitmeyen" yorumlarda bulunsa onları korkutmaya çalıştı.
Yine de genel tutuma ters bazı gelişmelere rastlandı. Örneğin, 24 Nisan'da ilk kez Ermeni Soykırımı anısına bir panel düzenlendi. Panelde Mavi Kitabın editörü Ara Sarafyan soykırımla ilgili konuştu. Türkiye'de Ermeni meselesiyle ilgili gerçekleştirilen diğer etkinliklerin aksine panele yönelik şiddet içeren protesto gösterisi yapılmadı. Konuşmacılarla aynı fikirde olmayan bir takım kişiler bulunsa da oturum oldukça medeni ve kibar bir ortamda gerçekleşti. Bu Ergenekon davasına ya da Ermeni karşıtlarının önemli bir kısmının cezaevinde olmasına bağlanabilir. Tepkisiz kalınmasının bir başka sebebi ise derin devlet mensuplarının paneli Türkiye'yi soykırımın alenen tartışılabildiği demokratik bir ülke olarak göstermek için kullanmak istemeleri olabilir.

--Diasporayla İlişkilerin Artması--

Sarafyan, Armenian's Reporter'ın 22 Kasım 2008 tarihli sayısında Ermenistan ve Ermenilerin bugünkü Türk müzelerinde nasıl temsil edildiğini gözlemlemek için Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile Erzurum, Van ve Kars'taki arkeoloji müzelerine ziyaretlerinden bahsediyor. Sarafyan müze yetkililerine diğer medeniyetlerin yanında Ermenilere neden hiç yer verilmediğini soruyor. Verdikleri cevaplardan yetkililerin böyle bir soruyla karşılaşmaya hazır olmadıkları kolayca anlaşılıyor. Dünyaya açılma ve hızlı bir modernizasyon sürecinden bahsedilse de Türkiye aslında tamamen içe dönük bir ülke. Görüşler dış dünyayla pek de bir bağlantı kurulmadan kapalı bir sistem içerisinde oluşturuluyor. Bu yüzden müze yetkililerinin Sarafyan'ın sorularını neden yanıtlayamadıklarını tahmin edebiliyorum. Sarafyan'ın yazısını okurken 2006 yılında katıldığı İstanbul Üniversitesi'ndeki Ermeni meselesiyle ilgili konferansı hatırlıyorum ve aklıma şu geliyor: Diasporadan daha fazla Ermeni akademisyen Türkiye'ye gelip konferans ve panellere katılsa. Neden olmasın?

--İstanbul'da Ermeni Bir Sosyolog--

Türkiye'ye 2009'da başka Ermeni akademisyenler de geldi. Bunlardan biri de Avustralya'daki Macquarie Üniversitesi'nin Öğretim Üyesi ve Türk Ermeni Diyalog Grubu Eşbaşkanı Armen Gakavyan'dı. Gakavyan İstanbul Koç Üniversitesi'nde Ermenilerin Osmanlı döneminde yaşadıklarıyla ilgili bir konuşma yaptı. Anneannesi İstanbul'da doğmuş. İstanbul sokaklarında dolaşırken atalarının yaşadığı evleri hayal etmeye başlamış ve aklına birbiri ardına sorular takılmış: Komşuları ve arkadaşları kimdi? Kaçmayı nasıl başardılar? Kim onlara kötü davrandı ya da kurtulmalarına kim yardım etti? Gakavyan'ın son cümleleri şöyle: "Milliyetçilik, nefret ve korku ortak düşmanımız. En büyük hatamız bu gibi şeylerin bizi birbirimize karşı zehirlemelerine izin vermek."

--Kökenlerini Arayan Bir Ermeni Yönetmen--

2008'de, 11. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali kapsamında "Aynı Suyu İçtik" filminin gösterimi için Serge Avedikyan ikinci kez İstanbul'da bulunuyordu. Filminin iki gösterimi oldu, İngilizce gösterimi Fransız Kültür Merkezi'nde, Türkçe gösterimi ise Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde. Her iki günde de salon doluydu. Film Avedikyan'ın İstanbul'un 170 km güneyinde bulunan ve 1920 yılında Yunanistan ve Türkiye arasındaki nüfus mübadelesi sonucu toprakları terketmek zorunda kalan büyükanne ve büyükbabasının memleketi olan Sölöz'e ziyaretini konu alıyordu. Filmde seyirciye seslenen Avedikyan şöyle dedi: "Geçmiş nesillere sahip oldukları şeyleri geri verelim. Dürüst ve onurlu bir şekilde eski Osmanlı İmparatorluğu'na ait tüm korkunçlukları ve suçları sayalım ve onlara bırakalım. Bizim neslimiz ve bugünün Ermeni ve Türk çocukları, nerede olurlarsa olsunlar, nefret, utanç ya da kızgınlıktan başka şeyler istiyorlar. Bizim için, onlar için ve en önemlisi anılarımızı paylaşabilmek için, burada veya başka yerde gerçekleşen korkunç hatıralar dahil, birlikte yaşayabilmeyi yeniden öğrenmeliyiz. Nefret ya da aşağılama, bilinçsiz bile olsa kin gütme hayatımızdan çıkarılmalı yerini saygı, tanıma ve açıklığa bırakmalı."

--Tanıma ve Saygı Çağrıları, Nefret Cevapları--

2008'de Türk ve Ermeni taraflarının tanıma ve saygıya yönelik girişimlerine rağmen, Türkiye'deki geleneksel resmi söylem zaman zaman etnik soykırımı övecek kadar ileri gitti. Ve hatta bu bir bakan tarafından yapıldı.
Brüksel'deki Türkiye Büyükelçiliği'nde 10 Kasım'da yapılan bir törende konuşan Türkiye Savunma Bakanı şunu sordu: "Bugün eğer Ege'de Rumlar yaşamaya devam etseydi ve Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler yaşamaya devam etseydi bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?" Bakan şunları da hatırlattı: "Cumhuriyetten önce Ankara dört kesimden oluşmaktaydı: Yahudiler, Müslümanlar, Ermeniler ve Rumlar... İzmir Valisiyken İzmir Ticaret Odasının gayrimüslimler tarafından kurulduğunu fark ettim. Aralarında bir tane bile Türk yoktu." Bakan ayrıca Ermenistan'ın PKK'yı desteklediğini de ima etti.
Bu sözler insan hakları örgütleri ve Türkiye'deki ırkçılık karşıtı girişimler tarafından sert bir dille eleştirildi.

 

BAE BASINI

EL HALİC: "ALTERNATİF, TÜRKİYE"

ANKARA, 05/02(BYE)--- Birleşik Arap Emirlikleri'nde yayımlanan el Halic gazetesinin 5 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Husam Kanafani imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye Başbakanı Erdoğan'ın, Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres'e karşı "ayaklanmasından" sonra, Orta Doğu denkleminde, Türkiye'den temel bir taraf olarak bahsedilmeye başlandı. Bu olaydan sonra birçok kişi, Ankara'yı İran'ın Arap sorunlarına müdahale etmesini durduran temel bir unsur olarak görmeye başladı. Türkiye'yi İran'ın karşısına koymaya çalışan bazı girişimler bile başladı. Ancak burada önemli olan, Türkiye'nin, kendisine çizilen bu oyunu oynamayı isteyip istememesidir.
Kuşkusuz ki Erdoğan'ın duruşu sadece Davos'taki tepkisiyle sınırlı değildir. Davos'tan önce de Erdoğan, Gazze saldırısı süresince sert ve cesur tutumlar sergiledi. Erdoğan'ın bu tutumu Arap ve İslam dünyasında memnuniyetle karşılandı. Türk bayrağı ve Erdoğan'ın resimleri Gazze saldırısını kınayan yürüyüşleri süsleyen ana temalardan biri olmaya başladı. Ancak diğer Türk yetkililerin yaptığı açıklamalara da ışık tutmamız yararlı olacaktır. Bunların en başında, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ve Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın açıklamaları yer alıyor. Sert açıklamaların karşısında daha ılımlı açıklamaların olması, Türkiye'nin bölge sorunlarında bir arabulucu olmasını korumayı amaçlamaktadır. Söz konusu arabuluculuk rolü, Suriye ve İsrail arasında dolaylı müzakerelerle başladı ve Gazze saldırısı sırasında Türkiye Başbakanı Başdanışmanı Davutoğlu'nun Kahire ve Şam'a yaptığı ziyaretlerle devam etti.
AB'ye katılım konusunda zorluklar ortaya çıkınca Türkiye, Doğu'ya yönelmeye başlamıştır. Avrupalıların Osmanlı İmparatorluğu'nun varisi olan Türkiye'ye ileri sürdükleri koşulların yanı sıra, son ekonomik kriz de kısa dönemde AB'ye katılım ümitlerini suya düşürdü. Doğu'ya yönelmek Ankara için iki açıdan önem arz ediyor: Birincisi, Avrupa ülkelerine Türkiye'nin Orta Doğu'ya açılım kapısı olduğu mesajını vermesi. İkincisi ise, Osmanlı İmparatorluğu'nun rüyalarını canlandırması.
Türk istek ve arzularının Arap dünyasında alıcıları vardır. Özellikle de İran'ın genişleme eğilimlerine karşı çıkma yöntemleri arayışı içinde olan devletler, Ankara ve Tahran'ın çatışan çıkarları ve istekleri nedeniyle tek çatı altında bir araya gelemeyeceklerini düşünmektedirler. Çünkü her bir devletin kendine özgü imparatorluk hayalleri vardır.
İşte bu düşüncelerden yola çıkarak, İran karşısında büyük bir İslami güç olarak Türkiye alternatifi ortaya çıktı. Bu düşünce aslında Arap dünyasında var olan mezhepsel değerlerden uzak değildir. Bu esaslara dayalı siyasetler geliştirilmeye çalışılıyor. Bu yeni siyasette Türkiye, ılımlıların başında yer almaktadır. Söz konusu ılımlılık, güç ve politik azarlamalardan soyut olmayacaktır.

 

SUUDİ ARABİSTAN BASINI

EL RİYAD: "BABACAN: KRALIN 2006 YILINDA TÜRKİYE'YE YAPTIĞI ZİYARET İKİLİ İLİŞKİLER İÇİN ÖNEMLİ BİR DÖNÜM NOKTASI OLDU"

ANKARA, 05/02(BYE)--- Suudi Arabistan'da yayımlanan el Riyad gazetesinin 3 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Eymen el Hamad imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan röportajın çevirisi şöyledir:

Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Kral Abdullah bin Abdülaziz'in 2006 yılında yaptığı Türkiye ziyaretini, ikili ilişkilerde önemli bir dönüm noktası olarak niteledi. El Riyad'a verdiği demeçte Babacan, Gül'ün Riyad ziyaretinin, 2006'daki Ankara ziyaretine karşılık olarak yapıldığını söyledi. Suudi Arabistan ile Türkiye arasındaki ekonomik gelişmelere de işaret eden Babacan, Riyad ziyaretinin, Gazze olaylarından ötürü zor bir dönemde yapıldığını kaydetti, ancak bakış açılarının paylaşılması açısından iyi bir fırsat olacağını söyledi. İşte röportajın ayrıntıları:

EL HAMAD: Röportajın başında size Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ziyaretini, Kral ile görüşmesinde ele alınacak başlıca konuları sormak isterim.

BABACAN: Türkiye'yi ve Krallığı birleştiren tarihî ve kültürel bağlar var. Bunlar ikili ilişkileri pekiştirmek adına sağlam bir temel oluşturuyor. İlişkilerimizin ticaret, sanayi, savunma ve siyasetle ilgili bütün alanlarda hızlı bir ilerleme göstermesi cesaret verici. İki ülkenin yetkilileri arasında üst düzeylerde seyreden bir iletişim var. Dolayısıyla Sayın Cumhurbaşkanının ziyareti, ilişkilerimizi daha üst seviyelere taşımak adına önemli bir ikinci adım niteliğinde olacak. Bu ziyaret, Kral Abdullah bin Abdülaziz'in 40 yıl aradan sonra 2006 yılındaki Ankara ziyaretine karşılık olarak yapılıyor.
Şunu söylemenin doğru olacağını düşünüyorum: 2006'daki ziyaret, ikili ilişkilerimizi geliştirme yolunda önemli bir itici güç olmuştu. Kralın 2007 yılında yaptığı iş ziyareti ise şu anda devam eden özel ilişkileri pekiştirme fırsatı değerindeydi. Siyasi ilişkilerimizin yanı sıra ekonomik ve ticari ilişkilerimiz, son yıllarda önemli ölçüde arttı. Aramızdaki ticaret hacmi, Kasım 2008-Ocak 2009 döneminde 5.3 milyar dolar arttı. Riyad'da açılacak Türk ticaret merkezinin de yakında tamamlanmasını umuyoruz. Bu merkez, Kraliyetteki iş adamlarına, firmalara, tarım ve finans sektörlerinde yatırım yapmak isteyenlere yardım sağlayacak.
Ayrıca Türk inşaat firmaları, Suudi Arabistan'da 25 yıldır hem de yüksek bir güvenilirlikle, başarıyla çalışıyor. Bu firmalar, büyük alt yapı projelerine de katılmaya hazır. Siyasi alanda da Kraliyetle ayrıcalıklı ilişkilerimiz var; bölgesel ve ikili ilişkilerde iş birliği için arada açık kanallar var. BM, İKÖ, Arap Ligi ve Körfez İş Birliği Konseyi gibi Uluslararası ve bölgesel platformlarda iş birliği yapmaktan da mutluyuz. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ziyareti, ikili ilişkileri her yönüyle tartışmak ve iş birliğinde yeni ufuklar geliştirmek için iyi bir fırsat. Kuşkusuz zor bir dönemde yapılan bu ziyaret, bölgesel ve küresel gelişmelerle ilgili bakış açılarını paylaşmak için de iyi bir fırsat olacak.

EL HAMAD: Sizce Türkiye'yi AB konusunda en fazla zorlayan nokta nedir, Avrupa kamuoyunun görüşleri mi, yoksa resmi siyasi tutum mu?

BABACAN: Türkiye'yi AB ile birleştiren ve 60'lı yıllara kadar uzanan ortak bir tarihi miras var. 1963'teki Ankara Antlaşması, 1973'te imzalanan Ek Protokol, Türkiye'nin AB üyeliği için 1987'de, Gümrük Birliği üyeliği için de 1995'te yaptığı başvuru, 1999'da üyelik talebinin doğrulanması ve sonunda müzakere sürecinin başlaması, bu uzun yürüyüşteki duraklardan bazılarıydı. Türkiye, AB ile ilişkilerinde pek çok engelle de karşılaştı, pek çok fırsatla da. Ancak her durumda engeller aşıldı ve taraflar, aralarındaki tamamlayıcı ilişkinin meyvelerini toplayarak kazançlı durumda kaldılar.
Resmî tutumun her zaman genel görüşü yansıtması beklenir. Türkiye ve AB, Türkiye'nin AB'ye katılmasının sağlayacağı faydaları anlatmayı ve ülkemle ilgili yanlış anlamaları düzeltmeyi sürdürmeli.

EL HAMAD: Gazze krizi, Türkiye'nin Suriye-İsrail müzakere sürecini askıya aldığını ilan etmesine neden oldu. Türkiye'nin, arabuluculuğunu sürdürme koşulu nedir?

BABACAN: Orta Doğu'daki barış süreci, bütün mecralarda barış sağlanmadıkça, tam olamaz. Bu anlayıştan yola çıkarak Mayıs 2008'de, yani Suriye-İsrail arasındaki müzakerelere verilen sekiz yıllık aradan sonra müzakereleri yeniden başlattık ve dört tur gerçekleştirdik. Ancak bu koşullarda müzakerelerin sürdürülmesi uygun olmazdı. Koşullar yeniden uygun hâle gelince, adil bir barışa ulaşmalarında taraflara sağladığımız yardımları sürdürmeye hazırız. Biz uzun zamandan beri Orta Doğu'da barış görmek istiyoruz. Bu hedefe ulaşmak için de Suriye-İsrail barışının gerekli olduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla bölgede barış, istikrar ve güvenliği sağlamak için, çabalarımızı bütün ilgili taraflarla birlikte sürdüreceğiz.

EL HAMAD: İsrail Dışişleri Bakanı Livni, Başbakan Erdoğan'ın açıklamalarından duyduğu endişeyi dile getirdi. Bu açıklamalar, iki ülke arasındaki ilişkileri ne kadar etkileyebilir? Taraflar arasındaki ilişkilerin stratejik düzeyde etkilendiğini düşünüyor musunuz?

BABACAN: Türk kamuoyunun Gazze'de kullanılan ölçüsüz güce karşı tepkisi güçlü ve kendiliğindendi. Başbakanın açıklamaları da bu gerçeğe ve bu acıya karşı doğan öfkeye tepki olarak geldi. Eleştirileri, siviller arasında meydana gelen yüksek oranlı ölümlere yönelikti.

EL HAMAD: Türkiye'nin AB'ye kabul edilmesi konusundaki asıl zorlu görevin başlamadığını mı düşünüyorsunuz?

BABACAN: AB üyeliğinin yolu uzun ve karmaşık. Bu durum, üyeliği amaçlayan her ülke için aynı. Dolayısıyla bir adımın diğerinden daha kolay yahut daha zor olduğunu söylemek güç. 1963'teki antlaşmadan sonra, Türkiye'ye AB üyeliğini talep eden ülke konumu verilmeden önce Türkiye-AB ilişkilerinin üzerinden 36 yıl geçti. Sonrasında müzakere sürecinin başlaması için bir altı yıl daha beklemek zorunda kaldık. Bu altı yıl isteklerle doluydu. Türkiye, Kopenhag kriterlerini gerçekleştirmek için kapsamlı bir modernleştirme sürecinden geçti. Siyasi irade ve cesaret gerektiren bütün bu çabalar sayesinde 2005 yılında Türkiye'nin AB üyeliği müzakere süreci başladı.
Son olarak, daha zorlu bir döneme doğru gittiğimizi söyleyemem, zorlu aşamaları geçtik. Önemli bir gerçek varki, bu süreç, her iki taraf için de dünya için de faydalı olacak. Temel hak ve özgürlükleri yaymak ve demokrasimizi güçlendirmek için reform çalışmalarımızı sürdüreceğiz.

EL HAMAD: Irak ile ABD arasında imzalanan güvenlik anlaşmasının PKK ile mücadelenizi etkileyeceğini düşünüyor musunuz?

BABACAN: İlk olarak, Türkiye, her ne olursa olsun Kuzey Irak'tan gelen terörü sonlandırmaya kararlı. Söz konusu anlaşmanın, Irak'ta güvenliği ve istikrarı sağlayacak önemli bir adım olduğunu düşünüyoruz. Güvenlik ortamı iyiye gidince, terörle mücadelemiz daha hissedilir sonuçlara götürecektir. Bu amacı gerçekleştirmek için Türkiye, ABD ve Irak ile ortaklığını artırdı ve Türkiye-ABD-Irak arasında, geçen kasımda üçlü görüşmeler başladı. Kurulan bu mekanizma, teröre karşı ortak mücadelemize katkı sağlayacaktır.

ULUSLARARASI ARAP BASINI

EL KUDS EL ARABİ: "YENİ OSMANLILAR, DOĞUNUN MAYIN TARLASINDA İLERLİYORLAR"

ANKARA, 06/02(BYE)--- İngiltere'de Arapça yayımlanan el Kuds el Arabi gazetesinin 5 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Beşir Musa Nafii imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

Yaklaşık 5 yıl önce AK Parti hükümetinin dış politikasını inceleyen bir makale yayımlamıştım. Bu makalemde Erdoğan ve hükümetini "Yeni Osmanlılar" olarak nitelemiştim.
Daha sonraki yıllarda bu terim, bazen yüzeysel bir şekilde bazen de kavrayarak ve sıkça kullanılmaya başlandı. Bu hatırlatmayı yapmamın amacı, Gazze'de yapılan ve Erdoğan'ı destekleyen gösteriydi. Söz konusu gösteride dikkat çeken en önemli ayrıntı, Arap topraklarında ve Arapların ellerinde Türk bayrağının dalgalanmasıydı. Bu bayrak sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin değil, aynı zamanda Osmanlı devletinin de bayrağıdır. Bu bayrak, cumhuriyetin değiştirmediği, Osmanlı saltanatının simgelerinden biridir. Osmanlı ordusu, Türkler, Araplar ve Kürtler bu bayrak altında savaştı ve bu bayrak altında yüz binlerce kişi şehit düştü. Eğer yanılmıyorsam Osmanlının yıkılışından sonra ilk defa bir Türk bayrağı Arap sokaklarında coşkulu bir şekilde dalgalandırıldı.
Gazzelilerin Türk-Osmanlı bayrağını taşımalarının nedeni, Türk hükümetinin Filistin halkı yanında açık bir şekilde yer almasıdır. Bu destek Davos'ta Erdoğan'ın tutumuyla da pekişmiştir. 2002 yılında AK Parti iktidar olunca, Türk hükümeti, Filistin davasına daha fazla ilgi göstermeye başladı ve bu ilgi Gazze savaşında daha belirginleşti. Aslında Türk-Osmanlı bayrağının taşınması, 80 yıldan beri Türkiye-Arap ilişkilerinin ilk öncüsü değildi; 2006'nın yaz aylarında yaşanan savaş sonrasında Türkler, İsrail-Lübnan sınırlarında Uluslararası Barış Gücüne katılmaya hazır olduklarını göstermişlerdi. Bu katılım, BM bayrağı altında olsa da, Türk askerini, Arap topraklarına bir kez daha getirmiştir.
Türkiye, 1950'li yıllardan beri NATO'ya üyedir, Türk ordusu ABD ordusundan sonra güç bakımından ikinci sırada yer almaktadır. NATO'ya üyeliğiyle Türkiye, Soğuk Savaş döneminde, Batı bloğunun ve Batı stratejisinin en önemli ve en temel parçası olmuştur. Geçtiğimiz yaz aylarında yaşanan Gürcistan krizinde dengeli ve tarafsız olmasına rağmen, Türkiye'nin Gürcistan'a kriz öncesi silah desteğinde bulunduğu gizli bir konu değildir. Türkiye ayrıca, İsrail devletini tanıyan ilk İslam ülkesiydi. 1996 yılında Ankara, İsrail ile bir askeri işbirliği sözleşmesi imzalamıştır.
Bunlara ek olarak Türkiye, AB müzakerelerinde ilerleme kaydetmek için büyük çaba göstermektedir. Bu ikilem, yani Filistin davasına bakış açısı ve Batı'yla olan ilişkiler; kimlik sorunu ve AK Parti dönemindeki Türkiye'nin seçimleri konularıyla ilgili soru işaretleri uyandırıyor. Yaklaşık 10 veya 20 yıl öncesine kadar böyle bir soruyu sormaya gerek yoktu. Önceki Türk hükümetlerinden bazıları, Özal ve Ecevit hükümetleri gibi, Filistin davasına sempati duyuyor ve Türkiye'nin komşu ülkeleriyle olan ilişkilerini geliştirmeye önem veriyordu; ancak hiçbir hükümet başkanı, Avrupa kapsamı dışında veya Batı koalisyonu haricinde Türkiye'nin geleceğini düşünemiyordu.
Günümüzde yani AK Parti iktidarından sonra Türkiye, bu kapsamda bir nitel değişim yaşamaktadır. İşte burada ikilik, farklılık ve karmaşıklığı görebilirsiniz.
AK Parti hükümeti, Türkiye'nin çıkarlarını ve Avrupa'daki İslam varlığının artmasını göz önünde bulundurarak, AB müzakerelerinde ilerlemek için ciddi çabalar göstermektedir. Bu müzakereler, Türkiye'nin daha demokrat, daha insancıl ve laik bakış açısında daha az radikal olmasını sağlıyor. Söz konusu müzakereler ayrıca Türk ordusunun siyasete müdahalesini sınırlandırıyor. Ancak Türkiye'nin şu anki yöneticileri hayalci olmadıklarından, Avrupa'nın en sonunda Türkiye'nin üyeliğini kabul etmeyebileceği tahmininde de bulunuyorlar.
Bu nedenle, bu Türkler Türkiye'nin geleceğinin Arap bölgesinde, Balkanlarda, Kafkasya ve Orta Asya'da olduğunu görüyorlar. Ancak bu Türkler, imparatorluk emelleriyle hareket etmiyorlar. Türklerin çoğu (iktidar partisi mensupları dahil) şu anki Türkiye'nin, Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük mirasçısı olduğunu görüyorlar. Ancak bu duyguyu yayılımcı bir politika arzusu olarak yansıtmak haksızlık olur.
Yeni Türkiye, kendini dünyanın ve Batı dünyasının kalbinde görmektedir. Türkiye, laiklik ilkesini daha fazla insancıl, özgürlükçü ve müsamahakar yapmak için uğraşırken bile, kendini laik bir cumhuriyet olarak görmektedir. AK Parti dönemindeki Türkiye, NATO'dan vazgeçmeyecektir, Filistin halkını korurken bile İsrail ile ilişkilerine de son vermeyecektir.
Türkiye, İran'ın yayılımcı eğilimlerine karşı çıksa bile, Batı'nın İran'ı hedef almasını da reddetmektedir. Türk hükümetinin öncelikleri, halkının refahı ve ekonominin güçlenmesidir. Bu öncelikler, Türkiye'nin bölgedeki ticari faaliyetlerinde göz önünde bulunduracağı en önemli kriterler olacaktır.
Yeni Türkiye, etnik ve kültürel farklılaşmaya daha büyük bir alan açmaya çalışırken, Türkiye Cumhuriyeti'nin milliyetçilik ilkesinden de vazgeçmemektedir. İşte "Yeni Osmanlıcılık" terimiyle anlatmak istediklerim bunlardır.


Güncelleme: 06/05/2009 / Hit: 4,004

Copyrights © 2023 Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
Directorate for EU Affairs
Copyrights © 2023 - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Avrupa Birliği Başkanlığı