ENGLISH
  Güncelleme: 28/11/2008

2008-10-16 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

2008-10-16 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

ALMANYA BASINI

FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "REFORM İRADESİNİN SINAVI"

BERLİN, 09/10(BYE)--- Tirajı günde 366 bin 478 olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 9 Ekim 2008 tarihli sayısında, Rainer Hermann imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

--Türklerin Kuzey Irak'a Askeri Müdahalesinin Geleceği, Ordu ile Güç Gösterisine Dönüşecek--

Kürt meselesi yine Türkiye'yi meşgul ediyor. TBMM'de dün ordunun sınır ötesi operasyonlarına tezkere verilmesi konusu tartışıldı. Bugün de Terörle Mücadele Yüksek Kurulu (TMYK), terörist olarak sınıflandırılan PKK'ya karşı mücadelede ordu tarafından talep edilen özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin maddeleri karara bağlayacak. Türkiye'de bu yüzden birçok kişi reform rotasından sapılacağından endişe ediyor. Zira, şu anki ortamda ne hükümetin yazın açıkladığı reform paketinin ne de bir yıldır bekleyen anayasa taslağının bir şansı olacaktır.
Ajansların bildirdiğine göre, 529 milletvekilinden 511'i tezkerenin uzatılmasından yana oy kullandı. Ancak eş zamanlı olarak, 2003 yılından bu yana yapılan reformlarla kazanılan özgürlüklerin bir kısmında geri adım atılacağı endişesi hakimdi. Zira, tezkerenin uzatılmasını yeterli bulmayan ordu, TMYK'nın güvenlik güçlerine daha fazla yetki vermesini talep ediyor.
Ordunun taleplerini eleştiren Türk İnsan Hakları Vakfı Başkanı Yavuz Önen, taleplerin kabul edilmesi halinde Kürtlerin yaşadığı Türkiye'nin güneydoğusunda OHAL'in fiilen yeniden uygulanmaya konmasından endişeleniyor. Böylece, şiddetin büyümesine katkıları hiç de az olmayan güvenlik güçlerine olağanüstü yetkilerinin geri verilmesi ihtimali bulunuyor. Ne zaman devletin baskısı arttıysa, PKK daha kolayca sempatizan bulabilmiştir. PKK, kutuplaşma olmasına ilgi duyuyor: Reformların gerçekleştirildiği yıllarda Türkiye'de yaşayan Kürtlerde, daha fazla hak tanınacağı beklentisi oluştuğunda, PKK neredeyse anlamını yitirmiş durumdaydı. Fakat PKK'nın Aktütün jandarma karakoluna gerçekleştirdiği saldırıdan bu yana Türk devleti yine demir yumruğunu gösteriyor.
Eş zamanlı olarak Türk ordusu, halihazırdaki gergin ortamdan, hiçbir zaman istemediği, fakat engelleyemediği reformlarda geri adım atılması için istifade ediyor. Ancak generallerin, hükümetin onayı olmadan isteklerini TMYK'ya kabul ettirmesi mümkün değil. Bakanların ne kadar taviz verecekleri, reformlarının arkasında ne kadar durduklarını gösterecektir. Kuzey Irak'a düzenlenmesi planlanan kara harekatları, AB ile Türkiye'nin birbirinden daha fazla uzaklaşmasına yol açabilir. PKK'nın da hedefi budur, çünkü kutuplaşma örgütün yararınadır.
Güvenlik güçlerinin ilave yetkiye ihtiyacı olup olmadığı ise tartışmalıdır. Hükümete eleştirel yaklaşan köşe yazarları bile bugünlerde, ordunun artık görevinin üstesinden gelemediği ve önce mevcut imkanları sonuna kadar kullanması gerektiğini yazıyorlar. Orduya yakın duran muhalefet partisi CHP ise bunları dikkate almaksızın, kara harekatının beklenen sonucu olarak Kuzey Irak'ta bir tampon bölge oluşturulması ve oraya kalıcı olarak Türk askerlerinin konuşlandırılmasını talep ediyor.
Türk meclisi şimdiye dek orduya 22 kez yurt dışı operasyonu izni verdi. Türk askerleri ilk yurt dışı operasyonunu 1950 yılında Amerika'nın yanında Kore'de gerçekleştirdiler. Daha sonra genelde uluslararası barış misyonları kapsamında görev üstlendiler. 1964, 1967 ve 1974 yıllarında ise meclis, Kıbrıs'a müdahale izni verdi.
Cumhurbaşkanı Gül de bu arada dolaylı olarak Kuzey Irak tezkeresinin uzatılmasından yana görüş bildirdi. Gül, orada PKK'nın istifade ettiği bir güç boşluğu olduğunu ve ordunun arzusunu anlayışla karşıladığını, askerlerin "körü körüne talepte bulunmadıklarını" söyledi. Şimdi ise taleplerin yerine getirilip getirilmeyeceği meclis ve hükümetin elinde. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ise, "özgürlükler ve güvenlik" gibi bir seçenek olmadığını, Türkiye'nin ne özgürlükler ne de güvenlik konusunda geri adım atacağını belirtti ve ordunun taleplerinin hükümet tarafından bu çerçevede değerlendirileceğini söyledi. Türk aydınları, yeni krizin, AB reformlarını içlerine sindiremeyen kesimlerin, Milli Güvenlik Kurulunu eski haline dönüştürmeleri için bir fırsat sunmasından endişeleniyorlar. Ordu bu şekilde, çok partili sisteme geçildiği 1950 yılından bu yana, demokratik bir şekilde seçilmiş meclisleri sürekli olarak kendi çizgisinde tutmayı başarmıştı.

KÖLNER STADT-ANZEİGER: "TÜRKİYE'NİN AVRUPA'YA İHTİYACI VAR"

ANKARA, 09/10(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Kölner Stadt-Anzeiger gazetesinin 8 Ekim 2008 tarihli internet sayfasında, Thomas Geisen imzasıyla yazar Necla Kelek ile yapılan mülakatın çevirisi şöyledir:

GEİSEN: Bayan Kelek, Türkiye, Frankfurt Kitap Fuarı'nın bu yılki onur konuğu. Ne gibi beklentileriniz var?

KELEK: Türkiye ve Türk aydınlarının kendini tanıtmaları için bir fırsat. Büyük bir kalabalık karşısında farklı fikirleri savunmak ve bilindik Türk düşüncelerinden uzaklaşmak için büyük bir fırsat. Buradaki edebî tartışmalarda elbette ağırlıklı olarak Türkiye ele alınacaktır.

GEİSEN: Sizin Türkiye'ye olan ilginiz sizi çok fazla düşman sahibi yaptığı gibi çok sayıda kişi tarafından da "vatan haini" ilan edildiniz. "Acı-tatlı Memleket" kitabınızla bu üne layık olmayı sürdürüyorsunuz...

KELEK: Evet ülkeye eleştirel gözlerle bakmayı kendime görev edindim. Ben sadece ülkenin güzel sularını izlemeye oraya gitmiyorum, aynı zamanda ülkenin kendisiyle, AB ile, göçmenlerle ve dünyayla olan sorunlarını da ele almaya çalışıyorum. Bu bağlamda bireyle devlet arasındaki ilişki ilgimi çeken öncelikli konular arasında yer alıyor.

GEİSEN: Devletin fonksiyonu nedir?

KELEK: Bunun için öncelikle ülkenin tarihine, geçmişine bakmak gerek. Bu konuyu ciddiye almayanlar veya olaya eleştirel bakmayanlar büyümüş sayılmaz. Bana göre Türk toplumu bu gününün ve geçmişinin sorumluluğundan kaçıyor. Şayet biri bu şekilde davranıyorsa o takdirde bu kişi geleceğini de sorumlu bir şekilde şekillendiremez. Bunu yapmak yerine AB'den gelecek maddi ve iktisadi yardımlardan medet umuluyor. Kadın hakları, Ermeni meselesi veya din özgürlüğü gibi sorunlar hiçe sayılarak, "Türklüğe hakaret" addediliyor.

GEİSEN: Çifte öfke mi söz konusu? Yani Türkiye büyüme yerine kendini, katılım taraftarı olmayan AB tarafından aşağılanmış mı görüyor?

KELEK: AB ile Türkiye arasındaki görüşmelerin, ebeveynle küçük çocukları arasındaki iletişime benziyor. Bana göre Türkiye kendini dışarıya karşı demokratik bir Avrupa ülkesiymiş gibi göstermeye çalışıyor. Gerçekten de Türkiye şekli olarak demokratik bir ülke, ancak ne yazık ki demokratları olmayan bir ülke. Kanunlarda herkesin okula gitme zorunluluğu olmasına karşın kızların okula gitmesi, evlenmesi hâlâ daha kabileler, aşiretler veya aile babaları tarafından tayin ediliyorsa, o takdirde Türkiye, AB taleplerini yerine getirmiyor demektir. Bunun da aşağılama veya hakaretle alakası yoktur.

GEİSEN: Türkiye'nin AB'ye üye olma isteği sadece ekonomik sebeplere mi dayanıyor? Bunu kalpten istiyor mu?

KELEK: Türkiye'nin AB'ye ihtiyacı var, çünkü başka türlü uygun bir partneri olmayacak ve bu şekilde bir devletin var olması mümkün değil. Kulağımıza absürd de gelse, AKP'nin ülkeyi İslami yönde yönetmesi için elinde sadece AB aracı ve imkanı var. AB sayesinde elde edilen bütün yapısal iyileştirmelerse, AKP'nin İslam temelli siyasetinin bayrağındaki başarı hanesine yazılıyor.

GEİSEN: Başbakan Erdoğan, şayet AB katılımı gerçekleşmese, Türkiye'nin başka yollara başvurmakta hiç de zorlanmayacağını açıkladı. Hangi yolu kastediyor?

KELEK: Türkiye'nin oldukça yüksek borcu var ve güvenilir bir partnere ihtiyaç duyuyor. Teoretik olarak bakıldığında akıllara ilk etapta ABD geliyor, ancak bu durumda halkın büyük kesiminde yaygın olan Amerikan karşıtlığı nedeniyle AKP, halkın desteğinden yoksun kalabilir. Türkiye'nin Suudi Arabistan gibi petrol doları İslam ülkelerinden sürekli destek beklenmesi mümkün değil, çünkü bu ülkeler de kendi içlerinde İslam dini konusunda kavgalı.

GEİSEN: Diğer yol hangisi?

KELEK: O yok. Erdoğan tehditleriyle Türkçe'de söylenildiği gibi "hava atıyor". Bunun en güzel göstergesi ilkbaharda Köln'de yaptığı konuşmaydı. Erdoğan Türkiye'yi İslam ülkesi olarak AB'ye üye yapmak istiyor. Bunu yaparken de Avrupa'da yaşayan Müslüman göçmenlere dayanmak istiyor. Türkiye ancak ve sadece demokratik-laik, birey ve insan haklarına ve özgürlüklere saygılı bir ülke olarak AB'ye üye olabilir. AKP'nin de Kemalistler gibi bu durumun çok uzağında oldukları görülüyor.

GEİSEN: Açık söylemek gerekirse, İslami bir Türkiye AB'ye üye olamaz, olmaması mı gerekir?

KELEK: Türkiye laik bir ülke değil. İslam devlet tarafından destekleniyor, kontrol ve finanse ediliyor. İslam -İstanbul ve bazı turistik bölgeler hariç- günlük hayatı belirliyor. Ne Aleviler ne de Hristiyanlar, Müslümanlarla aynı haklara sahip. Sayısı oldukça az olan laik güçler de, bugünlerde ulusalcı Kemalistlerle günlük hayata egemen olan İslamlaşma arasında sıkışmış vaziyete. Gerçekler, Avrupa'nın bir parçası olma talebini karşılamıyor. Türklerin, katılım gibi konuları görüşmeden önce demokrasi, bireyin ve azınlıkların özgürlüğünü gibi konuları görüşmesi gerekiyor.

GEİSEN: Anayasa Mahkemesinin AKP'yi kapatması durumunda ne olurdu?

KELEK: Çok az farkla alınan karar, ordu içindeki eski Türklüğü savunan kesimin güçlü, ama eskisi kadar baskın olmadığını gösteriyor. Bunun dışında "darbenin" feci sonuçları olabilirdi. Ayrıca kime karşı darbe? Zaten halkın yüzde 53'ü AKP'yi seçmiş. Bu olaylar 80'li yıllarda oldukça kolaydı, çünkü o zamanlar ordunun hedefinde solculara ve faşistler vardı.

GEİSEN: Söylediklerinin kulağa çok maceramsı ve bilinmedik geliyor, neredeyse "Acı-tatlı Memleket" kitabınızdaki karakterler ve insanlar gibi.

KELEK: Türkiye'de özellikle de kadınlarla ilgili hukuki boşluklar var. Erkekler, kadın ve çocukları kendi mülkleri olarak algılıyor. Kızlarını 12 yaşında tarlalarda çalıştırıyor ve iş gücünün ailede kalması güdüsüyle kardeşlerinin oğluyla evlendiriyor. UNESCO'nun tahminlerine göre Türkiye'nin güneydoğusunda 500 bin kızın okula gitmesi yasak. Bu ailelerde "Devlet Baba" sayılan erkeklerin keyfi davranışları hâkim.

GEİSEN: İslam'ın bu bağlamdaki rolü ne?

KELEK: İslam, bu tür ataerkil yapıları destekleyen onlara meşruiyet kazandıran ve devam etmelerini sağlayan bir din. İslam dinî boyunduruk altına almaya müsait bir din. Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığının fetvalarının hiçbirinde 12 yaşındaki kızların evlenmesini yasakladığını duymadım. Aksine; Devlet tarafından yetiştirilen imamlar da bu tür evlilikleri destekliyor.

GEİSEN: İslam dinin günlük hayata etkisi ne derece?

KELEK: Evet Türkiye, devletin ve Diyanet İşlerinin yardımı sayesinde İslamlaştırılmış durumda. Her dinlenme tesisi ve her hava limanında artık bir ibadethane var ve her yerde cami inşa ediliyor, hatta cuma günleri sokaklarda açıkça namaz kılınıyor. Günde beş defa Türkiye'nin her köşesinden müezzin sesli ve agresif bir şekilde namaza çağırıyor. Dinden kurtuluş olmadığı gibi farklı düşünenler ve farklı dinler için de özgürlük yok.

GEİSEN: O hâlde neden Türk erkeleri kadınlarını kapatıyor, neden dövüyor?

KELEK: Çünkü erkeklerin buna gelenek ve dinden kaynaklanan hakları var. Kadınların bu görüşe göre kendi başına karar verecek bireyler olmadığı görüşü hâkim. AKP hükümeti döneminde, çalışan kadınların sayısı yüzde 10 düşmüş durumda. Buna göre artık sadece her dört kadından biri çalışıyor. Zaten Erdoğan kadınlara bu yönde bir şiarda bulundu; Her Türk kadınını ülkenin ve İslam'ın yararı için dört çocuk yapmalıymış.

GEİSEN: Sizin tekil olayları genellediğiniz ve onları abarttığınız söyleniyor. Şiddet içerikli tepkilerden korkmuyor musunuz?

KELEK: Sorunlara değinmek herkesin hoşuna gitmiyor. Ancak sorunlarıyla yüzleşmeyenler sorunlarını çözemez. Bu kitapla ilgili bilgilerim Türkiye ile ilgili araştırmalarıma seyahatlerime ve sayısızca mülakata dayanıyor. Eminim insanlar doğruyu ve aklı hissedeceklerdir. "Acı-Tatlı Memleket"i bu bağlamda kaleme aldım. Başka bir beklentim yok. Hiçbir şeyden korkmuyorum. Ben özgürüm.

GEİSEN: Söyledikleriniz kulağa hiç de iyimser gelmiyor. Son olarak bize ülkeniz Türkiye'nin sadece acı değil tatlı olduğunda neyini sevdiğiniz söyler misiniz?

KELEK: Ailemi, paylaştığım türküleri, dilini, birlikte yemek yemeyi, sevgiyi, Türk edebiyatını şimdilerde kaybolmaya yüz tutmuş bireyselliği içeren klasiklerini. Ayrıca muhteşem manzaralarını ve bir zamanlar medeniyetin beşiği olan ve hazinesini hâlâ daha içinde barındıran Anadolu'nun kültürünü.

AUSWAERTIGES-AMT.DE: "TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?"

BERLİN, 10/10(BYE)--- Federal Almanya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığının 6 Ekim 2008 tarihli internet sayfasında, Federal Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier'in 4 Ekim 2008 tarihinde "11. Hannah Arendt Günleri" etkinliği kapsamında yukarıdaki başlık altında Hannover'de yaptığı konuşmasının çevirisi şöyledir:

Hannah Arendt, 1 Ocak 1933 tarihinde Karl Jaspers'e yazdığı mektupta, "Almanya benim için anadil, felsefe ve şiirdir" sözlerine yer vermişti. Bu cümle o zamanlar, Hannah Arendt'in Jaspers'in düşüncelerinde gördüğüne inandığı milliyetçi eğilimlere yönelik açık bir eleştiriydi.
Sanat, edebiyat ve felsefe konusunda yeniden bilinçlenmenin, Almanya'yı Nasyonal Sosyalizm vahametine karşı koruyamamış olduğunun bugün bilincindeyiz. Ayrıca, Hannah Arendt'in kimliğini sorgulamaktan, bir Yahudi ve sürgündeki bir Alman aydını olarak kendi kimliğinin ne olduğunun yanı sıra bir ulus, ülke ve bir halkın kimliğini sorgulamaktan asla vazgeçmediğini de görüyoruz.
Sadece ilk bakışta bu hususlar bugünkü "Türkiye nereye gidiyor" başlıklı konumuzla alakalı değildir.
İkinci bakışta ise, Hannah Arendt'in kimlik arayışının, günümüz Avrupa'sında da bizleri meşgul etmeyi sürdürdüğünü fark ediyoruz.
İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından Hannah Arendt, "ulusal egemenliğin artık siyaset için bir kavram teşkil etmediğini" anlayan, merkeziyetçi olmayan bir Avrupa talep etmişti.
Hannah Arendt'in bu görüşü, savaş sonrası Avrupa'sında söz sahibi pek çok kişinin egemen fikri haline gelmiş ve gerçekten de devletlerin faaliyetlerini etkilemiştir.
Günümüzün Avrupa Birliği, büyük ölçüde bu sürecin bir sonucunu oluşturmaktadır.
Devletler, günümüz dünyasının daha büyük sorunlarına beraberce daha etkin bir egemenlik sergileyerek karşılık verebilmek amacıyla, ulusal egemenliklerinden kısmen vazgeçmektedirler.
Devletler, her şeyden evvel, Avrupa'da yüzyıllar boyunca süren savaş ve iç savaşlardan ders çıkardıkları için egemenliklerini kısıtlamakta ve güçlerini birleştirmektedirler.
Zira, yalnızca egemenliklerini paylaşmak ve böylece adım adım bir Avrupa kimliği oluşturmak suretiyle Avrupa'yı bir barış projesi olarak gerçekleştirebileceklerini fark etmişlerdir.
Avrupa Birliğinin halihazırda sayısı 27 olan üye ülkesinin izlediği yol buydu ve zannedersem Türkiye de Avrupa kimliğini edinme ve Avrupa barış projesinin bir parçası olma yönünde aynı yola çıkmış bulunmaktadır.
Kendi hükümetine her zaman eleştirisiz yaklaşmayan büyük Orhan Pamuk, kendisine barış ödülünün verildiği 2005 yılında bunu şöyle ifade etmiştir: "Avrupa Birliğine inananlar, burada barış ile milliyetçilik seçeneklerinin söz konusu olduğunu görmelidirler. Vermemiz gereken karar budur."
Sonra sözlerine şöyle devam etmiştir: "Ben kendi adıma, barış fikrinin Avrupa Birliğinin özünü teşkil ettiğine ve günümüz Türkiye'sinin Avrupa'ya yaptığı barış önerisinin reddedilmemesi gerektiğine inanmaktayım."
Avrupa barış projesinin ana fikri ve Türkiye'nin katkısı konusunu burada derinleştirmeme izin verin:
Hepimiz üç yılı aşkın bir süredir İran'daki gelişmeleri kaygıyla izlemekteyiz. Ancak bazı Batılı ortaklarımız -en azından benim gördüğüm kadarıyla- bu çerçevede Türkiye'nin önemli istikrar unsuru teşkil ettiğini yeterli ölçüde takdir etmemişlerdir.
Türkiye'nin İran ile bir sınıra sahip olması esasen çok özel bir hadise değildir. Fakat bu sınırın 500 yılı aşkın bir süredir, 1514 yılından bu yana var olması, Türkiye'nin burada olağanüstü temaslara ve tecrübelere sahip olduğunu göstermektedir. Kaldı ki Türkiye, İran ile temaslarında yüzyıllar içinde edindiği tecrübesi ve bölgede istikrar ve barışın nasıl korunabileceğine ilişkin yüzyıllar boyunca topladığı bilgisiyle, uluslararası gayretlere takdire şayan bir şekilde katkıda bulunmuştur.
Doğu ile Batı arasında köprü ve Avrupa ile Orta Doğu bölgeleri arasında bir bağlantı noktası olma yeteneği, yeterince övülemeyecek kadar büyük bir katkıdır. Bu katkı, Türkiye'nin özellikle İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk yapmak için gösterdiği gayretler kimsenin gözünden kaçmamıştır.
Türkiye Avrupa Birliğine ne kadar yaklaşır ve üyelik sürecinde ne kadar ilerlerse, tüm Avrupa'nın bu yetenekten o denli fayda sağlayacağı kanaatindeyim.
Türkiye'nin Avrupa barış projesine sağladığı katkıya dair, yakın geçmişten bir örnek daha vermek istiyorum: Bu yaz Kafkasya'da yaşanan askeri ihtilaf Avrupa ülkeleri ile Türkiye'nin ortak gayretleri olmaksızın yumuşatılıp yatıştırılamayacaktı.
Gürcistan ile Rusya arasındaki askeri ihtilafın bölgesel boyutunu idrak edebilen ilk ülkenin Türkiye olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Ayrıca, bizim bakış açımızı da genişleten bu anlayışıyla Türkiye'nin durumun yatıştırılmasına yönelik ilk yaklaşımları ürettiğini de anımsıyorum. Bu bağlamda özellikle Türk Hükümetinin güncel bir girişimi olan Güney Kafkasya'ya yönelik istikrar konseptini kastediyorum. Bu girişime gerek Ermenistan, gerekse Azerbaycan bilinçli bir şekilde ve açıkça dahil edilmişlerdir. Böylelikle on yıllardır tıkanmış durumda olan Dağlık Karabağ sorununa hareketlilik kazandırılmasına ve ayrıca Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin yeni bir zemine oturtulmasına fırsat yaratılmıştır.
Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Gül'ün Erivan'a gerçekleştirdiği tarihi ziyaret yalnızca sembolik açıdan önemli bir adım değildi. Türkiye içinde gösterilen tepkilerden anladığımız üzere, söz konusu ziyaret aynı zamanda Türkiye'nin kendi tarihiyle yüzleşmesini de teşvik etmiştir. Böyle bir yüzleşme -biz bunu kendi tarihimizden biliyoruz- acı verici olabileceği kadar gereklidir de. Ama bir şeyi daha biliyoruz. Bu hususla da bizi günümüzde de Hannah Arendt'e bağlayan kimlik arayışına geri dönmek istiyorum. Kendi tarihi, gelenekleri, dini ve kültürüyle yüzleşmek, Avrupa kimliğinin bir parçasıdır. Avrupa kimliğinin, var olan bir kimliğin yerine geçmesi değil, onu tamamlaması ve zenginleştirmesi öngörülmektedir.
Söz konusu süreç kolay değil. Bu bağlamda da bir örnek vermek istiyorum: Bu yıl hepimiz başörtü yasağı tartışmasını ve akabinde iktidar partisi AKP'nin kapatılması için açılan davayı endişeyle izledik.
Birçok kişi -özellikle de kendi ülkemizde- başörtü yasağının yumuşatılması çabasının bir İslamlaşma gayreti olduğunu ve Türkiye'nin Avrupa yolundan sapacağını düşündü. Bu gibi saikler mutlaka Türkiye'de de vardır. Zaten bundan farklısını beklemek şaşırtıcı olurdu. Ancak, gördüğüm kadarıyla bu saikler temsili nitelikte değil. Tartışmalardan kaçınmadığım Türkiye ziyaretlerim sırasında farklı bir şey keşfettim. Türkiye içindeki ihtilafta çok daha belirleyici olan başka bir unsurdu bu. İstanbul'da yetişmiş, Hannah Arendt'i iyi tanıyan ve halihazırda Yale'de profesör olan Seyla Benhabib'in yakın zamanda bir Alman gazetesine verdiği demeçte tam üstüne bastığı bir husustan bahsetmek istiyorum: "Başörtü tartışmasında asıl konu post-nasyonalist bir demokratik toplumun, çoğulcu hale getirilmesidir. İslam Cumhuriyetine gerilemek değildir."
Bu sözlere şunu eklemek istiyorum: Bu doğruysa algılama ufkumuzu bir kez daha titizlikle gözden geçirelim. Belki de geleneksel bir Müslüman bayanın başörtü takması bizlerde çok daha farklı bir sembolik değere; Seyla Benhabib'in tasvir ettiğinden çok daha farklı bir anlama sahiptir.
Gustav Seibt yakın zamanda Süddeutsche Zeitung'da benzer bir değerlendirmede bulundu. Türkiye'de halihazırda yaşanan değişimi, dinin "devletin tutsaklığından" kurtulması olarak addetmiş ve bu değerlendirmeden, özellikle de yıllardır sürdürdüğü Türkiye gözlemlerinden profesör Benhabib'in düşüncelerine çok benzeyen sonuçlar çıkarmıştır.
Ve Türkiye'nin modernleşme yolunda bulunduğu ve bunun modern hukuk devleti ile bireysel dindarlığın ayrımını ihtiva eden bir yol olduğu sonucuna varmıştır.
Kendi adıma ise şunu söylemek istiyorum: Türkiye'nin, 40 yıldan fazla bir süre önce söz verilen, sürekli olarak teyit edilen ve üç yıl önce başlatılan üyelik müzakereleriyle somut olarak açılan Avrupa Birliği yolunda ilerlemesine yardımcı olmak istiyorsak, böyle bir modernleşmeye doğru giden tüm adımları desteklemeliyiz.
Türkiye'nin, barışı seven Avrupa içinde yerini bulmasına matuf yolunu kendi kendine engelleyeceği izleniminin yaşanması üzerinden yalnızca dört ay geçti. Türk Anayasa Mahkemesi nezdinde iktidar partisinin kapatılması için dava açıldığında nefeslerimizi tuttuk. Uzun bir süre için söz konusu kapatılma talebinin reddinden ziyade kabul göreceği olasılığı daha büyük görünüyordu. İktidar partisinin yasaklanması Türk toplumu içinde ne gibi ihtilaflara yol açabilirdi bilemiyorum. Zira birçok beklenti ve endişenin aksi gerçekleşti. Dava sonucunun, Türkiye'nin Avrupa çağdaşlığına doğru geri döndürülemeyecek bir yolda ilerlediği anlamına gelip gelmediğini bilmiyorum. Ancak, devlet mantığı ve demokratik olgunluğun tespit edilmesi, ayrıca sivil toplum olma yönünde bir adım atıldığını görmek mümkündür.
Bu nedenle şunu söylemek istiyorum: Son yıllarda çok şey elde edildi. Ancak, bunlar AB üyeliği konusunda nihai kararın verilebilmesi için belki de henüz yeterli değildir. Özellikle fikir özgürlüğünün, çocuk ve kadın haklarının, sendikal hakların ve dinlere eşit hakların tanınmasının güçlendirilerek halkın bilincine daha kuvvetli bir şekilde nakşedilmesi gerekmektedir.
Bu noktada Türkiye'nin Avrupa kimliğine giden yol, bir zihniyet değişiminde ifadesini bulmalıdır! Burada Türkiye'nin tam iradesiyle kendisi için kabul etmesi gerektiği AB müktesebatı, başka bir ifadeyle Avrupa'nın ortak birikimi söz konusudur.
Bu nedenle, bugünlerde Türk meslektaşım Ali Babacan'dan, Avrupa Birliğine uyum çerçevesinde 130 yasa değişikliğini içeren ilave bir reform paketinin hazırlanacağını öğrenmiş olmaktan mutluluk duyuyorum.
Kendi halkımız içinde şüpheli yaklaşanlara da yönelerek, şu hususu vurgulamak istiyorum: Bahse konu reformları başarılı bir şekilde gerçekleştirdiğinde Türkiye, üyeliğine karşı çıkanların senaryolarında yansıttıkları imajından çok daha farklı bir ülke olacaktır. Zira, Türkiye o zaman daha çok Orhan Pamuk'un tasarladığı görünüme sahip olacaktır: "Ben Türkiye'nin geleceğini Avrupa'da görüyorum; diğer ülkelerin yanı sıra, gelişen, hoşgörülü ve demokratik bir ülke olarak."
Ancak "Türkiye nereye gidiyor" sorusu, soruyu yönelteni dikkate almadan tevcih edildiği takdirde eksik kalmış, hatta doğru istifsar olunmamış sayılır.
Neredeyse üç milyon Türk kökenli insanın yaşadığı, Alman yazar Feridun Zaimoğlu'nun Alman Kitap Ödülü için favoriler arasında gösterildiği ve refahımızın, birçok ülkeden ama özellikle de Türkiye'den gelmiş insanların çalışmasıyla oluştuğu bir ülkede yaşıyoruz. Böyle bir ülkede, Türkiye'nin Avrupa'ya uyum süreci, Almanya'daki uyum konusuyla tamamlanması gerekmektedir.
Burada, Hannover'de bulunan hepimiz, 70'li yıllarda Hannah Arendt'in doğum yeri olan Hannover'in Linden ile Garbsen ilçeleri arasındaki yolun adeta Türkiye ile Almanya arasında bir seyahat gibi olduğunu anımsıyoruz. Bu algılama, Berlin'de Kreuzberg-Neukölln ile Charlottenburg-Wilmersdorf ilçeleri arasındaki yol için de hala geçerlidir.
Almanya'da uyumun başarılı olup olmayacağı Linden ve Kreuzberg, Hamburg'da Wilhelmsburg, Bremen'de Neue Vahr, Hessen'de Dietzenbach ve Köln'de Chorweiler'da belli olacaktır. Bu bağlamda sürekli olarak şunu tespit ediyoruz: Bizde de uyum, ancak çeşitli kimlikleri ele almayı öğrendiğimiz takdirde başarıyla gerçekleşecektir.
Zira, Hannoverli yahut Aşağı Saksonyalı birisinin mutlaka Aşağı Saksonya'da doğmuş olması gerekmiyor, bazen Doğu Vestfalya, bazen de Antalya'da dünyaya gelmiş olabiliyor.
Benim kanaatim şudur: Almanya ve Türkiye gibi birbirinden çok farklı toplumlara mensup ve çeşitli kültürel tecrübelere haiz insanlar, ortak bir anlayışın anahtarını oluşturmakta ve ülkeler ile kültürler arasında müşterek çözümler üretme kabiliyetine katkı sağlamaktadırlar. Bu kültürel tecrübeler yalnızca Aşağı Saksonya, Kuzey Ren Vestfalya ve Brandenburg ile sınırlı değildir.
Önümüzdeki yıllarda ise buna artan oranda ihtiyacımız olacaktır. İnsanlık tarihinde belki de ilk kez önemli sorunlarımızı yalnızca ortaklaşa çözebileceğiz.
Almanlar ile Türklerin ortak tecrübe hazinesinden kendi ülkemizde de daha iyi istifade edebilmeyi başarabildiğimizde, kendi ülkemizi de daha güçlü kılmış olacağımıza eminim!
Bu nedenle de ayrıca, iki yıl önce o dönemde meslektaşım ve bugün Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül ile Ernst-Reuter Girişimini başlattım.
Taşıdığı isim nedeniyle bu girişim aynı zamanda, Türkiye'nin son yüzyılın 30'lu yıllarında Almanya'da takip edilenler için ve Almanya'dan yüzlerce bilim adamının sığınabildiği önemli bir sürgün ülkesi olduğunu hatırlatmaktadır. Bunlardan birisi, Berlin'in İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilk belediye başkanı olan ve Türkiye'deki sürgün dönemi dolayısıyla ilk seçim kampanyası sırasında -daha o zamanlar bile- "Türk" diye tahkir edilen Ernst Reuter idi.
Mario Adorf ile Fatih Akın'dan Edzard Reuter'e kadar medya, kültür, ekonomi ve sivil toplumdan birçok şahsiyetle bu girişim için bir araya geldik. Yalnızca ülkelerimiz arasındaki diyalogu, somut işbirliği alanlarını ve karşılıklı anlayışı güçlendirmek maksadıyla değil, aynı zamanda, Türkiye'nin Avrupa'daki geleceğinin ve dünyaya açık bir Almanya ümidinin el ele gerçekleştirilebileceğini göstermeye yardımcı olmak istediğimiz için de Ernst-Reuter Girişimini başlattık.
Özellikle kültür teatisi bağlamında çok sayıda Türk-Alman projesi söz konusu girişimin çatısı altında toplandı. Bunların her birisi önemlidir. Ancak bir tanesi oldukça iddialı ve bu yüzden de benim en sevdiğim proje İstanbul'da bir Türk-Alman Üniversitesinin kurulmasıdır. Bu yılın ilkbahar aylarında Federal Eğitim ve Araştırma Bakanı Schavan ve Dışişleri Bakanı Babacan ile üniversitenin kuruluş belgesini imzaladık. Yasama döneminin bitmesinden önce de üniversitenin temelini atabilmeyi ümit ediyorum.

--Bu Büyük Bir Adım Olurdu--

Bir diğer adım ise hazırlık aşamasında: Birkaç gün içinde Türkiye Cumhurbaşkanı ile Frankfurt Kitap Fuarı'nın açılışını yapabilmenin büyük gururunu taşıyorum. Nihayet Türkiye, dünyanın en büyük kitap fuarının misafir ülkesi. Etkinliğin kendisi, Türkiye'den çok sayıda çağdaş yazarın fuarda bulunacak olması, Almanya'da da kendi okur kitlesini oluşturacak Almanca'ya yeni tercüme edilen Türkçe kitapların çokluğu, hala Türkiye'ye yabancı olanlara bu ülkeyi tüm çeşitliliği ve kültürel zenginliğiyle tanıtacaktır.
Siyaset, kendini geliştirebilmesi ve daha iyi bir gelecek için öneriler tasarlayarak, uygulayabilmesi amacıyla kültür, ekonomi ve sivil toplum içinden bu gibi teşviklere ihtiyaç duymaktadır.
Hannah Arendt, siyasetin "gereklilik deryasında bir ada" olduğunu söylemişti. Burada bu iddia söz konusudur. Bu iddiayı, en azından kısmen de olsa ancak hepimiz ortaklaşa, Türkiye'nin dahil olduğu bir Avrupa geleceği için çaba gösterirsek yerine getirebileceğimiz kanaatindeyim.
Teşekkür ederim!

LAUSITZER RUNDSCHAU: "TÜRK YAZARLARIN KOVUŞTURULMASI ELEŞTİRİLDİ"

ANKARA, 13/10(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Lausitzer Rundschau gazetesinin 12 Ekim 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Frankfurt/Main çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

--Yazarlar Birliği PEN Başkanı Johano Strasser, İnsan Hakları Alanındaki Ağır İhlaller Nedeniyle Türkiye'nin AB Üyeliği İçin Henüz Hazır Olmadığı Görüşünde--

Frankfurt'ta gerçekleştirilecek olan Kitap Fuarı öncesinde cumartesi günü yapılan bir sempozyumda konuşan Strasser, Türkiye'de geçen üç yıl içerisinde bin kadar yazar ve gazetecinin, örneğin devleti aşağılamak suçlarından, hukuki takibata alındığı açıklamasında bulundu. Strasser ayrıca, Türkiye'nin, düşünce özgürlüğü alanındaki kısıtlamalar olduğu sürece AB üyeliği için henüz hazır olmadığından hiç kimsenin şüphe duyamayacağını da ifade etti. Strasser, Alman ve Türk aydınlar dün sona eren sempozyumda, Doğu-Batı ile ilgili klişelerin aşılması gerektiği talebinde bulundu.
15-19 Ekim tarihleri arasında yapılacak olan Kitap Fuarı'nın onur konuğu Türkiye. Yapılan sempozyum ise programın bir parçası. Frankfurt Kitap Fuarı Direktörü Jürgen Boos insan hakları konusunun, "Orhan Pamuk gibi birinin kendini güvende hissedemediği müddetçe" sürekli mevzu olarak gündeme geleceğini ifade etti. Nobel Barış Ödülü sahibi Pamuk, Kitap Fuarı'nın açılışında Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün varlığında bir konuşma yapacak. Pamuk "Türklüğün aşağılanması" suçlamasıyla mahkeme karşısına çıkarılmıştı.

LAUSITZER RUNDSCHAU: "YAŞAR KEMAL... TÜRKİYE AB'YE GİRMESİN"

ANKARA, 14/10(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Lausizter Rundschau gazetesinin 13 Ekim 2008 tarihli internet sayfasında ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan DPA kaynaklı, İstanbul çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Türk yazar Yaşar Kemal, artık ülkesinin AB üyeliğinden yana değil. Yaşar Kemal Neue Osnabrücker Zeitung ile gerçekleştirdiği bir mülakatta, "Birkaç yıl öncesine kadar üyelik fikri karşısında oldukça heyecanlanıyordum, ancak şimdilerde buna hiçbir anlam veremiyorum. AB'nin, dünya barışı konusunda girişimlerde bulunacağına da inanmıyorum" açıklamasında bulundu. Kemal, Türkiye'nin konuk ülke olduğu Frankfurt Kitap Fuarı'nın açılışından kısa bir süre önce şöyle konuştu: "AB, şahsım adına beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. AB'nin Gürcistan ve Rusya konularındaki tutumu da, benim için bir umut ışığı niteliğinde değil. Genel olarak bakıldığında, AB savaşçı çığırtkanlığı yapan başka büyük güçlerden çok da farklı değil."

--Özerk Bir Devlet İsteyen Bir Kürt Tanımıyorum--

85 yaşındaki yazar, yasaklı Kürt İşçi Partisi PKK ve Türk ordusu arasındaki savaşı ise "anlamsız ve saçma" olarak nitelendirdi. Binlerce yıldır Kürtler ve Türkler omuz omuza yaşıyor. Yazar, eğer Türkiye geçmişte daha zeki liderlere sahip olmuş olsaydı, bu sorunda bugüne dek hiç kan dökülmemiş olacağı görüşünü dile getirerek "Kendim de Kürdüm ve tabii ki de Kürtlerin dillerini serbestçe konuşabilmesini, Kürtçe'nin yazılabilmesi ve bu konuda eğitim verilmesini talep ediyorum. Ancak ben şahsen özerk bir devlet isteyen tek bir Kürt bile tanımıyorum" açıklamasında bulundu. Yaşar Kemal, Kürtlerin haklarının tanınması konusundaki girişimleri dolayısıyla farklı davalar ve hapis cezalarıyla karşı karşıya kaldı.
Yaşar Kemal şu an iktidarda bulunan AKP'nin ılımlı İslam talebiyle ilgili olarak ise "'Ilımlı İslam' ifadesini sadece duyduğumda bile saçlarım diken diken oluyor. Bu Amerikalıların bir icadıdır. Ilımlı İslam ve ılımlı din diye bir şey yoktur. Ya bir dininiz vardır ya da yoktur" dedi.

FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "ENGELLENEN BAKIŞ AÇISI"

BERLİN, 14/10(BYE)--- Tirajı günde 366 bin 478 olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 14 Ekim 2008 tarihli sayısında, Klaus-Dieter Frankenberger imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

--Türkiye ile Ortaklığın Tek Yolu Tam Üyelik Değildir--

Turistler her zaman olduğu gibi İstanbul'daki görülmeye değer mekanların önünde ve içinde birikmiş durumda. Dünyadaki finans krizi de, Türk bankacıların henüz uykularının kaçmasına neden olmuyor gibi gözüküyor. İktidar partisi AKP'nin kapatılmaktan kıl payı kurtulması ertesinde, Türkiye'nin iç siyasi yaşamında bir sakinlik gözlemleniyor. Ancak son olarak Kürt teröristlerin bir askeri birliğe düzenledikleri saldırı, yoğun tepkilere neden olmuştu. Dış siyasette ve dışarıya yönelik kültür siyasetinde görülen o ki, "Türkiye" bir marka olarak gittikçe cazip hale geliyor. Türkiye, Frankfurt Kitap Fuarında misafir ülke olarak yer alacak ve Türk yazarlar dünya tarafından izlenecek. Zaten Kafkaslardaki ağustos savaşından sonra ülkenin jeopolitik öneminin en üst düzeye ulaştığı herkesçe görülmüştü. Acaba bu durumun AB müzakerelerine bir etkisi var mıdır? Her şeyden önce bu durumun, Avrupa'nın birçok ülkesindeki Türkiye'nin AB üyeliğine kuşkuyla yaklaşan kesim üzerinde bir etkisi olacak mıdır?
Aralarında Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyen İngiltere'nin de bulunduğu bir konferansta Türk katılımcılar, ülkeleri hakkında bol bol övgülere tanık olurken, bazı kaygı verici sorulara da muhatap olmak durumundaydılar. AB üyesi ülkeler ve Türkiye'deki siyasi realite ile Avrupai değerler arasındaki var olan ikilem, kimsenin gözünden kaçmadı. Konferansta, Hollanda Dışişleri Bakanı Maxime Varhagen, Türkiye'nin Kafkas savaşı ışığındaki değerini ve Rusya'nın izlediği saldırgan siyaset karşısındaki konumuna değindi. Hollandalı Bakan, Türkiye'nin stratejik değerinin fazla önemseneceğinin zor olduğundan söz etti. AB'nin genişlemeden sorumlu yetkilisi Olli Rehn ise bu savaşın, Türkiye'nin Avrupa'nın enerji güvenliği açısından sahip olduğu değeri herkese gösterdiğini hatırlatırken, "Türkiye, Avrupa'daki insanların sahip oldukları sorunlar için gerekli çözümün bir parçası durumundadır" ifadesini kullandı. AB'nin genişleme taraftarı olan İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt ise, ABD'den sonra Türkiye'nin AB'nin en önemli stratejik ortağı olduğuna dikkat çekti. İsveçli Bakan, Türkiye'nin öneminin, bölgesel istikrar siyasetinden enerji nakline ve Yakın ve Orta Doğu'nun barış içinde yaşaması konularına kadar daha da artacağına inandığını belirtti.
Bu sözler Türkiye'nin Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın tabii ki hoşuna giderken, kendisi, bilinen sakin ve kendinden emin tavrıyla, ancak Türkiye'yi içinde barındıran bir AB'nin gerçek anlamda küresel bir aktör olabileceğini vurguladı. Türk Bakan, AB'nin ancak Türkiye ile birlikte güçlü bir konuma sahip olabileceğinden söz etti. Babacan'ın bu sözleri şu anlama geliyor: Tam üyeliğin dışındaki, Türkiye'de kabul edilmeyen "imtiyazlı ortaklık" gibi Avrupa-Türkiye ortaklık opsiyonları, söz edilenleri sağlayamayacaktır.
Bu konferansta Türk Dışişleri Bakanı Ali Babacan kuşkulu sorulara da muhatap olmak zorunda kaldı. Babacan'a, Türkiye'nin AB üyeliğine yeterli ilgi duyup duymadığı ve hala üyeliği hedefleyip hedeflemediği soruldu. Konferansta, Türkiye'deki reform hızında düşüş kaydedildiği ve reform siyasetinin oldukça yavaşladığı belirtildi. Avrupalıların bu tespitine itiraz gelmedi. Türk Bakan, Olli Rehn'e ülkesinin reform siyasetine devam edeceği sözünü verdi. Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Avrupa'da Türkiye'nin AB üyeliğine; kültürel-dini uyumsuzluklar, büyüklüğü, kimlik sorunları gibi nedenlerle karşı çıkanlara, ülkesinin 8-10 yıl sonra bambaşka bir ülke haline geleceği güvencesini verdi. Bakan, Türkiye'nin modernleşmeye devam edeceğini ve Avrupa ile uyumlu bir hale geleceğini ifade etti.
Türkiye'nin Babacan'ın anlattığı gibi olup olmayacağı ve böyle bir teminatın ülkeye kuşkuyla yaklaşanları ikna edip etmediği, açıkta kalan bir konudur. Türkiye'nin AB üyeliğini destekler durumdaki jeopolitik argümanların, Fransa'dan tutun Avusturya'ya kadar olan kamuoyuna ne derecede ulaştığı ve ikna edici olduğu şüphelidir. Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyen kesim de, durumun pek iç açıcı olmadığı görüşünde. Zira, finans krizi reel sektöre yansıdığında ve gelecek yıllarda Avrupa'da resesyon yaşandığında bunun sonucunda işsizlik arttığında Avrupalılar daha dış ilişkilere değil, hem siyasi açıdan hem de zihinsel olarak içeriye önem vereceklerdir. Kaldı ki, Lizbon Anlaşmasının kabul edilip edilmeyeceği veya ne zaman kabul edileceği zaten bilinmiyor. Bu da şu demek oluyor: AB genişlemesi için şu sıralarda yaşanan- kelimenin tam anlamıyla koruyucu bir ortam- hiç de uygun değildir. Bunun ötesinde, bazı ülkelerdeki Avrupa karşıtı ortamın, daha şimdiden güçlü siyasi akımlara dönüştüğü gözlemleniyor. Avusturya'da bu durum, buna SPÖ'lü Faymann'ı dahil edersek, çoğunluğu teşkil etmektedir. Hem sağ ve hem de sol kesimden kaynaklanan bu popülist akım, egemenliğin transfer edilmesine karşı çıkıyor. Bunlar her halükarda AB'ye başka ülkelerin alınmasına karşı olmakla birlikte, muhakkak Türkiye'nin tam üyeliğine karşı çıkacaklardır. Bu durumda, Türkiye'nin, Avrupa'ya enerji nakli için önemli ve çeşitlilik adına vazgeçilmez olduğu argümanı çatırdıyor.
Türkiye'nin AB üyeliğinin karşıtı da olunsa, destekleyicisi de olunsa, özellikle dış ve güvenlik siyaseti konularında sıkı bir ortaklık içinde olunmasının bir sakıncası yoktur. Türkiye ile ilgili sadece tam üyeliğe kilitlenmek, bunun ötesindeki bazı imkanların önünün kesildiği izlenimini doğurmaktadır. Bu konuda Türkiye, elini zayıflatmamak için (çok) fazla girişimde bulunmak istemiyor. Türkiye, tam üyeliğin altında bir seviyede de ortak çok şeyler yapılacağı izleniminin oluşmasını arzulamıyor. Avrupa'daki kuşkucu hükümetler ise fazla ortaklığı arzulamıyorlar. Hatta bu hükümetler, çıkar siyaseti gereği bazı alanlarda bile tam üyeliğin fiili olarak ön aşamaları olabilecek düşüncesiyle ortaklığa yanaşmıyorlar. Böylece karşılıklı olarak güvensizlik nedeniyle önemli fırsatlar kaçırılıyor. Mesela, Kafkasların istikrarı, yani AB'nin dış sınırları konusunda.

FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "STEİNMEİER, TÜRKİYE'DEN DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜNE DAHA ÇOK ÖNEM VERİLMESİNİ TALEP ETTİ"

BERLİN, 15/10(BYE)--- Tirajı günde 366 bin 478 olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 15 Ekim 2008 tarihli sayısında ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Frankfurt çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

--Orhan Pamuk Kitapların Yakıldığından ve Takibattan Söz Etti... Bakan İşkenceden Dolayı Özür Diliyor--

Federal Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier, Frankfurt Kitap Fuarı'nın açılışında yaptığı konuşmada Türkiye'ye, düşünce özgürlüğüne daha fazla önem verilmesi çağrısında bulundu. Bunun ülkenin AB üyeliği için belirleyici kriterlerden biri olduğunu ifade eden Steinmeier, düşünce özgürlüğünün sağlanabilmesinin sadece yasaların değiştirilmesiyle mümkün olmayacağını, aynı zamanda bir mantalite değişimi de gerektiğini belirtti. Türkiye'nin bu alanda daha çok yol alması gerektiğini kaydeden Bakan, "Bizler bu yolda Türkiye'yi destekleyeceğiz" diye konuştu. Steinmeier, eşzamanlı olarak Türkiye'nin çoğulcu ve demokratik bir toplum olma yolunda kaydettiği gelişmelerden övgüyle söz etti. Türkiye, pazar gününe kadar, "Tüm Renkleriyle Türkiye" sloganı altında gerçekleşen 60. Frankfurt Kitap Fuarı'nın onur konuğu.
Nobel Edebiyat Ödüllü Orhan Pamuk ise Frankfurt'ta yaptığı konuşmada, kendisi gibi orada bulunan Cumhurbaşkanı Gül'e hitap ederek, Türk Edebiyatının geçtiğimiz yüzyıllarda çok sayıda kitabın yakılması ve yazarların öldürülmesi veya vatan haini olarak takibata uğraması nedeniyle fakirleştiğini ve bu durumun bugüne kadar değişmediğini söyledi. Pamuk, "Türk devletinin kitapları yasaklama ve yazarları cezalandırma alışkanlığı ne yazık ki hala sürüyor. TCK'nın 301. maddesi yüzünden benim gibi yazarlar ürkütülmeye çalışılıyor, yüzlerce yazar ve gazeteci mahkeme önüne çıkarılıp yargılanıyor" diye konuştu. Buna karşın Gül, yazar ve kitapların karşı karşıya kaldıkları baskı ve sınırlandırmaların "zaman içinde azaldığını veya tamamen ortadan kalktığını" söyledi.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ise dün Türkiye'de alışılmadık bir jest yaparak, gördüğü şiddet sonucu ölen tutuklunun ailesinden "devlet adına" özür diledi. İşkence şüphesi nedeniyle 19 cezaevi görevlisi işten uzaklaştırıldı. Şahin, yapılan inceleme sonucunda tutuklunun işkence gördüğünün saptandığını belirtti.

DER TAGESSPİEGEL: "MENTEŞE YAĞLANIYOR"

BERLİN, 15/10(BYE)--- Tirajı günde 149 bin 431 olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 15 Ekim 2008 tarihli sayısında, Gerrit Bartels imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

--Kitap Fuarının Açılışında Büyük Ölçüde Uzlaşı İradesi--

60. Frankfurt Kitap Fuarı'nın açılışında alınan güvenlik önlemleri, 11 Eylül saldırılarının şoku altında gerçekleşen 2001 yılındaki kitap fuarından bu yana hiç bu kadar yoğun olmamıştı. Polis, dışarıda, fuar alanı önünde katılımı teyit edilen Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve başörtülü eşi için trafiği düzenliyor. İçeriye girişte ise iki kez sıkı güvenlik kontrolünden geçildiği için bir saate ihtiyaç duyuluyor. Fuar Müdürü Jürgen Boos selamlama konuşmasında verilen rahatsızlıktan dolayı özür diliyor. Oldukça keyifli oldukları gözlenen, ilk sırada oturan Cumhurbaşkanı Gül ve eşi, Federal Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier ve Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk sırasıyla Fuar Müdürü Boos, Frankfurt Belediye Başkanı Petra Roth ve Hessen Devlet Bakanı Volker Bouffier'in konuşmalarını dinliyorlar.
Açılış öncesinde Pamuk'un Cumhurbaşkanına sözlü saldırıda bulunabileceği ve bu yüzden tatsızlık yaşanabileceğine dair spekülasyonlar yapılmıştı. Ancak karşı tarafa ve yabancıya anlayış ve saygı hakimdi ve buna öncelikle de Gül ve Steinmeier önem verdiler. Oldukça siyasi, mali kriz ve krizin küresel etkilerini de kapsayan bir konuşma yapan Steinmeier'in bıraktığı izlenim, daha şimdiden seçim ve Şansölye adaylığı için mücadele eden bir devlet adamı gibiydi. Tabii ki Steinmeier, İstanbul'da kurulacak olan bir Alman-Türk üniversitesi ile Ernst Reuter girişimi olarak tanınan Alman yazarlar için oluşturulması öngörülen Akademi gibi kültürel girişimlerden de söz etti. Ancak, Türkiye'nin Avrupa'ya entegrasyonunun, Almanya'daki entegrasyon politikasının bir aynası olacağını düşünen Steinmeier için öncelikli olan, Türkiye'nin Avrupa'daki rolüydü. Ülkenin düşünce özgürlüğü konusunda desteğe ihtiyaç duyduğuna değinen Steinmeier, Türkiye'nin Kafkaslar'daki krizin çözümüne yönelik katkılarından da övgüyle söz ederek, konuşmasını bilinen köprü tablosuyla tamamladı ve "Türkiye, Doğu ile Batı arasında bir menteşedir" ifadesini kullandı.
Daha sonra söz alan Orhan Pamuk, Türkiye'de yazarlara baskı yapılmaya devam edilmesini, You Tube ve diğer internet portallarının hükümet tarafından kapatılmasını net ifadelerle eleştirdi. Pamuk, Türkiye'nin geleneksel ile modern arasındaki mücadelesinin ne kadar uzun zamandan beri devam ettiğini de net ifadelerle ortaya koydu. Beklenmedik şekilde liberal bir tutum sergileyen İslamın etkisindeki Cumhurbaşkanı Gül, yazarın endişe ve sorunlarına anlayış göstererek, ülkesinin bir "öğrenme sürecinden" geçtiğini söyledi.
Türkiye'nin onur konuğu olarak katıldığı Frankfurt Kitap Fuarı, açılış kutlamasının da belirgin bir şekilde ortaya koyduğu gibi siyasi bir olaydır. Bu, birkaç yıl önce fuara katılan Arap ülkelerinde ve Kore'de olduğundan çok daha barizdi. Konuk ülke Türkiye, pek o kadar çabuk unutulmayacak gibi gözüküyor.

FRANKFURTER RUNDSCHAU: "BİRBİRİMİZİ TANIYALIM"

BERLİN, 15/10(BYE)--- Tirajı günde 153 bin 247 olan sosyal demokrat eğilimli Frankfurter Rundschau gazetesinin 15 Ekim 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

Frankfurt Kitap Fuarı'nın bu yılki onur konuğu Türkiye ile farklı bir durum yaşanıyor, zira bu konuk bizi gerçekten ilgilendiriyor. Türkiye, bizi ve güncel yaşamımızı geçen yıl konuk ülke olarak fuara katılan İspanya'nın Katalonya bölgesinden daha çok etkiliyor. Nihayet bu ülkeye, dünyanın en büyük kitap fuarında Doğu ile Batı arasındaki kültürü ve mantalitesi, öncelikle de güzel tercümeleri sayesinde keşfetmemizi sağlanan edebiyatıyla temsil edilmesi fırsatı veriliyor. Bunun, burada yaşayan Almanlara faydası olacağı gibi, Türk kökenli komşularımızın kendi ülkeleriyle gurur duymalarını ve Türkiye'den gelen konukların kazanımlarının artmasını sağlayacaktır.
Türkiye'nin bir demokrasi ülkesi olduğunu hiç kimse ciddi bir şekilde iddia etmiyor. Türk politikacılarla açıkça tartışma yapılabileceğini de kimse söyleyemez. Batının açık sözlü ve eleştirici tutumuyla bunu yapmayı deneyenler, Almanlara özel tarihi yükümüzle yabancısı olduğumuz bir onur duygusuyla karşılaşacaktır. Birkaç aydan beri yumuşatılsa da, Türklüğe hakareti cezalandıran TCK'nın tartışmalı 301. maddesi hala duruyor. Bu madde yüzünden çok sayıda aydın ve yazar, örneğin sadece Birinci Dünya Savaşı'ndaki Ermeni soykırımına işaret etme cesareti gösterdikleri için mahkeme önüne çıkarıldılar. Türk halkının çoğunluğunun bu tutumu desteklemediği inancı da doğru değil. Dünyaya açık İstanbul'da bile Orhan Pamuk'un "ulusal bir utanç kaynağı" olduğunu söyleyenlerle karşılaşıyorsunuz. Böyle bir şey nasıl olabilir? Türkiye'nin Nobel edebiyat ödülü alan ilk yazarıyla gurur duyulması gerekirken, nasıl oluyor da kendi ülkesinde şüphe, reddedilme ve nefret dalgasıyla karşı karşıya kalıyor.
Yazar Şebnem İşigüzel bu soruya, "Yazarlar doğruyu söylerler ve bu yüzden nefret edilirler" yanıtını veriyor. Türkiye'nin günümüz edebiyatı, katı vatanseverliğe, bireysel hikayelerin hak ve güzelliğiyle karşı duruyor. "Çöplük" adındaki romanı Berlin Yayınevi tarafından yeni basılan Şebnem İşigüzel, 1973 yılında Yalova'da doğdu. Bugün bir Ermeni olan eşi ve kızı ile İstanbul'da yaşıyor. Kitabında, bir Türk diplomatının kızının, "çöplükte sona eren bir kraliçenin" yaşadığı acıları anlatıyor. Çöplük şayet bir sembol olarak alınacaksa o zaman Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi de tamamlayıcı bir unsur olarak onun yanına konulabilir. Pamuk'un sadece yazmakla kalmayıp gerçekten kurmak istediği müzede, eski bir ayakkabı, fotoğraf ve saat gibi değersiz hatıralar, büyük bir aşkın değerli hatıralarını oluşturuyor.
Mario Levi ise "İstanbul Bir Masaldı" adındaki romanında, geniş bir alana serpilmiş bir şekilde yaşayan Yahudi akrabalarının hikayelerini anlatıyor. Türkiye diğer yandan Alman Yahudiler için güvenli bir sürgün ülkesiyken, Türkiyeli bir Yahudi olarak şansını Biarritz ya da Hamburg'da denemek için ülkeyi terkedenler Yahudi soykırımından nadiren kurtulabildiler. İstanbul'daki Fransız lisesine giden ve tam bir dünya adamı olan Levi, "AKP'den korkmuyorum" diyor.
Başbakan Erdoğan'ın iktidardaki AK Partisi mutlaka AB'ye girmek istiyor. Konuk ülkenin fuarda temsil edilmesinin devasa siyasi önemi de bundan kaynaklanıyor. Ülkenin yazar ve aydınlarının çoğu da beklenti içindeler. Büyük Kürt kökenli Türk yazar Yaşar Kemal, istediği kadar yüksek sesle AB'den hayal kırıklığı duyduğunu anlatsın. 301. maddeyi tamamen kaldırmak Türkiye için her halükarda iyi olacaktır. Demokratik bir ülkenin yazarları gerçeği söyleyebilmelidirler. Arzulandığı gibi birbirimizi nihayet tanımamız ise daha iyi olacaktır.

 

BELÇİKA BASINI

LE SOİR: "TÜRKİYE KARŞISINDA ACABA AVRUPA BİRLİĞİ YETERİNCE LAİK Mİ?"

BRÜKSEL, 09/10 (BYE)--- Tirajı günde 140.000 olan Le Soir gazetesinin 9 Ekim 2008 tarihli sayısında, Maroun Labaki'nin Galatasaray Üniversitesi felsefe profesörü Tülin Bumin ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın çevirisi şöyledir:

LABAKİ: Birkaç gün önce Brüksel Hür Üniversitesinde (ULB) Türkiye konusunda düzenlenen bir söyleşi sırasında, Türkiye'yi üye olarak kabul etmek için AB'nin yeterince laik olup olmadığı sorusunu sordunuz...

BUMİN: Bir şahıs, AB üyesi olmak için Türkiye'nin yeterince laik olup olmadığını sormuştu. Bu konuda ciddi şüpheler var. Ancak bu, teorik olarak böyle ulu orta tartışılacak bir konu değil. Olumlu, olumsuz fikirler beyan edilebilir ve hiçbir şey kanıtlamadan uzun süre tartışılabilir. Ancak bir şey var, bir olay var, bize bir şeyler anlatıyor: Türkler, -daha doğrusu Türkiye insanları, zira herkese "Türk" diyemeyiz, Türkiye'de her şey var- çoğunlukla ve içten AB üyesi olmak istiyor. Bu isteği ciddiye almak gerek. Onlar, AB'yi bir Hristiyan kulübü olarak algılamıyorlar. İslam ve dini inançları ile ilişkilerinin bunun için bir engel teşkil edeceğini düşünmüyorlar.
Ancak Avrupa açısından aynı şey geçerli değil. Avrupa kamuoyundaki çekinceler çok daha ciddi ve Avrupalı politikacılar arasında, Müslüman Türkiye'yi AB içinde tasavvur edemeyenler var. Bu nedenle soruyu ters yönde soruyorum. Acaba AB, Türkiye'yi üye olarak kabul etmek için yeterince laik mi? Bu soru diğerinden daha tutarlı!

LABAKİ: Neden Türkler AB'ye girmek istiyorlar?

BUMİN: Avrupalılar bu isteği maddi açıdan, yani maddi yardım alınması açısından görüyorlar. Bunun, bu isteğin temel faktörü olduğunu düşünmüyorum. Türkiye'nin her şeyden önce siyasi içe dönüklükten ve içinde bulunduğu kendi kendine yeterli olmaktan kurtulmaya ihtiyacı var. Dünya ile bütün olmaya ihtiyacı var. Kendini yalnız, çok yalnız hissediyor. NATO içinde bir müttefiki ABD vardı. Ancak o kadar uzak ve anlaşılması o kadar zor ki. İzlediği politikalar, müdahaleleri giderek anlaşılmaz ve haklı kılınamaz hale geldi. Küreselleşme döneminde bir şeye tutunmaya ihtiyaç var. Sadece dünyada yer almak için değil, dünya içinde yer almak için. Yaşananlarda özne olabilmek için hareket edebilmek çok önemli, ekonomik süreçler gibi bazı konulara katlanmamak için. İşte Türkler de siyasal alanlarını genişletme ihtiyacını duyuyorlar. Zira küreselleşme süreci sadece Türkiye'de değil, her yerde, politikasızlığa, politika alanının daralmasına neden oluyor. İnsanlar, siyaset sayesinde özerkliklerine ve kitlesel kaderlerine sahip olabilirler, bundan vazgeçemeyiz.

LABAKİ: Ancak bu politikasızlık Avrupa'da da hissediliyor.

BUMİN: Çelişki de burada. Biz, daha fazla siyaset yapabilmek için Avrupa'ya bağlanmak, Avrupa'ya entegre olmak isterken, Birlik içinde ekonomik ve hukuki konular ön plana çıkıyor. Birliğin siyasal kimliği belli ve belirlenmiş değil. Bu da, Avrupa'dan beklediklerimiz konusunda bir tezat teşkil ediyor. Hatta kendi kendime Türkiye'nin AB'ye kabul edilmesinin tam anlamıyla siyasal bir karar olup olmayacağı sorusunu soruyorum. Bu karar, uzun süredir Avrupa'da hissedilen siyasal eksiklik kapsamında, gerçek bir siyasal karar olacak.

LABAKİ: Çok sayıda Avrupalı siyasi parti, dini referanslarını ortaya koyuyor; Türkiye'de iktidarda bulunan muhafazakar Müslüman AKP gibi. AKP'yi bir gün PPE (Hristiyan demokrat) grubu içinde görebilir miyiz?

BUMİN: Mantıklı düşünülürse bunun böyle olması gerekir. Ancak aksine, görülüyor ki özellikle muhafazakar Hristiyan partiler Türkiye'nin adaylığına karşı çıkıyorlar. Din nadir olarak birleştiriyor. Hristiyanlar arasında bile uyum tam değil. Bu, beni güldüren bir çelişki. Üstelik "Müslüman" bir Türk partinin acemilik dönemini gerçekleştirmesini, bu eğitim sürecini geçirmesini çok sempatik buluyorum. Şimdi, dini kültür ile siyaset arasındaki farkı algılıyor. Giderek dinden bağımsızlaşıyor.

LABAKİ: Yakın geçmişte, başörtüsü Türkiye'nin gündemindeydi. ULB'de yapılan söyleşi sırasında başörtüsünün, laikleşmenin ve dinden bağımsızlaşmanın bir kanıtı olduğunu söylediniz.

BUMİN: Evet, dışarıdan bakıldığında çelişkili gibi görünüyor. Laik Türklerin gözünde de bunu anlamak kolay değil. Türkiye'de Batılılaşmış, laikleşmiş elit ile halk arasında bir uçurum mevcut. Bu konuyu anlamak için tüm değişkenlerle güç sarf etmek gerek. Başörtülü bazı kadınlar, modernlik açısından bazı laik kadınlardan daha öndeler. Çünkü devlet otoritesine -Kemalizm her şeye rağmen biraz otoriter, laikliği biraz fazla radikal- ve kendi toplumsal geleneklerine karşılar. Bu bireyselleşme süreci, çok çeşitli kişisel tercih ve değişik türde başörtüleri ile bizi şaşırtıyor, ancak iyi bir sinyal. Üniversitelere girmeleri engellenen bazı başörtülü öğrenciler, Heidegger ve Derrida'nın düşkün okuyucuları. Bunları, eşlerini izleyen modernlik öncesi geleneksel diğer kadınlarla aynı sepete koyamayız. Bu kadınlar arasında ayrıca güçlü bir feminist akım bulunuyor. Bunları daha yakından tanımaya, ciddiye almaya ve özellikle küçük görmemeye çalışmak lazım.

LABAKİ: Ya Türk diasporasındaki, Batı Avrupa ülkelerinde göçmenlerin başörtüsü...

BUMİN: Değişik olabilir. Ancak her defasında "boyun eğmiş kadın" anlamına gelmiyor. Fransa'daki durumu daha iyi tanıyorum. Oradaki cumhuriyetçi ve laik tutum, genç kızların okula girmelerini engellemek ve mollalara eğitime göndermek yerine, okulun bütünleştirici gücüne ve güvene dayalı olmalı.

 

FRANSA BASINI

LE FİGARO: "ASKERLERİN YENİ TALEPLERİ TÜRKLERİ KAYGILANDIRIYOR"

PARİS, 10/10(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro gazetesinin 10 Ekim 2008 tarihli sayısında, Laure Marchand imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

--Ordu, Kürt Direnişçilerle Mücadele Çerçevesinde Manevra Alanının Genişletilmesini Talep Ediyor. Ancak Bu Talebi Ülkenin Avrupa Birliği Standartlarına Uyumu Konusunda Kaydedilen İlerlemeleri Bozabilir--

Oylama sadece bir formaliteydi. Türk Silahlı Kuvvetlerine PKK'ya karşı Kuzey Irak'ta operasyon düzenleme yetkisi veren tezkere, 18'e karşı 511 oyla milletvekilleri tarafından önceki gün bir yıl daha uzatıldı. Ancak Silahlı Kuvvetler, Kürt direnişçilerin geçen hafta bir karakola düzenlediği ve 17 askerin öldüğü saldırıdan bu yana terörle mücadele adına daha fazla imtiyaza sahip olabilmek için hükümet üzerindeki baskısını artırdı.
Çarşamba günü ise ülkenin en yoğun Kürt nüfuslu şehri Diyarbakır'daki bir otobüse düzenlenen saldırıda dört polis memuru ile bir şoförün ölmesi, ordunun yetkilerinin artırılmasıyla buna karşı çıkanlar arasında yaşanan gerginlikleri bir parça daha artırdı.
İnsan hakları dernekleri, Türkiye'nin Avrupa Birliği ile müzakere çerçevesinde kaydettiği demokratik ilerlemelerin tehlikeye düşmesinden kaygılı.
Kuzey Irak'ta PKK'nın Türk topraklarına sızmasını önleyecek bir tampon bölgenin oluşturulması, sınır ötesi operasyon... Terörle Mücadele Yüksek Kurulu dün, PKK'nın son faaliyetlerine karşı askeri taarruz hesaplarına başladı. Ancak generallerin toplantı sırasında başka talepler de masaya yatırması bekleniyordu. Medyaya göre ordu, gözaltı süresinin uzatılması, polis kontrolü altındaki bölgelere müdahale ve savcılık izni olmadan arama yapma yetkisi talep ediyor.

--Olağanüstü Hal--

Ordunun taleplerinden ikisi karşılandı. Ancak Başbakan Erdoğan, ne kadar Türkiye'nin "demokrasi, insan hakları ve özgürlükler konusunda geriye dönüş yaşamayacağı" açıklamalarıyla ortalığı rahatlatmaya çalışsa da, pek çok gözlemci ufukta olağanüstü hali seziyor. 1980-90 yılları arasında 37 bin kişinin hayatına mal olan ordu ile PKK arasındaki savaş sırasında yoğun Kürt nüfuslu bölgelerde başlatılan olağanüstü hal uygulaması, ancak 2002 yılında tamamen sona ermişti.
"Askerlere bu denli geniş manevra alanı tanınmasının neticeleri biliniyor. Güneydoğu 1990'lı yıllarda cinayetlere, insanların kayıplara karışmasına ve köylerin boşaltılmasına sebep oldu" diyen Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Yavuz Önen, "Ordunun taleplerinin karşılanması temel hakların sınırlandırılmasına yol açacaktır, ki bu da bir geriye dönüştür" diye sözlerine devam ediyor.
Türk adalet sistemi, 2002 ila 2004 yıllarında Mecliste kabul edilen iki reform paketiyle AB'nin demokratik standartlarına yakınlaştırıldı ve bu kapsamda terörle mücadele kanunuyla ordunun yetkileri sınırlandırıldı.
Ancak halk arasında milliyetçi çevrelerde Türk yasalarının AB yasalarına uyumunun PKK'nın yararına olduğu düşüncesi yaygınlaşıyor. Hükümet, 2006 yılında Kürt örgütün kanlı saldırılarının hız kazandırmasına karşı Genelkurmayın baskılarına yenilmiş, Terörle Mücadele Kanunu'na değişiklik getirilmişti. Sonraki yıl ise bu kez yetkilerini artırma sırası polisteydi. TESEV adlı düşünce grubunun demokratikleşme programının sorumlusu Volkan Aytar, "Güvenlik güçleri bir kez daha yetkilerinin genişletilmesini istiyor. Ancak buna daha önce sahip oldular" diyor.
Hükümet için ordunun başlattığı bu güç savaşı, ters bir zamana denk geliyor. Zira, Avrupa Komisyonunun Türkiye'nin Avrupa Birliği ile müzakereler çerçevesindeki ilerlemelerine ilişkin raporunu kasım ayında yayımlaması bekleniyor.

AFP: "İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ... ORHAN PAMUK TÜRK HÜKÜMETİNE YİNE YÜKLENDİ"

FRANKFURT, 14/10(AFP)(BYE)--- Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Türk yazar Orhan Pamuk, bugün Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de katıldığı Frankfurt Kitap Fuarı'nın açılışında Türkiye'yi ifade özgürlüğünü kısıtlamakla suçladı.
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise Türkiye'nin artık Avrupa Birliği'nin ifade özgürlüğü ve kültürel farklılıklara riayet konularındaki taleplerin büyük bir bölümünü yerine getirdiğini belirtti
Gül, "Henüz tam bir başarı değil" dedi ve "Daha yapacağımız çok şeyimiz var" açıklamasında bulundu.
Gül ayrıca, Orhan Pamuk'a Türkiye'nin kültürel olarak tanınmasına sağladığı "katkıdan" ötürü "teşekkür etti" ve "Onunla gurur duyuyoruz." dedi.
Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier ise "İfade özgürlüğünü sağlamak yalnızca yasalarla yapılacak şey değil, zihniyetin de değişmesi gerekir. Türkiye'nin daha hâlâ gidecek yolu olduğunu biliyoruz. Ancak onu desteklemek gerekir." şeklinde fikir belirtti.
Steinmeier, Türkiye'nin AB'ye girmesine olan desteğini yineledi ve "Türkiye'nin Avrupa'ya entegrasyonu olmaksızın Almanya'daki entegrasyon politikasının başarılabileceğini tahayyül edemiyorum." şeklinde konuştu.

 

İNGİLTERE BASINI

REUTERS: "TÜRKİYE... KABİNEDE DEĞİŞİKLİKLER OLABİLİR. POLİTİKALAR AYNEN DEVAM EDECEK"

ANKARA, 10/10(REUTERS)(BYE)--- Ibon Villelabeitia bildiriyor:

Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın kabinede değişiklik yapması bekleniyor, ancak uzmanlar, ekonomi politikalarında büyük değişikliklere gidileceğini sanmıyor.
Türk medyasında, maliye ve enerji bakanlarının değiştirileceğine dair haberlere karşın, uzmanlar, bu değişikliklerin Avrupa Birliği üyeliğini güvenceye almak için gereken reformlarda herhangi bir güçlük yaratmasını beklemiyor.
Raymond James'ten Özgür Altuğ şöyle diyor: "Küresel kriz piyasaları vururken, farazi bir kabine değişikliğinin hükümetin makro ekonomik politikalarında bir değişikliğe yol açmasını beklemiyoruz. (...) Erdoğan, mali politikaya bağlı kalmanın faydalarının farkında ve Maliye Bakanı değişse bile yeni bakan da maliye politikasına bağlı kalacaktır."
Türk medyasından ve hükümetten kaynaklar, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Enerji Bakanı Hilmi Güler ve Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in değiştirilebileceğini belirtiyorlar.

--Uzlaştırıcı Jest--

Erdoğan, din ve eğitim konusunda tartışmalı beyanatları laik kesimi öfkelendiren Çelik'i görevden alırsa, bu hareketinin uzlaşmacı bir jest olarak yorumlanması ümidinde.
Eurasia danışmanlık grubundan Wolfango Piccoli, "Çelik'in değiştirilmesi, laiklerin hükümete karşı bazı endişelerinin yatışmasına yardımcı olabilir ve olumlu bir adım olarak görülebilir, ancak yerine kimin geleceğini bekleyip görmemiz gerek" diyor.
Erdoğan'ın yakın arkadaşı olan Maliye Bakanı Unakıtan, ağır suçlamalara hedef oldu. Unakıtan, başbakan yardımcısı ve ekonomi koordinatörü Nazım Ekren'in yükselişe geçmesiyle etkisini bir ölçüde yitirdi.
Unakıtan'ın gidişi, mart ayında yapılacak olan yerel seçimler öncesi AK Parti'nin sicilini düzeltmeye yönelik bir girişim olarak görülüyor.

--AB Müzakerecisi--

Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan Türkiye 2005 yılında AB ile üyelik müzakerelerine başladı, ancak o tarihten bu yana reform sürecinde bir yavaşlama oldu ve müzakereler de yavaş ilerledi.
Bir süredir AB ile bağlantılarda sönük kalmakla eleştirilen Babacan, Kafkaslar ve Orta Doğu meseleleriyle meşgul.
Erdoğan, yeni bir AB koordinatörü atamak suretiyle Brüksel'e, hükümetinin AB üyelik girişimini teşvik etme konusunda ciddi olduğunu göstermeye çalışacak.
Erdoğan'ın dış işleri konusunda danışmanlığını yapan ve İngilizce ve Fransızca'yı akıcı biçimde konuşan Egemen Bağış'ın, Babacan'ın yerine geçecek muhtemel isim olduğu konuşuluyor.

 

KIBRIS RUM BASINI

POLİTİS: "DİMİTRİS HRİSTOFYAS VE AB"

LEFKOŞA, 15/10(BYE)--- Bağımsız, liberal eğilimli Politis gazetesinin 15 Ekim 2008 tarihli sayısında DİSİ Başkan Vekili Nikos Tornaridis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

AB'nin Kıbrıs sorunundaki çözüm çabalarına katılımı, gerekli bir siyasi harekettir. Bu, genel siyasi tez olarak sık sık çeşitli siyasi güçler tarafından sunulmaktadır, ancak gerçekte kayda değer hiçbir şeyin yapılmadığını görüyoruz. Kıbrıs sorunundaki bugünkü veriler ışığında, diyaloğu canlandırabilecek ek faaliyetler yapılması ve olumlu sonuç elde edilmesi için uluslararası gücün diyaloğa gerekli desteği vermesi lazımdır. Kıbrıs'ın adil ve kalıcı bir çözüme ulaşması yönündeki çabalara yeni güçler katması için hâlâ zamanı vardır.
Üç düzeyde aşağıdaki faaliyetleri öneriyoruz:

A- Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak bir AB Temsilcisi atanmasını. AB'nin diğer uluslararası sorunlarda temsilcilerinin olması ve üye devleti olan Kıbrıs'ın işgal ve istila sorununda temsilcisinin olmaması anlamsızdır. Elbette bu sadece Birlik üyesi olduğumuz için kendiliğinden olmayacak. Kıbrıs'ın öneri yapması, Komisyonla ve AB içinde etkili söze sahip olan bazı güçlü devletlerle istişarelerde bulunması gerekmektedir.
B- AB'den uzmanların ve teknokratların Kıbrıs sorununa ilişkin müzakerelerde yer alıp bir dizi mesele hakkında görüş belirtmeleri gerekmektedir. AB'nin teknokratlarının AB'nin uygulamaları konusunda ilgili tarafları bilgilendirmesi çok önemlidir.
C- 5 Kasım 2008 tarihinde Türkiye'nin AB ilerleme raporu açıklanacak. Dolayısıyla üye devletler bu sürede mantıken metinde uzlaşmaya varmak amacıyla düşünce alışverişinde bulunuyor. Aralarında Kıbrıs'ın da bulunduğu 27'ler, Komisyon raporu temelinde Türkiye'nin adaylığının performansını değerlendirecekler ve aralık ayında sonuç bildirgesine oy birliği ile karar verecekler. O hâlde soruyorum: Kıbrıs bu rapordan ne istemektedir? Kıbrıs sorununun özünün, Türkiye'nin Avrupa süreciyle bağlantılı olabilmesi için hangi talepleri sunacak? Kıbrıs'ın bu konuda bir görüşü var mı, eğer varsa, bu görüşler nelerdir?

Ne yazık ki Dimitris Hristofyas'ın AB'ye, Kıbrıs sorununa ilişkin söz ve rol verme konusunda isteksiz olduğunu görmekten üzüntü duyuyorum. Benim sorum herkesin sorusudur: Cumhurbaşkanı ve AKEL Genel Sekreteri neden çözüm çabalarında AB'nin role sahip olmasını istemiyor? Mademki Avrupa ailesinin içindeyiz, onu rahatsız eden şey nedir?

YUNANİSTAN BASINI

ETHNOS: "TÜRKİYE VE AVRUPA"

ATİNA, 09/10(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 9 Ekim 2008 tarihli sayısında, Marilena Kopa imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

5 Kasım'da Amerika'daki seçimlerden bir gün sonra, Avrupa Birliği Türkiye ile ilgili yıllık raporunu yayımlayacak. Basındaki haberlere Amerika'daki seçimlerin sonuçları hakim olacak olsa da, bu rapor büyük önem taşımaktadır. Bunun nedeni de, son yıllarda ülkenin Avrupa üyelik sürecine ilişkin eğilimlerinin netleşecek olmasıdır.
Yaz mevsimine kadar AB'de Türkiye ile ilgili ortam olumlu değildi. Yeniliklerin yapılmasındaki büyük gecikmeler, insan haklarının korunmasındaki ciddi sorunlar ve Kürtlerle süre giden sorunlar, ülkenin AB üyesi olmayı başaramayacağını veya olmak istemediğini gösteriyordu. Ancak bu süreci asıl yavaşlatan konu, Yüksek Mahkemenin, iktidar partisi AKP'nin faaliyetlerinin yasal olup olmadığını inceleme altına almasıyla, siyasi sistemde meydana gelen büyük kriz oldu. İnceleme sonunda "yasal olduğuna dair" alınan nihai karar, bu olumsuz görüntüyü hafifletti.
Avrupa, Türkiye'ye olan ilgisini yavaş yavaş kaybetmeye, komşumuz ülkenin karmaşık durumlarını ve zaaflarını bünyesine katma olasılığını reddetmeye başladı. Öte yandan, Bükreş'teki NATO Zirvesinden hemen sonra, Gürcistan ve Ukrayna, AB'nin ilgisini çekmeye başladı.
Türkiye, AB sürecinden uzaklaşmış görüntüsündeydi. Ancak Gürcistan'daki kriz ve kriz sonrası ortam bu görüntüyü değiştirdi. Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan, olağanüstü bir çabukluk sergileyerek, çatışmaların bitiminden birkaç gün sonra Brüksel'e gidip Karadeniz bölgesinde istikrarın sağlanmasına yönelik son derece iyi hazırlanmış bir plan önerdi. Aynı zamanda, Türkiye'nin bölge ülkeleri arasında arabuluculuk rolü oynayarak, bu plana hizmet edebileceğini ifade etti.
Bu girişim, Batı'nın Türkiye'ye olan ilgisini yeniledi. Türkiye bu krizle, AB için olduğu kadar, ABD için de kritik bir ortak ve müzakereci, Batı siyasetçilerinin istikrarsız Kafkasya bölgesine ulaşımını sağlayacak kanal haline geldi. Türkiye, AB ile ilişkilerindeki zor bir dönemde, en büyük avantajını, yani Doğu ile Batı arasındaki konumunu ve Kafkasya ülkeleriyle imtiyazlı temaslarını ortaya atarak, farklı bir girişimde bulundu.
Bugüne kadar, AB üyeliği perspektifini politikasının merkezinde en fazla bulunduran bir hükümetin, AB'de gittikçe yoğunlaşan kuşkularla karşı karşıya kalması gerçekten mantık dışıdır. AB üyeliği olasılığı, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan için, AKP'nin Türk toplumuna hakim olmasındaki mucizevi formül oldu. Öyle ki, bunu (ilk dönemi dışında) Kemalizm dahi başaramadı. Şimdi Kafkasya'daki kriz komşumuza, Batı'nın öncelik vereceği temel oyuncu olabilmesinde altın bir fırsat sunuyor. Türkiye'nin bu kartı en iyi şekilde değerlendirip, AB pasaportu haline getirmesi bekleniyor.

APOYEVMATİNİ: "'İSKEÇE TÜRK BİRLİĞİNE' İLİŞKİN DAVA REDDEDİLDİ"

ATİNA, 13/10(BYE)--- Tirajı günde 14.923 olan Apoyevmatini gazetesinin 13 Ekim 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Yunanistan'ın, "İskeçe Türk Birliği'nin" faaliyetini yasaklama kararının haksız olduğu (27 Mart 2008) gerekçesiyle AİHM'e itiraz başvurusunun sonuç vermemesi, olumsuz bir gelişme olarak nitelendirildi. AİHM, bu kararıyla Trakya Müslümanlarına, dernek isimlerinde "Türk" nitelendirmesini kullanma hakkı tanıyarak, ülkemizi 16 bin avro para cezasına çarptırdı.
Diplomatik kaynaklar dün, AİHM'in kararına saygı duyulduğunu, ancak gelecekte yol açabileceği nedenler göz önünde bulundurularak, Trakya'daki Müslüman azınlığın "dini" değil, "milli" azınlık olarak tanınması yönünde sürekli çaba gösteren Türkiye'nin, bu kararı değerlendirme şekline ilişkin kaygılarını dile getirdiler. Bu davanın 25 yıldan bu yana Yunan ve uluslararası mahkemelerde görüldüğü, bu süre içinde de bölgedeki söz konusu "Türk" derneklerinin, Ankara'nın Trakya'daki "kolu" olarak, faaliyetlerine ara vermediği ifade ediliyor.

 

İSVİÇRE BASINI

NEUE ZÜRCHER ZEITUNG: "AVRUPA'NIN KAPISINDA KAMPLARA AYRILMIŞ ÜLKE"

BERN, 10/10(BYE)--- Tirajı günde 143.800 olan Neue Zürcher Zeitung'un 10 Ekim 2008 tarihli sayısında, Michael von Ledebur imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

--Türkiye'ye Yeni Bir Bakış--

Türkiye'de son yaşanan olayları ortak bir payda altında toplamak zor. Temmuz ayında ülke, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın partisi AKP'ye karşı açılan kapatma davasını tartışıyordu. Aynı sıralarda bir savcı, bağlantıları üst düzey ordu çevrelerine kadar ulaştığı iddia edilen Ergenekon isimli sözde bir suikast örgütüne karşı soruşturma açmıştı. Ağustos ayında, Gürcistan'daki savaş Türkiye'nin jeostratejik önemini hatırlattı ve ülkenin Avrupa'ya ait olup olmadığı sorusunu tekrar gündeme getirdi. Bir hafta kadar önce, Güneydoğu Anadolu'da yasaklı Kürdistan İşçi Partisi (PKK) kanlı bir saldırı düzenledi ve bu da Türk milliyetçiliği dalgasını beraberinde getirdi.
Haberler, ülkenin çelişkili durumundan söz ediyor. Amalia van Gent, bu çelişkilere kitabında coğrafî bir metaforla yaklaşıyor, Türk toplumunda var olan "kırılma noktalarını" araştırıp ortaya çıkarıyor. Yaklaşık 20 yıldır NZZ İstanbul muhabiri olan Van Gent, kavramı kendi anlamı içinde de olmak üzere değişik alanlarda kullanıyor. Tektonik bir kırılma hattı üzerinde de bulunan Türkiye, yıkıcı bir deprem tehlikesiyle karşı karşıya. İlk bakışta metafor toplumsal çelişkilere ve sosyal, etnik ve dinsel bağlamda heterojen olan bir devlet toplumunun zorlu kimlik arayışına bakışı kolaylaştırıyor.
Bu ayırıcı çizgiler, sadece ekonomik anlamda başarılı bir elit ve daha az zengin toplumsal tabakalar arasında yaşanmıyor, aynı zamanda Müslüman çoğunluk ve gayrimüslim azınlık arasında, Sünnilerle Aleviler arasında, Türkler, Kürtler ve Ermeniler arasında da yaşanıyor. Cumhuriyet'in kurucusu Kemal Atatürk'ün bu çeşitliliği laik-milliyetçi bir kalıba sıkıştırma denemesi başka bir kırılma çizgisi daha yarattı. Çizginin bir tarafında radikal bir modernleşmenin savunucuları, diğer tarafında dinden daha güçlü bir şekilde etkilenen toplum tabakaları.
Bu karşıtlık, yakın zamanda daha da büyüdü. Erdoğan'ın ılımlı İslamcı AKP'si güçlendi ve içinden hem hükümet başkanını, hem cumhurbaşkanını çıkardı. Aynı zamanda Mecliste de büyük çoğunluğa sahip. Kendisini Kemalist mirasın koruyucusu olarak gören ordu, kendisini savunmaya zorlanmış hissediyor. Askerî darbe -1945'ten beri beşinci olurdu- tehlikesi gündemde. Şayet olursa, herhalde İslamcılığa karşı savunma şeklinde haklı çıkarılmaya çalışılır. Fakat liberal gözlemciler, AKP'den ülkeyi Avrupa Birliği üyeliği istikametine yönlendirecek reformlar bekliyorlar. Van Gent, Erdoğan ve yandaşlarının Avrupa Birliği'nin din ve inanç özgürlüğü konusundaki talebiyle, Kemalistlerle olan çekişmelerinde kendilerine bir müttefik olduğunu anladıklarını yazıyor. Parti, eğer geçen temmuz ayında kıl payı atlatılan kapatma davasından doğru çıkarımları yaparsa, bir zamanlar sahip olduğu reform isteği geri gelecektir. Bu reformların, özellikle de Avrupalı milletlerin, Türklerin AB'ye girme isteğine soğuk tepkiler vermesiyle gevşek ilerlediği belirtiliyor.
Van Gent, Kemalistler ve siyasi İslam'ın temsilcileri arasındaki çekişmeye, geri kalan kırılma noktalarında uyguladığı gibi, daha sonradan tarihsel çerçeveye ışık tutabilmek için şimdiki zamandan bakıyor. Geriye bakışı Osmanlı İmparatorluğuna kadar ulaşıyor, ancak kitabın merkezinde, yazarın orada tanık olarak yaşadığı 20 yıl var. Analizlerini, politikacılarla kişisel buluşmalarında, Kürt iç savaşı bölgelerine ziyaretleri ve röportajları izliyor. Bu röportajlar, aynı zamanda günlük hayattan da -Doğu mutfağı gibi- bahsediyor. Ara sıra hızlı perspektif değişikliği yorucu olsa da, yazar konuya yeni bir giriş yapmayı başarıyor.
Van Gent, Türkiye'nin kimliği sorusunu, ülkenin Avrupa'ya mı Asya'ya mı ait olduğu sorusunu "Türkiye ile, meslekî anlamda yaklaşık 20 yıl ilgilenmesinden sonra bile" yanıtlayamıyor. Kitabını İstanbul Boğaz Köprüsü'nde sonlandırıyor ve yeniden coğrafî bir metafor kullanıyor: Avrupa ve Asya'yı birbirine bağlayan köprüde şiddetli rüzgârlar esiyor. İnsan köprü üzerinde yerleşik olamayacağına göre, bir tarafa geçmek durumunda kalacaktır.
Amalia van Gent: "Leben auf Bruchlinien. Die Türkei auf der Suche nach sich selbst." Rotpunkt Yayınevi, Zürih 2008. 300 sayfa, 38 Fr., 24 Avro.

NEUE ZÜRCHER ZEITUNG: "BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ"

BERN, 13/10(BYE)--- Tirajı günde 143.800 olan Neue Zürcher Zeitung'un 13 Ekim 2008 tarihli sayısında, Carsten Hueck imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun özet çevirisi şöyledir:

--Türk Yazar Mario Levi İstanbul'daki Topluluğu ve Yalnızlığı Anlatıyor--

Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyeliği konusunda yıllardır süren tartışmalarda her zaman Türkiye'nin gerçekten de Avrupa'ya ait olup olmadığı sorusu sorulur. Kültür ve uygarlığının Avrupa ile uyumlu olup olmadığı sorgulanır. Türk Edebiyatı bağlamında buna çabucak evet denilebilir. 2.500 yıl önce İlyada bile eseri ve şahsıyla Avrupa'yı Asya ile birleştirmişti. Nobel ödüllü edebiyatçı Orhan Pamuk da romanlarında doğal ve orijinal bir biçimde doğu ve batı etkilerinin sentezinin olasılığını kanıtlıyor.
1957 yılında İstanbul'da doğan Türk yazar Mario Levi de benzer zenginlikte, Avrupalı edebiyatın anlatım tekniklerini ve teorilerini barındıran bir diyalogu yürütüyor. Büyükannelerinin dili Fransızca ve Latince'ydi, anne ve babasının ise Türkçe. İspanyol Yahudisi bir ailenin torunu olan Levi, İstanbul'da Fransız lisesine gitti. Jacques Brel hakkında bir biyografinin yanı sıra çok yönlü, edebiyat ödülleriyle onurlandırılmış yazar kısa hikayeler, denemeler ve romanlar yazdı. Ana romanı "İstanbul Bir Masaldı" artık Almanca'ya da çevrilmiş durumda.
Şair Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun bir şiiri şöyledir: "İstanbul deyince aklıma martı gelir, yarısı gümüş yarısı köpük, yarısı balık yarısı kuş. İstanbul deyince aklıma bir masal gelir, bir varmış bir yokmuş" dizeleri çelişik duygu deneyimlerini içinde barındıran bu şiir, Mario Levi'nin anıtsal nitelik taşıyan, bireysel yaşamlara ayrılmış İstanbul anlatımları ve İstanbul'da yaşayan Yahudilerin anlatımları için bir slogan olarak algılanabilir. İspanya'dan 1492 yılında sürüldükten sonra Yahudiler Boğaz'da yeni bir vatan buldular ve sonra Doğu Avrupalılar da buna katıldı. 16. yüzyılda 44 sinagog Osmanlı İmparatorluğu'nun başkentine yerleşmelerine tanıklık etti. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Müslümanlar, Türkler... Halkların çeşitliliği şehirde eşine rastlanmayan bir manevi kültürel bir atmosfer yarattı.
"İstanbul Bir Masaldı" birçok anlama gelebilir: Rüya, yanılgı, sağlam bir dünyanın vaadi. Levi bütün bu motifleri işliyor. Kübist bir ressam gibi, fakat daha yumuşak ve ince bir anlatımla şehir ve yaşam formlarının çeşitliliğini gözler önüne seriyor. İstanbul, hem orada yaşayanların özlemleri ve acılarının bir yansıması hem de rüya ve umut şehri, çocukluk hatırası, sıcaklık ve şefkat vaadi olarak romana yansıyor.
Türkiye'de Levi'nin romanı 1999 yılında yayımlandı. Orhan Pamuk'un "İstanbul" adlı romanından dört yıl önce. Pamuk, kendi perspektifini ön plana çıkarıp, tarihi olaylar, sayılar ve fotoğraflarla alıntılarken, Mario Levi 50 kahramanının iç ve dış devinimlerini "ben" anlatıcısıyla sergiliyor. İstanbul efsanelerle bir anlatım alanına dönüşüyor. Evler, kokular, sesler, konuşmalar, tarih; hepsi bir. Yazar, özgürce, detayları vererek, duyguyla bakış açılarını değiştiriyor ve doğunun sözel anlatım geleneğini organik olarak postmodern edebiyatla uyumlu hale getiriyor. Levi, sanatıyla, kendine özgü inceliğiyle Joyce ve Jabes gibi yazarlara özgü marifetiyle, bilgeliğiyle, insan sevgisiyle övülmeyi hak ediyor.
Levi daha sonra Pamuk'un da yaptığı gibi, İstanbul ve "hüzün" arasındaki sıkı ilişkiyi vurguluyor. Bu melankoli ya da acı gibi kelimelerle açıklanamayacak, Portekizce "saudade" sözcüğüne yakın bir yaşam duygusu. "Hüzün", kaybın ve kifayetsizliğin bir ifadesi. Yok edilemeyen fanilik, veda ve en derin yalnızlık tecrübesi. "Hüzün" sadece Levi'nin "ben" anlatıcısının sadık eşi değil, aynı zamanda İstanbul'a da bağlı: Özellikle de orada yaşayan Yahudilerin ayrılıkları, kaçışları, sürgünlerinin yankısı.
Roman basitçe okunacak bir edebi eser değil. Franz Hessel'in kitapları gibi keşfedilmeli. Hızlıca bir fikir sahibi olmak isteyen, tekil motifleri yakalamak ya da yaşam çizgilerini tanımak isteyenler, Boğaz'da yüzme bilmeyen biri gibi boğulacaktır. Romana kendini vermekten başka çare yok.
"Ben" anlatıcısının, karakterlerin yaşamını anlatması, onların bütünlük arz etmeyen yanlarını ortaya çıkarıyor. Sonunda söylemek istediği şu: "Bu sözlerle bu insanlara geri dönebilirim. Bu insanlara yeniden 'anlat bana' diyebilirim. Bütün yerleri, zamanları ve insanları anlat. Bana inanabileceğim yeni bir hikaye anlat."
Bu yalvarıp yakarma, Yahudi soykırımının arka planında anlam kazanıyor. Acıların ve aşk hikayelerinin gösterilmesinin yanında, romanda yüzyılın hikayesi de anlatılıyor. İstanbul'a sürgünler geliyor. Viyana'dan eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun eski bir subayı da geliyor. İspanya İç savaşıdan bir gazi romanın gizli kahramanı Mösyö Jacques'i getiriyor. Yahudi soykırımı hakkındaki bilgiler bütün romanda görünmez bir mürekkeple yazılmış. Bu "'ben' anlatıcısının" tekrar tekrar anlatma isteğini de açıklıyor: "Hikayeler birinden diğerine aksın diye. Bütünüyle ölmesinler diye, aksine bir şekilde korunabilmeleri için."
Mario Levi bu eşsiz romanıyla Walter Benjamin'in dürüst bir biçimde bir şeyler anlatan insanlarla karşılaşmanın giderek zorlaştığı ve deneyim paylaşmanın seyrekleştiği bulgusunu yalanlıyor. "İstanbul Bir Masaldı" çoklu bir davet: Barbara ve Hüseyin Yurtdaş'ın çevirisinde de görüldüğü gibi dilsel mimarisinin orijinalliği nedeniyle edebiyat meraklılarına. Yahudi Mario Levi, Türkçe'sini birleştirici unsur olarak sunduğu için, Müslüman çoğunluk toplumuna. Ve, yazarları Stefan Zweig, Robert Musil ya da Marcel Proust Mario Levi'nin şarkısına eşlik ettikleri için Avrupa'ya.

 

ABD BASINI

AP: "TÜRKİYE ASİLERLE MÜCADELE ÖNLEMLERİNİ TARTIŞTI"

ANKARA, 09/10(AP)(BYE)--- Suzan Fraser bildiriyor:

Türkiye'nin liderleri bugün, bazıları Kuzey Irak'taki asi üslerinden gerçekleştirilen saldırılardaki artışın ardından, ordunun Kürt asilerle savaş yetkilerinin artırılmasını tartıştı.
Türkiye parlamentosu zaten dün, ordunun Kuzey Irak'taki Kürt asilere karşı, sınır ötesi kara harekatları da dahil operasyonlar düzenleme yetkisinin süresini uzatma kararı aldı.
Ancak, ordu Kürdistan İşçi Partisi (PKK) asileri ile savaşma yetkilerinin artırılmasını istedi. Bugünkü toplantıda ordu ve polisin başvurabileceği seçeneklerin genişletilmesi konusuna odaklanıldı.
Güvenlik yetkilileri, asi saldırılarındaki artışa Türkiye'nin terörle mücadele yasasının, AB tarafından şart koşulduğu şekilde -kendi deyimleriyle- yumuşatılmasının neden olduğunu söylediler. Yetkililer, değişikliklerin PKK ile savaşma yeteneklerini kısıtladığını söylediler.
Türk liderler uzun zamandır, Irak'ın Kürt liderlerini asiler için barınak sağlamakla suçluyorlar. Dışişleri Bakanı Sözcüsü Burak Özügergin, sınır ötesinden destek çağrısında bulundu.
Özügergin, "Türkiye Kuzey Irak'tan teröre karşı savaşta daha fazlasını bekliyor. (17 askerin öldürüldüğü) Saldırının gerçekleştirildiği ağır silahlar, terör örgütünün bölgedeki eylemlerini devam ettirebileceğini gösteriyor" dedi.
Sözcü ayrıca, Avrupa ülkelerini aranan militanları iade etmeyi istememekle eleştirdi. Özügergin, "PKK teröristleri bazı AB ülkelerinde başıboş dolaşmaktadır. İkamet ve seyahat hakları verilmektedir. Daha etkili, daha somut işbirliği bekliyoruz" dedi.

ASBAREZ: "TÜRK MUHALİF AB'NİN TÜRK AYDINLARINA SIRT ÇEVİRMESİNİ ELEŞTİRDİ"

ANKARA, 10/10(BYE)--- ABD'de İngilizce-Ermenice yayımlanan Asbarez gazetesinin 9 Ekim 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:

Avrupa Ermeni Federasyonu (EAF), ünlü Türk muhalif yayıncı Ragıp Zarakolu'nun bazı Avrupalı yetkililerle üst düzey görüşmelerde bulunmak için kısa süre önce Brüksel'de olduğunu bildirdi. Zarakolu bu görüşmelerde, AB'nin, Ermeni soykırımını tartışmayı suç sayan bir kanun uyarınca yargılanan Türk aydınlarına sırt çevirmesini eleştirdi.
EAF tarafından düzenlenen görüşmeler çerçevesinde Avrupa Komisyonu üyeleri, Fransız Dönem Başkanlığından temsilciler ve Avrupa Parlamentosu üyeleriyle bir araya gelen Zarakolu, AB'nin, Türkiye'de ifade özgürlüğünün giderek daha da gerilemesini kınanamamasını yerdi.
Türkiye'nin Terörle Mücadele Yasası'ndaki bazı maddelerin, özellikle de Kürt meselesinde, medyaya karşı kullanılmaya başladığını söyleyen Zarakolu, Yasa'nın 301. maddesinin "demokrasiye tamamıyla aykırı olduğunu ve yürürlükten kaldırılması gerektiğini" ifade etti.
Zarakolu, ayrıca Türk hükümetinin, Türkiye'nin uluslararası imajına zarar verme riski olduğunda bu kovuşturmalara izin vermeyip, Batı ülkelerinde pek tanınmayan aydınlara karşı yürütülenlereyse izin veren oportünist politikasını da eleştirdi.
Bu görüşmeler boyunca, AB'ye ilkelerinde daha katı olup Türkiye'den somut adımlar talep etmesi çağrısında bulunan Zarakolu, Birliğin, Türkiye'ye karşı "daha katı bir yaklaşım benimsemesi" gerektiğini ekledi.

AZERBAYCAN BASINI

ZAMAN: "YENİ DÜNYA DÜZENİNDE AVRUPA-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ"

BAKÜ, 09/10(BYE)--- Tirajı 6.000 olan ve haftada üç kez yayımlanan iktidar eğilimli Zaman gazetesinin 9 Ekim 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında ve ARI Brüksel Temsilcisi Demir Murat Seyrek imzasıyla yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

3 Ekim 2005 tarihinden sonra belirsiz bir şekilde ve pek çok problemin gölgesinde başlayan Türkiye-Avrupa Birliği tam üyelik müzakerelerinin üzerinden 3 yıl geçmesine rağmen, fazla yol katedilemedi. Bunun ötesinde müzakere edilecek konuların gündeme getirilmesiyle ilgili sorunlar, siyasi belirsizlikler, Avrupa'daki siyasi değişimler ve bunların sonucunda ortaya çıkan karşılıklı güven kaybı, müzakereleri neredeyse durma noktasına getirdi. Yapılan açıklamalarda müzakerelerin devam ettiği ve tam üyelik yolunda ilerlemenin sağlandığı söylense de, aslında bu müzakerelerin, kapalı kapılar ardında bazı uzmanlar tarafından değil, daha farklı bir şekilde yapılması gerekiyor. Toplumlar kaynaşmadığı müddetçe, sürecin, kağıt üzerinde anlaşmaya vararak gerçekleştirilmesi mümkün değil. Hem Avrupa, hem de Türk toplumunun sürece destek vermesi için, her iki tarafın siyasi irade sergilemesi şart. Ancak, son 3 yıldır böyle bir iradeyi Türk ve Avrupa tarafından görmek mümkün değil. Geçtiğimiz hafta ABD'deki Marshall Vakfı tarafından yapılan anket sonuçlarına göre, Avrupa halkları arasında, Türkiye'nin AB üyesi olacağına inanç, Türkiye'dekinden daha fazla. Bu da, 3 yıllık müzakerelerin sonuçsuz kaldığını ve bu süre zarfında ne AB'nin öncelikleri arasında Türkiye'nin olduğunu, ne de Türkiye'nin öncelikleri arasında AB'nin olduğunu gösteriyor.
Türkiye-AB ilişkileri bugüne kadar umut verici olmasa da, Brüksel'den gelen sinyaller, geleceğe umutla bakmamız gerektiğini gösteriyor. Brüksel'de uzun zamandır siyasi gündemin öncelikleri arasında yer almayan Türkiye konusu; Kafkasya krizi, Türkiye'nin Ermenistan politikası ve Kıbrıs konusuyla ile birlikte gündemin üst sıralarına yükseliyor. Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye'nin stratejik rolünün azaldığını düşünen Avrupalı politikacılar, yeni bir Soğuk Savaş ve iki kutuplu küresel sistemin yeniden belirginleşmesi ile birlikte Türkiye'nin ne kadar önemli olduğundan bahsetmeye başladılar. Avrupa, bir yandan küresel ekonomik krizden etkileniyor, bir yandan da enerji güvenliği ile ilgili olarak geleceğini belirleyemiyor. Gürcistan krizi sonrası Rusya konusunda ciddi bir yaptırım kararı alamayan Avrupa, Rusya'ya ihtiyacı olduğunu artık her zamankinden daha fazla hissediyor. Dünyada güç dengesinin yeniden şekillendiği bir dönemde, "içimizde olmasın ama bize yakın olsun" düşüncesi etkisini kaybetmekte. Bugüne kadar defalarca ertelenen Türkiye'nin AB üyeliği konusu artık bir dönüm noktasına yaklaşıyor. Dünyanın sorunlu bölgeleri ile Avrupa arasında bulunan Türkiye'nin, Batı'dan bağımsız bir şekilde politika yürütmesi ve beklenen bir Rusya-Türkiye yakınlaşması, Avrupa'yı derinden kaygılandırmaya başladı. Özellikle Gürcistan krizinden sonra Türkiye'nin, Batılı müttefiklerine bilgi vermeden, bölgedeki ihtilaflarda arabuluculuk yapması ve Rusya'ya önerdiği teklifler, Avrupa'nın endişelerinde ne kadar haklı olduğunu gösteriyor. Türkiye-AB ilişkilerinin 10 yıl sonra geleceği nokta konusunda tahmin yürütenler, hiçbir şeyin değişmeyeceğini, herşeyin 1990 sonrası dönemde olduğu gibi devam edeceğini söylüyorlardı. 1980'lerde pek çok "Doğu Bloğu" devleti, kısa bir zamanda Batı dünyasının en önemli müttefikleri haline geldi. Bu ülkelerin çoğu, AB ve NATO üyesi olurken, küresel düzende dengelerin değişiminde önemli rol oynadılar. Ancak, bugün dünyada yeni bir düzen oluşmakta. Bu yeni düzende Türkiye'nin bölgedeki rolü, 1990'lı yıllara kadar olan rolünden daha etkili olabilir. Bu potansiyeli Türkiye'nin ne şekilde kullanacağı önümüzdeki birkaç yıl içinde daha net şekilde ortaya çıkacak. Avrupa ve Batı dünyası için Türkiye'nin önemi önümüzdeki günlerde daha da artacak. Güvenlik politikası, enerji stratejisi, bölge ülkeleri ile ilişkiler ve iç istikrar, Türkiye'nin bu fırsattan ne kadar yararlanabileceğini gösterecek. Türkiye, ya potansiyelini kullanarak yeni oluşan dünya düzeninde söz sahibi olacak, ya da bu fırsatı bir kez daha kaçırarak, söz sahibi olma hakkını başka devletlere kaptıracak. Bu, Avrupa için de önemli bir aşama. Bu aşamada ya Türkiye, Avrupa'dan tamamen uzaklaşacak, ya da karşılıklı verilecek stratejik bir kararla tam üyelikle sonuçlanacak entegrasyon süreci başlatılacak.

HALK CEPHESİ: "TÜRKİYE, KUZEY IRAK'TA TERÖRE KARŞI GENİŞ ÇAPLI OPERASYONLARA HAZIRLANIYOR"

BAKÜ, 10/10(BYE)--- Tirajı günde 3.000 olan muhalefet eğilimli Halk Cephesi gazetesinin 10 Ekim 2008 tarihli sayısında, Ramiz Mikayıloğlu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

TBMM, TSK'nın, Kuzey Irak'ta sınır ötesi operasyon yapmasına izin veren tezkerenin süresini 1 yıl daha uzattı. Oylamaya 529 milletvekili katıldı. 14 oy geçersiz kabul edildi. 497 milletvekilinin "evet", 17 DTP'li milletvekili ile birlikte ÖDP lideri Ufuk Aras'ın ise "ret" oyu verdiği bildirildi.
TBMM'de tezkere görüşmeleri sürerken, Diyarbakır'da kanlı bir terör eylemi meydana geldi. Polis servis aracına düzenlenen bombalı saldırı sonucunda 5 polis ve 1 teknisyen hayatını kaybederken, 18 kişi yaralandı. Olayla ilgili olarak 6 şüpheli şahıs gözaltına alındı.

--Muhalefet, Hükümeti Kararsızlıkla Suçluyor--

Tezkere konusunda Adalet ve Kalkınma Partisi, CHP ve MHP arasında fikir ayrılıkları olmasa da, muhalefet, hükümeti, teröre karşı mücadelede kararsızlıkla suçluyor. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin, AB ile ilişkilerinden, aynı zamanda ABD'den birkaç milyar dolarlık yardım beklentisinden dolayı geçen süre zarfında kararsız davrandığını düşündüğünü bildirerek, Kuzey Irak'ta bugüne kadar tampon bölge oluşturulmamasını doğru bulmadığını vurguladı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de, tampon bölge oluşturulmasına yönelik adımın atılmamasını en ciddi hatalardan biri olarak gördüğünü ifade etti ve "Zamanında böyle bir adım atılsaydı, birkaç gün önce Aktütün karakoluna yapılan terör saldırısı sonucunda 15 asker şehit olmazdı" dedi.
Başbakan Erdoğan'ın da cevabı gecikmedi. Erdoğan'ın açıklamasına göre, hükümet, TSK, tampon bölge oluşturulmasını gerek gördüğü takdirde, buna karşı çıkmayacak: "Korkarım ki, bunları söyleyenler, o bölgeleri dolaşmak için zaman bulamamışlar. Söz konusu bölgenin bazı yerlerinde coğrafi yapıdan dolayı tampon bölgeler var. Ayrıca tampon bölge oluşturulması konusunu TSK ile görüşürüz. Gerçekten de böyle bir adım atmak gerekirse, bunu yaparız."

--Hesap Verecekler--

Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, konuyla ilgili sert açıklamalarda bulundu. Gül, devletin kararlı mücadelesi sayesinde çöken ve insanlık dışı eylemler gerçekleştiren terör örgütünün, mutlaka bunun hesabını vereceğini bildirdi. Gül'ün, Finlandiya'yı ziyareti sırasında düzenlediği basın toplantısında yaptığı açıklamalar da dikkat çekici. AB üyeliği sürecinde kabul edilen kanunların, teröre karşı mücadeleyi zayıflattığı yönündeki fikirlerin yanlış olduğunu kaydeden Cumhurbaşkanı Gül, "AB üyeliği ve terörle mücadele birbirini tamamlıyor. Meclis, orduya yetki veriyor. Ancak bu, sadece nokta hedeflerine karşı kullanılabilecek bir yetki" dedi. Gül, Finlandiyalı bir gazetecinin, "Türkiye için Kürt konusu mu, yoksa AB mi önemli?" sorusunu şöyle yanıtladı: "Bu, Kürtleri bombalama kararı değil. Kuzey Irak'taki Kürtler, Saddam'ın kimyasal silah saldırısına uğradıklarında, Türkiye, sınırlarını açarak onlara destek oldu. Hem NATO hem de AB, PKK'yı terör örgütü olarak ilan etti. Dolayısıyla Kürt halkı ile terör örgütünü bir tutmamak gerek."

--Yollar, Kuzey Irak'a Götürüyor--

Hükümetin adımları, kamuoyundaki tartışmalar, terörle mücadelenin etkinleştirilmesi konusundaki müzakereler ve Gül'ün açıklamaları göz önünde bulundurulursa, Türkiye'nin, Kuzey Irak'ta PKK'ya karşı geniş çaplı operasyonlara hazırlandığı söylenebilir. Söz konusu operasyonlar, 90'lı yıllardaki gibi sadece dağlık bölgelerdeki PKK kamplarına karşı yönelecek. Operasyondan sonra Türk ordusu, Kuzey Irak'ı terkedecek.

--Batı Türkiye'yi Anlamaya Çalışıyor--

TBMM'nin, tezkere süresinin uzatılması kararını aldığı ve Aktütün ile Diyarbakır'da kanlı terör eylemleri meydana geldiği bir dönemde, Finlandiya Cumhurbaşkanı, İtalya'nın Ankara Büyükelçisi Carlo Marsili ve Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble'nin açıklamaları da dikkati çekiyor. Diyarbakır'da düzenlenen terör eyleminin, sadece Türkiye'ye karşı değil, tüm AB'ye karşı yapıldığını bildiren İtalya'nın Ankara Büyükelçisi Marsili, PKK'nın, AB'nin terör listesinde yer aldığını, ancak bunun yeterli olmadığını vurguladı.
Almanya İçişleri Bakanı Schaeuble ise, Berlin'in terörle mücadelede Ankara ile işbirliğini sürdürme konusunda kararlı olduğunu ve Roj TV'nin kapatılmasının, bunun bir örneği olduğunu belirtti.
Tüm bunlar, Batı'nın, Kafkasya'daki son olaylardan sonra Türkiye'nin bölgedeki öneminin farkına vararak, TSK'nın sınır dışı operasyon yapmasını geçtiğimiz yıl olduğu gibi tepkiyle karşılamayacağını gösteriyor.


Güncelleme: 28/11/2008 / Hit: 4,520

Copyrights © 2024 Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
Directorate for EU Affairs
Copyrights © 2024 - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Avrupa Birliği Başkanlığı