ENGLISH
  Güncelleme: 07/10/2008

2008-09-05 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

2008-09-05 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

 

DIŞ BASINDA
TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ

(21 Ağustos - 03 Eylül 2008)

 

ALMANYA BASINI

DEUTSCHLANDRADIO: "AVRUPA'DAKİ DİNİ PLÜRALİZM VE ETKİLERİ"

ANKARA, 22/08(BYE)--- Almanya'da ulusal yayın yapan Deutschlandradio'nun 22 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında, Ingeborg Breuer imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yazının çevirisi şöyledir:

--Dinin Hareketliliğine İlişkin Jena ve Erfurt Kentlerindeki Disiplinler Arası Bir Araştırma Projesi--

Dinin Avrupa'daki etkisinin günden güne zayıfladığı izlenimleri yaygın. Fakat yeni araştırmalar bunun hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Avrupa, dine karşı yoğun bir ilgi sürecinden geçiyor. İster AB'nin doğuya doğru genişlemesi olsun isterse Hristiyan dininin AB Anayasasındaki rolü gibi konular olsun, kamuoyunu dini kimlikler ve ona mesafe koyma konuları meşgul ediyor. Bu da dinin Avrupa'daki yaşam alanlarına etkisinin artarak ayrışmaya yol açacağı tahmin ediliyor.
Türkiye'nin olası AB katılımı ve Müslüman iş gücü göçü ihtimali, Avrupalı kimliğinin spesifik din ve mezheplerle bir arada olup olamayacağı sorusunu akla getiriyor. Dini plüralizm Avrupa'nın beraberliğine mi yoksa bölünmesine mi yol açacak? Avrupa hangi değerlere sahip ve bunda Hristiyanlığın rolü nedir? Ayrıca din ve devlet işlerini ayırmayan bir dine mensup Müslüman göçmenlerin Avrupa'ya entegrasyonları nasıl başarı sağlayabilir?
Jena Üniversitesi ve Meslek Yüksek Okulunun yanı sıra Erfurt Üniversitesinden araştırmacılar, Avrupa'nın farklı dini geleneklerin entegrasyonu aşamasındaki ihtilaf potansiyeli ile nasıl başa çıkabileceği sorularına yanıtlar arıyor.

DIE WELT: "TÜRKİYE AB ÜYELİK SÜRECİNE YENİDEN START VERİYOR"

BERLİN, 22/08(BYE)--- Tirajı günde 264 bin olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 22 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Boris Kalnoky imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

--131 Yasa Değişikliği İçeren Kapsamlı Reform Paketi Hazır. Ulusal Program Ordunun Yetkilerini Önemli Ölçüde Kısıtlıyor--

Ülkenin günün birinde AB üyeliğini mümkün kılması öngörülen Türk reform sürecinde neredeyse iki yıldır hiçbir gelişme olmadı. Dürüst olmak gerekirse, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan zamanında AB Büyükelçilerine, ülkesine karşı sabırlı olunmasını iletmişti. Başbakan, reform dinamiğini felce uğratacak iç siyasi engellerle karşılaşılacağını öngörmüştü. Erdoğan'ın İslami eğilimli hükümetini hiç değilse zayıflatmak isteyen, ordu ile onun devlet içindeki müttefikleri yargı ve idari makamlarla sürekli bir güç çekişmesi yaşanıyordu.
Görünürde bunun şimdilik aşılması ve AKP'nin galip gelmesiyle hükümet, AB sürecine yeniden start vermek istiyor. Bakanlar Kurulu üçüncü ve 2004 yılından beri hazırlanan ilk ulusal program taslağının hazır olduğunu açıkladı. Pakette, Türkiye'yi hedefe önemli ölçüde yaklaştırması amaçlanan, AB kurallarının üstlenileceği 131 yasa değişikliği yer alıyor. Reformların, AB'nin bir sonraki ilerleme raporunun açıklanması öncesinde karara bağlanıp bağlanmayacağı ise belli değil. Meclis, yeniden ekim ayında toplanacak. Kapsamlı yasa değişikliklerinin muhalefetle görüşülmesi öngörülüyor. Kaldı ki bazı durumlarda, AKP'nin tek başına gereken çoğunluğa sahip olmadığı anayasal değişikliklerin yapılması şart.
Pakette, teknik değişikliklerle ilgili uzun bir listenin yanı sıra, siyasi riski yüksek ve devletteki güç dengelerini kalıcı biçimde değiştirmeye elverişli değişiklikler de yer alıyor. Örneğin, gelecekte ordunun bütçesinin tamamen Sayıştayın kontrolüne tabi tutulması öngörülüyor. Ordu şimdiye dek bütçesini kendi belirlemiş ve kısmen de devletin parasından bağımsız olarak finanse etmişti. Ayrıca ordu mensubu yakınlarının bundan sonra, sivil suçlar işlediklerinde sadece askeri mahkeme tarafından yargılanma muafiyetinden faydalanamamaları öngörülüyor.
Yargı alanında da, kademeli olarak birkaç yıl sürecek kapsamlı bir reforma gidilmesi planlanıyor. Bu konuda nasıl bir yol izleneceği 2008 yılının sonuna kadar belirlenecek. Pakette, hakimler ve savcıların insan hakları ve AB standartları alanlarında sürekli olarak meslek içi eğitime tabi tutulmalarını öngören, övgüyü hak eden maddeler de var. Bir ombudsmanlık kurumu oluşturulması da planlanıyor ki bu daha önce Cumhurbaşkanı Sezer'in vetosuna takılmıştı.
Kısmen anayasal değişiklik gerektiren bu planlardan bağımsız olarak Başbakan Erdoğan, kısa bir süre önce, kapsamlı bir anayasa değişikliği ön çalışmalarının yeninden başlatılması talimatı verdi. Zira, -örneğin Partiler Yasası'nda olduğu gibi- ulusal programda öngörülen, bazı değişiklikler anayasayla kesişiyor. AB reform paketinde partilerin finansmanı söz konusuyken, Anayasa'da, partilerin gelecekte antilaik eylemleri nedeniyle yasaklanmasından vazgeçilmesi, bunun sadece şiddet çağrısında bulunmaları halinde mümkün olmasına ilişkin değişiklik öngörülüyor.
Ayrıca, Meclis bünyesinde, politikacıların etik olmayan davranışlarını denetleyen bir "siyasi ahlak komisyonu" kurulması planlanıyor. Çevrenin korunmasına ilişkin yeni kurallar muhtemelen 20 milyar dolarla, reformlar için öngörülen harcamalarda aslan payını oluşturacak. Diğer değişiklikler ise mülteci politikası, gümrük ve sınır güvenliğiyle ilgili.
Görüldüğü kadarıyla AB yönünde atılan hamle, halk arasındaki değişen havayla da uyumlu. 2004 yılında AB'ye verilen destek yüzde 70'lere varırken, kamuoyu yoklamalarına göre geçen yıl bu oran yüzde 55'e düşmüştü. Son dönemde ülkelerini AB'de görmek isteyen Türklerin oranı yeniden yükselerek, yüzde 66'ya çıktı.

DIE TAGESZEITUNG: "TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?"

BERLİN, 27/08(BYE)--- Tirajı günde 55 bin olan sol eğilimli Die Tageszeitung'un 27 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında, Jana Wagner'ın Bremen Türkiye Forumu kurucusu Dr. Hermann Kuhn ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın çevirisi şöyledir:

--Bremen Türkiye Forumu, Boğaz'daki Gelişmeler Konusunda Bilgilendiriyor. Türkiye Nereye Gidiyor? Kemalistler ile AKP Arasında Yaşanan Kültür Mücadelesi AB Üyeliği İçin Ne Anlama Geliyor? Die Zeit Gazetesinin İstanbul Muhabiri Michael Thumann Bu Akşam 19:00'da Bremen Türkiye Forumunda Bir Sunum Yapacak--

WAGNER: Türkiye, AB'den uzaklaşıyor mu?

KUHN: Yazın biraz titrememiz gerektiyse de şimdi, Anayasa Mahkemesinin aldığı karar sonrasında Türkiye'de bir düşünme dönemi başladığı kanısındayım.

WAGNER: "Düşünme dönemi" ile neyi kastediyorsunuz?

KUHN: Anayasa Mahkemesi kıl payı bir çoğunlukla hükümet partisi AKP'yi kapatmama kararı aldı, ancak aynı zamanda Türkiye'de birçok insanın üniversitelerde başörtüsü serbestisini kırmızı çizginin aşılması olarak gördüğünü ortaya koydu. AKP bu durumda mahkemenin kararını bir açık çek olarak değerlendiremez. 

WAGNER: İslamcı parti yasaklansaydı neler olurdu?

KUHN: Türkiye'de her türlü söylenti dolaşıyordu. Ortam kızışmaya başlamıştı. Bu Türkiye'de, ordunun da siyasi sahneye çıkabileceği anlamına geliyor.

WAGNER: Şayet böylesi senaryoların gerçekleşmesi mümkünse, bu aynı zamanda Türkiye'nin AB üyeliğinden daha çok uzak olduğu anlamına da geliyor değil mi?

KUHN: Türkiye Forumu olarak bizler, katedilmesi gereken yolun uzun olduğunun bilinci içinde, Türkiye ile müzakerelerin dürüst bir şekilde yapılmasını istiyoruz. AB'nin süreci ilaveten zorlaştırmaması gerekir. Bu yolu izleyip izlemeyeceği Türkiye'ye bağlıdır. Yakın Doğu'da demokrasi ve İslam'ın bağdaşabilirliğine Türkiye'yi örnek gösterebilmemiz önemlidir.

DIE WELT: "AKP'NİN UZUN SOLUKLULUĞU"

BERLİN, 22/08(BYE)--- Tirajı günde 264 bin olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 22 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Genel Yayın Yönetmeni Thomas Schmid imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

--Türkiye'de Yeni Bir Reform Programı--

Türkiye'de, ılımlı İslamizmden gelen bir parti iktidara geldiğinden beri ülkede garip bir dinamizm iş başında. Türk hükümeti hiç olmadığı kadar belirgin ve sabırsız bir şekilde Avrupa Birliği üyeliğinde ısrar ediyor. Zaman zaman AB'ye şüpheyle yaklaşan, hatta bazen düşmanca tavır takınan halkın bile yeniden AB perspektifine sıcak bakmaya başladığı görülüyor. Türklerin üçte ikisi, ülkelerinin geleceğinin AB'de olduğuna inanıyor.
Ancak oraya giden yol biraz kıvrımlı. Türkiye'nin Avrupa'ya doğru attığı hızlı adımları, düzenli olarak, katı milliyetçiliğe götüren darbeler izliyor. Bu hareket tarzı Türk gerçeğini ortaya koyuyor. Oldum olası Batı yönelimli olan ve İslamcılıktan dehşet duyan bir orta kesim var. Bu kesim, şimdiye kadar klasik ve otoriter Kemalizmi, dolayısıyla da ordunun tarafını tutmaktan başka bir çare görmüyordu, zira Ortaçağ'a dönüş olarak gördüğü İslama dayalı bir devletten başka her şeyi yeğliyordu.
Hükümetteki AKP'nin asıl başarısı, bu ittifakı bozabilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Akıllı bir şekilde, bir darbe yapmadan ordunun prestijini azaltıp siyasi gücünü zayıflatmayı başarmıştır. Ayrıca, AKP uzun soluklu olduğunu göstermiştir. Son milliyetçi dalgalanma geçer geçmez hükümet tekrar reformları gerçekleştirmeye başlamıştır. Hükümet, ordunun özel konumunu daha da tırpanlayan ve yargı kurumlarının reforme edilmesinin aralarında yer aldığı 131 yasa değişikliğini öngören yeni bir ulusal program hazırlamıştır. Birçok şey, AKP'nin bunu yaparken kararlılığını ölçülülükle bağdaştırıp bağdaştırmayacağına, en başta da devlet kurumlarını -ki burada akla yargı geliyor- İslamlaştırmayı deneyip denemeyeceğine bağlı olacaktır. Zira böyle bir şey Avrupa'yla kesinlikle bağdaşmazdı.

BERLINER ZEITUNG:"AB POLİTİKACISI BROK TÜRKİYE'NİN ÜYELİĞİNE KARŞI"

BERLİN, 25/08(BYE)--- Tirajı günde 174 bin 592 olan liberal eğilimli Berliner Zeitung'un 25 Ağustos 2008 tarihli sayısında, DDP'ye atfen ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa Parlamentosu Dışilişkiler Komisyonu Başkanı Elmar Brok (CDU), açık bir şekilde Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğunu açıkladı. Brok, hafta sonu Warburg'da, din özgürlüğünün yetersizliğine işaret ederek, "bana göre bu imkansız" diye konuştu. Ancak Brok, Türkiye'nin Avrupa'ya "olabildiğince sıkı bir şekilde bağlanmasından" yana olduğunu ifade etti.  

FRANKFURTER ALLGEMEINE ZEITUNG: "GİZLİ AVRUPA DÜŞMANLIĞI YAYGINLAŞTI"

BERLİN, 25/08(BYE)--- Tirajı günde 363 bin 325 olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 23 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Kalus-Dieter Frankenberger imzasıyla Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Plasnik ile yapılan ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

FRANKENBERGER: Lizbon Anlaşması olmadan yeni üye alınmaması gerektiği görüşünü paylaşıyor musunuz?

PLASNİK: Hayır. Bu hukuken doğru değil ve siyaseten akılsızlık olurdu.

FRANKENBERGER: Bu, Hırvatistan'ın katılacağı anlamına mı geliyor?

PLASNİK: Evet. 3 Ekim 2005 tarihinde müzakerelere başladığımızda, hiçbir şekilde yeni bir anlaşma temelinde hareket edileceğinden söz edilmedi. Böyle bir şey ilk kez oluyor ve bu iyi bir gelişme değil. İrlandalıların kararının arkasında her ne varsa, bu kesinlikle Hırvatistan'la ve Hırvatların AB ile ilişkisiyle ilgili olamaz. Tam tersine, yöneldiği yolda ilerlemesi ve hızlanması için Hırvatistan'ı cesaretlendirmeliyiz.

FRANKENBERGER: Yeniden halk oylaması konusuna dönecek olursak; gelecekte AB anlaşmalarının halk oylamasına tabi tutulması ifadesi, gerçekten realiteye bu denli uzak mı? Şansölye Schüssel ve onun Dışişleri Bakanı Plasnik de Türkiye'nin olası AB üyeliğini göz önünde bulundurarak halk oylamasına gidilmesini talep etmemişler miydi? Bu, SPÖ-ÖVP koalisyon anlaşmasında da yazmıyor mu?

PLASNİK: Bu doğru. Türkiye ile müzakerelerin sonucunda bir üyelik anlaşması çıkması halinde koalisyon ortakları, halk oylamasına gidilmesi siyasi yükümlülüğünü üstlendiler. Bunun için iyi nedenler var. Türkiye'nin katılımıyla AB'nin Avrupa entegrasyonu yeni bir boyut kazanacaktır. Avusturya'da, Lizbon anlaşmasıyla ilgili ne hukuki ne de siyasi bir referandum yükümlülüğü olması da zaten durumu değiştirmiyor. Esasen burada yalnızca SPÖ'nün şimdiye kadarki Avrupa siyasetiyle değil aynı zamanda Avusturya'nın demokrasi politikasıyla da bir kırılma yaşanıyor.

DIE WELT: "9.000 TÜRK GÜVENLİK GÖREVLİSİ İŞKENCE ZANNI ALTINDA"

BERLİN, 28/08(BYE)--- Tirajı günde 264 bin 270 olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 28 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Boris Kalnoky imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

--Mahkemeye yaklaşık 4.000 Dava Açılmış Durumda. Davacıların Yüzde 10'u Reşit Değil. Karanlıktaki Rakamlar Daha Yüksek--

Türkiye, birkaç yıl önce AB'ye uyum süreci çerçevesinde işkence konusunda "sıfır tolerans" politikası uygulayacağını açıkladı. Konuyla ilgili yasal değişiklikler 2004 yılından itibaren yapıldı. İşkenceciler artık o zamana değin olduğu gibi cezasız kalmayacaklardı. Ancak güvenlik görevlilerine karşı meşru olmayan bir şekilde şiddet uyguladıkları gerekçesiyle açılan davaların sayısı ölçü olarak alınacak olursa, bu siyasetin başarısız olduğu söylenebilir. Zira bu rakam 2006 yılında doruğa çıkmıştır.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, mecliste yöneltilen bir soru önergesi üzerine sadece 2006 ve 2007 yıllarında 4.719 vatandaşın güvenlik görevlileri tarafından kötü muamele gördükleri gerekçesiyle dava açtıklarını, bu davacıların yüzde 10'unun henüz reşit olmadığını, görülen 3.900 davada yaklaşık 9.000 güvenlik görevlisinin işkence, hatta ağır işkence veya orantısız şiddet uygulamakla suçlandığını açıkladı.
Köşe yazarları ve insan hakları örgütleri bunların sadece dava açıldığı için ortaya çıkan olaylar olduğuna ve karanlıktaki rakamların bundan çok daha yüksek olması gerektiğine işaret ediyorlar. Hatta insan hakları örgütü İHD'ye göre bu rakam dört kat daha fazla olabilir.
Ancak olayın olumlu tarafı da var. Suç duyurularının sayısındaki artış bile, tek başına, halkın sahip olduğu haklar konusunda daha da bilinçlendiğini gösteriyor ve devletin kendilerine yardım edebileceği umudunu yansıtıyor. Yapılan suç duyurularına istinaden açılan davaların oranının yüksek oluşu da önemli bir ilerleme kaydedildiğine işaret ediyor. Daha on yıl önce pek çok olayda muhtemelen dava bile açılmazdı. Diğer yandan, açılan davalar çok uzun sürüyor ve şimdiye dek hiçbir polis işkence ya da şiddet uyguladığı için mahkum edilmedi.
Karanlıktaki rakamlara gelince; Kürt partisi DTP, yine aynı şekilde Kürtlerin etkisindeki insan hakları örgütü İHD ve diğer gruplar, polisin şiddetine maruz kalan kurbanların gerçekten yasal adımlar atması için güzel bir çalışma örneği sergiliyorlar. Suç duyurusunda bulunulmayan olayların sayısı bilinmese de bu çabalar olmaksızın çok daha yüksek olacaklarından hiç şüphe duyulmuyor.
Sorunun çözümü önünde engel oluşturan iki büyük konu var. Bunlardan ilki mantalite. Haziran ayında World Public Opinion adlı organizasyon tarafından yapılan bir araştırma, Türk halkının büyük bir çoğunluğunun işkenceyi, en azından terörle mücadele söz konusu olduğunda, pekala tasvip ettiği ve gerekli gördüğünü ortaya koydu. Güvenlik görevlilerinin de aynı mantaliteye sahip olduğundan yola çıkılabilir, sonuçta onlar da Türk toplumunun bir parçası.
Bu durumda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün övgüyle, işkence konusunda kimi AB ülkelerinden daha örnek yasalara sahip olduklarını vurgulaması da pek fayda sağlamıyor. Zira uygulamada sorun yaşanıyor.
Öte yandan, Türk güvenlik makamları AB ülkelerinin hiçbirinde yaşanmayan sorunlarla karşı karşıyalar. İşkence olaylarının arttığı 2006 yılından beri PKK'nın saldırıları da arttı. Kim bilir diğer ülkelerdeki polisler binlerce kişinin ölümüne neden olan kendi ülkelerindeki asilere karşı böyle bir durumda nasıl davranırlardı?
Olayın siyasi boyutu sorunu büyütüyor. Ordu 2006'dan beri, Kürt ihtilafını hedefli bir şekilde ülkedeki milliyetçiliği kışkırtmak için kullandı. Bu şekilde İslami eğilimli hükümet partisi AKP'ye siyasi açıdan zarar verebilmeyi ummuştu, ancak bir işe yaramadı. PKK ile ordu arasındaki karşılıklı gerginliği tırmandırma girişimlerinin güvenlik güçlerini şiddete başvurmaya teşvik ettiği ise kesin.
Hükümetin AB üyesi olma yönündeki hamlesi, polis şiddetinin de yakında kararlı bir şekilde ele alınması umudunun doğmasına neden oluyor. Ancak bu yaz yaşanan kanlı terör saldırıları kalıcı bir sükunetin geri dönmesi için pek elverişli bir ortam sunmuyor.

FRANKFURTER ALLGEMEINE ZEITUNG: "ORDUDAN SERT AÇIKLAMALAR"

BERLİN, 29/08(BYE)--- Tirajı günde 363 bin 325 olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 29 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Rainer Hermann imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:

--Türk Ordusunun Komuta Kademesi Yenileniyor. Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı Reformları ve AB'yi Eleştiriyor--

Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı Işık Koşaner, ülkesindeki reformları ve dolaylı olarak AB'yi sert bir şekilde eleştirdi. Dört yıldızlı general görevi devralırken, "Etnik, kültürel, ideolojik ve benzeri nedenlerle farklılık iddiaları sadece ulusumuza zarar verir" diye konuştu. Yeni komutan AB'ye atıfla, terörü hiç yaşamamış, terörün tanımlamasını bile yapamayan ve olaylara sadece insan hakları ve özgürlükler penceresinden bakarak kendi ulusal çıkarlarını ön planda tutan ülkelerden bu mücadelede destek beklemenin aşırı iyimserlik olduğunu söyledi.
Ağustos ayının son günlerinde Türk ordusunun komuta kademesi geleneksel olarak yenileniyor. Cumartesi günü kutlanacak olan Zafer Bayramı'nın ardından, şimdiye kadarki Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanlığı makamını devralacak. Kara Kuvvetleri Komutanları teamül gereği geleceğin genelkurmay başkanları olduğu için, Koşaner'in konuşması merakla beklenmişti.
İlker Başbuğ, görevi halefine devir teslim töreninde, Kürt PKK ile mücadelede gelecekte uygulanacak stratejinin hatlarını çizerek, PKK'ya halkın desteğini engellemek için askeri müdahaleye paralel ve koordineli olarak, ekonomik, sosyo-kültürel ve psikolojik önlemler alınması gerektiğini söyledi. Başbuğ, selefi Büyükanıt'tan farklı olarak kamuoyunda görünmeyi pek tercih etmeyen, soğuk bir stratejist olarak biliniyor. Başbakan Erdoğan ile ilişkisi mesafeli. Ancak, kışın ve ilkbaharda, Irak-Türk sınır bölgesinde gerçekleşen operasyonlar esnasında yapıcı bir işbirliği sergilemişlerdi. İkilinin PKK ile mücadele stratejisi geniş ölçüde örtüşüyor.
Koşaner'in sert çıkışı yine de sürpriz oldu. Orgeneral, "Ordu ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuştur ve olmaya da devam edecektir" diyerek tehdit etti. Laik ulus devlete geçişte etnik ve dinsel farklılıklara bağlı olmayan ancak dil, kültür ve ülkü birliği ortak paydasında buluşan siyasal, hukuksal ve sosyal bir birliktelik sağlandığını ifade eden Koşaner, ordunun bu ilkelere sahip çıkmasının iç siyaset olmadığını vurgulayarak, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ulusunun dışında ayrı bir denetime ihtiyacı da bulunmadığını belirtti. General, Türk sivil toplumunu da, "Küreselleşmenin güçlerini destekleyerek" ulusun birlik ve bütünlüğünü, değerlerini ve güvenliğini ortadan kaldırmaya çalışan, "postmodern bir toplum sınıfı" yaratmakla suçladı.
Ordu yönetimi, bu yılın en önemli iki iç siyasi olayı olan AKP'ye karşı kapatma davası ve emekli komutanların önemli rol oynadığı "Ergenekon" olayıyla ilgili olarak açıklama yapmak istemedi. AKP'nin yasaklanması davasında Anayasa Mahkemesinde eski bir askeri hakim belirleyici oldu. Şayet beklendiği gibi yasağa onay verseydi, kapatma için gerekli olan yedi oya ulaşılacaktı.
Bu arada Ergenekon davasında sadece tutuklu generaller hakkında ağır suçlamalarda bulunulmuyor. Baş sanıklardan birinin üzerinde, 15 Haziran 2003 tarihinde generallerin yaptığı bir toplantıya ilişkin protokol ele geçirildi. Protokolde, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanının, medyanın desteği ve atılacak radikal adımlarla 18 ay içinde halkın Erdoğan hükümetine güveninin sarsılmasının sağlanması ve Başbakanın gözden düşürülmesi için, üniversite rektörleri gibi laik güçlerin mobilize edilmesi gerektiği ifadesine yer veriliyordu.
Bu buluşmaya katılan ve bu arada emekli olan söz konusu generaller, Mayıs 1960'ta Menderes hükümetinin düşürülmesini talep eden üniversite öğrencileriyle birlikte gösteri düzenleyen Harp Akademisi'nin öğrencileriydiler. Halihazırdaki ordu yönetim kadrosunda sadece o dönemde genç bir subay olan İlker Başbuğ, Mayıs 1960 olaylarını bizzat yaşadı. Koşaner Harp Akademisi'ne bu olaylardan sonra girmişti. Başbuğ'un etrafındaki Koşaner ve yeni Jandarma Kuvvetleri Komutanı Attila Işık'tan oluşan yeni nesil ekip, yıllardan beri yakın bir işbirliği içindeler. 1998-2002 döneminde Genelkurmay Başkanı olan ve ordunun öncülüğünün en katı savunucularından biri olan Kıvrıkoğlu'ndan farklı düşünen bu üçlü, Kıvrıkoğlu'nun dağıttığı çok sayıda birimi yeniden oluşturdular. Ayrıca PKK ile mücadelede yeni stratejiler hazırladılar.
Bu arada görevden ayrılan Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, Erdoğan ve Baykal'a veda ziyaretleri düzenledi. İdeolojik bakımdan orduya yakın duran CHP lideri Baykal, ağustos ayı başında düzenlenen, atama ve terfi kararlarının alındığı Yüksek Askeri Şura'da, 16 yıldan beri ilk kez "irticai faaliyetleri" yani İslamcı zihniyeti nedeniyle hiç kimsenin ordudan atılmayışına tepki göstermişti. CHP'nin endişelerine Büyükanıt'ın bürosundan, somut kanıtlar olmadığı yanıtı verilmişti. Bu arada haklarında Ergenekon ile bağlantılı olarak soruşturma yürütülen çok sayıda subayın görevine son verildi veya emekli edildi. Diğerleri ise terfi etti. CHP, emekliye ayrılan Genelkurmay Başkanına panzerli bir Audi A8 alınmasını da eleştirmişti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül aracın alınmasına gerekçe olarak, Büyükanıt'a yönelik suikast tehditlerini göstermişti. Baykal ile Büyükanıt arasında yaşanan sözlü çatışma, mart ayında Baykal'ın ordunun Kuzey Irak'taki kara harekatını ABD'nin baskısıyla erkenden sona erdirdiği" iddiasıyla başlayan polemiğin devamıydı.

DEUTSCHE WELLE: "TÜRKİYE'NİN AB'YE KATILIMI AVRUPA'NIN YARARINA OLUR"

ANKARA, 02/09(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Deutsche Welle radyosunun 31 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında yukarıdaki başlık altında, Yeşiller Milletvekili ve Avrupa Parlamentosunun Dışişleri Komisyonu üyesi Cem Özdemir imzasıyla yer alan yazının çevirisi şöyledir:

AB Devlet ve Hükümet başkanlarının Aralık 2004'te yeşil ışık yakmalarının ardından AB ve Türkiye 3 Ekim 2005 tarihinden itibaren katılım müzakerelerine başladı. Oybirliğiyle alınan bu karara rağmen Türkiye'nin AB'ye katılımı görüş ayrılığı ve duygusal tartışmaları da beraberinde getirdi. Bu tartışmaların konusu salt Türkiye değil. Ülkenin AB'ye katılımı, AB'nin ne olduğu ve ne olacağı sorularını da yeniden gündeme getirdi. Bu olay Almanya'da "Egemen Kültür" konusunda sürdürülen tartışmalara paralellik gösteriyor. Çünkü orada da sadece göçmenlerin uyumu tartışılmakla kalmıyor kuşkulardan kurtulmak üzere toplumumuzun geleceği ve kimliği de kapsamlı bir şekilde tartışılıyor. Buradan hareketle AB'nin sınırları ve genişlemesi tartışmaları da aslında bir tür kuşkulardan kurtulma arayışı. Yine de Avrupa dedikleri nedir?
İktisadi anlamda birbiriyle kenetlenmiş olan AB üyesi ülkelerin Avrupa'nın ortak tanımı arayışı nedeniyle iktisadi uyumun objektif sınır ve ortak kültürel değerlerden daha az öneme sahip diyerek üvey evlat muamelesi görmesi yanlış olur. Siyasi uyumun ne denli önemli olduğu ülkelerin kendi başına üstesinden gelemeyeceği sorunlar karşısında ortaya çıkıyor. İster demografik değişimin sonuçları, iklim değişikliği, terörle mücadele veya yoksulluk ve açlığa karşı küresel mücadelede konusunda olsun, AB bu anlamda devletlere benzersiz etkin işbirliği imkânı sunuyor. AB Reform Antlaşması bu yoldaki önemli ama şüphesiz nihai adımı teşkil etmiyor.

--Fiili Güçten Daha Fazlası--

Dayanışma ve işbirliği AB örneğinde olduğu gibi egemenlikten feragat etmek anlamına gelse de bunlar fiili bir güce dayanmıyor - daha çok iç olgulara dayanıyor. Bunun temeli 20'ci yüzyılın tarihine dayanıyor. Benim için hem vizyon hem de proje anlamına gelen günümüz Avrupa'sı II. Dünya Savaşı felaketi olmaksızın düşünülemez. Avrupa ve AB benim için barış, demokrasi ve düşünce özgürlüğü gibi idealleri ifade ediyor; onların günübirlik olarak yaşama geçirilmesi sayesinde ise Avrupa'nın bu tür felaketleri yeniden yaşaması engellenmiş oluyor.
Buradan hareketle Avrupa'nın özellikle Hristiyan batılı mirasıyla veya aydınlanmayla tanımlanmasını fazla inandırıcı bulmuyorum. Bu anlamda bizim kimliğimizi ve geleceğimiz daha kapsamlı tanımlayan objektif önemli kriterler yoktur. Coğrafyacı ve tarihçiler ise Avrupa'nın "İnşa edilmiş" sınırlarından bahsediyor.

--Avrupa Vizyonunun Onayı İçin Katılım--

Öyleyse bu Avrupa dedikleri nedir? Bizim anlayışımıza göre, insan haklarının, düşünce özgürlüğünün ve demokrasi gibi değerlerin pazarlığının yapılamayacağı bir yeri ifade ediyor. Bu onun "tabiatından" kaynaklanmıyor -biz onun öyle olmasını istediğimiz için öyle. Bu anlamda gelişmemizi tamamlamadığımız, fazla gerilere gitmeden eski Yugoslavya savaşında ve bazı AB üyesi ülkelerin CIA tarafından kaçırılarak insan haklarına aykırı bir şekilde Guantanomo'da esir tutulan kişilerin olayına karışması örneğinde kendini gösteriyor. Şayet AB'ye üye olmak isteyen ve bu değerlerin anlamını bizim yerimize bilen ülkeler varsa bu ilerici AB düşüncesinin başarısının bir kanıtıdır.
Bu bağlamda Türkiye'nin "tabiatı" itibarıyla Avrupa'ya ait olup olmadığı sorusu fazla anlam ifade etmez. Ülkenin kendini Avrupa'nın bir parçası olarak görmesi ve AB'ye girmek için mücadele etmesi karşısında Avrupa'nın neyi ifade ettiğinin anlamı yok - aksine önemli olan hangi AB'yi istediğimiz ve Türkiye'nin buradaki rolünün ne olacağı sorusu. Dini ve kültürel sorular AB genişleme süreci çerçevesinde yürütülen tartışmaların dışında kalmaması gerekiyor - ancak bu konular bir ülkenin katılımı konusunda lehte veya aleyhte karar verilmesi açısından önem arz etmiyor. Koşullar belli: Kopenhag Kriterleri; işleyen ve rekabetçi baskılara dayanıklı serbest pazar ekonomisini, insan haklarına saygıyı, azınlıkların korunmasını ve mevcut AB hukukuna uyumu gerektiriyor. AB normlarına uyum 35 başlık altında fasıllarda ele alınıp sıkı denetlenmektedir.

--Kültürel Bakış Açısından Uzaklaşmak--

Bundan hareketle katılım kriterlerinin belli olmasına rağmen hala daha Türkiye'nin katılımına karşı sürekli olarak kültürel öğeler öne sürülmekte. Bunu yaparken de ülkenin İslami karakteri açık veya kapalı bir şekilde öne çıkarılıyor. Bizlerin artık bu tür kültürel düşüncelerden uzaklaşması gerekiyor. Sanki bir ülkenin kültürü ve halkının yaklaşımı sürekli sabit kalacakmış algısı hakim. Eski adaylardan İspanya ve İrlanda bu değişimi Federal Almanya örneğinde de görüldüğü gibi ortaya koyuyor.
Katılım kriterlerinin yerine getirilmesi Türkiye dışında hiçbir adayda bu denli sıkı denetlenmedi. Bu durum Türkiye'yi sadece iktisadi ve siyasi anlamda değiştirmekle kalmayacak aynı zamanda ülkenin kültürel yapısı üzerinde de etkili olacaktır. Eğitim alanında ne denli çabaların gerektiğini hatırlayalım. Bu Türkiye'nin ateist veya Hristiyan olması gerektiği anlamına gelmez. Aksine Türkiye'nin halkıyla topyekûn eşi benzeri olmayan bir projeyle bir tarafta İslam diğer tarafta da demokrasi, insan hakları, pazar ekonomisi ve azınlıkların korunmasının birbiriyle çelişmediğini göstermesi gerekiyor.

--Ankara Orta Doğu Konusunda Önemli Arabulucu--

Suriyeli rejim karşıtı gazeteci Michel Kilo birkaç yıl önce Berlin'de Orta Doğu toplumunun Türkiye algılamasında değişiklik olduğunu söylemişti. Osmanlı İmparatorluğunun halefi devletin NATO'ya üyeliği ve İsrail ile olan iyi ilişkileri nedeniyle hain ilan edilmesinin üzerinden uzun bir süre geçmedi. Bu günlerde ise ülke demokratik seçimleri, basın özgürlüğü ve iktisadi gelişmesi nedeniyle saygı görüyor. Bunun haricinde Ankara Orta Doğu çatışmasında önemli arabulucu rolüne sahip.
Bu gerçekler karşısında Türkiye'nin AB'ye üyeliği sadece Türkiye açısından değil aynı zamanda Avrupa açısından da önemli. Orta Doğu'nun medeni ve reform sürecine girmiş ülkeleri merakla Türkiye'nin bundan sonraki rotasını izliyor. Üye ülkeler bu nedenle Türkiye'yi sadece bir iç siyasi oyun topu görmek yerine olumlu bir hedef olarak kabul edip ülkeye dürüst ama eleştirel bir yaklaşımla AB yolunda eşlik etmeli. Bu projenin başarılı bir biçimde hayata geçirilmesinin bizim lehimize olacağı ise aşikâr.

 

AVUSTURYA BASINI

PROFİL: "AB BİR HRİSTİYAN KULÜBÜ OLMAMALI"

VİYANA, 25/08(BYE)--- Tirajı 100 bin olan haftalık liberal Profil dergisinin 25 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Herbert Lackner imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, gastronom Atilla Doğudan ile yapılan röportajın Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

LACKNER: Türkiye'nin AB'ye katılımı konusunda yapılacak bir halk oylamasının çoğunluğu elde etmesi sizce mümkün mü?

DOĞUDAN: Ya katılım şartları vardır ya da yoktur. Eğer beş veya on yıla kadar yerine getirilecek şartlar varsa, Türkiye neden üye olmasın, anlayamıyorum. Bu şartların yerine getirilmemesi hâlinde ise bunu, Türkiye de dahil olmak üzere herkes dikkate alacaktır.

LACKNER: Türkiye'nin şartları yerine getireceğine inanıyor musunuz?

DOĞUDAN: Bu konuda en iyi yolda olduğu inancındayım. Avrupa'ya dahil olmak istiyorlar, insanların büyük bir kısmı Avrupa'yı hayal ediyor. İstanbul'da dünyaya gelen bir Avrupalı olarak, 70 milyonluk bu ülkenin, Türkiye topraklarının dörtte üçü Asya'da olsa da, dev bir potansiyel olduğunu düşünüyorum. Ancak başka önemli ve hassas bir konu daha var.

LACKNER: Nasıl bir konu?

DOĞUDAN: Avrupa başka hiçbir şeye izin vermeyen bir Hristiyan kulübü mü? Ben AB'nin bir Hıristiyan kulübü olmaması gerektiği kanısındayım. Türkiye'nin katılımıyla bir Müslüman kulübü de olmayacak. Kimse kiliselerin yerine cami yapmayacak, bu polemik bir saçmalık. Avrupa'nın bu büyük şansı değerlendirmemesi çok yazık olur.

LACKNER: Türkiye'nin katılımından yana olanlar sık sık sizi örnek gösteriyor. "Bakın Atilla Doğudan da Türkiye'de doğmuş, Türkler o kadar da kötü değil." diyorlar.

DOĞUDAN: Zaten bu saçma. İstanbul ve Ankara dünya çapında şehirler. İstanbul Avrupa'daki her şehirle boy ölçüşebilir. Ticaret ve kültür alanlarında modern, insanları eğitimli, lise ve üniversite mezunu. Üçte ikisi 35 yaşın altında. Bu ülke inanılmaz bir potansiyele sahip. Oradaki ekibimde de görüyorum, gözleri parlıyor. Yeni bir projeyle Türkiye'ye gittiğinizde, "süper, bunu da başarabileceğimizi kanıtlayalım" diyorlar. Burada bir proje sunduğunuzda, bazen "eyvah yine bir müşteri" diyorlar...

PROFIL: "TÜRKİYE BİR NEVİ AVUSTURYA OLMALI"

VİYANA, 25/08(BYE)--- Tirajı haftada 100 bin olan liberal Profil dergisinin 25 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Tom Schimmeck'in Avrupa parlamenteri Cem Özdemir ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan röportajın çevirisi şöyledir:

SCHİMMECK: Şvaben eyaletinde doğdunuz. Size Türkiye'nin ikinci büyükelçisiymiş gözüyle bakılması, sizi sinirlendiriyor mu?

ÖZDEMİR: Ben hep Türk kökenli Alman vatandaşı olduğumu vurguladım.
SCHİMMECK: Türkiye'nin AB üyeliğini destekliyor musunuz?

ÖZDEMİR: Evet. Eğer şartlar, yani Kopenhag kriterleri yerine getirilirse. Ayrıca Türkiye'nin tamamen değişmesini istediğim için. Avrupa Birliği'nin Yunanistan, İspanya, Portekiz ve Doğu Avrupa ülkelerinde başarılı olan gücüne inanıyorum. AB'nin gücü, Türk sivil toplumuyla birlikte, ülkeyi demokrasi yönünde değiştirmeye devam edecektir.

SCHİMMECK: Türkler yıllardan beri Avrupa'nın kapısını çalıyor. Bu konu neden hala tartışılıyor?

ÖZDEMİR: Burada aslında daha çok entegrasyon konusunda tartışılıyor. Avusturya'da buna bir de işin tarihi boyutu ekleniyor. Bu kadar çok kitap okumama rağmen konuyu hala tamamen anlamış değilim. Gerçeklerin bizi, sağduyudan vazgeçmemeye zorlayacağını düşünüyorum.

SCHİMMECK: Daha geçenlerde oradaydınız. Şu sıralar Türkiye'yi anlamak oldukça güç. Eski İslamcılar Avrupa'dan yana çıkıyor, ordu eski solcularla bir olup buna karşı çıkıyor.

ÖZDEMİR: Değişim dinamizmi hissediliyor. Sivil toplumla ordu arasında yeni bir ince ayar yapıldığına şahit oluyoruz. Türkiye'de politika anlayışı, geleneksel olarak elit sınıfa hitap ediyor. Bu yüzden 21. yüzyıla ayak uyduramıyor. Türkiye, ikinci bir demokratik cumhuriyetin doğum sancılarını yaşıyor.

SCHİMMECK: Bunun sonu kötüye de gidebilir.

ÖZDEMİR: Genelde iyimserim. Demokrasi ülkede son zamanlarda birçok güç denemesinin üstesinden geldi.

SCHİMMECK: AKP'ye güveniyor musunuz?

ÖZDEMİR: AKP konusundaki sorun, ondan başka siyasi bir seçenek olmaması. Diğer bütün partiler az çok milliyetçi ve Avrupa karşıtı. Bayrağı kim devralacak?

SCHİMMECK: Evet kim?

ÖZDEMİR: Solcu liberal ve aydınlıkçı bir seçeneğin oluşturulmasını umuyorum. Bu yüzden dileğim, SPÖ'nün Avrupa'daki diğer sosyalist partilerle birlikte, Türkiye'de güçlü bir kardeş partinin kurulmasını sağlaması. Ülkeye sırt çevirmek yerine, Türkiye'nin bir nevi Avusturya olmasına katkıda bulunması gerekir.

 

İNGİLTERE BASINI

FINANCIAL TIMES: "NÜFUSU YAŞLANIRKEN AVRUPA NASIL KÜÇÜLECEK"

ANKARA, 28/08(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 28 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Tony Barber imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin özet çevirisi şöyledir:

Avrupa Birliği'nin istatistik kurumu Eurostat'ın, nüfus verilerine ilişkin son raporu dikkatle incelenmeye değer. Herkes AB nüfusunun yaşlanmakta olduğunu biliyor ve azalmakta olan işgücünün AB'nin refah ve istihdamın artırması görevini daha da zor hale getirdiğinin farkında.
Raporda bana en çarpıcı gelen şey AB'nin en büyük altı üyesine ilişkin öngörülerdi. Bugünün nüfus oranları şöyle: Almanya: 82.2 milyon, Fransa: 61.9 milyon, Birleşik Krallık: 61.3 milyon, İtalya: 59.5 milyon, İspanya: 45.3 milyon ve Polonya: 38.1 milyon kişi.
2060 yılına kadar düzen şaşırtıcı şekilde değişecek. Eurostat ilk sıraya Birleşik Krallığın yerleşeceğini (76.7 milyon), daha sonra sırasıyla Fransa (71.8 milyon), Almanya (70.8 milyon), İtalya (59.4 milyon), İspanya (51.9 milyon) ve Polonya'nın (31.1 milyon) geleceği tahmininde bulunuyor.
Bir başka deyişle Almanya ve Polonya nüfuslarında gelecek 50 yıl içerisinde sırasıyla yüzde 13.9 ve 18.3'lük yıkıcı bir düşüş yaşanacak.
Eurostat'ın AB'nin aldığı göçe karşın gerçekleşeceğini söylediği bu çok ciddi değişikliklerin, AB içerisindeki güç dağılımına çok büyük etkisinin olmayacağına inanmak çok zor. Örneğin Lizbon anlaşması, Almanya'ya diğer bütün ülkelerden daha fazla Parlamento üyeliği sayısı sağlayarak -tabii ki belki de hiçbir zaman yürürlüğe giremeyebilir- Almanya'nın mevcut üstünlüğünü tanıyor. Ancak bu düzen, Eurostat'ın tahminlerinin doğru çıkması halinde tabii ki olduğu gibi kalmayacaktır.
Eurostat raporunda ihmal edilen en önemli konulardan biri AB aday ülkesi Türkiye. Avusturya ve Fransa gibi bazı ülkelerin Türkiye'nin AB'ye üyelik girişimine düşmanlıkları, kısmen Türkiye'nin çok büyük (70 milyonu aşkın) nüfusa sahip bir ülke olması ve dolayısıyla bu ülkenin Birliğe kabul edilmesinin AB'nin yapısını temelden değiştirecek olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak bunu anlıyorum, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu'nun son raporundaki tahminine göre Türkiye büyümeye devam edecek ve nüfusu 2050 yılına kadar 100 milyonu aşacak.
Eurostat'ın mevcut AB üyesi ülkelerdeki nüfus eğilimlerine ilişkin tahminleri göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye'nin AB üyeliğine muhalefetin gittikçe daha da güçleneceği anlaşılıyor.

THE GUARDIAN: "TÜRKİYE... HÜKÜMETE UYARI: ORDU LAİK DEVLETİ SAVUNACAKTIR"

ANKARA, 29/08(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Guardian gazetesinin 29 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Robert Tait imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan metnin çevirisi şöyledir:

Türkiye'de en yüksek rütbeli komutanlardan biri, İslami kökenli hükümeti uyardı: Ülkenin laik sistemini değiştirmeye çalışırsanız ordunun ani ve sert tepkisiyle karşılaşabilirsiniz.
Orgeneral Işık Koşaner, ordu ile Ergenekon diye bilinen hükümet karşıtı darbe girişimi arasında bağ kuranların iddialarını çürüteceğine and içti ve şedit Kürt "teröristler"le mücadelenin, Türkiye'nin -hükümetin kuvvetle desteklediği- AB üyelik girişimi kapsamında düzenlenen yeni insan hakları yasalarınca engellendiğinden şikâyet etti.
Bu konuşma, azami siyasi etki yaratacağı hesabıyla, Anayasa Mahkemesinin, İslamcı bir devlet kurmaya çalıştığı iddiasıyla yargıladığı Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında kapatmama kararı alması sonucu siyasi yasaktan kurtulan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de hazır bulunduğu bir askerî törende yapıldı.
Ordunun Atatürk'ün kurduğu üniter laik devleti savunmaya kararlı olduğunu söyleyip siyasi müdahalede bulundukları yolundaki suçlamalarını reddeden Koşaner, "Cumhuriyet'in temel ilkelerinin korunması iç siyasete müdahale olarak düşünülemez." dedi.
Bu konuşma, AKP'nin, mahkeme kararından sonra da takip altında olduğunun açık işaretini verdi. Mahkeme kararı açıklanırken, "partinin laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olduğu" hükmüyle para cezasına çarptırıldığı, ancak sadece bir oy eksikle partinin kapatılmadığı belirtilmişti. Generalin konuşması, davayı yargı müdahalesi olarak eleştiren ve Kürtler için daha geniş haklara destek veren AB'yi de paylar nitelikteydi.
Modern Cumhuriyetin kurulduğu 1923'ten bu yana Türk politikasında kilit bir rol oynayan ordu, son 50 yılda dört hükümet devirdi. Ayrıca geçen yıl, İslamcı geçmişinden duyduğu endişeyle Gül'ün, cumhurbaşkanlığına seçilmesini engelleme girişimi başarısızlıkla sonuçlanan ordu, yaygın kanıya göre, başsavcının açtığı kapatma davasına da destek verdi.
Koşaner, Türkiye'nin en saygın kurumu oluşundan dolayı ordunun, "bazı çevrelerin" saldırısı altında olduğunu söyledi. Burada, aralarında emekli ordu mensuplarının da bulunduğu 80'i aşkın aşırı laik ismin darbe planlamakla itham edildiği Ergenekon davasıyla ilişkilendiren AKP yanlılarına gönderme yapılıyordu. Koşaner, "Hayali senaryolar, Türk Silahlı Kuvvetlerinin şanını yerlere sermeyi amaçlıyor. Etkin görev yapmamızı engellemeyi hedef alan bütün girişimler kararlı ve öz güvenli teşkilatımız karşısında etkisiz kalmaya ve yok olmaya mahkûmdur." dedi.
AB doğrultusundaki yasaların, Kürdistan İşçi Partisine (PKK) fayda sağlamakta olduğunu söyleyen Koşaner, "Sanki ülkemizde hiç terör yokmuş gibi uygulanan yasaların teröre karşı mücadelede kolluk kuvvetlerinin bilhassa bölücü hareketleri önleyici faaliyetlerde yetersiz kaldığı bir gerçektir. Ancak terör insan haklarını tehdit ediyorsa hak ve özgürlüklerle alınacak tedbirler arasındaki dengenin tekrar değerlendirilmesine ihtiyaç var demektir." diye konuştu.
Türkiye'nin güvenlik meseleleri üzerine yorumlar yapan Gareth Jenkins, Koşaner'in sözlerinin kısmen kendi mensuplarının güvenini tazeleme amacını taşıdığını söyledi.
Jenkins şunları söyledi: "AKP'nin de ne yapacağı konusunda spekülasyonlar var: daha mı ılımlı olacak yoksa yine (İslam'ı yerleştirmeyi) mi deneyecek. Ordu onlara hâlâ burada ve laikliği savunmaya hazır olduğunun mesajını veriyor. AKP tarafından yapılanları Atatürk'ün laik mirasına saldırı olarak gören ve Ergenekon soruşturmasının siyasi olduğunu düşünen ordu içinde ciddi bir hayal kırıklığı var. Onlara göre amaç, derin devleti su yüzüne çıkarmak değil, bir kurum olarak orduya zarar vermek."

 

KIBRIS RUM BASINI

HARAVGİ: "MARKOS KİPRİYANU'DAN TÜRKİYE'YE UYARI"

LEFKOŞA, 22/08(BYE)--- AKEL partisi yayın organı Haravgi gazetesinin 22 Ağustos 2008 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Dışişleri Bakanı Markos Kipriyanu, Türkiye'ye yönelik açıklamalarda bulundu.
Dışişleri Bakanı, dün, "Türkiye taktiğini değiştirmez, yapıcı ve olumlu tavır sergilemezse, iyi niyetimiz sınırına ulaşacak ve tavrımızı gözden geçirmemiz gerekecek" dedi ve AB'nin, üyelik sürecinin ve genel olarak önüne konulan kriterlere yönelik davranışlarının gözden geçirilmesi arifesinde Türkiye'nin sekiz müzakere başlığını dondurduğunu hatırlattı.
Markos Kipriyanu, "Kıbrıs sorununun çözümünün, AB'nin Türkiye'nin üyeliği konusunda ortaya koyduğu şartları da içerdiğini savunarak, Türkiye'nin 3 Eylül'de başlayacak bu yeni aşamadaki tavrının teorik olmaması yani prosedüre destek açıklamasıyla sınırlı kalmaması gerektiğini" öne sürdü. Kipriyanu, "Sonuç konusunda eylemli olmalıdır. Bu, Avrupa Birliğinin koyduğu ve Kıbrıs'ın da her fırsatta hatırlatacağı kriterlerden biridir" dedi ve Rum tarafının, "Türkiye'nin Avrupa perspektifini açık tutma konusundaki iyi niyetinin sınırsız olmadığını" söyledi.

ALİTHİA: "OLLİ REHN'İN ÖNERİSİNİN SİYASİ AĞIRLIĞI NASIL DEĞERLENDİRİLİYOR?"

LEFKOŞA, 27/08(BYE)--- DİSİ eğilimli Alithia gazetesinin 27 Ağustos 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Olli Rehn'in, Türkiye'yi Kıbrıs sorununun çözümü için başlatacakları müzakereleri desteklemesine ve yapıcı tutum sergilemesine yönelik teşvikinin siyasi bir ağırlığı vardır.
Ankara'nın tutumuna yönelik şüpheler olmasaydı, AB'nin genişlemeden sorumlu üyesinin öğüdü gereksiz olurdu. Bu şüpheler belirli hareketlerle yok edilmelidir.
Bilindiği üzere, Avrupalı ortaklarımız 2004 referandumundan sonra Erdoğan'ın tutumunu olumlu olarak değerlendiriyorlar ve takdir ediyorlar. Bu durum Türk Başbakana Kıbrıs sorununda ve -daha önceki Cumhurbaşkanının verimsiz siyasetiyle bizim yalnız kaldığımız- uluslararası alanda bir adım önde olduklarını iddia etmesine olanak sağlıyor.
Ankara'ya verilen "müzakerelere destek" ve beklenen "yapıcı tutum" önerisi, AB tarafından nasıl değerlendirilecek ve hangi kriterlerle ölçülecek?
Yaratılan ve müzakereler öncesi atmosferi etkileyen gölgeler; Türkiye'yi daha önce kabul ettiklerini -özellikle toprakların ve mal varlıkların geri verilmesiyle ilgili olan planın bazı temel ve olumlu maddeleri- desteklemediği ve benimsemediği şeklinde gösteren bazı açıklamalar ve yayınlarla alakalıdır.
Öte yandan, diğerleri batarken, gerek AB gerekse uluslararası faktör ve Amerikan faktörü sayesinde Erdoğan'ın, son zamanlarda karşı karşıya kaldığı iç krizden kurtulduğu biliniyor.
Erdoğan'ın, Olli Rehn tarafından dile getirilen AB'nin önerilerine olumlu bir yanıt vermesi gerekiyor. Hükümet temsilcisi de, Türkiye için üzerinde anlaşmaya varılmış ortak zemin ilkelerine ve BM parametrelerine dayanan bir Hristofyas-Talat anlaşmasına karşı çıkmasının çok zor olacağını açıkladı. Uyması gereken uluslararası baskılara ve önerilere de karşı çıkması zor olacak.
Ancak müzakerelerin olumlu sonuçlanması, büyük derecede Rehn'in çağrı yaptığı Ankara'nın, süreç boyunca koruyacağı yapıcı tutuma bağlıdır.

YUNANİSTAN BASINI

ETHNOS: "HANGİ AVRUPALI TÜRKİYE?"

ATİNA, 25/08(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 25 Ağustos 2008 tarihli sayısında, N.M. rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

"CAP İstanbul" Akdeniz'de yapılan en tanınmış açık deniz yelken yarışlarından birisidir. Edindiğimiz bilgilere göre bu yıl, Nice'ten başlayarak İstanbul'da son bulan söz konusu yarışa bir bayram havası verilmesine çalışılıyor. AB üyesi ülkelerin büyükelçilerine Boğaz'dan teknelere binerek, "Türkiye bir Avrupa ülkesidir" mesajını vermeleri önerildi. Konunun görüntüsü bir yana, Yunan Büyükelçi yelkene çıkmadan önce "büyükelçisiz bir tekne" de istese acaba nasıl olur? Tamamen "sembolik" bir hareketle, Avrupalı Türkiye'nin, limanlarını ve havaalanlarını Kıbrıs gemi ve uçaklarına kapalı tutarak, 27. üyesini küçümsemeye devam ettiğini hatırlatmak için.  

ETHNOS: "DELİK DEŞİK TAKTİK"

ATİNA, 27/08(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 27 Ağustos 2008 tarihli sayısında N.M. rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Atina, Türkiye'nin AB yolu özellikle de Ankara'nın ve Tayyip Erdoğan'ın Kıbrıs'a karşı Gümrük Birliği protokolünü uygulamadığını unutmak üzere. Biz sadece, Avusturya'daki koalisyon hükümetinin Türkiye'nin AB üyeliği için referanduma gidilmesi kararı aldığını, böylece Ankara'nın tam üyelik yoluna bir (büyük) engel daha konduğunu bildiriyoruz. "Tam üyelik, tam uyum" stratejisi "batmaya" başladı fakat Dışişleri Bakanlığında "gerçekler seçeneklerimize uymaz ise, biz de gerçeği değiştiririz" taktiği uygulanıyor.

 

ABD BASINI

THE WASHINGTON TIMES: "TÜRKİYE'NİN İKİNCİ ŞANSI"

ANKARA, 25/08(BYE)--- ABD'de yayımlanan The Washington Times gazetesinin 24 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında, F.Stephen Larrabee imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yazının çevirisi şöyledir:

Anayasa Mahkemesinin Adalet ve Kalkınma Partisini kapatmama yönünde aldığı son karar, Türkiye'ye -ve özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a- tehlikeli bir siyasi felaketten kıl payıyla kurtulmasına yardımcı oldu.
Karar ayrıca Türk demokrasisinin önemli bir zaferini de temsil ediyor. Aksi yönde bir karar alınsaydı Türkiye, Batı ile ilişkilerini zedeleyebilecek ve Avrupa Birliğine üyelik girişimini de sarsabilecek bir siyasi krizin içine sürüklenebilirdi. Mahkeme bunun yerine partinin hazineden aldığı yardımının yarısının kesilmesine karar verdi.
AKP'ye karşı açılan dava oldukça siyasiydi. Tespitler zayıf ve rivayetlerden ibaretti. Karar, bir partinin şiddete veya anti demokratik diğer yöntemlere başvurmaması halinde -ki AKP kesinlikle öyle yapmadı- kapatılmasının daha da zorlaşacağı anlamına geliyor.
Başbakan Erdoğan daha fazla siyasi kargaşanın önüne geçmek amacıyla, liderliğine duyulan güveni yeniden inşa etmek için hemen işe koyulmalı ve mahkemenin tutumundan ders aldığını göstermelidir. Önümüzdeki haftalarda atılması gereken beş adım şunlardır:

1. Erdoğan başta ordu olmak üzere laik düzenle köprüleri inşa etmelidir. Erdoğan'ın, AKP'nin 2007 Temmuz'unda genel seçimlerden ezici bir zaferle çıkmasının ardından göz ardı ettiği bu tip bir tutum ciddi bir taktik hatasıdır ve tekrarlanmaması gerekir. Erdoğan mahkemenin uyarısını ciddiye aldığını göstermeli ve ordu tarafından, anayasal düzene ve özellikle de laikliğe meydan okumak olarak görülebilecek adımlar atmaktan kaçınmalıdır.
2. Erdoğan'ın ülke içinde reform sürecini yeniden canlandırması ve Türkiye'nin AB'ye üyelik girişimini rayına oturtması gerekiyor. Brüksel ile yaşanan son zorlukların tümü Türkiye'den kaynaklanmamış olsa da, Erdoğan hükümetinin bunda büyük bir sorumluluğu var. İyi bir başlangıcın ardından Türkiye'deki reform süreci son günlerde tıkanmış, Brüksel ile ilişkiler iyice gerilmişti. Anayasa Mahkemesinin kararını takiben iş dünyasından gelen ilk taleplerden biri reform süreci için marşa basılması ve AB ile üyelik müzakerelerine yeni bir ivme kazandırılmasıydı.
3. Erdoğan, Kuzey Irak'taki Kürdistan Bölgesel Hükümetiyle, ikili sorunları, özellikle de Kuzey Irak'taki sığınaklarından Türk topraklarına terör saldırıları düzenleyen Kürt ayrılıkçı grup Kürdistan İşçi Partisinin (PKK) rolüne ilişkin ayrılıkları çözmeye yönelik bir diyalog başlatmalıdır. PKK sorunu, Kürdistan Bölgesel Hükümetinin yardımı olmaksızın çözülemez.
AKP'nin kapatılacağı ihtimali görünür görünmez, Kuzey Irak'taki Kürt yetkililer Erdoğan hükümetiyle ciddi müzakereler yapmaya pek yanaşmadılar. Ancak Mahkemenin kararı hem durumu değiştirmiş hem de diyalogun olumlu sonuçlar getirebileceği olasılığını güçlendirmiş oldu.
Daha iyi iletişim kurulması Kürdistan Bölgesel Hükümetinin yararınadır. Henüz el atılmamış petrol rezervleri bulunan Kuzey Irak'ın Kürt yetkililerinin elinde Türkiye ile ilişkilerini iyileştirmek için güçlü bir ekonomik teşvik var. Kürdistan Bölgesel Hükümetinin petrolünü Batıdaki pazarlara ulaştırması gerekiyor ve bunun en ucuz ve kısa yolu Türkiye'dir.
4. Erdoğan'ın Türkiye'deki Kürt halkının yaşam koşullarını iyileştirmesi gerekiyor. PKK sorunu sadece askeri yöntemlerle çözülemez; PKK'ya karşı askeri mücadelenin, Türkiye'nin kendi vatandaşlarının endişelerini dikkate alan ciddi sosyal ve ekonomik reformlarla birleştirilmesi gereklidir; ki Türk ordusu bu gerçeğin gittikçe farkına varmaktadır.
5. Ve nihayet Erdoğan Türkiye'nin ABD ile ilişkilerini de güçlendirmelidir. Erdoğan'ın Washington'u geçen kasım ayında ziyaretinden bu yana ABD'nin artan siyasi ve askeri desteği, Türkiye'nin PKK tehdidiyle etkili biçimde mücadele etmesinde hayati önemi olmuştur ve ikili ilişkilerin gelişmesine önemli katkıda bulunmuştur. Erdoğan bu desteğin ve ilişkilerdeki iyileşmenin, Başkan Bush'un görevinin sona ermesinden sonra da devam edeceğini garanti etmesi gerekir.

Bu adımlar her derde deva olacak türden değil; ancak hep beraber uygulanması halinde son krizin yol açtığı çatlakların giderilmesinde çok faydalı olabilir ve Türk demokrasisinin istikrar kavuşturulması için sağlam bir zemin oluşturabilir.

 

MISIR BASINI

EL AHRAM: "TÜRKİYE AFRİKA'NIN KAPILARINI ÇALIYOR"

KAHİRE, 24/08(BYE)--- Tirajı günde 1.500.000 olan hükümet yanlısı el Ahram gazetesinin 24 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Halit Hişmet imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye'nin İstanbul kenti, Afrika liderlerini Türk liderliğiyle bir araya getiren ilk zirveye tanık oldu. Kuşkusuz, çok sayıda Afrikalı lider ve yöneticinin zirveye katılması, bu kıtanın açılımını sürdürmeye ve özellikle bunu, yoksulluğu ortadan kaldırmak ve kalkınma çarkını döndürmek için yatırım olanaklarından yararlanmak amacıyla yükselen ülkelerle gerçekleştirmeye kararlı olduğunu kanıtladı.
AB ülkeleri, Çin, Japonya ve Güney Amerika ülkeleriyle köprüler kuran Afrika, büyüme olarak dünya ekonomilerinin en büyüklerinden biri durumuna gelen, Afrika pazarlarında yatırımlar ağını genişletmek yoluyla ekonomisi büyük ülkelerle yarışan ve bölgesel etkinliğini pekiştirmeye çalışan Türkiye ile de köprü kurmanın zamanı geldiğini farketti.
İki tarafın çıkarları da burada birleşiyor. Zira Afrika ülkeleri, Türkiye'nin bir NATO üyesi olarak ABD başta olmak üzere Batı ile özel ilişkilerinin bulunduğunun, dolayısıyla Batı dünyasında karar alma çevrelerini etkileyebileceğinin bilincindedir. Şüphesiz birçok Afrika ülkesi, Batı'nın baskılarını hafifletmek için yeteri sayıda müttefik temin etmeye çalışıyor.
Afrika ülkeleri, yükselen güçlerle forumlar oluşturmak yoluyla, Batılı sanayi ülkeleri tarafından verilen yardımlarda artan azalmayı telafi etmek amacıyla yatırım akışlarını çekmeye gayret ediyor.
Mısır, Türkiye ile stratejik ortaklık kurulmasını en çok destekleyen bir Afrika ülkesidir. Mısır, "Türkiye-Afrika Ortaklığı İstanbul Deklarasyonu" başlığıyla zirveden çıkan iki belgenin formüle edilmesine aktif katkıda bulundu. Mısır, Türkiye ile bir ortaklığın yapılmasını, Afrika kıtasına büyük bir artı olarak görüyor. Türkiye'nin, Mısır başta olmak üzere birçok Afrika ülkesiyle ekonomik işbirliğinin bulunmasına ilaveten, etkisi bölgeye de yayılacak şekilde bir avantaj sağlaması söz konusudur. Örneğin, Afrika'nın barışı koruma operasyonları alanında yeteneklerini geliştirmek için yapılacak işbirliği, Türkiye'nin büyük deneyiminden yararlanma yönünde büyük bir imkan sağlayacaktır. Zira Afrika'nın, birçok ülkesinde yaygınlaşan iç krizlere karşı gücünün artırılması bakımından buna büyük bir ihtiyacı vardır. Artı, Türk şirketlerinin, bölgesel altyapı projelerinin gerçekleştirilmesine katılması, ulusal devlet sınırlarını aşan ve Afrika'ya istenilen ekonomik bütünleşmenin gerçekleşmesinde yardımcı olan en önemli işbirliği alanlarından biridir.
Türkiye'ye gelince, kuşkusuz AKP hükümeti bu zirveyi düzenlemekle içeride ve dışarıda birçok kazanımlar elde etmeye çalıştı. Birinci bağlamda, Türk kamuoyuna Ankara'nın dış ilişkilerini çeşitlendirebilecek ve garantili olmayan Avrupa kulübüne üye olmaksızın ekonomik gelişmesini sağlayacak çıkarlar ağını örebilecek güçte olduğunun açık mesajı verildi. İkinci bağlamda zirve, Türkiye'nin AB'ye katılımına itiraz eden karamsar ülkelere bu tutumlarını gözden geçirmeleri için, dünya sahnesinde açık etkinliğini ve büyük bir ekonomik güç haline geldiğini gösteren dolaylı bir mesaj oldu.
Sonuç olarak, İstanbul zirvesi, rekabetin giderek kızıştığı bir dünyada iki tarafın çıkarlarının buluştuğunu kanıtladı.

EL AHRAM: "ERDOĞAN KABİNEDE AB DOSYASIYLA İLGİLİ ÖZEL BİR BAKANLIK KURMAK İÇİN DEĞİŞİKLİĞE HAZIRLANIYOR"

KAHİRE, 01/09(BYE)--- Tirajı günde birbuçuk milyon olan hükümet yanlısı el Ahram gazetesinin 1 Eylül 2008 tarihli sayısında, Usame Abdülaziz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Türkiye'de yayımlanan Zaman gazetesi, dünkü sayısında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Bakanlar Kurulu bünyesinde değişikliklere
giderek, Dışişleri Bakanlığından alınacak AB ile Başmüzakerecilik makamını, dokuz Devlet Bakanından birisine vermeyi planladığını duyurdu.
Kurulacak bakanlığın "AB İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı" titri altında görev yapacağını belirten gazete, Erdoğan'ın bu yönelişinin AB işlerine yeterince ilgi gösterecek ve tüm zamanını bu konuya ayıracak bir bakanı görevlendirme çabası olduğunu kaydetti.

 

ULUSLARARASI ARAP BASINI

EL ARAB: "TÜRKİYE'DE YARGI DARBESİ NEDEN BAŞARISIZ OLDU"

ANKARA, 21/08(BYE)--- İngiltere'de Arapça yayımlanan el Arab gazetesinin 17-20 Ağustos 2008 tarihlerinde internet sayfasında, Muhammed Moro imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazı dizisinin çevirisi şöyledir:

Siyasi kavga tarihinde bilinen bir şey var ki o da darbelerin çoğunlukla askeri olduğudur. Modern Türk tarihine bakacak olursak askeri darbeler, Kemalist laik kurumların, Kemalist ilkelerin dışına çıkan herhangi bir hükümeti devirme aracı olarak kullanılıyordu. Bu darbelerin sonuncusu 1997 yılında gerçekleşmiş ve ordu Necmettin Erbakan başkanlığındaki hükümeti istifaya zorlamıştı.
Ancak Avrupa realitesi -Türkiye'nin AB'ye girme isteği göz önüne alınırsa-, dünya realitesi ve Türkiye realitesi, askeri darbe fikrini kabullenme aşamasını aştı. 1997 darbesinden sonra olanlar ise şunlardı: Refah Partisi'ni meydana getiren güçler, sahip oldukları tecrübeyle ve daha yeni açılımlarla yeni bir parti kurdular.
AKP 2002 seçimlerini kazanarak tek başına hükümet kurmayı başardı, ki bu, Türkiye'de pek de rastlanan bir durum değil. Bunun da ötesinde ve de büyük bir esneklikle pek çok siyasi ve anayasal savaşa girdi. AKP girdiği savaşlarda, AB kriterlerine uygun yeni reformlar yapmak yoluyla askerin rolünü sınırladı. Bu, Türkiye'deki karmaşık siyasi yapı göz önüne alındığında, siyasi zeka gerektiren bir şeydi.
Başlık, reformlarda Avrupa'nın taleplerinin hayata geçirilmesiydi, içerik ise askeri kurumun rolünün sınırlandırılmasıydı. Bu durum, Türkiye'nin AB'ye girmesini isteyen Türk halkının rızasını kazanmıştı.
Avrupa'da, Müslüman çoğunluğa sahip olması nedeniyle hala Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkan güçler olsa da, AKP hükümeti meseleyi büyük bir beceriyle halletti. Hedeflerinin bazılarını gerçekleştirdi, hatta savaşı İslami ve laik düşünceler arasında değil açılımla laik gelenekçilik arasında döndürdü, daha sonra da denklemi tersine çevirdi. Gelenekçilikle itham edilen AKP değil, laik partiler ve ordu oldu. Hatta AKP, bütün sivil toplum örgütlerini, önemli isimleri ve diğer güçleri laik gelenekçiliğe karşı birleştirdi. Hatta 2007 seçimlerindeki zaferinden sonra savaşın sivil yönetimle laik gelenekçi askeri idare arasında döndüğünü kanıtlamak için parti dışından uzmanları, bakanları ve yetkilileri kullandı.
AKP 2007 seçimlerinde büyük bir başarı elde etti. Türkiye'de bir partinin üst üste iki seçim kazanması pek rastlanan bir şey değildi. Aynı çerçevede parti, sembollerinden birini, Abdullah Gül'ü, cumhurbaşkanlığı makamına ulaştırmayı ve cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesini sağlayacak anayasa değişikliğini de Meclisten geçirmeyi başardı. AKP'nin yoluna çıkan bütün zorluklara rağmen parti, yüksek bir gelişme oranı kaydetti ve kendine, siyasi ve ekonomik hayatı vuran yolsuzluklarla mücadele eden bir portre çizdi. Geçekten de enflasyonu düşürdü, Türk Lirasını destekledi, milli geliri katladı ve bireylerin yaşam kalitelerini yükseltti. Bunun da ötesinde Kürtler ve Türkler arasında köprüler kurdu ve Kürtlerin çoğunlukta oldukları bölgelerde, Kürt partilerin aldıklarından çok daha fazla oy topladı.
Böylece Türk sahnesi iki kampa bölündü: bir kampta yeteneksiz, ekonomik çöküşe neden olan, Kürt dosyasını ele almakta başarısız kalan partiler; diğer kampta ise kendini yetenekli gösteren, ülkedeki ekonomik ve siyasi sorunları çözümleyebilen partiler yer aldı... Birinci kampı ABD ve asker, ikinci kampı ise Türk halkı destekliyordu. Atatürkçülük zayıflamaya başladığı için de Türk laikliği, son kalesi olan yargı kurumunu kullanarak AKP'nin hatalarını bulmaya çalıştı.
Sonuç olarak Türkiye tarihi bir yol ayrımında bulunuyor. Kaos ve ırk meseleleri nedeniyle problemlerin büyümesi tehlikesiyle karşı karşıya. AKP'nin kapatılması ya da yönetim kadrosunun siyasi faaliyetten men edilmesi onun için bir son olmayacaktı, zira parti yeni bir isim altında ve yeni bir kadroyla geri dönecekti hatta yapılacak seçimlerde popülaritesi de artacaktı.
Böylece akıllı olanlar, bunun, AKP öldürülmeksizin, Türkiye'nin yarası olmaya devam edeceğini düşünüyorlardı... Bu içeriden bakış. Dışarıda ise Avrupa ve ABD, AKP'den yana rahat değiller. Sorunu çözebilseydi ve Avrupa ile Amerika için tehlike çanlarını çalmasaydı eğer, partinin kapatılması ve yönetiminin yasaklanması çok olasıydı. Bazıları Avrupa'nın demokrasiden yana olduğunu bu nedenle de Türk laiklere baskı yaparak partinin kapatılmaması yönünde karar çıkmasına yol açtığını söyleyebilir. Bu doğru değil. Avrupa mahkemesinin ta kendisi daha önce Refah Partisinin kapatılmasını onaylamıştı.
Avrupa ve Amerika çifte standartlı. Ancak Amerika ve Avrupa'nın AKP'nin kapatılması konusunda pek hevesli olmamalarının ardında başka çıkarlar aramak gerek. Partinin kapatılması kargaşaya yol açabilirdi, bu da Avrupa ve Amerika için daha tehlikeli olan radikal İslami akımların yayılmasına zemin hazırlayabilirdi. Türkiye'de ılımlı bir İslami partinin bulunması, buranın ikinci bir Afganistan olmasını engeller.
Ayrıca Türkiye'nin Avrupa ülkelerine yakınlığı ve arada doğal engeller bulunmaması, radikal örgütlerin Türkiye üzerinden Avrupa'ya sızmasına neden olabilir. Partinin kapatılmasının ekonomide yaratacağı gerileme, Avrupa'nın kaldıramayacağı kadar büyük bir göç tufanıyla karşı karşıya kalmasına neden olabilirdi. Dolayısıyla iç ve dış çıkarları korumak adına böyle bir karar alındı.
Mahkemenin kararı AKP için aynı zamanda bir mesaj niteliğindeydi. Karar sembolikti ve gizli bir uyarı içeriyordu. Savaş hala devam ediyor. Ancak Türkiye'nin durumunu takip eden herhangi biri AKP yönetiminin aksaklıkları ve engelleri aşmak konusunda artık antrenmanlı olduğunu görür.

EL HAYAT: "YAŞLI KITA DAHA DA İHTİYARLAŞIYOR VE TÜRK UNSURU ONA GENÇLİĞİNİ YENİDEN KAZANDIRABİLİR"

ANKARA, 28/08(BYE)--- İngiltere'de Arapça yayımlanan el Hayat gazetesinin 28 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında, Rafleh Khıryati imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Londra çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:

Avrupa Kıtası, doğum oranlarındaki gerileme ve yaşlı nüfusun artması nedeniyle, verimli yıllardan sonra kuraklık yılları yaşıyor. AB, "yaşlı kıtanın" ihtiyarlığının, 50 yıl içinde artacağını tahmin ediyor, tabii "Türk unsuru" ona yeniden gençlik vermezse.
İngiltere'nin, nüfusunun 60 milyondan 77 milyona yükselerek Kıtanın en büyük ülkesi olması bekleniyor. Almanya'nın nüfusu ise 82 milyondan 70 milyona gerileyebilir. Şu anda en yüksek doğum oranlarına sahip olan Fransa, 72 milyonluk nüfusuyla Kıtanın ikinci en büyük ülkesi olabilir.
AB'nin hesaplamalarına göre, 80 yaşın üzerindeki insan sayısı 61 milyon olacak. Nüfustaki en fazla büyümenin ise Kıbrıs'ta olması bekleniyor; kuzeydeki soğuk ülkelerden gelen göç ve artan doğum oranı nedeniyle nüfusun yüzde 60 oranında artacağı tahmin ediliyor.
Bir AB Sözcüsünün yaptığı açıklamaya göre, en çok endişe yaratan konu, emeklilik ve sosyal programların finansmanı. Bu durum, üreten kesimin üzerindeki yükü artıracak bir etken olacak.
Uzmanlara göre, Avrupa'daki dengenin yeniden sağlanması, Türkiye gibi yüksek doğum oranlarına sahip bir ülkenin Avrupa'ya katılmasıyla mümkün olabilir.

 


Güncelleme: 07/10/2008 / Hit: 4,196

Copyrights © 2024 Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
Directorate for EU Affairs
Copyrights © 2024 - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Avrupa Birliği Başkanlığı