ENGLISH
  Güncelleme: 13/07/2009

2009-04-16 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

2009-04-16 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

ALMANYA BASINI

FİNANCİAL TİMES DEUTSCHLAND: "GÜL AB'Yİ TÜRKİYE'YE KARŞI BİR CEPHE OLUŞTURULMAMASI YÖNÜNDE UYARIYOR"

BERLİN, 09/04(BYE)--- Tirajı günde 100 bin 919 olan liberal eğilimli Financial Times Deutschland gazetesinin 9 Nisan 2009 tarihli sayısında, Delphine Strauss imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:

--Cumhurbaşkanı Gül, Rasmussen'e İtiraz Edilmesini Savundu--

Türkiye'nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, AB'nin, ülkesinin dış siyasetini eleştirmesine karşı çıktı. Cumhurbaşkanı Gül, Financial Times gazetesine yaptığı açıklamada, Avrupalıların tutumlarının tehlikeli olduğunu ve önemli konulardaki ortaklıkları engellediğini belirtirken, ülkesinin, NATO içerisindeki önemli hizmetlerinin görmemezlikten gelindiğini söyledi.
Son olarak NATO Zirvesi'nde Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği konusunda bir çekişme yaşanmıştı. Türkiye'ye NATO Genel Sekreterliği vekilliğinin verileceğinin taahhüt edilmesiyle ülke Rasmussen'e itiraz etmekten vazgeçmişti. AB'nin genişlemeden sorumlu Üyesi Olli Rehn ve Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner Türkiye'nin bu tutumunu eleştirmişlerdi. Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye'nin, 1952 yılından beri NATO'nun en aktif üyesi olduğunu ve Soğuk Savaş döneminde Avrupa'nın savunmasına yönelik önemli katkılarda bulunduğunu hatırlattı ve bunun takdir edilmesi gerektiğini vurguladı.
Cumhurbaşkanı Gül, Rasmussen'in adaylığı konusunda ülkesinin bu denli sert eleştirilmesinin tehlikeli olduğunu belirtirken, ülkesinin, herhangi bir şekilde şantaj yapmadığını ve yersiz bir talepte bulunmadığını söyledi. "Biz rasyonel, mantıklı ve modern bir tavır sergiledik ve bir mutabakat sağlamak niyetindeydik, aynen Avrupa'da da yapıldığı gibi." şeklinde bir ifadede bulunan Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin pek yakında Kabil'daki askerî kuvvetlerin yeniden başına geçeceğini belirtti. Türkiye NATO içinde Afganistan'daki askerlerinin sayısını artırmayı düşünen ender ülkelerden birisi durumunda.
Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye'nin, NATO ile AB arasındaki bazı güvenlik sözleşmelerine formel olarak olur vereceğine dair herhangi bir mesaj vermedi. Türkiye'nin bu konuya olumsuz yaklaşmasının nedeni Kıbrıs meselesinden kaynaklanmaktadır. Cumhurbaşkanı Gül, AB ile NATO arasında sağlıklı bir ilişkinin bulunmamasının sorunlara neden olduğunu hatırlatırken, bunun nedeninin Türkiye olmadığını vurguladı. Türkiye'nin diğerlerinden daha fazla efor sarf ettiğini ve stratejik hizmetlere bulunduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Gül, "Bu konuda bir jest yapılmalıdır fakat bu jesti biz yapacak değiliz." ifadesinde bulundu.
ABD Başkanı Barack Obama, Türkiye ziyaretinde, ülkenin AB'ye üye olmasını desteklediğini açıklamıştı.

ALMANYA'NIN SESİ: "OBAMA'NIN TÜRKİYE'NİN AB'YE ÜYELİĞİNE DESTEK VERMESİ ALMAN SİYASET SAHNESİNDE YANKILANMAYA DEVAM EDİYOR"

ANKARA, 09/04(BYE)--- Almanya'nın Sesi Radyosunun 10.30 Türkçe yayınından:

ABD Başkanının Türkiye'nin AB'ye üyeliğine destek vermesi Alman siyaset sahnesinde yankılanmaya devam ediyor.
ABD Başkanı Barack Obama'nın Türkiye'nin AB'ye desteğini bir kez daha vurgulaması üzerine Avrupa'da Türkiye ile ilgili alevlenen tartışmalar devam ediyor.
Başta Almanya ve Fransa olmak üzere Türkiye'nin üyeliğine sıcak bakmayan ülkelerde Obama'nın sözleri rahatsızlığa neden oldu. Türkiye'nin üyeliğine karşı olan kesim Obama'yı Avrupa'nın iç işlerine müdahaleyle suçluyor. Ancak bu konuda farklı görüşte politikacılar da var.
ABD Başkanı Barack Obama'nın Prag'ta AB liderleriyle yaptığı zirve toplantısında Türkiye'nin AB üyeliğine destek çıkması ve hemen ertesi günü TBMM'de yaptığı konuşmada bu desteği güçlü bir şekilde yinelemesi Avrupa'da bazı kesimler tarafından iç işlerine müdahale olarak algılandı.
Fransa Dışişleri Bakanı Kouchner, Türkiye'nin laikliği yumuşatarak daha dindar bir yöne doğru ilerlediğini ve bunun kendisini endişelendirdiğini belirterek Türkiye'nin üyeliğine destek vermekten vazgeçtiğini açıkladı. ABD'yi AB'nin iç işlerine müdahaleyle suçlayan Kouchner, "Avrupa'ya kimin girip kimin girmeyeceği Amerikalıların vereceği bir karar değildir." diye konuştu.
Avusturya Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger de Türkiye ile ilgili kararın sadece Avrupalı liderlere bağlı olduğunu belirtti.
Almanya'da da Türkiye'ye tam üyelik yerine, imtiyazlı ortaklık statüsü verilmesini savunan Hristiyan Birlik Partileri Obama'nın açıklamalarına tepkili Hristiyan Demokrat Birlik Partisinde Türkiye'nin üyeliğine sıcak bakan azınlıkta yer alan Milletvekili Puprecht Polenz ise Obama'nın sözlerinin iç işlerine müdahale olarak algılanamayacağını savundu.

POLENZ: Burada bir müdahalenin söz konusu olduğunu düşünmüyorum. Obama aynı konuşmasında "Türkiye'nin AB üyeliğiyle ilgili kararı tabii ki Amerika vermeyecek." ifadesini de kullandı ve sadece konuyla ilgili kendi görüşlerini söylediğini belirtti. Dostlar ve ortaklar arasında bu tabii ki beklenebilir. Biz de Amerika ile ilgili, alacağı kararlarla ilgili pek çok konuda kendi fikrimizi söylüyoruz. Ama diğer yandan, Amerikalılara AB üyeliğinin değerler üzerine kurulu bir sistemde birlikte yaşamak anlamına geldiğini de hatırlatmak gerek ve şu an müzakereleri yürütüyor olsak da Türkiye'nin bu hedefe ulaşmak için daha yolu var.

Alman Hristiyan Demokrat Birlik Milletvekili ve Federal Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Puprecht Polenz, ABD'nin Türkiye'nin üyeliğine verdiği desteğin yeni bir şey olmadığını, George Bush ve Clinton'un da geçmişte benzer açıklamalarda bulunduğunu hatırlatarak bu desteğin jeo-stratejik nedenlerden kaynaklandığını belirtti. Polenz, Kopenhag kriterlerinin uygulamaya geçilmesi durumunda Türkiye'nin AB'ye tam üyelik perspektifinin ayakta tutulması gerektiğini savunuyor. Bu görüşüyle kendi partisi içinde azınlıkta yer aldığını belirten Polenz, ancak gerek Almanya gerekse Avrupa'da kendisi gibi düşünenlerin de azımsanamayacağının altını çizdi.

POLENZ: Bu tezlere sıcak bakanlar da var. Sonuçta bu tutumu doğru bulan Avrupa'daki tek kişi ben değilim. Almanya'da diğer siyasi partilerde de bunu doğru bulanlar var. Avrupa'nın diğer ülkelerinde de sadece İngiltere değil, İskandinav ülkelerinde Doğu Avrupa ülkelerinde çoğunluk Türkiye'nin üyeliğini destekliyor. Ancak örneğin: Almanya, Fransa, Hollanda ve Avusturya'da kamuoyunun Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğu bir gerçek ve bunu Türkiye de biliyor.

Türkiye'nin Danimarka'nın eski Başbakanı Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliğine getirilmesi sürecinde veto tehdidinde bulunması da Avrupa'da özellikle Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkan kesimlerde yoğun tepkiyle karşılandı. Danimarka'daki karikatür krizi nedeniyle NATO üyelerine baskı yapan bir Türkiye'nin AB üyesi olması durumunda başka konularda da Avrupa'yı baskı altına almaya çalışacağı endişeleri dile getiriliyor.
Polenz ise bu konularda şunları söylüyor: "Konu, NATO Genel Sekreterliği idi ve AB ile doğrudan bir bağlantısı yok ama tabii ki Türkiye'nin tutumu tek başına diğer bütün NATO üyelerine karşı çıkmak ve özellikle de Muhammed karikatürlerini gündeme getirmek doğru değildi bu zaten olamazdı. Geri çevrilmesi gerekiyordu ve sonuçta bu girişimde başarılı olamadı. Bir Avrupa ülkesinin başbakanının basın özgürlüğünün arkasında durması çok doğal ancak diğer yandan, Türkiye'nin Roj TV ile ilgili endişelerini de anlıyorum. Danimarka'dan yayın yapan bu Kürtçe kanal, terör örgütü PKK'nın borazanlığını yapıyor. Türkiye bu konuda bir yanıtı hak ediyor."

DEUTSCHLANDRADIO: "BROK: TÜRKİYE'NİN AB OLGUNLUĞU EKSİK"

ANKARA, 09/04(BYE)--- Deutschlandradio'nun 8 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Friedbert Meurer imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan mülakatın ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

--CDU'lu Siyasi AB'nin Genişlemesine Karşı--

Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu Başkanı Elmar Brok, Türkiye'nin AB katılımının arzulanmadığını belirtiyor. NATO Genel Sekreterliği konusunda yaşanan sıkıntılar, Türkiye'nin AB'ye tam üye olma olgunluğuna erişmediğini gösterdi. Ayrıca Brok, AB'nin yeni bir genişleme hamlesiyle zora girebileceğini söyledi.

MEURER: Bir hafta boyunca bir zirve diğerini kovaladı. Önce G-20, ardından NATO zirvesi, pazar günü ise Obama'lı AB liderler zirvesi. Daha sonra Obama Ankara'da, Türkiye'nin AB'ye alınmasını ateşli biçimde savundu.
Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu Başkanı Elmar Brok, hattın öbür ucunda. Sayın Brok, geçen hafta, artık şimdilerde eylemlerin takip edeceği güzel sözlerin sarf edildiği bir hafta mı oldu?

BROK: Söylenenler genel itibarıyla güzel şeylerdi; tek istisnayı, NATO Genel Sekreterliği konusundaki sıkıntılar oluşturdu. Fakat haliyle bu kez söylenenlerin hayata geçirilmesiyle ilgili ciddi sorunlarımız olacak: Londra'da alınan, uluslararası finans piyasalarına yönelik düzenlemeler içeren olumlu kararlara gerçek ve somut yasal düzenlemeler getirmeyi başarabilecek miyiz? Bu konuların detaylarına yönelik, önümüzde daha çok iş duruyor.

MEURER: Önümüzde Avrupa seçimleri var. Birlik Partilerinden ekip arkadaşlarınızın şimdi çıkıp Türkiye katılım meselesini öne çıkarmaları, seçim mücadelesine yönelik midir? Sonuçta, Türkiye'nin katılım kararının bu yıl olmayacağı ortada.

BROK: Hayır. Fakat gelecek beş yılda, müzakerelerin gidişatını ilgilendirecek önemli adımların Komisyon içerisinde atılması bekleniyor. Ayrıca bu beş yılda Avrupa Parlamentosuna üyelik sözleşmesinin imzalanabilip imzalanamayacağına ilişkin çağrıda bulunulabilir. Avrupa Parlamentosunun bu meseleye ilişkin karar niteliğinde oy hakkı bulunuyor ve bu yüzden Türkiye konusuna nasıl eğildiğinin çok büyük önemi var: İlişkilerin geliştirilmesi tam üyelik olmaksızın mı ele alınacak yoksa bunun koşulu tam üyeliğine mi dayandırılacak. Avrupa Birliği'nin bugünkü yapısı itibarıyla bu denli güçlü genişlemeyi kaldıramayabileceğini kastediyorum; Birliğin kapasitesi taşabilir. Aynı zamanda Türkiye de henüz böyle bir noktaya gelmemiş. Türkiye hükümetinin NATO Genel Sekreterliği konusundaki tutumu, aslında daha önemlisi, İslam ülkelerinden Türkiye'nin aranarak Rasmussen'in Muhammed karikatürleri nedeniyle seçilmemesi yönündeki isteklere dayanan gerekçesi; Türkiye'nin kendiliğinden de böyle bir topluluğa tam üye olmaya hazır olmadığını gösteriyor.

MEURER: CSU'nun Avrupa Parlamentosu adayı Bernd Posselt'in, Türkiye'yi destekleyen eski CSU'lu Özgür Seçmenler (FW) adayı Gabriele Pauli'yi "Türklerin Gabisi" olarak nitelendirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

BROK: Bu bir zevk meselesi. Ben başka kimseler -üstelik bir de bayan ise- hakkında böyle konuşmazdım.

ZEİT ONLINE: "AVRUPA VE TÜRKİYE...TÜRKİYE NE KADAR ÖNEMLİ?"

BERLİN, 14/04(BYE)--- Tirajı haftada 480 bin 159 olan sosyal demokrat eğilimli Die Zeit gazetesinin 9 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Michael Thumann imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yazının geniş özet çevirisi şöyledir:

--Ankara'yı Bir Rahatsızlık Unsuru Olarak Gören Şansölye Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin Tam Tersine Barack Obama Türkiye'yi ABD İçin Büyük Bir Şans Olarak Görüyor--

ABD Başkanı Obama, ilk büyük yurt dışı gezisiyle belirgin bir sinyal verdi. Tam iki gün boyunca Müslüman Türkiye'yi ziyaret etti ve böylece ülkeye, Batı Avrupalı ülkelerden daha fazla öncelik verdiğini gösterdi. Buna karşın Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Şansölye Merkel, kendi aralarında yeni NATO Genel Sekreterinin kim olacağı konusunda anlaşmadan önce, Türkiye'ye sürece dahil etmeye bile gerek görmediler.
Barack Obama, bu hafta İstanbul ve Ankara'da, Türklerin uzunca bir süredir Batı'dan görmedikleri bir cezbetme hamlesi yürüttü. Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan'la görüştü, Meclis'te bir konuşma gerçekleştirdi, üniversite öğrencileriyle sohbet etti, siyasi muhalefetle, dini liderlerle, Kürtlerle, Rumlarla, Ermenilerle konuştu. Türk realitesinin derinlerine dalan Obama, kucakladığı ülkeyi güler yüzüyle kazandı. Bu, Washington ile Ankara arasındaki buz döneminin hakim olduğu yılların ardından acilen gerekliydi. Irak savaşı sonucunda ilişkiler sarsılmış, Amerika, Türkler nezdinde yıllar boyunca dünyanın en antipatik ve en tehlikeli ülkesi haline gelmişti. Bu durumun şimdi hızla tersine dönmesi bekleniyor.
Yeni sempati, Amerika'nın işine yarayacaktır. Gül ve Erdoğan, Türkiye'nin Orta Doğu'da ABD için zemini mümkün olduğunca iyi bir şekilde hazırlayacaklarına söz verdiler. İran, Suriye ve Filistin gibi, Washington'un tercümana ihtiyaç duyduğu her yerde Türkler yardımcı olacaklar. ABD birliklerinin Irak'tan geri çekilmesi muhtemelen sadece Türkiye üzerinden gerçekleşecek. Türkler artık, ABD ile ittifak halindeki Iraklı Kürtleri köşeye sıkıştırmayacak, tam tersine onlarla görüşmeleri derinleştirecekler. ABD böylece Orta Doğu'daki büyük sorunlarından bazılarından kurtulacaktır. Obama, bununla da kalmayıp, her fırsatta Türkiye'yi AB'de görmeyi arzuladığını dile getirdi.
Bu ise Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Angela Merkel'in tepkisine neden oldu. Fransız, "Türkiye AB'de mi? Kesinlikle mümkün değil, ben hep buna karşıydım" ifadesini kullanırken, Alman da "Biz başka çözümden yanayız" diye konuştu. İkili akıllı davranıp susabilir ya da "Katılım müzakerelerini kim yürütüyor, Avrupa mı ABD mi?" diyebilirdi.
Ancak, Sarkozy ve Merkel, Türkiye konusunda oldukça katı bir pozisyona sahipler. Bu adam ittifak için bir yük oluşturmasına, yabancı düşmanı bir koalisyonun başbakanı ve kan bağına dayalı vatandaşlık yasalarının yaratıcısı olmasına, karikatür kavgasını kızıştırmasına rağmen Merkel ve Sarkozy, Müslümanların korkulu rüyası Anders Fogh Rasmussen'i NATO'nun yeni sivil şefi olarak seçtiler. Laik, ancak çoğunluğu Müslüman Türkiye'nin Rasmussen'e karşı çıkacağı başından belliydi. Evsahibi Merkel bunun üzerine öfkesini, NATO zirvesinde sürekli dostça bir tavır sergileyen Cumhurbaşkanı Gül'ün hissetmesini sağladı. Gülün yüzü ekşidi ve acı ifadeler kullandı. Türkiye'nin, Obama'nın zarif ara buluculuğu sayesinde çark etmesi, Alman ve Fransız tarafından oldukça doğal karşılandı.
Bundan da Türkiye'ye ne kadar az değer verildiği görülüyor. Ülke, Paris hükümeti ve Almanya'daki Birlik Partilerinin geniş bir kesimi tarfından, AB'de istenmeyen yoksul bir aday olarak görülüyor. Türkiye'nin önemli bir enerji nakil ülkesi oluşunun, Nabucco boru hattı ile Avrupa'nın güneydoğusundaki diğer enerji projelerini gereksiz gören Merkel ve Sarkoyz için önemi yok. Sonuçta bunun için Rusya ve Cezayir var. Merkel, Türkiye'yi 2006 yılında bir kez ziyaret etti, Sarkoyz ise hiç gitmedi. Onlar için bu ülke rahatsızlık veren bir kenar fenomeni. İster Rasmussen, ister Almanya'daki uyum meseleleri ya da ister AB savunma politikası ister Kıbrıs, isterse İslamla ilgili sorunlar veya Marco olsun Türkiye bir rahatsızlık unsuru olarak görülüyor.
Obama ise tam tersine düşünüyor ve Türkiye'yi ülkesi için bir şans olarak görüyor. Ankara'daki eski ABD Büyükelçisi Mark Parris kısa bir süre önce ABD'nin olumlu görüşünü şöyle toparladı: Türkiye, Erdoğan hükümeti yönetiminde İslam dünyasında büyük nüfuz kazandı. Erdoğan Müslüman dünyasında önemli bir lider olarak tescilli. Eş zamanlı olarak Türkler İran, Suudi Arabistan ya da Pakistan gibi olumsuz bir geçmişe sahip değiller. Kısa bir süre önce Türkiye'de yapılan Afrika zirvesi, ülkenin İslam dünyası ötesinde etkin olduğunu gösterdi. Anadolu yarım adası, Orta Doğu'dan Batı'ya enerji naklinde kilit ülkedir. Türkiye bölgedeki en güçlü ekonomi ve Orta Doğu'daki tek gerçek demokrasidir.
Obama, bu kısa analizden sonuç çıkardı. Merkel ve Sarkozy ise İstanbul ve Anadolu'da kendileri için bir fırsat keşfedemediler.

FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "DÜŞMANKEN ADAY HÂLİNE GELEN ÜLKE"

BERLİN, 14/04(BYE)--- Tirajı günde 366 bin 478 olan muhafazakâr eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 11 Nisan 2009 tarihinde, Wolfgang Günter Lerch imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

--Türkiye: Avrupa ile Olan Zor Bir Yakınlaşma Süreci--

Başkan Clinton döneminden beri Türkiye'nin AB'ye alınması talebi ABD dış politikasının sabit bir programı hâline gelmiştir. Yeni Başkan Obama'nın bu çizgiyi sürdürmek niyetinde olduğu Türkiye ziyaretinde görülmüştür. ABD'ye göre Türkiye özellikle stratejik olarak "Batı" ile İslam dünyasının kesiştiği noktada yer alan çok önemli bir müttefiktir. Türkiye coğrafi olarak ABD'den çok uzakta bulunurken, Avrupalıların yakın bir komşusudur.
Bu gerçek meseleyi şüphesiz daha da zor bir hâle sokuyor. Başkan Obama, Türkiye'nin, -daha dikkatli söylemek gerekirse Osmanlı İmparatorluğu'nun (1299-1922)- yüzyıllardan beri Avrupa'nın tarihinin bir parçası olduğundan söz etti. Bu tespit çok genel bir ifade olmakla birlikte farklı şekillerde yorumlanabilir. Avrupalı tarihçiler de Osmanlıları "Avrupalı güçlerin diplomatik çekişmelerinde" yer alan bir devlet olarak tanımlamışlardır. 1878 yılındaki Berlin Kongresi sonrasında Avrupalılar Osmanlıları Avrupa'nın dışında tutmayı hedeflemişlerdir. Özellikle Avusturya-Macaristan ve Rusya etkili elçileri Ignatieff sayesinde Balkanlı Slavların "Türk esaretinden" kurtulmaları için gayret göstermiştir. Bu dönem, pan-Slavizm hareketlerinin oldukça etkili olduğu bir dönemdi. Bu zamana kadar Avrupalılar ve özellikle güney Avrupalılar Osmanlıları yabancı bir güç olarak görmüşlerdir. Bu anlamda sadece Büyük Britanya ve daha sonraları Almanlar Rusların Şark'taki emellerinin önlenmesi bakımından farklı bir siyaset gütmüşlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihî günümüzde üç farklı şekilde yorumlanmaktadır: Eskiden Osmanlı boyunduruğu altında olanlar, Türklerin hükümdarlığı dönemindeki olumsuz gelişmeleri gündeme getirerek özellikle Macaristan ve Yunanistan civarlarındaki "Türk esaretinden" söz ederler. Türk tarihçileri ise, Osmanlı'nın ihtişamını ve azınlıklara karşı nispeten hoşgörülü olmasını vurgularlar. Tarafsız tarihçiler de, Osmanlı tarihinin karanlık ve aydınlık yönlerini açığa çıkartmaya çalışırlar.
Avrupa, 1453 yılından beri yüzyıllardır Türkleri ezeli düşman olarak görmüştür. 1912/13 Balkan Savaşları sonrasında birçok Avrupalı siyasetçinin hedefi gerçekleşmiştir: Osmanlı İmparatorluğu Avrupa kıtasında Edirne ile İstanbul arasına sıkışıp kalmıştır. 1923 yılında kurulan yeni Cumhuriyet ise, Batılılaşmayı ve Batı'ya doğru yol almayı hedef olarak benimsemiştir. Bu hedef, 1963 yılında ve daha sonraları Gümrük Birliği ve AB adaylığı ile somut bir hâle gelmiştir. Türkiye'nin AB üyeliğini Amerikalılar koşulsuz arzulamaktadırlar. Washington, Türkiye'nin dahil olmadığı 27 ülkeden oluşan AB'nin sorunları ile boğuşmak durumunda değildir, kaldı ki bu sorunlar yeni küresel ekonomik kriz dolayısıyla daha da artış göstermektedir. Türkiye'nin Avrupa ile yoğun ekonomik ilişkileri ve özellikle Almanya'ya olan göç dolayısıyla ülkenin Avrupalı kurumlara sıkı bir şekilde bağlanması gerekli ve hatta şarttır. Başka sekilde başgösteren sorunların üstesinden gelmek mümkün değildir.
Amerika'da -bu Başkan Obama için de geçerlidir- Avrupalıların Türkiye ile olan sıkıntıları ve zor ilişkileri farklı değerlendiriliyor. Avrupa'da bu konuyla ilgili olarak İslamiyet'i eleştirenlerin ve İslamiyet'ten çekinenlerin görüşleri de dikkate alınıyor. En fazla Fransa'da Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkılırken, Almanya "imtiyazlı ortaklıktan" yana olduğunu belirtiyor. AB'nin güney Avrupalı ülkelerinde ise, Ankara'nın üyeliğine olumlu yaklaşılıyor. Başbakan Erdoğan hükûmeti AB rotasını sürdürmeye devam ederken, milliyetçi bir eğilim içinden olan muhalefet Avrupa ve AB hakkında gittikçe sert söylemlerde bulunuyor.

 

AVUSTURYA BASINI

KRONEN ZEITUNG: "HUZUR KAÇIRICI TÜRKİYE"

VİYANA, 09/04(BYE)--- Tirajı günde 817 bin olan bulvar gazetesi Kronen Zeitung'un 8 Nisan tarihli sayısında, misafir yorumcu köşesinde Avusturyalı AB Parlamenteri Hans Peter Martin imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumunun çevirisi şöyledir:

--Türkiye'nin AB'ye Katılımı Önlenmeli. Ancak SPÖ'nün Önde Gelen Politikacıları Katılımdan Yana--

AB'nin hemen hemen bütün önemli siyasi alanlarda başarısız olduğu göz önünde bulundurulursa, tüm tarihi boyutlara rağmen Türkiye ile müzakerelere devam etme konusunda neden bu kadar ısrar ettiği bir soru işareti.
ABD Başkanı Barack Obama AB'ye baskı yapıyor. Danimarkalı Anders Fogh Rasmussen'in Türkiye'nin uzun süre karşı olmasına rağmen NATO Genel Sekreterliğine getirilmesinin yüklü bir bedeli oldu. AB, müzakerelerde yeni başlıklar açıyor.
Brüksel'deki siyasi çevrelerde şimdiye kadar hiç böylesine ısrarlı bir tutuma rastlanmamıştı. Genelde hep "dün söylediklerimin ne önemi var?" prensibi geçerli olurken Türkiye söz konusu olduğunda, Ankara'ya geçen yüzyılda tanınan katılım perspektifinin bağlayıcılığına işaret ediliyor. 2002'de Avrupalı sosyal demokratlar Varşova'da bu argümanı ileri sürdüler, 2003'de ÖVP'li AB Parlamenteri, Avrupa Parlamentosundaki en büyük grubun başkan yardımcısı Othmar Karas bile, "Türkiye'nin AB'ye katılımı kesin" dedi.
AB devlet ve hükümet başkanları gerçi müzakerelere başlama kararını ilk kez Ekim 2005'te aldılar, ama AB'nin değirmeni çok daha uzun zamandan beri dönüyor. Dahası bu değirmen devamlı besleniyor. Güncel argüman, Rusya'dan çıkarak Ukrayna üzerinden AB ülkelerine kadar gelen doğal gaz sevkiyatına ilişkin zorluklar. Türkiye'den geçecek Nabucco boru hattı buna çare olabilir.
Avrupa Parlamentosundaki sosyal demokratlar arasında ikinci sırada olan Viyanalı Hannes Swoboda, Şubat 2009'da, "AB'de enerji güvenliği için Türkiye'nin üyeliğine ihtiyacımız var" demişti. Swoboda grup arkadaşları ile birlikte, AB Komisyonunun Türkiye ile müzakerelerde acilen enerji başlığını ele almasını istemiş ve "Müzakerelere hız kazandırılması gerekir" demişti.
Ben hep Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıktım. Demokrasi ve etkin uygulama konularında geniş çaplı reformlar yapılmadığı sürece, AB yeni üye alacak durumda değil. Ayrıca coğrafi açıdan Türkiye'nin sadece küçük bir kısmı Avrupa kıtasında yer alıyor. Diğer bütün Avrupa dostları gibi, insanın içinden "Hayır onlar Avrupa'ya uymuyor" demek geliyor. Ben, Avrupa'yı bölen müzakerelerin derhal durdurulması taraftarıyım, ama Ankara ile ciddi ekonomik bir ortaklıktan yanayım.
"Ekonomik ilişkileri ciddi bir şekilde geliştirme zamanı geldi. Öte yandan Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasını engellemeyi gerektiren önemli nedenler var. Tam üyelik bütün Türk vatandaşlarının serbest dolaşımı anlamına gelecektir ki bu da Avrupa'da yaşayan Türkler ve Kürtlerin acilen gerçekleştirilmesi gereken entegrasyonunun ümitsiz bir hale gelmesine yol açabilir. Bu ayrıca AB'nin siyasi eylem yeteneğini de engelleyerek, siyasi birliğin bir serbest ticaret alanına dönüşmesine yol açabilir. Gerçi birçok İngiliz ve Amerikalı buna karşı çıkmayacaktır. Yine yoğun Amerikan baskısı altında fikir yürütmek zorunda kalacak olan hükümet başkanlarına, 1963'den bu yana bazı şartlar altında Türkiye'nin Avrupa Ekonomik Topluluğu'na katılım olasılığını gözden geçirmek gibi tek bir yasal yükümlülükleri olduğu hatırlatılmalıdır. Ne yazık ki Avrupa Konseyi de muhtemelen Türkiye karşısında belirsiz bir tutum sergileyecektir."
2002'deki AB zirvesinden önce bu satırları yazan, dünyaca tanınmış bir sosyal demokrat, eski Almanya Başbakanı Helmut Schmidt'ti. Gerçi onun bugünkü yandaşları ondan hala övgüyle bahsediyor ama sözlerini dinleyen pek yok.

DIE PRESSE: "PARALEL EVRENDEN DIŞARI"

VİYANA, 14/04(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 14 Nisan 2009 tarihli sayısında, Georgia Meinhart'ın Yeşillerin Yukarı Avusturya Eyaletler Meclisi Üyesi Efgani Dönmez ile yaptığı, yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın çevirisi şöyledir:

MEİNHART: ABD Başkanı Barack Obama Türkiye'nin AB'ye alınmasından yana konuştu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

EFGANİ DÖNMEZ: Ben Türkiye'nin tam üye olarak alınmasından yanayım. Türkiye'nin gerekli reformları tamamladıktan sonra, yalnız Arap dünyası ile bağlantıları yüzünden bile olsa, stratejik açıdan önemli bir ortak olacağı inancındayım. Buna karşı gösterilen tüm argümanlar, Türkiye'ye aslında neden karşı olunduğunu görmemizi engelliyor.

MEİNHART: Peki bu neden nedir?

DÖNMEZ: AB Hristiyanların ve Garp'ın İslam karşısındaki kalesi olarak görülüyor. Türkiye tabii bu tabloya uymuyor.

MEİNHART: Ama duruma farklı açıdan bakacak olursak: Avusturya'da ve Almanya'da Türkler en kötü entegre olan topluluk. Neden?

DÖNMEZ: Bunun birçok nedeni var. Nedenlerden biri Avusturya'da politika ile İslam dininin birbirine karıştırılması.

MEİNHART: Kimin tarafından?

DÖNMEZ: Örneğin bir eyalet meclisi üyesinin aynı zamanda belediye meclisi üyesi ve İslam Cemaati entegrasyon sorumlusu olması gibi.

MEİNHART: SPÖ'lü Viyana Eyalet Meclisi Üyesi Omar al Rawi'den mi bahsediyorsunuz?

DÖNMEZ: İsim vermek istemiyorum. Ama bazı kişiler entegrasyon denince önce entegrasyon için ayrılan paraları düşünüyor. Avuçlarını açıp bekliyorlar. Ama entegrasyon konusunda ne yapıldığına baktığınızda pek birşey göremiyorsunuz.

MEİNHART: Siz aynı zamanda da eylüldeki seçimlerden sonra yeniden yönetimde yer almak isteyen Yeşillerin göç sözcüsüsünüz. FPÖ ile yapacağınız maçı nasıl kazanacaksınız? FPÖ şu sıralar oyların yüzde 13'ünü, Yeşiller ise ancak yüzde 10'unu alacak gibi görünüyor.

DÖNMEZ: Gözümüzü sorunlara kapamadan, insanların sorunlarını açıkça dile getirerek. FPÖ ile kesinlikle iş birliği yapmayacağını söyleyen tek parti olmamız da bizim lehimizde önemli bir argüman. ÖVP'nin FPÖ'ye yakınlaşması beni pek şaşırtmazdı, ama Sosyaldemokrat bir partiden FPÖ'ye açıkça daha mesafeli bakmasını beklerdim.

MEİNHART: Neden öyle davranmıyorlar dersiniz?

DÖNMEZ: Çünkü (SPÖ'nün Yukarı Avusturya Başkanı) Erich Haider ille de eyalet başkanı olmak istiyor.

MEİNHART: Sivil toplum örgütleri, Avusturyalı eleştirmenler ve son olarak da Standard gazetesindeki bir röportajda Yeşillerin Parti Başkanı Glawischnig, Yukarı Avusturyalı Yeşilleri çok uslu olmakla suçluyorlar. Yukarı Avusturyalı Yeşiller ÖVP ile koalisyon sonucu, Viyana'daki parti yönetiminin gözünde çok mu uyumlu oldular?

DÖNMEZ: Bir koalisyon içindeyiz, buradaki siyasi rolümüz tabii ki muhalefettekinden daha farklı. Bu Yeşillerin değerlerine aykırı düşecek birşey değil. Bunu bazı kişilerin çok uslu olarak değerlendirmesi onların sorunu. Ben zaten pek uslu sayılmam, öyle değil mi?

MEİNHART: Sanmıyorum. Göçmenlerin gerekirse cezalandırılması gerektiği ve Yeşiller'de bayan olmanın yeterli vasıf olmadığı gibi beyanlarınızla kendi partinizden de eleştiri aldınız.

DÖNMEZ: Evet ama asıl eleştiri Yukarı Avusturya'dan değil, Viyana'dan geldi. Ben hâlâ aynı kanıdayım: Sığınma işlemleri hızlandırılmalı. Avusturya'da kalabilmek için hiç suç işlememiş olmak kriter olmalı. Kadınlara gelince: Söz konusu röportajdan kimseyi incitmek istemediğim anlaşılıyor. Ancak partideki bazı hanımlar aşırı hassasiyet gösterdiler.

MEİNHART: Neden?

DÖNMEZ: İzlediğim çizgi tepkilere yol açıyor. Benim için artık tabu diye birşey yok. Sorunlara ideolojik gözlük takılmadan, doğrudan eğilmek gerekiyor. Yeşillerin sorunu, birçokları için çabuk anlaşılır olmayan bir dil kullanmaları. Çok iyi tasarılarımız var ama bunları her zaman iyi anlatamıyoruz.

MEİNHART: Seçmenlere böyle bir zamanda "Yukarı Avusturya Entegrasyon Modeli" gibi Yeşillerin başarı olarak kendilerine malettiği konuları nasıl yansıtacaksınız?

DÖNMEZ: Bu çok kolay: Birlikte yaşamın her şeklinin belli bir düzene ihtiyacı var. Radikalleşme ve sağa kayışın nedeni, 30 yıldan beri hiçbir entegrasyon modeli sunmadan, her şeye seyirci kalmamız. Yabancıları eleştiren her Avusturyalı sağcı değildir, tıpkı her sığınmacının uyuşturucu kaçakçısı olamayacağı gibi. Birlikte yaşamın getirdiği sorunlar ortada, bunları süslü sözlerin arkasına gizleyebilir ya da inkâr edebiliriz. Ben böyle opsiyonlardan yana değilim. Avusturya'da paralel toplum değil, paralel bir evrende yaşayan insanlar var. Biz Yukarı Avusturya'da entegrasyonu teşvik ediyoruz ancak öte yandan da entegrasyon isteği gösterilmesini istiyoruz.

MEİNHART: Yani bu entegre olmak istemeyenlere yaptırım uygulanacağı anlamına mı geliyor?

DÖNMEZ: Entegrasyona karşı direnenler için evet, neden olmasın? Sunulan tekliflerin kabul edilmesi gerekir.

MEİNHART: Bu somut olarak nasıl gerçekleştirilecek?

DÖNMEZ: Somut yaptırımlardan önce başka önlemlerin düşünülmesi gerekir. Örneğin söz konusu kişilere sosyal alanda çalışma imkanı sunmak gibi. Bu da işe yaramazsa, gerçekten katı adımların atılması düşünülebilir, örneğin eğer biri çocuklarının nizami derslere girmesini engelleyecek olursa.

MEİNHART: Oturma iznine son verilmesi gibi sert adımlar mı?

DÖNMEZ: Evet, bu da bu adımlardan biri olabilir.

MEİNHART: Siz Avusturya'da nasıl yetiştiniz?

DÖNMEZ: Kırsal kesimde ve hemen hemen yalnız Avusturyalılar arasında. Ailem ve ben Gmunden çevresindeki ilk yabancılardık. Annem babam çok açık fikirli oldukları için beni ve kardeşimi eğitim konusunda çok desteklediler. Şimdi çevremdekilere, "Bakın insan benim gibi iyi entegre olursa, böyle söz sahibi olmak da ister." diyorum.

 

BELÇİKA BASINI

EUOBSERVER: "BARACK OBAMA TÜRKİYE KONUSUNDA DÜŞÜNCESİZCE Mİ KONUŞTU?"

ANKARA, 09/04(BYE)--- Brüksel merkezli bağımsız haber sitesi Euobserver'ın 9 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Richard Laming imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:

ABD Başkanı Barack Obama, bu hafta başında çıktığı Avrupa turunda, Türkiye'nin AB'ye katılım beklentisi hakkında ılımlı konuştu. Ankara'da Türk Meclisinde milletvekillerine hitap ederken, "Türkiye'nin, Boğaz'ın üzerindeki köprülerin de ötesinde Avrupa'ya bağlı olduğunu" gözlemledi.
Obama, "Yüzyıllardır süregelen tarih, kültür ve ticaret ortaklığı sizi bir araya getiriyor. Avrupa, etnik yapı, gelenek ve inanç çeşitliliğiyle kazanır, önem kaybetmez ve Türkiye'nin üyeliği, Avrupa'nın temelini bir kez daha genişletecek ve güçlendirecektir." diye konuştu.
Obama'nın bu sözleri, onu diplomatik ve siyasi bir fırtınanın içine itti. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Fransız televizyonunda yayımlanan bir mülakatında, Amerikalı mevkidaşını sert bir dille eleştirerek "konu AB olunca, karar AB üyelerine aittir." dedi.
Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner de, Sarkozy'nin sözlerini tekrarlayarak, "Avrupa'ya kimin katılıp kimin katılmayacağına karar vermek Amerikalılara düşmez. Kendi evimizden biz sorumluyuz" dedi.
Türkiye'yle AB arasındaki ilişkiler hakkındaki gerçekler oldukça açık. Türkiye, üyelik için ilk olarak 1987'de başvurdu ve müzakereler devam ediyor. Ancak müzakereler şu anda fazlasıyla yavaş ilerliyor, çünkü AB üyeleri kendi aralarında bölünmüş durumda. İngiltere gibi ülkeler, Türkiye'nin kesinlikle Birliğe üye olması taraftarıyken Fransa ve Avusturya gibi ülkeler buna karşı çıkıyor.
Bu da AB'ye üyeliğin değişen yapısından kaynaklanıyor. Zamanla, ticari engeller azalıp piyasaya erişim kolaylaşacağı için muhtemelen Türkiye için AB'ye üye olmakla olmamak arasındaki ekonomik fark azalacaktır. Hem ikili hem de küresel ticari anlaşmalar bu süreci hızlandıracaktır.
Diğer tarafta, üye olmakla olmamak arasındaki politik fark muhtemelen artacaktır. Şayet AB, Lizbon anlaşmasında öngörülenleri yerine getirir, dünyada daha uyumlu ve etkili bir aktör haline gelirse, Türkiye'nin AB üyeliği de, dünyadaki gelişmelerle ilgili olarak AB'nin ve Türkiye'nin görüşlerini etkileyebilir. Etkilenebilecek konular arasında, Türkiye'yle sınırdaş İran ve Irak'la ilişkiler ve Türkiye'nin yakın ilişkilere sahip olduğu İsrail'in gelecekteki güvenliği bulunuyor. Bunlar, Amerika'nın güçlü jeopolitik çıkarlarının da olduğu sorular.
Bir başka deyişle, sorun ekonomi değil ve bunu, Barack Obama da biliyor. Hiç kimse Avrupa'nın jeopolitik esenliğinin Amerika'nın çıkarına olduğunu inkâr edemez. Geçen on yıl aslında, Amerika'nın Müslüman dünyasıyla iyi ilişkilerden ne kadar fayda sağlayacağını gösterdi. Türkiye'nin AB'ye üye olup olmaması, Avrupa'nın kararı olabilir, ancak Amerikalıların bir görüş bildirme hakkı bulunuyor.

LE SOİR: "NATO, VATİKAN, TÜRKİYE VE DİĞERLERİ..."

BRÜKSEL, 10/04 (BYE)--- Tirajı günde 140.000 olan Le Soir gazetesinin 10 Nisan 2009 tarihli sayısında, serbest gazeteci Paul Gossens imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

30 Mart 2006, Vatikan Devleti. Papa XVI. Benoit, Roma'da kongre toplantısında bulunan Avrupa Parlamentosu PPE grubunu ihtişamla kabul ediyor. Papa büyük bir gecikmeyle salona girdiğinde tahtına giden 200 metreyi katettikten sonra el sallayıp teveccüh ile selamladıktan sonra grup Başkanı Alman Hans-Gert Poettering söz alıyor ve hemen sadede geliyor. Grup adına ve son seçimlerde partiye oy veren milyonlarca seçmen adına, Avrupa Anayasası'nda Tanrıdan söz edilmediği için özür diliyor. Gerçek bir mea-culpa (özür).
PPE içinde, politikacıların kilisenin önünde diz çökmeleri bazılarını tahmin edilemeyecek kadar rahatsız ediyor. Aylar ve yıllar boyunca Anayasa'da Tanrıdan sözedilmesi için yapılan lobi faaliyetlerinde, Avrupa Konvansiyonu Başkanı sıfatıyla Anayasa tasarısını hazırlamakla görevli Valery Giscard d'Estaing, gerçek ayinler gibi üç kez Papa ile görüş alışverişinde bulunmuştu. Ardından, Silvio Berlusconi, Jose Maria Aznar Polonyalıların tam desteğini alarak bu ilahi paragrafı diğer Devlet Başkanlarına yutturmaya çalışmışlardı.
Şüphesiz Poettering Türkiye'yi AB içinde görmek istemiyor. Bu fikri paylaşan başkaları da var. PPE partilerinin çoğu bu düşünceyi paylaşıyor. Bunlar arasında Nicolas Sarkozy ile Angela Merkel de var. Bu sorun sosyalist ve liberal partileri de bölüyor. Sadece Yeşiller ve aşırı sağcı partilerin kesin bir tutumları var. Sağ kanat ne kadar AB karşıtı olsa da ve sürekli bir mücadele yürütse de, kimlik sözkonusu olduğunda bir bekçi köpeğinin saldırganlığıyla tutum takınıyor: Türkiye AB üyesi olamaz zira, Avrupa kimliği ile uyuşmazlık var. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ancak, Avrupa kimliği tam olarak belirlenmiş değil. "Aydınlanmadan" bu kadar az söz edilirken, kıtanın Hristiyan değerleri ve dini kökenleri konusunda çenelerin bu kadar düşmesi çok çarpıcıdır. Kimlik, "diğerlerini" dışlamak için kullanılan yeni bir enstrümandır. Örneğin Türkler. Geniş anlamda Müslümanlar.
Kimlik, siyasal oldukça yeni bir konsept. Geçtiğimiz yüzyılın 70'li ve 80'li yıllarında kurtarıcı gibi geldi. Soğuk savaşın sonunun yaklaştığı görülmeye başlandığı ve büyük ideolojik zıtlıkların ortadan kalkmaya başladığı sırada dil ve düşünce yeni sınırları belirleyeme başladı.
Oxford Üniversitesinden muhafazakar Amerikalı Larry Siedentop, 2000 yılında yayınlanan "Avrupa'da Demokrasi" adlı kitabında Avrupa kimliğinin temellerinin tehlike içinde olduğunu belirtiyordu. Bunun en büyük nedenleri arasında ise çok kültürlülüğü, iyi anlaşılmamış çoğulculuğu, İslam'ın yükselişini ve Avrupa'da artan kilise düşmanlığını sayıyordu.
Siedentop'a göre, Avrupa çok şeyi, hatta neredeyse her şeyini Hristiyanlığa borçlu, ki bu da kanıtlandı. Ona göre, Avrupa kimliği neredeyse Hristiyanlığın diğer anlamı. Bu tanımlama, bu kadar muhafazakar Avrupalı hükümet başkanı ve politikacısının Avrupa Anayasasına dini bir renk verme girişimleri ile uyuşuyor. 800 yılında III. Leon tarafından Batı İmparatoru yapılan Charlemagne Avrupasını anımsatıyor. Ancak, Avrupa kimliği ile ilgili zorunlu tartışmaya temkinli yaklaşılması için başka bir neden daha var. Amin Maalouf, "Katil kimlikler yazar hayatımda kelimelerden korkmam gerektiğini anlattı. En açık olarak görülenler, genellikle çok hain oluyorlar. Kötü dostlardan biri de işte bu kimlik kelimesidir" diye yazıyordu.
Türkiye, Danimarka'da yayımlanan bir gazetede yer alan Hz. Muhammed karikatürleri için özür dilemediği gerekçesiyle, Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliğine seçilmesine karşı çıktı. Bu olay, Türk düşmanı birçok yoruma neden oldu. Bazıları için bu, temel özgürlüklere, basın özgürlüğüne saygılı olmadığı için Türkiye'nin Avrupa ailesine katılamayacağının bir kanıtıydı (işin ilginç yanı Türkiye'nin NATO içinde olması şaşırtıcı bir şekilde hesaba katılmıyor). Ciddi bir iddia. Gerçekten de Türkiye'yi şimdi AB'ye kabul etmek sözkonusu olamaz. Azınlık, kadın ve sendika hakları hala ihlal ediliyor ve Türkiye'nin önünde uzun bir yol var. Bu ülkeye bir gün AB'ye girme şansı tanınması için Türk demokrasisinin derinden modernleştirilmesi gerek. Bu şansın kendisine bir gün verilip verilmeyeceği de belli değil.
Zira, Türkiye'nin Avrupa'ya ait olmadığı yönündeki tez giderek yaygınlaşıyor. Sarkozy kadar Merkel için de Türk demokrasisinin konumuna rağmen bu bir ilke meselesi. Onlara göre Türkiye, bir Asya ülkesi, Avrupa sınırları dışında bulunuyor ve Avrupa kimlik anlayışına uymuyor. Tamam... Ancak kimliğin muhafaza edilmesi ve korunması, tarihi miras olarak kabul edilmesi ve bunun Hristiyanlıkla belirlenmesi gerekir. Ancak, bu yola girmesi halinde Avrupa bir batakhaneye girer ve eski şeytanların dirilmesinden korkmalıdır. Zira bu Avrupa Birliği'nin temel düşüncesine büyük bir çentik atmak olur. Çeşitliliğe saygı. Yani yalnızlığın ve dışa kapanmanın tersi.
Obama olsun, Bush olsun ya da Clinton olsun ABD Başkanları için Türkiye Avrupa'ya kenetlenmelidir. Bu konuda ABD siyasetinde değişiklik söz konusu değil. ABD'nin jeopolitik geçerli nedenleri var. Avrupa da bir bakıma buna katılabilir. Örneğin Türkiye'nin gerçek bir demokrasiye sahip olan devletin güçlü laik temellere dayalı olduğu tek Müslüman ülkesi olması bir gerçektir. Şayet Avrupa Türkiye'ye kapıyı kaparsa, karşı darbe alma tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve Türkiye'deki demokratik sürecin ortadan kalkma şansı büyük olur. Bu tarihi bir hatadan da öte, gerçek bir delilik olur.
Son olarak Rasmussen'in atanmasına ilişkin tartışmalar konusunda şu söylenebilir. Obama'nın bu olayı kapatma tarzı ibret verici olmuştur. Bundan tam iki gün sonra Ankara'da hiçbir şey olmamış gibi hareket ediliyordu. Obama, uluslararası siyaset arenasına yeni gelmiş biri olabilir, ancak sonuna kadar bir mücadele olduğunu bilerek bunu herkesten daha iyi çözümledi. Türkiye, NATO'da yüksek görevler üstlenme şansına sahip oldu. Onun adı poker oynamak ve pazarlık etmektir. Bu oyunu herkes biliyor ve AB içinde oynanıyor. Bir zamanlar, Anayasa tasarısında Tanrıdan söz edilmesini istemediği için Belçikalı Başbakan Guy Verhostadt'ın AB Komisyon Başkanlığı adaylığına karşı çıkan AP Başkanı Hans-Gert Poettering olmamış mıydı? Poettering, bunu iki yıl önce basınla yaptığı bir toplantı sırasında hiç pişmanlık hissi duymadan ve utanmadan itiraf etti.

KNACK: "TÜRK KONUSU"

BRÜKSEL, 15/04(BYE)--- Tirajı haftada 125 bin olan Knack dergisinin 15 Nisan 2009 tarihli sayısında, eski Yazı İşleri Müdürü Hubert Van Humbeeck imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

--Avrupa Birliği, Türkiye Konusunu Ele Almamakta Daha Ne Kadar Direnebilecek?--

Bu bir dil sürçmesi değil. Barack Obama, Türkiye'nin AB üyesi olması gerektiğini Avrupa'nın önde gelen politikacılarının masasında iki kez söyledi. Bunda yeni bir şey yok. Washington, üyeliğin Türkiye'yi Batı kanadına kenetleyeceğinden uzun süredir emin.
Sarkozy ve Merkel gibileri daha iki gün önce Türkiye'nin NATO'nun yeni Genel Sekreterinin atanmasını engellemesinden rahatsızlık duyuyorlardı. Adayları Danimarkalı Rasmussen bundan üç yıl önce karikatürler konusunda Ankara'nın İslam dünyası ile Danimarka arasında ara buluculuk önerisini hiçe saymıştı. Rasmussen ifade özgürlüğü için mücadele veriyordu. Sanki Türkiye'de ifade özgürlüğü yokmuşçasına.
Obama, müdahalesiyle Türkiye'nin adaylığına hizmet etmedi. Merkel ve Sarkozy derhal bu düşünceyi dışladılar. Ancak bu arada, bundan yıllar önce karar verildiği şekilde Brüksel'de, söz konusu üyeliğin müzakereleri sürüyor. Müzakereler çok yavaş ilerliyor ve Avrupalıların retçi yaklaşımları Türkleri de soğuttu ancak şimdiye kadar kimse üyelik müzakerelerini kesmedi. Seçimlere altı hafta kala, hiçbir lider bu kadar konuşmamıştı ancak zamanın geldiğinde Türkiye'nin üyeliğinden kimse kurtulamaz.
Türkiye ağırlığı olan bir ülke. Türkiye, Batı politikasının Rusya ve Orta Doğu ile ilişkilerinde temel taşlardan birini oluşturuyor. Bunun nedenlerinden biri jeopolitik konumudur. Türkiye, Rusya'ya bağımlı kalmadan Avrupa'yı Kafkasya enerjisiyle besleyebilir. Dünyanın çalkantılı bir bölümünde etkisi var ve bir yanda ABD ile İsrail'in diğer tarafta Suriye ve İran arasındaki yaklaşımlarda kilit önemi var. Türkiye, sultanlar döneminden beri Avrupa isteği ile şark ruhu arasında hassas bir denge geliştiriyor. Bir İslam ülkesi olarak Türkiye'de demokrasinin işlemesi bir tesadüf değildir.
Eski küresel güç, her zaman önemli bir bölgesel rol oynamak istedi. Türkiye'nin, sıkı iş birliği içinde AB'nin yanında hareket etmesi lehinde fikirler mevcuttur. Diğer bir fikir ise zenginler ile yoksullar arasındaki derin uçurumun bu üyeliği zorlaştırmasıdır. Türkiye önce Ermenistan, Kıbrıs ve Kürt nüfusuyla sorunlarını çözmelidir.
Müslüman bir ülke olması gerekçe olamaz. Türkiye'nin 15 yıl içinde 100 bin sayfalık Avrupa yasalarını Türk yasalarına uyarlaması halinde din faktörünün bir önemi kalmaz. O halde bir Anadolu köylüsünün Paris burjuvası ile aynı hakları olacaktır. Bu durumda din, vatandaş ile kendi tanrısı arasındaki bir konu olacaktır. Zaten böyle olması gerekir.

 

FRANSA BASINI

LE MONDE: "ANKARA'NIN AB'YE ÜYELİK 'YÖNTEMİ' BRÜKSEL'DE RAHATSIZLIK YARATIYOR"

PARİS, 11/04(BYE)--- Tirajı günde 314 bin olan Le Monde gazetesinin 11 Nisan 2009 tarihli sayısında, Jean-Pierre Stroobants imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye, Barack Obama'nın desteği ve yeni NATO Genel Sekreterinin seçimi konusunda kazandığına inandığı pazarlık sayesinde Avrupa Birliği üzerindeki baskılarını artırıyor.
Ankara diplomasisinin, AB ülkelerinin Türkiye'nin üyeliği hakkındaki müzakerelerde daha "yumuşak" bir tutum sergileyeceği şeklinde yaydığı söylentiler Brüksel'de huzursuzluk yaratıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 9 Nisan Perşembe günü Financial Times'a verdiği söyleşide Avrupalıları, ülkesinin dış politikası açısından "tehlikeli" olarak nitelendirdiği Türkiye'ye yönelik eleştirilere, Batı'nın güvenlik çıkarlarına tehdit oluşturabileceği uyarısıyla son vermeye davet etti.
Türkiye'nin Danimarkalı Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliğine seçilmesine koyduğu vetoyu kaldırması için 3-4 Nisanda yapılan yoğun müzakereler Ankara için oldukça olumlu sonuçlandı. Başbakanlığı döneminde Hz. Muhammet karikatürlerinin yayımlanmasına destek vermesi nedeniyle Müslüman ülkelerde tepki çeken Rasmussen'i destekleyen Avrupa ülkeleri ile Ankara arasında yaşanan tartışmada Başkan Obama'nın aracı olması sayesinde Genel Sekreter Yardımcılığının bir Türk'e verilmesi bekleniyor. Bu kişinin özellikle Müslüman dünyasıyla ilişkilerden sorumlu olacağı sanılıyor. Ayrıca, Türk askerlerinin de NATO'nun askeri komutasında önemli görevlere getirilmeleri bekleniyor.
Tartışmanın hemen ardından Ankara, Avrupa Birliği Savunma Ajansına katılımıyla AB'nin -Türkiye'nin üyeliğine karşı olan Fransa ve Almanya da dahil- 2005 yılında başlatılan müzakereleri kolaylaştırmayı kabul etmesinden söz etti. Ayrıca Çek Cumhuriyeti'nin dönem başkanlığı sona ermeden vergi sistemi ile sosyal politikaya dair iki "başlığın" açılabileceği duyuruldu.

--Hiçbir Karar Alınmadı--

Bu açıklamalar Brüksel'de huzursuzluk yarattı. Hollandalı bir diplomat "hiçbir şey kesin değil, hiçbir karar verilmedi" açıklamasını yaptı. Komisyonun bir sözcüsü ise "böyle bir karar devlet başkanlarının oy birliğini gerektirir" derken, bir AB büyükelçisi "NATO ayrı, AB'ye üyelik ayrı bir şeydir" şeklinde konuştu.
Üyelik müzakerelerinde toplam 33 başlık yer alıyor. Bu başlıklardan biri geçici olarak kapatıldı, beşi Fransa ve Kıbrıs tarafından resmî olmaksızın engellenmiş, sekizi ise dondurulmuş vaziyette. Türkiye'nin üyeliğine açıkça karşı çıkan ülkeler, 2008 yılında Türk Anayasa Mahkemesinin iktidardaki İslamcı AK Partinin kapatılması yönünde karar vereceğini ümit etmişlerdi. Zira bu şekilde Birliği, müzakere sürecini durdurmaya zorlama fırsatına sahip olacaklardı. Ancak Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan'ın partisi, Anayasa Mahkemesi Başkanının ret oyuyla kapatılmaktan kurtuldu. Kararın ardından Erdoğan, laiklik konusunda dikkatli olmaya söz verdi ve AB ile görüşmelerin sürdürülmesini istedi.
Brüksel'deki bir diplomat, Rasmussen'in seçiminde yaşanan polemiğin ötesinde asıl "Ankara'nın kullandığı yöntemin sorun yarattığı" değerlendirmesini yaptı. Müslüman ülkelerin sözcülüğünü üstlenmesi de hoşa gitmeyen Erdoğan, Avrupalıların müzakerelerdeki en önemli talepleri olan ifade özgürlüğüne ülkesinin gerçekten uyma isteği konusunda akıllarda soru işaretleri uyandırıyor.
"Türkiye'nin daha güçlü bir din ve daha az laiklik yönündeki değişimi" ile NATO Zirvesi'ndeki yönteminin "kendisini şoke ettiğini" ifade eden Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner ise bu vesileyle 7 Nisan Salı günü yaptığı konuşmada "artık Türkiye'nin AB üyeliğine sıcak bakmadığını" açıkladı.
Kouchner bir şekilde ülke içinde başlayan tartışmaları yatıştırmaya çalıştı. Zira bazı parti liderleri (Philippe de Villiers, Jean-Marie Le Pen) "Türk meselesini" seçim argümanı haline getirerek Nicolas Sarkozy'yi Fransa'nın AB dönem başkanlığı sırasında katılım müzakerelerini durdurmamakla suçluyorlar. Almanya ve Hollanda'da da radikal akımların Türkiye'nin üyeliği konusunda seferber oldukları görülüyor.

AFP: "AB... BAKAN: TÜRKİYE REFORMLARI SÜRDÜRMEYE KARARLI"

VİYANA, 15/04(AFP)(BYE)--- Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Viyana'ya düzenlediği ziyarette bugün, Türkiye'nin, AB'ye üyelik amacıyla reformları sürdürmeye kararlı olduğu teminatı verdi.
Babacan, Avusturyalı mevkidaşı Michael Spindelegger ile düzenlediği basın toplantısında yaptığı açıklamada "Türk halkı bu reformları istiyor ve Türkiye doğru yolda" dedi.
Türk Dışişleri Bakanı, "Reformlar yolu, AB'ye üyelik hedefinden bağımsız olarak kendi içinde önem taşıyor" diye ekledi.
Spindelegger ise, gerektiğinde Avusturya hükûmetinin, Türkiye'nin AB'ye üyeliğini referanduma sunacağı taahhüdünü hatırlattı.

 

İNGİLTERE BASINI

FINANCIAL TIMES: "GÜL, AVRUPA'DAN GELEN ELEŞTİRİLERE KARŞILIK VERİYOR"

ANKARA, 09/04(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 9 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Delphine Strauss imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan İstanbul çıkışlı metnin özet çevirisi şöyledir:

Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ülkesinin kendisini giderek daha fazla hissettiren dış politikasına yönelik Avrupa'dan gelen eleştirilerin tehlike arz ettiğini söyledi ve Batı'nın güvenliğine yönelik en önemli tehditler karşısında iş birliği yapılmasının önünde engel teşkil edebileceği uyarısında bulundu.
Gül, Anders Fogh Rasmussen'in NATO'nun başına geçmesine yönelik -Barack Obama'nın arabuluculuğunun ardından geri çekilen- Türkiye'nin itirazlarına yönelik eleştirilerden duyduğu endişeyi dile getirdi.
Financial Times'a verdiği mülakatta, "Bu çok tehlikeli ve bizi rahatsız ediyor." diyen Cumhurbaşkanı sözlerine şöyle devam etti: "Şantaj yapmadık yahut uygunsuz bir talepte bulunmadık. Avrupa kültürüne uygun olarak makul, mantıklı ve çağdaş bir şekilde hareket ettik. Türkiye, 1952'den bu yana NATO'nun en faal üyesi ve büyük bir katılımcısı. Türkiye soğuk savaş döneminde Avrupa'yı müdafaa etmek için kendi kaynaklarını kullandı. Bu takdir edilmeli."
Türkiye, uzun süreli ittifaklarını pekiştiren ve Obama'nın, ABD Başkanı sıfatıyla Müslüman dünyasına ilk mesajlarını verişine sahne olan resmî ziyaretinin keyfini sürüyor.
Ancak Ankara'nın diğer mühim ilişkisinde -Avrupa Birliği'yle olan- durum daha az umut verici görünüyor. Türkiye'nin Rasmussen'in seçilmemesi için tehlikeyi göze almasından rahatsız olanlar arasında AB'nin genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rehn ile Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner de bulunuyordu. Ve Türkiye'nin AB'ye üyeliğine yönelik Obama'dan gelen destek, Fransa ile Almanya tarafından olumsuz karşılandı.
Fransa ile Almanya'nın iktidardaki merkez partileri seçimlere hazırlandıkları şu dönemde siyasi çıkarları doğrultusunda Türkiye'nin Avrupa'daki yerini sorguluyorlar.

FINANCIAL TIMES: "ABDULLAH GÜL İLE MÜLAKAT..."

ANKARA, 09/04(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 8 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Delphine Strauss'un Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile yaptığı mülakatın çevirisi şöyledir:

Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Barack Obama'nın ziyaretinin ardından Ankara'da Delphine Strauss'a verdiği mülakatta, ABD Başkanının girişimlerine tepkisinden bahsetti ve Avrupa'nın eleştirilerinin Batı'nın güvenlik çıkarlarına bir tehdit oluşturabileceği uyarısında bulundu.

SORU: Başkan Obama'nın ziyaretinin Türkiye'deki etkisinin ne olacağını düşünüyorsunuz?

GÜL: Öncelikle ilk deniz aşırı ziyaretin ülkemize -yeni ABD Başkanının ilk ziyareti- olması ve Başkanın Türkiye'yi ve İslam dünyasına Türk parlamentosundan seslenmeyi seçmesi bizi mutlu etmiştir.
Türkiye'nin konumunun farkına vardıklarını görüyoruz. Kendisine, "Bir kağıt alın ve ABD dış politikasının önceliklerini yazın, ben de bir kağıt alıp Türkiye'nin ilgilendiği konuları yazayım. Başka hiçbir ülke ile ele aldığı konularda bu denli benzerlik göremezsiniz" dedim.
Tabii ki ABD bir süper güçtür, yani görevleri vardır ancak bu bölgede en önemli ülkelerden biriyiz. Bu bölgede, Afganistan'dan Balkanlara; enerji güvenliğinden Orta Doğu'ya; terörizmden nükleer silahsızlanmaya kadar, tüm meseleler sadece Türkiye'yi değil bütün dünyayı ilgilendirmektedir.
Bu nedenle ABD Başkanının Türkiye ziyaretinin amacı sadece iki ülke arasındaki ikili ilişkileri güçlendirmek değildir; ziyaretin bölgesel ve uluslararası meselelerle de büyük bir ilgisi vardır.

SORU: Obama'nın dün en önemli mesajlarından biri, Ermenistan ve Türkiye arasında devam eden görüşmelere verdiği destekti. Kendisi dün akşam her iki dışişleri bakanı ile de görüştü. Bu konuda kamuoyu önünde adımlar atılmadan önce yapılması gereken ne kaldı?

GÜL: İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi konusunda muhtelif zamanlarda bazı çabaların sarf edildiğini eminim biliyorsunuz. Ancak gördüğünüz gibi, benim Ermenistan ziyaretimin ardından bu çabalar hızlandırılmıştır. Bu, tarihi bir ziyarettir, zira ilk kez bir Türk cumhurbaşkanı Erivan'a gitmiştir. O zamandan bu yana, telefon görüşmeleri ve diğer temaslarla ilişkilerin normalleştirilmesi konusunda belirli bir ortak anlayışa varılmıştır. Karşılıklı görüşmeler vasıtasıyla normalleştirme yolunda iyi bir anlayışa ulaştığımızı söyleyebilirim. Nitekim geçen yazdan sonra Kafkaslarda yeni bir durum mevcut. Dondurduğumuzu düşündüğümüz bu meselelerin bir anda büyük sorunlara dönüştüğünü herkes gördü.
Bu nedenle Kafkaslar'da, İstikrar ve İşbirliği adıyla bir inisiyatif başlattık. Bu açıdan bakıldığında Kafkaslar'daki en büyük sorun Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki Karabağ sorunudur. Bu sorunun çözülerek Kafkaslara yeni bir havanın gelmesini diliyoruz. Zira burası görece küçük bir bölge olmasına rağmen, Batı ile Avrupa arasında bir duvar da olabilir, bir geçiş yolu da.
Kafkaslar'daki bu sorunları çözmek için büyük çaba sarf ediyoruz ve 2009'un bu açıdan bir fırsat yılı olacağına inanıyorum. Bu nedenle Minsk grubu başta olmak üzere, herkesi, bir çözüme ulaşmak için çabalarını artırmaya davet ediyorum.

SORU: Başkan Obama'dan bu görüşmelerde çok yakında bir ilerlemenin olabileceğini duyduk. Minsk grubunda gelişme olmadan kamuoyu önünde ileri bir adım beklemememiz gerektiğini mi söylüyorsunuz?

GÜL: Taraflar arasında yüksek seviyede bir anlayış ve iyi niyet mevcut.

SORU: Türkiye'nin ortaklığının ABD'nin bölgedeki politikaları açısından çok önemli olduğuna dair net bir açıklama var. ABD'nin, mesela Afganistan'da, Türkiye'den tam olarak oynamasını istediği rol nedir?

GÜL: Açıkçası, bu ziyaret sırasında somut bir talep olmadı. Bu konudaki sorumluluklarımızın bilinciyle sadece askeri varlığımız açısından değil sivil faaliyetlerimizde de çabalarımızı, katkılarımızı artırdık.
Bildiğiniz gibi daha önce iki kez ISAF'ın komutasını aldık ve şimdi Afganistan'daki güçlerin komutasını tekrar devralacağız. Askeri faaliyetlerimizin başka yönleri de var. Ancak üstlendiğimiz sivil faaliyetlerdir ve NATO toplantımızda bunu kapsamlı bir şekilde paylaştım. Kabil'i ziyaret ettim. İki gün kaldım, askeri açıdan ne kadar para harcarsak harcayalım insanların kalplerini kazanamayacağımızı gördüm. Daha önce Kabil sokaklarının çamur ile kaplı olduğunu söyledim. Şimdi Kabil'deki caddelerin asfaltlanması için 100 milyon dolar tahsis ettik. İhale sürecini neredeyse bitirdik ve bilfiil yolları hazırlamaya başladık. Kızların sokağa çıkarılmadığı bir ülkede kızlar için onlarca okul açtık. Toplamda yüzlerce okul açtık.
İzlemiş olabilirsiniz; beş gün önce Afganistan ve Pakistan cumhurbaşkanları ve genelkurmay başkanları ile görüşmelerde bulunduk. Bu çok önemli... Tek amacımız bu kurumlar arasında sorunsuz bir ilişki kurmaktı ve bu gerçekleştirildi.
Her iki cumhurbaşkanının tam olarak fikirlerini aldım ve NATO liderlerine ve Başkan Obama'ya ilettim. Görüşmelerimizi, gerçekleri ve hakikatleri son derece açık bir şekilde paylaştığımız için mutluyum. Bu çok önemlidir.
Dışişleri Bakanımız Afganistan'daki üç bölgeyi ve pek çok kenti eşiyle ziyaret etti. Afganistan'a gidip sadece oradaki birliklerimizi ziyaret edip dönen liderlerden değiliz. Türkiye'nin bu meselelerdeki katkı payı son derece fazla. Tüm bunları neden yapıyoruz? Tüm bunları barış ve istikrar ve ortak değerlerimizi yaymak için yapıyoruz.

SORU: Anladığım kadarıyla Türkiye'nin Afganistan'da görev alması, asker sayısının artırılacağı anlamına geliyor. Bu doğru mu?

GÜL: Evet, az önce de söylediğim gibi, asker ve sivil sayımızı artırıyoruz. Askeri yetkililerimiz bu konuda çalışıyor.

SORU: Asker sayısıyla ilgili bir tahmininiz var mı?

GÜL: Önemli bir destek olacağı kesin ama aralarında savaş gücü bulunmayacak.

SORU: Türkiye, dış politikasında son zamanlarda büyük bir öz güven sergiliyor. Örneğin, Rasmussen'in yeni görevine karşı olduğunu çok net bir şekilde beyan etti. Tüm bu olanların Avrupalı ortaklarıyla husumet yaratma tehlikesi var mı?

GÜL: Böyle olmamalı. Özellikle de NATO gibi bir savunma örgütünde kararlar verilirken bu gibi konuların tartışılması gerekir. Türkiye, 1952'den beri NATO'nun en aktif üyesi ve iştirakçisidir. Türkiye, Soğuk Savaş döneminde Avrupa'nın savunması için kendi kaynaklarını kullanmıştır. Bu takdirle karşılanmalıdır.
(Rasmussen'in adaylığını) telefonda tüm ortaklarımızla görüştük. Aklımızda bazı sorular vardı, endişelerimizi paylaştık ve bunlar giderildi.
Artık geleceğe bakmalı ve yeni Genel Sekreterin başarısı için hep birlikte çalışmalıyız.
Aslında bahsettiğiniz noktalarla ilgili bazı çevrelerin görüşlerinden haberim var ve bu oldukça üzücü.
Bildiğiniz gibi, AB'ye daha az katkısı olan bazı ülkeler bile çok önemli olabilecek stratejik meseleleri engelleyip veto edebiliyor.
Şu anki durumda da olduğu gibi, eğer bir ülkenin bir örgüte önemli ve hayati katkıları varsa, bu ülkenin bazı kaygıları bulunuyorsa ve bunlar önemli bir konu üzerine mantıklı endişelerse, bunlara kulak verilip cevaplandırılmaları son derece doğaldır. Yani bu gibi noktalar küçümsenmemelidir.
Biz ne şantaj yaptık ne de mantıksız bir talepte bulunduk. Biz uzlaşı içerisinde mantıklı ve çağdaş bir şekilde hareket ettik ve sonunda anlaşma sağladık. Bu yüzden bazı ülkelerden gelen bu gibi yorumlara şaşırıyorum. Böyle bir tutumun Avrupa'ya çok da yakıştığını düşünmüyorum.

SORU: Türkiye'nin (Rasmussen'in atanmasıyla ilgili) itirazlarını engellemek için bazı teminatlar verildiğine dair çok sayıda spekülasyon yapıldı. Başkan Obama'nın sizi nasıl ikna ettiğini söyleyebilir misiniz?

GÜL: Gazete başlıklarına dayanarak konuşmamayı tercih ederim. Artık önümüze bakmalıyız. NATO ve yeni Genel Sekreterin başarılı olmasına çalışmalıyız.

SORU: Son zamanlarda NATO'da anlaşmazlık yaratan bir başka konu da AB-NATO işbirliği. Kıbrıs'ın bu konuda önemli bir rolü var. Türkiye meselenin daha da hassas hale gelmesini önlemek için bir jest yapabilecek mi?

GÜL: Aslına bakılırsa bir jest söz konusuysa o jestin bize yapılması gerekir... Bizim iştirakimiz diğerlerinden daha çok ve stratejik açıdan daha önemli. Biz diğerlerinden daha çok fedakârlık yapıyoruz.
Bu çok önemli. 5-6 yıl dışişleri bakanlığı yaptım ve NATO ve AB'yle tüm görüşmelerimizde bu sorunun bir an önce çözümlenmesi gerektiğini defalarca söyledim. Çünkü ileride daha önemli ve stratejik konuları etkilemesi muhtemeldi.
Sonuçta dünya çok hassas; sorunların çıkması çok muhtemel. Çok büyük tehditler var ve daha sıkı işbirliği gerektiren zamanlar olabilir. Bu mesele büyük sorunların çözümüne ve istikrarın sağlanmasına engel olabilir. Bu yüzden tüm mevkidaşlarımı uyarmıştım. Gelin bu sorunu adil bir şekilde çözelim diye. Onları defalarca uyardım.
Haklısınız, bu AB için bir sorun teşkil ediyor. Bu, AB ve NATO'nun sağlıklı ve tam bir işbirliği içerisinde olmadıkları bir mesele. Ama sebebi biz değiliz, diğerleri.

SORU: Kıbrıs meselesinin çözümü için yapılan müzakerelerde zaman kaybedilmesinden üzüntü duyuyor musunuz?

GÜL: Bir çözüme gidilmesi konusunda çok ciddiyiz. Bu meselenin çözümlenmesini gerçekten çok istiyoruz. Burada propaganda yapmıyorum, bunu 2004'te kanıtladık. Riske girdik, fedakârlıklar yaptık ve plan her iki tarafta da referanduma sunuldu. Türkler ve Türkiye bu plana "evet" dedi ama karşı taraf onaylamadı.
Daha başka ne yapabiliriz. Neyse bu eski bir mevzu. Kıbrıs'ta ortak bir çözüm için son derece kararlıyız. Bu yüzden Talat'ın cumhurbaşkanlığına tam destek verdik. Bu sorunun en yakın zamanda çözümlenmesini istiyoruz. Mesele çözümlendiğinde Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs'ın tamamının AB'de işbirliği içerisinde olacaklarına inanıyoruz. Asıl isteğimiz ve vizyonumuz bu. 2004'te kendimizi kanıtladık ve bu bir şaka değildi. Artık güvenilirliğimizi kanıtladık.

SORU: ABD'nin Türkiye'nin AB üyeliğine destek için müdahalede bulunması faydalı olur mu? Ya da tam tersi mi söz konusu?

GÜL: Onlardan böyle bir şey istemedik. Bu kamuoyu açıklamalarını stratejik tutumlarından dolayı yaptılar, kimse bundan bir rahatsızlık duymamalıdır. Sonuçta Türkiye'yle ilgili karar AB üyelerinin kararı olacaktır ve kimse bu kararı baskı altında vermez. Türkiye ile üyelik görüşmelerini başlatma kararını üye devletlerin hepsi kendi başına verdi. Oy birliğiyle ve kendi özgür iradeleriyle verdiler. Bu, baskı altında yapılacak bir şey değil. Türkiye'nin ne denli büyük bir önem taşıdığını tüm ayrıntılarıyla ele alıp tartıştılar ve Türkiye'nin önemli olduğuna karar verdiler.
AB sürecine verilen destekteki azalması bunun uzun zaman alacak olmasından ötürü değildir. Fakat bazı üye devletlerin açıklamaları kamuoyunu altüst etti ve bu ülkelerin güvenilirliğini azalttı. Çünkü kendi attıkları imzalarla, kendi verdikleri sözlerle ters düştüler. Şu an müzakere süreci devam ediyor ve Türkiye, Birliğin müktesebatına uymak için kanun ve düzenlemelerde, anayasasında değişiklikler yapıyor... Biz yine de reform sürecine devam edeceğiz, çünkü bunlar bizim reformlarımız, bunları yapmak isteyen biziz.

THE ECONOMIST: "TÜRKİYE'Yİ KONUŞALIM"

LONDRA, 10/04(BYE)--- Haftalık The Economist dergisinin 11 Nisan 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan başyazının çevirisi şöyledir:

--Amerika'nin Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Alınması Çağrısı Geri Tepebilir--

Barack Obama, önemli Avrupa turunun sonunda İstanbul ve Ankara'yı ziyaret ederek, başkanlığının ilk 100 gününde bir Müslüman ülkeyi ziyaret edeceği şeklindeki sözünü tutmuş oldu. TBMM'de yaptığı konuşmada, Amerika'nın İslam'a karşı savaşmadığını vurgulayan Obama, bu ziyarette Türkiye'nin stratejik açıdan Batı için öneminin altını çizdi.
Bu önem hem coğrafi hem de jeopolitik. Obama'nın da ifade ettiği gibi, Türkiye Avrupa ve Orta Doğu arasında bir doğal köprü. Ocak ayında Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan gerginlik sırasında bir kez daha görüldüğü gibi, Avrupa'ya taşınan enerji açısından da önemli bir koridor olma potansiyeline sahip. Özellikle Ermenistan ile ilişkilerini düzeltmeye yönelik bugünkü çabalarında başarılı olursa, sorunlu Kafkaslar'da kilit bir rol oynama şansı var. Askeri açıdan bakıldığında, NATO'nun Amerika'dan sonra en büyük ordusuna sahip ve İncirlik'te büyük bir Amerikan hava üssünü barındırıyor. Geçtiğimiz günlerde Orta Doğu diplomasisine dalan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Suriye ve İsrail arasında ara buluculuk yapıyor, İran ile görüşüyor ve Kuzey Irak'ta kendi bağımsız devletlerini kurmak isteyen Kürtleri dikkatle izliyor.
Türkiye başka nedenlerden dolayı da önem taşıyan bir ülke. Müslüman bir ülkede laik demokrasinin yaşayabileceğini gösteren canlı bir örnek. Ancak Türkiye'yi Müslüman dünya ve özellikle Araplar için bir model olarak sunmak yanlış olur. Tarihi ve coğrafyasıyla Türkiye bir özel durum. Ancak, İslam ve açıkça İslamcı siyasi partilerin işleyen bir demokrasiyle daima ters düştükleri yönündeki yaygın savı çürütmeye yardımcı olabilir.
Neredeyse ilk kez iktidara geldiği 2002 yılından bu yana Erdoğan'ın ılımlı İslamcı AK Partisi, Türkiye'deki Atatürkçü düzen ve özellikle de paşaların saldırılarının hedefi. Kısa süre önce yapılan yerel seçimlerde oy kaybına uğramasına karşın, Başbakan ve partisi ülke genelinde seçmenden en yüksek desteği almayı başardı. Diğer yandan AK Parti, 2004 yılında bir dönüm noktası açıp Erdoğan'a Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği için resmî müzakereleri başlatma başarısını sağlayan önemli reformlarla ülkeyi liberalleştirme yoluna, her zaman olmasa da genelde bağlı kaldı.
Ancak bu müzakereler kolay ilerlemiyor. Türkiye'nin üyeliği önündeki engeller ülkenin kendisi gibi büyük ve kalabalık. AB ülkelerinin kamuoyları da Türkiye'yi buyur etmekten uzak. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Türkiye'nin üyeliğine karşı olduğunu açık şekilde defaatle ifade etti. Sarkozy kadar sesli olmasa da Almanya Şansölyesi Angela Merkel de karşı tavrını ortaya koyuyor. Uzun zamandır devam eden Kıbrıs sorunun çözülmesi ise Türkiye'nin üyeliği için zaruri ön koşullardan birisi. Tehlikeli bir şekilde, biraz da Avrupa'nın Türkiye'ye karşı tavrına bir tepki olarak, Türklerin AB'ye giriş koşullarına uymak için reformları sürdürme hevesi yavaşladı. Son sıralarda kamuoyunda, Amerika ve Avrupa karşıtlığının belirgin bir şekilde arttığı görülüyor.

--Washington'dan Değil Brüksel'den--

Bütün bunlar dikkate alındığında Türkiye'nin AB'ye alınması konusunda Obama'nın Amerika'nın görüşünü tekrarlama nedeni anlaşılıyor. Ancak bu bir taktik hatası oldu. Obama'nın Avrupalı liderlerin ABD'nin Meksika sınırını açması gerektiğini söylemesinden hoşlanmayacağı gibi, sadece Sarkozy değil diğer AB liderlerinin de dışarıdan birinin böyle ulu orta, kulüplerine kimin katılması gerektiğini bildirmesi hoşlarına gitmedi. Lobicilik yerine Avrupalı liderlerin, Türkiye'nin Birliğe alınmasının getireceği artılar konusunda ikna edilmeleri lazım. Aksi takdirde bu üyeliğin bir Amerikan fikri olduğu izlenimi oluşabilir. Her şeyden önce liderlerin, Türklerin üyeliğe hak kazanmak için kendi ülkelerinde gerekli değişiklikleri yapmaya hazır olduklarına inanmaları şart. Türkiye'nin AB üyeliğine, büyük ihtimalle yıllar var. Üyelik konusunu canlı tutmak, Washington'un değil, Brüksel ve Ankara'daki siyasi liderlerin işi.

FINANCIAL TIMES: "AB'NİN ESKİ ÜYELERİ, TÜRKİYE KONUSUNDA SİYASİ ÇIKARLARINA GÖRE DAVRANIYORLAR"

ANKARA, 10/04(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 8 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Ben Hall ve Chris Bryant imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Paris ve Berlin çıkışlı yorumun özet çevirisi şöyledir:

Fransa ve Almanya'daki merkez-sağ iktidar partileri seçimlere hazırlanırken, kendi siyasi çıkarları için Türkiye'nin Avrupa'daki yerine dair tuhaf soruya sarılıyorlar.
Türkiye ve diğer NATO üyeleri arasındaki Genel Sekreter krizi ve ABD Başkanı Barack Obama'nın hafta sonunda Türkiye'nin AB'ye üyeliğiyle ilgili hamlesi, Alman Hristiyan Demokratlar ve Fransız Halk Hareketi Birliğinin (UMP) Ankara'nın katılımına olan muhalif tutumlarını vurgulamalarına imkân tanıdı.
Bu tartışma, haziran ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerini takiben eylül ayında Almanya'da yapılacak genel seçimlerle birlikte, özellikle muhafazakâr ve aşırı-sağ seçmenler arasında güçlü olan Türkiye'nin AB yeterliliğiyle ilgili yaygın şüpheleri besleyecek.
Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, çoğunluğu Müslüman bir ülkenin AB üyeliğine olan itirazlarını yinelediler.
Avrupa Parlamentosunda Hristiyan Sosyal Birliği (CSU) üyesi Bernd Posselt, Obama'yı "Avrupa'nın iç işlerine karıştığı" için eleştirdi. CSU lideri Horst Seehofer de, "kendisini Müslüman dünyasının temsilcisi ilan eden" Türkiye'nin açıkça AB'de yeri olmadığını söyledi.
Sarkozy'nin partisi, soldaki bölünmenin aksine, Türkiye konusunda birlik olduklarını vurgulamak için, mesele üzerinde durmayı hedefliyor.
Fransız hükûmeti içinde Türkiye'nin üyeliğini savunanlar, fikirlerini değiştirdiler. Fransa'nın sol eğilimli Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, NATO zirvesinde Ankara'nın tavrına "çok şaşırdığını" söyleyerek, salı günü Türkiye'nin üyeliğine verdiği desteği geri çekti. Kouchner ayrıca, Türkiye'nin "güçlenmiş bir din, daha az vurgu yapılan bir laikliğe" doğru ilerlemesinden kaygı duyduğunu belirtti.

THE ECONOMIST: "TÜRKİYE VE BARACK OBAMA... BOĞAZ'DAKİ DOSTLAR"

LONDRA, 10/04(BYE)--- Haftalık The Economist dergisinin 8 Nisan 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:

--Türkiye, Obama'nın İki Günlük Ziyaretiyle Gelen Görkemin Keyfini Çıkarıyor--

Barack Obama, 6 Nisanda Türk Parlamentosunda yaptığı geniş kapsamlı konuşmasını, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı her iki yanağından öperek noktaladı ve kucaklayarak mühürledi. Obama'nın bu hareketi, milletvekillerinden oluşan dinleyicileri, ABD Başkanının ülkesinin İslamiyet ile savaşmadığını vurgulayan sözleri kadar memnun etmiş görünüyordu. Obama, birçok Amerikalının Müslüman ailelerden geldiğine ve birçoğunun da Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde yaşadığına işaret etti. Obama'nın, "Bunu biliyorum çünkü ben de onlardan biriyim" sözleri coşkulu bir alkışa neden oldu.
Obama, Türkiye'yi "kritik" bir müttefik ve Avrupa'nın önemli bir parçası olarak niteleyerek, üst düzey bir performans sergiledi ve dinleyicileri etkilemeyi başardı. Türkiye'nin laik serbest piyasa demokrasisi, ABD'nin dünya üzerindeki diğer Müslümanlara ilham vermesini umduğu modelin ta kendisi. Bu mesaj, Obama'nın iki günlük Ankara ve İstanbul gezisindeki konuşmalarını canlı yayınla veren el Cezire aracılığıyla milyonlarca izleyiciye ulaştı.
Obama'nın, Türkiye'yi Avrupa gezisine dâhil etme fikri, ülkenin laiklik yanlısı seçkinlerini sevindirerek, Türkiye'nin Batılı kimliğini teyit hedefinden daha da öteye geçti. Bu karar, Türkiye'nin etkili bir bölgesel güç olarak ortaya çıkışıyla büyük ve çoğunluğu Müslüman olan bir NATO üyesi (başka bir Müslüman ülke olan, minik Arnavutluk da NATO'ya katıldı) bir ülke olarak önemini vurguladı. Ilımlı İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisinin (AK Parti) yedi yıllık iktidarının ardından, Türkiye'nin Arap dünyasındaki nüfuzu ve popülerliği giderek artıyor.
ABD'nin Irak'tan çekilmeye hazırlanıp tüm dikkatini Afganistan üzerinde yoğunlaştırmaya başladığı şu dönemde, Türkiye'nin desteği hayati önem taşıyacak. İstanbul'dan ayrıldıktan sonra kısa bir ziyaret için Bağdat'a giden Obama, aldığımız haberlere göre, Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den, bazıları muharip olmak üzere, Afganistan'a daha fazla asker gönderilmesini istedi. Türkiye'nin Afganistan'da bugün 900 askeri bulunuyor ve hem Irak hem de Afganistan'daki Amerikan güçlerine ikmal sağlayan bir geçiş merkez işlevi görüyor. Türkiye aynı zamanda, aralarındaki diyalogu tekrar tesis etmek isteyen ABD ile İran arasında irtibatı sağlıyor.
Obama'nın ziyareti genelde Irak konusundaki görüş ayrılıkları nedeniyle ABD ile Türkiye arasında uzun süredir devam eden bir soğukluk döneminin sonuna rastladı. Türk Parlamentosunun, 2003 yılının Mart ayında yapılan bir oylamada, ABD güçlerine Türkiye topraklarını kullanarak Irak'ta ikinci bir cephe açmaya izin vermemesi, başta ABD Savunma Bakanlığı olmak üzere büyük kızgınlık yaratmıştı. ABD'nin Kuzey Irak'taki Kürdistan İşçi Partisine (PKK) mensup bölücü asilere karşı eyleme geçmeyi reddetmesi de Türklerin öfkesini arttırdı. Bazı kamuoyu yoklamaları, George Bush'un Başkanlık döneminde halkın ABD'ye verdiği desteğin tek basamaklı sayılara düştüğünü ortaya koydu. Ancak, 2007 yılı sonlarında, ABD'nin PKK ile ilgili istihbarat sağlama ve Türk savaş jetlerinin, Kuzey Irak'taki asi üslerini bombalamasına izin verme kararı, bu ruh haletini değiştirdi. Obama'nın seçilmesi, bu konuda daha da etkili oldu.
Obama'nın da teyit ettiği gibi en önemli değişiklik, ABD'nin Soğuk Savaş alışkanlıklarını yenip daha çok Türk generallerini muhatap alma huyunu değiştirmesi. Türkiye'de demokrasi kökleştikçe, kamuoyunun görüşü daha çok dikkate alınmaya başlandı. Türk generaller bunu, ordunun komuta kademesinin bir darbe tehdidinde bulunmasının ardından, seçmenlerin Temmuz 2007 seçimlerinde AK Partiye yönelerek, partiyi yüzde 47 gibi büyük bir oy oranıyla ikinci kez iktidara getirdiğinde fark ettiler.
Obama'nın Türk Meclisindeki 25 dakikalık konuşması, laik veya İslamcı ya da milliyetçi veya Kürtçü, her kesime bir şeyler sunuyordu. Hatta, Kürt yanlısı Demokratik Toplum Partisinin (DTP) 20 üyesinin 2007 yılında seçilerek Meclise girmesinden beri parlamentoyu boykot eden generaller bile konuşmayı dinlemeye geldiler.
Dinleyicilerin çoğu, Obama'nın ABD'nin, "sadece Avrupa Birliği üyelerinin değil, hem Türkiye hem de Avrupa'nın yakın bir dostu olarak" Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği emelini desteklediğini söyleyerek, Türkiye'nin Batı'ya yöneliminin altını çizmesini duymaktan mutlu oldular. İslamcılar, ABD Başkanının Türkiye'nin Müslüman kimliğine atıfta bulunmasından mutluluk duydular. Ancak Obama, İstanbul yakınındaki Heybeliada'da bulunan Rum Ortodoks ruhban okulunun tekrar açılması gerektiğini ilan ederek, azınlık haklarına saygı gösterilmesi çağrısında da bulundu. Cesur bir jestte bulunarak muhalefet liderleriyle görüşmesine DTP Başkanı Ahmet Türk'ü de dâhil etti. Uzunca bir süredir Erdoğan ile bir görüşme yapmak isteyen Türk, PKK'yı "terörist" olarak sınıflamadığı için bu fırsatı bulamıyordu.
Obama'nın gezisine sadece bir tek konu gölge düşürebilir: Seçim kampanyası sırasındaki, Osmanlı Ermenilerinin 1915 yılında toplu halde öldürülmelerini "soykırım" olarak niteleme vaadi. ABD Başkanı, Gül ile görüşmesinin ardından düzenlenen basın toplantısında, tarih konusundaki fikrinin değişmediğini belirtti. Ancak Obama, Türkiye'nin Ermenistan sınırını yeniden açmaya ve Ermenistan ile diplomatik ilişkileri tekrar tesis etmeye yönelik son zamanlardaki çabalarına ABD'nin bu konudaki tutumunun gölge düşürmemesi gerektiğini söyleyerek, uzun süredir ABD Kongresinde katliamların soykırım olarak tanınması için bir karar tasarısı çıkarmaya çalışan Ermeni diasporasına bir darbe indirdi. Türkiye ve Ermenistan'ın, İsviçre'nin başkenti Bern'de İsviçre sponsorluğu altında yürüttüğü ve aylar süren görüşmelerin ardından yakın zamanda bir anlaşma imzalamaları bekleniyor. Müzakereleri yakından izleyen her iki tarafın yetkilileri, bir anlaşma metninin paraf edilmesinin gün meselesi, sınırların tekrar açılmasının ise ay meselesi olduğunu söylüyorlar.
Bunlar boş laf değildi. Obama, TBMM'deki konuşmasında, "Tarih çözüme kavuşturulmazsa çok ağır olabilir. Biliyorum, bu Mecliste 1915'deki korkunç olaylar hakkında çok güçlü fikirleri olanlar var. Görüşlerim hakkında pek çok yorum yapılıyor ve bu gerçekten, Türklerin ve Ermenilerin geçmişi tartışma şekli. Ve Türk ve Ermeni halkının ileriye doğru yol almalarının en iyi yolu, dürüst, açık yürekli ve yapıcı bir şekilde geçmişi ele alma sürecinden geçiyor." biçiminde ifadeler kullandı.
Ne var ki bütün Türkler aynı görüşte değil. Ankara'da bir mahkeme, İstanbul'daki bir savcının, 1915 yılında başına gelen büyük felaketten dolayı Osmanlı Ermenilerinden özür dileyen bir deklarasyona imza atan 30 bin Türk hakkında soruşturmaya gerek olmadığına dair kararını kısa bir süre önce geri çevirdi.
Diğer yandan, nüfusun büyük çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Güneydoğu Anadolu'da da gerilim yüksek. Başkan Obama, bir devlet televizyon kanalının 24 saat Kürtçe yayına başlamasına övgü yağdırdı. Ancak, Obama'nın gelmesinden sadece iki gün önce, PKK'nın tutuklu lideri Abdullah Öcalan'ın doğum gününü kutlamak için düzenlenen gösteriler sırasında polisle yaşanan çatışmalarda iki Kürt genci hayatını yitirmişti. Ölümleri protesto eden 50 gösterici ise hâlâ polis tarafından gözaltında tutuluyor.
Türkiye'nin birçok dostu, Obama'nın Ermeni soykırımıyla ilgili sözünü tutmasını umut ediyor. Bunlar, bu sözün tutulmasının, ABD'ye ahlaki güvenilirliğini yeniden kazandıracağını ve Türkiye'nin yamalı insan hakları karnesine dikkat çekeceğini düşünüyorlar. Son zamanlara kadar, en çok dikkate alınan olgu Avrupa'nın tepkileriydi. Ancak, Ankara'daki bir AB temsilcisinin de itiraf ettiği gibi Avrupa'nın Türkiye'nin üyelik görüşmelerinde âdet haline getirdiği oyalama tavrı, AB'nin elindeki manevra alanının kaybedilmesine yol açtı. Bu boşluğu da Barack Hüseyin Obama dolduruyor.

THE INDEPENDENT: "ABD DÜNYAYA ELİNİ UZATTI AVRUPA DA AYNISINI YAPMAK ZORUNDA"

LONDRA, 10/04(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Independent gazetesinin 8 Nisan 2009 tarihli sayısında, David Usborne imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:

Bir İngiliz muhabirini susturmak çok zor olabilir. Ancak, Barack Obama pazar günü, Prag'da, Hradcany Meydanı'nda konuşurken ITN muhabiri de bir köşede konuşmaya başladığında, tersi oldu. Genç bir Çek bana doğru dönerek sinirle, "Sustur şunu. Buraya onu dinlemeye gelmedik" dedi.
Dün özel jeti İstanbul'u terk ederken Başkan Obama, sekiz günlük Avrupa gezisi sırasında, en azından, sadece Prag değil, Strasbourg, İstanbul ve Londra'da da insanların dikkatini çekmeyi başardığını biliyordu. Bir hafta önce G20 zirvesi için Londra'ya indiğinden beri kalabalıkların, dost liderlerin ve gazetelerin manşetlerini hazırlayanların beğenisini kazandıkça, özgüveninin de arttığın görebiliyordunuz.
Ayrıntılar bile, dün akşamki Irak ziyareti yapılmamış olsa da, mükemmeldi. Gezinin Prag ayağından sonra ABD'ye dönen Michelle Obama, her zaman kameralara yüzünü dönerek Obama'nın insani yanını ortaya çıkardı ve Başkanı daha da çekici hale getirdi. Komplimanda bulunmak için, her bir konuşma, konuşmanın yapıldığı yerin tarihinden alıntılarla süslendi. Prag'da, Çekoslovakya'nın kurucusu Tomas Garrigue Masarsky'e atıfta bulunuldu. Strasbourg'da ise bu kişi Goethe oldu.
Hepsinden de iyisi Obama, Avrupalılara karşı alçak gönüllülük kartını oynadı. Dinleyicilerine defaatle, ders vermeye değil, dinlemeye ve beraber hareket etmeye geldiğini söyledi.
Londra'daki Avrupa Reform Merkezinin Müdür Yardımcısı Katinka Barysch, dün Obama'nın, Avrupa'nın, ABD için arzuladığı başkan olduğunu söyledi. Barysch, "bundan iyisini kendimiz bile yapamazdık" diye konuştu.
Ancak, ABD Başkanının sadece kendisine yapılan iltifatları görmesi tehlikeli olacaktır. Obama Prag'da kendinden geçmiş gülen yüzler ve küçük ABD bayrakları ile karşılandı. Ne var ki, Obama'nın, kalabalıkların ötesine gitmesine ve bütün pazar günü Charles Köprüsü'nde beyaz cüppeleri içinde volta atarak geçiren ve ABD'nin Çek topraklarında, İran'dan, ABD müttefiklerine yönelecek bir tehdidi bertaraf edecek bir füze savunma sistemi kurma planlarını protesto eden, Çek Cumhuriyeti'nin "görünmezleri" ile konuşmasına asla müsaade edilmedi.
Obama, Hradcany Meydanı'nda iyi bir yer kapabilmek için şafakla beraber uyanan, ancak, Başkanın füze savunma sistemlerinin kurulmasını kabul eden Çekleri övdüğü konuşmaya sinirlendiği için meydanı terkeden 20 yaşındaki İtalyan Francesco Cerruti ile konuşma şansını da yakalayamadı. Cerruti, yapılan son anket sonuçlarını delil göstererek Obama'nın bunu söylemesinin yanlış olduğunu ve Çek hükûmetinin, söz konusu sistemin kurulmasını kabul ettiğini, ancak, halkın yüzde 70'inin buna karşı çıktığını söyledi. Strasbourg'u terkederken Başkan Obama büyük ihtimalle, NATO zirvesini protesto eden göstericilerin başlattığı yangının siyah dumanlarını da görmedi.
Ancak, Başkan en azından, Avrupa ile yeni bir romantik dönemin ateşini yaktı ve bu bile başlı başına bir memnuniyet kaynağı olmalı. Ne var ki, bu ilişki gizli tehlikelerle yüklü.
ABD Başkanı, eğer Strasbourg'daki, veya esasında Threadneedle Caddesi'ndeki öfkeyi görseydi, Avrupalılar ile Amerikalıların arasındaki "ahlaklı kapitalizmi" algılama farkını daha iyi anlayabilirdi. Hatta Avrupa'nın, korkaklık, iki yüzlülük ve eylemsizlik konularındaki özel yeteneği ile kendisini hayal kırıklığına uğratabileceğini anlamak, Obama için daha da zor.
Örneğin, Türkiye'yi ve Avrupa'daki yerini ele alalım. Bugünlerde, kaç kişinin Obama'yı gördükten sonra, bana ABD'nin bir siyahı Başkan seçmesinden heyecan duyduğunu söylediğini sayamadım. Çeşitliliği bu şekilde kucaklamanın ne kadar mükemmel bir yol olduğundan bahsediyorlardı. Ancak aynı insanlar, kendi liderlerinin (ki, Fransız ve Alman liderlerini kastediyorum) Obama'nın, Türkiye'nin AB'ye kabul edilmesi çağrısına uyacaklarını düşünüyorlar mı? Brüksel'de, bizim "şirin Hristiyan kulübümüzde" karar alma mekanizmasına katılan Müslümalar... Barysch'in de dediği gibi, bu, çeşitliliği biraz fazla ileri götürmek değil mi?
Obama'nın belki de en dikkat çekici konuşmasını, Strasbourg'da bir stadyumda, genç Fransız ve Alman davetlilerden oluşan bir gruba yaptı. Avrupa'ya bir teklif götüren bu konuşmadan çıkan mesaj şu idi: Kendisinin başkan seçilmesi, ABD'nin tavrını ve izlediği dış siyasetini değiştireceği anlamına geliyor, ancak, buna paralel olarak Avrupa da değişmek zorunda. Bu da, "sinsi" Amerikan karşıtlığına son verilmesini gerektiriyor. ABD, Avrupa'nın liderlik kapasitesine, geçmişte gösterdiğinden daha fazla saygı duyacaksa, Avrupa da zorluklarla başa çıkabileceğini göstermek zorunda.
Başkan bunun, yıllardan beri popüler olan zıtlaşma kültürünü sadece ortak güvenlik politikaları ve Afganistan konularında değil, aynı zamanda Atlantik ötesi diğer sorumluluklardan da kaçmak için ABD'ye karşı kullanan Avrupalı liderler bakımından ne kadar aldatıcı olabileceğini anlamıyor. Obama, ABD'nin, tek güç olarak hareket ettiği dönemin sona erdiğini söylüyor. Bu hoş bir ifade ama aynı zamanda Avrupa'nın da birşeyler yapması gerektiğini ima ediyor. Ama şu ana kadar, bu yönde hiç bir işaret yok.
Strasbourg'da, NATO'nun Afganistan'a 5.000 asker daha yollamasına karar verildi. Ancak bunlar, ağustostaki başkanlık seçimlerinin güven içinde geçmesini sağladıktan sonra ülkeyi terk edecekler. Bazıları, Obama'nın Afganistan ve Pakistan'da Taliban ile El Kaide'ye karşı yürütülen mücadelede tüm kontrolü elinde tutmak istediğini düşünebilirler. Ancak, Avrupa dünya liderliğine soyunuyorsa, işleri daha farklı yürütmesi lazım. Son olarak da, Obama, dünya ekonomisinin kurtarılması için mali canlandırma bağlamında, Gordon Brown'un G20 zirvesinden umduğunu bulamadı.
Şu aşikâr ki, Obama, Strasbourg ve Londra'da, kapalı kapılar arkasında, eski örgütlemeci becerilerini kullanarak bazıları ile daha önce hiç görüşmediği liderlerle bir araya gelerek aralarındaki düşmanlıkları sona erdirdi ve gözlemcileri kendisine hayran bıraktı. Çin Devlet Başkanı Hu Jintao'yu vergi cennetleri konusunda tavizler vererek yumuşatırken Dimitri Medvedev'i nükleer silahların imha edilmesi konusunda bu sene görüşmelere başlamaya ikna etti. Ancak, Çin ve Rusya, bugün Kuzey Kore'nin füze denemesi konusunda ne tavır takınıyorlar? Yine Obama'nın karşısındalar.
Bazı zamanlar Obama safça davrandığında, kendisine hayranlık duymamak mümkün değil. Obama, çoğunluğu Avrupa'da riskler aldı. Türkiye'de de, çoğunluğu Müslüman bir ülkede yaşadığını (çocukken Endonezya'da) vurgulayarak önemli bir risk aldı. Bu, hâlâ ABD'de Obama'nın Müslüman olduğu yönünde hikayeler yayan çılgın sağcılar tarafından mutlaka kullanılacak. Ancak, Başkan, bu tavrının ABD'de ödeyeceği herhangi bir bedele değer olduğunu düşündü. Obama dış dünyaya elini uzatırken, şu an, Avrupa'nın da bir takım riskler alma zamanı geldi.

FINANCIAL TIMES: "TÜRKİYE İÇİN SAKİN DİPLOMASİ ZAMANI"

ANKARA, 13/04(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 12 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan başyazının çevirisi şöyledir:

Başkan Barack Obama ilk büyük uluslararası gezinin hemen sonrasında yaptığı Türkiye ziyareti sırasında ülkenin gelişen dış ilişkilerine övgüler yağdırdı. Washington-Ankara ilişkileri George W. Bush döneminde -kısmen Türkiye'nin 2003 Irak işgaline destek vermemesi sebebiyle- kötüye gitmişti. Fakat Obama'nın resmî ziyareti önemli bir dönüm noktası olabilir. ABD Başkanı, bu ziyaret sırasında Türkiye'nin İslam dünyası ile Batı arasında köprü görevi gördüğünün altını çizdi. Türkiye'nin İsrail ile Arap dünyası arasındaki ara buluculuk rolünü vurguladı. Obama, Türkiye'nin gelecekte Avrupa Birliği'ne katılmasını umduğunu da dile getirdi.
Obama'nın bu son dileği tabii ki bazı Avrupalı liderlerin yeniden rahatsızlık hissetmesine yol açtı. Obama'nın Nicolas Sarkozy ile görüşmesinin hemen ardından Fransa Cumhurbaşkanı, AB ülkelerinin "büyük bir çoğunluğunun" Türkiye'nin üyeliğine karşı olduğunu söyledi. Alman Şansölye Angela Merkel de Türkiye'nin AB'ye katılımına dair ülkesinde çok fazla "görüş farkı" olduğunu belirtti.
Türkiye'nin AB üyeliğiyle ilgili şüpheler son derece üzücü. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçen hafta Financial Times'a verdiği mülakatta, ülkesinin AB ile müzakerelere başladığını ve Birliğe katılması için gereken reformları gerçekleştirmek üzere çalıştığını hatırlattı. Türkiye bu girişiminden ötürü desteklenmelidir. AB üyeliği Türkiye'nin siyasi istikrarını garanti altına alacak en önemli gelişmelerden biri olacaktır. Üyelik aynı zamanda İslam ile Batı ilişkilerinin iyileştirilmesine de yarayacaktır.
Türk hükûmetinin yine de bilmesi gereken bir husus var: Uluslararası arenada fazla aceleci ve girişken bir tutum takınmasının kendisine bir fayda sağlamayacağı. Türkiye Irak ve Afganistan'da istikrar sağlanması için yapıcı bir rol üstlenmiş olabilir, ancak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği adaylığına tek başına muhalefet ederek son NATO Zirvesi'ni neredeyse çıkmaza sokacaktı. Bu Zirve böylesine bir gösteri için fazla önemli bir sahne ve bu Türkiye'nin uluslararası imajına zarar veriyor.
Bunun yerine Türkiye, bu sefer sakin ve sorumlu bir diplomasi izlemelidir. Ülke, önümüzdeki iki ay içinde iki büyük meseleyle başa çıkmak zorundadır. Bunlardan ilki Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve 1993'te Azerbeycan'a destek amacıyla kapatılan Ermenistan sınırının yeniden açılması. İkincisi ise AB ve NATO'nun kararlarını olumsuz yönde etkileyen bir sorun: Yunanistan ile Kıbrıs konusunda bir anlaşmaya varılması. Türkiye bu iki cephede iyi bir siyaset sergileyebilirse, AB üyeliği ihtimalini büyük ölçüde güçlendirecektir.

 

İSPANYA BASINI

EL PERIODICO: "OBAMA, AVRUPA... TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ"

ANKARA, 13/04(BYE)--- İspanya'da yayımlanan El Periodico gazetesinin 13 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında gazeteci ve tarihçi Mateo Madridejos imzasıyla yukarıdaki başlık altında yer alan yazının çevirisi şöyledir:

Avrupalılar arasında John Kennedy'den sonra en populer Başkan Barack Obama'nın Avrupa turu, mütevazı sonuçlarına zıt düşen mükemmel, hatta coşkulu bir atmosferde geçti. Financial Times, "Obama, hakettiğinden daha azını elde etti" başlığıyla yakındı ve Alman haftalık gazete Die Zeit de, "Bir Amerikalıya pek benzemediği için herkes onu seviyor" diye açıkladı. Büyü ve uyum, AB'ye girişi hakkında Washington'un desteği bir ikilem yaratan Türkiye konusunda bozuldu.
Türk hükûmeti, NATO Genel Sekreteri olarak Danimarkalı Anders Fogh Rasmussen'in adaylığına karşı koydu; tartışma, ayyuka çıktı. Ankara, Muhammed karitarürleri olayında ifade özgürlüğünü savunduğu ve ılımlı Müslümanların bile kendisinden talep ettiği sansürü yerine getirmeyi reddettiği için Rasmussen'in bu konudaki tavrını gündeme getirdi. Türkiye'nin AB'ye girişinden yana olan birçok Avrupalı, bu Osmanlı davranışından dolayı kendilerini hayal kırıklığına uğramış hissetiler. Bu konuda Fransız Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner şöyle dedi: "Türkiye'nin pekiştirilmiş din ve daha az vurgulu laiklik doğrultusundaki değişimi beni endişelendiriyor."
Rasmussen'in söylediklerinden geri adım atması sonucunda Obama, Türklerin inatlarının üstesinden gelmek için NATO yapısında tavizler önerdi, ancak yaptığı Türkiye'nin AB'ye girme çağrısını Sarkozy'nin reddetmesini ve müdahale edilmesinden şikayetçi olmasını engellemeyemedi. Türkiye'nin girişine reddin en belirgin olduğu ülkelerden Almanya'da Frankfurter Allgemeine Zeitung, "Obama nereye kadar Müslümanların isteklerine boyun eğecek" diye sordu. Olabildiğince geniş ve daha az entegre olmuş bir AB isteyen Londra karşısında Paris ve Berlin, ekonomik olarak faydalı fakat siyasi olarak da zararsız bir ortaklığı savunuyor.
Türkiye'nin, Kore savaşında yer almasından ve SSCB'nin sınır gözcüsü olarak NATO'ya girmesinden (1952) itibaren, komünist karşıtlığı ve Atatürk'ün mirasını koruyan askeri kalkan öncülüğünde ABD'yle sıkı ilişkileri oldu. Erdoğan'ın 2002'deki seçim zaferiyle resmi ve üniformalı laik rejim çıkmaz sokağa girdi ve İslamcılığın yükselişi, baskın siyasi faktöre dönüştü. Kemalizm tarafından yasaklanan Müslüman giysisi, İstanbul'da bile batı tarzı vitrinlere girdi.
Obama, Davos'ta yapılan son konferansın yankılarının henüz silinmediği Ankara'da, Arap-Müslüman dünyasıyla çatışmalı ilişkilerden kaynaklanan kişisel ve diplomatik çelişkilerle dolu olarak hazır bulundu. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelmesinden itibaren Başbakan, laiklerin direnişine rağmen devletin İslamlaştırılmasını genişletmek için uğraşıyor.
Obama'nın Ankara ve İstanbul adımları, çok ihtiyatlıydı. Konuşmalarında, laik çevrelerin tepkisine yol açan hükümet partisi için söylenen "ılımlı İslamcı" ifadesini kullanmaktan kaçındı. Meclis'teki "ABD, İslamla ne savaş halindedir ne de olacaktır" açıklaması; kendisinin halifeliği yıkan liderin Anıtkabir'deki ziyaret defterinde de yazdığı üzere, modern ve başarılı bir demokrasi olarak Türkiye'nin Atatürk vizyonunun" yücelmesi için bir engel değildi. 1915 Ermeni katliamları konusunda,- belki de aynı şekilde laik ve İslamcıları rahatsız ettiği için- seçim kampanyasında kullanmasına rağmen, "soykırım" kelimesini telaffuz etmekten kaçındı.
The New York Times'ta bir Türk gazeteci, "Başkan Obama'nın Avrupalılara, Türkiye'nin yerinin Avrupa'da olduğunu hatırlatması çok güzel; ancak Türklere de oraya ulaşmanın daha fazla hoşgörü ve reform gerektireceğini de hatırlatmasını umuyoruz" diye yazıyor. Ilımlı İslamın sorunu, hegemonyanın olduğu yerde kökten dinciliğin (ister şeriat yaptırımları isterse de sosyal kontrol mekanizmaları) ortaya çıkmasıdır. Ancak şunu da unutmamak lazım ki, İslami Türkiye'yle birlikte, yeni yapılan yerel seçimlerin teyit ettiği üzere, Kemalizm nostaljisiyle buluşan laiklik ve milliyetçilik değer kazanıyor.
Türkiye'nin AB müzakereleri, Erdoğan'ın söz verdiği reformların devam etmemesine bağlanarak durmuş vaziyette. İslamcı baskıyla kombine şekilde Hükûmetin bunaltıcı sosyal muhafazakârlığı, Türkiye'yi gizli bir şekilde Avrupa'dan uzaklaştırıyor: Vicdan ve düşünce özgürlüğünde geriye doğru gidiş, gazetecilere kovuşturmalar, kadınların aşağılanması ve takipteki veya ayrım gözetilen Kürt azınlık gibi liberallere de vatan haini suçlamaları getirilmesi. Obama, Ankara'nın AB yükümlülüklerini üstlenmesi ve siyasi onayı garanti eden reformları başlatması gerektiğini biliyor. Bu yüzden jeostratejik incelik ve öğütler, Brüksel'e değil, Avrupa'yla bütünleşme yeteneği de olup olmadığını göreceğimiz Türkiye'ye gitmeli.

EL PAIS: "TÜRK MESELESİ"

ANKARA, 14/04(BYE)--- İspanya'da yayımlanan El Pais gazetesinin 14 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Jean-Marie Colombani imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Barack Obama, Avrupa'da seçim kampanyalarını başlatmış oldu. Türkiye'ye yaptığı ziyaret boyunca ABD Başkanı, ülkesinin, Ankara'nın AB üyeliğinden yana olan geleneksel tutumunu vurguladı, Nicolas Sarkozy ise bu konunun AB'nin sorunu olduğunu ve Birliğin 27 üyesini bağladığını kendisine anında iletti.
Obama'dan Türkiye'yi ABD'nin 51. eyaleti olarak ilan etmesini isteyen Bavyera Hristiyan Sosyal Birliğinin (CSU) bazı sözcüleri gibi, fazlaca ileri gidenler de vardı.
Görüleceği üzere Türkiye, arzulu isteğini yeniden canlandırmaya devam ediyor. Bu olayda gerçek şu ki NATO zirvesinde olup bitenler sebebiyle Türkler heyecanlandı.
Strasbourg'da Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Danimarkalı Rasmussen'in NATO Genel Sekreteri olarak atanmasına direndi. Rasmussen, birçok Müslüman ülkede ayaklanmaya ve Danimarka'ya karşı boykot tehdidine sebep olan Muhammed Peygamber karikatürleri olayı yaşandığı zaman da başbakandı. Türkiye'nin boyun eğerek diğer NATO üyeleri gibi yeni genel sekreterin atanmasını kabul etmesi için Barack Obama'nın müdahalesi gerekliydi, ancak AB'ye üyeliğine ABD desteği karşılığında.
Sonuç olarak bu açık pazarlığın çok kötü bir etkisi oldu. Şimdiye kadar Türkiye'nin üyeliğinden yana olan Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, Türk yöneticilerin davranışı karşısında duyduğu şaşkınlığı ifade etti ve tam üyelik değil "imtiyazlı ortaklık" taraftarı olan Nicolas Sarkozy ile hemfikir oldu. Türkiye'de ABD Başkanının sözleri Türk yöneticilere ihtişamlı gelmiş olmalı, zira Obama, ABD'nin Müslüman dünyasıyla savaş halinde olmadığını, aksine Müslüman ülkelerle uzun vadede bir iş birliği ve diyalog havası yaratmak istediğini vurguladı. Bu anlamda Obama, selefi George Bush'un tamamen zıddı oldu. Konuşmasının içeriğinde İran ve Suriye ile diyalog kurma teklifi de vardı.
ABD'nin -İngiltere ile aynı şekilde- Türkiye'nin AB üyeliğine olan desteği, sabit bir tavırdır. Türkiye, Amerikan ittifak oyununda ve aynı zamanda NATO'da temel bir unsurdur. Hatta, NATO'nun Afganistan'daki varlığını güçlendirebilecek nadir üyelerden biridir. Ancak Fransız cevabının ve bazı Alman tepkilerinin sertliği, Ankara'da gerginliğe neden oldu. Dünün Dışişleri Bakanı bugünün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Rasmussen'in atanması fırsatıyla şantaj suçlamalarını reddetti ve soğuk savaş boyunca Avrupa savunması için ülkesinin ileri mevzi olarak rolünü ve tavrını hatırlattı ve Türkiye'yi hedef alan eleştirilerin Avrupalılarla ilişkileri yıpratabileceğine açık olarak işaret etti.
Bu durumda Türk meselesine üç açıdan bakmak lazım. Birincisi ve en önemlisi, yer sorunu. Mesela, AB'nin Türkiye ile bütünleşerek İran ile ortak bir sınıra sahip olması uygun olur muydu? Yoksa bu sınır bugün olduğu gibi İstanbul'un kapılarında mı kalmalı? Avrupa kamuoyu bölünmüş durumda ve Türk devletinin laik doğasına yönelen veya yönelebilecek tehditler, Türkiye'nin AB'ye üyeliğine karşı olanları güçlendiren bir unsuru teşkil ediyor.
İkincisi, Türkiye'nin Fransa'da ve Almanya'da, iç politikayla alakalı olması. Son olarak üçüncüsü ise ABD ile ilişkilerle ilgili.

 

İTALYA BASINI

IL GIORNALE: "ON İTALYAN'DAN YEDİSİ TÜRKİYE'NİN AB'YE KATILIMINA KARŞI"

ROMA, 09/04(BYE)--- Tirajı günde 180 bin olan Il Giornale gazetesinin 9 Nisan 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Patrizia Avoledo ile Cipriana Dall'Orto tarafından yönetilen haftalık Donna Moderna (Modern Kadın) dergisince yapılan ankette, "10 İtalyan'dan 7'sinin Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılımına karşı olduğu" sonucu çıktı. Daha geniş bir Avrupa herkesin hoşuna gitmiyor, şayet yeni üyenin adı Türkiye ise insanlar bundan daha da az hoşlanıyor. Bunun sebebi ise, belki Türkiye'nin Avrupa kıtasının tek Müslüman kalesi olmasından belki de Ermenilere karşı yapılan cezalandırılmamış katliamdan, hatta suçun kabul edilmeyişinden kaynaklanıyor.
Anket sonucu bugün yayınlanacak. 6-7 Haziran 2009 tarihlerinde tüm Avrupa'da yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçimleri de yaklaşmakta olduğu için Avrupa konusu, her geçen gün daha da hassas bir konuya dönüşüyor.

IL MANIFESTO: "AVRUPA'NIN KAPALI KAPILARI"

ROMA, 10/04(BYE)--- Komünist eğilimli il Manifesto gazetesinin 10 Nisan 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında Sara Prestianni imzasıyla yayımlanan haberin özet çevirisi şöyledir:

Türkiye ile Yunanistan'ı birbirinden ayıran bir duvar değil, onları ayıran deniz, akıntılar, toprak ve mayınlar. Bu iki ülke göçmenler için giriş ve çıkış kapısı oluşturuyor: Türkiye'den kaçarak Avrupa'ya ulaşmak isteyenlerin yanı sıra, son yıllarda yasa dışı yollarla tahliyeler de gerçekleşmektedir.
Her yıl yaklaşık 150 bin kişi Ege denizi adalarına, Evros (Meriç) nehrini geçerek, dağları aşarak, mayınlardan atlayarak ve kamyonların içine saklanarak Türkiye'den kaçıyor. Mülteciler genelde Somalili, Afganlı, Pakistanlı, Hindistanlı, Iraklı. Aralarında iltica talebinde bulunanlar da var.
Türk-Yunan sınırında meydana gelen, şiddet, sınır dışı edilmeler gibi olaylar, son yıllarda Alman Pro Asyle Derneği, Human Rights Watch ve ırkçılık karşıtı Yunan derneklerince de ihbar edildi, ancak hiçbir şey değişmedi. İki ülke arasında yaşananlar bir "ping pong"a benziyor.
Yunanistan'ın Evros bölgesine varan her kim olursa olsun yakalandığı takdirde alıkoyma merkezinde (detention center) tutulma süreleri milliyetlerine göre değişiyor: Afganlılar merkezde birkaç gün, Somaliler birkaç hafta, Iraklılar ise 2 ila 3 ay arasında kalmaktadır. Yunan sınırına 2 km uzaklıktaki -Yunanistan'da açılan ilk alıkoyma merkezi- Venna'ya sınırda yakalanan göçmenler getiriliyor ve merkezde bulunan 200 kişi altı büyük hücreye yerleştiriliyorlar; üç ay kadar merkezde kalan göçmenlerin bazıları dövülüyor, sonrasında da bir ay içinde ülkelerine dönmelerini belirten Yunanca bir "çıkış kağıdıyla" merkezden çıkartılıyorlar.
Hepsi Atina'ya oradan da Petras'a doğru yollarına devam ediyor. Göçmenler, "şiddet ve ırkçılık, çalışma koşullarının ağırlığı, yardım ve koruma koşullarının olmayışı gibi nedenlerle Yunanistan'ın gerçekten Avrupalı olup olmadığını kendi kendilerine sorarak" Yunanistan'dan kaçmaya çalışıyorlar, hatta bazıları bu kaçış için 3000 Avro kadar para dahi ödüyor. Ayrıca sahte belge de satın alınabiliyor, limandaki gümrük makamlarına rüşvet veriliyor: Birkaç ay önce Patras limanında 8 polis, İtalya'ya kaçak göçmen trafiğinde yardımcı olmakla suçlandı. Bazıları ise parası olmadığı için başka yollara başvuruyor. Avrupa'ya girebilmek için kamyonların arkasından koşup atlamayı, benzin istasyonlarında saklanmayı ve uygun zamanı beklemeyi tercih ediyorlar. Tam olarak da Petras limanından Türkiye'ye yasa dışı tehcir başlıyor. Son yıllarda polis baskınlar düzenleyerek, her seferinde 100 ila 200 göçmeni yakaladı; en son olay ocak ayı ortasında gerçekleşti. Dedeağaç'ta yakalanan K. adlı bir göçmenin anlattığına göre "Yunan polisi, yakalanan göçmenleri, Yunanistan'da yaşadıklarını gösteren her şeyi ellerinden alıp dürbünle Türk tarafında kontrollerin olmadığı bir anı seçip küçük bir tekne içinde yirmili gruplar halinde Türk tarafına gönderiyor", mülteciler buradan da İstanbul'a doğru yola çıkıyorlar. Yol üzerinde birçok göçmen Türk polislerince tutuklanıyor, ellerinde Yunanistan'dan geldiklerini gösteren bir belge olmaması nedeniyle alıkoyma merkezleri kaçınılmaz oluyor. Bu merkezlerde olduğu gibi, Türk hapishanelerinden de ne zaman çıkılacağı bilinmez. Göçmenlerin bir kısmı Afganistan'a ya da İran sınırına bırakılıyor. Her ne kadar Türkiye ile Yunanistan arasında 2001 yılında "Türkiye'nin Yunanistan'a geçmeden önce kendi topraklarından geçen göçmenleri durdurmasını" öngören " bir anlaşma imzalanmış olsa da, Yunan İçişleri Bakanlığı Sekreterine göre, Türkiye iş birliğinde bulunmuyor ve göçmenlerin sadece yüzde 6'sı anlaşma çerçevesinde sınır dışı ediliyor.
Yunanistan göçmenler için tam anlamıyla bir tuzağa dönüştü; göçmenlerden alınan parmak izleri birer mahkumiyet oluşturuyor; mülteci statüsünü almak için yıllarca beklemek anlamına geliyor.

CORRİERE DELLA SERA: "TÜRKİYE AB'DE... OBAMA'NIN TAVSİYELERİ"

ROMA, 14/04(BYE)--- Tirajı günde 641 bin olan Corriere della Sera gazetesinin 11 Nisan 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Alberto Sala imzalı okur mektubu ve emekli Büyükelçi Sergio Romano'nun mektuba verdiği yanıtın çevirisi şöyledir:

"ABD'nin AB'ye sürekli olarak tekrar ettiği Türkiye'yi kabul etme talebinin, anlaşılabilir ve paylaşılabilir nitelikte dünya çapında strateji hedefleri var. Maalesef, pek çok kişinin görüşüne göre (benimki de dahil) AB sağlık açısından pek iyi durumda değil ve Türkiye'nin girişiyle son darbeyi alabilir. Bu, belki de ABD'yi üzmeyebilir (Birleşik Britanya Krallığı'nı da), ancak esas konu bu değil. Size sorum, dünyevi bu sorunu çözmek adına, bizzat ABD'nin, zengin koleksiyonlarına bir yıldız daha eklemesi düşünülemez mi? Hiç kuşkusuz onlar daha istikrarlı ve sağlam durumda ve gelecek zarar (eğer zarardan bahsedilebilirse) AB için olacaktan daha düşük olabilir." (Alberto Sala)

Sevgili Sala,

ABD Başkanının Türkiye'yi ziyaret etmeye karar vermesinin ve ziyareti sırasında Türklerin duymayı arzu ettiği şeyleri söylemesinin nedenlerini anlamak güç değil. Bush'un Irak politikası, Kürt meselesini yeniden açtı ve uzun süre boyunca Amerika'nın bölgedeki en sadık NATO müttefiki olan Türkiye'de (ABD'nin) sahip olduğu, halkın önemli bir bölümünün beğenisinden ABD'yi yoksun bıraktı. Irak konusundaki bir filmin (Kurtlar Vadisi) Türk sinema salonlarında çıkışını bir süre önce duyurma fırsatım olmuştu. Bu filmde Amerikan güçleri ve bazı Yahudi karanlık örgütler, Irak iç savaşının çarpışma alanlarında toplanıp uluslararası piyasada satılmak üzere organ nakli yapmakla suçlanıyordu. Wall Street Journal'dan bir gazeteci Recep Tayyip Erdoğan ile mülakat yaptığında ve Amerika karşıtı ve iftiracı bu film hakkında soru sorduğunda, Erdoğan ifade özgürlüğüne ilişkin bir iki belli belirsiz söz söylemekle yetinmiş ve bariz bir umursamazlık sergilemişti. Bush yönetiminin bölgede yarattığı istikrarsızlık ortamından dolayı Türk hükümetinin endişeli ve rahatsız olduğu ve vatandaşlarının tepkilerini frenlemeye kesinlikle niyeti olmadığı, resmi olarak açıklanmamakla birlikte, o anda açığa çıktı.
Obama, bu bölüme son vermeyi amaç edindi. Sağlam kurumlara, etkili bir silahlı kuvvetlere ve son yıllarda pek çok kez gösterdiği gibi, tüm bölgede güçlü bir siyasi otoriteye sahip tek Müslüman devletin işbirliği olmadan, radikal İslam'ın en tehditkar protestolarıyla mücadelenin imkansız olduğunu biliyor. Dolayısıyla, bu devleti mümkün olduğunca Batı'ya bağlı tutmak gerekir. Ancak bu, ABD Başkanına kamuya açık bir şekilde TBMM'de yaptığı konuşmada, Türkiye'nin AB'ye girme zorunluluğunu destekleme yetkisini vermiyor. Ankara'da yaşanan bu gelişme, Obama Amerika'sının, Bush'unkinde açık şekilde gözlenen özelliklerden yoksun olmadığını gösteriyor. Uluslararası politikanın kurallarına boyun eğmeme hakkı varmış ve diğer devletler için meşru olmayan ayrıcalıklara sahipmiş gibi konuşuyor ve hareket ediyor. ABD 1959 yılında, Alaska ve Hawai'nin, federasyonun 49 ve 50. üyesi olmasına karar vermek durumunda kaldı. Avrupa devletlerinden bir devlet adamı, bu sorunu ele alma konusunda tavsiyeler verse Beyaz Saray'ın kiracısı (Dwight D. Eisenhower idi) ne derdi? Büyük ihtimalle, Obama'nın Türk parlamentosundaki konuşmasından sonra, Sarkozy gibi cevap verirdi: "Başkan Obama ile sıkı işbirliği içindeyim, ancak AB'yi ilgilendiren konularda karar, bu Birliğin üyelerine düşer." (Sergio Romano)

 

KIBRIS RUM BASINI

FİLELEFTHEROS: "ABD'NİN MESELESİ DEĞİLDİR"

LEFKOŞA, 09/04(BYE)--- Bağımsız, liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 9 Nisan 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Amerika Başkanı Barack Obama, ülkesinin AB'nin bir bölümünü oluşturmamasına rağmen, Türkiye'nin AB'ye katılımına ilişkin dobra bir şekilde açıklama yapmaktan kaçınmadı. Avrupalıların da ABD'nin siyasi konularında görüş sahibi oldukları olgusuna gönderme yaptı.
Ankara'ya destek, çoğunluk olarak son dönemde açığa vuruldu ve Amerika'nın daimi desteğini ifade etmektedir.
Elbette ki konu, Türkiye'nin AB'ye katılımına ilişkin görüş sahibi olup olmadıkları değil, adaylığının ileriye gitmesi için perde arkasında hareket ettikleri olgusudur. Avrupa alanında Türkiye'nin ajandaları olarak işliyorlar. Türkiye'nin katılım sürecinin engelsiz bir şekilde ilerlemesini talep ederek, mektuplarla müdahale ediyorlar, tüm alanlarda temaslar gerçekleştiriyorlar.
AB'ye karşı sorumluluklarını yerine getirmediğinden dolayı Ankara'nın katılıma hazır olmaması onları rahatsız etmiyor veya etkilemiyor.
Amerika Başkanının söylediği şeylere ilişkin AB'de itirazlar var. Avusturya Dışişleri Bakanı, Türkiye'nin AB'ye katılımına ilişkin AB üye devletlerinin "kendi başlarına karar vereceklerini" açıkladı.
Kimse ABD'den, Türkiye'nin adaylığıyla ilgilenmemesini beklemiyor. Önemli stratejik ortaklarına ve müttefiklerine yardım etmenin de ötesinde, Türkiye'nin AB'ye katılımının AB içindeki ajanları kuvvetlendireceği açıktır.
Türk katılımını AB'nin 27 üye devleti belirleyecek. Bu üyeler arasında Yunanistan ve Kıbrıs da vardır. Ne kadar baskı uygulasalar da Türkiye'nin katılımının onaylanacağı veya reddedileceğine ilişkin son kararın üye devletlerin parlamentolarından geçeceği açıktır.
Danimarka Başbakanının NATO Genel Sekreterliğine seçilmesi sırasındaki Türk baskıları bahanesi ile Türkiye'nin katılım sürecine taraftar olmadığını açıklayan Fransa Dışişleri Bakanının açıklamalarını anımsamamız önemlidir. Bu açıklama, AB'de Türkiye'ye karşı biçimlenen atmosferi ifade etmektedir.

ALİTHİA: "TÜRKİYE'NİN AVRUPA ÜLKESİNDEKİ AJANLARI"

LEFKOŞA, 10/04(BYE)--- Tirajı günde 11 bin olan DİSİ eğilimli Alithia gazetesinin 10 Nisan 2009 tarihli sayısında, Pambos Haralambos imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Amerika Başkanının, Türkiye'nin AB'ye katılımını desteklemesi Kıbrıs'taki politikacıları ve gazetecileri sinirlendirdi. Filelefthoros gazetesi, makalesinde Amerika Başkanı Barack Obama'nın, ülkesinin AB'nin bir bölümünü oluşturmamasına rağmen, Türkiye'nin AB'ye katılımına ilişkin dobra dobra açıklama yapmaktan kaçınmadığını gözlemliyor.
Fileleftheros gazetesinin makalesinde "Sorun elbette Amerikalıların Türkiye'nin katılımına ilişkin bir görüşe sahip olup olmamaları değildir, olay perde arkasında adaylığının öne sürülmesi için faaliyet gösterilmesidir. Niteliksel bir şekilde bahsedilmiş olduğu üzere, Avrupa alanında Türkiye'nin ajanları olarak faaliyet gösteriyorlar. Türkiye'nin katılım sürecinin engelsiz bir şekilde ilerlemesini talep ederek, mektuplarla müdahale ediyorlar, tüm alanlarda temaslar gerçekleştiriyorlar." diye yazıyor.
ABD'nin (elbette Obama) Türkiye'nin Avrupa ülkesindeki ajanı gibi hareket ettiğini, Fileleftheros gazetesinin New York'taki senaryo yazarından başka kimse niteliksel olarak değinmedi. Fakat olay ABD'nin Türkiye'nin katılımının engelsiz bir şekilde ilerlemesini talep ederek, mektuplar ile müdahale edip etmediği, her alanda temaslar gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir. Bizi rahatsız mı ediyor?
10 Ocak 1995'te, Kliridis, cumhurbaşkanı olduğu dönemde, İngiliz başbakan John Major ile görüştü ve AB üyelerinin Kıbrıs'ın AB'ye katılım müzakerelerinin başlaması için tarih saptamadaki çekincelerini tartıştı. Kliridis'in Avrupa etrafında dolaşmasının nedeni, Almanya, Fransa, İtalya gibi önemli ülkelerin, Kıbrıs sorunu çözümsüz olarak kaldığı sürece, Kıbrıs'ın katılım müzakerelerinin başlaması taraftarı olmamalarıydı.
12 Ocakta, Fransız Dışişleri Bakanı, Avrupa Birliği Dönem Başkanı sıfatıyla, AB'nin Kıbrıs Cumhuriyetinin katılım müzakerelerinin başlaması yönünde taahhütte bulunmasının söz konusu olmadığını açıkladı.
AB yakınlarının bu çekincelerinin ortadan kalkması için, Yunanistan 6 Şubatta "Kıbrıs'ın AB'ye katılım müzakerelerinin başlaması şartıyla" Türkiye'nin Gümrük Birliği ve 4 Mali Protokolü için veto hakkını kullandı.
17 Şubatta, ABD'nin Lefkoşa'daki büyükelçisi Richard Boucher, ABD'nin Kıbrıs'ın AB'ye katılımını, Türkiye'nin AB ile gümrük birliğini desteklediğini tekrarladı. Ankara'nın bir sonraki hükûmeti, Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne katılması durumunda, işgal bölgesinin ilhakı ile tehdit etti.
1995 Mart başlarında, o zamanlar ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher, başkan Clinton'un talimatlarından sonra, AB'den Kıbrıs Cumhuriyetinin AB'ye katılım müzakerelerinin başlamasını talep ederek, mektuplarla (Paris'e, Roma'ya) müdahalede bulunuyor, yüksek düzeyde temaslar gerçekleştiriyor.
6 Mart 1995'te -yani Birliğin genişlemesi kararının alındığı hükûmetler arası konferanstan altı ay sonra- AB Kıbrıs'ın katılım müzakerelerinin başlaması için tarih belirliyor.
Bugün Türkiye'nin ajanına ilişkin dil uzatan aydınlardan herhangi bir şey hatırlayan var mı? Ya da dil uzatmadan önce herhangi bir şey hatırlamaya özen gösteren var mı?

FİLELEFTHEROS: "TÜRKİYE-AB... ÖRS İLE ÇEKİÇ ARASINDA"

LEFKOŞA, 13/04(BYE)--- Tirajı günde 26 bin olan bağımsız, liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 13 Nisan 2009 tarihli sayısında, DİSİ Başkan Yardımcısı Nikos Tornaritis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye'nin AB beklentisi konusu, Avrupai siyasi sahnede önemlidir. Obama'nın Türkiye'ye yapmış olduğu ziyaretle, bu konu tekrar gündeme geldi. ABD Başkanı, Türkiye'nin Avrupa ailesine tam katılımına taraftar oldu. Temsil ettiğim DİSİ'nin de katılımıyla Avrupa Halk Partisinin Paris'te yaptığı konferansın arifesinde, bu konu tepkilere yol açtı.
Konferansta söz alarak, Türkiye'nin işlevsel bir şekilde iş birliği kurması, kısa bir zamanda Kıbrıs'ta AB topraklarındaki işgali sonlandırması ve Avrupa Birliği kriterlerini yerine getirmesi koşuluyla AB'ye tam katılımını destekledim.
Fransa, Almanya, Avusturya ve diğer Avrupa devletlerinin tepkileri küçümsenmemelidir. Bununla birlikte, kararın AB üye devletleri tarafından 2017 ve sonrasında alınacağı gerçeğine rağmen ABD'nin etki olanakları da küçümsenmemelidir.
Var olan konjonktürün, Kıbrıs'ın, Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik tezlerini açık bir şekilde ortaya koyması açısından olumlu olduğunu değerlendiriyorum. Bazı güçlü ortakların Türk katılımına tepkileri, Kıbrıs sorunuyla ilgili değildir, AB içindeki siyasi ve ekonomik dengelerdeki aksamayla ilgilidir.
Bir gün Türkiye ile ilgili her karar açıklığa kavuşturulacak ve Kıbrıs'ın çıkarına olup olmayacağını kimsenin tayin edemeyeceği yeni bir ortam oluşacak.
Paris'te, biz Kıbrıslılar için temel kriterin Türkiye'nin tekrar değerlendirileceği zamana kadarki süreç içinde Kıbrıs'ın yüzde 37'lik toprağındaki işgali kaldırarak, Kıbrıs sorununun çözümü için işlevsel bir şekilde katkıda bulunması olduğu tezini savundum.
Türkiye'nin ve ABD de dâhil olmak üzere Türkiye'nin AB'ye katılımına destek verenlerin, Avrupa perspektifine yeni bir dinamizm kazandırmaları gerekmektedir.
Türkiye'de yurt içindeki reformlar yavaştır ancak bu konuda ikna olmuyorlar. Türkiye, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda iş birliği kurması durumunda, Kıbrıslı Rumların endişelerini tatmin ederek, kaybolmuş dinamizmi geri alabilir.
Karşılıklı kabul edilebilir bir çözüme tam anlamıyla varılması, Türkiye'nin farklı bir ülke olduğunu, komşularına saygı gösteren, kanunları uygulayan, üzerinde anlaşılmış metinlere uyum sağlayan bir Avrupa ülkesi olduğunu ortaya koyacaktır.
Özellikle Avrupa'ya yararlı olabilecek, Doğu Akdeniz'de istikrara ve Yunanistan-Türkiye ilişkilerinin düzene girmesine ilişkin, ileriki yıllarda Türk adaylığının akıbetine ilişkin AB'nin vereceği kararların riskinden Kıbrıs'ı kurtaracak gelişmeler olmalıdır.

KİPE: "STEFANU: TÜRKİYE, KIBRIS KONUSUNUN AVRUPA SÜRECİ YOLUNDA VAR OLAN BİR SORUN OLDUĞUNU ANLAMASI GEREKİR"

ANKARA, 15/04(BYE)--- Kıbrıs Haber Ajansının (KİPE) 15 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:

Hükûmet Sözcüsü Stefanos Stefanu, "gerçek beyanların başka türlü çevrildiği, nakledildiği ya da tam olarak karşılığını yansıtmayan açıklamalar yapıldığını" ifade ettikten sonra, bir Türk Bakanın yaptığı açıklamalarla ilgili bir soruya temkinli olarak verdiği cevapta, Türkiye'nin, Kıbrıs konusunun Avrupa süreci yolunda var olan bir sorun olduğunu anlaması gerektiğini belirtti.
Stefanu, "Türkiye'nin AB sürecine yardımcı olabilmesi için, Kıbrıs sorununa BM kararları, uluslararası ilkeler, Avrupa Hukuku ve 1977 ve 1979 yıllarında yapılan üst düzey anlaşmalar temelinde bir çözüm bulunacak şekilde iş birliği yapması gerekir. O halde Türkiye için "Halep oradaysa arşın burada" demek yerinde olur. Türkiye'nin kendi AB sürecine yardımcı olması için Kıbrıs sorununa çözüm bulunması konusunda iş birliği yapması gerekir." dedi.
Stefanu ayrıca Türkiye'nin AB'ye ve Kıbrıs Cumhuriyeti'ne karşı üstlendiği yükümlülüklerini de yerine getirmesi gerektiğini vurguladı.
Stefanu, Kıbrıs Türk lideri Mehmet Ali Talat ile ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın bugün Washington'da görüşmesiyle ilgili görüşü sorulduğunda, "Bu konuda ne söylenmesi gerekiyorsa söylendi, görmek için bekleyeceğiz." dedi.
Hükûmet Sözcüsü, konuyla ilgili bir soruya cevaben, birkaç kere düşüncelerini dile getirdiği bugünkü görüşmeyi bekleyeceklerini söyleyerek, hitap biçimleri konusunun da bir sorun olduğunu belirtti.
Stefanu, görüşmenin Talat'ın konumunu yükseltip yükseltmediğiyle ilgili bir soruya cevaben, Talat'ın yegâne sıfatının Kıbrıs Türk toplumunun lideri olduğuna göre, Talat'ın hangi sıfatla kabul edildiğinin önemli olduğunu ifade etti.
Hükûmet Sözcüsü, eski ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'in, Talat ile sözde Başbakan olduğu zaman görüşmesine atıfta bulunarak, "Ne yazık ki geçmişte bazıları Talat'a ayrı bir sıfat vererek onu kabul ettiler, çünkü bu onların Talat ile ilk karşılaşmaları değil." dedi.
Stefanu, son olarak BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Danışmanı Aleksander Downer'ın son günlerde "Sadece Kıbrıslılar, Kıbrıs sorununu çözme sorumluluğuna sahip" şeklinde yaptığı açıklamaları sorulduğunda, "Buna paralel olarak, uluslararası etkenlerin de Kıbrıs sorununa çözüm bulunmasını engelleyenlere yani Türkiye'ye yönelme ve Kıbrıs sorununa, uluslararası hukuk ilkeleri ve BM kararlarıyla oluşan doğru bir temel ve çerçevede bir çözüm bulunmasını talep etme sorumluluğu ve görevi var." dedi. 

FİLELEFTHEROS: "KİPRİANU: BAĞIŞ'IN TEZİ GERÇEKÇİ"

LEFKOŞA, 15/04(BYE)--- Bağımsız liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 15 Nisan 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Türkiye Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış'ın, "Kıbrıs sorunu etrafında yaratılan çıkmazın Türkiye'nin Avrupa sürecini gölgeleyebileceği" şeklindeki tezi Dışişleri Bakanı Markos Kiprianu tarafından gerçekçi olarak nitelendirildi.
Kıbrıs sorununun çözülmesine yönelik büyük bir fırsatın olduğunu belirten Kiprianu, Türkiye olumlu katkı koyarsa ve Rum tarafının temel hedefi olan Kıbrıs sorunu çözülürse, AB ile ilgili geriye kalan tüm konularda kolaylık sağlanacağını savundu.
Kiprianu, Bağış'ın gerçek bir olaylar durumunu özlü bir şekilde tasvir ettiğini söyledi.
Türkiye'nin, Kıbrıs'ı ilgilendiren AB karşısındaki yükümlülüklerinin kayıtlı olduğunu ileri süren Kiprianu, 27 üye devletin var olduğunu ve Türkiye'nin bunu kabul etmesi, buna paralel olarak hareket etmesi gerektiğini iddia etti.
Kiprianu, Eylül 2005 tarihli açıklama temelinde, Türkiye'nin, "Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerin normalleşmesine" ve Kıbrıs sorununun çözümüne aktif ve olumlu bir şekilde katkı koymasına ilişkin Ankara Protokolünün uygulanmasına yönelik yükümlülüklerinin olduğunu da öne sürdü.

 

YUNANİSTAN BASINI

ELEFTHEROTİPİA: "OBAMA'DAN OLUMLU MESAJLAR"

ATİNA, 09/04(BYE)--- Tirajı günde 52.944 olan Eleftherotipia gazetesinin 09 Nisan 2009 sayısında, Kira Adam imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Yunanistan Dışişleri Bakanlığı dün ABD Başkanı Barack Obama'nın Avrupa ve Türkiye ziyaretleri hakkında bir durum değerlendirmesi yapma girişiminde bulundu.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Yorgos Kumutsakos, Başkan Obama'nın ziyareti sırasında verdiği "tüm mesajların olumlu olduğunu" açıkladı. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü NATO ve ABD-AB zirve toplantılarında ele alınan konuların temelinde "kurumsal özerklikler" olduğunu söyleyerek, ABD'nin (ilk başta) NATO Genel Sekreterliği seçimine ilişkin Türkiye'nin tezlerini ve taleplerini destekleme çabasına ve Türkiye'nin AB'ye tam üye olması gerektiği konusundaki ısrarı karşısında Fransa ve Almanya'nın gösterdikleri yoğun tepkinin önemini azaltmaya çalıştı.
Sayın Sarkozy ve Sayın Merkel'in AB-Türkiye arasında özel ilişki kurulmasına dair tezleri karşısında net bir tutum benimsemekten kaçınan Sayın Kumutsakos, Yunan hükümetinin tezlerinin değişmediğini ve Türkiye'nin ön koşullara tam olarak uyduğu zaman AB'ye üye olacağını ifade etti. Sözcü, AB üyelerinin oy birliğiyle karar aldığını ve Yunanistan'ın da bu kararlara uyduğunu söyledi.
Diplomatik kaynaklar, AB üyeliğinin Türkiye'nin bir tercihi olduğunu. İster AB'ye tam üyelikten, ister AB-Türkiye arasında özel ilişkiyi tercih etsin, Atina Ankara'nın AB şartlarına uyuması konusunda ısrar ediyor. Aynı kaynaklar, "bu konuyu sonuca vardıracak olan rolü sadece Türkiye'nin oynayacağını" bildirdiler.
Sayın Obama'nın Türkiye ziyaretine de değinen Sayın Kumutsakos, "Yunanistan'a karşı uygulanan politika başka ülkelere ve o ülkelerin sorunlarına göre ele alınmıyor" diyerek Türkiye-Yunanistan ve Türkiye-ABD ilişkilerini birbirlerinden ayrı tutmaya çalıştı. Dışişleri Bakanlığı'nın diplomatik kaynakları, "Atina-Ankara-Washington arasındaki üçgen ilişkinin, soğuk savaş döneminde kalan, artık olmayan bir tez olduğunu" ifade ettiler.

ETHNOS: "TÜRKİYE AB'NİN MERCEĞİNDE"

ATİNA, 10/04(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 10 Nisan 2009 tarihli sayısında, Yorgos Delastik imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

İngiliz Financial Times gazetesinin dünkü sayısının manşeti: "Gül'den, Türkiye'nin eleştirilmesi tehlikesine dair uyarı." Dışişleri Bakanlığı deneyimiyle, Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreteri seçilmesini engelleme teşebbüsü nedeniyle Ankara'nın zarar gördüğünü anlayan Türkiye Cumhurbaşkanı, İngilizlerin yardımıyla açıklamada bulunarak ülkesinin kayıplarını sınırlamaya çalışıyor. Gül, "Avrupa'nın eleştirileri çok tehlikeli ve bizi rahatsız ediyor" diyerek, komik bir şekilde Türkiye'nin Rasmussen'e karşı tutumuna bahaneler üretmeye çalışıyor. "Şantaj yapmadık, anlamsız bir talebimiz de olmadı. Mantıklı ve çağdaş bir şekilde, Avrupa kültüründeki uzlaşı yoluyla hareket ettik" diyen Cumhurbaşkanı anlaşılan kimseyi ikna edemedi.
Gerçekler farklı. Ankara şimdi, Amerika'nın yeni Başkanı Barack Obama'nın stratejik planları sayesinde statüsünün etkili bir şekilde yükseltilmesinden dolayı kuvvetlenen kendini beğenmişliğin faturasını ödüyor.
Rasmussen, sadece Fransa ve İngiltere tarafından kabul görmesi değil, seçilmesinin garanti olması adına başka hiç kimsenin aday gösterilmemesini de şart koşan, Almanya'nın seçeneğiydi. Amerikalılar Rasmussen'in seçilmesinden hiç memnun değiller fakat Obama Avrupa'ya ilk ziyaretinde üstelik tam da bir ekonomik krizin ortasında, bu tür bir konuda Almanya'yla karşı karşıya gelmek istemedi. Amerika'nın Rasmussen'e karşı antipatisini bilen Erdoğan, ABD'nin desteğini alacağını da bilerek "Danimarkalıyı reddetme oyununu" üstlenmeye karar verdi. Almanya'nın bu kadar güçlü tepki göstereceğini ve Obama'nın katıldığı ilk NATO zirvesinin fiyaskoya uğramasını istemeyeceğini yeterinde göz önünde bulundurmadı.
Sonunda Ankara geri adım atmak zorunda kaldı. Geri adımına karşılık aldığına dair söylentiler ise tamamen bahane. NATO'nun bir ya da iki değil, tam altı Genel Sekreter Yardımcısı var ve bunlardan birisinin Türk olmasını istemek hakkıydı, hem de Rasmussen konusunda şantaj yaparak sürtüşme yaratmadan buna hakkı vardı.
Rasmussen'in özür dilemesine gelince; bu bir söylenti. Bu söylenti, Türk temsilciliği tarafından yayıldıktan birkaç dakika sonra, İskandinavyalı gazetecilere açıklamada bulunan Rasmussen tarafından yalanlandı. Rasmussen İstanbul'a hareket etmeden önce Danimarka'nın Politiken gazetesine yaptığı açıklamada, "Danimarka'da ifade özgürlüğü konusunda hiçbir zaman özür dilemeyiz" dedi ve bu ifadesi Alman Frankfurter Algemeine gazetesinin birinci sayfasından aktarıldı.
Öte yandan Erdoğan'ın bu tutumu, Türkiye'nin AB üyeliğinin Obama tarafından sıcak bir şekilde desteklenmesiyle ödüllendirildi fakat Ankara'yı artık düşman olmasa bile, güvenilmez bir müttefik olarak gören Almanya'yı derin bir şekilde hoşnutsuz etti.
Frankfurter Algemeine gazetesinde yer alan başmakalede, "ülkemizde ve başka ülkelerde Türkiye'nin AB üyesi olma amacına sempatiyle yaklaşanlar da, artık başka bir bakış açısı altında yaklaşacaklar" deniliyor. Gerek AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Türk dostu Olli Rehn'in gerekse Türk dostu Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner'in de Berlin'in eleştirel çizgisinde açıklamalar yapması, Almanya'nın konuya ne kadar büyük önem verdiğini gösteriyor. Söz konusu iki yetkilinin Ankara'ya karşı tutum değiştirmesi Türk liderliğini heyecanlandırmış olmalı.

ELEFTHEROTİPİA: "NE MİTSOTAKİS NE KARAMANLİS TARAFTARLARI"

ATİNA, 13/04(BYE)--- Tirajı pazar günleri 166.195 olan Eleftherotipia gazetesinin 12 Nisan 2009 tarihli sayısında ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, Dimitris Tsiodras'ın Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni ile yaptığı mülakatın çevirisi şöyledir:

Dora Bakoyanni gündemdeki "Pavlidis konusuna" değinerek, bakanlarla ilgili yasanın en kısa zamanda değiştirilmesi gerektiğini ifade etti. Fransa ve Almanya'nın tepkisine rağmen, Başkan Barack Obama'nın tezini benimseyen Dışişleri Bakanı, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini destekliyor. Bu arada Türkiye'nin statüsünün yükseltilmesinin ülkemiz üzerinde etkisi olabileceği görüşüne katılmıyor. Ayrıca erken seçimlerin siyasi istikrarsızlığı daha da yoğunlaştıracağını savunarak, seçimlere karşı olduğunu bildirdi. Bu arada parti için sorunlara değinerek, büyük bir özenle haleflikten söz etmekten kaçındı.

TSİODRAS: Sayın Pavlidis istifa etmiyor, bu hükûmetin devrilmesine yol açabilir mi?

BAKOYANNİ: Hayır. Bu konu hükûmetin devrilmesine yol açamaz. Ancak yürürlükte olan bakanların sorumluluğuna ilişkin yasanın değişmesine yol açabilir ve belki de bu konunun tek "olumlu" gelişmesi budur. Anayasa değişikliği sırasında söz konusu yasanın değişmesi gerektiğini savunan az sayıdaki milletvekilinden birisiydim. Bugün artık bunu herkes istiyor. Bakanların sorumluluğuyla ilgili yasa bakanları kötüleme yasası oldu. Adalet yasalar karşısında eşitliktir. Politikacı vatandaştan farklı olamaz. Politikacı suçlanırsa adalete başvurmalıdır.

TSİODRAS: Yasa ne zaman değişecek?
BAKOYANNİ: Çok çabuk olmasını umuyorum. Mecliste yeterli mutabakat var.

TSİODRAS: Krizin ortasında ülkede istikrarsızlık var. Seçimler bir çözüm olabilir mi?

BAKOYANNİ: Hayır, seçimler çözüm olamaz. İstediğimizin aksine olan bir netice elde edeceğiz. Yani istikrarsızlık artacak ve ekonomik durum da olumsuz etkilenecek. Demek ki seçim çözüm değil. Çözüm, hükûmetin uygulaması gereken politikaları kararlılıkla sürdürmesidir.

TSİODRAS: Türkiye'nin birçok nedenle gündemde en üst sıralarda olduğu, Obama'nın Türkiye ziyaretinden de anlaşıldı. Yunanistan ise ortalarda yok.

BAKOYANNİ: Her şeyden önce şunu söylemek istiyorum. Bazıları uluslararası düzeyde yapılanları büyük bir "cimrilikle" ele alıyor. Yunanistan, uluslararası varlığı Üsküp, Türk-Yunan konuları, Kıbrıs konusu gibi ikili ilişkilerde son bulan bir ülke değildir.

TSİODRAS: Başka ne yapıyor?

BAKOYANNİ: Size gündemde olan bir örnek vereyim. Orta Doğu'da son derece faal olan üç Avrupa ülkesinden biriyiz. "Barış gemisiyle", Lübnan'daki varlığımızla, Filistin'deki varlığımızla, Filistin içi diyaloğu cesaretlendirme yönündeki çabamızla oradayız. Yanılmıyorsam Suriye'yi ziyaret eden iki Avrupalı bakandan birisi bendim. Yunanistan bugün varlığını, Balkanlar'dan Avrupa ve Afrika, Afganistan ve Somali denizine kadar her yerde gösteriyor. AGİT Başkanlığı imtiyazlı ikili ilişkiler sürdürdüğümüz Rusya ile ilişkilerimizi daha da derinleştirme fırsatını verdi. Bu ilişkiler temelinde AB'nin ve NATO'nun Rusya yönünde açılımında önemli bir rolümüz var. Buna paralel Kafkasya'da varlığımızı genişletmek amacıyla AGİT Başkanlığından yararlandık.

TSİODRAS: Obama Türkiye'nin AB üyeliğini açıkça destekledi. Avrupa'da farklı bir ortam olmasına rağmen biz de destekliyoruz.

BAKOYANNİ: Türkiye ile sınırı olan biziz. Uzun vadede Türkiye'nin çağdaş, Avrupalı bir demokrasiye dönüşmesi mümkünse eğer, bu Yunanistan'ın çıkarınadır. Ülkemizi uğraştıran Türkiye ile ilgili bütün ikili konuların Avrupa konularına dönüşmesini sağladık. Bu sessiz ancak yoğun bir çalışmayla oldu. Türkiye'nin iç ve dış tutumunda gerekli reformları sürdürmesi için teşvik gerekir. Net bir şekilde Türkiye'nin kriterleri yerine getirmesini nasıl istiyorsak, aynı şekilde nihai hedefe ulaşması konusunda da görüşümüz net olmalı. Aksi halde Türkiye'de "Mademki AB'ye girmeyeceğiz neden reformları yapalım ve uyum sağlayalım." diyen hareket daha da güçlenecek.

TSİODRAS: Türkiye'nin statüsünün yükseltilmesi, Yunanistan'ın ikili sorunların çözümlenmesinde de bundan böyle elinin daha güçsüz olacağı anlamını mı taşımıyor?

BAKOYANNİ: Hayır. Bu analiz dar ve basit bir bakış açısı taşıyor. Uluslararası politika Türkiye ile Yunanistan arasında bir tartı değil. Bir tarafa koyduğun şeyler öteki tarafın gücünü azaltmaz. Türkiye'nin bölgede üstlenmek istediği rol açısından hedefleri başkadır. Türkiye'nin coğrafi konumu ve ülkenin dinin değerlendirilmesi açısından özel bir rolü var. Öte yandan Yunanistan güçlü bir demokrasi, Avrupa Birliği'nin eski bir üyesi, Güneydoğu Avrupa'da faal, olumlu rolü olan, uluslararası sahnede sözü geçen lider bir güç. Türkiye ile ikili ilişkilerimizin düzelmesi bizim en önemli hedefimizdir. İkili konular uluslararası hukukla ve Türkiye'nin Avrupa perspektifiyle ilgilidir.

TSİODRAS: Ülkemizi doğrudan ilgilendiren konularda Bush politikasıyla Obama politikasında değişiklikler tespit ettiniz mi?

BAKOYANNİ: Üsküp konusunda Hillary Clinton'un Dışişleri Bakanları toplantısında dile getirdiği tez, isim konusunda karşılıklı kabul edilecek bir çözümün bulunması gereği yönünde Bükreş'te alınan karardı. Bu olay kendiliğinden kalite açısından bazı farklı nitelikleri ortaya koyuyor çünkü Amerika dış politikası bu tezi açıkça hiçbir zaman desteklememişti. Tabii, Başkan Obama'ya Kıbrıs ve Türk-Yunan konuları için de tezlerimizi açıklamak fırsatını bulduk. Yunanistan'ın Türkiye'nin AB yoluyla ilgili tezinden söz ettik aynı zamanda ise Ege'deki gerginliklerle ilgili kaygılarımızı dile getirdik.

TSİODRAS: YDP'nin iç konularına geçelim. Başbakan Karamanlis seçimleri kaybedecek olursa gitmeli mi?

BAKOYANNİ: Bu tartışmanın gerçekten bir anlamı yok. Bence seçimleri kaybetmeyecek. Kendisi diğer parti başkanlarına kıyasla avantajlı ve YDP koordineli şekilde reformcu bir politika uygulayarak, kamuoyu yoklamalarının sonuçlarını seçim sandığında değiştirebilir.

TSİODRAS: Siz haleflik söz konusu değil diyorsunuz ancak Mitsotakis ve Karamanlis taraftarları olmak üzere cepheler açılıyor ve konu tartışılmaya başlandı bile.

BAKOYANNİ: Tekrar ediyorum, öyle bir konu yok. Bu değerlendirmeler çok yüzeysel ve demode. Vatandaş artık bunlarla ilgilenmiyor. Modern partilerde birinin ya da ötekinin taraftarları diye bir şey yok. Bu tür ayrımcılık artık geçmişte kaldı. Bunları canlandırma girişiminde bulunanlar kendilerine rol arıyorlar, kendi kişisel çıkarlarına hizmet edeceği düşüncesiyle bunu yapıyorlar.

İMERİSİA: "ANKARA... TRANSATLANTİK MANEVRALAR"

ATİNA, 13/04(BYE)--- Tirajı günde 12.020 olan İmerisia gazetesinin 13 Nisan 2009 tarihli sayısında, Yorgos Kapopulos imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

ABD Başkanı Barack Obama'nın Avrupa ve Türkiye ziyareti, gelişmelerin ilginç bir yönüne yeterince önem verilmemesine neden oldu. Gündemde öncelikle Amerikan Başkanının Prag'da Türkiye'nin AB'ye tam üye olması gerektiğini savunması ve daha sonra da TBMM'de yaptığı konuşma yer aldı. Türkiye'nin, Danimarka Başbakanı Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliğine atanmasıyla ilgili kaygılarının giderilmesine yönelik sert müzakereler ise ikinci planda kaldı.
ABD, NATO'da önemli pozisyonlarda bulunan Türk yetkilileri destekleme garantisi verdi. Bunun dışında Strasbourg'da, Ankara'nın NATO'da takındığı sert tutum ve AB üyelik müzakerelerinin daha olumlu bir çerçevede gerçekleşmesi taahhüdü arasında gayriresmi bir bağlantı kurulup kurulmadığına dair soru işaretlerine yol açtı.
Kesin olan tek şey, Fransa'nın NATO'nun askeri kanadına geri dönmüş olması, Sarkozy'nin, Türkiye ve AB arasında özel ilişki kurulması yönündeki ısrarının maliyetini artırıyor.
AB'nin savunma açısında bütünleşmesi devam ederse ve iki örgütün (NATO ve AB) rakip değil de birbirinin tamamlayıcısı olduğunu öngören anlaşma veya memorandumun imzalanması gerekirse, Türkiye onay vermek için sıkı pazarlıklar yapacak.
Ancak, AB ile NATO arasında Türkiye'nin manevra alanını genişleten kurumsal ve kurum dışı müzakereler dışında, Sarkozy'nin, Türkiye'nin tam üyeliğini reddeden tutumu yüksek bedel gerektiren bir tercih olacak;
- Şüphesiz ki Fransa, NATO'nun askeri kanadına geri dönmekle ABD'nin dünya sahnesindeki imtiyazlı ortağı rolünü istiyor. Sarkozy bu tercihiyle ülkesinin Avrupa'nın savunma alanında öncelikli rol oynayacağını düşünüyor.
- Obama ve ABD'nin Türkiye'nin AB üyelik sürecine verdiği önem göz önünde bulundurulacak olursa, Washington-Paris arasında yapılan her ikili görüşmede Fransa'ya baskı uygulanacaktır.

Buradaki beklenti, Türkiye'nin AB üyelik sürecine ilişkin müzakerelerin kısaltılması veya Türkiye'nin yakın gelecekte olanaksız görülen tam üyeliğini sağlamak değildir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın güvence altına almak istediği konu, Birlikle özel ilişki kurulmasına yönelik konuşmalara son verilmesi ve her iki tarafta da nihai müzakere için gerekli şartlar oluşana kadar üyelik süreci müzakerelerinin devam etmesidir.
Üyelik müzakereleri yavaş ilerlese de Başbakan Erdoğan'a yardımcı oluyor. Bu müzakereler geçen sene, Anayasa Mahkemesindeki Kemalistlerin hükûmet partisini kapatmasına engel oldu. Böyle bir gelişme müzakerelerin sonu olurdu.

TO VİMA: "YAN ETKİLER"

ATİNA, 13/04(BYE)--- Tirajı günde 44.784 olan To Vima gazetesinin 13 Nisan 2009 tarihli sayısında, Yanis Kartalis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

ABD Başkanı Barack Obama'nın, Türkiye'nin AB üyeliğini açıkça desteklemesinin, Ankara'nın AB üyeliği beklentilerine olumsuz etkileri oldu. Başkan Obama bu tutumuyla Almanya'nın ve Fransa'nın öfkelenmesine neden oldu. (Geçmişte de daha diplomatik bir dille Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğine karşı çıkan) Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Alman Şansölyesi Angela Merkel, Türkiye ile AB arasında bir özel ilişki kurulması gerektiğini ilk defa bu kadar açık bir şekilde söylediler. İki liderin bu tutumuna, Türkiye'nin kısa süre önce Strasbourg'ta gerçekleşen NATO Zirve Toplantısı'nda NATO yeni Genel Sekreterine ilişkin öneriyi reddederek sergilediği kendini beğenmişliğin de etkisi olduğuna şüphe yok. Peki Türkiye'nin üyelik müzakerelerinin geleceği ne olacak? Yılsonu Brüksel'de bu süreç değerlendirilecek. Söz konusu tarihte, AB'nin limanları ve havaalanlarını Kıbrıs'a açması için Türkiye'ye sunduğu süre de sona eriyor.
Bu noktada, AB'nin 2006 yılından bu yana, Türkiye Ankara Protokolünü onaylamayı reddettiği için sekiz müzakere başlığının açılmasını ertelediğini ve yılsonuna kadar konuya ilişkin gelişme sağlanmadığı takdirde Türkiye'nin AB üyelik sürecini yeniden gözden geçireceğini açıkladığını hatırlatmakta yarar var. Dolayısıyla, Ankara AB üyelik sürecini güvenceye almak adına çıkmazı ortadan kaldıracak mı, yoksa Avrupalıların kendisini istemediğinin bilincine vararak, Amerika'nın da güçlü desteğiyle bölgesel güç rolüyle mi yetinecek? Türk-Yunan ilişkilerinin geleceği bu kritik sorunun cevabına bağlıdır. İki ülke ilişkilerinin seyrinin, Türkiye Avrupa ailesine dâhil olur da normal bir Avrupalı ortak gibi davranırsa farklı olacağını, askerî güce dayanan bölgesel süper güç olmanın getirdiği kendini beğenmişlik politikasına devam ederse, farklı olacağını anlamak için fazla düşünmeye gerek yok.
Avrupa'nın bilinen tepkilerine rağmen Atina, Ankara'nın AB üyelik sürecini işte bu nedenle desteklemeye devam ediyor ancak Avrupalı ortaklar arasında ilişkileri belirleyen davranış kurallarının tam olarak uygulanmasını şart koyuyor. Ancak sorun şu ki Türkiye şu ana kadar bu kurallara uyum sağladığına dair örnekler sergilemedi. Bu nedenle (Sarkozy veya Merkel gibi) özel ilişkiden söz edenleri haklı çıkarıyor ve Avrupa kamuoyundaki olumsuz görüşlerin çoğalmasına neden oluyor. Bu veriler çerçevesinde Yunanistan'ın sürekli bilinen tezini tekrarlaması yeterli değil. Yunanistan çok geç olmadan, "Türkiye'nin AB'ye tam üye olmamasına dair gittikçe güçlenen olasılığa" karşı alternatif bir politika belirlemelidir.  

ELEFTHEROTİPİA: "KOUCHNER DE İSTEMİYOR"

ATİNA, 13/04(BYE)--- Tirajı pazar günleri 166.195 olan Eleftherotipia gazetesinin 12 Nisan 2009 tarihli sayısında ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Bugüne kadar Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyen çok az sayıdaki politikacıdan biri olan Bernard Kouchner de artık Türkiye'nin AB üyeliği aleyhinde. Bu değişikliğe Türkiye'nin NATO Genel Sekreteri Danimarkalı Fogh Rasmussen'e karşı olumsuz bir tutum benimsemesinin neden olduğunu belirten Kouchner, "Türkiye bize karşı uyguladığı baskıyla beni sarstı ve daha fazla teokratik görüş yönünde hareket ettiğini ortaya koydu." dedi.  

ETHNOS: "OBAMA'NIN TÜRKİYE'Sİ"

ATİNA, 13/04(BYE)--- Tirajı pazar günleri 144.783 olan Ethnos gazetesinin 12 Nisan 2009 tarihli sayısında, Yorgos Delastik imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Güldüren trajedi. Amerikan Başkanı Barack Obama'nın Ekümenik Patrik Bartolomeos ile -elbette Fener'de değil, İstanbul'un bir otelinde- görüşmesinden önce ve sonra olanlar sadece bu şekilde yorumlanabilir. Beyaz Saray bu görüşmeyi küçümsemek için yoğun çaba sarf etti. Obama'nın programındaki görüşmeyi "yok etti", görüşmeden söz eden basın bülteni yayımlamadı, televizyon çekimine izin vermedi ve -Yunan kökenli Amerikalıların yoğun şikâyetleri üzerine- Obama sadece Türkiye'den değil Irak'tan da ayrıldıktan sonra görüşmeden bir kare fotoğrafın yayımlanmasına izin verildi. John Kennedy'nin Marilyn Monroe ile gizli randevularına daha fazla yer verilmişti!
Bartholomeos için tüm bunlar rezil edici oldu. Türkler görüşmeyi "gizli" olarak nitelendirerek gülünç duruma düştüler ve laf aramızda haksız da değiller. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı "Tarih boyunca diğer dinlerle barış içinde yaşayan ve çalışan dinî liderin bir sorunu varsa, bunu yabancı bir ülkenin lideriyle gizli bir görüşmede dile getirmesi bizi üzdü." dedi.
Obama'nın Avrupa ve Türkiye'ye ziyareti daha da önemli konuların ortaya çıkmasına neden oldu. Bunların Kıbrıs ve Türk-Yunan konuları üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. Yunan dış politikası bunların etkilerine hazırlıklı olmalı. Köklü değişiklikler olacak. Atina, Ankara yönündeki taleplerini kesinlikle "Heybeliada Ruhban Okulunun yeniden açılması" tipi taleplerle sınırlandırmamalı. Yunanistan'ın Türkiye'ye yönelik dış politikasında ciddi değişiklikler yapılmalı. Ülkemiz Türkiye yönündeki politikasını değiştirmez ise, Obama yönetiminin stratejik planları çerçevesinde Ankara'nın görkemli bir şekilde statüsünün yükseltilmesinin bedelini ödeyebilir, bu değişikliğin "yan etkileri bağlamında" zarara uğrayabilir. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Heybeliada Okulunun açılışını Ankara'nın Trakya'daki Müslüman azınlıkla ilgili ve Lozan Anlaşmasına aykırı taleplerine bağlama noktasına gelirse, bundan çok endişe etmemiz gerekir.
Berlin'in desteklediği Danimarkalı Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliğine seçilmesini Ankara'nın engellemeye çalışması, Almanya, Fransa ve bu iki ülkeyle yakın müttefik ilişkileri olan diğer ülkelerin elitleri arasında "Türkiye'nin AB üyeliğine hayır" sloganını yerleştirdi. Obama Avrupa'da sürekli olarak "Türkiye'yi Avrupa'ya alın" dedi. Yunanistan şimdi bu konuda ne yapacak? YDP'nin ve PASOK'un şimdiye kadarki çizgisi "Türkiye'nin üyeliği destekliyoruz" şeklindeydi. Atina bu çizgide devam edecek mi? Bunu kesinlikle değiştirmeli çünkü komik oluyor. Türkiye'yi savunarak "şehit olma" tehlikemiz var.
İngilizler, yani Kıbrıs'ın cellatları dahi Ankara karşısında tutum değiştirmeye başladılar. Kısa bir süre önce akıllardan geçmeyecek şeyler söylüyor ve yazıyorlar. Economist dergisinin dünkü sayısında yer alan bir yazıda "Kıbrıs konusunun düzelmesi, Türkiye'nin AB üyeliği için temel bir ön şart oluşturuyor" deniliyor. Atina ile Lefkoşa bunu söylemeye cesaret edebilecek mi, AB'nin tez belirlemesini talep edebilecek mi yoksa kurbanlık koyun gibi sessizce oturacak mı?
Türkiye açısından durum değişti. Amerikalılar onu Müslüman dünyasıyla ilişkilerini düzeltebilmek için çok değerli bir köprü sayarken, Avrupalılar "medeniyetler çatışması" teorisinin bir boyutu olarak görüyorlar. AB'ye olası üyeliğinin Avrupa'nın siyasi bütünleşmesinin sonunu getireceğinden korkuyorlar. Avrupa ve Amerika'nın Türkiye'ye yönelik görüşleri artık birbirlerine uymuyor. Ülkemiz için bu kadar kritik bir konuda Yunanistan acaba kimin tarafına gidecek? Amerikalıların mı yoksa Avrupalıların mı? Atina karar almak zorunda.

TO VİMA: "TRAKYA'DAKİ AZINLIK, HEYBELİADA RUHBAN OKULU VE KIBRIS SORUNU..."

ATİNA, 15/04(BYE)--- Tirajı günde 44.784 olan To Vima gazetesinin 15 Nisan 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Azınlık konusu Türk-Yunan ilişkilerine büyük yük olmaktadır. Trakya'daki azınlıkla ilgili gelişmeleri yakından takip eden diplomatlar, Ankara'nın, çıkarları doğrultusunda Müslümanların koruyuculuğuna soyunarak, (AB Komisyonu gibi) uluslararası örgütlerin uyguladığı azınlık yanlısı politikadan çok akıllıca faydalandığına değiniyorlar. Ayrıca Ankara, 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nın Trakya, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada'da yaşayan azınlıklara karşılıklılık esasının uygulanmasını öngördüğünü savunuyor.
Ankara'nın "karşılıklılık" kavramıyla ne kastettiği, ABD Başkanı Barack Obama TBMM'de yaptığı konuşmada Heybeliada Ruhban Okulunun açılması konusuna değinince ortaya çıktı. Türk hükümeti, okulun yeniden açılması konusunu Trakya'daki Müslüman azınlığın dini ve eğitim haklarında gelişme sağlanmasıyla bağdaştırıyor. Ankara'nın özellikle müftülerin doğrudan seçilmesi konusunda ısrar ettiği biliniyor. Edinilen bilgilere göre, Türkiye'nin bu sabit talebinin yerine getirilmesi konusu Atina'da kısa bir süre önce ele alındı.
Ancak tecrübeli diplomatlar, Yunanistan'ın, Heybeliada Ruhban Okulu konusunu Türk tarafıyla ikili ilişkiler çerçevesinde ele almasının Atina'yı zor duruma sokacağını ifade ediyorlar: "Türklerin Heybeliada Ruhban Okulunun yeniden açılmasına 'yeşil ışık' yaktığını düşünelim. Daha sonra olacaklara dair senaryolar incelendi mi? Ankara mutlaka karşılık isteyecek, AB de bu gelişmeyi Türkiye'nin girişimi olarak algılayacak ve belki de Yunanistan'ın bu girişime karşılık vermesini isteyecek."
Son derece önemli başka bir konu da Kıbrıs sorunudur. Yelkenlerini Amerikan havasıyla şişirmiş olan Ankara'nın, temel taleplerine hizmet etmeyen bir çözümü kabul etmesi olanaksız. Bu çerçevede Brüksel, "Ankara Protokolü'nü 2009 yılı sonuna kadar kabul etmesi gerektiğine" dair Türkiye'ye yönelik talebinde esneklik yapabilir. AB içindeki çevreler bu yönde dikkatli bir şekilde hareket etmeye başladı bile.

TO VİMA: "ANKARA TAHRİK EDİYOR, ATİNA KAYGILANIYOR"

ATİNA, 15/04(BYE)--- Tirajı günde 44.784 olan To Vima gazetesinin 15 Nisan 2009 tarihli sayısında Angelos Athanasopulos imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

Yunanistan'da siyasi durumun muğlak olduğu bu aşamada Ege'de sıcak bir olayın yaşanması olasılığı Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları yetkililerini her geçen gün biraz daha kaygılandırıyor. Ankara "sıcaklığı artırdığı" zaman, Dışişleri Bakanlığında sık sık sözü geçen "soğukkanlılık" göstermenin "huysuz komşumuzun Ege'deki sabit taleplerini" kaydetmesine engel olmuyor.
Deneyimli diplomatlara göre, "Ankara'ya yönelik yatıştırıcı politika uygulamak ve üyelik perspektifini desteklemek beklenilen sonucu getirmedi. Politika değiştirmek ve yeni verilere göre hareket etmek, gerçekçi olmak artık yeterli, bunu uygulamak da gerek".
Savunma Bakanlığında Yunanistan'ın daha sert bir tutum benimsemesine yönelik bir dizi senaryo görüşüldü fakat şimdilik çekmeceye kaldırıldı. Bunların arasında Türk savaş uçaklarının engellenmesinde hava savunma sistemlerinin kullanılması da yer alıyor. Bu arada Türkiye'nin, menzilleri Ege, Girit ve karasal Yunanistan'ın yarısını kapsayacak şekilde balistik füzeler geliştirme yönünde planlar yaptığına dair haberler de kaygılara neden oluyor.
ABD Başkanı Barack Obama'nın geçen hafta Türkiye ziyareti Türk dış politikasında farklı bir rüzgâr estirdi. Ankara Washington'un desteğiyle bölgesel güç olarak ortaya çıkabileceğini, Amerikalıların geniş Orta Doğu'da işlerini yapmak ve AB üyesi olmakla Batı ve İslam dünyası arasında sadece bir köprü olmayacağını, aynı zamanda da Türk-Yunan ve Kıbrıs konuları gibi ulusal konularda serbest hareket edebileceğini hissediyor.
Buna karşılık Türkiye'nin AB'ye üyeliğini torpillemek istemediği, özellikle de gelecek aralık ayında açıklanacak değerlendirmeden önce bunu istemediği ifade ediliyor. Aslında Ankara'nın tam üyelikle değil, ilgilendiği bazı konuları örneğin ekonomik ve ticari ilişkilerini güvence altına alan özel bir ilişkiyle de memnun olabileceği göz önünde bulundurulmuyor. Diplomatik çevreler Ankara'nın "a la carte" üyelik istediğini vurguluyorlar.
Güvenilir kaynaklardan edinilen bilgilere göre Ankara çok sistemli bir şekilde çeşitli düzeylerde çalışıyor. Türkiye tamamen ikili düzeyde "Kardak tipi" olay yaratmaya yönelik hareket ediyor, Türk Hava Kuvvetleri Eşek ve Bulamaç adaları bölgesine önem vererek, bölgenin statüsünü "grileştirmeye" çalışıyor. Nüfusu olan Eşek Adası belki zor bir hedef fakat komşusu Bulamaç Adası, deneyimli diplomatlara göre, çok daha kolay bir hedef. Adanın işgali dahi olası sayılıyor!
Ankara'nın ilk kez 13 yıl önce dile getirdiği "gri bölgeler teorisi" örneğin: Onikiadaları Yunanistan'a veren 1947 Paris Anlaşması gibi uluslararası anlaşmalara karşı itiraz etme çerçevesinde dile getirilen bir teori. Türkiye uluslararası anlaşmalarda isimleri yer almayan bir dizi adacık ve kayalığın statüsünün belirsiz olduğunu ve netleşmesi gerektiğini öne sürüyor. Bu arada Türkiye'nin Uluslararası Lahey Adalet Divanına başvuru tabusunu aştığı anlaşılıyor. Edinilen bilgilere göre Ankara'nın aniden tutum değiştirmesi ve Ege'deki sorunun veya sorunların çözümlenmesi için Divanın yetkisini kabul edebilir. Bu değişiklik, bazı uluslararası mahkeme kararlarının, örneğin: Lahey Adalet Divanının Karadeniz'de Romanya ve Ukrayna deniz sınırlarının çizilmesi konusunda aldığı karar, hatta çok önemli kıta sahanlığı konusunda dahi Ankara için cesaret verici bazı noktalar içermesinden kaynaklanıyor.

 

İSVİÇRE BASINI

SONNTAGS-ZEITUNG: "OBAMA SEVİLMEK İSTİYOR"

BERN, 13/04(BYE)--- Tirajı pazar günleri 202.100 olan Sonntags-Zeitung'un 12 Nisan 2009 tarihli sayısında, Martin Suter imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

--Avrupa'da Fotoğraf Çekimleri, Türkiye'de Jeopolitik Amaçlar--

Analistlere göre Türkiye stratejik olarak Avrupa'dan daha önemli. Obama, AB konusunda Türkiye'nin üyelik isteğini destekledi ve İslamcı NATO müttefikini, Ermeni konusunda soykırım kelimesini ağzına almaktan sakınarak pohpohladı.
Stratford Analiz Kurumundan Robert Friedman, Türkiye'nin ABD için Orta Doğu'da arabuluculuk yapmasıyla, Irak'ın İran'a karşı güçlendirilmesinin ve Rusya'nın liderlik taleplerinin gemlenmesinin planlandığını düşünüyor. Friedman, "Avrupa'ya fotoğraf çektirmek için, ama Türkiye'ye jeopolitik amaçlar için gidiliyor" dedi.

 

ABD BASINI

THE WALL STREET JOURNAL: "NABUCCO PROJESİ NEDEN GERÇEKLEŞMEYEBİLİR?"

NEW YORK, 09/04 (BYE)--- The Wall Street Journal gazetesinin 8 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Aleksandros Petersen imzasıyla yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

Almanya Başbakanı Angela Merkel'in geçen ay, Nabucco Boru Hattı Projesi'ne ilişkin Avrupa Birliği'nin finansman kararını değiştirmesiyle, Avrupalı enerji tüketicileri rahat bir nefes almış olmalılar. Birlik, bütçesinden 200 milyon avroyu, söz konusu proje için ayırdı. En sonunda Avrupa Birliği, Rusya kontrolündeki ithalata önemli bir alternatif olarak Avrupa'ya, Türkiye üzerinden doğal gaz sağlayacak olan güzergâha yatırım yapılması hususunda mali teşvikler sağlanmasını kabul etti.
Ancak, ittifakın sağlanmasında şimdi çok geç kalınmış olabilir. Her zaman jeopolitik bir öncelik fakat ticari bir soru işareti olan ve uzun zamandır sıkıntılı bir hâl alan Nabucco Projesi'nin ilk aşaması, Azerbaycan'ın Hazar Denizi'ndeki Azeri-Çıralı-Güneşli ve Şahdeniz II sahalarından doğal gaz sevk edilmesi bağlamında tasarlandı. İkinci aşama ise boru hattı 31 milyon metreküplük tam kapasitesine ulaştığında (yine de Avrupa'nın doğal gaz ihtiyacının sadece bir bölümünü oluşturmaktadır), Körfez ülkeleri, Irak, İran ve Türkmenistan'dan doğal gaz talep edebilecek. Bununla birlikte başlangıçta, Azerbaycan doğal gazı anahtar rol oynamaktadır.
Azerbaycan'ın kamu enerji şirketinin başkanı Rovnag Abdullayev Moskova'yı 27 Martta ziyaret etti. Abdullayev, Azerbaycan'daki iki yeni bölgeden Rusya'nın tüketimi ve büyük olasılıkla AB'ye daha fazla doğal gaz ihracı amacıyla Rusya'da Kremlin'in kontrolü altındaki enerji devi Gazprom'un genel merkezinde sessizce düzenlenen bir törenle mutabakat anlaşması imzaladı.
Moskova'nın geçen ocak ayında, doğal gazı kesmesiyle yaklaşık olarak üç hafta soğukta kalan Bulgaristan'dakiler gibi Avrupalı enerji tüketicileri de Rus doğal gazına alternatif bir yolu kaybedebilirler. Daha doğrusu iki alternetifi kaybedebilirler. İlki Türkmen petrolünün Rusya üzerinden geçmeksizin Avrupa'ya ulaşabileceği yegâne güzergâh olan Azerbaycan. Sadece Irak ve Körfez'den sağlanan doğal gaz, Nabucco Projesi'nin gerçekleşmesini yeterli kılmayabileceğinden, Avrupanın enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi süratle İran'a bağımlı olunmasına yol açabilir.
Gazprom tarafından 2008 yılının mart ayında yapılan teklif ortada. Öyleyse Abdullayev'i, Moskova'yı şimdi ziyaret etmeye ne zorladı? Nihayetinde Bakü, Batı ile Türkiye arasında daha yakın ilişkiler kurulmasında bir araç olan Nabucco'nun inşa edilmesinin arkasındaki itici güç konumundadır.
Son birkaç ay içinde meydana gelen iki büyük gelişme, hesapların tamamen değişmesine neden oldu: Rusya'nın komşu Gürcistan'ı işgali ve Türkiye'nin, toprakları üzerinden geçecek enerji projeleri konusundaki kararını, Avrupa Birliği üyeliğine bağlaması. İlki, Batı'nın bölgedeki güzergâhı konusunda sıkıntı yaratmaktadır, ancak tam olarak Bakû'nün hevesini de kırmamaktadır. İkincisi ise Hazar Denizi çevresindeki gaz üreticisi ülkelerle Azerbaycan'ı, Avrupa ile güvenilir bir köprü teşkilinden yoksun bırakmaktadır. Böyle olunca da Kuzey'deki Rusya'ya yönelmekten başka fazla bir seçim şansı da kalmamaktadır. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın boru hattının inşasıyla ilgili konferansa katılmayı reddetmesinden iki ay sonra, AB içinde Nabucco konusunda ittifaka varılması belki de ironik olabilir. Türkiye, müzakerelere başlanması için gereken teknik koşulların tamamını yerine getirmiş olsa da Türkiye'nin üyeliği konusunda AB içerisinde görüş ayrılıkları devam etmektedir. Ayrıca Kıbrıs, göç, kültür veya din konusundaki anlaşmazlıklar da Avrupa'nın enerji kaynaklarını çeşitlendirmesinin önünde engel teşkil etmektedir. Belki de ne bunların önemi ne de Rusya'nın enerji jeopolitiğinin içeriği hafife alınmalıdır. Avrupa turunun son durağında Ankara'nın ziyaret edilmesi, Barack Obama'nın yeni yönetiminin, Türkiye'nin çıkarlarını ciddiye aldığını ve ülkenin stratejik önemini açıkça kavradığını göstermektedir. Türkiye hakkında kuşkuları olan Avrupa Birliği liderleri Obama öncülüğünde hareket etmeli, en azından ülkeyi ziyaret ederek, açık seçik belirtilen bu çıkarların ne olduğunu dinlemelidirler.
Türkiye'nin gücendirilmesi sonucunda sadece enerji aktarımını sağlayacak bir ortağı kaybetmekle kalınmayacak daha da önemlisi enerji üreticileri de kaybedilecektir. Bu, Avrupa Komisyonunun AB stratejik önceliği diye belgelediği Nabucco Projesi'nin çökmesi anlamına gelebilir. Böylesine bir ihtimal, Avrupalı tüketicileri Azerbaycan'ın durumuna düşürebilir: fazla seçim şansı olmaması nedeniyle Rusya'ya yönelmek.

NEWYORK POST: "OBAMA'NIN AMATÖRLÜĞÜ"

NEW YORK, 10/04(BYE)--- The New York Post gazetesinin 8 Nisan 2009 tarihli sayısında, Ralph Peters imzasıyla yukarıdaki başlık altında yayımlanan New York çıkışlı yorumun çevirisi şöyledir:

Başkan Obama'nın, ilkbahar özür turlarının asıl doruk noktası, Bağdat'ta birliklerimizle çektirdiği fotoğraf veya Batı Avrupa'daki Amerikan konserleri değildi.
Basında yer alan taraftarlar, her buluşmada çılgınca alkışlarken esas icraat, Türkiye'de oldu. Hatta bu bir hindiydi. Obama iyi niyetli. Tıpkı, politika konusundaki rehberi Jimmy Carter'ın iyi niyetli olması gibi.
Bulunduğu her sahnede, Özgürlük Anıtı'nı örten Obama, büyük alkış toplarken, karşılığında herhangi ciddi bir ekonomik veya güvenlik iş birliği sağlayamadı. Daha sonra Türkiye'de, ulusal gurur ve çıkarlarımızdan ödün verip kendisini ilgilendirmeyen konulara müdahale etti.
İkinci bir nokta: Avrupa Birliği Dönem Başkanının Küba'ya giderek, dünyanın en güneşli toplama kampının, NAFTA kapsamına alınması gerektiği konusunda ısrar ettiğini düşünelim. Bu, Başkanın Ankara'da pazartesi günü, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğini desteklediğini açıklamasıyla eş değerdir.
Avrupalılar, Türkiye'yi kendi kulüplerine kabul etmek istemiyor. Çünkü, Türkiye ne bir Avrupa ne de Avrupa kültürüne sahip bir ülkedir. İslamî bir darbenin tırmanışından sıkıntı duyulan, saldırgan, büyük bir Müslüman ülkeyi kucaklaması için Avrupa'ya baskı yapmak bizim işimiz değildir.
Avrupalılar geçen hafta NATO Zirvesi'nde, Türkiye'nin Yeni Taliban tepkisi karşısında çok şaşırdılar. Türkler, yetenekli Danimarkalı Anders Fogh Rasmussen'in yeni NATO Genel Sekreteri olarak atanmasını engellemek için mücadele ettiler. Neden? Çünkü, Muhammed'in karikatürünü çizen karikatüristi ölene kadar taşlamadı.
Bu da bize daha da büyük bir sorun getirdi: Obama'nın Türkiye'de neler olduğu konusunda hiçbir fikri yok. Dizlerinin üzerinde Ankara'ya giderek, Mustafa Kemal'in din ve devleti birbirinden ayıran mirasını devirmeye kararlı, ABD karşıtı İslamcı hükûmete onay verdi.
Türkiye'de iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi, başörtüsü, Kur'an, sansür ve bir yığın seçim anlamına geliyor. Endişeye kapılan orta sınıf, ülkenin İslamcı bir devlete dönüştürülmesine yönelik çabalara karşı çıkıyor. Obama'nın, AK Parti patronlarına olan coşkulu methiyeleri onları da şaşırttı.
Obama'nın Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı kucaklaması, Tahran'a gidip Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ı öpmesinden bir adım geride kaldı.
Obama ne düşünüyordu? Düşünmüyordu. O, ne Türkiye'yi ne İslam'ı anlayan Dışişleri Bakanlığının taviz veren artistlerinin önerilerine güvendi. Her zaman, "daha fazla sevgi, daha fazla tevazu, daha fazla yardım".
Ben kendi adıma, ülkemizin, Avrupa'dan da Türkiye'den de hiçbir şey için özür dilemesi gerektiğini düşünmüyorum.
Obama, ABD'nin her zaman suçlu olduğunda ısrar ederek, Türkiye'nin savaş sırasında askerlerimize ihanet etmesinden, Kürt azınlığına sürekli baskı uygulamasından ve AK Partinin laik Anayasalı ülkeyi bir Vahabi oyun bahçesine çevirmeye yönelik kararlılığından söz etmeyi unuttu.
Obama, Ermeni "soykırımına" gelindiğinde ise cesurca başını eğdi: Soykırım sözcüğünü kullanmaya cesaret edemedi.
Obama'nın, Başkan George Bush hakkındaki küçümseyici yorumları ise seviyesizdi.
Avrupalılara global ekonomik krizin tamamıyla bizim hatamız olduğunu söyledi. Avrupa'nın açgözlülüğü, fazlasıyla baskı yapan hükûmetler, yıkıcı avro kredileri ve Çin'in para biriminin manipülasyonlarından söz etmedi. Biz yaptık. Lütfen bizi azarlayın.
Karşılığında, Avrupalılar ona hiçbir şey vermedi.
Obama'nın, Avrupa'nın bizden daha fazla terör tehdidiyle karşı karşıya olduğunu söylemesinde haklı olmasına rağmen, Avrupa'nın tamamı, Afganistan için sadece 2.500 kısa dönem asker verdi. Avrupalılar, yükün ağırlığını bizim taşıyacağımızı biliyor.
Ruslara da başka bir boş çek verdi. Karşılığında Ruslar söz verdi... aslında Ruslar hiçbir şey için söz vermedi.
Daha sonra, Obama Türkiye'ye giderek, laik siyasi partilerin altlarını oydu. Avrupalıları kızdırdı ve ülkemizin Yahudi-Hristiyan mirasını inkâr etti.(Türk liderler, İslam'ın onlar için olan önemini inkâr ederek karşılık verdiler mi? Hayır.)
Obama, Türkiye'den de hiçbir şey almadı.
Sonra Irak'a gidip, Irak Başbakanına Irak'ın hiçbir şey alamayacağını söyledi.
Ben, Başkanımızın doğru olanı yapmak istediğini biliyorum. Ancak bunu nasıl yapacağına dair bir fikri yok. Şimdilik, alkışlar onun aklını başından almış. Lakin, şimdiye kadar, taraftarlarından bilet için ücret talep etmedi. Onlar da ödemek zorunda olmayacaklarını şimdiden kafalarına koymuşlar.

NATIONAL REVİEW: "AVRUPA İLE YENİ BİR İTTİFAK MI?"

ANKARA, 09/04(BYE)--- ABD'nin önde gelen muhafazakâr dergisi National Review'nun 8 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan başyazının özet çevirisi şöyledir:

Başkan Obama'nın Avrasya turundan ülkeye, biri zafer, diğeri ise bir dizi kaçırılmış fırsat diye betimlenebilecek iki ayrı gezide bulunmuş gibi nahoş bir his içinde döndüğüne şüphe yok.
Zafer dediğim, Londra, Strasbourg, Prag, İstanbul ve Bağdat ziyaretlerinin halkla ilişkiler yüzüdür. Zira buralarda farklı farklı kalabalıkların alkışlarıyla karşılandı: Onlar, ya coşkulu Avrupalı gençler ya meraklı Türkler ya da onurlu Amerikan askerleri idiler. Zirveler ve "ikili görüşmeler" ya resmi anlaşmalarla ya da samimi tokalaşmalarla sona erdi. Washington gazetecileri, Obama'nın kaçırdığı siyasi fırsatları da haber yapmaları gerekirken düpedüz dalkavukluk ettiler.
Obama'nın kendisi bile bu can sıkıcı gerçeği anlamış görünüyordu. Sağgörü gereği beklentileri de sonuçları da soğukkanlılıkla ele aldı. Londra'da G20 zirvesinden nazik bir dilde söz etti: "İyi gittiğini sanıyorum." Oysa G20, Obama'nın uluslararası teşvikten yana temel politika önerisini reddetmişti. Biz de G20 zirvesinin iyi gittiğini düşünüyoruz, hem bu nedenle hem de Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin o tuhaf, saçma sapan "küresel mali düzenleme kurumu" önerisini geri çevirdiği için. Ancak Londra zirvesinin, hem ABD hem de Avrupa'nın temel önerilerini kabul etmemesi, yazık ki ayrı ayrı her ülkedeki mali krizin yerin altından gelen uğursuz uğuldayışlarının kesilmediğini düşündürmekte. Ekonominin geleceğine güvenin yeniden tesisi için yapılacak daha çok iş var.
Nitekim zirve ardına zirvenin yapıldığı günlerde Başkan giderek daha az "iyi gidiyor" der oldu. NATO'nun Strasbourg zirvesinde odak noktası Afganistan idi. 26 NATO ülkesi de, Afgan misyonuna katılmayı kabul etti. Obama'ya Strasbourg'da dişlerini sıktırtan şey, çoğu Avrupalı müttefikin edilgin ve adam sendeci tavrı idi. Bu böyle sürüp giderse Atlantik ötesiyle askeri ve diplomatik bağları zayıflatması kaçınılmaz olacak, dolayısıyla da ekonomik tedirginliğe bir de stratejik kaygılar eklenecektir. Bu aşama çok çok daha az iyi gitti.
Obama'nın Prag'da ABD-AB zirvesine katılması belli ki Amerika'nın küresel meselelerde güçlü, bütünleşmiş bir AB ile çalışmak istediğine dair şüpheleri silmek içindi. Bu dileğin gerçekleşmesi, yine de, Avrupa'nın önemli konularda ABD ile anlaşmasına bağlı. Çok geçmeden anlaşıldı ki tüm diğer meseleleri, örneğin, Türkiye ve Rusya ile ilişkileri belirleyen iki ana mesele üzerinde bir anlaşmaya varılamamış. Rusya konusunda Avrupa, Rusya'dan enerji akışını sağlama almak isteyen batı yakası ile Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerin bağımsızlığını güvenceye almak isteyen Sovyet dönemi sonrası doğu yakası olmak üzere ikiye bölündü. Türkiye'ye AB'de tam üyelik verilip verilmemesi konusundaysa Avrupa, biri, 70 milyon Türkiyeli Müslümanın, "serbest işgücü dolaşımı"ndan endişe eden Fransa ve Almanya; diğeri de, Avrupa'nın "Hayır" demesinin Türkiye'yi Batı'dan saptırıp İslami maceralara sevkedebileceği kaygısındaki İngiltere ve AB Komisyonu olmak üzere ikiye bölündü.
Obama, Rusya meselesinde Fransa ve Almanya'nın yanında yer alıyor, zira Rusya-ABD ilişkilerini tamamen yenilemek istiyor. Türkiye'nin AB üyeliği konusunda da İngiltere'ye destek veriyor. Prag'da AB'ye, Avrupa'ya "demirlemek" için Türkiye'yi üyeliğe kabul etmesi için yaptığı çağrı (ve alttan alta bu önemli ülkeden İslamcılığa doğru muhtemel sürüklenişi engelleme çağrısı) da stratejik gerçekliklerle sıkı sıkıya bağlıydı. Ancak bu çağrıya Sarkozy'den derhal "Hayır" cevabı geldi.
Bu da Obama'yı, Türkiye, Rusya ve de geri kalan tüm meselelerde çıkmaza sokuyor. Amerikan liderlerinin açık tavrından rahatsız olduğundandır ki Obama, gün be gün büyüyen sorunlar için onlar üzerine çağrılarla dolu konuşmalar dışında başkaca bir şey yapamaz. Dolayısıyla da İstanbul'a gittiğinde Türkiye'nin AB'ye katılmasına verdiği desteği yineledi, Prag'da iken de nükleer silahların yayılmasını durdurma çağrısı yaptı.
Çok geçmeden Obama'nın güzel sözleriyle Sarkozy'yi de Kim Jong-il'i de pek etkileyemediği görülüverdi. Demek oluyor ki Avrupa'nın, Türkiye, Ukrayna, Gürcistan, Rusya'nın giderek güçlenen iddialı tavrı, süregen mali tedirginlik gibi çözüm bekleyen sorunları, Obama Washington'a döndüğünde de bıraktığı gibi, yani bütün vahametiyle duruyordu. Gezilerin halkla ilişkiler yüzündeki görkem sayesinde Obama'nın ufacık bir başarı bile kaydetmediği gerçeğini gizledi.
Bu kişisel bir başarısızlık değildi. Şu var ki Avrupa bu sorunları kendi başına çözecek kapasiteden yoksun. Rusya ve Türkiye konusunda da tamamen bölünmüş durumda. Amerikan karşıtlığı modasına rağmen ABD yönetimine, Avrupa'nın pek çok kör düğümü çözmesinde ihtiyaç duyulacaktır.
Peki bu nasıl olabilir? Günümüzde 1950'lerin Batı Avrupa Birliği'ne denk bir kuruluş var mıdır? Olabilir. 2007'de Başkan Bush, Şansölye Merkel ve AB Komisyonu Başkanı Barroso bir Kuzey Atlantik Ekonomi Topluluğu (NAEC) oluşturmaya dönük küçük adımlar üzerinde anlaşmışlardı. Aslında bu büyük başlığın altında ufak bir gerçeklik saklıydı: Amerika ile Avrupa arasında düzenlemeyle ilgili görüş ayrılıklarını gidermek için bir anlaşma idi bu.
Bu minik gerçekten yola çıkılarak, ABD ile AB'yi birleştiren, ama AB içinde olmayan ülkelerin de -sadece Norveç ve İsviçre değil Türkiye, Ukrayna ve Gürcistan'ın da- kabul edileceği muazzam bir ekonomik birliğe varılacağını varsayın. Bu, aksi halde yukarıda bahsi geçen inatçı sorunların neredeyse hepsini çözmek için bir başlangıç olamaz mı?
Getirebileceği avantajları bir düşünün:
Fransa ve Almanya'yı korkutan serbest işgücü dolaşımı içermeyecekti. O halde Türkiye sorununu çözmüş olacaktı. Ama Türklere serbest işgücü dolaşımından daha az hak tanımakla birlikte onlara, Gürcistan ve Ukrayna'ya da, dünyanın en geniş serbest ticaret bölgesine üyelik, bir dereceye kadar da belki göç ayrıcalığı verecekti. Kesinlikle bu, Müslümanların duygularını inciten ne varsa yeterince tazmin ederdi.
AB'nin aksine hiçbir üye devletin egemenliğine tehdit oluşturmayacaktı. ABD ile AB'ye düzenleme savaşlarını henüz çatışma düzeyinde iken sona erdirmeleri için bir tartışma zemini sağlayacaktı.
Rusya'ya karşı bir tehdit oluşturmayıp sonunda imparatorluk özlemini Batılı kurumlara da sızdırmış olan bir Rusya'yı zamanında kendine çekebilecekti.
Felç olmuş, ruhsuzlaşmış Batı Avrupa'nın önüne her türden taze siyasi olanağı serecekti.
Her şeyden öte, tıpkı Marshall Planı ve NATO'nun, savaş sonrasında Batı'nın refahı için ekonomi ve güvenlik dayanakları olması gibi NAEC de, hem Avrupa hem de Amerika'nın ekonomik dirilişi için istikrar ve güven basamağı olabilirdi.
Ama şundan eminim ki böylesi bir Amerikan girişimi çekişmelere, küstahlık suçlamalarına ve de mutlak muhalefete gebe olacaktır. Başarısızlığı muhtemel. Ama tarih yapmakla "iyi gidiyor" demeyi farklı kılan da böyle bir riski almaktır.  

CSIS: "BAŞKAN OBAMA'NIN TÜRKİYE ZİYARETİ: 'ÖRNEK BİR ORTAKLIK' KURMAK"

ANKARA, 10/04(BYE)--- Washington merkezli düşünce kuruluşu Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi'nin (CSIS) 8 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Bülent Aliriza imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan metnin çevirisi şöyledir:

Göreve gelişinden bu kadar kısa bir süre sonra komşusu Kanada'nın ardından, ikili görüşmelerinin ikinci durağı olarak Türkiye'yi seçen Başkan Barack Hüseyin Obama, hem Türkiye'ye hem de İslam dünyasına çok önemli bir mesaj gönderdi.
Yeni yönetim dış politika değerlendirmelerini tamamlamadan ve Türkiye'nin, genel hedefleriyle ne kadar örtüştüğünü tam olarak belirlemeden bu ziyaret gündeme geldi. Bu nedenledir ki Obama'nın Türk liderlerle yaptığı görüşmelerde iletişimi artırmaya yoğunlaşılıp ayrıntılara girilmedi. Görüşmeler her açıdan başarılı geçmesine rağmen ziyaret sonrası Washington ile Ankara arasındaki önemli, ancak karmaşık ittifakın, Obama'nın başkanlığı boyunca sorunsuz bir şekilde süreceğinin bir garantisi yok. Yine de Obama'nın Türkiye'nin jeopolitik önemini kabul etmesi, önceki yönetimin olumsuz kalıntılarının silinip ilişkilerde yeni bir döneme girilmesine büyük katkıda bulundu.
Obama'nın Türkiye ziyareti ile Avrupa turundaki durakları arasında bir mantık ilişkisi var. Obama Londra'da G-20, Strasbourg'da NATO, Prag'da ise AB zirvesine katıldı. Türkiye, G-20 üyesi ve yükselen piyasaların çoğunda olduğu gibi küresel ekonomik krizin etkileriyle boğuşuyor. NATO'nun 50 yıldan fazla bir süredir üyesi olan Türkiye, ABD'den sonra en büyük orduya sahip ve transatlantik savunma işbirliğinin vazgeçilmez bir parçası. Türkiye aynı zamanda AB'ye girmeye çalışan bir ülke olup katılım süreci hayli yavaş ve zorlu bir biçimde ilerliyor.
Obama 6 Nisan'da TBMM'de yaptığı konuşmada, zirve görüşmelerinin ardından Türkiye'ye gelme nedeninin, Türkiye'nin "ciddi bir müttefik ve Avrupa'nın önemli bir parçası" olduğu mesajını vermek olduğunu söyledi. Obama, Türkiye ve ABD'nin, "Hristiyan ve Müslüman çoğunluğa sahip, aynı zamanda da Batılı iki ülke olarak örnek bir ortaklık inşa edebileceklerini; bunun saygın, güvenilir ve başarılı bir oraklık olacağını" da sözlerine ekledi. Obama mesajını daha da pekiştirmek için AB'ye de seslenerek "Avrupa'nın, temellerini genişletip güçlendirecek olan" Türkiye'yi kabul ederek "etnik köken, gelenek ve inançta çeşitlilikle kazançlı çıkacağını" belirtti.
Obama'nın ziyareti ABD-Türkiye ilişkilerini güçlendirmenin yanı sıra Türkiye'nin hem Batı hem de Müslüman toplumların bir üyesi olmasından faydalanma amacını da güdüyordu. Obama ziyareti sırasında, Başkanlığı devraldığında verdiği, "karşılıklı saygı"ya dayalı yeni bir ilişki kurma sözünün altını çizdi. ABD'nin "İslam'la savaş içinde olmadığını, hiçbir zaman da olmayacağını" ve Müslüman dünyayla olan kişisel bağlarını vurgulayan Obama, İslam adına teröre başvuran köktencileri hezimete uğratmak için "Müslüman çoğunluğa sahip" şeklinde adlandırdığı ülkelerin desteğini alma arayışındaydı. Hükûmet yetkililerinin ziyaretten önce yaptıkları açıklamalarda, Obama'nın Meclis'te yapacağı konuşmanın Başkanlığının ilk 100 günü içinde Müslüman dünyaya seslenmeyi amaçladığı "büyük konuşma" olmayacağını belirtmelerine karşın açıklamaları tüm Müslüman alemi dinledi.
Obama'nın mesajı, Bush yönetiminin teröre karşı küresel savaş ilan etmesiyle zor durumda kalan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetine rahat bir soluk aldırdı. AK Parti hükûmeti, TBMM'nin 2003 Mart'ında Amerikan askerlerinin Irak'a saldırı için ülkeden geçmesine onay vermemesi üzerine baş gösteren krize rağmen ABD'yle iyi ilişkilerini korumaya çalıştı. Ancak, bir süper güç olan müttefiğiyle iyi ilişkiler kurma isteğiyle Müslüman dünyayı dışlayacak bir savaştan duyduğu rahatsızlığı dengeleme çabaları, AK Parti hükûmetini oldukça zora soktu. Bu nedenle Obama'nın Müslümanlara el uzatmasının ve terör tehditine karşı verdikleri tepkiyi yeniden tanımlama ve kapsamını daraltma çabalarının Türk hükûmeti üzerindeki baskıyı hafifleteceğine kesin gözüyle bakılıyor.
Ankara, Obama'nın İran'la ilişkilerin "karşılıklı çıkar ve saygı çerçevesinde" yürütülmesi isteğini yinelemesini memnuniyetle karşıladı. Tüm komşularıyla daha yakın ilişkiler kurma politikasının bir parçası olarak İran'la ilişkilerini sürdüren Erdoğan hükûmeti, Tahran'la görüşmelerin başlamasına ve önceki yönetimin pek de başarı gösteremediği Şam'la ilişkilerin kaldığı yerden devamına destek vermişti. Türkiye'nin hararetle destekleyeceği ABD-İran görüşmelerine, Obama'nın büyük endişe duyduğu İran'ın nükleer programı mevzusunun hâkim olacağı kesin. İran'la görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması ve ABD'nin, İran'a daha sert yaptırımlar uygulama arayışına girmesi halinde ise Türkiye, kendisini BM Güvenlik Konseyinin bir üyesi olarak daha güç bir durumda hissedecektir. Ancak, İran'la ilişkilerin askeri bir çatışma noktasına gerileceği ve ABD-Türkiye ilişkilerinin Irak saldırısı sırasındaki haline döneceği yolunda o kadar da endişelenmesine gerek kalmamıştır.
Türkiye, Irak işgalinde ABD'yi desteklemese de Obama, Irak'ta istikrarı korumak için, askerler geri çekilmeye başladığında Türkiye'nin yardımını isteyebileceğinin sinyallerini verdi. Obama bu sürecin bir parçası olarak Türkiye'nin Irak merkezi yönetimiyle ve Iraklı Kürtlerle daha yakın bir işbirliği içinde olmasını talep etti. Türkiye'nin -Obama'nın da, Türkleri memnun etmek için bir kez daha "terör örgütü" olarak tanımladığı- PKK'nın kuzey Irak'ta üslenmesinden ötürü Irak'la sorunları bulunuyor. Ankara, Iraklı Kürtlerle bağlantılarını son zamanlarda artırsa da ilişkilerin Obama'nın talep ettiği gibi ilerleyip ilerlemeyeceğini zaman gösterecek.
Irak'tan çekilmesinden ötürü Afganistan'a daha fazla asker göndermeyi vadeden Obama, Afganistan ve Pakistan'da faaliyet gösteren el Kaide'yi bozguna uğratma kampanyasında Türk desteğinin devamını talep etti. Bazı hükûmet üyeleri, ziyaret öncesi, Türkiye'nin diğer NATO üyelerine kıyasla Afganistan'a savaş gücü göndermek için daha istekli olacağını umut ediyorlardı. Ancak, Türkiye şu ana dek savaş gücü için ek asker gönderme konusundaki tutumunu değiştirip değiştirmeyeceğine dair bir sinyal vermedi. Öte yanda ise Türkiye, Kabil ve İslamabad'da diplomatik bir baskı kurarak Pakistan ve Afganistan'la -Washington'un "AFPAK sorunu" diye adlandırdığı meseleyle mücadele için- diplomasi girişimlerini artırmaya hazırlanıyor.
Türkiye'nin İsrail ve Filistin'le ilişkilerine övgü yağdıran Obama, "İsrail ve Filistin'in barış ve güvenlik içinde yaşama hedefine" ulaşılmasında Türkiye'nin desteğini istedi. Fakat Obama'nın, -Erdoğan'ın sorunun çözümü için sürece dahil edilmesinde ısrar ettiği- Hamas'a değinmekten özellikle kaçınması, iki tarafın bu konuda ciddi bir ihtilaf içerisinde olduğunu gösteriyor. Bununla beraber Erdoğan'ın Hamas'ı savunması ve İsrail'in son Gazze saldırısını şiddetle kınaması, Ankara-Tel Aviv ilişkilerinin gerilmesine yol açtı. Sonuç olarak İsrail'in sertlik yanlısı Netanyahu hükûmetinin, Türkiye'nin yakın gelecekte İsrail-Filistin sorununun çözümüne ve Türkiye aracılığıyla yürütülen İsrail-Suriye görüşmelerinin yeniden başlatılmasına hoş bakması pek de mümkün değil.
Obama TBMM konuşmasında ve Türkiye'deki diğer resmi görüşmelerinde, Türk siyasetindeki çalkantılara değinmekten özellikle kaçındı. Zamanının çoğunu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Erdoğan'la görüşmelerine ayıran ve böylece -son yerel seçimlerde talihi beklenmedik şekilde tersine dönen- AK Partiye destek veren Obama, aynı zamanda muhalefet partisi liderleriyle de bir araya geldi. Laiklik ve demokrasiyi çağdaş Türkiye'nin ayrılmaz parçaları olarak tanımlayan Obama, bu esnada bile ülkedeki laik sistemin yapısına ve laiklik ile dinin bir arada var olmasının yarattığı huzursuzluğa değinmekten kaçındı. ABD lider ve yetkililerinin bu hassas konuya dair her yorumunun -özellikle de "ılımlı İslam" atıflarının- Türkiye'de yol açtığı tartışma göz önüne alındığında, bu akıllıca bir tutum. Ziyareti esnasında "azınlık haklarına saygı" gibi diğer hassas meselelere değinmeyi seçen Obama, Kürtçe eğitim ve yayınla ilgili yasakların kaldırılmasını överken, Heybeliada Rum Ortodoks Ruhban Okulunun yeniden açılmasını savundu ve Türkiye'yi Ermenistan sorunuyla ilgili olarak "geçmişiyle yüzleşmeye" davet etti.
Sonuç olarak ABD-Türkiye ilişkilerinin yakın geleceği açısından Ermeni sorununun belirleyici faktör olacağı şüphe götürmez. Türklerin ziyaret öncesinde, seçim kampanyası süresince "Ermeni soykırımının tanınmasına" şiddetle destek veren Obama'nın kendinden önce Kongre'ye sunulan tasarıya karşı çıkan başkanların izinden gitmeyip "soykırım" kelimesini kullanmayı seçebileceğinden endişelenmeleri haklı görülebilir. Obama, Amerikalı bir gazetecinin bu konudaki sorusuna, "Fikrimi değiştirmedim." yanıtını vermişti. Ancak Obama daha sonra Türkiye-Ermenistan görüşmelerine değinerek bu görüşmelerin "uzun süreli sorunlara çözüm getireceğini" söyledi ve Ankara ile Erivan arasındaki müzakerelerin akıbetiyle ilgili tutumunda ne kadar kararlı olduğunu gösterdi. Başka bir deyişle, iki ülke ilişkilerini normalleştirdikleri takdirde Obama sözünden dönmesinin gerekçelerini sunabilecek. İlişkiler normalleşmese bile Obama, gelecekte Türkleri o ya da bu şekilde hayal kırıklığına uğratabilir. Bu durumun Ankara'yı olumsuz bir tepkiye zorlayacağını ve Obama'nın Türkiye'de özetlediği işbirliğine dayalı bir gelecek planını tehlikeye düşüreceğini söylemeye gerek bile yok.  

NEWSVOA.COM: "ABD'NİN KRİTİK MÜTTEFİKİ TÜRKİYE"

WASHINGTON, 11/04(BYE)--- Voice of America'nın 10 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında, ABD yönetiminin resmî görüşünü yansıtan başmakalenin çevirisi şöyledir:

Birleşik Devletler ve Türkiye son 60 yıl içinde temel değerleri paylaşan NATO müttefikleri ve dost olarak, birçok sorunun üstesinden gelmişlerdir. Türkiye, din ve siyasetin ayrımı temelinde kurulan laik bir demokrasi olmasının yanı sıra, inanç özgürlüğüne derin saygı duyulan bir ülkedir.
Her iki ülkenin de küresel ekonomik kriz, terörizm ve enerji arzındaki sıkıntılar dâhil olmak üzere, zorlu sorunlarla karşılaştıkları günümüzde, ABD-Türkiye iş birliği daha hassas bir önem taşımaktadır.
Başkan Barack Obama, kısa bir süre önce Türkiye'ye yaptığı ziyaretinde, ABD ve Türkiye arasındaki ticari iş birliğinin genişletilmesini istedi. Başkan Obama "Bu iş birliği, Birleşik Devletler ve Avrupa'nın, Türkiye ile paylaştıkları ortak güvenliği ve demokrasiler olarak paylaştığımız ortak değerleri güçlendirmektedir." dedi..
Başkan Obama, "Türkiye, Atlantik ötesi ve Avrupa kurumlarında azimli ve sorumlu bir ortak olmuştur. Etnik kökenler, gelenek ve inançların farklılığı Avrupa'nın kaybı değil kazancıdır." dedi.
Türkiye, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılması ve hukuki vekalet hakkının genişletilmesi de dahil olmak üzere, AB üyeliğine yönelik önemli adımlar atmış, basın özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüklerini genişletmek için yasalar çıkarmıştır.
Bunlara ilaveten, Kürtçe yayın konusundaki bazı kısıtlamaları kaldıran Türkiye, iki üniversitede Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümleri açmayı taahhüt etti. Reformların sürdürülmesini destekleyen Obama, "Demokrasiler durağan olamazlar, ileriye doğru gitmelidirler." dedi.
Bölgesel ilişkilerde Birleşik Devletler, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini desteklemektedir. Başkan Obama, sınırın açılmasının, Türk ve Ermeni halklarını her iki milletin yararına olacak bir barış içinde ve müreffeh şekilde birlikte yaşamaya götüreceğini ifade etti. ABD ayrıca Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin Dağlık Karabağ sorununun çözümüne katkıda bulunacağını umut etmektedir.
Orta Doğu'da, ABD ve Türkiye, teröristlere sığınak sağlamayan güvenli bir Irak'ı desteklemektedir. Irak, Türkiye ve ABD, aralarında PKK olarak bilinen Kürt terör örgütünün de bulunduğu terör örgütlerinin ortak tehdidi altındalar. Başkan Obama, PKK terör örgütüne karşı savaşta ABD'nin desteğinin devam edeceğini taahhüt etti.
Terörizme karşı güç birliği oluşturmanın yanı sıra, ABD, Müslüman dünyası ile karşılıklı çıkar ve karşılıklı saygı temelinde daha geniş temas halinde olmak istemektedir. Başkan Obama, "Dikkatle dinleyeceğiz, yanlış anlaşılmaları düzeltip ortak bir zemin arayacağız." dedi.

AP: "AB, TÜRKİYE'YE ERMENİSTAN SINIRINI YENİDEN AÇMASI ÇAĞRISINDA BULUNDU"

ANKARA, 14/04(AP)(BYE)--- AB'nin Güney Kafkasya'dan sorumlu üst düzey yetkilisi Peter Semneby, Türkiye'ye, Ermenistan sınırını yeniden açması çağrısında bulundu.
Semneby, sorunu çözümlemek için her türlü çabanın önem taşıdığını ve hem bölgenin hem de AB'nin yararına olduğunu belirtti. Semneby, sınırın yeniden açılmasının, komşular arasında uzlaşma sağlayıp bölgede istikrarı güçlendirebileceğini söyledi.
Semneby, bugün bir grup gazeteciye yaptığı açıklamada, AB'nin, konunun "süratle" ele alınmasını umduğunu açıkladı.
ABD Başkanı Barack Obama da, Türkiye'ye, Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında Ermenilerin toplu olarak öldürülmeleri konusundaki ihtilafta Ermenistan ile uzlaşması için çağrıda bulunmuştu.
Türkiye, Azerbaycan'ın Ermenistan ile Dağlık Karabağ konusundaki ihtilafında, bu ülkeye destek amacıyla 1993'te Ermenistan ile sınırı kapatmıştı.

THE NEW YORK TIMES: "OBAMA'NIN AVRUPA TURU ANALİZİ"

NEW YORK, 15/04(BYE)--- The New York Times gazetesinin 14 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, John Vinocur imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı yorumun geniş özet çevirisi şöyledir:

Bir haftalık bir gecikmeyle, Barack Obama'nın Atlantik'ten Doğu'nun kapılarına kadar uzanan ziyaretinden geriye kalan bir dizi yalnış yorum, karşı koyuş ve karışık övgüden şu sonuçlar çıkarılabilir.
Ortak risk, ABD'nin Avrupa'yı nükleer bir tehdide karşı savunmasının arkasındaki NATO kavramı. Görünüşe bakılırsa, Angela Merkel savunurken, Almanya Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier bu kavramdan kurtulmaya çalışmaktadır. Almanya, ABD'nin nükleer deposu olduğuna inanılan ve kuramsal olarak ortak hedef olma riski taşımayı kabul eden Türkiye, İtalya, Belçika ve Hollanda'yı kapsayan NATO üyesi ülkeler arasında yer almaktadır.
Gerçek anlamda risk söz konusu olduğunda, Başkan Obama'nın Strasbourg'da gerçekleşen NATO zirvesinde, Afganistan konusunda "oybirliğiyle, güçlü bir destek" aldığı yönündeki ifadeleriyle bağlantı kurulabilir. Eğer daha fazla Avrupalı askerin Afganistan'daki çatışmalarda yer alması kastediliyorsa, bu henüz gerçekleşmedi. Talep ister George Bush'tan ister Başkan Obama'dan gelsin, gerçekler ortada; bazı Avrupalı askeri birlikler sadece hafif ev işlerine eşdeğer şekilde görev yapmaktadır.
Gerçekten de, Hollandalılar, Danimarkalılar ve İngilizlerin, tehlikeli güney cephesine yönelik yaklaşımları, Kanadalılar ve Amerikalılarınkinden çok farklı. Avrupa ve ABD işbirliği ile ilgili olarak geçen hafta düzenlenen sempozyumda katılımcılardan birinin bilmiş bakışlarla sorduğu, "Savaşanlar ve savaşmayanlar arasındaki ayırım, ordular arasındaki ilişkilere zarar vermekte midir?" şeklindeki sorusu bu sıkıntıyı ortaya koymaktaydı.
Türkiye: ABD Başkanı Türkiye'yi, "güçlü ve laik demokrasi" olarak niteledi ve stratejik müttefikinin Avrupa Birliği'ne üyelik talebine, Washington tarafından uzun zamandır verilen desteği yineledi. Avrupa Birliği'nin ilk Müslüman üyesi olması söz konusu olan Türkiye'nin, aslında "din baskısının arttığı ve laikliğin azaldığı" bir yöne doğru gittiğini ifade eden Fransız Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, bu konuda gerçeklere daha yakın olabilir.
Aslında, Obama, Türkiye ile, Danimarka'da yayımlanan bir gazetede Hazreti Muhammed'in karikatürlerinin yer almasına, ifade özgürlüğü bağlamında karışmayı reddeden Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen'in NATO yeni genel sekreteri olmasını reddetmekten vazgeçirecek bir pazarlık yaptı. Bu pazarlık sonucu, Türkiye, Müslüman ülkelerle ilişkilerden sorumlu bir makamın yanı sıra NATO'da bir dizi görev elde etti.
Bu durum, Avrupa Birliği'ni, İran, Irak ve Suriye ile olan coğrafi sınırlarıyla Arap dünyasının merkezine ulaştırabilecek olan Türkiye'nin, üye olması halinde nasıl iş yapabileceği konusunda çok da iyi bir reklam olmadı. Ancak, haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde Türkiye'nin üyeliğine karşı olanların işine yaradı.
NATO'nun Avrupa Birliği ile işbirliğinde, güvenlik ve enerji kelimelerinin yan yana yer almasından hoşlanmayan Batı Avrupalılar bulunmaktadır. Rusya'nın, Avrupa'ya olan petrol arzını kapsayan yeni bir siyasi şantajının olması kulağa sanki askeri birşeyler tasarlanıyormuş gibi gelmektedir.
Obama ABD'ye döndü. Almanya ve Fransa, Avrupa Birliği büyükelçilerinin katıldığı bir toplantıda, Türkiye, Gürcistan, Kazakistan ve Azerbaycan gibi transit ve bağımsız enerji sağlayan ülkeler ile Avrupa Birliği arasında mayıs ayında yapılacak Güney Koridoru Zirvesine Rusya'nın da katılmasını istedi.
İşte bu noktada, Başkan'ın büyük oranda beğenilmeyi istediği ve karışık mesajlarla sonuçlanan bir hafta süreli ziyareti sonrasında, uygulanabilir hedeflerin duygusal bir şekilde ifade edildiği ve ABD'nin bunların üstesinden gelme ihtimalinin çok az olduğu Avrupa sorunu yer almaktadır.

 

AZERBAYCAN BASINI

YENİ MÜSAVAT: "SINIRLARIN AÇILMASI TEHLİKESİ HENÜZ TAMAMEN ORTADAN KALKMADI"

BAKÛ, 13/04(BYE)--- Tirajı günde 11.000 olan muhalefet yanlısı Yeni Müsavat gazetesinin 13 Nisan 2009 tarihli sayısında, İtibar Seyidağa imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

İki gün önce Türkiye-Ermenistan sınırının açılacağı şeklindeki haberler konusunda net tutum bildiren Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Dağlık Karabağ ihtilafı çözülmediği sürece Ermenistan sınırının açılmayacağını açıkladı.
Türkiye hükûmetinin, Azerbaycan kamuoyunun bir süredir duymak istediği açıklamayı nihayet yapması, kardeş ülkenin ve Azerbaycan kamuoyunun zaferi olarak görülüyor. Şu bir gerçek ki Türkiye ve Azerbaycan kamuoyunun tepkileri olmasaydı, Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmeti tutumundan vazgeçmeyecekti. Kamuoyunun tepkileri ve Azerbaycan'ın resmî tutumu, Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetini Ermenistan sınırını açma niyetinden vazgeçirdi.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in, Ermenistan sınırının açılacağı şeklindeki haberlere tepki olarak, İstanbul'da düzenlenen 2. Medeniyetler İttifakı Forumu'na katılmayı reddetmesinden ve Güvenlik Kurulu Toplantısı düzenleyerek, Azerbaycan'ın bölgedeki gelişmelere yönelik politikasını yeniden gözden geçireceğini açıklamasından sonra, Türk kamuoyu da konunun ciddiyetini anladı. Yani, İlham Aliyev'in Türkiye'ye gitmemesi aslında bir sinyal oldu. Sonuç olarak sadece Azerbaycan'da değil, Türkiye'de de sınırların açılmasına karşı büyük bir kampanya başlatıldı. Son birkaç gündür Türk basınının gündemindeki bir numaralı konu olan Ermenistan sınırının açılmasının, Türkiye'ye hangi zararlara mal olabileceği tartışılıyor.
Televizyon kanallarının yaptığı anket sonuçlarına göre, Türk halkının yüzde 96'sı sınırların açılmasına karşı. Azerbaycan'dan farklı olarak Türkiye'de hükûmetler, kamuoyuna hesap vermek zorundadırlar ve bu yüzden Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmeti, konunun ciddiyetini anlayarak, Ermenistan sınırının açılması konusuyla ilgili malum açıklamada bulundu. Peki Türkiye hükûmetinin bu tutumu sergilemesi, sınırların açılması tehlikesini ortadan kaldırıyor mu?
Tehlikenin tamamen ortadan kalkmadığını bildiren siyaset bilimci Arif Yunus, "Sınırların açılmasının, belirsiz bir tarihe kadar ertelendiğini söyleyebiliriz. Ancak tamamen gündemden kalktığı söylenemez. Önemli birçok konu, AB ülkeleriyle müzakerelere bağlı. Türkiye için Ermenistan değil, AB konusu daha önemli. Türkiye iktidarı, sınırları açsa bile AB'nin kapılarını kendisine açmayacağını hissediyor. Türkiye'nin otomatikman AB'ye kabulünü sağlayacağına emin olsa hemen sınırları açar. Bundan emin olmadığı için Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmeti şimdilik sınırların açılmasına gerek olmadığını düşünüyor. Şimdilik müzakereler sürüyor. Dağlık Karabağ konusuyla ilgili müzakere süreci uzun yıllar sürdüğü gibi bu sürecin de ne kadar süreceği bilinmiyor. Ben şahsen bu yıl sınırların açılacağını zannetmiyorum." dedi.
Siyaset bilimci Gabil Hüseyinli de sınırların açılmasının şimdilik ertelendiğini düşündüğünü ifade ederek, Erdoğan'ın konuyla ilgili açıklamasının, en azından yakın bir süre içinde böyle bir adımın beklenmediğini gösterdiğini vurguladı ve şunları söyledi: "Erdoğan, Ermenistan sınırının açılmasının, ABD ve AB ile ilişkilerini güçlendirdiği kadar, ülke içindeki konumunu zayıflatacağını da anladı. İki hafta önce yapılan yerel seçimlerde Erdoğan'ın partisi çok fazla oy kaybetti ve böyle bir dönemde Ermenistan sınırının açılması, Adalet ve Kalkınma Partisine büyük bir darbe vurabilir. Ayrıca Türkiye hükûmeti, Azerbaycan'ın, dostluk ve kardeşlik sloganlarına rağmen Ermenistan sınırının açılması konusuna tepki olarak Ankara'dan vazgeçerek, Rusya ve İran'a doğru yönelebileceğini anladı. Bu, Ermenistan ile ilişki kurarak, Güney Kafkasya bölgesinde konumunu güçlendirmek isteyen Türkiye için büyük bir jeopolitik kayıp demektir. Çünkü büyük enerji kaynaklarına sahip olan Azerbaycan ile iyi ilişkileri olmazsa Türkiye bölgede ciddi bir oyuncu olamaz. Diğer taraftan Azerbaycan, Ermenistan sınırının açılmasına tepki olarak enerji stratejisini tekrar gözden geçirebileceğini ima etti. Erdoğan'ın son açıklamasının, Bakû'yü ve kamuoyunu biraz rahatlatacağını düşünüyorum. Bundan sonra ne Washington Ankara'ya baskı yapacak, ne de Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmeti sınırları açma konusunda ciddi baskılara maruz kalacak. Bu nedenle en azından yakın bir süre içinde sınırların açılmayacağını söyleyebiliriz."

 

BAHREYN BASINI

GULF DAILY NEWS: "AVRUPA NİÇİN TÜRKİYE'Yİ KUCAKLAMALI?"

ANKARA, 13/04(BYE)--- Bahreyn'de İngilizce yayımlanan Gulf Daily News gazetesinin 12 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Quentin Clarke imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan haberin çevirisi şöyledir:

Mustafa Kemal Atatürk'ün mozolesinin uzlaştırıcı herhangi bir tarafı yok. 20. Yüzyılda ulus yaratma sürecinde Ankara'nın ortasında düz bir tepeye yerleştirilmiş sert bir anıt. Ancak burası Barack Obama'nın ABD Başkanı sıfatıyla, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede, ilk kez kamuoyu önüne çıktığı yer.
Ziyaretçi defterine dinler arası uyum vizyonuyla değil daha çok "Atatürk'ün Türkiye için öngördüğü modern ve müreffeh bir demokrasi vizyonunu" desteklemeyi taahhüt eder bir tarzda yazdı. Ardından Türkiye Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve önde gelen partilerin liderleriyle görüştü.
Obama'nın "dünyayı iyileştirmek adına yüzyıllar boyunca çok fazla şey yapan" İslam'a olan şükranları daha sonra geldi ve bunu özellikle Ankara'da yaptı çünkü Atatürk'ün mirası Türkiye'yi sıkıca Batı'ya bağlarken ülkede hâkim olan din ise onu Orta Doğu'ya bağlıyor.
Başkanın ziyareti ayrıca, Türk Parlamentosuna hitaben yaptığı konuşmada, "Avrupa'nın etnik köken, gelenek ve inanç çeşitliliğinden kazanç sağlayacağı" temelinde Amerika'nın Türkiye'nin AB üyeliğine olan desteğini teyit etmesiyle ülkenin sık sık kırılan Avrupa hevesine hayat verdi.
Zaten böyle olması gerekiyor. Obama, selefi gibi Türkiye'nin AB'nin diğer komşuları gibi gerekli reformları yasalaştırdığı takdirde Birliğe katılma hakkına sahip olduğunu söylemekte haklı.
Obama'nın her şekilde bu görüşü söyleme hakkı bulunuyor. Şayet bu, göründüğü üzere, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'yi gücendirdiyse, Fransız liderin böyle şeylerle yaşamayı öğrenmesi gerekiyor.
Sarkozy, tabii ki teknik olarak, Türkiye'nin geciken katılım müzakerelerinin yeniden başlayıp başlamamasıyla ilgili olarak son kararın AB'ye üye devletler tarafından verileceği konusunda haklı. Ancak, ABD'nin bu hayati tartışmayla hiçbir ilgisinin olmadığını ileri sürmekte hatalı ve açıkçası küstah.
Avrupa, Yeni Dünya'ya nasıl yaşayacağı, kaderi ve sorumlulukları konusunda nutuk vermeye hiçbir zaman çekinmedi. Tavsiyeler aksi istikamette olduğu zaman, Avrupa bunları ciddi anlamda dikkate almalı. Sarkozy'nin, Obama'nın Türkiye'nin katılımı konusundaki tavrına tepkisi Angela Merkel tarafından yinelendi. İkisinin de bu tavrı beklenmiyordu ve kısmen, şu anki AB üyeleri üzerindeki ekonomik sorumluluğun genişleyeceği endişesinden hareketle tepki gösterdiler.
Ancak, Fransa ve Almanya'nın duruşu, homojen "Hristiyan" kimliğine ani bir bağlılıkla ikiye ayrılan seçmenlerin güçlükle kamufle edilen ırkçılıklarını da teşvik etti.
Obama, konuşmasını, Suriye, İran ve İsrail-Filistin çatışması üzerine yaptığı seçim vaatlerini yinelemek için kullandı. Türkiye'yi bir örnek olarak göstermesi de bu açıdan önem taşıyor.
Türkiye, İslamiyet ve gelişmiş bir demokrasinin bir arada var olabileceğinin yaşayan bir kanıtı. AB üyeliği hakkını elde etmek için özellikle kurumsal yönetim ve yargı bağımsızlığı alanlarında daha fazlasını yapmalı. Bulgaristan ve Romanya için de aynısı geçerli ve onlar üye oldular bile.
Hiç kimse şu anda Türkiye'nin AB'nin 28. üyesi olmaya hazır olduğunu iddia etmiyor ancak ABD bu fikri benimsedi ve Avrupa da böyle yapmalı.

 

İRAN BASINI

İRNA: "GÜL: BAZI AVRUPALI YETKİLİLERİN TÜRKİYE'Yİ ELEŞTİRMESİ TEHLİKELİ"

ANKARA, 09/04(BYE)--- İran Haber Ajansı İRNA'nın 9 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Farsça haberin çevirisi şöyledir:

Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yaptığı açıklamada, Avrupalı yetkililerin, Türkiye'nin Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği seçimi sırasındaki tutumuna yönelik itirazlarının çok tehlikeli bir girişim olduğunu belirtti.
Basın toplantısında konuşan Gül, Türk dış politikasına yönelik bu tür eleştirilerin Türkiye'nin güvenlik alanlarında Avrupa ile olan iş birliğini zedeleyebileceğini belirtti.
Türkiye'nin Rasmussen'in NATO Genel Sekreteriliğine seçilmesine karşı çıkması hakkında ise Gül şunları söyledi: "Türkiye, mantık dışı taleplerde bulunmak veya tehdit etmek peşinde değildi. Akıllı bir hareketle uzlaşmaya vardık."
Türkiye, Danimarka basınında yer alan Hz. Muhammed'e yönelik hakaret içeren fotoğraflara karşı umarsamaz tutumu ve PKK yanlısı bir televizyon kanalının bu ülkede faaliyet göstermesi nedeniyle Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliğine seçilmesine karşı çıktı.
Avrupa Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn de geçen cumartesi günü, Türkiye'nin Rasmussen'in seçilmesine karşı çıkması konusunda uyarıda bulundu.
Finlandiya devlet televizyonunda konuşan Rehn "Bence Türkiye Rasmussen'i desteklememekle büyük bir hata işliyor. Bu da Türkiye'nin AB üyelik sürecini zedeler." dedi.
Olli Rehn, Türkiye'nin bu tutumunun, Avrupalıların, Ankara'nın Avrupa değerleriyle uyumu konusunda tereddüde düşmesine neden olacağını iddia etti.
TRT'nin haberine göre Avrupalı yetkililerin Türkiye hakkındaki eleştirilerini hayret verici olarak niteleyen Abdullah Gül, bunun Avrupa kültürüyle bağdaşmadığını belirtti.
Bazı Türk çevreler, Türkiye'nin, Almanya ve Fransa tarafından ciddi bir şekilde desteklenen Rasmussen'in seçilmesine karşı çıkmasına rağmen, ABD Başkanı Barack Obama'nın Türkiye'nin mevcut kaygılarını giderileceği güvencesini vermesinden sonra Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliğine seçilmesine onay verdiğine inanıyor.

TAHRAN RADYOSU: "TÜRKİYE'NİN NATO'YA TEPKİSİ VE FRANSA'DA TÜRKİYE KARŞITLIĞI"

ANKARA, 10/04(BYE)--- Tahran radyosunun 07.30 Türkçe Yayınından:

Türkiye'nin geçen hafta, NATO'nun askerî kanadına dönüşüne yeşil ışık yaktığı Fransa'da, Amerika Başkanı Barack Obama'nın açık desteğini ifade etmesinin ardından Avrupa Parlamentosu seçimi öncesi, Türkiye'nin AB üyeliğine karşıtlık yeniden hortladı.
Haziran ayında yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçimleri kampanyasının Türkiye sorunu ile açıldığına dikkatler çekiliyor.
Fransa'da Avrupa Parlamentosu seçimi öncesi Türkiye'nin AB üyeliği konusunda Amerika Başkanı Barack Obama ile Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy arasında geçen sözler, Fransa basınında geniş bir biçimde yer alıyor.
Bu arada, haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerine ilişkin kampanyada, Türkiye'nin AB üyeliğinin yeniden en çok tartışılan konulardan biri olacağı şimdiden belli oldu.
Le Figaro Gazetesi, Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nı kastederek, "Elysee, Türkiye'nin Üyeliğini Tartışmaya Hazır" başlığını kullandığı haberinde Sarkozy'nin görevini üstlendikten sonra Türkiye'ye ilişkin tutumunu yumuşattığını belirterek Sarkozy, Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra şarabına su kattı, Sarkozy reddini korudu ama yöntemlerini yumuşattı ifadesini kullandı. Cumhurbaşkanlığını üstlendikten sonra Sarkozy'in, BM Genel kurulu toplantıları sırasında iki defa Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile buluştuğuna dikkati çeken gazete, Sarkozy'nin devam eden üyelik müzakerelerine belirleyici başlıkların açılmadığı sürece, karşı çıkmayacağı güvencesini de verdiğini belirtti.
Sarkozy'in ayrıca Türkiye'yi Akdeniz İçin Birliğe katılmaya da ısrar ettiğini anımsatan gazete, Fransa Anayasası'nın Türkiye'nin üyeliğinin referanduma sunulması zorunluluğuna ilişkin bir uzlaşının da varıldığına işaret etti.
Le Figaro, Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nın Türkiye'nin üyeliğine ilişkin tartışmaların yeniden başlaması bizi hiç de rahatsız etmiyor, Cumhurbaşkanı pazar günü Barack Obama ile mutabık olmadığını teyit ettiği yolundaki açıklamasına dikkati çekerek, Sarkozy'in Obama'nın dediğini yapan biri olmadığını kanıtlamaya çalışacağını vurguladı.
Bu arada gazete, diğer bir haberinde "Avrupa Parlamentosu seçimi kampanya Türk sorunu ile açılıyor" derken Fransız politikacıları, Başkan Obama'nın Türkiye'ye desteğini eleştiren açıklamalarının çoğaldığını kaydetti.
Cumhurbaşkanı Sarkozy'in geçen pazar günü "Ben her zaman bu üyeliğe karşı çıktım ve çıkmaya devam ediyorum." sözlerinin ardından, iktidardaki UMP'nin Grup Başkanı Jean-François Cope de "Grup çok büyük bir çoğunlukta Türkiye'nin birliğe katılmasına karşı dedi.
Ulusal Cephe lideri Jean Mary Lüpen, Sarkozy'nin Türkiye ile üyelik müzakerelerinin sürmesine izin verdiği gerekçesiyle eleştirildi.
Kısacası Türkiye'nin geçen haftalarda Danimarka Başbakanı Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliğine karşı çıkması ama Obama'nın bir saat garantör olmasıyla Türkiye'nin Rasmussen'e destek vermesine rağmen Fransa ve Avrupa'da artan Türkiye karşıtlığının ileri tarihlerde daha da artması tahmin ediliyor.

 

LÜBNAN BASINI

AN NAHAR: "OBAMA, İSTANBUL VE BİZ"

ANKARA, 10/04(BYE)--- Lübnan'da yayımlanan an Nahar gazetesinin 8 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Cihad el Zeyn imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

Bir Türk yazar şöyle bir soru soruyor: "İngiltere veya Belçika'yı 'ılımlı Hristiyan' ülke olarak niteleyen biri var mı?" Yanıt tabii ki "hayır". Ancak bu soruyu sormanın asıl amacı, Türkiye'deki kültürlü laik kesimin, Türkiye'yi "ılımlı Müslüman" ülke olarak niteleyen görüşe karşı çıktığını göstermektir. Bu terim (ılımlı İslam) George W. Bush döneminde yaygınlaştı. Türkiye'deki birçok aydın, Bush'un "ılımlılık" ideolojisini, Amerikan'ın politikasını destekleyen ülkelere özgünleştirerek bu terimi yozlaştırdığını düşünüyor.
Türkiye'deki İslam, çevresindeki Arap ülkelerinde var olan İslam'dan yapısal olarak farklılıklar arz ediyor. Türkiye'deki örnek, modern ekonomiye dayalı bir demokrasidir. Türk yetkililer, ülkelerinin Arap ülkelerindeki siyasi rejimlere benzetilmesini bir "hakaret" olarak açıklayamazlar. Ancak geçtiğimiz ay Türkiye'ye yaptığı ziyarette "ılımlı İslam" terimini kullanmaması için Hillary Clinton'a öğütler verildiği anlaşılıyor. ABD Başkanı Barack Obama da Türkiye ziyaretinde bu öğüde bağlı kaldığını gösterdi ve Türkiye'nin, ABD ile İslam dünyası arasında bir köprü olduğu mesajını verdi.
Başkan Obama, Türkiye ziyaretinde yaptığı konuşmalarda çok hassas konulara çok dikkatli bir şekilde değindi. Obama, Türk Parlamentosunda yaptığı konuşmada, Türkiye'de yapılan siyasi reformları övdü ve bu reformlara devam edilmesini istedi. Obama ayrıca Kıbrıs konusu, İsrail-Filistin anlaşmazlığı, Afganistan ve Irak meselelerinden bahsederek Türk dış politikasına her yönüyle değinmiş oldu.
Öte yandan Obama'nın, Türkiye'nin AB üyeliğini desteklemesi, Amerikan yönetiminin bu doğrultudaki bilindik politikasının uzantısıdır. Ancak, Fransa Cumhurbaşkanının Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkması, Obama'nın Türkiye'yi ziyaretine farklı anlamlar yüklememize neden olmuştur.
Bu konuda bir ironiden bahsedebiliriz. Zira Mustafa Kemal Atatürk, laik Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarken Fransa modelini örnek almıştı; günümüzde ise Fransa, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkıyor. Din özgürlüğüne izin vermesi nedeniyle daha gelişmiş bir laik modeli benimseyen Amerika ise Türkiye'nin üyeliğini destekliyor. Bununla birlikte Türkiye'de gelenekçi "Kemalistler" (Fransız modelini savunanlar) ile liberal, İslami ve solcu yeni kuşak "Kemalistler" (Amerika'nın laik modelini savunanlar) arasındaki çekişme sürmektedir.
İroni içinde ironi olduğundan, durumun çok komplike bir hâl almasına neden olmaktadır.

 

MISIR BASINI

EL AHRAM: "OBAMA, TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞİ YOLUNU AÇMAKTA BAŞARILI OLABİLİR Mİ?"

ANKARA, 14/04 (BYE)---Mısır'da yayımlanan el Ahram gazetesinin 13 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Usame Abdulaziz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

ABD Başkanı Barack Obama'nın, Batı ile İslam dünyası arasında köprü oluşturma projesini duyurması ve ABD'nin İslamiyet ile savaş hâlinde olmadığını ilan için Türkiye'yi seçmesinin birçok nedeni vardır. Bu nedenlerin en önemlisi: Türkiye'nin dünyadaki en önemli demokratik ve Müslüman ülkelerden biri olmasıdır.
Türkiye'nin ABD açısından yerine getirmesi gereken bazı hususlar var. Örneğin: ABD güçlerinin Irak'tan güvenli bir şekilde çekilmesini sağlamak, Obama'nın Afganistan politikasını desteklemek, Rusya ve İran'a karşı Batı lehine bir duvar oluşturmak gibi.
Ancak bu konuda işaret etmemiz gereken en önemli konu, Türkiye'nin bu ziyaretten sağlayacağı kazançlardır. AK Partiye yakınlığıyla bilinen Yeni Şafak gazetesinin ifade ettiği gibi bu ziyaret sonucunda Amerika ile altın çağ başlamıştır. Zira Türkiye, Amerika'nın bölge politikalarında büyük bir önem arz etmektedir. Türkiye, bu ziyaretten Ermenistan konusunda da kazanımlar elde etti. Obama Ermenileri destekleyen tutumundan vazgeçmediğini belirtmesine rağmen soykırım kelimesini kullanmamaya özen gösterdi. Obama İstanbul'dan ayrılınca Türk diplomasi kaynakları, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi için iki ülkenin bir anlaşma imzalamaya yaklaştığını duyurdu. Bu anlaşma, diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi, Ankara ve Erivan'da elçiliklerin açılması, Ermeni soykırımı iddialarının tarihçiler tarafından incelenmesi, sınırın açılması ve ticarî ilişkilerin başlatılması konularını içeriyor.
Analistler, Obama'nın Türk Parlamentosunda yaptığı konuşmada birçok konuyla ilgili mesajlar verdiğini düşünüyor. Örnek olarak, Kıbrıs meselesinin federal esaslara göre çözümü (Türkiye'nin isteği de bu doğrultuda), PKK'yı ortak düşman olarak niteleme ve Irak'ın toprak bütünlüğünden yana olma.
Ancak Türkiye'nin Obama ziyaretinden en büyük kazancı AB konusunda oldu. Obama, Türkiye'nin AB'ye katılmasını desteklediğini 48 saatten daha az bir sürede iki kez açıkladı ve Washington'un Türkiye'yi Avrupa'nın çok önemli bir parçası olarak gördüğünü söyledi. Obama, bu yolda birçok siyasî reform gerçekleştiren Türkiye'nin dünyanın saygısını kazandığını belirtti.
Peki Obama, Türkiye'nin AB'ye katılma yolunu açma konusunda başarılı olabilecek mi? Uzmanlar, süper gücün bu konuya odaklanmasının Avrupa ülkelerinin, Türkiye'nin Birliğe dâhil edilmesi hususunda bazı konularda taviz vermelerinde önemli rol oynayacağını düşünüyor.
Ancak Türkiye'nin AB rüyası, Kopenhag kriterlerine uygun reformları hızlı bir şekilde yerine getirme koşuluna bağlıdır. Türkiye, ilk etapta en azından ekonomik ve siyasî kriterlere uymalıdır. Diğer yandan Türkiye'nin karşılaşacağı en zor engel, din ve kültür faktörü olacaktır; bu nedenle Türkiye'nin, 72 milyonluk Müslüman nüfusun Birliğe dâhil edilmesi sonucunda Hristiyan Avrupa kulübünde yaratacağı korkuları bertaraf etmesi gerekir.

 

ULUSLARARASI ARAP BASINI

EL ŞARK'UL EWSAT: "AHMET DAVUTOĞLU: BÖLGEDEKİ HİÇBİR ÜLKEYLE REKABET ETMİYORUZ... EKONOMİK BÜTÜNLEŞME BARIŞIN TEMELİ"

ANKARA, 11/04(BYE)--- Londra'da Arapça yayımlanan el Şark'ul Ewsat gazetesinin 10 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Mina el Ureybi imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın çevirisi şöyledir:

Türk dış politikası geçen altı yılda pek çok değişime tanık oldu. Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Erdoğan hükûmetinin resmî yüzü olsa da bu politikanın asıl mimarı genelde kuliste kalıyor. Profesör Ahmet Davutoğlu, siyasi ve uluslararası ilişkiler doktorasında geliştirdiği akademik görüşlerine bağlı olarak, Erdoğan'ın başdanışmanı oldu. Davutoğlu'nun pek çok lakabı var; doktor ve elçi gibi. Başbakanlık Bürosuna bağlı çalışmasına rağmen Cumhurbaşkanı Gül'e de danışmanlık ediyor ve hassas ziyaretlerde ona eşlik ediyor. Davutoğlu son olarak Gül'e, Türkiye'nin yeni genel sekreter seçiminde büyük rol oynadığı NATO Zirvesi'nde eşlik etmişti. Kendisi ayrıca Türkiye'nin politikalarına yol hazırlamak için zor görevler de üstleniyor. Örneğin, Gül'ün Bağdat'ı ziyaret etmesinden önce, geçen yıl altı kez Irak'a ziyarette bulunmuştu.
Davutoğlu'nun kameraların karşısına pek çıkmadığı bilinse de kendisi sosyal ve samimi bir kişi; siyasetin ana unsurları olarak nitelediği tarih, ekonomi ve kültür hakkında konuşmayı, tartışmayı seviyor. Konuşma tarzı, bir siyaset adamlığından çok düşünür tarafını yansıtıyor; ani tepkiler yerine pratik kuramlara dayanıyor.
Davutoğlu, basına verdiği ender mülakatlardan birinde İstanbul'da el Şark'ul Ewsat'a konuştu ve Türkiye'nin, 21. Yüzyılda Balkanlar'dan Orta Asya'ya ve Orta Doğu'ya kadar nüfuzu olan modern bir devlet olmak için izlediği yolları anlattı.

EL UREYBİ: ABD ile ilişkilerinizden ve Türkiye'nin Obama yönetimiyle İran ve Suriye gibi devletler arasında köprü kurmada oynayabileceği rolden başlayalım. Obama sizden ara buluculuk talebinde bulundu mu?

DAVUTOĞLU: Öncelikle, Türkiye'nin bölgeyle ilişkisini Türkiye'nin coğrafyası ve tarihi belirliyor. Biz bölgeye, bölgenin bakış açısıyla bakıyoruz. Biz bu bölgeye ve tarihine yabancı değiliz. Türkiye'nin güney toprakları, Suriye ve Irak ile sınırları doğal bir kültürel ve demografik süreklilik sağlıyor. Türkiye'nin bölgedeki dış politikası dediğin zaman, bizim de bir parçası olduğumuz iç siyaseti de kastetmiş oluyorsun. Tarihimiz ve geleceğimiz benzer. Türk, Arap, İran ve Kürt tarihini birbirinden ayırmamız imkânsız. Siyaset, gelecek ve kader aynı. Bizim kendimize has dış politikalarımız var. Geçmişte Avrupa ve Amerikalılarla bölgeye dair farklı bakış açılarımız vardı. Örneğin, Suriye ile ilişkilerde... Türkiye, son altı-yedi yılda Suriye ile ilişkilerini geliştirdi. Oysa aynı dönemde Suriye, Avrupa ve Amerika arasında sorunlar vardı. Aynı durum Irak ve İran ile ilişkilerimiz için de geçerli, çünkü onlar bizim komşularımız. Daha önceki ABD yönetimi döneminde, Türkiye ve ABD'nin bölgesel politikalarının ele alınışında farklı bir yöntem izleniyordu çünkü Amerikalılar izolasyon ve baskı politikası uyguluyorlardı. Buna karşılık Türkiye, iletişim, yumuşak güç ve karşılıklı ekonomik güven politikalarını tercih ediyordu. ABD'nin yeni yönetiminin politikada izlediği yöntem de Türkiye'ninkine benziyor. Örneğin, geçen üç ay içinde Amerikalı heyetler Suriye'yi geçen üç yıla göre çok daha fazla ziyaret ettiler. Tek başına bu örnek, ABD-Türkiye politikalarının benzer tarafları olduğunu gösteriyor. Ancak bu, Türkler ve Amerikalılar masaya oturduklarında, Amerikalıların Türklerden bir şey istedikleri anlamına gelmiyor. Biz tartışıyor ve çalışma yöntemimizi anlatıyoruz, Amerikalılar da bizi dinleyip kendi görüşlerini paylaşıyorlar. Buradan bakarsak, yeni yönetimin çok araçlı bir çalışma yöntemi var ve yumuşak güce daha meyilli. Bu da bizim duruşumuza daha yakın.

EL UREYBİ: Fakat, Amerikalıların Türkiye'yi bölgede bir ara bulucu olarak görüp görmediklerine dair soruma yanıt vermediniz, özellikle de Türkiye'nin İran ile ara buluculuk önerisinin ardından.

DAVUTOĞLU: Tabii ki kastettiğim bu. Biz bunu, Suriye ve İsrail arasındaki ara buluculukta yapıyoruz. Biz bunu bir Türk politikası olarak yapıyoruz. Amerikalılar artık Türkiye'nin önemini kabul ediyorlar ve bu rolün, bölge istikrarı için bir dayanak olduğunu söylüyor ve kabul ediyorlar. Bu politikayı sürdüreceğiz çünkü bu bizim politikamız. Söylemek istediğim şey, biz bölgeye Ankara'dan bakıyoruz.

EL UREYBİ: Sizinle anılan ünlü bir kuramınız var: "Sorunları sıfırlamak". Bu, Orta Doğu gibi sorunlarla kaynayan bir bölge için mümkün olabilir mi?

DAVUTOĞLU: Öncelikle bu politikanın anlaşılması için Türk topraklarının anlaşılması gerek. Adına esnek topraklar dediğim bütün topraklarımız. 1639 yılına kadar giden Türkiye-İran sınırı hariç, Türk topraklarının içeride ve dışarıda devamlılığı var. Türk-Yunan topraklarına gelince; Yunan topraklarında bir Türk azınlığı var. Bulgaristan'da da bu azınlık var. Örneğin Gürcistan'da kimi Türklerin akrabaları var çünkü köyler, sınırlar çizilirken bölünmüş. Irak ve Suriye'de de aynı durum geçerli ancak Soğuk Savaş nedeniyle birbiriden ayrılmak zorunda kaldı. Şimdi sorunları sıfırlamaya çalışıyoruz yani sorun kalmaması için uğraşıyoruz. Soğuk Savaş döneminde, Suriye ve Bulgaristan gibi farklı siyasi rejimler nedeniyle komşularımızla sorunlarımız vardı. Soğuk Savaş sonrasında da bölgedeki istikrarsızlık nedeniyle farklı gerginlikler yaşandı. 2002 yılında hükûmet kurulduğunda, komşularımızla sorunları sıfırladığımızı ilan ettik. Son altı yılda da Suriye ile ilişkilerimiz mükemmelleşti. Yunanistan ile ilişkilerimiz de çok iyi. 80'li yıllarda yaşanan gerilimin ardından Bulgaristan ile ilişkilerimiz de çok iyi oldu. Gürcistan ile de ilişkilerimiz o kadar iyi ki havayolu şirketimiz, Batum Havaalanı'nı oranın yerel bir şirketiymiş gibi kullanabiliyor. Karşılıklı ekonomik güven çok yüksek. Gürcistan ile çok önemli ortak projelerimiz var. İran ve Irak ile de ilişkimiz iyi. Bugün hiç kimse Türkiye ve komşuları arasında en ufak bir gerginlik olabileceğini düşünmüyor. Şimdi komşu ülkelerle yapmaya çalıştığımız şey, sorunları aşıp maksimum iş birliği hatta bütünleşme aşamasına yükselmek. Geçen yıl Irak ile bir strateji anlaşması imzaladık ve eş güdüm için yüksek komisyon oluşturduk. Burada önemli bir kurama dayandık; ekonomik iş birliği yerine ekonomik bütünleşme terimini kullandık. Zira karşılıklı çıkarları maksimum seviyeye çıkarmak için ekonomilerimizin bütünleşmesini istiyoruz. Bakış açımız buydu, başarılı da oldu. Ancak eksik unsur, Ermenistan ve Kıbrıs idi. 2004 yılında çözüme ulaşmaya çalıştık ancak Yunanlar karşı çıktılar. Ermenistan ile devam eden çalışmalar var ve çözüme ulaşmayı umuyoruz. Azerbaycan ile de iyi ilişkiler içindeyiz. Tek vatanda iki devlet olduğumuzu söylüyoruz. Çok yakınız. Karadeniz üzerinden Rusya'yı da komşumuz sayarsak, onunla da ilişkimiz oldukça iyi.

EL UREYBİ: Üzerine ışık tutmamız gereken pek çok konuya parmak bastınız. Irak ile başlayalım. Türkiye, savaşa karşı çıkan ülkelerden biriydi ancak aynı zamanda şimdiki hükûmeti destekliyorsunuz. Özellikle PKK konusunda Irak ile ne kadar iş birliği olduğunu düşünüyorsunuz?

DAVUTOĞLU: Evet, Irak savaşına çekinceli yaklaştık çünkü Irak'ı yıkmak istemiyorduk. Savaş nedeniyle Irak'ı olumsuz etkilemek istemedik. Ancak, savaştan sonra Irak'taki siyasi çalışmayı ve istikrarı desteklemede oldukça aktiftik. Irak'taki bütün taraflarla iyi ilişkiler kurduk. 2005 yılında Türkiye, Sünni grupların siyasete dâhil edilmesi için bir çalışma başlattı. Şii gruplarla da iyi ilişkilerimiz var. Tabii kuşkusuz Kürt gruplarla tarihî ilişkilerimiz var; 90'lı yıllarda Türkiye, Kürtler için sığınaktı ve onlarla ticari ilişkiler vardı. Ayrıca Türkmen, Yezidi, Şebek ve Hristiyanlarla da iyi ilişkilerimiz var. Bölgeyle ilişkimiz dört temel üzerine oturuyor. İlk olarak herkes için güvenlik. Biz, bölgemizde güvenlik istiyoruz. Şiilerin, Sünnilerin, Türkmenlerin, Kürtlerin güvenliği bizim için aynı. Birinin acısı bizi de acıtır çünkü hepsi akrabamız. İkinci temel ise bölgedeki ihtilafları diyalog yoluyla çözmek. İki taraf arasında bir sorun varsa, bunun ilk çözüm yolu silah olmamalı. Irak için de aynı şey geçerli. Türkiye hiçbir tarafı silah yoluyla desteklemedi; tarafları siyasi çalışmayla destekliyoruz. Türkiye, Irak'a komşu ülkeler diyaloguna destek verdi. Üçüncü temel, bölgede ve Irak'ta karşılıklı ekonomik güven. Ekonomik rekabete izin vermemeliyiz. Doğal kaynaklar birbirimizle savaşmamıza neden olmamalı. Aksine bu kaynaklar iş birliğinin temeli olmalı, bu da ancak karşılıklı güvenle mümkün. Bu, barış için esas mekanizma. Bu nedenle de Irak ve Suriye ile var olan bütün sorunlarımıza rağmen ekonomik ilişkilerimizi geliştirdik. Dördüncü temel ise çok kültürlü yaşam. Bölgemizde ve tarihimizde bütün şehirler çok kültürlüydü. Şehirleri tek din, tek ırk ya da tek mezhep olmaya zorlayamayız aksine şehirlerimiz çok dinli, çok kültürlü olarak kalmalı. Örneğin, Irak'ta Basra ve Kerkük gibi kentler, çok mezhepli ve çok ırklı olarak kalmalılar. Politikalarımız bölgede mezhepsel veya ırksal kışkırtmaya dayanmamalı.

EL UREYBİ: Ancak pek çok kişi Türkiye'nin Türkmenleri desteklediğini düşünüyor ve onun bu rolü hakkında sorular var.

DAVUTOĞLU: Hiç kimse Irak ile iş birliğimizin Türkmenlerle iş birliği üzerine kurulu olduğunu söyleyemez. Hayır, herkesle ilişki hâlindeyiz ancak tabii ki Türkmenler, diğerleri gibi akrabamız ve onların selameti, diğerlerinin selameti kadar önemli. Saddam, Kürtlere saldırdığında, Türkiye onları korudu. Türkmenlerin, Hristiyanların, Sünnilerin veya Şiilerin güvenliğine dair bir sorun olursa, onları da koruruz. Kimse bize mezhepsel bir politika güdüyormuşuz gibi bakmamalı. Erbil'e terör saldırısı düzenlendiğinde oradaki yaralıları ağırladık. Yezidiler hedef alındığında da aynı şekilde davrandık. Biz, bölgesel bir düzen arıyoruz. Bizim için Kerkük önemli çünkü Kerkük, Irak'ın prototipi, Irak da küçültülmüş bir Orta Doğu. Bu dört esas Kerkük için uygulanabilir. Kerkük herkes için güvenli olmalı. Burada diyalog yoluyla çözüm sağlanmalı ve kimse kimseyi bakış açısını kabul etmeye zorlamamalı. Ortak bir hakimiyet olmalı çünkü Kerkük'te çeşitli kimlikler var. Ayrıca karşılıklı ekonomik güven sağlanmalı. Kerkük petrol zengini bir bölge ancak bu durum, ihtilaf konusu olmamalı. Kerkük'e kültürlerin bir arada yaşadığı bir barış mekanı olarak yaklaşırsak, bu Irak için de iyi bir çözüm olur. Tersine, burayı bir kavga mekanı hâline getirirsek, bütün Irak bundan olumsuz etkilenir.

EL UREYBİ: Cumhurbaşkanı Gül, Irak'ı ziyaret ettiğinde Bölgesel Yönetimin Başbakanı Neçirvan Barzani ile bir araya geldi. Bu görüşmenin ve Kürtlerle ilişkileri geliştirmenin önemi nedir?

DAVUTOĞLU: Burada yanlış bir bakış var. İlişkilerin geliştirilmesi aramızda hiçbir ilişki olmadığı anlamına gelir ki 90'lı yıllarda Türkiye, Kürtlerin bölgesini korudu ve aramızda hâlâ güçlü ekonomik ilişkiler var. Talabani ve Barzani'nin Irak'ta sorunları varken, Türk pasaportu taşıyorlardı. Kimse ilişkilerin sıfırdan başladığını düşünmesin. Ancak sorun savaştan sonra başladı. Kuzey Irak'ta PKK varlığına izin veremezdik. Bu terörist grup, Türkiye'ye saldırıyordu. Ayrıca Irak topraklarının selameti de bizim için önemli. Bütün ülkelerin selameti önemlidir. Bölge haritasını değiştirecek hiçbir duruma izin vermemeliyiz. Kürtlerin toprakları değiştirmeye çalıştıklarını söylemiyorum ki zaten Irak topraklarının selametine sadık olduklarını söylediler. Ancak sorun PKK'dan kaynaklanıyor. Geçen yıl 1 Mayısta Irak'ta Neçirvan Barzani ile bir araya geldik ve olumlu temaslarda bulunduk. Son olarak da Cumhurbaşkanı Gül, Irak'ta Barzani ile temaslarda bulundu. Bu temaslar, terörle mücadelede görülen bütün olumlu gelişmelerde devam edecek. Ben, ilişkilerin geliştirileceğinden eminim.

EL UREYBİ: Kürt yönetiminin PKK'ya karşı gerekenleri yaptığını düşünüyor musunuz?

DAVUTOĞLU: En azından Türkiye, Merkezi Hükûmet ve Bölgesel Yönetim arasında eş güdüm var.

EL UREYBİ: Bölgedeki barış çalışmalarına dönelim. Türkiye, Gazze saldırılarının ve Netanyahu'nun Başbakan seçilmesinin ardından İsrail ile Suriye arasındaki ara buluculuk rolüne dönebilir mi?

DAVUTOĞLU: Bu rolümüzü sürdüreceğiz çünkü barışı sağlamanın tek yolunun gerilimi tırmandırmaktan değil diyalogdan geçtiğini düşünüyoruz. Türkiye için Filistin meselesi tarihî bir sorumluluk taşıyor. Bölgede başka kurbanlar da olursa sesimizi yükseltiriz. Barış çabalarını desteklemeye ve bölgede yaşayan gruplara uygulanan şiddeti kınamaya devam edeceğiz. Ara buluculuk, barışa ulaşmak için bir yöntem ancak bu durum, adalet duygusuna gölge düşürmemeli. Türkiye'nin ara buluculuğuna ihtiyaç duyulursa her zaman iş birliğine açığız. Biz aktif bir diplomasi izliyoruz. Yani ne zaman gerilim yaşanacağını hissetsek beklemeyip derhal harekete geçiyoruz. Bu nedenle de bugün bölgede yeni bir imajımız var. Bir kriz yaşandığında insanlar Türkiye'nin katkısını bekliyorlar, çünkü herkes biliyor ki Türkiye'nin gizli bir ajandası yok ve Türkiye yardım eder. Ben, ara buluculuk çabalarının devam edeceğine inanıyorum.

EL UREYBİ: Peres ve Erdoğan arasındaki olaydan sonra İsrail ile ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

DAVUTOĞLU: Tabii ki Filistin'de ilişkilerimiz bazı ilkeler üzerine kurulu. Benzer şeyler olursa politikamız yine aynı olur. İstikrara ulaşmak için bütün taraflarla ilişkimiz olmalı. Gazze savaşı sırasında bile Hamas ve İsrail ile bağlantımız vardı. İsrail ile ilişkilerimiz bugün de devam ediyor. Gelecekte de ihtiyaç olursa ara buluculuk rolüne yeniden devam ederiz.

EL UREYBİ: Ancak ara buluculuk şu anda dondurulmuş durumda?

DAVUTOĞLU: Gazze olayları nedeniyle Suriye süreci dondurdu. İsrail hükûmeti de kurulmamıştı. Yeni hükûmetin bu konuya nasıl yaklaşacağını göreceğiz.

EL UREYBİ: Türkiye'nin Filistin çatışmasındaki ara buluculuğu konusunda bazı kesimler Mısır ile rekabet ettiğinizi düşündü. Peki, buna nasıl yanıt verirsiniz?

DAVUTOĞLU: Gazze krizi sırasında Mısırlılar ile yakın çalıştık. Biz bu çabaları başka devletlerin çabalarına alternatif olarak görmüyoruz. Geçen yıllarda Mısır ile ilişkilerimiz iyi bir biçimde gelişti. Orada yatırımlarımız var. Biz bölgedeki hiçbir devletle rekabet etmiyoruz. Dediğim gibi kriz sırasında Mısır ile yakın çalıştık çünkü Gazze'ye ulaşmak için Mısır'ın çabası önemliydi. Mısır ile çalışmaya devam edeceğiz çünkü burada rekabet değil, iş birliği ilişkisi görüyoruz.

EL UREYBİ: Hamas ile ilişkinizi nasıl nitelendiriyorsunuz? Hamas ve Uluslararası Dörtlü'nün taleplerini yakınlaştırmak için bir yol var mı?

DAVUTOĞLU: Tabii ki. Filistin'de seçimler yapıldığında Hamas yönetimi Türkiye'yi ziyaret etti. Hamas ile ilişkimiz Filistin'in seçimine saygı gösterme üzerine kurulu. Filistin halkı seçimde Hamas'ı tercih ettiyse, buna saygı göstermeliyiz. Eğer sonuçlara saygı göstermeyeceksek seçim yapmamalıyız. Ancak aynı zamanda, Hamas ile temaslarımızda onu siyasi sürece dâhil olmaya çağırdık. Hükûmete ve siyasi sürece dâhil olmak aktif bir diplomasi ve aktif bir siyasi idare gerektirir. Bizce, ulusal uzlaşı sağlanmadıkça Filistin'de barışa ve istikrara ulaşılamaz. Bu nedenle bu yündeki bütün çabaları destekliyoruz. Hamas ve el Fetih ile iyi ilişkilerimiz var ve onlar da destek verirlerse birlikte ulusal bir uzlaşıya ulaşmak istiyoruz.

EL UREYBİ: İran ile ilişkileriniz nasıl? Bölgedeki gerilim azaltılabilir mi?

DAVUTOĞLU: Dediğim gibi İran ile tarihî ilişkilerimiz var ve neredeyse 350 yıldır sınırlarımız değişmedi. Bu güçlü ilişkiler dolayısıyla İran'ın bölgesel ve uluslararası düzenin parçası olmasını istiyoruz. İran barış çabalarında aktif bir oyuncu olmalı, izole edilmemeli. Aynı zamanda rol aldığı bütün bölgelerde İran'ın iş birliğine ihtiyaç var. Tıpkı diğer komşu ülkelerle olduğu gibi İran ile de güçlü bir iletişim mekanizmamız var. İran-ABD ilişkilerinin gelişmesinin yolu çok önemli çünkü her iki tarafla da ilişkilerimiz var ve bu ilişkileri iyileştirmeye çalışacağız. Ne kadar iyileşirse bölgede o kadar istikrar olur, bu da bizim yararımıza. Başka Obama, Mecliste yaptığı konuşmada İran'ı ve kültürel tarihini takdir ettiğini ve İran ile ilgili adımlar olduğunu söylemişti. Bütün bunlar olumlu gelişmeler.

EL UREYBİ: Bazıları bölgedeki İran nüfuzundan ve İran'ın artan gücünden endişe ediyor. İran'da tehlike görüyor musunuz ya da Türkiye'nin düzeltebileceği bir dengesizlik yaratmasını bekliyor musunuz?

DAVUTOĞLU: Dediğim gibi Türkiye hiçbir bölge ülkesiyle rekabet etmiyor. Biz, İran ya da Mısır ile denge sağlamak için burada bulunmuyoruz. Türkiye'nin kendisi bölgede istikrarın merkezi konumunda. Geçmiş yıllarda bölgede karşı karşıya gelen ancak şimdi iyi ilişkileri olan taraflar olduğuna eminim. Daha fazla ayrıntı vermek istemiyorum ancak Lübnan'daki iki tarafın Türkiye ile iyi ilişkileri var oysa başka ülkelerin bir grupla ilişkisi varken diğeriyle olmuyor. Türkiye bu tutumunu sürdürmeye devam edecek. Arap ülkeleriyle ilişkilerimiz her zaman iyi olacak. İran ile ilişkilerimiz iyileşiyor ve gelişiyor. Komşu ülkeler zenginse sevinmeliyiz çünkü zengin ülkeler zengin komşular ister. Rekabet yerine iş birliğini geliştirmeliyiz. Tehdit yerine dostluk ve dayanışmayı düşünmeliyiz.

EL UREYBİ: İran'da bir tehdit olduğunu düşünmek yanlış mı?

DAVUTOĞLU: Başkasının adına konuşamam. Ancak ülkeler birbirine saygı duyarlarsa gerilimler azalır. Bütün taraflar iş birliğinde bulunmalı. Örneğin, on yıl önce Suriye Türkiye'den bir tehdit olabileceğini düşünüyordu, belki Türkler de aynı duygulara sahipti. Şimdi ise iki ülke birbirine yakın çünkü tehdit psikolojisinden kurtulduk. Bugün Türklere sorsanız, Türklerin en iyi dostunun Suriye olduğunu söylerler. Suriye'nin zor günlerinde onların dostuyduk, onlar da zor günümüzde yanımızda oldular. Karşılıklı bir tehdit olmadığını fark ettik ki bu doğru. Üst düzey ve doğrudan ilişkiler hepimiz için bir deneyim ve bunu gerçekleştirmeliyiz. Doğru olan gerilim yerine dostluğun biriktirilmesi.

EL UREYBİ: Lübnan Hizbullahı ile ilişkinizi nasıl nitelendiriyorsunuz?

DAVUTOĞLU: Lübnan krizi sırasında bütün gruplarla iyi ilişkilerimiz vardı, bunlara Hizbullah da dahildi. Bize göre Hizbullah, Lübnan siyasetinde önemli bir unsur. Bölgedeki bütün devletlerle ve gruplarla iyi ilişkiler içinde olmayı sürdüreceğiz.

EL UREYBİ: Peki, bölge ülkelerinde nüfuzlu ancak hükûmet dışı tarafların varlığı bölge istikrarını nasıl etkiler?

DAVUTOĞLU: Tarihimiz değişim ve gerilim sürecinde. Bu tür hükûmet dışı oyuncular yükseliyorlar. Irak'tan örnek verecek olursak, Irak bir geçiş ve kriz sürecinde. İnsanlar kendilerini koruyabilmek için kimliklerini, ulusal bir kimlik yerine kapalı gruplarda görüyorlar. Lübnan savaşı sırasında da Lübnan kimliği yıkıma neden oldu ve insanlar, mezhepsel ya da ırksal kimliklerine bakmaya başladılar. Bu, kriz zamanında olağan bir durum ancak değişmesi gerekir. Bu değişim de bir geçiş süreci içinde, bütünleşme yeniden sağlanarak gerçekleşmeli. Türkiye bunu teşvik ediyor ve hiçbir hükûmet dışı tarafı diğerine karşı desteklemiyor. İster 14 Mart Hareketi olsun, ister Emel Örgütü olsun, isterse Hizbullah. Herkesle iyi anlaşmaya çalışıyoruz. İyi ilişkiler, Lübnan kimliğinin yeniden kurulmasını sağlar.

EL UREYBİ: Karzai ve Zerdari son olarak Türkiye'de bir araya geldiler. Ayrıca sizin bazı Taliban unsurlarıyla bağlantılarınız olduğuna dair haberler var. Türkiye'nin Afganistan'daki rolünün ayrıntısı nedir?

DAVUTOĞLU: Afganistan ve Pakistan, 16. Yüzyıldan bu yana Türkiye'nin en yakın iki stratejik dostu. Pakistanlılar, Afganlar, Hindular daima Osmanlıları ve Türkleri desteklediler. Türkiye de onları destekledi. Onlar, Türkiye'nin bir tarafı diğerine karşı desteklemek konusunda hiçbir çıkarı olmadığını iyi biliyorlar. Pakistan'da iktidara kim gelirse gelsin, önce Türkiye Cumhurbaşkanına geliyor. Türkiye'de de yeni kurulan hükûmetin öncelikle Pakistan ve Azerbaycan'a gitmek gibi bir geleneği var. Bu yeni bir durum değil. İlişkilerde tarihî bir derinlik var. Pakistan ve Afganistan'ın liderleri Ankara'da üçüncü kez bir araya geldiler ve bu sefer onlara ordu komutanları ve farklı kurumlar da eşlik etti. Bu çalışmaya devam edeceğiz. Tıpkı Irak gibi Afganistan da Orta Asya'nın küçük bir örneği; içinde bütün bölge halkları yaşıyor ve hepsi de akrabamız. Onlara yardım etmeye devam edeceğiz. Türk tarihinin en büyük yardım programının Afganistan'a yapıldığı kaydedilmiş. Türkiye'nin inşa ettiği okullarda 30 bin çocuk okuyor. Bir milyondan fazla hasta, bizim destek verdiğimiz hastanelerde tedavi gördü. Afganistan'da güvenlik, istikrarımızın bir parçası.

EL UREYBİ: Peki ya Taliban?

DAVUTOĞLU: Ulusla uzlaşma çalışmasına yardım edeceğiz ve bu çalışma üzerinde bütün kardeş ülkelerle birlikte çalışmaya devam edeceğiz.

EL UREYBİ: Yakın zamanda bu konuyla ilgili yeni haberler duyacak mıyız?

DAVUTOĞLU: Evet.

EL UREYBİ: Türkiye'nin bölgesel ilişkileri güçlendirme kararı, AB'ye kabul edilmeniz konusunda çıkarılan zorluklara tepki olarak verilen bir karar mıydı? Bölgesel rolünüzü güçlendirmenin AB'ye kabulünüzün yolunu açacağını düşünüyor musunuz?

DAVUTOĞLU: Soğuk Savaş sırasında bölgeyi bölme mantığı vardı. Bir cephenin parçasıysan, diğer cepheye karşı olman gerekiyordu. NATO üyesiysen Rusya'ya karşı olman gerekir, veya Varşova Paktı'nın bir parçasıysan NATO karşıtı olman gerekir. Ancak, Soğuk Savaş dönemi sonrası durum değişti. Bize göre bütün bu ilişkiler birbirini tamamlıyor. İnsanın Avrupalı olması demek, Orta Doğu veya İslam dünyasına karşı olması demek değildir. Bölgede önder bir rol üstlenmek de Avrupa'yı görmezden gelmek anlamı taşımaz. Pek çok bölge ülkesi, Türkiye'nin AB'ye üye olmasını destekliyor çünkü bu, onların da Avrupa'ya komşu olacakları anlamına geliyor. Aynı zamanda geçmişte bazı Avrupalılar, AB'ye kabul edilmesi durumunda Türkiye'nin, Avrupa için tehlikeli bir ortam oluşturmasından korkuyorlardı. Ancak sonra gördüler ki Türkiye, komşularıyla iyi ilişkiler içinde olan ve tehlike taşımayan bir ülke. Bugün, Türkiye'nin bölgedeki rolüne destek olarak bakıyorlar. Türkiye'nin son altı yılda Orta Doğu'daki çabaları, Avrupa'nın 27 ülkesinin gösterdiği çabalardan çok daha fazlaydı. Biz bu bölgede yaşıyoruz ve kaderimiz Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar'ın kaderiyle bağlantılı. Bunu görmezden gelemeyiz. Bu bir taktik hareketi değil, stratejik bir seçim.

EL ARAB: "TÜRKİYE KÖPRÜSÜ"

ANKARA, 14/04(BYE)--- Londra'da Arapça yayımlanan el Arab gazetesinin 14 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Muhammed Saleh Mecid imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Erdoğan ve ekibinin daha önce görülmemiş diplomatik zaferleriyle mutluluktan sarhoş olmaya, içeride ve dışarıda elde ettikleri zaferlerden yararlanmaya hakları var. Ayrıca Türkiye'yi, Orta Doğu'daki krizlere yaklaşımda vazgeçilmez bir durak hâline getirdikten sonra da övünmeye hakları var.
Obama'nın ziyareti, Türkiye'nin bölgedeki rolünü ve yeni Başkanın ajandasındaki önemini kanıtlamak üzere yapıldı. ABD'nin yeni stratejisinde, Türkiye'nin Doğu ile Batı'yı birbirine bağlayan tek sabit köprü olduğu netlik kazandı.
Erdoğan Türkiye'sinin bölgedeki bütün hassas dosyaları elinde tuttuğu, gizli bir konu değil. Türkiye; Suriye-İsrail, İran-Amerika arasında arabuluculuk eden bir ülke. Ayrıca Türkiye, Afganistan'ın yürüyen kumlarına açılan ana geçit. Türkiye'nin dolaplarında ise, kontrolden çıktığı takdirde, bölgede gerilimi dindirme çabalarının boğazına bayan bir dikene dönüşecek olan Kürt dosyası yatıyor.
Rüzgarı her zaman gemilerinin yönüne doğru çevirmek isteyen Amerika, Türkiye'nin vazgeçilmez bir stratejik müttefik olduğundan artık emin. Ayrıca Erdoğan'ın, Irak Savaşı, Gazze Savaşı ve Davos'tan sonra Arap ve İslam dünyasında sevilen bir kişi olduğunun da farkında. Bu da onu, bir yandan Araplar ve İsrailliler arasında, diğer yandan da İran ve ABD arasında en iyi şekilde arabuluculuk yapmaya hazır hâle getiriyor.
Öyleyse Obama yönetimi, ekonomik krizin bıraktığı yıkımın ardından, büyüleyici ve karmaşık uluslararası politikaya nüfuz etmek için Türkiye'yi seçti.
ABD'nin Türkiye'yi, Arap ve İslam dünyasına giden güvenli kapı olarak seçmesiyle birlikte onu, Avrupa arenasında, ABD devi ile Fransa ve Almanya liderliğinde devleşen Avrupa arasında siyasi kriz alarmı veren bir ateşe dönüştürdü; çünkü Obama, Almanya ve Fransa'yı kışkırtacağını bile bile, ülkesinin Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyen tutumunu tekrar etti.
Böylece "Anadolu ülkesi", Orta Doğu'daki gerilim odaklarının kurutucusu olmaktan çıkıp Avrupa'da fitnenin ateşleyicisi durumuna geldi. Bu durum Sarkozy'i, Merkel'den de destek alarak harekete geçmeye ve Türkiye'nin AB üyeliği meselesinin, Avrupa'nın iç meselesi olduğunu söylemeye itti. Bu, ABD müdahalesini şiddetle reddeden net bir açıklamaydı.
Amerika'nın gerçekte amaçladığı şey, Türkiye'nin AB'nin nimetlerinden faydalanma hayallerini kullanarak ipleri elinde tutmak; zira Amerika Avrupa'nın müttefiki olsa da AB'nin, ona rakip bir ekonomik ve siyasi güce dönüşmesini memnuniyetle karşılamayacaktır. Bush'un ve Bush'tan önceki iktidarların yönetimi boyunca ABD ve Avrupa, Amerika'nın şemsiyesi altında birleşik bir güçtü.
Rengi bakımından yenilenen, hedef ve stratejileri açısından ise sabit kalan Amerika, Osmanlı geçmişini hatırlatarak Türkiye'nin rüyasından yararlanmaya mı çalışıyor? Yoksa Türkiye kozu, Amerika'nın elinde Avrupa'ya karşı bir baskı aracına mı dönüştü? Peki Türkiye, AB ile ilişkisini imam nikâhından yasal nikâha dönüştürmeye ne kadar özen gösteriyor?


Güncelleme: 13/07/2009 / Hit: 5,887

Copyrights © 2023 Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
Directorate for EU Affairs
Copyrights © 2023 - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Avrupa Birliği Başkanlığı