ENGLISH
  Güncelleme: 08/05/2009

2009-02-19 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

2009-02-19 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

ALMANYA BASINI

FİNANCİAL TİMES DEUTSCHLAND: "DÜNYA BANKASI NABUCCO NAKİL HATTINI DESTEKLİYOR"

BERLİN, 12/02(BYE)--- Tirajı günde 100 bin 919 olan liberal eğilimli Financial Times Deutschland gazetesinin 12 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Reuters kaynaklı haberin çevirisi şöyledir:

Dünya Bankası, doğal gaz nakil hattı Nabucco'ya maddi destek sağlamaya hazır. Dünya Bankasının Türkiye masası şefi Ulrich Zachau dün yaptığı bir açıklamada, bankanın sağlayacağı maddi destek için AB ile Türkiye'nin Nabucco projesi konusunda mutabakata varmaları gerektiğini belirtti.
AB Komisyonunun bildirdiğine göre, 7 Mayıs'ta düzenlenecek olan enerji zirvesinde projenin inşası ile ilgili bir karar alınabilecek. AB, 3.300 kilometre uzunluğunda olması planlanan boru hattını Rusya'nın doğal gazına olan bağımlılığı azaltacağı için destekliyor. Nabucco hattının 2013 yılından itibaren Hazar denizi doğal gazını Türkiye, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan üzerinden Avusturya'ya ulaştırması öngörülüyor.

FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "HENÜZ KADER BİRLİĞİ OLUŞMADI"

BERLİN, 12/02(BYE)--- Tirajı günde 366 bin 478 olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 12 Şubat 2009 tarihli sayısında, 1983-1986 yılları arasında Federal İdare Mahkemesi 2. Dairesi hakimi olarak görev yapmış olan CDU Federal Meclis Milletvekili Prof. Dr. Hans Hugo Klein imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

AB, mevcut anlaşmalar üzerinde herhangi bir değişiklik yapmaksızın giderek daha fazla ölçüde bir devlet niteliği kazanmaktadır. AB'nin varlığını devam ettirebilmesi için vatandaşların kendilerini özdeşleştirebilecekleri bir kimliğe sahip olması gerekmektedir. AB'deki temel sorun, nihai şeklinin açık olması ve kendine ait bir kimliğe sahip olmamasında yatmaktadır. AB'nin daha fazla genişlemesine son verilmesi halinde dahi bu sorun ortadan kalkmayacaktır. Zira AB, halihazırda bir birlik oluşturamayacak ölçüde genişlemiştir ve bu durum artık değiştirilemez. AB, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ortaya çıkan zorunluluğa boyun eğerek Doğu Avrupa'ya doğru genişlemiş ve "derinleşme" politikasını arka plana atmıştır. Genişlemiş durumda olan ve kendisini genişlemeye hazırlayan bir AB'de derinleşme hedefine ulaşmak, görülebilir bir gelecekte mümkün olmayacaktır. AB içinde halkları birbirine bağlayan bağlar, Romanya ve Bulgaristan'ın üye yapılmasıyla birlikte tahrip edilmiştir. Buna rağmen başlatılan genişleme süreci Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna'nın üye yapılmasıyla devam ettirilmek istenmektedir.
Mega Avrupa, yalnızca demokrasi ve piyasa ekonomisi ilkelerini benimseyen egemen devletler tarafından oluşturulmuş bir birlik olarak ayakta kalabilir. Bu nedenle yerinden yönetim (subsidiarity) ilkesi artık ciddiye alınmak zorundadır. AB'nin yetkilerinin artırılması yanlış bir yoldur. Aynı zamanda "Büyük Avrupa"nın nihai sınırlarının belirlenmesi gerekmektedir. Türkiye ve Akdeniz'e kıyısı olan diğer ülkelerle -hayati önemi haiz- işbirliği için ulus üstü (supranational) yapılanmalar söz konusu olamaz.

DER WESTEN: "AB ADAYI TÜRKİYE'DEN DOLAYI DUYULAN HAYAL KIRIKLIĞI"

ANKARA, 13/02(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Der Westen haber portalının 12 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Augustin Palokaj ve Knut Pries imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa Parlamentosunda, AB'ye aday Türkiye'nin yetersiz çabalarına karşı duyulan memnuniyetsizlik büyüyor. AB'li parlamenterlere göre namus cinayetlerinin yeterince üzerine gidilmemesi en ciddi eksiklikler arasında görülüyor.
Avrupa Parlamentosunun Dış İlişkiler Komisyonunda en son hazırlanan ilerleme raporunda, Türkiye'de gittikçe yavaşlayan reform sürecinin endişe verici olduğu belirtiliyor.
AB'li parlamenterlere göre, düşünce özgürlüğünün yeterince korunmaması, namus cinayetlerinin üzerine yeterince gidilmemesi, gayrimüslimlerin gerektiği kadar korunmaması ve siyasi gruplar arasında giderek artan kutuplaşma en ciddi eksiklikler arasında görülüyor.
Raporda, Kürtçe yayın yapan bir televizyon kanalının açılması ve Ermenistan ile iletişim kurma çabaları da olumlu algılanıyor.
Raporda ayrıca, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hükûmetinin reform kararlılığını net bir şekilde göstermesi talep ediliyor.
AB ile müzakerelerin ilerlemesi, Ankara'nın bu yıl sonuna kadar yükümlülüklerini yerine getirerek, AB üyesi olan Kıbrıs ile ticaret sürecini tam olarak başlatmasına bağlı. Türkiye uzmanı liberal politikacı Alexander Graf Lambsdorff'un söylediği gibi, Meclisteki çoğunluğun Türkiye ile ilgili sahip olduğu görüş, coşkudan hayal kırıklığına ve sonra da endişeye dönüştü.
Türkiye'nin üyelik müzakereleri 2005 sonbaharından beri devam ediyor. Bugüne kadar toplam 35 müzakere başlığından sadece 10'u açıldı. Ancak sadece bir başlık (bilim-araştırma) kapanabildi.

SÜDDEUTSCHE ZEİTUNG: "TÜRKİYE'YE SERT UYARI GELDİ"

BERLİN, 13/02(BYE)--- Tirajı günde 448.411 olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 13 Şubat 2009 tarihli sayısında, Martin Winter imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:

--AB, Ankara'nın Reform Sürecinde Eksiklikleri Olduğundan Söz Ediyor--

Avrupa Parlamentosu Türkiye'deki gelişmeleri sert bir şekilde eleştirdi. Parlamentonun Dış İlişkiler Komisyonu çarşamba günü yayımladığı bir bildirisinde, Türkiye'deki reform sürecinin gittikçe yavaşlamasından endişe duyulduğu ifade edildi. Hatta FDP'li siyasetçi Alexander Graf Lambsdorff, ülkede reform sürecinin yürürlükte olup olmadığının sorgulanması gerektiğinden bahsetti.
Üyelik müzakerelerinin yürütüldüğü Türkiye özellikle düşünce ve basın özgürlüğünün kısıtlanması, işkencenin artması ve polisin şiddete başvurması konularında eleştiriliyor. Komisyonun bildirisinde, demokratik toplumlarda, sık sık internet siteleri kapatmanın ve eleştirel haber yapan kurumlara karşı dava açmanın basın özgürlüğünün gelişmesine bir katkı sağlamayacağından söz ediliyor.
Avrupa Parlamentosu milletvekilleri, son zamanlarda işkencenin ve "namus cinayetlerinin" artışı nedeniyle, bu tür suçları işleyenlerin "cezasız kalmaları geleneğine" artık bir son verilmesini Ankara'dan talep ediyorlar. Türkiye'nin eksiklikler listesi oldukça kabarık olmasına ve bazı milletvekillerinin (Lambsdorff), AK Parti iktidarının Türkiye'nin seküler rotadan kayabileceği endişeleri olmasına rağmen, Avrupa Parlamentosu AB Bakanlarından, görüşülmesi uygun görülen ilgili müzakere başlıklarının görüşmeye açılmasını talep ediyor. Avusturyalı sosyal demokrat siyasetçi Hannes Swoboda, bu şekilde, Türkiye'nin, AB'nin Türkiye konusunda tereddütlü davrandığı düşüncesini bertaraf edebileceğini söylüyor.
Avusturyalı siyasetçi Swoboda, Türkiye'deki ilerlemenin çok yavaş olması nedeniyle "yakın bir zamanda" tam üyeliğin söz konusu olmadığını, fakat buna rağmen enerji politikası gibi bazı önemli müzakere başlıklarının görüşülmeye açılmasından yana olduğunu belirtiyor.
Türkiye-AB ilişkilerinde Kıbrıs konusu büyük bir önem arz etmekle birlikte, kilit bir mesele konumundadır. Ankara yıl sonuna kadar Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yönelik yükümlülüklerini yerine getirmez ise müzakereler tamamıyla dondurulabilir. Şu an için 35 müzakere başlığından sekizi dondurulmuş, 13'ü herhangi bir işlem görmeksizin Bakanlar Kurulunun önüne gelmiş ve sadece dokuzu görüşmeye açık bir vaziyettedir.

SÜDDEUTSCHE ZEİTUNG: "TÜRKİYE İLE AÇIK KONUŞULUYOR"

BERLİN, 13/02(BYE)--- Tirajı günde 448.411 olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 13 Şubat 2009 tarihli sayısında, Martin Winter imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye, Avrupa Birliğinin başını gittikçe ağrıtmaya başlıyor. AB, Türkiye'deki reform hareketinden çok umutluydu. Ancak son zamanlarda Ankara'nın ilerleme kaydetmek yerine daha çok gerilemeyi tercih ettiği gözlemleniyor. Türkiye'nin AB üyeliği için uğraş verenler dahi, Avrupa Parlamentosunun ülkedeki gelişmelerle ilgili sert eleştirilerine karşı çıkmıyorlar. Acı gerçek şudur ki, tam üyeliğin çekiciliği bile Türkiye'nin demokratik ve hukuk devleti alanında gelişme göstermesine oldukça sınırlı bir katkı sağlamıştır.
Bu durumda Avrupa artık Ankara ile ilişkilerin nasıl yürütüleceğine karar vermek zorundadır. Bunu yaparken de, Türkiye'nin, ulusal gururunun zedelendiği ve Avrupa'nın kibirliliğinin kurbanı olduğu iddialarından etkilenmemelidir. Neticede, Avrupa Birliğine girmek isteyen Türkiye'nin kendisidir. AB'nin talepleri de yersiz ve gereksiz değildir. Şüphesiz, Avrupalılar üyelik müzakerelerini şu anda olduğundan daha geniş bir alana yayabilirlerdi. Ancak Türkiye, AB'ye karşı Gümrük Birliğinden doğan yükümlülüklerini yerine getirmediği sürece, bazı önemli müzakere başlıklarının açılması söz konusu olamaz.
Avrupa Birliği bu zamana kadar Gümrük Birliği konusundaki çekişmede oldukça hoşgörülü davranmış fakat bunun karşılığını alamamıştır. Artık Ankara'ya bu konuda bir mühlet verilme zamanı gelmiştir. Herhangi bir karşılık almadan gösterilen yumuşaklık yanlış bir stratejidir. Bu konuda bazılarının söylediği gibi Avrupa'nın Türkiye'ye enerji konusunda ihtiyacı olması da geçerli bir gerekçe değildir. Bilakis bu argüman sayesinde Avrupalılar kendilerine sadece şantaj yapılmasına neden oluyorlar.

DER TAGESSPİEGEL: AVRUPA PARLAMENTOSU: TÜRKİYE'DE ÇOK AZ İLERLEME KAYDEDİLDİ"

BERLİN, 13/02(BYE)--- Tirajı günde 149 bin 431 olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 13 Şubat 2009 tarihli sayısında, Thomas Gack imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:

Türkiye, AB'ye tam üyelik için gerekli siyasi ön koşulları yerine getirmekten çok uzak bulunuyor. Avrupa Parlamentosunun Dış İlişkiler Komisyonu perşembe günü büyük bir çoğunlukla aldığı bir kararda, Türkiye ile üç yıldan daha uzun bir zamandan beri yürütülen müzakerelerle ilgili olarak bu kanıya vardı.
Avrupa Parlamentosunun bildirisinde, Türk Hükümetinin, son üç yılda devlet ve adalet ile ilgili gerekli reformları gerçekleştiremediğinden söz ediliyor. Bildiride, Türkiye'de düşünce ve din özgürlüğü konularında aksaklıklar bulunduğuna dikkat çekiliyor. Hatta FDP'li siyasetçi Alexander Graf Lambsdorff, Türkiye'de işkencenin artış gösterdiğini belirtirken, kısa bir süre önce ülkede bir cezaevinde bir tutuklunun işkenceden hayatını kaybettiğini vurguladı.
Avrupa Parlamentosu, Türkiye'de azınlıklara yönelik şiddetin artmış olmasından endişe duyuyor. Parlamentonun bildirisinde, ülkede yayın hayatına başlayan Kürtçe dilindeki televizyon kanalına olumlu anlamda dikkat çekilirken, ülkede azınlık haklarının korunması konusunda bir ilerleme kaydedilmediği vurgulanıyor. Bunun yanı sıra söz konusu bildiride, iktidar partisi AK Parti'nin İslami eğilimli siyasetinin ülkede kutuplaşmaya neden olduğu belirtilirken, bu durumun da devletin kurumlarının çalışmasına ve reform sürecinin işlemesine olumsuz etkisi olduğu ifade ediliyor.
Liberal eğilimli siyasetçi Graf Lambsdorff, Türkiye'deki gelişmelerin, Avrupa Parlamentosunda hayal kırıklığına neden olduğunu söyledi. Bunun yanı sıra FDP'li siyasetçi ülkede Yahudi karşıtı bir ortamın oluşmasını da endişe içinde takip ettiklerini belirtti.

FRANKFURTER RUNDSCHAU: "TANRININ HİZMETKARLARININ DAĞI ÜZERİNDE ESEN FIRTINA"

BERLİN, 13/02(BYE)--- Tirajı günde 153.247 olan sosyal demokrat eğilimli Frankfurter Rundschau gazetesinin 13 Şubat 2009 tarihli sayısında, Gerd Höhler imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Midyat çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:

--Türkiye'nin Doğusundaki Süryani-Ortodoks Mor Gabriel Manastırı Mahkeme Önünde Var Olma Mücadelesi Veriyor. Rahipler Yerlerinden Sürülmekten Korkuyor--

Güneydoğu Anadolu'nun Mardin kentinden doğuya, Suriye sınırına doğru uzanan dağın eteklerinde, ıssız topraklar üzerinde bulunan Turabdin'de keskin, soğuk bir rüzgar esiyor. Dünyanın en eski Hristiyan kilisesi olan Mor Gabriel Manastırı bu boş topraklar üzerindeki bir tepeden, tıpkı bir direniş kalesi gibi yükseliyor. Ancak, manastırın üzerinde şubat ayının bu karanlık gününde, Türkiye'nin güneydoğusundan esen rüzgardan daha tehlikeli olan bir şeyler birikiyor.
Çevredeki üç Kürt köyü ve Türk Devleti manastıra ait toprakların büyük bir kısmı üzerinde hak iddia ediyor.
Ayrıca ortaya başka suçlamalar da atılmış bulunuyor: Manastırın izinsiz misyonerlik yaptığı ya da Mor Gabriel'in tahrip edilmiş bir cami üzerine inşa edildiği iddiaları gibi. Halbuki manastır 200 yıldan beri var. Mor Gabriel rahipleri de burada topraklara el konulmasından çok daha fazlasının söz konusu olduğuna inanıyor. Burada, Türkiye'de kalan son Hristiyan manastırlarından birinin varlığı ve dolayısıyla da baskı altındaki Süryani-Ortodoks cemaatinin geleceği söz konusu.

--Manastırın Başrahibi Endişeli--

Manastırın Başrahibi Piskopos Thimotheus Samuel Aktaş, "Her şeyi istiyorlar: Önce topraklarımızı, sonra manastırı. Müslümanlar ve devlet bizi sürmek istiyor" diye konuşuyor. Başrahip endişeli. Elleri sakin duramıyor. Parmakları sinirli bir şekilde masanın üzerinde dolaşıyor. Manastırın beyaz boyalı odasında bir düzine kadar ziyaretçi toplanmış bulunuyor. Fırtına kapı ve pencereleri sarsarken, demir sobadan sıcaklık yayılıyor. Çok sayıda ülkeden, diasporadan Süryani-Ortodoks Hristiyanlar manastıra gelmiş. Yarın önemli bir gün: Midyat'taki mahkemede topraklar üzerindeki hak iddialarıyla ilgili dava görüşülecek. Manastır Başkanı Kyriakos Ergün, "Araziyle ilgili anlaşmazlık sadece bir bahane. Süryani-Ortodoks Hristiyanlara göz dağı verilmek isteniyor" diye konuşuyor. Zaten endişeliler. Manastırda herkes, 2006 yılında Trabzon'da işlenen Katolik rahip Andrea Santoro'ya ve bir yıl sonra Malatya'da üç protestan misyonere yönelik cinayeti düşünüyor.
Mor Gabriel 397 yılında, Türkiye'nin bu bölgesinde yüzbinlerce Hristiyanın yaşadığı dönemde kuruldu. Turabdin "Tanrının Hizmetkarlarının Dağı" anlamına geliyor. Burada bir dönemler 80'in üzerinde manastır vardı. Geriye altısı kaldı. Mor Gabriel içlerinde en büyük ve en önemli olanı.

--Hristiyanlar 2002'den İtibaren Evlerine Dönmeye Başladı ve AB'nin Kendilerini Korumasını Umut Ediyorlar--

Mor Gabriel rahipleri 1600 yıldan beri, İsa'nın konuştuğu dil olan Aramice şarkı söyleyip dua ediyor. Süryani-Ortodoks Hristiyanlar bu yüzden kendilerini Aramiler olarak da tanıtıyor. Hristiyanlığın altın çağında Mor Gabriel'de 2000 rahip ve rahibe yaşıyordu. Bugün ise sayıları 17. Ayrıca yaklaşık iki düzine hizmetli, aile üyeleri ve burada ders gören 30 kadar da manastır öğrencisi var.
Ülke gibi manastırın hikayesi de değişken. Romalılar, Bizanslılar, Haçlılar, Mongollar ve İslami ordular Turabdin'i fethetti. Mor Gabriel yağmalandı ve tahrip edildi. Tıpkı Hristiyan Ermeniler gibi Süryani-Ortodokslar da Osmanlı İmparatorluğunda Birinci Dünya Savaşı esnasında takibat ve tehcirin kurbanı oldu. Buna rağmen bölgede 1970'li yılların başında yaklaşık 250 bin Süryani-Ortodoks yaşıyordu. Çoğu o dönemden beri kısmen ekonomik, kısmen fanatik Müslümanların giderek artan saldırıları ve aynı zamanda bölgede 90'lı yıllardan itibaren kasıp kavurmaya başlayan Kürt savaşı nedeniyle Batı Avrupa'ya göç etti. Savaşın hafiflemesinden sonra 2002'den itibaren bir geri dönüş hareketi başladı. Diasporadan bir düzine kadar Süryani-Ortodoks ailesi, -kendileri için daha çok güvence vaat eden Türkiye'nin AB perspektifinden de cesaret alarak- Turabdin'e geri döndü.
Mor Gabriel, geri dönenler sayesinde yeniden canlandı. Ancak, Süryani-Ortodoksların tabiriyle "İkinci Kudüs'ün" varlığı tam da şimdi tehlikede. Çevredeki Yayvantepe, Eğlence ve Çandarlı adındaki üç köyün muhtarı, manastırın toprakları üzerinde hak iddia ediyor ve yüzyıllardan beri tanınan sınırları sorguluyor. Köyler, bu toprakların mera alanı olduğunu iddia ederken, devlet manastırı ait diğer toprakları orman alanı olarak tanımlıyor. Bu ise topraklara el konulacağı anlamına geliyor.
Midyat'ta bugün davanın görüleceği mahkeme binası önünde yüzden fazla insan birikmiş durumda. Bu üçüncü duruşma. Mahkemenin önüne sadece çevredeki üç köyden gelenler olmamış, çok sayıda yabancı gözlemci de burada. AB devletleri İsveç, Finlandiya ve Hollandalı diplomatlarla temsil ediliyor. Bu şunu gösteriyor: Manastır toprakları hakkındaki dava, Türkiye'nin üyelik çabalarında bir sınav olacak. Midyat'ta aynı zamanda, AB'ye üye adayı bir ülkedeki azınlıkların korunması ve din özgürlüğü de söz konusu.
Diplomatlar gerçi içeri girebiliyor, ancak diğer ziyaretçilerin çoğu dışarıda kalmak zorunda. Mahkeme salonundaki bir düzine sandalye davacı ve davalılara bile yetmiyor. Siyah cübbeli Hakim Kamil'in önünde iki büyük pembe klasör yığını duruyor. Mahkeme salonunun duvarında altın renkli harflerle "Adalet Devletin Temelidir" yazıyor. Onun üzerinde ise Atatürk'ün resmi asılı. Hakim Kamil'in sabırsızca sandalyenin üzerinde ileri geri kaymasından ve kalabalıktan rahatsız olduğu anlaşılıyor. Önce basın temsilcilerinin hepsini kapı önüne gönderiyor. Türk yasaları bile açık duruşmanın farklı olması gerektiğini yazıyor.
Dışarıda, sabırsızlık içinde duruşma sonucunu bekleyenler arasında İsviçre'nin St. Gallen kentinde doğan 19 yaşındaki İshok Demir de bulunuyor. Ailesi birkaç yıl önce Turabdin'e, İshok'un deyişiyle "kökenimize" geri döndü. Yıllar önce terk edilen Kafro köyündeki yıkık harabelerin yanında, geri dönen yaklaşık 20 aile yeni Kafro'yu kurdu. Köyün büyük villaları insanların Avrupa'dan atalarının yurduna elleri boş olarak geri dönmediklerini gösteriyor. 

--Birçoklarına Göre, Kampanyanın Arkasında Başbakan Erdoğan'ın İslamcı Hükümeti Var--

İshok, "Burada durumumuz iyi, burası hoşuma gidiyor, ama şimdi manastırın başına gelenler hepimizi üzüyor, çünkü Mor Gabriel bizim odak noktamız" diye konuşuyor. Küçük bir kızken ailesi ile Turabdin'den Hollanda'ya kaçan, şimdi Hollandalı bir politikacı olarak davayı izlemek üzere ilk kez eski vatanına geri gelen Attiya Gamri ise, "Burada toprak kavgasından çok daha fazlası söz konusu" diyor. "Manastır Türkiye ve Avrupa'daki Süryani-Ortodoksları arasında bir köprü niteliğinde. Şimdi ise bu köprüye zarar verilmek isteniyor" diye devam eden Gamri, dava açan üç köy muhtarının sadece maşa olarak kullanıldığına, davanın arkasında Başbakan Erdoğan'ın İslami-muhafazakar hükümeti olduğuna inanıyor. Gamri, "Hükümet dünyanın en eski kültürlerinden birinin mirasını yok etmek istiyor" diye konuşuyor. Bu arada bir dava daha açıldı, bu kez Midyat şehri tarafından. Şehir idaresi 12 parsellik toprak üzerinde hak iddia ediyor. Bunların sekiz parseli manastır duvarları içinde bulunuyor. Baskı git gide artıyor.
Hakim Kamil'in kapının önüe koyduğu basın temsilcileri çok şey kaçırmıyor. Zira 15 dakika sonra duruşma bitiyor. Bu kez 4 Mart tarihine olmak üzere yeniden erteleniyor. "Dava aylar hatta belki de yıllar sürebilir" diye yakınan Piskopos Thimotheus, bakışlarını, mahkemenin kime vereceğini bilmediği çıplak tepedeki manastıra çeviriyor. Rahip buruk bir sesle, "Buranın manzarası çok güzel ama insanları öyle değil" diyor.

FRANKFURTER RUNDSCHAU: "TÜRKİYE TEŞHİR EDİLDİ"

BERLİN, 13/02(BYE)--- Tirajı günde 153 bin 247 olan sosyal demokrat eğilimli Frankfurter Rundschau gazetesinin 13 Şubat 2009 tarihli sayısında, "thk" rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Strasbourg çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

--AB: "Başbakan Erdoğan Son Yıllarda Reform Temposunu Düşürdü"--

Avrupa Parlamentosu, AB aday ülkesi Türkiye ile ilgili sabrını yitirmeye başladı. Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu, Recep Tayyip Erdoğan hükümetini son üç yıldır ülkedeki reform temposunu düşürmekle eleştirdi. Hükümetin artık yenilenme sürecine bağlı kalmak niyetinde olduğunu göstermesi gerektiğini belirten Komisyon, Ankara'nın liman ve havalimanlarını Gümrük Birliğinin gerektirdiği üzere, AB üyesi Kıbrıs Cumhuriyeti'nin gemi ve uçaklarına açması gerektiğini vurguladı.
Ankara 2009 yılının sonlarına kadar Kıbrıs Cumhuriyeti gemi ve uçaklarına liman ve havalimanlarını açmadığı takdirde müzakereler bu durumdan olumsuz etkilenecektir.

SÜDWEST PRESSE: "HENÜZ YETERLİ İLERLEME SAĞLANAMADI"

ANKARA, 13/02(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Südwest Presse gazetesinin 13 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Patrick Guyton imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Türkiye Uzmanı Heinz Kramer ile yapılan mülakatın çevirisi şöyledir:

--Berlin Bilim ve Politika Vakfı Türkiye Uzmanı Heinz Kramer, "Kürtler Özellikle Barış ve Daha İyi Koşullarda Yaşamak İstiyor. Onlar Cepheler Arasında Kalmaktan Bıktı" Diyor--

GUYTON: Türkiye, Kürtlere, kendi dilleri ve kültürleri gibi azınlık haklarını yaşamaları konusunda vaatlerde bulundu.

KRAMER: Yılbaşından itibaren Kürt dilinde yayın yapan bir televizyon kanalının açılması bugüne kadar yapılan en büyük ilerlemeler arasında gösterilebilir. Özel okullarda Kürtçe ders de pekala mümkün. Dile yönelik kısıtlamalar neredeyse yok denilebilecek kadar az. Günlük yaşamda Kürtçe konuşulabiliyor, edebi eserler veya pop şarkıları çıkarılabiliyor.

GUYTON: Sizce bu yeterli mi?

KRAMER: Hayır. Bunlar ilk adımları teşkil ediyor. Kürtçe, en azından güneydoğudaki okullarda ve üniversitelerde eğitimin bir parçası haline gelmeli.

GUYTON: AB'nin tutumu nedir? Şu an Türkiye'ye karşı nasıl bir baskı uyguluyor?

KRAMER: AB çok çekingen bir tavır takınıyor. Çünkü, azınlık hakları AB'de de çok zor ve tartışmalı bir konu. Özellikle de konu siyasi boyutta ele alındığında. Aksi takdirde İspanya'daki Basklar'ın temsilcisi ETA veya Korsikalı ayrılıkçılar hakkında da konuşmak gerekecek.

GUYTON: Kürtlerin şu anki durumu nedir?

KRAMER: Halkın büyük bölümü barışın ve Türkiye'nin artan refahının bir parçası olmak istiyor. İnsanlar devlet baskıları ile PKK'nın terör eylemleri arasında kalmaktan bıkmış durumdalar. Bu durum, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın lideri olduğu AK Parti'nin 2008 yılındaki genel seçimlerden Kürt bölgesinden en güçlü parti olarak zaferle çıkmasının ardında yatan başlıca nedenler arasında yer alıyor. Çünkü, AK Parti soruna sivil bir çözüm ve bölgenin ekonomik refaha kavuşacağı sözü vermişti.

GUYTON: Türkiye, PKK'dan ne kadar korkuyor?

KRAMER: Neredeyse hiç. Türkiye'nin en büyük kaygısı, Kuzey Irak'ta özerk bir Kürt bölgesi veya devletinin kurulması. Bu, Türkiye'deki Kürt bölgelerini de etkileyebilir. Çünkü bunun sonucunda Kürtlerin birleşik bir devlet kurma isteği tehlikesi ortaya çıkıyor. Türkiye ise bunu kesinlikle istemiyor. Kuzey Irak'ta kendine sağlam bir yer edinen PKK da tam bu noktada devreye giriyor.

GUYTON: Kürt sorunu şimdilerde Türkiye için neyi ifade ediyor?

KRAMER: Devam eden PKK terör eylemleri ve Türk ordusuna yönelik tavırları nedeniyle önemini koruyor. Çünkü, her iki tutum da halkın sürekli olarak zarar görmesine neden oluyor.

GUYTON: Hükümetin buna yönelik bir çözüm arayışı var mı?

KRAMER: Öncü bir çözüm şu an için ufukta görünmüyor. İslamlaştırmayla suçlanan hükümet partisi AK Parti'nin çizgisi tam olarak belli değil. AK Parti bir tarafta Kürtlere geçit vermeyen Türk ordusuna dayanmaya çalışırken, diğer tarafta da vaatlerde bulunmaya devam ediyor. Başbakan Erdoğan'ın ne yapmak istediğini anlamak mümkün değil. Takındığı tavrın siyasi temellere mi yoksa fırsatçılığa mı dayandığı bilinmiyor.

GUYTON: PKK lideri Abdullah Öcalan'ın yakalanmasının üzerinden on yıl geçti. Yoksa ipler İmralı Adası'ndaki Öcalan'ın elinde mi?

KRAMER: Öcalan'ın açıklamaları elbette dikkate alınıyor. Bunu, tecrit edildiği İmralı Adası'ndan nasıl yaptığı ise muamma. Öcalan, PKK içerisinde efsane lider konumunda. Onun terörist olması Kürtlerin bir bölümü tarafından kabul edilmiyor. Kaleme aldığı yeni yazıları, Öcalan'ın gerçeklerle bir bağlantısının kalmadığını ve bir hayal dünyasında yaşadığını gösteriyor.

 

AVUSTURYA BASINI

DIE PRESSE: "ENERJİ YÜZÜNDEN TÜRKİYE'NİN KATILIMINA İHTİYACIMIZ VAR"

VİYANA, 12/02(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 12 Şubat 2009 sayısında, Regina Pöll imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

--AB Parlamenterleri, Komisyonu Ankara ile Müzakereleri Hızla Sürdürmeye Zorluyor--

AB Parlamenteri Hannes Swoboda (SPÖ) çarşamba günü, "AB'nin enerji güvencesi için Türkiye'nin üyeliğine ihtiyacımız var." sözleriyle dikkatleri üzerine çekti. Swoboda grup arkadaşları ile birlikte, Avrupa Parlamentosunun Dış Politika Komisyonunun Türkiye'nin katılım çabalarını değerlendirmesi çerçevesinde, AB Komisyonunun Türkiye ile derhal müzakerelere başlaması ve enerji başlığı üzerinde görüşmesi gerektiğini açıkladı. Sosyaldemokratlar, müzakerelere hız kazandırılması görüşünde.
Sosyaldemokratlar Grubu, "Türkiye üzerinden enerji akımını garanti altına almak istiyorsak, enerji konusunda iş birliğine ilişkin görüşmelere açık olmalıyız." diyor. Buna karşın AP'deki en büyük grup olan Muhafazakârlar ise burada söz konusu olanın yalnızca başlıkların açılışının yapılması olmadığını belirtiyor ve bundan önce insan hakları, yargı ve iç politikada yapılması gereken reformların gerçekleştirilmesini istiyorlar. Bu eleştiriye Sosyaldemokratlar da katılıyor. Onlar da Türkiye'de işçilere, kadınlara ve azınlıklara verilen haklarda eksiklik hissediyorlar.
Ancak bu kez enerji sorunu tartışmanın ağırlıklı konusuydu. Çünkü Türkiye Avrupa açısından geleceğin en önemli transit ülkelerinden sayılıyor. AB planlanan Nabucco boru hattı ile Türkiye üzerinden doğal gaz ithalatını güvence altına almak istiyor. Rusya daha geçenlerde doğal gaz sevkiyatını durdurmuştu.
AB Komisyonu Türkiye ile 35 başlıktan henüz 11'i üzerinde görüştü. Bunlardan yalnızca biri tamamlandı. Kıbrıs, Türkiye'nin adanın güney sahillerinde petrol aramasına karşı çıkması yüzünden, enerji başlığını bloke ediyor.

DER STANDARD: "SPİNDELEGGER, TÜRKİYE'NİN AB'YE KATILIMI HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜNE SADECE UCUNDAN DEĞİNİYOR"

ANKARA, 16/02(BYE)--- Avusturya'da yayımlanan Der Standard gazetesinin 16 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Stephanie Kreimel imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yazının çevirisi şöyledir:

--Avusturya Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger, "Türkiye'nin AB'ye Katılımı Üzerine Konuşmak İçin Henüz Çok Erken" Diyor--

Avusturya Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger, Türkiye'nin AB'ye katılımı konusundaki yaklaşımını pek belli etmek istemiyor. Spindelegger, "Gelecek henüz çok uzak ve kimse 2014 yılında neler olacağını bilemez" sözleriyle Viyana'da gazetecilerle sohbetinde konuya ilişkin olarak kaçamak konuşmayı yeğledi. Spindelegger, söz konusu bu "zor bölgenin" olası katılımının Avrupa'nın güvenlik politikaları ve ekonomisi için olumlu etkiler göstereceğini belirtti.
Buna karşın Bakan, başlıca olumsuzluklar arasında Türkiye'nin tarım politikasının teşviki konusunda finansal araçlarda eksiklik bulunmasını gösterdi. Asıl can yakıcı sorun olan, AB'nin Türkiye üyeliğini kaldırıp kaldıramayacağı konusunda ise şunları söylüyor: "Bu, Hırvatistan veya diğer Batı Balkan ülkelerinin katılımlarına benzemiyor, bambaşka bir boyut içeriyor."
Spindelegger, Türkiye'nin, stratejik konumu itibarıyla, Orta Doğu'ya açılan pencerede "kilit" konumda olduğunu belirtiyor. Bu nedenle Türkiye ile güvenlik politikası ve ekonomi alanında gerçekleştirilecek bir ortaklığın, "transit ülke" konumunda olması itibarıyla dikkat çekici sonuçları olabilir. Türkiye'nin AB'ye katılımının elbette ki AB siyaseti ve serbest piyasa pazarına da olumlu katkıları olur. Ayrıca Türkiye konusu sadece olumsuzluklar içermiyor, aksine ülkede birçok reformların hayata geçirildiği de görülüyor.
Spindelegger, Türkiye'nin Birliğe dahil olmasının, bu gibi kararlar alınmasının uzun zaman gerektirmesinden dolayı AB sistemini çökertebileceği ihtimaline pek katılmıyor. Bakan, konunun uzun yılları alacak bir mesele olduğunu söylüyor. Spindelegger, "Bir ülkenin Birliğe katılmak istemesi, onun hem siyasi hem de insan hakları bakımından denetimden geçmesini gerektiriyor" diye aktarıyor. AB'yi Türkiye açısından çekici kılansa, başka ülkelerle sıkı ekonomik işbirliğinde olmasıdır.

DER STANDARD: "SPINDELEGGER, TÜRKİYE'NİN KATILIMI KONUSUNDA UZUN BEYANLARDAN KAÇINIYOR"

VİYANA, 18/02(BYE)--- Tirajı günde 74 bin olan sol eğilimli Der Standard gazetesinin 16 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Stephanie Kreindl imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Avusturya Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger, Türkiye'nin AB'ye katılımı konusundaki görüşünü belli etmek istemiyor. Dışişleri Bakanı Viyana'da hobi olarak gazetecilik yapan kişilerle yaptığı bir söyleşide, "Gelecek daha çok uzakta, 2014'te ne olacağını kimse bilemez" diye kaçamak konuştu. Spindelegger, "bu zor bölgenin" katılımının hem güvenlik politikası açısından, hem de ekonomik açıdan olumlu etkileri olacağını da sözlerine ekledi.
Spindelegger, Türkiye'nin tarım politikasını teşvik edecek mali olanakların bulunmamasının başlıca dezavantajlardan biri olduğu görüşünde. Dışişleri Bakanı, kendisi için en önemli sorunun, "AB'nin Türkiye'nin üyeliği ile gücünü aşıp aşmayacağı" olduğunu belirtti ve "Bu, Hırvatistan ya da başka bir Batı Balkan ülkesinin katılımı gibi değil, çok farklı bir boyutta" dedi.
Aynı zamanda Türkiye'nin bu hassas bölgedeki konumu itibarıyla "bir anahtar, Orta Doğu'ya açılan bir kapı" rolü oynadığına da değinen Spindelegger, "Bu yüzden Türkiye'nin hem güvenlik politikası açısından hem de ekonomik açıdan ilgi çekici bir ortak" olmasının yanı sıra, "transit ülke" olarak da cezbedici olduğunu vurguladı. Dışişleri Bakanı katılımın AB'nin politikası ve pazar ekonomisini de olumlu yönde etkileyeceğini belirterek, katılıma yalnızca olumsuz yaklaşılmaması gerektiğini, Türkiye'de olumlu gelişmelerin de olduğunu ve birçok reformun gerçekleştirildiğini söyledi.
Dışişleri Bakanı, AB'nin yapısının Türkiye'nin katılımı sonucu çökeceğini sanmadığını, çünkü böyle kararların uzun vadeli alındığını ifade etti ve "Bu yüzden, bu bugün ya da yarın değil, önümüzdeki uzun yıllarda alınacak bir karar" dedi. Birliğe katılmak isteyen ülkelerin hem siyasi açıdan hem de insan hakları açısından incelendiğini açıklayan Spindelegger, Türkiye'nin diğer ülkeler ile sıkı ekonomik işbirliği olanaklarından ötürü AB'yi çekici bulduğunu belirtti.

 

FRANSA BASINI

AFP: "BABACAN: TÜRKİYE, 2013 YILINA KADAR AB'YE GİRMEYE HAZIR OLACAK"

RİGA, 12/02(AFP)(BYE)--- Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan bugün Riga'da, Türkiye'nin 2013 yılına kadar Avrupa Birliği'ne katılmaya hazır olacağını söyledi.
Babacan basına yaptığı açıklamada, "Avrupa Birliği'ne girmeye tam kararlıyız. 2013'e kadar Türkiye hazır olduğunu bildirecek ancak AB kendi cephesinde hazır olur mu bilmiyoruz" dedi.
2004 yılından beri birliğe üye olan Baltık ülkesi Letonya'ya gerçekleştirdiği resmi ziyarette konuşan Dışişleri Bakanı Babacan, "Çok da acelemiz yok" dedi. Bakan sözlerini, "Türkiye, iki yahut üç yıl içerisinde şimdikinden farklı olacak" şeklinde sürdürdü.

 

İNGİLTERE BASINI

REUTERS: "AB KIBRIS'TAN BARIŞ ŞANSINI YAKALAMASINI İSTEDİ"

LEFKOŞA, 13/02(REUTERS)(BYE)--- Sarah Ktisti ve Simon Bahçeli bildiriyor:

Avrupa'nın genişlemeden sorumlu yetkilisi bugün, etnik olarak bölünmüş durumdaki Kıbrıs'taki taraflardan, Türkiye'nin AB'ye girme umutlarını boşa çıkaran anlaşmazlığın çözümü için bu yılki "benzersiz" şansı yakalamalarını istedi.
2004'ten bu yana AB üyesi olan Kıbrıs, Yunanistan'ın desteklediği kısa süreli bir darbenin körüklediği 1974 Türk işgalinden bu yana Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında bölünmüş durumda.
Toplumlar 2008 Eylül ayında yeniden birleşme görüşmelerini başlattı, ancak müzakereler yavaş ilerliyor. Diplomatlar bu yıl Kıbrıs Türk seçimlerinden ve Türkiye'nin AB'ye katılma başvurusuna dair yapılacak değerlendirmeden önce anlaşmazlık konusunda bir ilerleme görmek istiyor.
AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, "Bu yıl Kıbrıs'ı yeniden birleştirme ve Avrupa topraklarında uzun süredir devam eden bu anlaşmazlığa bir son verme konusunda benzersiz bir fırsat mevcut" dedi.
Söz konusu anlaşmazlık, en sonuncusu 2004'te Kıbrıslı Rumların adanın AB'ye katılmasından bir hafta önce bir BM barış anlaşması taslağını reddettiğinde olduğu gibi, nesillerdir diplomatları hayal kırıklığına uğratıyor.
Kıbrıs'ın başkenti Lefkoşa'yı bölen "tampon bölge"de konuşan Rehn barış süreci için, "Bu fırsat yakalanmalı ve kaçırılmamalıdır" dedi.
Kıbrıslı taraflar, Kıbrıs'ı iki toplumlu ve iki kesimli bir federasyonla birleştirmek konusunda mutabakata vardı, ancak iktidar paylaşımı, bölgesel ve mülkiyet hakları gibi önemli konularda derin anlaşmazlıklar mevcut.
Rehn, "Liderler Kıbrıs meselesine kapsamlı bir çözüm üzerinde anlaşır anlaşmaz, AB bir anlaşmanın koşullarını düzenleyecek" dedi.
Kıbrıs Rum hükümetinin; Kıbrıs anlaşmazlığı ve yurtiçi reformlardaki yavaşlama nedeniyle başvurusu sorunlu olan Türkiye dahil AB'ye yeni katılımları veto hakkı var.
Türkiye katılım müzakerelerine 2005'te başladı, ancak görüşmeler kısmen, bloğun daha fazla genişlemesi konusunda isteksiz olan Fransa ve Almanya gibi ülkeler nedeniyle son derece ağır ilerledi.
Kıbrıs açısından, Türkiye'nin katılım umutları 30 bin askerini, tek yanlı bağımsızlık ilan eden Kıbrıs Türk devleti kuzey Kıbrıs'tan çekmesine bağlı. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas geçen hafta, Türkiye'nin Kıbrıs anlaşmazlığı devam ettiği sürece Avrupa Birliğine katılamayacağını söyledi.

REUTERS: "BAŞBAKAN ERDOĞAN TÜRK HALKINDAN REFORMLARDA YOL ALMAK İÇİN YENİDEN YETKİ İSTEDİ"

SİVAS, 13/02(REUTERS)(BYE)--- Paul de Bendern bildiriyor:

Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bugün seçmenlerinden, kötüye giden ekonomiyi düze çıkarmak ve AB reformlarında yol almak için, liderliğinde hükümet eden AK Parti'ye mart ayındaki yerel seçimlerde yeniden yetki vermelerini istedi.
İslami kökenli AK Parti, 2007 parlamento seçimlerinde ezici bir zafer kazanmış olmakla beraber, Mart 2009 seçimleri arifesinde, yıllardır süren güçlü bir büyüme grafiğinin peşinden artan işsizliğin de eklendiği pek çok sıkıntıyla karşı karşıya.
Öteden beri AK Parti'nin kalesi olan Anadolu'da seçim gezisine çıkan Erdoğan, binlerce destekçisine, Türkiye'nin bu ekonomik sıkıntıdan kurtulacağını ve AB üyeliği için öngörülen özgürlükleri sağlayacağını söyledi.
Sivas'taki seçim mitinginde Erdoğan, "İktidara geldiğimizde bu büyük yoksulluk sorununun üstesinden geldik. Şu anda güçlü bir ekonomik yapıya doğru yol alıyoruz" dedi.
Boynuna taktığı yerel futbol takımının atkısıyla seçmenlerine seslenen Erdoğan, "Farklı etnik ve dini kökenden olanlara karşı modası geçmiş ayrımcı anlayışı reddediyoruz" diyerek, Sünni Müslümanların çoğunlukta olduğu Türkiye'de İslam'ın liberal bir kolu olan Alevi azınlığa yönelik ayrımcılığa son vermeyi taahhüt etti.
Sivas'a gitmeden önce Erdoğan, yeni bir anayasa hazırlanması konusunda muhalefet ile görüşmeleri yeniden başlatacağını belirtti.
Belediye seçimlerinde oyların yüzde 50'sinden fazlasını toplamayı umut eden Erdoğan'ın kampanya programı, 60 şehri kapsıyor.

 

İSPANYA BASINI

EL PAIS: "TÜRKİYE İÇİN İSPANYOL DERSLERİ"

ANKARA, 18/02(BYE)--- İspanya'da yayımlanan El Pais gazetesinin 18 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında İspanyol Real Instituto Elcano görevlisi ve İspanya ile Türkiye hakkındaki bazı kitapların yazarı olan William Chislett imzasıyla yukarıdaki başlık altında yer alan yazının çevirisi şöyledir:

Türkiye ile İspanya arasında çok sayıda benzerlikler var. İspanya, Müslüman ulusun Avrupa Birliği'ne girişini aktif olarak destekleyen nadir ülkelerden biri ve bu yıldan itibaren Ankara'nın gerçekleştireceği yıllık bir zirveye katılacak az sayıda ülkeler arasında yer alıyor.
Mevcut benzerlikleri düşünürsek, Türkiye, İspanyol deneyiminden hangi dersi çıkarabilir?
Öncelikle bazı benzerliklere bakalım. Her iki ülke de coğrafik olarak Akdeniz'in iki ucunda yer alıyor ve stratejik boğazları kontrol ediyor. Eskiden Anadolu (bugün Türkiye'nin büyük bir bölümünü teşkil ediyor) ve İberya, Roma İmparatorluğu'nun hakimiyeti altında yaşamıştır. İslam'ın ortaya çıkmasından ve yayılmasından sonra Araplar, her iki yarımadanın kapılarını çalmaya başlamışlardır. Türkler 11. Yüzyılda Anadolu'ya girdiklerinde İberya Müslüman ve Anadolu da Hristiyan bir devletti. Osmanlılar büyük bir imparatorluğa dönüştüklerinde İberya'da da Kastilya ve Leon Krallıkları birliği başka bir imparatorluk kuruyorlardı. Osmanlı donanmasının 1571 İnebahtı ve Yenilmez İspanyol donanmasının 1588 Atlantik yenilgileri, her iki imparatorluğun tarihinde dönüm noktasını teşkil etmişlerdir. İspanya, 1898'de son sömürgelerini kaybetti, Osmanlı İmparatorluğu da Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra çöktü ve Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş yaptı.
Modern dönemde iki ülke de tarıma ve bağımsız ekonomi siyasetlerine dayalı oldukça güçlü ekonomilere sahip oldu; ikisi de ülke içinde toplu göçler yaşadı; Türkler, 50'li yıllardaki İspanyollar gibi Almanya'ya "davetli işçi" olarak gitmeye başladılar; iki ulus da soğuk savaş boyunca jeostratejik nedenlerden dolayı ABD tarafından askeri olarak eğitildiler ve askeri üslere ev sahipliği yaptılar -1952'de Türkiye'de ve 1953'te İspanya'da-. Her ikisinin de azınlık milliyetçi meseleleri ve terörizme son verme sorunları var (ETA ve Kürt grup PKK). İki ülkedeki askerler -Türkiye'de günümüzde halen- ulusal hayatta güçlü başrol oyuncuları oldular. Son olarak gelenekçiler ve reformistler arasındaki (İspanya'da din ve din karşıtları ile Türkiye'de laikler ve İslamcılar arasında) kültürler çatışması (kulturkampf) her iki ülkede de (Türkiye'de daha çok) devam ediyor.
İki ülke arasında önemli bir fark olduğu için benzerlikleri abartmak istemiyorum: Birisi çoğunluk olarak Katolik, diğeri Müslüman. Bununla birlikte bir ülkenin kültüründeki din etkisi konusunda temel alınan dini ayrım değildir. Türkiye, katı şekilde laik bir ülkedir.
Avrupa Komisyonu'nun Türkiye'nin gidişatı konusundaki son raporunda sabit olduğu üzere, Avrupa Birliği'ne katılım sürecinin 2005'te başlamasından beri çok az gelişme kaydetti. AB dışındaki diğer konularda Türkiye, İspanya'nın önünde bulunuyordu. -1952'de NATO'ya katıldı, İspanya'dan 30 yıl önce; 1952'de de Birleşmiş Milletler'e girdi, İspanya'dan üç yıl önce; 1949'da Avrupa Konseyi'ne girdi, İspanya'dan 28 yıl önce-. Bana göre Türkiye için İspanya'nın deneyiminden üç önemli ders çıkıyor. Franco'nun ölümünden sonra tüm İspanya, diktatörün en ateşli taraftarları hariç, Avrupa Topluluğu'na girişi destekliyordu. Türk siyasi partileri Brüksel'le müzakerelerin başında çoğunluk olarak ülkenin katılımından yana destek veriyordu, ancak milliyetçiliğin cesaretlendirdiği Avrupa'nın büyük bir bölümünde Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girişine olan muhalefet nedeniyle maalesef bu destek küçüldü. Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi ve aşırı sağcı Milliyetçi Hareket Partisi bugün Avrupa Birliği'nin coşkulu taraftarları değiller ve laik ve muhafazakar olduğunu belirten İslami kökenli hükümetteki Adalet ve Kalkınma Partisi'nden (AKP) partizan çıkarlar elde etmek için birçok kez engel yarattılar.
Askeri alanda reform eksikliği Avrupa Birliği'ne giriş için bir engel arz etmektedir. Türkiye'nin NATO'ya üyeliği askerleri siyaset dışında tutmak için bir işe yaramazken (ülke 1960'dan beri üç askeri darbe geçirdi, 1997'deki doğrudan bir darbe olmadığı için "postmodern" diye adlandırıyor, 2007'deki de ordunun web sitesinde yayımlanan bir bildirin hükümete bir muhtıra teşkil etmesi nedeniyle "e-darbe" olarak adlandırılıyor) İspanya'nın NATO'ya katılımı ise, bir askeri reformlar için bir katalizör etkisi yaratmıştır. Bundan daha önemlisi ise İspanya'nın tüm alanlarda demokratikleşme süreci olmuştur. 1982-1991 yılları arasında Savunma Bakanlığı yapmış ve askeri değişim konusundaki mükemmel bir kitabın yazarı olan Narcis Serra'ya göre, "demokratikleşmenin genel sürecinde ilerleme olmaksızın ordular demokratikleşemezler ve kesin ilerleme kaydeden demokratikleşme süreçlerinde de siyasi kontrol alanındaki gelişmenin daha yavaş ve uzun olması muhtemeldir. Askerlerin kontrolü, yasal bir hükümet başta olmak üzere tamamen serbest seçimlerin olması ve bu görevde hükümete destek veren yasal bir güç gibi büyük bir kurumsal güç gerektirmektedir". Türkiye, bu öğütlere uyarsa kendisi için iyi bir şey olacaktır.
Türkiye'deki silahlı kuvvetleri reform etmek için motor, Avrupa Birliği'ne katılım süreci oldu; fakat Milli Güvenlik Kurulunda (Avrupa Komisyonu'nun ifadesiyle bir tür gölgedeki hükümet) "askerlerin, reformlar ajandası da dahil, rekabetlerini ortaya koyan konular hakkında yorum yapmaya olan eğilimleri arttı."
Son olarak, Türkiye'de önceki askeri cunta sırasında 1982'de yazılan Anayasayı yeniden düzenlemek için yeni bir Anayasa taslağı henüz oluşturulmadı. Bu Anayasa devlete fazlaca vatandaşlara ise oldukça az haklar veriyor. İspanyol siyasi sınıfı, ülkenin tam bir anayasa revizyonuna ihtiyaç duyduğunu ve bunu pencereden fırlatıp atmak gerektiğini, bazı salt rötuşlara sınırlama getirmeye ise (Türk Meclisi tarafından kabul edilen ve daha sonra laikliğin üssü Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilen üniversitelerde başörtüsünü yasal kılma reformu gibi başarısız çabalarla şimdiye kadar Türkiye'deki olayda olduğu gibi) gerek olmadığını anladı.
İspanya, geniş anlamda Türkiye'de, Avrupa Birliği'ne girme arzusu için bir örnek olarak alınıyor; daha fazla cesaretle örneğini takip etmesi gerekiyor.

 

KIBRIS RUM BASINI

FİLELEFTHEROS: "REHN'İN MİSYONU"

LEFKOŞA, 12/02(BYE)--- Bağımsız, liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 12 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

AB'nin genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn'in Kıbrıs'a yapacağı ziyaret, doğrudan görüşmeler sürecinin gelişmekte olduğu bir dönemde gerçekleşecek.
Kıbrıs sorununu takip etme sorumluluğuna da sahip olan Olli Rehn'in Avrupa-Kıbrıs ilişkileri ile ilgili bazı muhtemel sorunları görüşmeden de öte şu konuyla da ilgileneceği görülmektedir: AB'den bir bilirkişinin, Aleksander Downer yönetimindeki gruba katılımıyla ilgilenecek.
Varlığı BM tarafından talep edilen bu bilirkişinin rolünün, Avrupa normlarının tüm Kıbrıs egemenliğine yayılmasıyla bağlantısı vardır.
Çözüm öngörülerinin Avrupa normlarıyla uyumlu olması için bu bilirkişinin takip ve kontrol rollerinin de olması gerektiğini düşünüyoruz.
Bu uzman kişinin varlığının, Avrupa normlarından daimi sapmaların benimsenmesi için pencere arama amacı olmamalıdır. Bunu sadece önleyici olma açısından değil aynı zamanda sahne arkasında pek çok şey duyulduğundan ve tartışıldığından dolayı ortaya koyuyoruz.
Normlardan sapmaların daimi bir çerçevede benimsenmesi ve bu sapmaların birincil hukuka dahil edilmesi için AB Komisyonu kadar ortaklarımıza da Türkiye tarafından baskı uygulandığı bilinmektedir.
Bizim fikrimize göre, Rehn'in bir misyonu vardır. Bu da, Kıbrıs sorununun anlaşmaya varması durumunda devletin, AB içinde sorunsuz ve etkili bir şekilde işleyebilmesini sağlamaktır. Bu, AB'nin çıkarına olduğu kadar Kıbrıs'ın da çıkarınadır.
Sonuç olarak, bunun sağlanması için çözümün, insanın temel özgürlüklerinin ihlalini hedefleyen sapmalar olmaksızın, Avrupa normlarına uyum sağlaması gerekmektedir. Bu, hem AB'nin hem de AB Komisyonunun rolüdür ve bu Kıbrıs sorununun yaşayabilen bir çözüm olması için tek yoldur.

FİLELEFTHEROS: "TÜRKİYE'NİN BUGÜNKÜ DAVRANIŞI"

LEFKOŞA, 16/02(BYE)--- Bağımsız, liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 14 Şubat 2009 tarihli sayısında, Dr. Hristos Ahilleos Theodulos imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türk Başbakanıyla Davos'ta yaşanan olay, bir kez daha Türkiye'nin küstah davranışını ortaya koydu.
Türkiye bugün büyük bir güç olduğunu zannediyor. Türkiye'nin AB ile müzakere etme şekli kimi zaman Türkiye'nin AB'ye değil, AB'nin Türkiye'ye katılmayı istediği izlenimini vermektedir. Daha önceleri Türkiye, stratejik konumundan ve Silahlı Kuvvetlerinden dolayı ABD'nin 'enfant gate'i (şımarık çocuğu) idi. ABD'nin himayesi altında bulunuyordu. Bugün bundan daha fazlası olduğunu göstermeye çalışıyor.
Türkiye, bölgede güç elde etmek için bazı faaliyetler yaptı. Türkiye, bölgenin Türkçe konuşan ülkeleriyle sıkı ilişkiler kurdu ve pek çok durumda bir İslam ülkesiymiş gibi davranmaya başladı.
Üstelik eski uzlaşmaz düşmanlarına yaklaşmaya çalıştı. İki ülke arasındaki futbol mücadelesini takip etmesi için Ermenistan'ın başkentini ziyaret etmesi yönünde Gül ile olan futbol diplomasisi, Ermenistan'ın yaklaşım çabasına işaret etmektedir.
Türkiye'nin bugünkü politikası nedir? Müslüman ve Arap ülkelere yaklaşmakta olduğu görülmektedir. Erdoğan ve Türk halkı, İsrail'e karşı çıktı ve Gazze'deki Filistinlileri destekledi. Müttefiki İsrail'in yanında değil, Hamas'ın yanında olduğu ortaya çıktı. Erdoğan'ın daha sonraki olayları toparlama çabası kimseyi kandıramadı.
Türkiye, Yunanistan karşısında Ege'deki ve Batı Trakya'daki duruşuyla saldırgan olmaya devam ediyor. Türkiye, Kıbrıs'a karşı ise, Kıbrıs Cumhuriyetini tanımama, adadaki askeri muhafaza etme, uçaklarımızın, gemilerimizin muadil hava alanlarına ve limanlara yaklaşmalarına izin vermeme politikasına devam ediyor.
Türkiye ne istiyor? Kısaca tüm yumurtaları aynı sepete koymayı istemiyor. ABD ile dostluğunu koruyor ve yeni Başkan Obama'ya yaklaşmaya çalışıyor, AB'ye katılma çabasını sürdürüyor, dikkatini Müslüman ve Arap ülkelerine çeviriyor.
Türkiye, Arap ve Müslüman komşuları içinde başrolü oynamaya çalışıyor. Suriye'nin yanındadır ve İran ile de iyi ilişkileri var. İslam Konferansı Örgütünde mevcut ve faaldir.
'Büyük bir güçmüş' gibi bir rol oynayarak tüm bloklara dostça davranıyor. Fakat sonunda bu bozulacaktır; çünkü aynı anda hem Batı ile hem Doğu ile hem de Atlantik ötesi süper güç ile dost olamaz. Bir gün seçim yapmak zorunda kalacak ve karar vermek oldukça güç olacak.

POLİTİS: "TÜRKİYE'Yİ ÇEVRESEL GÜCE YÜKSELTTİ"

LEFKOŞA, 18/02(BYE)--- Tirajı günde 4.500 olan bağımsız, liberal eğilimli Politis gazetesinin 18 Şubat 2009 tarihli sayısında, Anna Andreu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

ABD Başkanı Barack Obama, AB'ye tam katılım hedefiyle Washington'un Türkiye sürecine tam desteğini öne sürerek, Türkiye'nin bölgede lider rolü oynadığını kabul etti. ABD Başkanı ve Türk siyasi liderliği arasındaki ilk telefon görüşmesi yaklaşık 40 dakika sürdü.
Obama'nın, meslektaşına ve Türk Başbakana; İsrail Kara Kuvvetleri Komutanının eleştirel açıklamaları, Türkiye-İsrail ilişkilerinde patlak veren kriz ve Türk Cumhurbaşkanının Rusya'yı ziyaretinden hemen sonra telefon ettiğini vurgulayan Türk medyası, Beyaz Saray'dan gelen telefonun rastlantı olmamasının muhtemel olduğunu belirtiyor.
ABD Başkanı, önce Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e ve daha sonra Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan'a telefon etti.
Obama, Davos'a ve Ankara ile Tel Aviv arasındaki gerilime ilişkin herhangi bir açıklama yapmadı, fakat Türkiye'nin Orta Doğu, Kafkaslar ve Afganistan'daki rolünü tanıdığını belirtti. Obama, "ABD, Ankara'nın bu üç bölgedeki barışı ve istikrarı sağlama yönündeki çabalarını önemli buluyor" dedi.
Aynı kaynaklardan alınan bilgiler, aynı zamanda İran ve Irak konularından da konuştuklarından bahsediyor.
Türk basınına göre, Obama, Türk meslektaşı ile çevresel ve uluslararası konuları tekrar incelemek için birlikte çalışacakları konusunda anlaştı.

--Katılım İçin Destek--

ABD Başkanı ayrıca, Türkiye'nin AB'ye katılım sürecini desteklediğini tekrarladı. Barack Obama, ABD'nin desteğinin önemli olduğunu söyleyen Türkiye Cumhurbaşkanına "Türkiye'nin AB'ye tam katılımını desteklediği" konusunda teminat vermektedir.
Abdullah Gül, "Geçmişte bazı Avrupa ülkeleri ABD'nin desteğini farklı değerlendiriyordu. Bu yüzden Türkiye'ye yönelik desteğiniz farklı algılanacaktır" dedi.
Abdullah Gül, Türkiye için önemli olan bir konuyu daha ortaya koydu. Gül, Barack Obama'dan kongrede ve 24 Nisan'da yapacağı konuşmada Ermeni soykırımından hiç bahsetmemesini istedi.
Radikal gazetesine göre, Obama, Ermeni soykırımı konusunda ABD'nin Türkiye'yi zor durumda bırakmayacağı yönünde mesaj verdi.
ABD Başkanı devamında Türk Başbakanla görüşmesinde de, Tayyip Erdoğan'ın lider duruşunun Orta Doğu sorununa ilişkin barış sürecinde önemli bir rol oynadığından bahsetti.
Obama'nın, PKK ve Ermeni konusunda Türkiye'nin işbirliğini istediği görülmektedir. Obama ayrıca, Başbakan Erdoğan'a ABD'nin adil ve tarafsız tutumunun önemini de vurgulamıştır.

 

YUNANİSTAN BASINI

ELEFTHEROTİPİA: "HRİSTOFYAS: AVRUPA İÇİN TÜRKİYE'YE AÇIK ÇEK'E 'HAYIR'"

ATİNA, 12/02(BYE)--- Tirajı günde 52.944 olan Eleftherotipia gazetesinin 12 Şubat 2009 tarihli sayısında, Fanos Konstantinidis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin özet çevirisi şöyledir:

Bugün Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile görüşecek olan Kıbrıs Dışişleri Bakanı Markos Kiprianu'nun Moskova'ya gerçekleştireceği ani ziyaret çok ilginç olarak nitelendiriliyor. Kiprianu dün Moskova'ya ayrılmadan önce yaptığı açıklamada, Kıbrıs sorunu konusunda yapacağı temasların, özellikle bu dönemde karşılıklı müzakerelerden bile daha önemli olduğunu belirtti. Bakan, Rusya'nın BM'de Kıbrıs'ın önemli bir müttefiki olduğunu ve bu yüzden bilgilendirilmesinin iyi olacağını ekledi. Kiprianu, mevkidaşı Lavrov'la Kıbrıs sorununa ve Avrupa-Rus konularına ilişkin görüşeceğini ifade etti. Bakan ayrıca, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yarın başlayacak Moskova ziyareti öncesinde, kendi ziyaretini ve görüşmelerini daha da önemli hale getirdiğini vurguladı.

--Yeni Büyükelçiyle--

Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas dün Yunanistan'ın yeni Lefkoşa Büyükelçisi Vasilis Papaioannu'nun itimatnamesini kabul ettiği sırada, Türkiye'nin bugüne kadar Kıbrıs sorununda iyi niyet jestinde bulunmadığını, aksine şantajcı davranarak AB'den söz ve karşılık almaya çalıştığını vurguladı. Hristofyas, Kıbrıs'ın Türkiye'nin AB sürecini desteklediğini, ancak açık çek vermediğini ekledi.
Papaioannu itimatnamesini sunduğu sırada, Cumhurbaşkanı Hristofyas'ın girişimlerine değinmesinin ardından şunları vurguladı: "Yunanistan her zaman, Türk işgal ordusu ve yerleşimciler tehdidini, göçmen ve kayıplar trajedisini, (MN: Karpasya'da) sıkışıp kalan Rumların sararıp solmasını ve mülkiyetlerinin gaspını yaşamaya devam eden Kıbrıs halkının yanındadır. Bütün Yunanlar, tek yürek halinde, her yönde, esaslı ve karşılık beklemeden desteklemeyi sürdürecek ve de öyle kalacaktır."
Öte yandan, İngiltere'nin Avrupa konularından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Caroline Flint, Lefkoşa'daki temaslarını tamamlamasının ardından, Kıbrıs sorununun çözümü için gerçek bir fırsat olduğunu açıkladı. Flint, Cumhurbaşkanı Hristofyas ve Mehmet Ali Talat'ın sonuca ulaşmakta kararlı olduklarını belirterek, "Çözüm için şimdi olan fırsat sonsuza kadar olmayacaktır" dedi. Görüşmelere müdahale etmenin Londra'nın işi olmadığını vurgulayan Flint, çözümün Kıbrıslar için Kıbrıslılardan gelmesi gerektiğini belirtti.
Flint, Kıbrıs'tan ayrıldı, ancak Kıbrıs'ta bulunduğu süre içerisinde, Cumhurbaşkanı Hristofyas, Dışişleri Bakanı Markos Kiprianu, Mehmet Ali Talat ve siyasi liderlerle görüştü. Önceki gün ise İngiltere'nin Kıbrıs Yüksek Komiseri Peter Millet ve sözde devletin Başbakanı Ferdi Soyer ile tutsak Mağusa şehrini gezdiler.

İN.GR: "TÜRKİYE'DE REFORMLARIN GİDİŞATINA DAİR AB'NİN ENDİŞESİ"

ANKARA, 12/02(BYE)--- Yunanistan'ın elektronik haber sitesi İn.Gr'nin 12 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonunda 4'e karşı 65 oyla onaylanan taslak raporda, Türkiye'nin üyelik sürecinin gidişatında reformların yavaşlamasıyla ilgili endişe yer aldı.
Hollandalı Avrupa Milletvekili Ria Oomen Ruijten'in kaleme aldığı son taslak raporda, Türkiye'de üç yıldır gözlemlenen reform sürecinin sürekli yavaşlamasına dair endişe belirtildi ve Türkiye'nin ifade ve basın özgürlüğünü hala tam olarak yerine getirmediğine işaret edildi.
Raporda, Türk hükümetine, 2005 yılında taahhüt ettiği reform sürecine devam etme konusunda siyasi irade gösterme çağrısında bulunuldu. Türk siyasi parti başkanlarının, ciddiyetle diyalog istemeleri ve bir uzlaşma ruhu içinde, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı çerçevesinde ve hukuk devleti temelinde, Türkiye'nin çağdaşlaşması için bir reform gündemi konusunda hemfikir olmaları için daha fazla özendirilmesi dile getirildi.
Raporda yer alan kararda, Türk ve Yunan hükümetlerinin ikili ilişkilerin daha iyi olmasına dair devamlı çabaları vurgulandı ve TBMM'nin 1995 yılında ilan ettiği casus belli'nin (savaş nedeni) kaldırılmasının ilişkilerin daha fazla gelişmesine önemli bir ivme kazandıracağının altı çizildi.
Kararda, Türkiye'nin iyi komşuluk ilişkileri konusunda söz verdiği hatırlatıldı ve Türk hükümetine, askıda kalan her anlaşmazlığın, barışçıl bir yolla, BM tüzüğüne, diğer uluslararası sözleşmelere, ikili anlaşmalar ve yükümlülüklere göre, bir çözüm bulunmasına dair ciddi ve yoğun çaba göstermesi çağrısında bulunuldu.
Buna paralel olarak, Heybeliada Ruhban Okulunun yeniden faaliyete geçmesi ve Ekümenik Patrik'in kilise unvanının resmen kullanımıyla ilgili çağrı yinelendi.
Türk hükümetine, Gökçeada ve Bozcaada'nın iki kültürlü özelliğinin korunmasına dair çözümler bulması ve Yunan azınlık üyeleriyle eğitim ve mülkiyet haklarıyla ilgili karşılaştığı sorunları çözmesi çağrısında bulunuldu.
Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Dışişleri Komisyonu kararında, BM Güvenlik Konseyi kararları ve AB'nin üzerine kurulduğu ilkeler temelinde, sorunun çözümünün gerekliliği vurgulandı.
Bunun yanı sıra kararda, iki toplum liderleri arasındaki doğrudan müzakerelerin gelişmekte olduğu belirtilerek, iki liderin müzakereler vasıtasıyla bir çözüm bulma konusundaki yenilenen yükümlülüğü takdirle karşılandı.
Kararda, Türkiye'ye Türk kuvvetlerini geri çekerek ve iki lidere ülkelerinin geleceği konusunda özgürce görüşme imkanı vererek, müzakereler için uygun ortamın oluşmasını kolaylaştırması çağrısında bulunuluyor.
Bununla birlikte raporda, AB-Türkiye Ortaklık Anlaşması ve Katma Protokol'ünün Türk hükümeti tarafından tam olarak uygulanmamasına dair üzüntü dile getirildi ve 2009 yılının aralık ayına kadar Türkiye sözlerini tutmadığı takdirde AB ile müzakere sürecinin daha da olumsuz etkilenebileceği vurgulandı.
Raporda, Konsey'e 11 Aralık 2006 tarihinde alınan kararlara göre, Avrupa Birliğinin ve üye devletlerinin 21 Eylül 2005 tarihli beyanının içerdiği konularda kaydedilen ilerlemeyi takip etmeye ve gözden geçirmeye devam ettirmesi çağrısında bulunuluyor.
Dış İlişkiler Komisyonu raporunun Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu tarafından mart ayında incelenmesi bekleniyor.

ETHNOS: "İNDİRİMLER"

ATİNA, 16/02(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 16 Şubat 2009 tarihli sayısında, N. M. rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Dışişleri Bakanlığı hiç oralı olmuyor; Brüksel'den gelen Türkiye'nin Avrupa yolunda ilerlemesinin 2009 yılında yeniden gözden geçirilmesi kararının ertelenmesine ilişkin kaygı verici mesajlarla hiç ilgilenmiyor. AB'de bu tür "hediyelerin" boşuna verilmediği bilindiğine göre, Türkiye'nin yükümlülüklerini yeniden gözden geçirmesine ilişkin bir çerçevenin düzenlenmemesi, özellikle de Gümrük Birliği protokolünün Kıbrıs yönünde uygulanması için herhangi bir girişimin yapılmaması kaygı verici olarak değerlendirilmelidir. Bu tür "indirimlerin" hoş karşılanacağına inananlar ise hata ediyor.

ELEFTHEROTİPİA: "BÖLÜNMÜŞ BİR KIBRIS İSTİYORLAR"

ATİNA, 17/02(BYE)--- Tirajı günde 52.944 olan Eleftherotipia gazetesinin 17 Şubat 2009 tarihli sayısında, Anthos Likavgis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Kendimizi aldatmayalım: Türkiye Kıbrıs'ta iki devlet çözümünü savunurken, bu tez bizler tarafından ikiye bölünme sayılıyor, fakat Türkiye için kesinlikle öyle değil. Adanın ikiye bölünmesi hedefli ideoloji, 1974 yılı harekatına kadar hakim Türk ulusal ideoloji idi. Türk yayılmacı stratejisinin aracını oluşturdu, fakat bugün artık ona hizmet etmiyor. Tam aksine engel oluşturuyor. Çünkü sadece "miyop olanlar" Ankara'nın kolayca anlaşılabilir hedeflerini, bu hedeflere ulaşma yolunun bütün Kıbrıs'ı veliliği altına almaktan geçtiğini ve geniş bölgeyi kontrol alma hedefiyle son bulduğunu göremiyorlar.
Türk Dışişleri Bakanı geçen hafta, işgal altındaki Lefkoşa'da konuşmasında, ülkesinin Kıbrıs konusuyla ilgili uzlaşmaz tezlerini tekrarlarken ve kırmızı hatlarını çizerken gerçek hedeflerini net bir şekilde belli etti. Aynı gün Türk Cumhurbaşkanı, Kıbrıslı Türk gençliği heyetleriyle görüşmesinde, söz konusu tezleri daha da net bir şekilde ortaya koydu.
İki devlet, sıfırdan doğacak iki kesimli oluşumun "oluşturucu tarafları", Türkiye de bunun temel garantörü ve gerçek velisi olacak! Bu, siyasi düzeyde (stratejik açıdan) gerçek ortak adaya yakınlığı, demografik üstünlüğü ve gücü sayesinde Türkiye'nin birisine (Kıbrıs Türk tarafına) doğrudan egemen olacağı, doğal olarak daha zayıf olanına ise üstünlüğünü kabul ettireceği demektir. Bu nedenle çözüm konusuna ilişkin Türk yaklaşımı genelde merkez federe yönetimin yetkilerini mümkün olduğu kadar azaltmak, hatta hemen hemen sıfıra indirmek ve tüm yetkileri oluşturucu devletçiklere vermek yönündedir. Konu bugün iki taraf arasında var olan sorunların en önemlilerinden birisidir. Aslında diğer sorunların çoğu da temel tezin bu yönde olmasından kaynaklanıyor. Örneğin dönüşümlü cumhurbaşkanlığı sistemi, ya da doğuştan ölü öngörüler dolu Annan Planında yer alan Cumhurbaşkanlığı Konseyi. O öngörülerin çoğu yine sürecin temel eksenleri olarak kesinlikle müzakere masasına getirilecektir.
Durum böyle iken ve Ankara Kıbrıs konusuna bugün Avrupa Birliğine şantaj yapma aracı olarak bakarken (AB üyeliği Kıbrıs konusunun çözümlenmesine bağlı olmasına rağmen), Rum tarafı; tezlerinden daha da fazla kaymamak, Kıbrıs'ın kaderini olumsuz yönde etkileyecek kararlar kabul etmemek, aynı zamanda da yakında üçüncülerin cesur adımlar olarak nitelendireceği ödünler vermeye yönelik baskıları ve oldu bitti tehditleri refakatinde konunun yeni bir çıkmaza sokulması olasılığıyla karşı karşıya gelmemek için stratejik direnişlere hazırlanmalı.
Aynı zamanda aklımızda şunu da bulunduralım: AB-Türkiye ilişkileriyle ilgili kritik işlemler zamanı yaklaştıkça Kıbrıs konusu da o kadar etkilenecek, şantaj aracı aynı zamanda da karar alan güçlü merkezlerin politikalarını ilerletme aracı olarak kullanılacak. Bu taktiği, Ankara kolay anlaşılır nedenlerden dolayı uygulayacak. Ortaklara gelince; bu şekilde Ankara'nın öfkesini yatıştırmaya çalışacaklar.

ELEFTHEROTİPİA: "KIBRIS KONUSU... İMZALARIN KASIM AYINDA ATILMASI PLANI"

ATİNA, 17/02(BYE)--- Tirajı günde 52.944 olan Eleftherotipia gazetesinin 17 Şubat 2009 tarihli sayısında Makarios Drusiotis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

Hristofyas ile Talat arasındaki müzakerelerde resmi olmayan bir zaman çizelgesinin uygulanması ve yıl sonunda Türkiye'nin AB üyeliği yönünde ilerlemesiyle ilgili değerlendirmenin yapılmasından önce, yani gelecek kasım ayında, elde edilecek anlaşmanın iki lider tarafından paraflanması konularında, AB dahil olmak üzere taraflar arasında mutabakat sağlandı. Gazetemizin edindiği bilgilere göre Kıbrıs sorunuyla ilgili müzakerelerin birinci turunun tamamlanmasının beklendiği nisan ayına kadar yapılacak konunun tüm boyutları hakkındaki gündem şimdiden düzenlenmiş bulunuyor. Müteakiben, "alış verişin" ikinci turu başlayacak ve farklı tezler üzerinde uzlaşmanın sağlanmasına çalışılacak üçüncü ve son bir turda ise askıda tutulan bütün sorunların çözümlenmesi yönünde çaba sarf edilecek.
Bu arada BM, tez farklılıklarının baş göstermiş olduğu yönetim ve yetki paylaşımı konularının tüm boyutları hakkında alternatif öneriler hazırlama konusunu uzmanlara havale ederken, BM Genel Sekreteri Özel Temsilcisi Alexander Downer Kıbrıs konusunun tüm boyutlarını ele alacak kendi özel bir danışmanlar grubunu kuruyor.

--Barroso, Rehn--

Bununla birlikte AB, başında Komisyon Başkanı Jose Barroso'nun bulunduğu koordinasyonunu ise AB Genişlemesinden sorumlu Komiser Olli Rehn'in üstlendiği Kıbrıs konusuyla ilgili bir koordinasyon komitesinin kuruluşunu ilerletiyor. Söz konusu grup, Komisyon tarafından çözüm öngörülerinin Protokolün bünyesine katılmasına ve gelecekteki oluşturucu Kıbrıs Türk devletinde AB müktesebatının uygulanmasıyla ilgili geçici düzenlemelerin yola konulmasına yardımcı olacak bir öneriler planının hazırlanmasını üstlenecek.
Olli Rehn geçen hafta Kıbrıs'ı ziyaret etti ve AB'nin, ülkenin yeniden birleşmesi konusuna gösterdiği büyük ilgiden söz etti. Olli Rehn "Financial Times" gazetesinde yayımlanan mülakatında "müzakerelerin en yoğun aşamasının nisan ayı ile sonbahar arasında olacağını düşünmenin gerçekçi olduğunu" söyledi. Kıbrıs ziyaretinin tamamlanmasından sonraki açıklamasında Olli Rehn yıl içinde bir anlaşmanın yapılmasının gerçekçi bir beklenti olduğunu söyledi ve elde edilecek çözümün Avrupa müktesebatına uyumlu olması gereğini vurguladı.
AB, Türkiye ile ilişkilerini olumsuz etkileyen Kıbrıs sorununun çözümlenmesi için büyük ilgi gösteriyor. Türkiye'nin AB yolunda nasıl ilerleyeceği bir yana, AB bu ülkeyi özellikle hassas enerji konusunda stratejik ortak sayıyor. Türkiye AB'ye üye olsa da olmasa da Kıbrıs konusu çözümlenmedikçe Avrupa için devamlı bir baş ağrısı olacak...

--Çözüm bulunmazsa ipler kopacak--

"Financial Times" gazetesinin bir AB kaynağından edindiği bilgiye göre Türk liman ve havaalanlarının Kıbrıs gemi ve uçaklarına açılması gereği konusu masaya tekrar getirildiğinde Avrupa ile Türkiye arasındaki iplerin kopmaması için tek çare sadece bir çözüm elde edilmesi olabilir.
Nisan ayında işgal kesiminde seçimler yapılacak ve bu seçimleri büyük bir olasılıkla Rauf Denktaş tarafından kurulan bugün ise Derviş Eroğlu'nun başkanlığı altında bulunan Ulusal Birlik Partisi kazanacak. Ancak söz konusu seçimler Hristofyas ile müzakereleri yapan Mehmet Ali Talat'ı etkilemeyecek, çünkü görev süresi 2010 yılının Nisan ayında sona eriyor.
Edinilen bilgilere göre Türkiye Talat ile Eroğlu partilerinin arasında bir koalisyon kurma yönünde girişimlerde bulunuyor, çünkü bu şekilde elde edilecek bir anlaşmayı referandumdan geçirebileceğini düşünüyor.

--Güvenceler--

Ankara'yı ziyaret eden yabancı yetkililer Kıbrıs hükümetine Türkiye'nin AB üyeliğini ilerletilmek amacıyla koşullardan yararlanmaya ve Kıbrıs konusunda öne doğru adımı atmaya kararlı olduğuna dair güvenceler veriyorlar. Edinilen bilgilere göre Türkiye hem 2002 yılında Kopenhag'da hem de 2003 yılında Lahey'de, Annan planının kurucu anlaşmasını imzalamayı reddetmekle hata işlediğini bunun Kıbrıs'ın sorunu çözümlenmeden AB üyesi olmasına yol açtığını şimdi kabul ediyor.
Kıbrıs hükümeti Türkiye'nin niyetleri konusunda hala kuşkulu, fakat son haftalarda daha ılımlı bir tutum benimsediği ve Kıbrıs konusunda adımlar atmaya hazırlandığı belirtileri veriyor.

 

İSVİÇRE BASINI

NEUE ZÜRCHER ZEITUNG: "SERBEST DOLAŞIMA EVET'İN SONUÇLARI"

BERN, 12/02(BYE)--- Tirajı günde 143.800 olan Neue Zürcher Zeitung'un 12 Şubat 2009 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında yayımlanan İsviçre Sosyal Demokrat Parti'sinden (SP) Winterthur'lu Ulusal Meclis Milletvekili Jacqueline Fehr imzalı okuyucu mektubunun çevirisi şöyledir:

Bazı yorumcular bugün hala AB üyeliği konusunda konuşma cesaretinde bulunulduğunda kaba bir şekilde küfrediyorlar. Ne kadar yanlış! Çıkarlarımızı gelecekte en iyi nasıl koruyabileceğimizi kendi kendimize önyargısız bir şekilde sormalıyız. Bu bağlamda da özellikle genişleme konusunda ikili anlaşmalara tutunmaya devam ederek değil, AB üyesi olarak egemenliğimizin daha güçlü olacağı hemen ortaya çıkıyor.
Bir örnek: AB'de oybirliği prensibi olduğu için, başka bir ülkenin alınması söz konusu olduğunda her üye ülkenin veto hakkı var. Türkiye'nin Birliğe alınması gündeme gelmiş olsa, İsviçre bir AB üyesi olarak parlamentoda halkın üzerinde oylama yapacağı bir referandum kararı alabilir. Farzedelim ki, İsviçreli seçmenler 'hayır' dedi. Böyle bir durumda hükümet veto hakkını kullanır ve Türkiye'nin üyeliğini engeller.
Eğer İsviçre dışarıda kalırsa, Türkiye'nin AB üyeliğinde söz hakkımız olmayacak. Türkiye günün birinde AB üyesi olursa, zarlar atılmış olacak. "Türkiyesiz bir AB" ile sözleşmeler yapma imkanı kalmayacak. İsviçre kişilerin serbest dolaşımına bu ülkeyi de dahil etmek istemezse, diğer üyelerle olan kişilerin serbest dolaşımı da iptal olacak ve bu herhalde diğer sözleşmeler için de geçerli olacaktır.
İkili anlaşmaların genişletilmesine yönelik referandumlar böylece sadece görünürde egemenlik eylemleri olacaktır. Özellikle de bu nedenle halkın giderek belirginleşen 'evet'inin içinde İsviçre'nin AB üyeliği konusunu açıkça tartışma yükümlülüğü barınmaktadır.
BERNBM Notu: Aynı okuyucu mektubu 'Tages-Anzeiger'de de yayımlanmıştır.

 

ABD BASINI

THE WASHINGTON TIMES: "EKONOMİK ÇÖZÜMLER NATO'NUN ROLÜ DIŞINDA"

ANKARA, 12/02(BYE)--- ABD'de yayımlanan The Washington Times gazetesinin 12 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, C. Boyden Gray imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yazının özet çevirisi şöyledir:

NATO'nun Avrupa'da önemli bir rolünün olmayışı çifte yargılamaya neden oluyor. NATO'nun Afganistan'daki kararlılığına olan ilgiyi dağıtıyor ve Avrupa'da ilgiyi askeri olmaktan ziyade ekonomik bağlamda tartışılması gereken konulara kaydırıyor.
Sovyetler Birliği ile nükleer silahlanma yarışı, AB ile ABD arasındaki ilişkilere yön verdi. Savunmanın ilk hattı olan NATO anlaşılır nedenlerden yıllık ABD-AB zirvesinden daha çok ilgi uyandırdı. Ancak NATO'nun çözemeyeceği yeni sorunlar ortaya çıktı.
NATO'nun Afganistan'daki büyük sorumluluğu konusunda daha fazla yardıma ihtiyacı var. Ancak ekonomik sorunların çözümü NATO'nun dışında bir yerde, yaklaşık 30 yıldır yozlaşan ABD-AB diyalogunda yatıyor.
AB hem askeri olmayan sorunların çözümünden birincil derecede sorumlu hem de bu gibi konuları çözmek için daha uygun. Bunu yapmak için ise NATO ve ABD güçleriyle yüksek seviyede koordinasyona ihtiyaç duyuyor. Ancak, ABD ile AB arasında askeri konulardaki resmi iletişimin NATO kanalıyla yapılması gerektiğine ilişkin ABD politikası belki de ABD-AB arasındaki ilişkinin temelini sarsıyor. Bunun altında hem tarih hem de üyelik konusu yatıyor. ABD, NATO üyesi ancak AB üyesi değil.
Ancak üyelik konusu Atlantik'in diğer yakasında da problemli. NATO üyesi olan ancak AB üyesi olmayan Türkiye, NATO ve AB arasındaki resmi iletişimi veto ediyor.
ABD, Avrupa ile sadece NATO kanalıyla konuşabilir ancak NATO, AB ile konuşamaz. Bu yüzden ABD, AB ile resmi olarak görüşemez, en azından Afganistan ile ilgili olarak.
Türkiye'nin NATO ile AB arasındaki resmi iletişimi veto etmesinin nedeni, küçük Kıbrıs ile husumetiyle başlayan, çok daha büyük olan Fransa ile husumetiyle sonlanan karmaşık bir konu. Sorunların çözülmesi, sadece Afganistan'daki durumun iyileşmesine değil, Türkiye'nin daha fazla işbirliği yapması ve AB'nin Rusya ile karşı karşıya kaldığı kendi enerji güvenliği gibi birçok konuya da katkı sağlayacaktır.

 

AZERBAYCAN BASINI

EKSPRESS: "ANKARA, NABUCCO'YA ENGEL OLUŞTURUYOR MU?"

BAKÜ, 17/02(BYE)--- Tirajı günde 6.000 olan tarafsız Ekspress gazetesinin 17 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında ve Bekir Nerimanoğlu imzasıyla yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Brüksel'deki Stratejik Çalışmalar Enstitüsü'nden Borut Grgic, AB'nin, Hazar doğalgaz koridoru için verilen mücadeleyi kaybettiği kanısında: "Avrupa Birliği, kıtanın Rus enerji kaynaklarına bağımlılığını azaltmak amacıyla Hazar havzasının güney koridorundan geçecek bir doğalgaz boru hattı oluşturma projesinde iki engel ile karşı karşıya. Bunlardan biri Türkiye'nin politikası. Diğeri ise Rus doğalgaz tekeli Gazprom. Ankara'nın hedefi, Türkiye'yi bölgesel bir enerji merkezi yapmak. Yani Türkiye, Hazar doğalgazını alıp Avrupalı müşterilere kendisi satmak istiyor. Ancak, AB bunu reddetmeli. Türkiye, bir transit ülke olarak vazgeçilmez değil. Azerbaycan ve Gürcistan arasında bir hat zaten var. Mesela Gürcistan'dan Romanya'ya doğalgaz Karadeniz'den taşınabilir. Romanya, bir süredir inceden inceye kendini Türkiye'ye bir alternatif olarak sunmakta. Azerbaycan doğalgazının Avrupa'ya nakli için tercih edilecek yol Türkiye üzerinden geçiyor. Ama bu, her ne pahasına olursa olsun yapılamaz."
Grgic, ayrıca Gazprom'un yavaş yavaş Güney Avrupa doğalgaz piyasasını ele geçirmeye başladığını, bunun da Hazar doğalgaz üreticilerinin alternatif yollara olan ilgisini azaltabileceğini bildiriyor.
Ekonomik ve Siyasi Araştırmalar Merkezi Başkanı Sabit Bağırov ise Türkiye'nin, Nabucco'ya ciddi bir engel oluşturmayacağı kanısında olduğunu ifade ederek, "Türkiye'nin AB ile bazı sorunları var ve onları çözümlemek istiyor. Bu nedenle Nabucco müzakere konusu oluyor" dedi.
Türkiye'nin en sonunda projeyi destekleyeceğini bildiren Bağırov, Ankara'nın, kendi politikasını tamamen Azerbaycan'ın çıkarlarına göre yürütemeyeceğini vurgulayarak şunları söyledi: "Kendi çıkarları olan Türkiye, Şahdeniz doğalgazının öncelikle kendi ihtiyaçlarını karşılamasını istiyor. Azerbaycan'ın çıkarlarına uygun olan ise doğalgazın hem Türkiye, hem de Avrupa pazarına ulaşması" dedi.
Azerbaycan ile Türkiye arasındaki şu anki anlaşmazlığa da değinen Sabit Bağırov, iki ülke arasında stratejik ortaklık olduğunu ve bu sorunun çözümleneceğini söyledi.
Gazprom'un projeye sorun oluşturması konusuna gelince Bağırov, Rus doğalgaz devinin, Nabucco konsorsiyumuna katılmaktan yana olduğunu sözlerine ekleyerek, "Gazprom, kendi doğalgazının bir bölümünü 'Güney Akımı' aracılığıyla Nabucco'ya ulaştırmak istiyor" dedi.
Siyaset bilimci İlgar Memmedov ise Türkiye'nin taleplerini haklı bulduğunu ifade etti ve "AB, bir taraftan Türkiye ile enerji alanında işbirliği yapmak istiyor. Diğer taraftan ise Kıbrıs Rum Kesimi istemediği için Türkiye ile enerji diyalogu yapmıyor. Türkiye'den adil olmayan taleplerde bulunulsa da, Ankara, kendi adil taleplerini bildiriyor. Aslında Türkiye, projeye engel olmuyor. Sadece kendisine adil davranılmasını istiyor. AB, bu konuda eşdeğer davranırsa, Türkiye engel değil, en aktif işbirlikçi olabilir. Gazprom ise Avrupa'ya alternatif doğalgaz naklini istemiyor" dedi.
Ankara, Nabucco hattına verilecek doğalgazın yüzde 15'ini düşük fiyatla kendi ihtiyaçlarını karşılamak için transit parası olarak istiyor.

 

PAKİSTAN BASINI

DAILY TIMES: "ERDOĞAN'IN ÇIKIŞI"

İSLAMABAD, 18/02(BYE)--- Tirajı günde 30 bin olan liberal eğilimli Daily Times gazetesinin 16 Şubat 2009 tarihli sayısında, Icaz Hüseyin imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Davos'ta bir paneli terk ettikten sonra gazetelere manşet oldu. Panel de İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres de yer alıyordu ve Erdoğan panel yöneticisi olan the Washington Post gazetesinden David Ignatius'un kendisine cevap verme hakkı tanımamasına tepki olarak paneli terk etti. Ignatius Peres'e 30 dakika konuşma süresi tanırken, Erdoğan'a yalnızca 12 dakika tanıdı.
Fakat esas ihtilaf tansiyonun bir hayli yüksek olduğu tartışmanın kendisiyle ilgilidir. Erdoğan'ın, İsrail'in Gazze'deki askeri operasyonlarını eleştirmesini takiben, Peres sesini yükselterek Türk Başbakanına, her gece yüzlerce füzenin İstanbul'a düşmesi durumunda ne yapacağını sordu.
Erdoğan bu durum karşısında şöyle konuştu: "Cumhurbaşkanı Peres, sen benden yaşlısın, sesin de gür çıkıyor. Sesini yükseltmenin sebebi suçluluk psikolojisi içinde olmandır. Ben sesimi o kadar yükseltmeyeceğim, bunu da böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi iyi bilirsiniz. Plajlarda çocukları nasıl vurarak öldürdüğünüzü iyi biliyoruz."
Davos'a bir daha gelmeyeceğini söyleyen Erdoğan, İstanbul'a dönüşünde kahramanlar gibi karşılandı. Binlerce Türk ellerinde Filistin ve Türk bayrakları taşıyarak ve "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye bağırarak Başbakanlarını karşıladı. Halkın tam tersine Türk seçkinleri ve muhalefet partileri Erdoğan'ı kıyasıya eleştirdi. Ana muhalefet partisi olan CHP'nin Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, Erdoğan'ı Türkiye'nin uluslararası imajını bozmakla ve ülkenin Arap-İsrail ihtilafında dürüst ve tarafsız arabulucu olma tavrını tehlikeye atmakla ve bir terör örgütünün sözcüsüymüş gibi davranmakla suçladı. AB diplomatlarının Erdoğan'ı eleştirdikleri bildiriliyor. AB diplomatları olayın, Türkiye'nin AB üyeliği şansını yok ettiğini düşünüyor.
Peki, bu iddialar haklı mıdır? Erdoğan'ın İsrail'in Gazze'de başlattığı saldırıya yönelik eleştirisinin Türkiye'nin Orta Doğu barışının dürüst ve tarafsız arabulucusu olma rolünü tehlikeye attığı suçlaması, büyük oranda dayanaksız bir suçlamadır. İsrail liderlerinin en üst düzeyde yaptıkları açıklamalar bunu kanıtlar. Olaydan sonra İsrail Başbakanlığından yapılan yazılı bir açıklamada şöyle denildi: "İsrail'in krizi derinleştirme niyeti yoktur ve bizler gerginliğin yatışması için çalışıyoruz. Türkiye ile ilişkiler her iki ülke için de stratejik öneme sahiptir ve bunun bu şekilde kalmasını arzu ediyoruz."
Aynı şekilde İsrail Cumhurbaşkanı da, olayın iki ülke arasındaki ilişkileri etkilemeyeceğini söyledi. Ayrıca İsrail Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin Orta Doğu'da arabulucu bir güç olmaya devam etmesini umduğunu vurguladı.
İsrail liderlerinin bu uzlaşmacı yaklaşımları Türkiye'nin İsrail için sahip olduğu stratejik değeriyle açıklanabilir. Her iki ülke de ABD'nin müttefikidir ve ikisinin de Doğu Akdeniz'de Soğuk Savaş dönemine uzanan ortak menfaatleri vardır. Soğuk Savaş'ın sona ermesine rağmen yeniden yükselen Rusya'nın bölgeye yönelttiği tehdit sürüyor. Ayrıca iki ülkenin güvenlikleri için tehdit olarak algıladıkları Suriye'yi dizginlemek konusunda da ortak menfaatleri vardır. Ayrıca bir süre önce Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in de işaret ettiği gibi İsrail, Orta Doğu ülkelerinin Türkiye'yi, varlığına yönelik tehdit olarak algıladığı İran'a karşı bir alternatif olarak görmelerini istiyor.
Doğrudur, Batı ile İsrail, AK Parti liderlerinin Türkiye'nin laiklik yönelimini bırakarak, ülkenin dümenini İslamcı bir yöne kırabileceğinden korkuyor. Bu da Türkiye ile diyalog içinde olmayı, İsrail için daha da önemli kılıyor. Türkiye'den dürüst bir arabulucu olarak rol oynamasını istemek, kesinlikle bu amaca hizmet ediyor.
Bu olayın, AB üyelik şansını yok ettiği suçlaması da aynı oranda dayanaksızdır. Yaygın algılamanın tersine, Türkiye'nin İslami rengi AB üyeliğinin önüne çıkmıyor. Eski Fransız Başbakanı Raffarin, eski Fransız Cumhurbaşkanı D'Estaing, AB'nin eski komiseri Bolkestein ve Kardinal Ratzinger gibi Avrupalı liderlerin zaman zaman İslami bir Türkiye'nin Avrupa'ya yönelttiği tehdidin altını çizmeleri, yalnızca kamuoyunu korkutmak ve konuyu saptırmak maksadını gütmektedir.
Türkiye'nin AB üyeliğinin önündeki asıl engel stratejiktir. Yani Fransız ve Alman seçkinleri, Türkiye'nin üyeliğinin ABD gibi yeni bir Avrupa süper gücü yaratmak düşünü tehlikeye atabileceğinden korkuyor. Bu görüşe göre Türkiye'nin üyesi olduğu bir AB, dünya sahnesinde koordineli hareket edecek bir aynılığa sahip olmayacaktır.
Nihayet, İsrail'in Gazze'deki zulümlerini eleştirmenin Erdoğan'ı sanki bir terör örgütünün sözcüsüymüş gibi gösterdiği eleştirisi de gülünçtür. Birincisi, Amerika'nın Hamas'ı bir terör örgütü olarak nitelendirmesi, onun gerçekte de öyle olduğu anlamına gelmez. Hamas, Batı ne derse desin, özgürlük mücadelesi veren bir örgüttür. Bu eleştiriyi kabul etmek İsrail'in Filistinlilere karşı işlediği suçları kınama hakkını yok etmek demektir. Bu ayrıca Türkiye'nin Hamas'ı uluslararası bir muhatap olarak kabul etmemesi gerektiğine de işaret eder.
Bu saçma bir şeydir, çünkü Hamas yalnızca demokratik değil, aynı zamanda Batı'nın koyduğu eşitlik, tarafsızlık standartlarına da uyan bir süreçle Gazze'de iktidara geldi. Eğer Batı daha sonra Hamas ile diyaloga girmekten kaçınıyorsa, bu, Mahmut Abbas'ın tersine Hamas liderlerinin kendi çizgilerini İsrail'inkine uydurmaya hazır olmamaları yüzündendir.
Muhaliflerin Erdoğan'ın Davos'u terk etmesinin sonuçlarına dair duyduğu korku dayanaksızdır. Fakat Başbakanın öfkeli çıkışının herhangi bir zarar doğurmaması, onun Davos'ta yaptıklarının haklı olduğu anlamına gelmez. Devlet işlerinde duygulara yer olmaz, devlet işleri, soğukkanlılık ve itidal gerektirir. İtidalden uzaklaşmak ilgili ülke için negatif sonuçlar doğurabilir.
Erdoğan'ın, İsrail'in çaresiz Gazzelilere yönelik bombardımanı karşısında hissettiği öfke anlaşılabilir. Fakat Başbakan olarak pozisyonu, onun şahsi duygularını devlet işlerine karıştırmasına izin vermez. Bu durum, Erdoğan'ın halen Türkiye'nin içinde ve dışında bazı kuşkulara yol açan İslami arka planı göz önüne alındığında daha da önem kazanır.
Bu tabii ki onun düşündüklerini söyleme hakkına sahip olmadığı anlamına gelmez. Fakat Erdoğan'ın bunu diplomatik bir üslupla ve incelikle yapması gerekir. Erdoğan'ın bu çıkışla ne yapmak istediğini sadece kendisi bilir.

 

RUSYA BASINI

İZVESTİA: "YENİ DÜNYADA YENİ BİR RUSYA VE YENİ BİR TÜRKİYE"

MOSKOVA, 15/02(BYE)--- Tirajı günde 197 bin olan liberal eğilimli İzvestia gazetesinin 12 Şubat 2009 tarihli sayısında "İzvestia-Zaman" Özel Ekinde, Duma milletvekili Sergey Markov imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Hepimiz biliyoruz ki, artık ifade özgürlüğü ve seçimler sistemli yeni bir Rusya'da yaşıyoruz. Devlet ideolojisi olmayan, ancak kilisesi olan bir Rusya'da. Bir süper güç statüsüne sahip olmasa da, herhangi bir dünya ülkesine seyahat etme özgürlüğü var olan, yarın ne olacağından emin değilse de, zengin olma ihtimali bulunan bir Rusya'da.
Komşularımızın ne denli hızlı değiştiklerini fark ettik. Bir zamanlar güneşli misafirperver bir ülke olan Gürcistan, şu anda bize kin besliyor. Daha önce bizden farkı olmayan kardeş Ukrayna, şu anda Rusya'nın jeopolitik düşmanları tarafından işgal edilmiş ve Kiev'e polis devlet olması empoze ediliyor. Bunlar Rus gönlünü acıtan muazzam jeopolitik değişiklikler. Bunlar bizim için devasa birer meydan okuma adımlarıdır.
Ancak, yeni dünyada sadece yeni problemlerle karşılaşmadık, yeni imkanlara da sahip olduk. Bunlardan en önemli olan iki ülke Çin ve Türkiye'dir. Herkes fark etti ki, Rusya ve Çin yenilendi. Yakın bir zamanda herkes Türkiye'nin de yenilendiğini görecek.
1920'li yıllarda Türkiye dev bir değişim geçirdi. Osmanlı İmparatorluğu, Karadeniz, Kafkas ve Balkanlar'da Rusya İmparatorluğunun jeopolitik düşmanı olarak görülüyordu. Ancak, Birinci Dünya Savaşı faciasından sonra Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde yenilenen Türkiye ile Bolşevik Rusya, Batı emperyalizmine karşı müttefik oldular. Efsanevi Kızıl Komutanlar - Voroşılov, Budenni ve diğerleri - Türk askerlerine destek sağladı ve Türk halkı tarafından kahraman ilan edildi. Türkiye ve Rusya çok yakın müttefik oldular ve başka müttefikleri olmadı.

-- Tarih Nereye Götürecek --

İkinci Dünya Savaşından sonra Türkiye, Batı'ya bağlı hale geldi ve "Soğuk Savaş"ta 60 yıl boyunca çok önemli olmasa da NATO ve ABD'nin bölgede Sovyetler Birliği'ne karşı bir üssü haline geldi. Bugün Sovyetler Birliği yok, "Soğuk Savaş" da yok. NATO, artık ABD'ye sürekli itaat eden bir müttefik de değil.
Washington, Ankara'dan Irak savaşı için askerlerinin Türkiye topraklarını kullanması için izin istedi, fakat Türkiye Amerikalıların isteğini reddetti. ABD, Türkiye'den Kuzey Irak'a askerlerini sokmamasını istedi, ancak Türkiye, Kuzey Irak'ta PKK'ya karşı savaş başlattı.
Güney Osetya'daki Ağustos savaşından sonra Amerika Rusya'yı korkutmak için Karadeniz'e gemilerini sokmak istedi. Türkiye ise, 1936 yılında imzalanan Montrö Antlaşmasına dayanarak, Amerika'ya bu konuda izin vermedi. Montrö antlaşmasına göre, Karadeniz sahillerine sahip olmayan ülkeler Karadeniz'e sadece belirli tonajla ve kısa süreli olarak gemilerini sokma hakkına sahip. İhtilaftan hemen sonra Türkiye Başbakanı Moskova'ya geldi ve Batı'nın sert eleştirilerine karşı fiiliyatta Rusya'nın yaptıklarını anlayışla karşıladı ve böylelikle zor gününde bize destek vermiş oldu.
Türkiye, artık ABD'nin gerçek müttefiki değil. Türkler dahil diğer ülkeler de henüz bu gerçeğin farkında değiller. Şimdilik Türkiye ABD'ye karşı sert hareketlerde bulunmuyor, çünkü gelecekte ona baskı yapabilmek için bu süper güçle ittifak imajını korumak istiyor. Türkiye, artık ABD'nin müttefiki değil, çünkü Türkiye'nin gözünde ABD'nin rolü çok değişti.
Daha önceleri Washington, Ankara'da belirli problemlerin çözülmesinde yardımcı oluyordu: İçeride komünist tehlikesini bastırmak; bedava ya da düşük fiyatla silah vererek siyasi sisteminin istikrarına destek olmak; bununla birlikte askeri darbeleri yasal göstermek gibi... Üstelik Amerikalılar, Türk ekonomisine yatırımlar da yaptı.
Şimdi ABD artık Türkiye'nin sorunlarını çözmüyor, aksine problem yaratıyor. ABD'nin Irak'ta kurduğu bağımsız Kürdistan, Türkiye ile mücadelesinde Kürtlere yardımcı olmaktadır. ABD, Müslümanları radikalleştiriyor, Amerika'ya ve müttefiklerine karşı kin besleyen terör gruplarının ortaya çıkmasını sağlıyor. ABD, Irak'ta, Kafkasya'da ve İran'da savaş çıkartarak bölgeyi istikrasızlaştırıyor. Bu nedenle, uluslararası anketlere göre son birkaç yıl Türk halkı, Amerikan karşıtı tutumunda dünya lideri konumunda bulunuyor.

-- Hayallerin Çöküşü --

60 yıldır Türkiye dış politikasının direklerinden biri olan Amerika ile ittifak böylece sarsıldı. Bu direk her an yıkılabilir. İkinci öncelik olan, son 40 yıllık AB üyeliği perspektifi de artık kaybolmaya başladı. Avrupa Birliği'ne üyelik iyi bir amaçtır. Bu üyelik Türkiye'nin Avrupa tipi siyasi ve ekonomik yapısını güçlendirebilirdi. AB'nin yardım ödeneklerini alabilir ve ekonomisinin hızlı büyümesini sağlayabilirdi. Fakat, 40 yıllık sabırlı beklentinin sonunda bugün bu stratejik amaca ulaşmanın mümkün olmadığı anlaşıldı. Çünkü, AB genişlemekten yoruldu. İslamcı olduklarını iddia edenlerin gerçekleştirdiği terör saldırılarından sonra Avrupa toplumunda İslam düşmanlığı eğilimi artmaya başladı. Fransa Anayasası'nda yapılan son değişikliklere göre, Avrupa Birliği'nin genişlemesi referanduma bağlandı. Arapların Paris'te otomobilleri ateşe verdiği, banliyöde olaylar çıkarttığı ve polislerin bile bazı Fransız şehirlerine girmeye korktuğu bölgeler haline geldiğini herkes hatırlıyor. Bu gelişmelerden sonra Fransa halkının 70 milyon nüfuslu Müslüman Türk halkının Avrupa Birliği'ne katılmasına razı olacağı düşünülemez. Böylece, Türkiye dış politikasının temelini oluşturan başlıca hedefini ve esas müttefikini kaybetti. Türk liderleri hala AB üyeliğinden bahsediyor, ancak üyelik müzakerelerini başlatmayı bile başaramıyorlar (Müzakereler 30 yıl sürebilir ve sonucunun ne olacağı belirsiz).
Sonuç olarak Türk dış politikası, Reuters ajansının ve Amerikanın Foreign Policy dergisinin düzenlediği internet-anketine göre "dünyanın önde gelen entelektüeli" olarak seçilen meşhur halk önderi Fethullah Gülen'in bir ifadesinde yer alan "sonbahar rüzgarı ile düşen yaprak" yorumunu hatırlatıyor.
Şu anda Türk eliti, artık dış politika yönünün kökten değiştirilmesi gerektiğini kavramaya başladı. Türkiye İslamcılık yönünde yol alamaz, çünkü bu onu içten parçalar. Bütün büyük şehirlerin halkı Avrupalı, laik, orta sınıftan kişilerden oluşuyor. 1990'lı yıllarda Türkiye, Türkçe konuşan ülkeler Birliğini kurmayı denedi, fakat bu proje, Azerbaycan ile ortaklık hariç sonuçsuz, pahalı ve karmaşık bir proje olarak kaldı.
Peki, o zaman hangi yönde ilerlemeli? Bu soru Türkiye için çok güncel bir hal alıyor. Türkiye ABD'den ve AB'den daha bağımsız olmaya çalışmaya ve yeni müttefikler aramaya mecbur olacak.

-- Ilımlı İslamcı Başarının Anahtarı --

Türkiye'de çok önemli değişiklikler oluyor. Amerikan karşıtı eğilimler sürekli olarak artıyor. İnsanlar, Batılı gelişme modelinden memnun değil. Batı aleyhtarlığı sadece İslam düşmanlığı ve mali krizden kaynaklanmıyor. Bir yandan milli kimlik, gelenekler ve dini değerler, diğer taraftan Avrupa modeline has ifade özgürlüğü, demokratik seçim, hukukun üstünlüğü, etnik ve dini toleransı birbirine bağlama çabaları gösteriliyor.
Bu nedenle Türkiye'de ılımlı İslam giderek daha popüler hale gelmektedir. Avrupa yönelimli bu tür bir İslami model ve orta yolu temsil eden Recep Tayyip Erdoğan'ın partisi, seçimlerde büyük bir destek kazandı. Sonuç olarak uzun süreden beri ilk defa tek partiden oluşan hükümet kuruldu. Cumhurbaşkanlığına getirilen Abdullah Gül de ılımlı İslam yanlısıdır. Siyasetten uzakta kalan Fethullah Gülen ve onun yanlıları, ılımlı İslami anlayışın ideolojik temelini geliştirmekle uğraşıyorlar. Onlar, Avrasyalı entelektüellerle birlikte çok sağlam yapıya sahip Diyalog Avrasya Platformu'nu kurdu. Gülen'in düşüncelerinden etkilenen girişimciler, bütün dünyada 800'ü aşkın eğitim kurumu açtı. Bu okullarda evrensel ahlaki değerler, din, dil ve ırk ayrımı yapılmaksızın birlikte yaşama düşüncesi öne çıkarılıyor.
Ilımlı İslam'ı temsil eden Erdoğan, Gül ve Gülen bizim için iki açıdan önemli. Öncelikle Türkiye İslam dünyasının entegrasyonu açısından dış politikada önemli bir rol oynayabilir. Bunlar radikal İslam'ın temsilcilerinden (el-Kaide, Hizbuttahrir, Hizbullah, Hamas) veya işbirlikçi politikacılardan, özellikle Arap ülkelerinde görülen politikacı ve işadamlarından çok farklıdır.
İkinci husus olarak da Erdoğan, Gül ve Gülen'in Batı kurumları ile milli kimlik arasındaki birleştirici düşünceleri Rusya açısından çok faydalıdır. Giderek daha çok seküler olan Batı Avrupa'dan farklı Rusya ve Türkiye'de din daha büyük rol oynamaktadır.

-- Moskova Yol Ayrımında --

Moskova, dış politikasının yönünü belirlemekte bazı güçlükler çekmektedir. Bir yandan Batı'ya karşı durmakta, aynı zamanda orada kendine bir ortak aramaktadır. Rusya, başta doğal kaynaklarının kullanımında egemenliğini sınırlandıracak girişimleri püskürtmek zorundadır. Aynı zamanda Washington ve Brüksel'den yönetilen düşmanca ve demokratik olmayan rejimlerle de mücadele etmek zorundadır.
Diğer taraftan, Batı ve eski Sovyetler Birliği coğrafyası Rusya için çok önemlidir. Bu husus, insani teknolojiler dahil Batılı teknolojilerden yararlanma imkanı sağlamaktadır. Hukuka dayalı devlet yapısı, yolsuzlukla mücadele, siyasi çoğulculuğun garanti edilmesi gibi kavramlar bunlar arasında yer alıyor. Diğer taraftan, Rusya'nın bağımsızlığını koruyabilmesi için özellikle eski SSCB coğrafyasında geniş bir entegrasyona muhtaç.
Rus dış politikası için yeni kaynaklar gerekli. Şanghay İşbirliği Topluluğu çerçevesinde, özellikle Çin ile oluşturulan "yumuşak" Askeri ve Politik Birliğin kurulması önem arz ediyor. İkinci kaynak olarak da Türkiye ile ekonomik ve siyasi ittifak olabilir. Bu tür bir ittifak, Moskova'nın dış politik potansiyelini güçlendirebilir. Türkiye dünya politikasında önemi yeterince değerlendirilmemiş bir ülke konumundadır.

-- Nasıl Birbirimize Dost Olabiliriz? --

Önce ekonomiden başlamak gerekiyor. Galiba, Avrasya Ekonomik Topluluğun temelinde Türkiye'ye, Rusya, Beyaz Rusya ve Kazakistan ile birlikte Tek Ekonomik Birliğe katılma teklifi yapılabilir. Türkiye ve Rusya'nın ekonomik çıkarları birbiriyle rakip değil tamamlayıcı karakter taşımaktadır. Rusya'da, Türkiye'de olmayan şeyler var: Enerji ve yeraltı kaynakları, temel endüstri (nükleer, uzay ve askeri teknoloji), gelişmiş eğitim sistemi. Türkiye'de ise Rusya'da olmayanlar şeyler bulunuyor: Transit bir bölge durumunda olması, önemli bir iş gücü fazlalığı, inşaat, ticaret, hafif sanayi ve turizm sektöründe çok güçlü orta ölçekli işletmeler.
Rus ve Türk sermayesi ekonomik yapı açısından birbirine çok yakın. İkisi de büyük bir pazara ihtiyaç duyuyor. Avrupa Birliği pazarı, iki ekonomi için gittikçe daralacak. Türkiye'nin, Avrasya Ekonomik Topluluğu gibi bir alana girmesi, Türk ekonomisi için son derece büyük bir fırsat sağlayacak, laik rejim temelini güçlendirecek ve Avrupa Birliği ve ABD ile yapılan görüşmelerdeki tutumunu sağlamlaştıracak.
Bence, Türk eliti Rusya ile bu şekilde bir işbirliği yapmaya şimdilik hazır değil. Çünkü bu elit eski alışkanlıklarının etkisi altında bulunuyor. Ama eski rotanın iflasından sonra, Batı'ya yönelen Erdoğan yanlısı İslamcılar ve giderek Batı'dan uzaklaşmakta olan askeri çevreler olmak üzere iki grup arasında başlayan mücadele, krize neden oluyor. Ancak Batı yanlısı Erdoğan bile (Türkler ona Türk Putin'i diyor) Ağustos 2008 savaşında ne ABD'yi ne de Gürcistan'ı destekledi, tam aksine Rusya'yı destekledi. Burada ilginç olan şey, Erdoğan'ın karşıtları olan Türk askeri çevreleri de giderek açıkça ABD'ye sırtını çeviriyor ve Rusya'ya yöneliyor. Rusya, yeni dostlar arayan Türkiye'ye net bir alternatif olarak Avrasya Ekonomik Topluluğu ve Siyasi Stratejik Ortaklık teklifinde bulunmalıdır.

-- Jeopolitik Atılım --

Türkiye'nin "Tek Ekonomik Alan"a ya da "Avrasya Ekonomik Topluluğu"na dahil olması, özellikle bazı ülkelerin konumlarını çok güçlendirecektir. Örneğin, Türkiye'nin hemen ardından Ankara ve Moskova ile ortaklık ilişkilerini geliştirmeye çalışan Azerbaycan bu yapıya katılabilir.
Ekonomik ortaklığın paralelinde politik ortaklık da, Türkiye'nin teklif ettiği Kafkasya İşbirliği ve İstikrar Platformu çerçevesinde gelişebilir. Bu platform, sadece Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan değil, aynı şekilde Rusya, Türkiye ve İran'ı da içine alabilir. Aynı şekilde Kafkasya'da istikrarsızlığa neden olan ABD gibi güçlerin bölgeden dışlanmasını sağlayabilir.
Bu amaçlara ulaşabilmek ve stratejik ortaklık geliştirmek için pozitif bir program oluşturulması gerekiyor. Bu programın etrafında sivil toplumdan, iş adamlarından, Rusya-Türkiye ilişkilerinin geliştirilmesi için çalışan politikacı ve uzmanlardan oluşan bir birlik kurulabilir. Böyle bir birlik, yeni Rus dış politikasının, yeni jeopolitik dünyadaki yansımasını da sağlar. Bu tür oluşumlara start verildi.

VESTİ-24: "ABDULLAH GÜL: RUS EDEBİYAT ESERLERİNİ OKURKEN BÜYÜK ZEVK ALDIM"

MOSKOVA, 18/02(BYE)--- Vesti-24 haber kanalında 12 Şubat 2009 tarihinde ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, Andrey Loşilin'in Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile yaptığı özel röportajın çevirisi (deşifresi) şöyledir:

Bugün Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Moskova'ya geliyor. Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev ile görüşmede ele alınacak konulardan biri enerji alanında ikili işbirliği perspektifleri ve Mavi Akım-2 doğalgaz boru hattının inşası olacak. Ziyaret arifesinde Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Vesti-24 haber kanalı muhabirine özel bir röportaj verdi:

LOŞİLİN: Sayın Cumhurbaşkanı, Rusya ziyaretinizin gündemi ne olacak? Ziyaretten beklentileriniz nedir?

GÜL: Yüzyıllar boyunca Türkiye ve Rusya yakın komşudur ve özellikle son zamanlarda ilişkilerimiz yeni ve daha derin bir boyut kazanmıştır. Özellikle 2004 yılında Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Türkiye'ye yaptığı ziyaret ikili ilişkilerimize önemli bir ivme kazandırmıştır. Bu ziyaret, ikili ilişkilerimizi derinleştirerek, ortaklık seviyesine çıkarmıştır. Umarım, Rusya'ya yapacağım ilk devlet ziyareti, ilişkilerimizin daha da ilerlemesine katkıda bulunacaktır.

LOŞİLİN: Bu çok doğru bir tespit. Politika, ekonomi veya kültür olsun her alanda Rus-Türk ilişkileri, şimdi belki de tarihinin en yüksek seviyesine ulaşmış bulunmaktadır. İki ülke arasındaki diyalogun, derinleştirilmiş çok boyutlu ortaklık seviyesine çıkarılmasını öngören 2004 tarihli Ortak Siyasi Deklarasyon'un imzalanmasından bu yana üst düzeyde 10 ziyaret gerçekleşmiştir. Acaba, Türk tarafı için "Rusya ile Stratejik Ortaklık" kavramı ne anlama geliyor?

GÜL: İlişkilerimiz 500 yılı aşkın bir tarihe sahiptir. Çok derin köklere sahip bu ilişkiler, önemli iki bölgesel güç arasındaki ilişkiler olarak değerlendirilmelidir. Sizin de belirttiğiniz gibi, bu ilişiler, güvenlik alanındaki işbirliği dahil çok önemli unsurları içermektedir. Örneğin, ekonomik ilişkilerimizi ele alalım. Son birkaç yıl içinde bunların boyutu dört kat arttı. Bir takım konularda yaklaşımlarımız örtüşüyor veya birbirine yakın. Bu sayede ülkelerimiz, birçok kilit konuda başarılı bir işbirliği içindedir. Bunun yanı sıra, biz karşılıklı ilgi ve şeffaflık temeline dayalı olarak Rusya ile ilişkileri daha da derinleştirmek istiyoruz.

LOŞİLİN: Tekrar ekonomiye dönersek, 2008 yılında Rus-Türk ticaret hacminin 25 milyar dolara çıkarılması hedefine ulaşıldı mı? Küresel mali kriz, ticaretin artış temposunu etkiledi mi? Kriz unsurunu gözönüne alırsak, ikili ekonomik ve ticari işbirliğinin geleceği sizce nasıl olabilir?

GÜL: Öncelikle, zikrettiğiniz 25 milyar dolarlık tutarın aşıldığını, üstelik fazlasıyla aşıldığını söyleyebilirim. Bizim yaptığımız hesaplamalara göre, 2008 yılında Türk-Rus ticaret hacmi 38 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu, çok ciddi bir rakamdır. Bu demek ki, Rusya, Almanya'yı geçerek Türkiye'nin birinci ticari ortağı konumuna gelmiştir. Ekonomik ilişkilerden bahsederken, yalnızca ticaretten söz etmek yanlış olur. Zira, ekonomik ilişkiler çeşitli alanları kapsıyor. Bunlardan biri, inşaat sektörüdür. Türk inşaat firmaları, ülkenizde 30 milyar dolar tutarında sözleşmelere imza attı. Biz, buna çok seviniyoruz ve Türk inşaat şirketlerine güvendikleri için Rus makamlarına teşekkür ediyoruz.
Ekonomik ilişkilerimizin bir de turizm boyutu vardır. 2008 yılında ülkemizi üç milyonu aşkın Rus turistin ziyaret ettiğini memnuniyetle belirtmek istiyorum. Bence, bu rakam Rusların Türkiye'de kendilerini rahat hissettiklerini ve Türk konukseverliğinden memnun kaldıklarını yansıtıyor. Bu, bizi de çok memnun ediyor.

LOŞİLİN: İnşaat sektörüne gelince, acaba Türk şirketleri Soçi'de 2014 yılında düzenlenecek olan Kış Olimpiyatları Oyunları için yapılacak tesislerin inşaat ihalelerine katılmayı planlıyor mu?

GÜL: Ülkenizde gelecek yıllarda iki önemli uluslararası spor etkinliği düzenlenecek. Bunlar, 2013 yılında Kazan'da yapılacak Üniversiteler Arası Yaz Oyunları ve 2014 yılında Soçi'de düzenlenecek 22. Kış Olimpiyatları Oyunları'dır. Bu son derece önemli müsabakalar, altyapının oluşturulması ve büyük yatırımların yapılmasını gerektiriyor. Tabii, Türk şirketleri hem yatırım yapmayı, hem de bu tesislerin yapımına katılmayı çok istiyor. Sanırım, Türk şirketleri, Rusya'da çalıştıkları süre içinde yüksek vasıflı olduklarını ispat ettikleri için Soçi ve Kazan ihalelerine katılmaya hakları vardır.

LOŞİLİN: Enerji alanında ülkelerimiz arasındaki işbirliği geleneksel olarak ilişkilerimizde önemli yer tutmaktadır. Nükleer santraller dahil, elektrik enerjisi üretimi alanında ikili ilişkilerin genişletilmesi imkanlarını ve Rus doğalgazının Türkiye üzerinden Orta Doğu bölgesine taşınması için Mavi Akım-2 projesinin gerçekleştirilme perspektifini nasıl değerlendiriyorsunuz?

GÜL: Rusya ile ticaretimizin büyük bir bölümünü enerji kaynakları alımı oluşturuyor. Örneğin, kullandığımız doğalgazın yüzde 73'ü ve petrolün üçte biri ülkenizden ithal ediliyor. Mavi Akım doğalgaz boru hattı, enerji alanında işbirliğimizin önemli bir parçasıdır. Bazı kişilere göre çok yüksek su basıncı nedeniyle Karadeniz'in altından doğalgaz taşınmasının mümkün olmayacağı yolundaki şüphelere rağmen boru hattı çok kısa zamanda inşa edilerek devreye alındı. Gerçekten, Rus doğalgazını güneye taşıma imkanı verecek Mavi Akım-2 projesi halihazırda inceleme aşamasında bulunuyor. Bu boru hattı, Rus doğalgazını Türkiye üzerinden güneye taşıma imkanı sağlayacaktır. Biz, bu projenin gerçekleşebileceğine inanıyoruz. Ayrıca ülkenizde nükleer enerji üretimi ve benzeri alanlarda işbirliği yapma imkanlarını araştırıyoruz. Örneğin, Türk topraklarında büyük doğalgaz depolarının inşa edilmesine çok büyük önem veriyoruz. Bütün bu konular bugün uzmanlar tarafından incelenmektedir.

LOŞİLİN: Sayın Cumhurbaşkanı, Rusya ile Ukrayna arasında meydana gelen doğalgaz anlaşmazlığı Türkiye'yi etkiledi mi?
GÜL: Ukrayna ve Moldova topraklarından geçen boru hattıyla taşınan doğalgaz, ülkemizin sanayice en gelişmiş İstanbul ve Marmara bölgesine gelmektedir. Ocak ayında doğalgaz sevkinin durdurulması, gerçekten o bölgede bazı sıkıntılara yol açtı. Diğer ülkelere göre kaybımızın daha az olduğunu söyleyebilirim. Çünkü, kayıplarımızın büyük bir kısmını Mavi Akım boru hattı sayesinde telafi edebildik.

LOŞİLİN: Geçtiğimiz yıl Türkiye, İstikrar ve İşbirliği Platformu İnisiyatifi'ni ortaya attı. Bu konudaki son gelişmeler nedir?

GÜL: Biz, bu inisiyatifin çok önemli olduğuna inanıyoruz. Çünkü diğer bölgelerde olduğu gibi, Kafkasya bölgesinde de güvenlik ve istikrar olmadan ne barış, ne de kalıcı gelişme mümkün olabilir. Gezegenimizin bu kesiminde çok sayıda "dondurulmuş" olarak adlandırılan ihtilaflar var. Fakat, bunları sonsuza dek buzlukta tutmak doğru olmaz. Hepimizin gördüğü gibi, bu tür ihtilaflar bazen aniden alevlenebiliyor. Örneğin, Güney Osetya'da olduğu gibi. Biz, ortaya attığımız platformun ilgili tüm taraflar arasında diyalog için gerekli bir bölgesel saha olacağına inanıyoruz. Başta Rusya olmak üzere, görüştüğümüz bütün muhataplarımız bu teklifi çok olumlu karşıladılar. İstikrar ve İşbirliği Platformu geçtiğimiz aralık ve bu yılın ocak aylarında Kafkasya bölgesi ülkeleri dışişleri bakan yardımcıları seviyesindeki toplantılar olmak üzere, iki önemli toplantıda ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Umarım ki, onların bu yöndeki çalışmaları yakın gelecekte somut sonuçlar verir ve ilgili resmi belgeler haline dönüşür.

LOŞİLİN: Siz, geçtiğimiz eylül ayında Erivan'ı ziyaret ederek, Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ile iki ülkenin milli takımları arasındaki futbol maçını izlediniz. Ermenistan ile uzun yıllar süren görüş ayrılıklarını aşmak için tarihi bir adım attınız. Acaba, bugün Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleştirilmesi süreci ne kadar gerçekçi? Bu normalleşme sürecini Yukarı Karabağ sorununun çözümüne bağlıyor musunuz?

GÜL: Daha önce belirttiğim gibi, biz, bölgemizde istikrar olmasını ve ihtilafların çözülmesini istiyoruz. Türkiye, oldukça uzun zamandır Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme yollarını arıyor ve bu yönde, milli takımlarımız arasında oynanan Dünya Kupası eleme maçı dahil, her türlü olanakları kullanıyor. Ben, Erivan'a giderek maçı tribünde Ermeni meslektaşımla birlikte izledim. Maçtan sonra Cumhurbaşkanı Sarkisyan ile çok iyi ve faydalı bir görüşmemiz oldu. Ben, Erivan'da başlatılan diyalogun bugüne kadar sürdürüldüğünden çok memnunum. Keza biz, Moskova'da Rusya, Ermenistan ve Azerbaycan Devlet Başkanlarının katılımıyla yapılan üçlü toplantıya büyük önem veriyoruz. Bu toplantı sonucunda Karabağ ihtilafının barış yoluyla çözülmesini öngören deklarasyon kabul edildi. Bizim kanaatimize göre, Rusya bu konuda kilit rol oynamaktadır. Çünkü, her şeyden önce Rusya, AGİT'in Yukarı Karabağ Minsk Grubu üyesidir. Kafkasya'daki ihtilafların çözülmesi yönünde her olumlu gelişme hemen bölgedeki bütün ülkeleri olumlu etkilemektedir. Aynı şekilde olayların olumsuz yönde gelişmesi bölgedeki tüm aktörleri olumsuz etkilemektedir. Ben, inanıyorum ki, Erivan'ı ziyaretim yalnızca Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesine start vermekle sınırlı kalmayacak, Ermenistan ile Azerbaycan arasında da ilişkilerin normalleşme sürecine katkıda bulunacaktır. Bu arada ben, karmaşık düğümlerin (sorunların) çözüm yollarını devamlı olarak arayan Rusya'ya büyük şükranlarımızı ifade etmek istiyorum.

LOŞİLİN: 1 Ocak tarihinden başlayarak Türkiye iki yıl süreyle BM Güvenlik Konseyinin geçici üyesi oldu. Bu statüdeyken ülkeniz için hangi konular öncelikli önem taşıyor, İran mı, Irak sorunu mu, yoksa dondurulmuş ihtilaflar mı?

GÜL: Evet, gerçekten de Türkiye uzun aradan sonra oyların büyük çoğunluğuyla ilk kez BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçildi. BM'nin bu organındaki faaliyetimizle BM'nin tüzüğüne sıkıca bağlı olacağız, barış ve diyaloglara katkıda bulunmak için azami derecede çaba harcayacağız. İnsan hakları ve kalkınma sorunları, önceliklerimiz olacaktır. Dünyada insanlık önünde açlık, kuraklık, üretim tesislerinin bazı yerlerde çok, bazılarında az olması, acilen eşgüdümlü önlemler alınmasını gerektiriyor. Biz, bölgemizi iyi biliyoruz ve önemli bir diplomatik deneyime sahibiz. Güvenlik Konseyi üyesi olarak, Irak, İran, Afganistan ve Orta Doğu'nun diğer noktalarında karmaşık ve bazen müzmin sorunların çözümü için elimizden geleni yapacağız. Tabii ki bunun yanı sıra, Rusya dahil BM Güvenlik Konseyinin daimi temsilcileriyle sürekli olarak danışmalarda bulunacağız.

LOŞİLİN: Türkiye, anayasasına göre laik bir ülkedir, fakat bazı gözlemcilere göre ülkeniz son dönemde yüzünü İslama doğru çevirdi ve komşu Müslüman ülkelerle yoğun ilişkiler kurmaya başladı. Acaba bu, Ankara'nın ilan ettiği Avrupa Birliği ile bütünleşme hedefine ters düşmüyor mu?

GÜL: Evet, anayasa gereğince Türkiye, demokratik ve laik bir devlettir. Biz, çoğulculuktan yanayız. Avrupa Konseyinin kuruculardan biri olarak biz, halihazırda AB'ye üyelik müzakerelerini yürütüyoruz. Fakat bütün bunlar, bizim, Orta Doğu ülkeleri dahil diğer ülkelerle de sıkı ilişki kurmamızı engelleyemez. Bu ilişkiler, Avrupa ile ilişkilerimizle asla aykırı olmaz, aksine tamamlayıcı bir nitelik taşır. Türkiye'nin Orta Doğu'daki karmaşık sorunların çözülmesini amaçlayan yoğun çabaları, gerçekte, AB tarafından olumlu karşılanıyor ve takdir ediliyor. Orta Doğu'da oynadığımız rol sayesinde AB bize stratejik önem veriyor. Bir Türkün bir süre önce başkanı olarak seçildiği ve Rusya'nın gözlemci statüsüne sahip olduğu İslam Konferansı Örgütü için de aynı şey söylenebilir. Aynı şeyler Rusya ile hızlı gelişen ilişkilerimiz için de geçerlidir. Avrupa Birliği, Rusya ile ilişkilerimize stratejik öneme sahip ilişkiler gözüyle bakıyor.

LOŞİLİN: 2007 yılında Türkiye'de "Rusya Kültür Yılı" olarak, geçtiğimiz yıl ise Rusya'da "Türk Kültür Yılı" olarak ilan edildi. Bu etkinliklerin sonuçları, iki ülke halkları arasındaki karşılıklı anlayışın güçlendirilmesi açısından ne kadar önemlidir?

GÜL: Ülkelerimiz, derin ve çok çeşitli geleneklere sahiptir. Kültür alanındaki işbirliği, Türk-Rus ilişkilerinin önemli bir bileşenidir. Türkiye'de, Rusya Yılı çerçevesinde konserler, tiyatro oyunları, sergiler gibi etkinlikler düzenlendi ve bütün bunlar önemli yankılar uyandırdı. Bildiğim kadarıyla, Rusya'da Türk Yılı da başarılı bir şekilde geçti. Türkler, Rusya'nın dünyaca ünlü edebiyatını, müziğini ve resim sanatını biliyorlar ve takdir ediyorlar. Bu bağlamda ben Türkiye'de Rus Kültür Merkezinin ve Rusya'da Türk Kültür Merkezinin açılması fikrine destek veriyorum.

LOŞİLİN: "Rusya" derken ilk aklınıza hangi üç şey geliyor?

GÜL: İlk önce Rusya, benim için çok yakın ilişkilerimiz olan yakın komşu bir ülkedir. İkincisi, dünyanın son derece zengin doğal kaynaklarına sahip en büyük ülkelerinden biridir. Ve tabii, Rusya deyince ünlü Rus Edebiyatı akla geliyor. Edebiyat derken, ben gençliğimde okuduğum zaman büyük zevk duyduğum birçok Rus yazara ait roman ve şiirleri aklıma getiriyorum.

 

NOT: Söz konusu röportaj, 12 Şubat'ta Vesti-24 kanalında 08.35, 14.00 ve 19.00 haber bültenlerinde yayımlanmıştır. Röportaj, ayrıca Devlet Rossia televizyon kanalında 13 Şubat'ta saat 11.00'da yayımlanmıştır.


Güncelleme: 08/05/2009 / Hit: 4,577

Copyrights © 2024 Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
Directorate for EU Affairs
Copyrights © 2024 - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Avrupa Birliği Başkanlığı