ENGLISH
  Güncelleme: 12/09/2008

2008-07-31 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

2008-07-31 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

ALMANYA BASINI

DEUTSCHLANDRADIO: "ÖZDEMİR TÜRKİYE'DEN KÜRT POLİTİKASINI DEĞİŞTİRMESİNİ TALEP EDİYOR"

BERLİN, 22/07(BYE)--- Deutschlandradio'nun internet sayfasında 21 Haziran 2008 tarihinde, Marcus Pindur imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayınlanan, Yeşiller Avrupa Parlamentosu Milletvekili Cem Özdemir'le yapılan mülakatın özet çevirisi şöyledir:

--Yeşiller Partili Politikacıya Göre, Türkiye'nin AB'ye Giden Yolu Sadece Kürt Sorununun Demokratik Çözümünden Geçer--

Kaçırılma olayı, Öcalan'ın yakalanmasından sonra PKK içinde çeşitli grupların ortaya çıkmış olduğunu, bunların arasında Türk toplumuna entegre olmak isteyenlerin bulunduğu gibi, silahlı mücadeleyi sürdürmek isteyenlerin de olduğunu göstermektedir.
PKK ile Almanya'dan pazarlık edilmesinin ve ayrı yoldan bir çözümün aranmasının söz konusu olamayacağı belliydi. Sorunun çözümü Türkiye'dedir.
Türkiye, Öcalan'ın yakalanmasından, belirgin şekilde bir boşluk oluşmasından ve Kürt tarafında da çok sayıda kişinin askeri bir çözümün olamayacağını kabul etmesinden sonra, siyasi bir açılımla meseleyi nihai olarak bir çözüme kavuşturma fırsatı yakalamıştı. Ancak bu fırsatı değerlendirmedi. Türkiye şimdi iç politik zorluklara rağmen Kürt meselesinde izlenen politikayı düzeltmek için yine cesurca davranmalıdır.
Türkiye'de AB sayesinde de olumlu gelişmeler kaydedilmiştir. Kürtçe yasağı kaldırılmıştır. Gerçi uygulamada ve yasal düzenlemede bazı sorunlar mevcut. Stalinist PKK'ya destek sürmekte ve gençler dağa çıkmaya devam etmektedir. Yalnızca PKK'ya karşı zafere odaklanarak bu sorunu çözmek mümkün değildir. Türkiye'de, özellikle de güneydoğuda, barajlar inşa etmekle de bu sorun çözülemez. Kürt sorununu nihai olarak çözülmesi için Türkiye'nin Kürtleri ve Türkiye'de etnik ve dini çeşitliliği kabul etmesi gerekir. Bu bağlamda resmi dil olan Türkçenin yanı sıra Kürtçenin de örneğin devlet okullarında öğrenilmesi mümkün kılınmalı ve Türk üniversitelerinde Kürdoloji kürsüleri kurulmalıdır. Ayrıca insanlar basit nedenlerden ötürü yıllarca cezaevine gönderilmemelidir. Diğer yandan PKK'ya destekledikleri için haksız yere hapis cezasına çarptırılan kişilerin topluma kazandırılabilmesi için genel af çıkarılmalıdır.
Türkiye'nin güneydoğusunda çok muhafazakar bir toplum yaşamaktadır. Burası namus cinayetlerinin ve zorla evliliklerin sıkça yaşandığı bir bölgedir. Bu insanların PKK gibi aşırı sol eğilimli bir örgütü desteklemeleri, Türk devletinin yıllar boyunca PKK'nın oluşmasına ve bu örgütün yıllarca desteklenmesine yol açan ne denli absürd bir politika izlemiş olduğunu ortaya koymaktadır.
Avrupa'da her türlü aşırıcılığa karşı olduğumuzu göstermeliyiz. Diğer yandan azınlıkların da azınlıklara karşı korunması gereklidir. Bu husus Türk ve Kürt milliyetçileri ile kökten dinciler için geçerlidir. Türkiye'nin AB'ye giden yolunun Kürt sorunun demokratik yoldan çözümünden geçtiği bu ülkeye açıkça izah edilmelidir.

DIE WELT: "TÜRKİYE YOLDAN ÇIKIYOR"

BERLİN, 29/07(BYE)--- Tirajı günde 264 bin olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 29 Temmuz 2008 tarihli sayısında, Dietrich Alexander imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye yine bir yol ayrımında bulunuyor. Parti yasaklamaları, saldırılar, ülke yönetimine hakim olmak isteyen Kemalist elit tabaka ile İslami muhafazakar kesim arasındaki güç mücadelesi daha önce de yaşanmıştı.
Ancak bu kez durum biraz farklı. Bu kez seçimlerde yüzde 47 oranda oy almış bir hükümet partisinin kapatılması söz konusu. Bu Boğaz'da da şimdiye dek görülmemiş bir olay. Buna ilaveten parti yönetimine her türlü siyaset yasağı getirilmek istenmesi bir hukuk darbesidir.
Ülke kendi içinde bölünmüş durumda. Birbirlerine karşı taviz vermeksizin mücadele eden güç odakları ülkeyi parçalamak üzereler. Bir dayanak ve yön belirleyici olan AB de, artık ülke için garantör değil. Bu durumdan hem Türkiye'ye yönelik sürekli oyalama taktiği uygulayan AB, hem de Brüksel tarafından belirlenmiş olan şartları gerektiği ölçüde yerine getirmeyen Türkiye sorumludur. Avrupa, sorunlu Kuzey Irak ve huzursuz Kafkas Cumhuriyetleri arasında sıkışmış bir durumdaki Türkiye ile artık dış politik pusulasını yitirmiştir. Buna bir de Kürt PKK'nın son savaşı ekleniyor.
Bu krizin oluşmasında, Kemalist tabaka ile oldukça duygusal ve sembol yüklü başörtüsü kavgasını başlatan Başbakan Erdoğan da suçludur. AKP'nin İslamcı kanadını tatmin etmeye yarayan ve laik güçlerin öfkesini tetikleyerek harekete geçirmeye zorlayan, tamamen anlamsız bir girişim. Erdoğan'ın, AB standartlarına götüren reformlara devam etmesi gerekirdi. Güç mücadelesini erken başlattı, tahrik ediciydi ve sonucu belliydi.
Peki ya şimdi? Yeni seçimler kaçınılmaz gözüküyor. AKP kadrosundan yeni bir muhafazakar-İslamcı parti oluşacak. Siyasi yasak alacak olan bağımsızların desteğinden de emin olabilirler, tabii ki bir sonraki parti kapatmaya kadar.

DIE WELT: "ÇOK SAYIDA MEÇHUL"

BERLİN, 29/07(BYE)--- Tirajı günde 264 bin 270 olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 29 Temmuz 2008 tarihli sayısında Christoph B. Schiltz imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

--AB, Merakla Ankara'ya Bakıyor. Parti Kapatma Kararı Katılım Sürecinin Kesilmesine Neden Olurdu---

Brüksel yaz tatilinde, Avrupa semti boş, yasama makinesi durmuş durumda ve siyasi sınıf kentten ayrılmış bulunuyor. Ancak Brüksel'deki bu cennet tablo yakında sona erebilir. Zira, Türk Anayasa Mahkemesi, hükümet partisi AKP hakkında açılan kapatma davasını görüşmeye başladı ve AB, mahkemeden çıkacak kararı büyük bir gerilim içersinde bekliyor. Çünkü, hakimlerin kararının, 2005 ekiminde başlayan ve yavaş ilerleyen Türkiye ile katılım müzakerelerini etkilemesi bekleniyor.
Brüksel'in, hakimlerin kararı karşısında hemen bir karar almaları beklenmiyor, zira Brüksel'in bir "B planı" yok. AB Dönem Başkanı Fransa'nın bir sözcüsü "Oyunda çok sayıda bilinmeyen var. Bu yüzden şimdiden somut planlar yapmanın anlamı yok" diye konuşuyor. Burada öncelikle, partinin yasaklanmasının yanı sıra Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül gibi partinin önde gelen politikacılarına siyaset yasağı verilip verilmeyeceği sorusu söz konusu.
AB'nin yaptırım uygulaması için tek başına partinin kapatılması da yeterli neden olurdu. Gazetemizin edindiği bilgilere göre, AB'nin genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn böyle bir durumda, Türkiye ile müzakereleri geçici olarak durdurmak istiyor. Ancak Brüksel'in müzakerelerin sona erdirilmesi yönünde bir karar alması beklenmiyor. Bu durumda 27 üye ülkenin Rehn'in kararını nitelikli çoğunlukla onaylaması gerekirdi. Hatta müzakerelerin yeniden başlatılması için oybirliği gerekiyor. Bu ise Kıbrıs ya da Fransa gibi çok sayıda AB devletinin eleştirel tutumu nedeniyle fiilen müzakerelerin kesilmesine neden olurdu, ki Rehn bunu kesinlikle engellemek istiyor.
AB'nin kararlarına, Avrupa Konseyi (Venedik Komisyonu) kararlarının yanı sıra 1993 tarihli Kopenhag kriterleri de dayanak oluşturuyor. Kararlarda, AB üye adaylarıyla müzakereler başlamadan önce demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları kriterlerinin yerine getirilmiş olması gerektiği yazıyor.
2007 seçimlerinde yüzde 47 oy alarak iktidara gelen ve meclisteki milletvekillerinin üçte ikisini çıkaran bir partinin yasaklanması, Brüksel'e göre hukuk devleti ilkesinin bir ihlali olurdu. Avrupa Parlamenteri Alexander Graf Lambsdorff (FDP), "İşleyen bir demokrasi, AB ile olası üyelik müzakerelerinin gerçekleştirilmesinde merkezi koşuldur" diye konuşuyor.
Müzakerelerin Ankara ile geçici olarak durdurulması planları, katılım sürecini ilaveten zorlaştırır, en azından Türkiye'nin Birliğe üyeliğini büyük ölçüde geciktirirdi. Zaten 35 fasıldan 12'si bloke edilmiş durumda. Bunun nedeni ise, bazı üye ülkelerin belirli konulardaki çekinceleri ve Türkiye'nin limanlarını Kıbrıs'ın Rum kesimine açmamakta direnmesi.
AKP'yi kapatma davası istişareleri bu arada İstanbul'da yaşanan, 17 kişinin öldüğü şiddetli bombalı saldırılarıyla gölgelendi. AB Başdiplomatı Javier Solana, "Bu zor anda Türkiye AB'nin desteğine güvenebilir" açıklamasını yaptı.

DEUTSCHLANDRADIO: "TÜRKİYE NEREYE YOL ALIYOR?"

ANKARA, 29/07(BYE)--- Almanya'da ulusal yayın yapan Deutschlandradio'nun 28 Temmuz 2008 tarihli internet sayfasında, Jürgen Gottschlich imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yorumun çevirisi şöyledir:

--Cumhuriyet Başsavcısı, Ilımlı İslami AKP'yi Laik Düzeni Tehdit Etmekle Suçluyor. Bu Nedenle Partinin Kapatılmasının Yanı Sıra Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül'ün Siyasetten Men Edilmesi de Talep Ediliyor. Bu, Adeta Hükümet ve Muhalif Kemalistler Arasında Bir İktidar Çatışması--

Türkiye'nin yakın tarihindeki en kritik haftalardan biri bugün başlıyor. Bu sabah Anayasa Mahkemesinin 11 üyesi AKP'yi kapatma davasına ilişkin kararı görüşecek. Hafta sonuna doğru kararın verilmesi muhtemel. Türkiye'de parti kapatma konusunda Almanya'dan daha çok karar verilmesine rağmen, Mecliste mutlak çoğunluğu elinde bulunduran ve henüz geçen yıl seçmenlerden yüzde 47 oy alarak büyük sükse yapıp bir seçim zaferi elden eden AKP'nin kapatılması isteminin, Avrupa'nın güney ucundaki, yeşeren demokrasi ülkesinde bir yenilik oluşturması bekleniyor. Boğazlar ülkesi, bu türden bir gelişmeye tanık olmamıştı. Daha önceleri hükümetlerin ancak darbe dönemlerinde iktidardan indirilmesine sahne olunurken birçok hükümet yanlısı bunu artık tehditkâr bir "yargı darbesi" olarak yorumluyor.
İddianame gerçekten de siyasi odaklı. Bu bağlamda Mahkemenin raportörü bile henüz iki hafta önce davanın reddini tavsiye etmişti. Fakat bu fazla bir önem taşımıyor. 11 üyenin en az yedisi AKP karşıtı olarak nitelendiriliyor ve yedi oy tam da kapatma kararını aldırmak için yeterli sayı.
Ancak ülkeyi şu sıralar sarsıp olağanüstü hâle getiren tek olay bu değil. Eş zamanlı olarak 150'den fazla kişi geniş çaplı operasyonlar sonucunda gözaltına alındı. Cumhuriyet Savcılığı, bu kişileri terör örgütü gibi maksatlı cinayetler işleme, saldırılar düzenleme, dezenformasyon ve kitlesel eylemler düzenleyip yönlendirerek ülkeyi bir iç savaşa sürüklemek ve sonunda orduyu harekete geçirerek darbe yapmaya zorlamakla suçluyor.
"Ergenekon" isimli bu örgütte eski generaller, tanınmış gazeteciler, iş adamları ve avukatların da yer aldığı iddia ediliyor. Ekim ayından itibaren bunların mahkemeye çıkmaları bekleniyor. Türk basını bu örgüt hakkındaki spekülasyonlarla çalkalanıyor. Kimileri olanları, polis ve yargı içindeki yandaşları sayesinde AKP'nin karşı darbesi olarak yorumlarken, kimileri de olup bitenleri bürokrasi ve devlet içindeki "derin devlete" yönelik tarihî bir darbe olarak görüyor. Zira, devletin iplerinin, asıl "derin devletin"in elinde olduğu sanılıyor.
Bu tamamıyla belirsizlikle dolu ortamda AB net bir tutum aldı: AKP'ye karşı siyasi odaklı kapatma kararı, Avrupalıların bakış açısına göre Birliğin demokratik standartlarına kesinkes aykırı ve üyelik sürecine tesirsiz olamaz. Ancak bu tehdit kapatma davasını görenleri pek de etkileyeceğe benzemiyor, zira üyelik müzakerelerinin askıya alınmasını alkışlayacak AB karşıtı kampta kendileri de zaten yer alıyor. Ayrıca, Fransa'nın kısa bir süre önce AB'nin genişlemesi hâlinde yeni üyelikler için zorunlu referanduma gidilmesi maddesini Anayasasına eklemesi, Türkiye'nin katılım umutlarını iç siyasi çekişmelerde dahi artık malzeme kılmayacak bir düzeye geriletti. Türkiye, attığı AB çapasını kaybetmiş durumda ve giderek artan bir hızla tamamen belirsiz bir geleceğe doğru yol alıyor.

BERLINER ZEITUNG: "ÜLKE YENİ BİR CUMHURİYETİN DOĞUŞUNU YAŞIYOR"

BERLİN, 29/07(BYE)--- Tirajı günde 174 bin olan liberal eğilimli Berliner Zeitung'un 29 Temmuz 2008 tarihli sayısında, Sabine Rennefanz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan ve Avrupa Parlamentosu Milletvekili Cem Özdemir ile yapılan mülakatın çevirisi şöyledir:

RENNEFANZ: Sayın Özdemir, Türkiye'de sular durulmuyor. İktidar partisi hakkında kapatma davası görüşülüyor ve şimdi de bombalar patlıyor. Bu iki konu arasında bir bağlantı görüyor musunuz?

ÖZDEMİR: İstikrarsızlığı arzulayan birçok güçler mevcut. PKK gibi ve devlet içinde bazı gruplar gibi. Ben aceleci hükümler vermeye karşı uyarıyorum. Şu anda yapılacak en iyi şey, soruşturmaları yürüten makamlara faillerin bir an önce bulunması için çalışmalarında başarılar dilemektir.

RENNEFANZ: Kürtler Türklere karşı; laikler İslamcılara karşı; ordu partilere karşı. Bu gerginliklerden ötürü Türkiye kırılma noktasında mı bulunuyor?

ÖZDEMİR: İyi niyetle ifade etmek gerekirse, ülke yeni bir cumhuriyetin doğuşunu yaşıyor. Ülke aşırı milliyetçiliğin ve otoriter devletin zincirlerini kırıyor. Bu bir özgürleşme hareketidir. Türkiye'nin zor bir dönemden geçtiğini idrak etmeli ve sonuçta ülkenin bu dönemi güçlü bir şekilde atlatmasını ummalıyız. Türkiye, Kürt sorununun çözümü, devletle din arasında yeni hukuki düzenlemeler, geçmişiyle hesaplaşma gibi meydan okur nitelikteki konuların üstesinden gelebilmelidir.
Biz Avrupa olarak bu zor dönemde kapıları kapamamak suretiyle Türkiye'ye yardımcı olabiliriz.

RENNEFANZ: Ülkede aktif 70'in üzerinde siyasetçi siyasetten men edilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Bu yeni cumhuriyeti kim kuracak?

ÖZDEMİR: Türkiye'deki sosyolojik değişimin önüne kimse geçemez. Orta tabaka hâline gelen Anadolu halkını artık herhangi bir yasak durduramaz. AKP yasaklansa bile yerine kurulacak yeni parti muhtemelen yapılacak yeni seçimlerden galip çıkacaktır. Yapılan manevraların bir faydası olmayacaktır. Bu manevralar modernleşmenin birkaç yıl gecikmesine neden olacaktır.

RENNEFANZ: Başbakan Erdoğan'ın durumu ne olacak? Karizmatik liderin siyasetten men edilmesi ülkede sorun olur mu?

ÖZDEMİR: AKP'nin yasaklanması davası aslında Erdoğan'ın şahsına karşı yürütülen bir davadır. Erdoğan'a bir yasak getirilse dahi, Türk yasalarına göre bir sonraki Mecliste bağımsız milletvekili olarak yer alabilir. Böyle bir durumda kendisi arka planda ipleri elinde tutan bir kişi olur.

RENNEFANZ: Yasaklama kararının çıkmasını bekliyor musunuz?

ÖZDEMİR: Bu bir spekülasyon olur. Kulisler ardında AKP'nin, mesela parti yardımının kesilmesi söz konusu olabilir veya sadece bazı siyasetçilerin siyasetten men edilmeleri. Henüz kimse AKP'nin iddia edildiği üzere çok net olarak İslamcılığa kaydığını ispat edebilmiş değildir.

RENNEFANZ: Avrupa nasıl bir tepki gösterebilir?

ÖZDEMİR: Bir mesaj verilmesi yerinde olur, fakat Avrupalı liderlerin elleri kolları bağlı durumda. Türk toplumunda, Batı yanlısı kesimi, ancak ABD'nin yeni Başkanı güçlendirebilir.

RENNEFANZ: Brüksel'in verebileceği mesaj, AB müzakerelerini askıya almak olabilir.

ÖZDEMİR: Şayet AKP yasaklanırsa bu sonuçsuz kalmayacaktır. Müzakerelerin bir ana başlık kapsamında genişletilmesi söz konusu olabilir. Türkiye'den parti yasaklanması konusunda Avrupa seviyesine ulaşması için anayasa değişikliğine gitmesi talep edilmelidir.

RENNEFANZ: Bu zamana kadar Türkiye'de 24 parti yasaklandı.

ÖZDEMİR: Türkiye'deki siyasi partilerden demokratikleşme talep edilmelidir. Ülkedeki siyasi partilerin demokratik olduklarını söylemek mümkün değildir. AB, partilerin yapısal olarak demokratikleşmelerini talep ederse, büyük ölçüde bir sempati kazanmış olur. Türkiye'de sorun iktidar partisinin güçsüz olması değil, muhalefetin zayıf olmasıdır. Ülkede ortanın solunda yer alan bir parti eksikliği mevcuttur.

DIE WELT: "TÜRKİYE'NİN KADERİNİ BELİRLEYECEK GÜNLER"

BERLİN, 29/07(BYE)--- Tirajı günde 264 bin 270 olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 29 Temmuz 2008 tarihli sayısında, Boris Kalnoky imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

--İstanbul'da Bir Bombalı Saldırıda 17 Kişi Hayatını Kaybetti. Türkiye Yol Ayırımında. Orduda Görev Değişimi ve İslami İktidar Partisi Hakkında Karar Aşması--

İstanbul Güngören'de 17 kişinin ölümüne neden olan bombalı saldırı dikkatlerin PKK'nın üzerine yoğunlaşmasına neden oldu. Fakat PKK terörü bugüne değin bu kadar suçsuz insanı hedef alan bu denli bir saldırıda bulunmamıştı. PKK daha ziyade ülkenin ekonomisine ve turizmine zarar verecek nitelikte saldırılar düzenlemesiyle tanınıyor. PKK toplu katliamlarda bulunmaktan çekinmiştir. Zira, PKK bir terör örgütü olarak değil, Kürtlerin oluşturduğu bir asiler ordusu olarak nitelendirilmeyi arzuluyor.
Şayet bu son olaydan PKK sorumlu ise, bu yeni bir strateji belirlemiş olduklarının ve örgütün içine düştüğü umutsuzluğun bir göstergesidir. PKK üç Alman dağcıyı kaçırdığında da tüm olumsuz tepkileri üstüne çekmişti. Halkın desteğini yitirmesi ve Türk ordusunun yoğun baskıları nedeniyle şayet PKK yeni bir strateji izliyorsa, bu yeni bir terör stratejisidir.
Son bombalama olayı daha çok el Kaide veya başka bir İslami örgütün Irak'ta düzenlediği saldırıları anımsatıyor. Temmuz ayının başlarında İstanbul'daki Amerikan Konsolosluğuna kökten dinciler silahlı bir saldırı düzenlemişlerdi.
"Türkiye'de Siyasi İslam" adlı kitabın yazarı Gareth Jenkins, Türkiye'de terörün yeni bir boyutta belirdiği tezini savunuyor. Jenkins, yeni bir terör oluşumundan veya PKK veya el Kaide'nin yeni bir strateji belirlediğinden söz ediyor.
Belki de son bombalama olaylarında asıl hedef Türk siyasetiydi. Bu hafta Türkiye'nin geleceğini belirleyecek bir kader haftası olacak. Anayasa Mahkemesinin AKP konusunda pek yakında bir karar vermesi bekleniyor. Gözlemciler, İslami eğilimli iktidar partisine yönelik bir "yargı darbesinden" söz ediyorlar.
Birtakım değişimler sadece AKP'de değil, Türk Silahlı Kuvvetlerinde de bekleniyor. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın yerine Kemalist İlker Başbuğ geçecek. 2003 yılından beri AKP hükümetine hiç de sıcak bakmayan genç subayların tasfiye edilip edilmeyeceği ise henüz bilinmiyor.
"Ergenekon" adlı soruşturmadan bu yana subaylar kendilerini hükümet tarafından köşeye sıkıştırılmış hissediyor. Hükümet karşıtı ve Cumhuriyetin Kemalist değerlerinin tehlikede olduğu görüşünde olan herkes bu örgütle ilişkilendiriliyor. 2500 sayfalık iddianamede, Ergenekon ile ordu arasında bir bağlantı olmadığı söyleniyor. Fakat, üç emekli general bu bağlamda Orhan Pamuk'a suikast planı düzenleme ve halkı terör ve şiddete kışkırtmak suretiyle kaos yaratmak gerekçesiyle gözaltına alındı.
Son haftalardaki bombalı saldırılar, "acaba Ergenekon hâlâ aktif mi?" sorusunun gündeme gelmesine neden oluyor. Acaba olayların arkasında Kürtler de kökten dinciler de yok mu? Acaba olayların arkasında kendilerini Cumhuriyetin korucusu olarak nitelendiren ve sık sık adı geçen "derin devlet" mi var?
Her nasılsa Türkiye'yi fırtınalı ve tehlikeli günler bekliyor. Türklerin çoğu bugünlerde Avrupalıların kendilerine ilgi göstermediklerinden yakınıyor. Türkiye'nin geleceğinin nasıl olacağını şu günlerde kimse kestiremiyor.
Türkiye iç meseleleriyle o kadar meşgul ki, AB'nin ön planda olması söz konusu değil. AKP, AB reformlarına ağırlık vermek yerine başörtüsü meselesini öncelikli bir hâle getirmekle büyük bir hata işlemiştir. AKP'yi eleştirenler, seçim zaferinden sonra partinin gerçek yüzünü gösterdiğini ve kimseden çekinmeden gizli ajandalarını uygulamaya geçirmeye hazırlandıklarını iddia ediyor.
2003 ve 2004 yılında darbe girişimlerini engellediği söylenen eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Cumhurbaşkanı Gül'e AB entegrasyonuna ağırlık verilmesini tavsiye etti. Özkök, sonucun değil, sürecin önemli olduğunu vurguluyor.
Türkiye'de önümüzdeki bir veya iki yıl içinde nelerin olacağının belirleyicisi, bu konu olacaktır. Brüksel'den uzaklaşılırsa, daha da derine batılacaktır.

DER TAGESSPIEGEL: "TÜRKİYE'NİN BİR MANTALİTE SORUNU VAR"

BERLİN, 30/07(BYE)--- Tirajı günde 137 bin 569 olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 29 Temmuz 2008 tarihli sayısında, Nicole Messmer imzasıyla Hessen Barış ve İhtilaf Araştırmaları Vakfından Siyaset Bilimci Cemal Karakaş ile yapılan ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın çevirisi şöyledir:

--Türkiye'deki İktidar Partisi AKP'nin Kapatılması Öngörülüyor. Parti, Bir Şeriat Devleti Oluşturmak İstemekle Suçlanıyor. Bu, Haklı Bir Suçlama Mı Yoksa Ordunun, Başka Yollardan Yeni Bir Darbe Denemesi Mi?--

MESSMER: Türk yargısının güncel AKP kapatma davasındaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Partinin kapatılacağını hesaba katıyor musunuz?

KARAKAŞ: Partinin kapatılacağının işaretleri alınıyor. Yasal bakımdan gerekçenin ne denli sağlam olacağına, AKP'nin gerçekten demokrasi karşıtı eğilimi olduğunun kanıtlanıp kanıtlanmadığına bakmak gerekecek. Parti, Türkiye'yi, bugün İran'da olduğu gibi bir İslam Cumhuriyeti'ne dönüştürmek isteyen gizli bir İslamcı ajandaya sahip olmakla suçlanıyor.

MESSMER: Bu suçlama haklı mı?

KARAKAŞ: Parti içinde farklı akımlar mevcut. Bir yanda Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül gibi ılımlı büyük isimler var. Diğer yanda ise Yeşil İslamcı devrimden söz eden yerel politikacılar bulunuyor. Bu tabii düşündürücü. Ancak münferit düşüncelerden dolayı AKP'nin tamamının sorumlu tutulup tutulmayacağı veya parti yasağının dayatılıp dayatılamayacağı bana göre şüpheli.

MESSMER: AKP, olası bir yasağa karşı nasıl hazırlanıyor?

KARAKAŞ: İktidardaki hükümet partisi yasaklanacak olursa yeni seçimler yapılacak. Bu yüzden AKP'de siyasi bir havza oluşturmaya yönelik somut düşünceler mevcut. Ancak bu, sadece partinin önemli isimleri siyaset yasağı almazsa bir şey getirecektir. Siyasi yasak konulması halinde, AKP yöneticileri olabildiğince hızla bağımsız olarak meclise girmeye çalışmalıdır.

MESSMER: Türkiye'de ılımlı seçmenler hiç de iyi kartlara sahip değiller. Halihazırda sadece milliyetçiler ile İslamcılar arasında seçim yapma olanağına sahipler.

KARAKAŞ: Bu ne yazık ki Türk demokrasisinin trajedisidir. Türkiye'de kaydadeğer liberal veya yeşil partiler yok. Siyasette sadece iki ana akım var: bir Kemalist-sol ulusal parti bir de dini-muhafazakar blok. Bir diğer sorun da Türkiye'de çok güçlü bir şekilde şahsa odaklanması. Programdan ziyade şahıslara önem veriliyor. Bu Atatürk ile başladı ve İnönü, Demirel, Ecevit, Özal ve kesintiyle de olsa Erdoğan ile devam ediyor.

MESSMER: Türkiye'de din ne gibi bir rol oynuyor?

KARAKAŞ: Bana göre Türklerin dinleriyle sağlıklı bir ilişkileri yok. Bundan, gerçi laiklik ve Türkiye'nin Batı'ya bağlanmasını teşvik eden, ancak aynı zamanda dinin sürekli bir şekilde siyasileştirilmesi ve istismar edilmesine kapıları açan Kemalist kültür devrimi de sorumlu tutulabilir. Örneğin seçim taktiğine bağlı nedenlerden gerçekleşen bu siyasileştirme daha 1950'li yıllarda başladı ve 90'lı yıllarda doruk noktasına ulaştı. Bir diğer neden de, çok sıkça dinin sosyal diktatörlüğüne izin veren Türk sivil toplumun zayıf oluşlu ve Türk mantalitesidir.
Türklerin güncel yaşamından iki örnek vereyim: Ramazan başladığında ilginç bir şekilde Sünni olmayanlar da oruç tutmaya başlıyor. Deşifre olacakları korkusuyla çok sayıda Alevi de bunu yapıyor. Diğer taraftan Türklerin çoğu orucun anlamını bilmeden oruç tutuyor. Türklerin çoğu Ramazan dönemini kendilerine ziyafet çekmek için bir fırsat olarak görüyor ve akşamları tıka basa yiyorlar. Başörtüsü de bir başka vaka. Kadınlara, neden birdenbire başörtüsü takmaya başladığını sorduğunuzda, genelde şu yanıtı veriyorlar: "Komşum da taktığı için." Burada da dinle bağlantı yok, sadece sosyal baskıya boyun eğiliyor. Bu da, komşuların diline düşülmek istenmediği anlamına geliyor.
Münferit kişilere ya da azınlıklara saygı duyan güçlü ve özgüvenli bir sivil toplum, dinin sosyal baskısını dengeleyebilir. Sonuçta sadece dine sahip olma hakkı yok, dinden özgür olma hakkı da var.

MESSMER: AKP, başörtüsü yasağını gevşetme girişimiyle Türk toplumu içindeki bir havayı mı yakaladı?

KARAKAŞ: AKP seçmenleri üç bloktan oluşuyor. İlk blok Sünnilerden oluşan sabit seçmen kitlesi, yani Türkiye'deki en büyük inanç grubundan oluşuyor. İkinci blok Türk ekonomisi ve üçüncü blok da liberallerle Türkiye'nin AB üyesi taraftarının karışımından oluşuyor. Ancak, daha fazla özgürlük ümidiyle Aleviler ve Hristiyanlar gibi azınlıklar da AKP'ye oy verdiler. Ne yazık ki bu kısmen gerçekleşti ve bu yüzden de çoğu AKP'den hayal kırıklığına uğramış durumda.
Erdoğan tabii ki, örneğin başörtüsü yasağı konusunda olduğu gibi, Sünni seçmen kitlesinin arzularını yerine getirme hakkına sahip. Ancak, bu konuyu toplumsal mutabakat yerine siyasi ve anayasal değişiklikle çözmek istediği için suçlanması da normaldir. Seçim öncesinde vadettiği gibi Türk Anayasasını reforme etseydi daha iyi olurdu. Başörtüsü yasağının gevşetilmesine ilişkin son girişim, ilk başta milliyetçi MHP'nin fikriydi. Erdoğan sadece "başörtüsü tuzağına" düştü.
Zira, 2005 yılında Anayasa Mahkemesi, başörtüsü yasağının siyasileştirilemeyeceğine ve yasa değişikliğiyle kaldırılamayacağına, buna rağmen bunu deneyen partilerin kapatılacağına dair bir karar almıştı. Anlaşılan seçimlerdeki yüksek başarısının coşkusuyla AKP, başörtüsü konusunda her türlü toplumsal desteği arkasına aldığını düşündü. Ancak bu siyasi intihardı.

MESSMER: Birkaç hafta önce darbe hazırlamakla suçlanan çok sayıda insan tutuklandı. Bu, AKP'nin kontrolü yeniden kendi eline geçirmeye yönelik bir girişim miydi?

KARATAŞ: Ulusal yeraltı örgütü Ergenekon hakkındaki soruşturmalar bir yıldan beri sürüyor ve bence bunun AKP davasıyla doğrudan bir ilgisi yok. Son tutuklamalarda dikkati çeken, tutuklananlar arasında iki orgeneralin de bulunmasıdır. Ne AKP'nin ne de İstanbul'daki savcılığın ordunun onayı olmadan böyle bir eylemi yapabileceklerine inanmıyorum. Türk ordusunun imajını korumak istediğini, bu nedenle AKP'ye yardımcı olduğunu düşünüyorum.

MESSMER: AKP'yi yasaklama davasının arkasında kim var?

KARAKAŞ: Bence davanın arkasında çok net bir şekilde ordu var. Yasağı Türk medyasında alenen destekliyorlar. Gerçi şimdi, "Türkiye'de artık darbe yapılmadığı için sevinin, artık hukuki yol izleniyor" diyenler var. Ancak kapatma davası, Avrupa'daki hukuk devleti kriterleriyle kıyaslanamaz. Ordunun yargıya baskı yapması sonucunda yargı hükümet partisini kapatmaya kalkıştı. Avrupa Birliğinin nasıl tepki vereceğini merakla bekliyorum. Anlaşılan katılım müzakereleri şimdiye dek sadece Türkiye sistemindeki temel hak sınırlaması eksikliklerinin devamını sağladı.

MESSMER: Yasaklama davasının ne gibi etkileri olacak?

KARAKAŞ: Türk ekonomisi ağır darbe alacak. AKP iktidarda olduğundan beri Türkiye ekonomisi ortalamanın üzerinde büyüme kaydetti. Ayrıca devlet bütçesi belirli ölçüde konsolide edildi ve enflasyon yüzde 10'nun altına düştü. Bu 30 yıldan beri görülmedik bir gelişmeydi. Şu an bu başarıyı tekrarlayabilecek başka bir parti bilmiyorum. AB ile katılım müzakereleri de darbe yiyecektir. AKP taraftarlarının, partilerinin yasaklanması halinde kime yönelecekleri de belirsiz.
Bence kapatma davası Türkiye'nin ana sorununu es geçiyor. Tabii ki bir parti kapatılabilir, ancak AKP, tıbbi bir deyim kullanacak olursak, sadece bir "semptom"dur, asıl "hastalık" değildir. Kemalistlere göre "hastalık", Türk halkının daha çok demokrasi, AB'ye katılım ve dini hakların siyasi bakımdan daha güçlü bir şekilde telaffuz edilmesi arzu ve ihtiyacının artması demektir. Kemalist elitlerin ve diğer partilerin bu çıkarları inandırıcı bir şekilde nasıl savunacağını merakla bekliyorum.

 

BELÇİKA BASINI

LA LIBRE BELGIQUE: "DERİN TÜRKİYE'DE KRİZ"

BRÜKSEL, 29/07(BYE)--- Tirajı günde 59 bin olan La Libre Belgique gazetesinin 29 Temmuz 2008 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında yayımlanan Christophe Lamfalussy imzalı makalenin çevirisi şöyledir:

-- Anayasa Mahkemesi Önündeki Mücadele, İktidardaki Ilımlı İslamcılarla Kemalistler Arasında Acımasız Savaşı Ortaya Koyuyor --

Avrupalılar, Türk Anayasa Mahkemesinin üniversitelerde başörtüsü takılması konusundaki girişimini çok kötü bir gözle görüyorlar ama bunu sadece satır aralarında belli ediyorlar. Avrupalıların niyeti, Türkiye'nin İslamlaşmasını kolaylaştırmak değil. Avrupalılara göre, Kemalistlerin, Recep Tayyip Erdoğan hükümetine karşı başlattıkları hukuki savaş, Avrupa ve dünya çapında büyük önemi olan ülkeyi istikrarsızlığa itiyor. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 26 Haziran tarihli kararına göre sözkonusu hukuki girişim "ülkenin siyasal istikrarını ciddi şekilde zarara sokuyor." Bir partinin kapatılması, "sözkonusu ülkede şiddete başvurulmadıysa ya da sivil barış ve demokratik anayasal nizam tehdit edilmediyse haklı gösterilemez ve sadece olağanüstü bir önlem olabilir" deniyor.
Çok daha temkinli olan AB Komisyonu Haziran ayında, durumun "Avrupa standartları çerçevesinde kaldığı sürece, Türkiye'nin ve Türk halkının sorunu olduğunu" düşünüyordu.
Amerikalılar ve Avrupalılar, Türkiye'de olup bitenlerden endişeleniyorlar. 2002 yılından bu yana iktidarda olan AKP ile Türkiye'de "Derin Devlet" olarak adlandırılan yapılanma ile ölesiye bir savaş yaşanıyor.
Bir tarafta Anayasa Mahkemesinde başlatılan mücadele var. Diğer tarafta Ergenekon davası. Bu dava çerçevesinde 86 sanık 20 Ekim tarihinde yargı önüne çıkacak. Türkiye'de askeri bir darbe yapılmasını sağlamak amacıyla ülkede kaos yaratmak istemekle suçlanıyorlar. Radikal gazetesi geçtimiz Mart ayında, "elimize geçen bilgilere göre sözkonusu örgüt, İtalya'da ortaya çıkarılan Gladio şebekesinin Türk versiyonunu oluşturuyor. Örgüt 50'li yıllarda yapılanmış" diyordu.
Sanıklar arasında Cumhuriyet gazetesi müdürü, üniversitelerde başörtüsüne kesinlikle karşı olan eski bir rektör ve emekli generaller bulunuyor.

 

FRANSA BASINI

AFP: "AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ TÜRKİYE'Yİ MAHKUM ETTİ"

STRASBOURG (AVRUPA KONSEYİ), 17/07(AFP)(BYE)--- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bugün Türkiye'yi, 2000 yılında sendikalarının grev çağrısına uydukları için 11 kadın öğretmeni cezalandırdığı gerekçesiyle mahkum etti.
AİHM, Türkiye'nin toplanma ve örgütlenme hakkını ihlal ettiğini ileri sürdü ve her öğretmene 500 avro manevi tazminat ödenmesine hükmetti.
1 Aralık 2000'de davacılar, sendikaları tarafından çalışma koşullarının iyileştirilmesi amacıyla düzenlenen ulusal grev gününe katılmışlardı.
Savcılık, topluca iş bırakıldığı için dava açmıştı.
Ocak 2002'de de adalet, davalıları, 100 gün hapis ve üç aylığına işten el çektirme cezasına çarptırmıştı.
Daha sonra hapis cezası para cezasına çevrilmiş ve temyiz mahkemesi kararı onamış ve işten el çektirme ceza süresini iki ay 15 güne düşürmüştü.
Strasbourg yargıçlarına göre, davacılar barışçıl toplanma özgürlüklerini kullandılar ve mahkumiyetleri sendika üyeleri ve başka insanların yasal olarak greve katılımlarını caydırmaya yönelik.
AİHM ayrıca Türkiye'yi, bir jandarma hakkında, bir sorgulama sırasında kötü muamelede bulunduğu gerekçesiyle hukuki takibat yürütmediği için de mahkum etti.
18 Şubat 1999'da davacı Fatma Çamdereli komşusuyla yaşadığı bir anlaşmazlığın ardından jandarma karakoluna götürülmüştü. Ertesi gün Çamdereli, bir jandarmanın kendisine kötü muamele ettiğini bildiriden şikayet dilekçesi verdi.
Bir doktor Çamdereli'nin omuz, kol ve sağ kalçasında morluklar tespit etti.
Savcı dava açtı, ancak davacının başvurusu reddedildi ve jandarmaya karşı ceza soruşturmalarından vazgeçildi.
Aralık 2002'de Bursa Mahkemesi davacının jandarma tarafından kesinlikle darp edildiğine hükmetmiş ve jandarmayı yaklaşık 900 avro para cezasına çarptırmıştı.
Jandarmanın yeterli ceza almadığını vurgulayan AİHM, bir devlet memuru tarafından yapılan kötü muamelenin ardından kurbanın zararının giderilmesinin yeterli olmadığı değerlendirmesinde bulundu.
Mahkeme, "daha önce de birçok kez bu bağlamda Türk ceza sisteminin, devlet memurları tarafından yapılan illegal davranışlara somut tedbirleri garanti etmek için yeteri kadar caydırıcı olmadığını" hatırlattı ve davacıya beş bin avro tazminat ödenmesine hükmetti.

AFP: "AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ TÜRKİYE'Yİ MAHKUM ETTİ"

STRASBOURG (AVRUPA KONSEYİ), 22/07(AFP)(BYE)--- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bugün Türkiye'yi üç ayrı davada, gözaltında kötü muamele gerekçesiyle mahkum etti.
Mahkeme Türkiye'yi, 1961 doğumlu Osman Karademir, 1972 doğumlu Kemal Kahraman ve 1959 doğumlu Neytullah Getiren ile ilgili davalarda 11.500, 15 bin ve 10 bin Avro tazminat ödemeye mahkum etti.
Yayımlanan bir bildiride, "Üç davadaki durum ve davacıların yaralanmalarının nasıl gerçekleştiği konusunda Türk hükümetinden yeterli bir açıklama bulunmaması gözönüne alındığında Mahkeme bunların gözaltı sırasında kötü muamele sonucunda ortaya çıktığına hükmetti" denildi.
Osman Karademir Mayıs 2002'de hırsızlık şüphesiyle polis tarafından gözaltına alınmış ve ertesi gün serbest bırakılmıştı. Karademir, gözaltı sırasında kendisine önce tekme, yumruk ve tokat atıldığını ardından da bir hücrede çırılçıplak soyularak cinsel organına elektrik verildiğini belirtiyor
Kürdistan İşçi Partisi'ne (PKK) üye olduğu gerekçesiyle 12 yıl 6 ay hapse mahkum edilen Neyrullah Getiren ise Mart 1999'da İstanbul'da 13 kişinin öldüğü bir saldırının soruşturması çerçevesinde gözaltına alınmıştı.
Getiren, gözaltı sırasında kollarından asıldığı, üzerine soğuk su döküldüğü, polisler tarafından sırtının üzerinde yüründüğü ve kulak zarının patlatıldığını belirtiyor.
İslami bir terör örgütüne üye olduğu gerekçesiyle ömür boyu hapse mahkum edilmiş olan 1972 doğumlu Kemal Kahraman ise Haziran 1999'da gözaltına alındığı sırada dayak yediği ve üzerine soğuk su döküldüğünü belirtiyor.

AFP: "AKP HAKKINDAKİ KAPATMA DAVASI... AB-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE YENİ SIKINTILAR"

BRÜKSEL, 27/07(AFP)(BYE)--- Yacine le Forestier bildiriyor:

Türkiye'de iktidarda bulunan İslamcı muhafazakar partiyi tehdit eden yasaklanma, görüşmelerin askıya alınması fazla olası olmasa bile, Türkiye'nin üyeliğine muhalif olan Avrupalılar kampını güçlendirerek AB ile Ankara arasında yeni gerginlikler dönemi başlatma tehlikesi içeriyor.
Pazartesi gününden itibaren Türk Anayasa Mahkemesi, 2002 yılından bu yana iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisinin, laiklik karşıtı faaliyetlerinden dolayı yasaklanması talebi konusunu müzakere etmeye başlayacak. Bu, ülkede daha önce birçok siyasi partinin yaşadığı bir kader. Bu dava, AKP'ye yöneltilen suçlamaların, mahkeme önünden ziyade sandıklarda görülmesi gerektiği değerlendirmesini yapan ve demokratik kurallara zarar verdiği görüşünde olan Avrupalıların hoşuna gitmiyor.
Genişlemeden Sorumlu Avrupa Komiseri Olli Rehn, ilkbaharda AKP'ye dava açıldığında sözünü sakınmadı. AKP'nin yasaklanmasını hakkaniyetsiz olarak niteleyen Rehn, Ekim 2005'te başlamasından bu yana zaten yavaş ilerleyen Türkiye'nin AB'ye üyelik görüşmelerinde karışıklık yaşanması tehdidini ima etmişti.
Rehn, "Anayasa Mahkemesi hakimlerinin, önemli bir Avrupalı demokrasi olma yolundaki Türkiye'nin uzun vadeli menfaatlerini dikkate alacaklarını umut ediyorum" demişti.
Görüşmelerin sözcüsü, özgürlüklerin ve demokrasinin "ciddi biçimde ve sürekli ihlal edilmesi" durumunda 27'lerin, görüşmeleri nitelikli basit çoğunlukla askıya alabileceklerini söylüyor.
Ancak yangına körükle gitmemek için Brüksel ve 27'ler, olası bir yasağı görüşmeleri engellemeksizin şiddetli bir biçimde kınamakla yetinebilir. Ya da AB ülkeleri kesin bir karar almadan, müzakerelerde bir süreliğine mevcut durumun sürmesini sağlamak için ara bir çözüm bulunabilir.
Emin olunan şey ise, AKP'nin suçlanmasının, Türkiye'nin üyeliğine en fazla karşı çıkan Fransa, Avusturya ve Kıbrıs gibi AB ülkelerine gerekçeler veriyor olmasıdır.
Yılın sonuna kadar AB başkanlığını yürütecek olan ve bu nedenle tarafsız olması gereken Fransa, şu an için görüşmeleri engellemeye gidip olur olmaz şeyler yapma arzusunda değilmiş gibi görünüyor.
Fransız diplomatik bir kaynak, kısa süre önce, Avrupalıların yasağı protesto edeceklerini ancak yasağın, Türkiye ile müzakerelerde yeni sayfalar açılmasına bir etkisi olmayacağını ifade etti. Aynı kaynak, "Türkiye ile daha belirgin bir krizin nedeni olmak istemiyoruz" dedi.
Kriz ayrıca, 34 yıldan bu yana bölünmüş durumda olan adanın birleştirilmesine yönelik görüşmelerin 3 Eylül'de başlaması öngörüldüğü Kıbrıs sorununa çözüm umudunu öldürme tehlikesi de içeriyor.
Fransız diplomatik kaynağına göre Fransa, 35 başlıktan üç yeni başlığın daha açılması arzusunda. Böylece üç yılda müzakereye açılan başlık sayısı 11'e yükselecek.

AFP: "İSTANBUL'DAKİ BOMBALI SALDIRILARA TEPKİLER"

BRÜKSEL/STOCKHOLM/STRASBOURG/LONDRA/WASHİNGTON, 28/07(AFP)
(BYE)--- AB ve NATO bugün, İstanbul'da dün akşam 17 kişinin öldüğü ve 154 kişinin yaralandığı saldırıları "şiddetle" kınadılar.
NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer, "kasten masum sivilleri hedefleyen bu terör saldırılarını" kınadı.
AB'nin Yüksek Temsilcisi Javier Solana da yayımladığı bildiride, "birçok masum hayatı sona erdiren bu korkunç bombalı saldırıları" kınadı.
Scheffer, Solana ve Avrupa Komisyonu, ölenlerin ailelerine "taziyelerini" sundular.
NATO Genel Sekreteri, "terörizm ile mücadelede NATO'nun Türk halkı ile olan dayanışması" konusunda güvence verdi.
Solana ise, "bu zor zamanlarda Türkiye'nin AB'ye güvenebileceğini" belirtti ve "bu terör saldırılarının faillerinin adalet önüne çıkarılabileceği ümidini" dile getirdi.
Avrupa Komisyonu da, "görünüşe göre mümkün olduğunca çok insanı öldürmeyi hedef alan İstanbul'daki korkunç saldırıyı" kınadı ve "terörizm ile mücadelede Türk halkı ile olan dayanışmasını" dile getirdi.
Öte yandan İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt de, bu hafta sonu Hindistan'da ve Türkiye'de gerçekleşen saldırıları kınadı.
Yayımlanan bildiride Bildt, "Masum insanlara karşı gerçekleştirilen bu ölümcül saldırıları kınıyoruz. Hindistan ve Türkiye, İspanya, İngiltere ve İsveç gibi açık demokrasilerdir. Demokrasinin, Hindistan'da da, Türkiye'de de bu provokasyonlara karşı koyacak gücü bulacağına inanıyorum" dedi.
Avrupa Konseyi de İstanbul'daki saldırıları "hayasız ve hesaplı" olarak niteleyerek kınadı.
Yayımlanan bildiride Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Terry Davis, "İstanbul'da dün akşam meydana gelen bombalı saldırılar kalabalık bir caddede yoldan geçen masum insanları hedefleyen hayasız ve hesaplı bir terör eylemidir. Türk yetkililerin bu olayın faillerini en kısa zamanda yakalayıp adalet önüne çıkaracaklarını umuyorum. Sandıkların, silahlar ve bombalara üstün geleceği medeni ve demokratik bir toplumda terörizmin yeri yoktur" şeklinde fikir belirtti.
İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband da, "hoyrat bir terör eylemi" olarak nitelediği saldırıları kınadı.
Yayımlanan bildiride Miliband, "İstanbul'da dün akşam gerçekleşen saldırılar hoyrat bir terör eylemidir. Masum sivillere saldıranlar, uluslararası toplum tarafından kınanmayı hakediyorlar. İngiltere, Türk hükümetinin ve halkının acısını ve öfkesini paylaşıyor" dedi.
Saldırıların ardından Beyaz Saray da bugün, Türk müttefikine ABD'nin desteği konusunda güvence verdi.
Beyaz Saray Sözcüsü Gordon Johndroe, "Bu trajik saldırılarda yakınlarını kaybedenlere samimi taziyelerimizi sunuyoruz. Terörizm karşısında Türklerin yanındayız. Bu sorunu çözmekte ortakları olarak kalmaya devam ediyoruz" dedi.

AFP: "AİHM, AKP'NİN KAPATILMASINI ACİLEN ENGELLEMEYİ REDDEDİYOR"

STRASBOURG (AVRUPA KONSEYİ), 28/07(AFP)(BYE)--- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), yapılan başvuru üzerine Adalet ve Kalkınma Partisinin Türkiye Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasını engellemek için acil önlem almaya gerek olmadığını ileri sürdü.
Strasbourg'da yayımlanan bildiride AİHM, 25 Temmuz'da Ali Sezer isimli İzmirli bir Türk vatandaşından, iktidar partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasını engellemek için ihtiyati tedbir alınması talebiyle bir dilekçe aldığını belirtti.
Bildiride, "Aynı gün Mahkeme kalemi, talep sahibini, Mahkeme tüzüğünün 39. maddesi gereğince istenilen ihtiyati tedbir alınmasına gerek olmadığı konusunda bilgilendirdi." deniliyor.
Metne göre, "Ayrıca Mahkeme kalemi, başvurunun acilen tebliğ edilmesi ve başvuruya öncelik tanınması talebinin reddedildiğini başvuran tarafa bildirdi."
AKP'nin kapatılmasının, özellikle düşünce, din ve toplanma özgürlüğünü ihlal edeceği ileri sürülen Sezer'in dilekçesi, her zamanki prosedüre göre önümüzdeki aylarda incelenecek.

AFP: "AVRUPA KONSEYİ VE AVRUPA KOMİSYONU AKP'NİN KAPATILMAMASINDAN MEMNUNİYET DUYDU"

STRASBURG, BRÜKSEL, 30/07(AFP)(BYE)--- Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Lluis Maria de Puig Türkiye'de Anayasa Mahkemesinin iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisinin kapatılmaması kararından memnuniyet, ancak hazineden aldığı maddi yardımın yarı yarıya kesilmesi kararından üzüntü duyduğunu ifade etti.
Parlamenterler Meclisinden yayımlanan bildiride, "Böyle bir karar Türkiye'deki siyasi arenada kilit bir rol oynayan AKP'ye karşı uygulanan ayrımcılık olarak nitelendirilebilir. Türkiye siyasi istikrarına kavuşabilir ve aralarında sivil bir anayasa hazırlamanın da bulunduğu gerekli reformları gerçekleştirebilir." ifadeleri kullanıldı.
Öte yandan Avrupa Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn Türkiye'ye, ülkeyi modernleştirmek için reformlara devam etme çağrısında bulundu.
Rehn "Anayasa Mahkemesinin kararını olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyorum. Artık Türkiye reformlara devam etmelidir." şeklinde konuştu.

 

İNGİLTERE BASINI

BBC: "FRANSA'DA ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ"

ANKARA, 22/07(BYE)--- BBC'nin 07.007.30 Türkçe yayınından:

Fransa'da parlamento 1958'den bu yana en kapsamlı anayasa değişikliği paketini kıl payı farkla kabul etti. Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin seçim vaatlerinden olan Anayasa düzenlemeleri, Cumhurbaşkanının yetkilerinden meclis veya yargı da dahil olmak üzere devlet kurumlarında önemli değişiklikler içeriyor. Anayasanın tartışılan bir hükmü de Avrupa Birliği'ne yeni üye olacak devletlerin katılımlarının onaylanma yönetimine ilişkin.
Eski Cumhurbaşkanı Chirac zamanında yapılan bir değişiklikle Türkiye'nin üyeliği konusunda son sözü halk söyleyecek vaadiyle diğer adaylara uygulanmayan bir yöntem referandum, Anayasa'ya eklenmişti. Dün kabul edilen anayasa değişiklikleri düzenlemesinde bu hüküm korunuyor. Ancak referandum şartı artık mutlak değil.
Ayrıntıları Paris'ten Sabetay Varol'a sorduk:

VAROL: Daha önce referandum kilidi söz konusuydu yani ne şart altında olursa olsun referanduma gidilmesi gerekiyordu. Burada her ne kadar bu kilit belli ölçülerde korunuyorsa da bazı durumlarda mümkün olacak. Eğer Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğini destekliyorsa pekala bunu meclisten geçirme ve referanduma götürmeme olanağına sahip olacak.

SORU: Anayasa değişikliklerinin parlamentodaki tartışmaları sırasında neler yaşandı?

VAROL: Bir anayasa değişikliği niteliğinde olduğu için son olarak iki Meclisin birleşik oturumundan geçmesi gerekiyordu. Burada da nitelikli çoğunluk beşte üç olarak belirleniyor. Fransa Anayasası'na göre bu çoğunluğu da çok az farkla, kıl payı olarak elde etti.

SORU: Kıl payı derken nasıl bir orandan bahsediyorsun?

VAROL: Eğer bir hayır oyu daha çıksaydı, anayasa değişikliği paketi, olduğu gibi reddedilecekti ki bu Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin seçim vaatleri arasında yer alan son derece önemli bir çalışmanın ürünü olan bir değişiklikti. Tümü reddedilmiş olacaktı. Şöyle bir noktayı da belirtmek gerekiyor. Fransız sağında bazı parlamenterler karşı oy verdi ve bunların sayısı kısıtlı olmakla birlikte altı kadar parlamenter, sağcı parlamenter, sadece Türkiye'ye karşı oldukları ve daha önce konmuş olan referandum kilidini Cumhurbaşkanı Sarkozy gevşettiği için karşı oy verdiklerini gösterdiler. Buna karşılık bir sosyalist milletvekili eski Kültür Bakanı, anayasa değişikliği paketini hazırlayan komisyonun başkan yardımcısı olarak ve bir anayasacı olarak tasarıyı desteklediğini belirtti ve lehte oy verdi. Bu durumda bir hayır oyu fazla çıksaydı bir anlamda bu Türkiye'yi ilgilendiren anayasa değişikliği nedeniyle Cumhurbaşkanı Sarkozy çok önemli bir politik yenilgiye uğrayacaktı, bu da Sarkozy'nin Türkiye'ye karşı olan tutumu bilindiğinden paradoksal bir durum ortaya çıkartıyor.

SORU: Sarkozy için bu anayasa değişiklerinin çok önemli olduğunu seçim kampanyasındaki vaatlerinden biri olduğunu hatırlattın. Neler içeriyor?

VAROL: Bir kere cumhurbaşkanının lehine olan, cumhurbaşkanını güçlendiren tek bir madde var. O da devlet başkanının yılda bir kez senatoyla, ulusal meclisin birleşik oturumuna gelmesi ve burada bir konuşma yapması. Şimdiye kadar cumhurbaşkanları parlamentoya uğrama hakkına bile sahip değillerdi. Cumhurbaşkanın lehine böyle bir değişiklik yaratıyor. Buna karşılık gerek meclisin, gerek yürütmenin, gerekse yargının yürütme önünde yetkilerini artırıyor. Şöyle ki cumhurbaşkanı, yurt dışına asker gönderme, askeri müdahalede bulunma, Anayasa Mahkemesinin başkanını seçme, birçok anayasal kurumun önde gelen kişilerini seçme gibi konularda yetkilerini parlamentoyla paylaşma durumunda kalacak. Parlamento şimdiye kadar kendi gündemini kontrol edemiyordu. Gündemi, hükümet belirliyordu. Sürenin yarısını parlamento belirleyecek. Bunun da bir bölümünü muhalefet belirleyecek. Bu açıdan da önemli değişiklikler getiriyor.

THE FINANCIAL TIMES: "İTİRAZLAR GEÇERSİZ KILINDI"

ANKARA, 28/07(BYE)--- Financial Times'ın 28 Temmuz 2008 tarihli sayısında Vincent Boland imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Türkiye kargaşaya alışık. Mali çöküntülerden askeri darbelere, depremlere kadar ülke kendi payına düşen krizden fazlasına katlanmış gibi görünüyor. Ancak daha önce hiç bugün ortaya çıkan senaryoyla karşılaşmamıştı. Anayasa mahkemesinin 11 hakimi ülkenin en yüksek yargı organının 46 yıllık tarihindeki siyasi olarak en tartışmalı davasını görüşmeye başladı.
Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya hakimlerden, Türkiye'yi yaklaşık altı yıldır yöneten popülist, dindar kökenli, sosyal olarak muhafazakar siyasi hareket AKP'nin "laikliğe aykırı faaliyetlerin" bir merkezi olduğunu ilan etmelerini istedi. Ayrıca hakimlerin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve diğer 69 parti yetkilisine beş yıllığına siyaset yasağı getirmelerini istiyor.
Halkın gözü, mart ayında açıldığından beri hükümeti felce uğratan bu davada. Bu hafta ya da en geç ağustos ortasında karara varılana kadar Türkiye şayialar, spekülasyonlar ve yanlış bilgilerle çalkalanacak. Lehman Brothers'dan ekonomist Tolga Ediz kapatma tehdidini Türkiye için "sismik bir olay" olarak niteliyor. Ankara'daki Seta adlı düşünce kuruluşundan İbrahim Kalın da davanın hakimleri "tarihi bir sorumlulukla" karşı karşıya bıraktığını söylüyor.
Davanın sonucu, AB'ye katılma girişimi ve duraksayan ekonomik reform programı dahil Türkiye'nin yakın geleceğini şekillendirecek.
Ayrıca Türkiye'nin laik güçleriyle -İstanbul ve Ankara'da merkezlenmiş ordu, yargı, bürokrasi, iş dünyası, akademik çevre ve medyadan oluşan elit sınıf- AKP'nin, Kürt oylarının büyük bir bölümünü, muhafazakar kırsal seçmenleri ve özellikle Anadolu kentlerinde gelişmekte olan orta sınıfı da içeren, laik elitin gücüne ve ayrıcalıklarına bir tehdit olarak ortaya çıkan büyük ama tamamen farklı seçmen grubu arasındaki devam eden savaşın doğasını ve süresini de belirleyecek.
Laiklerle muhafazakarlar arasındaki onyıllardır devam eden bu savaş kritik bir noktaya ulaşıyor. AKP davası, tam da Türkiye'nin iç istikrarı yıllar süren görece sakinlikten sonra yeniden tehdit altında gibi görünürken karara bağlanıyor. İstanbul'daki savcılar -emekli silahlı kuvvetler personelini, üniversite rektörleri ve gazetelerin köşeyazarlarını da içeren- bir grup militan Türk milliyetçinin hükümeti devirme "planı"nı meydana çıkardıklarını iddia ediyorlar. Senaryo, -1960'dan beri üç darbe geçekleştirmiş olan- orduyu, hükümeti devirip düzeni sağlamaya teşvik etmek için bombalı saldırılar ve önemli şahsiyetlere karşı düzenlenecek suikastler yoluyla halk arasında huzursuzluk yaratmak isteyen Ergenekon adıyla bilinen bir grupla ilgili olduğu iddia ediliyor.
Buna ek olarak, ayrılıkçı Kürt grubu PKK da, Türk ordusu ocak ayında üslerine saldırmak için Kuzey Irak'a girdiği halde halen bir tehdit olarak duruyor. Bu ay İstanbul'daki ABD başkonsolosluğuna yönelik, hala soruşturulmakta olan bir saldırı da, Türkiye'de terör tehdidinin çok değişik şekiller aldığını hatırlatan bir olay. Bütün bu olayların birbiriyle bağlantılı olup olmadığı -ve özellikle, bazı AKP muhaliflerinin iddia ettiği gibi parti kapatma davasıyla Ergenekon soruşturması arasında bir bağlantı olup olmadığı- görülecek.
Dava, dikkatleri, Türk toplumunun bir özelliği olan dini ve sosyal muhafazakarlığın devletin katı laik temellerini zayıflatmamasını sağlamak için 1960 darbesinden sonra ordu tarafından kurulan anayasa mahkemesine çekti. Türkiye İslamın devlete bağlı olması ilkesine göre kuruldu; bugün devlet kontrolündeki diyanet işleri başkanlığı imamların vereceği hutbeleri dikte ediyor ve camileri sıkı bir kontrol atlında tutuyor.
Türklerin çoğu AKP'nin bu düzeni tehdit ettiğini düşünüyor. Parti 2001'de Erdoğan, Gül ve diğerleri tarafından, açık şekilde İslamcı olan iki selef partinin görünürde merkezci bir versiyonu olarak kuruldu. İktidara geldiğinden beri ekonomiyi canlandırdı ve Türkiye'nin AB'ye katılma amacını üstlendi. Karşılığında Avrupa, ABD ve Müslüman dünyanın büyük kısmının -bunların yanı sıra artan sayıda yabancı yatırımcının- farklı nedenlerle hayatta kalmasında bir paya sahip.
AKP'nin muhalifleri, yurtdışındakiler dahil destekçilerinin, Türkiye'yi İslamlaştırmaya yönelik gizli gündemini görmezden geldiklerini söylüyorlar. Türkiye'nin büyük şehirleri dışındaki yerlerde dini değerlerin toplumsal davranışları şekillendirdiği şüphe götürmez. Bunu AKP'nin körükleyip körüklemediği tartışma konusu. Geçen yılki seçimlerde oyların yüzde 47'sini alan parti neredeyse bütün büyük şehirlerin belediyelerini de yönetiyor. Önemli devlet atamalarında AKP'ye sadık olanlar göreve getiriliyor.
En çok tartışmaya yol açan bu yıl partinin parlamentodan bayan öğrencilerin üniversitelerde başörtüsü takmasına izin veren bir yasayı geçirmesi oldu. Yasa daha sonra anayasa mahkemesi tarafından iptal edildi.
Sorun, bu davranışın laik Türkiye'ye bir tehdit olup olmadığı. 1990'larda bakan olan hukukçu Hikmet Sami Türk şöyle diyor: "AKP'nin meşruluğu ve demokratik yetkilerinin büyüklüğü mahkemenin üzerinde karar vereceği kriterler değildir zira bunlar yasal meseleler değildir. Mahkemenin kararlaştırması gereken AKP'nin laikliğe tehdit olup olmadığı ve bu da tartışmaya açıktır."
Yalçınkaya, üst düzey AKP isimlerinin eylemlerinin ve açıklamalarının partiyi laikliğe karşı bir tehdide dönüştürdüğünü savunan 178 sayfalık bir iddianame hazırladı. Türklerin çoğu, bazıları adli bir yasağı desteklemekten kaçınsa da, ona katılıyor. Erdoğan'ın destekçileri iddianamenin uydurma ve siyasi amaçlı olduğunu ve AKP'nin gücünü kısıtlamayı ne muhalefetin ne de ordunun başardığını, ve bunu yargı yoluyla başarmak istediklerini söylüyorlar.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler profesörü olan İhsan Dağı, AKP'nin Türkiye'ye İslamcı bir tehdit olarak gösterilmesinin onu yanlış anlamak olduğunu söylüyor. Journal of Democracy'nin temmuz sayısında yayımlanan bir makalesinde Dağı şöyle yazdı: "AKP'nin parti programına, söylemine, toplumsal tabanına ve özellikle hükümetteki siciline bakıldığında İslamcı bir hizip değil daha çok globalist, piyasa eğilimli, Batı yanlısı ve popülist bir parti görülüyor."
Ancak muhalefetteki CHP'nin üst düzey bir üyesi olan Onur Öymen, sırf seçmenlerin yüzde 47'sinin oyunu aldığı için, AKP'nin anayasadan ya da oyunun kurallarından muaf olduğuna dair bir kural olmadığını söylüyor.
AKP'nin selefi olan partiler, Refah ve Fazilet, Türkiye'de çok fazla heyecana ya da yurtdışından protestolara neden olmadan kapatıldı. Bunun nedeni, çok az desteğe sahip olmaları ve liderlerinin güvenilirliğinin az olmasıydı. AKP farklı bir canavar. Partiyi kapatma ve Erdoğan'ı siyasi karmaşaya sürme yönünde bir kararın bedelleri olacaktır.
İlk olarak, parti büyük bir desteğe ve yurtiçinde de yurtdışında da güçlü bir meşruiyete sahip. İkincisi, hükümetteyken Kıbrıs konusunda uzlaşarak ve Orta Doğu'da arabulucu rolü oynayarak dış politikada büyük değişiklikler getirdi. Üçüncüsü, belirli bir dereceye kadar ekonomik beceri de gösterdi. Türklerin devalüasyona, bankaların çökmesine ve gerilemeye neden olan 2001 krizi büyüklüğünde mali bir felaket kadar korktukları bir şey yok. En son olarak, AKP'ye alternatif olacak istikrarlı bir hükümet yok. Parti ve liderleri görevden alınırsa, başka bir görünüm altında kendilerini yeniden yarattıktan sonra ve daha büyük bir yetkiyle genel seçimlerde geri dönmeleri kesin. Bir yasağın, bu yüzden ters etkileri olacaktır.
"Bu davanın ya olumlu (kapatma ve yasaklama olmadan) bir sonucu olacak ya da çok olumsuz bir sonucu. Kapatmayla ve idari maslahatla sonuçlanacağına dair bir görüş birliği var ama ben buna katılmıyorum" diyen Ediz bir partiyi kapatmak için gerekli ispat yükünün çok ağır olduğunu ve iddianamenin bunu sağlamak zorunda olmadığını söyledi.
AKP geçen yılki çatışmadan sonra orduyla da ilişkilerini düzeltti. Bu, PKK ile savaşın kontrolünü generallere vermeyi gerektirirken parti de güneydoğudaki Kürt milliyetçi oylarını elde etti. Genelkurmay kapatma tartışmalarında dikkat çekecek derecede sessiz kaldı.
Ediz hakimlerin karara varırken bu faktörlerin farkında olacağını söylüyor ve "Bir boşlukta işleyemezler" diyor. Kalın da "Hakimlerin dış faktörleri hesaba katmaları gerektiğini düşünüyorum çünkü bu dava çok olağandışı" diyor.
Yine de davayı reddetme yönünde bir karar pek muhtemel görünmüyor. Türkiye'nin yargı kurumu sadece cumhuriyetçi, anayasal ve laik ideolojiyle değil dostlukla da birleşmiş durumda. Hakimlerin Yalçınkaya'yı bir davası olmadığını söyleyerek küçük düşürmeleri tasavvur edilemez bir şey. AKP'yi ve liderlerini yasaklama kararı en kötü ihtimalli senaryo. Ama en muhtemel senaryo da bu.
Ancak -kararın geçerli olması için en az yedisinin bu yönde oy kullanması gereken- hakimlerin bir seçeneği daha var. Partiye el sürmeyip devlet fonlarını kesebilir ki bu da, herhangi bir genel seçimdeki üslubunu ciddi bir şekilde kısıtlayacaktır. "Laikliğe aykırı faaliyet" suçlaması ayrıca AKP'nin ılımlı destekçilerinin gözündeki ününü lekeleyebilir.
AKP'yi ve Erdoğan'ı yasaklamak, birçok yorumcu ve diplomatın söylediğine göre, Türkiye'nin anayasal ve kurumsal krizinin altında yatan meselelere hitap etmez. Diğer yandan, partiyi ve liderlerini görevde bırakmak AKP'yi siyasi ve toplumsal hayatın daimi bir özelliği haline getirecek. Kalın'a göre "Sorun laik müessesenin kararı kabul etmeye istekli olup olmayacağı."

--Brüksel Kulübüne Girmek Uzak bir Hayal Olarak Duruyor--

Başsavcı iktidardaki AKP'yi kapatmak için çalışmalara başlamadan önce bile Türkiye'nin AB'ye katılım girişimi büyük sorunlarla karşı karşıyaydı.
Türkiye'nin üyelik müzakereleri Ekim 2005'te başladı. Ancak bir yıl sonra AB 35 başlıktan sekizinde müzakereleri dondurduğunda bozuldu.
Sebep, Türkiye'nin liman ve havaalanlarını Kıbrıs trafiğine açmayı reddetmesiydi. Kıbrıs Brüksel'de, 30 bin Türk askerinin bulunduğu Kıbrıs Türk kesimi değil güneydeki Kıbrıs Rum kesimi tarafından temsil ediliyor.
Geçen hafta Kıbrıslı Rum ve Türk liderlerin eylül ayında adayı yeniden birleştirme müzakerelerine başlamaya karar vermesi prensipte Türkiye'nin AB emellerine bir destek verdi. Pratikte ise böyle olması pek muhtemel değil. Avusturya ve Fransa gibi belli AB üyeleri Türkiye'nin hiçbir koşulda AB'ye katılmasını istemediklerini açıkça söylediler.
1 Temmuz'da Fransa AB'nin altı aylık dönem başkanlığını devraldığında Elysee sarayından üst düzey bir yetkili, "Türkiye'nin AB'ye katılmasına kesinlikle karşıyım" dedi.
Engeller iki haftadan kısa bir süre sonra, nüfuz sahibi bir Alman milletvekili, Elmar Brok, Avrupa parlamentosundan Türkiye için üyelik dışında bir AB-Türkiye bağı öngören raporu geçirdiğinde daha da arttı.
Türkiye'nin AB'ye katılımı bazı milletvekillerini dehşete düşürüyor zira 70 milyondan fazla nüfusuyla parlamentoda Almanya dışındaki bütün ülkelerden fazla üyeye sahip olacak.
Kamuoyu Türkiye'ye karşı döndü. Avrupa Komisyonunun yaptığı araştırmalar AB içinde Türkiye'nin üyeliğine muhalefetin son 10 yılda hızla artarak 2005'ten beri yüzde 50'yi geçtiğini gösteriyor. AB diplomatlarına göre, anayasa mahkemesi AKP'yi kapatırsa Türkiye'nin üyelik müzakereleri terkedilmez ama resmi olarak askıya alınabilir.
AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn gibi Türkiye'yi destekleyenler, Türkiye'deki hala AB'den yana olan siyasi ve iş dünyasının güçlerini cezalandıracak adımlardan kaçınma konusunda tedirgin. Türkiye'nin AB'deki eleştirmenleri açısından vidayı birazcık daha sıkmak gerekecek.

THE INDEPENDENT: "DÜNYANIN EN ÖNEMLİ SİYASİ PROJESİ"

ANKARA, 29/07(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Independent gazetesinin 29 Temmuz 2008 tarihli sayısında, Daniel Howden imzasıyla ve yukarıdaki başlık altına yer alan makalenin çevirisi şöyledir:

Müslüman, demokratik, laik, mali açıdan istikrarlı ve Avrupa Birliğini Orta Doğu'ya bağlayan bir ülke yaratma projesi, Türkiye'yi muhtemelen bugün dünyadaki en önemli siyasi deney haline getiriyor. Ve bu proje çökmenin eşiğinde.
Demokratik olarak seçilmiş, kökenleri siyasi İslama dayanan bir hükümetin, nüfusunun yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede ortaya çıkması, muazzam bir siyasi toplumsal ve ekonomik ilerlemeye rast geldi.
Bu ilerlemenin motoru AB üyeliği ihtimali oldu. Tıpkı zengin ülkelerin oluşturduğu genişlemekte olan bir bloğun tarihi mantığının, Sırbistan'ı savaş suçlularını tutuklamaya zorladığı gibi, Türkiye'yi de reform yapmaya itti.
Altı yıldır, ılımlı bir İslamcı parti yasal sistemi ve ekonomiyi onardı, genişleyen bir orta sınıfı besledi ve ülkenin Avrupa kulübüne üyelik girişimini yönetti. Bu sicil, muhaliflerin korkularını hafifletmeye pek de yaramadı. Ülkeyi İslamlaştırma çabası olduğunu düşünüyorlar ve bunu durdurmak için meclisi, darbe tehdidini ve şimdi de mahkemeyi kullanıyorlar.
Türkiye'nin generalleri, Atatürk modern ülkeyi kurduğundan beri laik yönetimin kendinden menkul muhafızlarıdır. Onyıllardır siyasi partiler, onların isteğiyle iktidardan indirildi.
"Laik" hükümetler sıklıkla yolsuzluğa bulaştı ve mali çöküşler yaşadı. İlerleme durdu ve metropolit elitler dışında milyonlarca Türk laiklikten pay alamadı.
Pakistan ve Mısır'da da benzer şeyler oldu ve siyasi İslam önemli bir güç haline geldi. Bu sayede Recep Tayyip Erdoğan, ülkedeki en popüler politikacı haline geldi. Davaları ve siyasi yasakları atlattı, seçimlerde temsil yetkisini yeniden teyit etti. Başsavcının partisini kapatma girişimi, ordunun, halkın bazı kesimlerinin siyasi İslamdan duyduğu rahatsızlıktan yararlanmak ve gücünü sağlamlaştırmak için son şansı. Yaklaşan kriz, Türkiye'nin AB üyeliği yönünde kaydettiği ilerlemenin durmasını memnuniyetle izleyen Fransa, Avusturya ve Almanya'yı endişelendirmeyecek. Bu ülkeler, Türkiye'nin üyeliğine -ve sebep olabileceği göç dalgasına- muhalefetin oluştuğunun kesinlikle farkındalar. Bu davanın sonucuna bağlı olarak Türkiye'nin muhaliflerinin tüm bölgeye umut veren deneyi durdurmak için parmağını bile kıpırdatmasına gerek kalmayabilir. Bunun yerine yavaş yavaş boğulmasına göz yumulacaktır.

THE FINANCIAL TIMES: "AB TÜRK LAİKLİĞİNİ GÜÇLENDİREBİLİR"

ANKARA, 29/07(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Financial Times gazetesinin 28 Temmuz 2008 tarihli internet sayfasında, Hakan Altınay ve Kalypso Nicolaidis imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan makalenin çevirisi şöyledir:

Avrupa Birliği bürokrasisi Türkiye'de "laikler" ile "İslamcılar" arasındaki çatışmada taraf tuttu mu? Laik taraftakilerin çoğu buna inanmış görünüyor. Bu kişiler Avrupa'nın giderek Türkiye'deki laikliğe karşı büyük suç ortağı hâline geldiğini ileri sürüyorlar.
Aslında AB, laikliğe olağanüstü değer yükleyen bu Türklerle irtibat kurarken yaratıcı bir vücut dili bulamadı. Şimdi Türkiye'de bir zamanların Batılı elitleri ile Avrupa projesi arasında boşanma riskiyle karşı karşıyayız. Bu bir talihsizliktir zira laiklikten derin endişe duyan bu Türkler önemli yerlerde bulunuyorlar ve AB uyum sürecine dahil edilmemeleri hâlinde bazı şeyler eksik kalacaktır.
Bu sadece AB'nin suçu değil. Türk laikler daha da münzevi bir hâl aldılar. Avrupa forumlarından uzak durdular. Kıdemli Avrupalılarla kurdukları nadir irtibatlarda dünyadaki çeşitli huzursuzluklardan mevkidaşlarını sorumlu tutma eğilimine girdiler ve bu yetkililerle ortak sorumluluklar üstlenmek yerine onlara ders vermeyi tercih ettiler. Eylemlerinden bazıları da beklenenin çok uzağındaydı: laikler; ordunun, dönemin Dışişleri Bakanı ve cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül'e karşı, internet sitesinde geçen nisan ayında yayımladığı "e-ültimatom"unu kınamadılar. Buna karşın Avrupalıların laiklerin taktiklerine gösterdikleri alerjik reaksiyon, endişelerinin yerini tutacak verimli bir değişim yoluna girmiştir. AB'nin bazı Türk laiklerin hâlihazırda kullandıkları aşağılık taktikleri çoğu haklı endişelerinden ayırması için bir yol bulması gerekiyor.
Her iki tarafın da geçmişteki siyasi söylemleri görebilmesi ve öze dönmesi halinde AB'nin en sonunda Türkiye'de laikliği güçlendireceği çok önemli yollar ortaya çıkacaktır:
1. Çok az kişi modernleşmenin, laikliğin devamına yardımcı olacağından şüphe duyuyor. Türkiye'nin AB'ye adım adım dahil olması Türk modernleşmesinde de derinleşme olacağı anlamına geliyor. Türk ekonomisi kaçınılmaz olarak daha da rasyonel hâle gelecek ve artan refahı dağıtacaktır.
2. AB, sayısız hükümet, idari ve iş birliği ağları yoluyla ülkeler ve toplumlar arasında sosyal ilişkiler yaratmaktadır. Birden çok kimliğe bağlı olma hissiyatıyla artan "yaşam şansları" insanları geleneksel kalıplardan çıkarak özgürleşmeye yöneltmektedir. Türkiye'nin Avrupa sosyo-politik sürecine yavaş yavaş dahil olması, kaçınılmaz olarak ülkenin siyasi kültürünün herhangi bir İslamcı içgüdünün uzağında değişmesine neden olacaktır.
3. Kadının statüsünün laik bakış açısının merkezinde yer aldığı açıktır. Çalışma alanlarına erişimde eşitlik hâlâ kritik bir mesele. AB'nin Lizbon stratejisi çalışma yaşındaki kadın nüfusunun yüzde 60'nının çalışıyor olmasını amaçlamaktadır. Bu fırsatların sağlanması hâlinde kadınlar seçimleri üzerinde herhangi bir zorla kontrolü kabul etmeyeceklerdir.
4. Laikler İslamcılığın devletin bizzat koruması altında yavaş yavaş sızmasından endişe duymaktadır. Buna karşı koymak için AB'nin ayrımcılık karşıtı pek çok standardı bulunmaktadır bunlardan bazıları ise ayrımcılık karşıtlığının gerçekleşmesinin sorumluluğunu yerel, ulusal ve Avrupa düzeyinde yetkililere yüklemektedir. Türk siyaset bilimcileri ve AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn tarafından teklif edilen laiklik ombudsmanlığı gibi bir şey önemli bir başvuru merkezi yaratabilir.
5. Laikler benzer şekilde ihaleler ve ruhsatlar verilmesi suretiyle hükümet yanlısı iş çevreleri oluşturulmasından da endişe duyduklarını ifade ettiler. AB'nin kamu ihaleleri ve devlet yardımları konusundaki kuralları etkin koruma koşulları sağlayabilir.
6. İç politikanın yerini alamayacak olmasına rağmen AB, üye ülkelerin kamusal alanlarını birbirine bağlayarak yeni bir tür Avrupa ötesi siyasetine yol açmaktadır. Ulusal siyasi partiler uluslararası ittifaklar yaratmakta ve Avrupa Parlamentosu için birlikte kampanyalar düzenlemekte, ortak platform düşüncelerini müzakere etmekte ve fikirlerini paylaşmaktadırlar. Bu Türkiye için diğer şeylerin yanı sıra Adalet ve Kalkınma Partisi ve diğer merkez sağ partilerin, laikliğin temel ilkelerini içselleştirmiş olan muhafazakâr Hristiyan demokratik kültürüne dahil edilmesi anlamına gelecektir.
7. Avrupa anlaşmaları, üye ülkeler içerisinde otoriter eğilimleri engellemek için çok taraflı demokratik bir izleme mekanizmasını da içeriyor. Bu yaklaşım, aralarında Jörg Haider'in özgürlük partisinin de olduğu Avusturya'da bir koalisyon hükümeti kurulduğunda gayriresmi olarak ortaya koyulmuştu. Dolayısıyla Türkiye'de İslamcı bir hükümetin iktidara gelmesi halinde Haider'e reva görülenden daha kötü bir muameleye maruz kalacaktır. Türkiye'nin her zamankinden daha çok Avrupa'ya entegre olduğu varsayılırsa bunun bedeli yüksek olacaktır.
AB'ye uyum ve entegrasyon Türkiye'de laikliğin geleceği için bir artı değerdir. Ne var ki bu konuda iki uyarı bulunmaktadır:
İlki, laikler arasındaki şüphecilerin, Türkiye'nin AB'ye üyelik ihtimali her geçen gün azalırken, AB'ye uyumda gidilen yolun Türkiye'de laikliği güçlendireceğinin tartışmalı bir mesele olduğu yönünde inanışlarının olmasıdır. Aslında bu laikler, Türk laiklerin, kapıları açarak uyumun bedelini ödemek suretiyle, meseleyi en kötü şekilde sonlandırdıklarını söylemektedirler.
Türkiye'nin üyeliği konusunda kem küm edilmesi insanları pacta sunt servanda (sözler tutulmalı) sözünün çağdaş Avrupa'da herhangi bir anlama gelip gelmediği konusunda şüpheye düşürecektir. AB her zaman büyük vizyon ile önemsiz seçim mücadelesi teknikleri arasında hassas bir denge sağlamış görünüyor ve ilki şimdi eksik görünüyor: ancak değişim zorunlu. Aynı zamanda Türkiye ve Türk laiklerin Avrupa'da dostları ve pek çok potansiyel dostları bulunmaktadır. Eğer gerçekten AB üyeliğini istiyorlarsa, arkadaşlarını angaje etmeleri ve bu amaç uğruna çalışmaları gerekmektedir. Gerekli bütün korunma koşullarının, büyüyen bir ekonomi ile birlikte, Avrupa sınıfı üniversitelerin olduğu ve kadının kamusal hayata katıldığı bir toplumda Türkiye'nin herhangi bir otoriter seçenekten daha fazla laikliği pekiştireceği kesindir.
Bu "AB eşittir daha güçlü laiklik" denklemine ikinci ve daha güçlü bir uyarı bulunmaktadır. Bugün Avrupa laikliği ile uyum, özünde siyasi liberalizm olan modernliğin yeni bir aşamasında bulunmayı gerektirmektedir. Aslında laiklik sadece Türkiye'de çekişmeli ve belirsiz bir kavram değildir: daha bir hafta önce İngiliz basını "laiklik tehlike altında" başlıklarıyla doluydu. Bütün Avrupalılar acı bir şekilde sosyal entegrasyonla toplumun çoğulculuğunu bağdaştırmanın çeşitli yollarını araştırıyor. Bunu yapmanın en verimli yolu Türk laiklerin bu tartışmaya katılmasıdır.
Avrupa siyasi projesi ile Türkiye'de reformların geliştirilmesi birbiriyle yakından bağlantılıdır. Türkleri ve diğer Avrupalıları, bir diğerinin şahsi endişeleri, arzuları ve tarihi perspektiflerine üzerinde samimiyetle durmaya davet ediyoruz.

REUTERS: "AB AKP HAKKINDAKİ MAHKEME KARARININ ARDINDAN RAHAT BİR NEFES ALDI"

BRÜKSEL, 30/07(REUTERS)(BYE)--- AB yetkilileri bugün Türkiye'nin en üst düzey mahkemesinin, İslamcı faaliyetlerde bulunduğu iddialarıyla hakkında dava açılan AKP'yi kapatmama kararının ardından rahatladıklarını ifade ettiler.
AB Dönem Başkanı Fransa ve Avrupa Komisyonundan konu hakkında henüz bir açıklama gelmedi, ancak bir diplomat, kararın memnuniyetle karşılandığını, zira Türkiye'nin yavaş ilerleyen katılım süreci için yarattığı potansiyel engeli ortadan kaldırdığını söyledi.
Diplomat, "Bu mükemmel bir haber, çünkü demokratik olarak hükümeti ve kurumların yönetiminden sorumlu iktidar partisinin başı üzerinde Demokles'in kılıcının sallanması korkunç bir şeydi." dedi.
Bir başka diplomat ise altı ay boyunca sürecek AB Dönem Başkanlığında Fransa'nın, ciddi bir siyasi engel olmaması hâlinde, Ankara ile 35 müzakere başlığı arasında bulunan iki veya üç ilave siyasi alanda daha müzakereleri başlatmaya niyetli olduğunu ifade etti.
Türkiye ile yakın bağları olan AB Milletvekili Joost Lagendijk, karar üzerine kendini çok rahatlamış hissettiğini söyledi.
Lagendijk, "Bu iddianameye dayanarak AKP'nin kapatılması, Avrupa'nın siyasi partileri kapatma kurallarına açık bir şekilde tezat oluşturacak ve antidemokratik bir karar olacaktı. Umarım AKP karardan doğru sonuçları çıkararak, eyleme geçer." dedi.
Anayasa Mahkemesinin iktidardaki AKP'yi kapatmama kararını memnuniyetle karşılayan AB'den, bunun "iyi haber" olduğu ve kararın AB'nin en büyük aday ülkesinde siyasi istikrara yardımcı olması gerektiği yönünde açıklamalar geldi.
AB Dış Politika Şefi Javier Solana'nın Sözcüsü Cristina Gallach, "Tabii şimdi bunu daha detaylı okumalıyız, ancak olumlu. Türkiye gergin bir ortamda yaşıyor ve Mahkemenin bu kararının siyasi istikrarın yeniden oluşturulmasına katkıda bulunacağını samimiyetle umuyoruz." dedi.

 

İTALYA BASINI
LA REPUBBLICA: "KEMAL DERVİŞ: AB İÇERİSİNDE YENİ BİR İSPANYA OLACAĞIZ"

ROMA, 22/07(BYE)--- Tirajı 725 bin olan merkez-sol eğilimli La Repubblica gazetesinin haftalık iş ve finans eki Affari&Finanza'nın 21 Temmuz 2008 tarihli sayısında, Marco Ansaldo imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin özet çevirisi şöyledir:

2001 yılında Ekonomi ve Maliyeden sorumlu Devlet Bakanı görevini üstlenerek Türkiye'yi ekonomik krizden kurtaran ve halihazırda New York'ta BM Kalkınma Programı Başkanı olan Kemal Derviş, İstanbul'da iş adamları ve sanayiciler karşısında yaptığı bir konuşma vesilesiyle, Türkiye'nin son dönemdeki başarılarını hatırlattı ve Türkiye'nin de dünya ekonomisinde yaşanan yavaşlamadan etkileneceğini, ancak bunun kısa süreli olacağını ve ekonominin yeniden hızlanacağını, Türkiye'nin sosyal gereksinimlere gösterdiği dikkati sürdürmesinin gerektiğini kaydetti.
AB halklarının Türk halkının Avrupa'ya göçmesinden endişelendiklerini, kendilerinin ise uzun zamandan beri AB ülkelerine bu endişeyi İspanya için de yaşamış olduklarını ve bu endişelerin hiçbir zaman gerçek olmadığını hatırlattıklarını, nitekim Türklerin kendi ülkelerinde çalışmayı arzu ettiklerini vurgulayan Derviş, Avrupalıların büyük bir bölümünün Türkiye'nin AB'ye katılması taraftarı olduğunu, Türkiye'nin AB'ye katılımının Hristiyan ve Müslüman dünyalar arasında değerler ve kurumlar entegrasyonunun mümkün olabileceği mesajını vereceğini, İkinci Dünya Savaşı'nı takiben doğan barış projesinin yirminci asırda yeni istikametlerde gerçekleşebileceğini göstereceğini, Türkiye ve AB'nin birlikte çalışarak bir Müslüman ülkenin AB'ye girebileceğini kanıtlamalarının tüm dünyaya verilen güçlü bir mesaj oluşturacağını belirtti.
Türkiye'nin uluslararası satranç masasının küresel oyuncusuna dönüşmesi gerekiyor. Bu sayede AB karşısındaki değeri de artacak. Bunun gerçekleşebilmesi için pek çok ülkeyle şimdiden irtibat kuruldu ve Derviş, Türkiye'nin bunun da ötesine, daha ileriye gitmesinin gerektiğini kaydetti.

IL GIORNALE: "TÜRKİYE'NİN AB'YE KATILIMINA NEDEN KARŞI ÇIKILIYOR?"

ROMA, 25/07(BYE)--- Tirajı günde 315 bin olan merkez sağ eğilimli Il Giornale gazetesinin 25 Temmuz 2008 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında Okuyucu Mektupları Köşesinde yayımlanan Marilena Sioli imzalı mektup ve yanıtının çevirisi şöyledir:

MEKTUP: "Birkaç ay evvel yayımlanan yeni Avrupa Sözlüğü'nü okurken, yazarın Türkiye'nin AB'ye muhtemel katılımını aşırı karamsar tonlarla çiziyor (aktarıyor) oluşunu hayretle gözlemledim. Neden bu kadar çok sayıdaki İtalyan (ve Avrupalı), Avrupa fabrikalarında şimdiden kalabalıkça var olan bir halk karşısında ön yargılıdır? AB'nin 28'nci ülkesi olarak Kıbrıs probleminin çözülmesine destek olamaz mı? Türklerin 50 yıldan beri NATO'ya dahil oluşundan, çoğu kez Avrupa ülkelerinden daha yüksek profesyonel kapasiteler sergileyerek bizlerin silahlı kuvvetleriyle birlikte askerî tatbikatlarda bulunuşundan neden kimse şikayetçi olmuyor? Marilene Sioli-Milano

YANIT: "Gidişata karşıt görüşler. Okurlarımız arasında da pek çoklarının Türkiye'nin AB'ye katılımına karşı olduğu kanısındayım ve hatta bu Avrupa'ya da..."

ANSA: "TÜRKİYE... BONINO: AB'YE KATILIM YAVAŞ İLERLİYOR"

ROMA, 28/07(BYE)---İtalyan haber ajansı ANSA'nın 28 Temmuz 2008 tarihli bülteninde yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Radio Radicale'ye mülakat veren -son seçimlerde Demokratik Parti listesinden seçilen- Radikal Senatör Emma Bonino şu açıklamayı yaptı: "Dışişleri Bakanı Frattini'nin söyledikleri İtalyan Hükümetlerinin, daima açık olan tutumu ile tutarlı. Gerçek şu ki, daima korktuğumuz şey gerçekleşiyor: bu katılım sürecinin böyle yavaş, böyle dolambaçlı ve Avrupa başkentleri tarafından tartışmaya konulmuş olması, hepimizin bildiği gibi karmaşık ve dolambaçlı bir yürüyüş olan Türkiye'nin yürüyüşünü şüphesiz kolaylaştırmadı."
Bonino sözlerini şöyle sürdürdü: "Bu hafta, Anayasa Mahkemesinin Hükümet Partisi hakkındaki kararını vermesi bekleniyor. Bu bağlamda, kurumları geçerli kılmalarını ve Avrupa'nın kendi içine kapanmamasını ümit ediyoruz. Bunu diğer alanlarda da görüyoruz: Karadziç hakkındaki Sırp kararı kimsenin gözünden kaçmıyor, Sırp Hükümeti, kendini önemli bir riske attı, gösteriler oldu... Balkanlarda çok kırılgan bir durum var ve Avrupa'ya görev düşüyor."

 

YUNANİSTAN BASINI

ETHNOS: "TÜRKİYE'DEKİ SÜRTÜŞME VE KRİZ"

ATİNA, 17/07(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 17 Temmuz 2008 tarihli sayısında, PASOK'un AB Parlamenteri Marilena Kopa imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye kritik bir dönüm noktasında bulunuyor. Bir yandan iktidar partisi ertesi gün başka bir ad altında, başka bir liderle yeniden kurulmak zorunda kalacağını düşünerek Anayasa Mahkemesi karşısındaki savunmasını hazırlıyor. Öte yandan ise "Ergenekon" örgütünün ortadan kaldırılmasına yönelik tutuklamalar, (Hrant Dink'in öldürülmesi gibi) suikast düzenleyen ve hükümeti devirmeye hazırlanan üst düzey yetkililerin, ordunun, yargıçların ve düşünürlerin diğer yüzünü ortaya koyuyor. Aslında bu, Türkiye'de askeri Kemalist kurulu düzen ile siyasi İslam arasındaki acımasız bir çarpışmadır.
İktidar partisi Batı'ya birçok vaatte bulundu. Türk toplumunun umutsuzca ihtiyaç duyduğu derinlemesine yenilikler yapılacağını, liberalleşmenin sürdürüleceğini, insan haklarının korunacağını ve azınlıklara saygı gösterileceğini söyledi. Ancak, yaptığı temel değişiklik üniversitelere başörtünün getirilmesiyle ilgili oldu. Batı'nın, özellikle de son seçimlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a cömertçe destek veren AB'nin sabrı artık tükeniyor. Vaatlerin yerine getirilmesi gecikiyor ve Türkiye Avrupa'dan uzaklaşmasına neden olan bir krize sürükleniyor.
Aynı zamanda, İrlanda'nın Lizbon Anlaşması'na verdiği "hayır" yanıtından sonra Avrupa'da Birliğin genişletilmesine ilişkin müzakereler başka bir boyuta taşındı. Kurumsal kriz, Avrupa'nın genişlemeyi bırakıp önce kendi içindeki sorunlarla ilgilenmesi gerektiğini söyleyen seslerin çoğalmasına neden oldu. Birçok kişi Anlaşma'ya verilen "hayır" yanıtını genişlemeye yönelik "hayır" olarak kabul ediyor.
Diğer yandan genişlemeyle Batı Balkanlar'dan çok, büyüklüğü, dini ve ülke içindeki koşullar nedeniyle Birlik için önemli bir soru işareti olan Türkiye'yi kastettikleri son derece açık. Alman Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy AB'nin genişlemeye devam edemeyeceğini açıkladılar. Avrupa'daki gelişmeler Türkiye'deki dengeleri daha da istikrarsız hale getiriyor. Başbakan Erdoğan iki taraftan yara alıyor: Bir yandan partiyi kapatmaya tehdit eden yargı gücü, diğer yandan da üyelik olasılığından uzaklaşan AB. "Ergenekon" davasına ilişkin yapılması beklenen resmi açıklamalar ve AB'deki gelişmeler, gizliden devam eden krizi daha da tetikleyecek. Böyle bir gelişme Türkiye'de bugüne kadar tanıdığımız siyasi sistemi tamamen değiştirmeye yönelik bir tehdit olacaktır.

ELEFTHEROTİPİA: "PAPANDREU: HRİSTOFYAS'I DESTEKLİYORUZ"

ATİNA, 29/07(BYE)--- Tirajı 52.944 olan Eleftherotipia gazetesinin 28 Temmuz 2008 tarihli sayısında, Panos Sokos'un PASOK Başkanı Yorgo Papandreu ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

SOKOS: Temmuz 1974, harekât ve Kıbrıs'ın işgali. Temmuz 2008, hala sorun var. Sayın Papandreu, Hristofyas ile Talat arasındaki doğrudan müzakerelerle ilgili anlaşma doğru yönde mi? Netice elde edilecek mi, yoksa yine Ankara'nın uzlaşmazlığı karşısında engellenecek mi?

PAPANDREU: 34 yıldan bu yana Kıbrıs konusu bir işgal konusu olarak hala askıda tutuluyor. Türkiye işgal ordusunu geri çekmeli, AB adayı olarak yükümlülüklerini yerine getirmeli, uygulamaya katkıda bulunarak yapıcı bir işbirliğinde bulunmalı ve Kıbrıs Türk toplumuna velilik yapmadan, serbestçe konuşmasına izin vermeli.
Cumhurbaşkanı Hristofyas uluslararası toplumun saygınlığını kazanarak, süreci harekete geçirmeyi başardı ve yeni ümitlerin doğmasını sağladı. Aramızda özel bir dostluk var, sürekli temas içindeyiz, çabalarına tam destek veriyoruz ve kendisine güvenimiz tam. Kıbrıs'ın iki kesimli, iki toplumlu federasyon çerçevesinde, uluslararası bir kişilik, bir tabiiyet ve bir egemenlik altında birleşmesi amacıyla Kıbrıslı Türk lider Sayın Talat ile doğrudan görüşmelere başlanmasına yönelik anlaşma son derece olumlu bir gelişmedir.
Bu yeni çabayı, -dışarıdan kabul ettirilmeyen, takvim ve üst hakemliği olmayan bir çözüm için çabayı- PASOK faal bir şekilde destekleyecek. PASOK, BM kararları ve AB anlaşmaları çerçevesinde, aynı zamanda da AB müktesebatına tam uyumlu kalıcı ve işlevsel bir çözümü desteklediği yönündeki tezini daima kanıtlamıştır. Sosyalist Enternasyonal Başkanı sıfatımla, bu zorlu fakat ümit verici çabayı desteklemek için gerekli bütün girişimlerde bulunacağım.

SOKOS: Türkiye'de bir siyasi ve anayasal kriz yaşanıyor. Alışıldığı gibi krizi ihraç etmesini beklemeli mi? Hükümet konuyu nasıl ele almalı?

PAPANDREU: Durum gerçekten belirsiz. Ancak günümüz Türkiye'sinde herhangi bir iç siyasi krizin ihraç edilmesi eskisinden daha zor. Bunda da, Türkiye'nin AB üyeliği perspektifinin ilerletilmesinde PASOK hükümetlerinin sağladığı katkının payı da oldu.
Hatırlıyor musunuz, AB'nin doğrudan ilgilendiği ve Türkiye'nin AB üyeliği için gerekli durumlarda baskı uygulandığı sürece, hem reformlar gerçekleştiriliyordu, hem de Türkiye içinde bir dereceye kadar sakin ve istikrarlı bir ortam vardı. Türkiye'nin AB üyeliğine karşı Avrupa'da şüpheli bir tutum ortaya çıkmaya başlayınca milliyetçi sesler yine güç kazandı, askeri ve diğer düzenlerin etkisi yine arttı, bunun sonuçlarını da bugün izliyoruz. Bu nedenle, Türkiye'nin AB konularına karşı pasif bir tutum içinde olan bu hükümet büyük bir sorumluluk altındadır.

 

ABD BASINI

AMERİKA'NIN SESİ RADYOSU: "TÜRKİYE ZOR DÖNEMDEN GEÇİYOR"

ANKARA, 17/07(BYE)--- Amerika'nın Sesi Radyosunun 06.30-07.00 Türkçe yayınından:

Avrupa'da parlamentoların tatile girdiği bu dönemde siyasi tansiyon da düşmüş durumda. Türkiye'de ise, AKP'yi kapatma davasıyla Ergenekon Soruşturması ülkenin gündemini belirlerken gerginliği de tırmandırıyor.
Almanya muhabirimiz Cem Dalaman, Alman Yeşiller Partisinin Avrupa Parlamentosu üyesi Cem Özdemir ile Türkiye'deki güncel gelişmeleri konuştu.
Cem Özdemir, bu yaz tatil yapamayacak siyasetçilerden. Yeşiller Partisi Genel Başkanlığı için aday olan Özdemir şu aralar parti örgütünde hummalı bir kulis çalışması içinde. Buna rağmen geçen hafta Türkiye'yi ziyaret eden Cem Özdemir Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve çok sayıda siyasetçi tarafından da kabul edildi. Özdemir gözlemlerine dayanarak ülkenin çok zor bir dönemden geçtiğini söylüyor.
Özdemir şöyle konuştu: "Türkiye'de karşılıklı kutuplaşma yaşanıyor. Dolayısıyla Türkiye'nin şu anda en fazla ihtiyacı olduğu şey, iki kutuplaşmanın ötesinde birleşme konularını ön plana çıkarmak. Sanıyorum Türkiye'de de insanlar durumun ciddiyetini anladı ve eski Genelkurmay Başkanının devreye girmesi, birtakım siyasetçilerin devreye girmesi bence güzel şeyler sivil toplum örgütlerine de tabii büyük görevler düşmekte basın dahil olmak üzere. Şu anda tansiyonu düşürecek adımlar atılması gerekiyor. Kelimelerde de bir yumuşama yaşanmalı. Şu bir gerçek, eğer böyle darbe girişimleri olduysa bunlar katiyen cevapsız kalamaz. Bütün demokrasilerde devlet için olabilecek en ağır suç budur. Şunu da yeri gelmişken söylemiş olayım bu emekliye ayrılmış paşalar bildiğiniz gibi Avrupa Birliğini pek sevmez. Şükretsinler ki bizim baskımızdan ötürü Türkiye'de idam cezası kalktı."

Türkiye ziyareti sırasında resmi makamlardan sivil toplum örgütlerine birçok kişi ve kurumla görüşen Özdemir, siyasi iktidarı elinde bulunduran ve onu destekleyenlerin demokrasiyi, AKP iktidarının ülkeyi bir din devleti haline getirdiğini savunanların ise laikliği sahiplendiğini, ama bu ikisinin ayrı ayrı düşünülemeyeceğini belirtiyor.

Özdemir, "Türkiye'deki şu anda gündeme getirilen çelişkiler 'ya demokrat mısın ya da laik misin?' Bana açıkçası aptalca geliyor. Tabii ki Cumhuriyet laik olmalı ama aynı zamanda demokratik de olmalı. Bunu sanki bir çelişkiymiş gibi göstermek son derece anti-demokratik bir yaklaşım" dedi.

Avrupa Birliği de bu gelişmeleri çok yakından izliyor. Cem Özdemir, yaşanan gelişmelerin Avrupa Birliği içindeki Türkiye karşıtlığı yönündeki çalışmaları kolaylaştırdığını dile getiriyor: "Türkiye'nin Avrupa Birliği ile işlerin iyi gitmemesini isteyen bundan pay çıkarmaya çalışan çevreler mevcut. Sayın Sarkozy, Avusturya hükümeti, Almanya'daki Hıristiyan demokratlar bunların ekmeğine maalesef Türkiye'de birileri devamlı yağ sürüyor. Şuna dikkat edilmeli. Olası bir parti yasağında -ki öyle olmayacağını ümit ediyorum- Avrupa Birliği ilişkileri askıya asılırsa bunları tekrardan başlatmak, yeniden dosya açmak çok çok zor olacak çünkü oy birliğini bir daha sağlamak neredeyse bir hayal gibi görünüyor."

Bu yaşananların üstüne bir de PKK terör örgütünün Ağrı Dağı'nda üç Alman dağcıyı kaçırması, Alman medyasının merceklerini bir kez daha Türkiye'nin doğusuna çevrilmesine neden oldu. Yeşiller Partisi Eşbaşkanlık adayı Cem Özdemir, bu konuda çözüm için daha radikal kararlar alınmasından yana.
Özdemir sözlerini şöyle sürdürdü: "Türkiye'de gençlerin dağa çıkmamasını sağlayacak yasalar çıkmalı. Bir an önce PKK denilen terör örgütünü ortadan kaldırmak istiyorsak bunun tek ve tek yolu gençleri devlete kazandırmak. Bu sertlikle olmuyor. Bu, asker yoluyla, tank yoluyla olmuyor. Bu, ancak şeffaf bir demokratik devlet çerçevesinde olur. Bunun bir parçası, biz buradaki yaşayan Türkler nasıl kendimiz için hak talep ediyorsak aynı şekilde Türkiye'deki Kürt vatandaşları ve Kürt kardeşlerimiz için aynısını talep etmek zorundayız. Geniş kapsamlı af gibi konular bence gündeme gelmeli."

Yeşiller Partisinin liberal kesiminden olarak tanımlanan Cem Özdemir'in aday olduğu Yeşiller Parti Eşbaşkanlık seçimi eylül ayında yapılacak.

AMERİKA'NIN SESİ: "TÜRKİYE İLE ÜYELİK MÜZAKERELERİNDE EN AZ İKİ BAŞLIĞIN AÇILMASI DÜŞÜNÜLÜYOR"

ANKARA, 21/07(BYE)--- Amerika'nın Sesi Radyosunun 06.30-07.00 Türkçe yayınından:

Avrupa Birliği dönem başkanlığını üstlenen Fransa'nın Washington Büyükelçisi Pierre Vimont, Türkiye ile üyelik müzakerelerinde en az iki başlık açmayı planladıklarını söyledi. Vimont, kapatma davasından çıkacak sonuca Avrupa Birliği'nin nasıl tepki göstereceği konusunda yorum yapmadı.

Fransa'nın Washington Büyükelçisi Pierre Vimont, Evrim Bunn'ın sorularını yanıtladı.

BUNN: Fransa'nın Avrupa Birliği dönem başkanlığını devralmış olması Türkiye'de, Türkiye açısından olumsuz bir gelişme olarak algılanıyor. Fransa'nın, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğiyle ilgili ulusal görüşü biliniyor. Sizce bu görüş, Avrupa Birliği başkanlığı sorumluluklarıyla çelişecek mi?

VİMONT: Avrupa Birliği dönem başkanlığı belirli sorumlulukları beraberinde getirir. Belli şekillerde davranmanız gerekir. Fransa, dönem başkanı olarak adil ve tarafsız olacaktır. Ulusal görüşümüz ne olursa olsun başkanlık görevini dengeli yapacağız. Genişleme konusunda da amacımız sorumluluklarımızı gerektiği gibi yerine getirmek. Türkiye'nin müzakere sürecini de bu çerçevede ele alacağız. Avrupa Konseyi müzakerelerde yeni başlıklar açmamızı talep ederse böyle yapacağız. Hatta bunu yapmaya hazırız, bu konu üzerinde bir süredir çalışıyoruz. Müzakerelerde iki hatta, üç yeni başlık açmayı planlıyoruz.

BUNN: Bu müzakere başlıkları neler?

VİMONT: Biri sermayenin serbest dolaşımı, diğeri ise enformasyon topluluğu başlığı altında yeni enformasyon teknolojileriyle ilgili. Ancak öncelikle Avrupa Birliği Komisyonundan resmi teklif gelmesini beklememiz gerekiyor.

BUNN: Türkiye'de iktidar partisine karşı açılan kapatma davası, partinin aleyhine sonuçlanırsa, Avrupa Birliği'nin tutumu ne olur?

VİMONT: Öncelikle ne karar alınacağını beklememiz gerekiyor. Bu konuda bütün Avrupalılar bir araya gelerek ve kararı değişik açılardan değerlendirerek karar verecek. Dönem başkanı ülke burada sadece Avrupa Birliği'nin temsilciliği görevini görüyor. Şimdiden nasıl bir karar vereceğimizi söylemek zor.

BUNN: Fransa Meclisinde üye ülkelere referandum uygulanması kararına Cumhurbaşkanı gerekli gördüğü takdirde referandum yapılmaması paragrafı eklenmeye çalışılıyor. Bu Türkiye'ye karşı atılmış bir adım mı?

VİMONT: Hayır tabii ki değil. Bu tartışma hala devam ediyor. Anayasamızda yeni üye olmak isteyen bütün ülkelere referandum uygulanması maddesi yer alıyor. Bu yeni bir şey değil. İlk kez 1972 yılında İngiltere, İrlanda ve Danimarka'nın üyeliğinde uygulanmıştı. Bazı Meclis üyeleri, bu maddenin kaldırılması, ancak sadece belirli birkaç ülkeye uygulanmasını teklif etti. Biz hükümet olarak bunun Türkiye'yi hedef aldığını ve adil olmayacağını düşündük. Şu anda bu anayasa maddesinde gerektiğinde cumhurbaşkanına referandumu kaldırma yetkisi veren bir değişiklik yapılması tartışılıyor, ancak dediğim gibi henüz bir karara varılmış değil.

BUNN: Fransız Hükümetinin, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği karşıtı görüşü Fransız halkının da görüşünü yansıtıyor mu?

VİMONT: Kamuoyu yoklamalarına baktığınız da yansıttığını görüyorsunuz. Fransa'da genişleme konusunda bir çekince var. Bu sadece Türkiye ile ilgili değil. Son 15, 20 yıldır Fransızlar genişleme konusunu kabullenmekte güçlük çekiyor.

BUNN: Bu çekincenin nedenleri ne olabilir, İslamafobi veya bilinmeyenden korkmak mı?

VİMONT: Hayır, dediğim gibi bu sadece Türkiye'ye karşı bir tavır değil. Birçok Fransız, Avrupa projesinin amacının saptırıldığına inanıyor ve kimse Avrupa Birliği'nin gidişatını halka tam olarak anlatabilmiş değil. Avrupa Birliği kimliği, coğrafi sınırlar gibi konularda belirsizlik yaşanıyor.

OPEN DEMOCRACY: "KIBRIS'I AVRUPALILAŞTIRMAK"

ANKARA, 21/07(BYE)--- Open Democracy adlı internet forum sitesinin 16 Temmuz 2008 tarihli sayfasında, Mient Jan Faber/Mary Kaldor imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

Her ne kadar resmi olarak Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından temsil ediliyor olsa da adanın tamamı Avrupa Birliği'ne katıldı. Bu, kuzeyde yaşayan Kıbrıslı Türklerin de üyeliğin faydalarından yararlanabilecekleri anlamına geliyor. Kıbrıs'ın AB üyeliği pek çok kişinin izolasyondan kurtulmalarına imkan veriyor, ancak aynı zamanda bu kişiler Kıbrıslı ve Avrupalı olarak kabul ediliyorlar.
AB ile Türkiye arasındaki ilişkiler son dönemde kötüye gidiyor. Türkiye'de demokratik reform süreci yavaşladı. Oysa 22 Temmuz 2007'de (ılımlı İslamcı) Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) seçimleri kazandıktan sonra bu konuda herkes çok umutluydu.

--Türkiye'deki Engeller--

AKP demokratikleşme yönünde bir dizi girişimde bulunma kararlılığını zaten gösterdi. Ancak o zamandan beri, örneğin basın özgürlüğü alanında çok az demokratik reform gerçekleştirildi. Ayrıca parti aşırı tutucu laiklerin saldırılarına maruz kalmaya da devam ediyor. AKP'nin hakimiyetindeki Meclis üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılmasına imkan veren bir değişikliği onayladı. Sertlik yanlısı laik gruplar buna, AKP'nin kapatılması istemiyle açılan bir davayla karşılık verdiler.
Türkiye'deki durum giderek İslamcı demokrasi ile Kemalistlerin laik-otoriter mirası arasında kutuplaşmaya doğru gidiyor. Bu durum, 15 Temmuz 2008'de 86 kişinin Ergenekon adlı sertlik yanlısı laik bir grup adına hükümeti devirmeyi planlamakla suçlanmasıyla daha da karmaşık bir hal aldı. Eğer mahkeme davayı destekler ve AKP'yi yasa dışı ilan ederse bu hem Türkiye'nin demokrasi umutlarına, hem de AB müzakerelerine ciddi bir darbe indirecek. Aslında kötüleşmekte olan durum, AB içinde artan, Fransa'nın dönem başkanlığında daha da artabilecek Türkiye karşıtlığına halihazırda katkıda bulunuyor.
Uzun süredir devam eden Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunması bu çıkmazın aşılmasını dört şekilde sağlayabilir. Birincisi, Kıbrıs'a bir çözüm bulunması Türkiye'nin Kıbrıs Rum limanlarına yönelik ambargosunu kaldırması anlamına gelecektir. Bu da AB müzakerelerinin ambargo nedeniyle dondurulan önemli bazı bölümlerini çözecektir. İkincisi, Kıbrıs sorunu Kürt sorunuyla beraber ordunun Türk siyasetindeki egemen rolünün gerekçelerinden biri. Üçüncüsü, Kıbrıs sorununun çözülmesi, Temmuz 1974'te adanın bir bölümünün Türk ordusu tarafından işgali nedeniyle Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkanların argümanlarından birini zayıflatacaktır. Dördüncüsü ve en önemlisi, bir çözüm Kuzey Kıbrıs'ta yaşayan Türklerin tamamen AB'ye dahil olması anlamına gelecek ve bu da AB'nin, prensipte, Türkiye karşıtı olmadığını gösterecek ve Türkiye'deki Avrupa karşıtı sertlik yanlılarının en önemli argümanlarından birini ortadan kaldıracaktır.

--Yeni Bir İvme--

Öyleyse bir çözüm olasılığı nedir? 40 yıldan uzun süredir adanın bölünmüşlüğüne son vermek üzere bir anlaşmaya varılması yönünde çaba harcanıyor. Çözümün iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon şeklinde olması hususunda geniş bir fikir birliği var. Sık sık görüşmeler muradına ermeye çok yaklaşıyor, ancak son dakikada başarısızlığa uğruyor. Son başarısızlık ise 2004 Annan planıydı. Plan konusunda yapılan bir referandumda kuzeyden destek çıkarken güneyden ret geldi ve neticede sadece güneydeki yönetim Kıbrıs'ı AB'de temsil ediyor.
Değişen şeyse, ilk kez hem kuzeyde hem de güneyde çözümden yana hükümetlerin iktidar olması. Bunun sonucunda, adanın iki yarısı arasında temasların iyileştirilmesi yönünde çabalar başladı bile. Sınır kısıtlamaları kaldırıldı, geçişler kolaylaştı. Aşikar bir polis mevcudiyeti yok. Kuzeyliler Larnaka Havaalanı'nı kullanabiliyor ve güneyde çalışabiliyor. Bütün bunlar tek bir şiddet olayı bile yaşanmaksızın gerçekleşti ve barış süreci açısından önemli sonuçları var. Adanın bölünmüşlüğünün temel mantığı, kuzeyin Kıbrıslı Rumlardan korunmak için Türk askerlerine ihtiyacı olması. Bu argüman hala geçerli ama eskisi kadar güçlü değil.
Gündelik yaşamdaki iyileşmelere paralel olarak müzakerelere hazırlık süreci, çalışma grupları ve teknik tartışmalarla gerçekleşiyor. Daha çok dış baskıların sonucu olan önceki girişimlerin aksine şu anki barış süreci Kıbrıs içinden başlatıldı.
Yeni ivmeye rağmen, daha önce çok kereler hayal kırıklığına uğramış olmalarından dolayı hem sivil toplum hem de siyasiler ihtiyatlı. İhtiyatlı olmak için de çok sebep var. Müzakereciler zaman zaman geçmişin takıntılarına kapılıyorlar. Türk ordusunun nüfuzu kuzeyde hala güçlü bir baskı yaratıyor olabilir. Güneyde eski Cumhurbaşkanı Tasos Papadopulos'un partisi de dahil retçi partilerin desteğine bağımlı bir azınlık hükümeti var. Son olarak, her iki taraftaki siyasiler arasında statükonun sağladığı rahatlık hissi var. Edindiğimiz kanaat o ki, bir anlaşmaya varılması konusunda sivil toplum, politikacılardan ve müzakerecilerden daha hevesli.

--Bir Kıbrıs Örneği--

Yine de geri dönüş yok. Kıbrıs'ta olanlar bir model olarak görülebilir. Eğer bir çözüme ulaşılırsa, bu, önemli bir rol oynayan AB'nin geleceği için önem taşıyor.
AB üç şey yapabilir. Birincisi, Avrupa Parlamentosu kuzeyden ve güneyden sivil toplum temsilcilerinin, Kıbrıs'ın gelecekteki şekliyle ilgili bir çeşit demokratik anlaşmaya varmaları için buluşmalarına ev sahipliği yapabilir. Bu, çözüme ulaşmaları yönünde siyasiler üzerindeki baskıyı artıracaktır. Bunu Avrupa Parlamentosunda yapmak ve bütün garantör güçleri, özellikle Türkiye'yi dahil etmek böyle bir anlaşmanın görünürlüğünü ve meşruiyetini pekiştirecektir.
İkincisi AB, Kıbrıs sorununun çözümünün üyelik müzakerelerini hızlandıracağını Türkiye'ye açıkça ifade etmelidir.
Üçüncüsü, AB ayrıca bir anlaşmaya varıldıktan sonra ne tür güvenlik düzenlemelerine ihtiyaç olacağını da düşünmelidir. AB, Kıbrıs'ı üyeliğe kabul ederek ihtilafı Birlik içerisine taşıdı ve şimdi adadakilerin güvenliğini temin etme sorumluluğuna sahip. Bu geleneksel anlamda bir güvenlik anlamına gelmiyor. Daha çok, gündelik kişisel güvenlik anlamına geliyor. Askeri tehditler ortadan kalktı ama organize suç, yoksulluk ve etnik gerilim hala var. Bunların çoğu gelecekteki Kıbrıs yönetiminin sorumluluğu olacak. Ancak bu yeni güvensizlik kaynaklarının çoğu ulus ötesi olduğundan dış yardıma ihtiyaç olacak. Bu dış yardım hem AB hem de Türkiye'den gelmeli. Şu anda adada İngiliz ve Türk askerler var. Güney, adanın askerden arındırılmasını istiyor. Yine de anlaşma, Kıbrıs'ta barış ve istikrara bağlılığı göstermek üzere Türkiye ve AB'nin görünür bir güvenlik mevcudiyetini içermeli.
Bu önlemler sadece Kıbrıs'taki barış sürecini güçlendirmekle ve Avrupalılaştırmakla kalmayacak aynı zamanda Türkiye'yi de Avrupa'ya yakınlaştıracaktır.

ASBAREZ: "AVRUPA ERMENİ FEDERASYONU SARKOZY'YE BEKLENTİLERİNİ İLETTİ"

BRÜKSEL, 23/07(BYE)--- ABD'de İngilizce-Ermenice yayımlanan Asbarez gazetesinin 22 Temmuz 2008 tarihli internet sayfasında yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Adalet ve Demokrasi için Avrupa Ermeni Federasyonu, Avrupa Birliği'nin yeni dönem başkanı Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'ye Avrupalı Ermeni vatandaşların beklentilerini ve kaygılarını iletti.
Bu ayın başlarında yollanan bir mektupta Avrupa Ermeni Federasyonu, AB üyesi devletler ve aday ülkelerdeki ırkçı nefret ve soykırım inkarına dair kaygılarının yanında AB'nin Türkiye ve Güney Kafkaslar'a yönelik politikalarından söz etti.
Türkiye'nin AB'ye üyelik başvurusunun değerlendirildiği mektupta, "Türkiye'nin katılım süreci, Avrupa halkının da dileği olan reformları yürürlüğe koymaya yönelik somut adımlar Türkiye tarafından atılmadan ilerliyor" denildi ve söz konusu durumun, "bu aday ülkenin önemli eksikliklerine karşı Avrupa kurumlarının yumuşamasının işaretleri" olduğu belirtildi.
Avrupa Ermeni Federasyonu Sarkozy'ye, "Aday ülkenin yerine getirmesi gereken koşulları açık biçimde belirterek Türkiye'nin üyeliğine karşıtlığını açıklama" çağrısında bulundu.
Federasyon mektupta Ermeni Soykırımının tanınmasını, Türkiye'nin "Avrupa'da II. Dünya Savaşı'nın sonunda yok olan bir ideolojiden kaynaklanan agresif devlet doktrini" ile yollarını ayırmak konusundaki istekliliğine işaret edecek "ahlaki, yasal ve siyasi" bir yükümlülük olarak tanımladı.
Ermenistan ve yer aldığı bölgenin Avrupa yapılarıyla giderek artan bütünleşmesini öven Federasyon, dönem başkanı Fransa'ya, Avrupa Komşuluk Politikası gibi programları destekleme çağrısında bulundu. Mektupta ayrıca, AB'nin Güney Kafkaslar uluslarıyla doğrudan diyalog çabaları "Avrupa için iyi bir stratejik seçim" olarak tanımlandı.
AB içi politikalara da değinilen mektupta Federasyon, Sarkozy'yi 2007 başkanlık seçimindeki, soykırım inkarının Avrupa'da yasaklanmasına ilişkin plan üzerinde "Avrupa uzlaşısının aciliyeti"ni temin etme taahhüdünü, kabul edilecek olan "ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla" mücadeleye ilişkin AB Çerçeve Kararı gündeminde gerçekleştirmeye çağırdı.
Avrupa Ermeni Federasyonu Başkanı Hilda Tchoboian, "Bu çerçeve kararın son şeklinde Ermeni soykırımının yer almasını sağlamak için Avrupa Konseyi, Avrupa Komisyonu ve Parlamentosuyla çalıştık. Bugün bunu başarmış bulunuyoruz" diye konuştu.
Federasyon Fransız Senatosunda görüşülen soykırım inkarının cezalandırılmasına dair yasa tasarısına gönderme yaparak, Sarkozy'nin taahhüdünü gerçekleştirmesine ve AB üyesi diğer 26 devlette de benzer yasaların yürürlüğe konması için gerekli mekanizmaları oluşturmasına yönelik arzularını iletti.
Tchoboian sözlerini şöyle tamamladı: "Kısacası biz dönem başkanı Fransa'dan 'Koruyucu Avrupa' konseptine, soykırım inkarının Avrupa'da yaygınlaşmasına karşı alınacak önleme ve cezalandırma önlemlerinin sağlamlaştırılması konusunda, siyasi ve yasal içerik kazandırmasını istiyoruz."

AMERİKA'NIN SESİ: "FRANSA'NIN DÖNEM BAŞKANLIĞINDA TÜRKİYE'NİN AB'YE ÜYELİK SÜRECİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME"

ANKARA, 24/07(BYE)--- Amerika'nın Sesi Radyosunun 06.30-07.00 Türkçe yayınından:

Fransa'nın Avrupa Birliği dönem başkanlığını üstlenmesinin Türkiye'yi olumsuz yönde etkileyeceği yönünde yaygın bir kanı var. Ancak Galatasaray Üniversitesi uluslararası ilişkiler öğretim üyelerinden Prof. Ercüment Tezcan, Fransa'nın aleni bir şekilde Türkiye karşıtı bir tutum izleyemeyeceğini Türkiye'nin üyeliğine sıcak bakmayan diğer ülkelerin başkanlık dönemlerinde olduğu gibi birkaç müzakere başlığının açılacağını söyledi.
Tezcan, Hülya Polat'ın sorularını yanıtladı.

TEZCAN: Fransa aleni bir şekilde Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde çok muhalif gözükmek istemiyor, yani bunu Türk aleyhtarlığına çevirmek yani Avrupa Birliği içerisinde parmakla gösterilen Türk aleyhtarı bir ülke şeklinde pek gözükmek istemiyor. Bunu şuradan da destekleyebiliriz geçen hafta içerisinde Fransız Senatosu tarafından bir rapor yayınlandı, bu raporda Avrupa Birliği içerisinde Türkiye aleyhtarlığının pek öyle kabul edilebilir olmadığı net bir şekilde ortaya kondu. Almanya da dönem başkanlığı yaptı, Avusturya da yaptı. Bunların genel yaptıkları şey şuydu, en azından iki müzakere başlığını görüşmelere açmak şeklindeydi. Dolayısıyla Fransa da en azından iki faslın müzakerelere açılmasında bir istisna yapmayacak.

POLAT: Türkiye'de son dönemde yaşanan siyasi kriz, işte AKP'nin kapatılma davası, Ergenekon soruşturması. Avrupa Birliği üyeleri bu gelişmelere nasıl bakabilir, bunu Türkiye'de siyasi istikrar veya reform süreci açısından olumsuz değerlendirme durumu mümkün mü? Özellikle Fransa'nın başkanlığı döneminde, Fransa'nın Türkiye'ye karşı olumsuz tutumu dikkate alınarak...

TEZCAN: Türkiye aleyhtarı olan insanlar şunu açıkça söylüyorlar ki 'biz dememiş miydik bu Türkler veya bu Türkiye, Avrupa Birliğine yakışmaz, Türkiye'nin Avrupa Birliğine girme kabiliyeti vokasyonu yoktur. Gördünüz mü biz bunu dememiş miydik daha önce. Bak bu adamlar Ergenekon diyor, bak bu adamlar AKP'yi kapatır' şeklinde, bunları çok güzel Türkiye aleyhinde argüman olarak çok güzel kullanıyorlar.
Bunun karşısında Türkiye'nin lehinde olanlar da şunu diyorlar, 'bu tür sorunlar çıkabilir, çıkacaktır, Türkiye bir geçiş aşamasında ve bunlar ortaya çıkabilecek gelişmelerdir. Dolayısıyla hukukun üstünlüğü ve demokrasi yani Avrupa'nın değerlerinin yerleşmesi için bu tür sorunlar çıkabilir. Her ülkede çıkar bu tür şeyler. Dolayısıyla yardımcı olmak lazım Türkiye'yi yüzüstü bırakmamak lazım' şeklinde bir şey var yani iki pozisyon arasında henüz tam netleşmiş değil ya da öyle düşünenler olduğu gibi böyle düşünenler de var diye düşünüyorum.
Tek ses çıkmaz Avrupa'dan, çok ses çıkar, çok seslidir Avrupa. Böyle düşünenler olduğu gibi öbür türlü düşünenler de var. 'AKP kapatılırsa müzakereler zaten askıya alınır, zaten sizinle lütfen müzakere ediyoruz bir kapatın hele biz, sizinle müzakereleri askıya almayı ve başlamamayı çok iyi biliriz' şeklinde aleyhte olanlar var. Bir de dediğim gibi ılımlı daha anlayışla yaklaşan bir grup var.

THE NEWSWEEK: "DEMOKRASİ SANIK SANDALYESİNDE"

ANKARA, 27/07(BYE)--- ABD'de yayımlanan haftalık Newsweek dergisinin 26 Temmuz 2008 tarihli internet sayfasında, Owen Matthews imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

Bu yaz sonunda Türkiye'nin en yüksek mahkemesi ülkenin kurucusu Kemal Atatürk'ün bir büstünün nezaretindeki bir odada toplanacak. Ankara'daki Anayasa Mahkemesinde dört hakim ve yedi yardımcısı Türkiye'nin iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (AKP) gizli bir İslamcı gündem izlemek suçlamasıyla kapatıp kapatmamaya ve -Cumhurbaşkanı ile Başbakan da dahil- 70 üst düzey üyesiyle parti kurucularına siyaset yasağı getirip getirmemeye karar verecekler. Eleştirmenler kovuşturmaları Atatürk'ün laik ilkelerinin uzlaşmaz savunucuları tarafından başlatılan bir "yargı darbesi" olarak tanımlıyorlar. Suçlamaların dayanaksız olmasına rağmen mahkemenin partiyi beraat ettirme ihtimali pek yok zira davayı görmeyi kabul eden hakimlerin yanlış yaptıklarını kabul etmeleri onlar için küçük düşürücü olur.
Kararın ağustos ortasında verilmesi beklenirken Türkiye şimdi düşünülemez olan için beklemede. Birçok devlet can sıkıcı muhalefet partilerini kapatıyor. Türkiye'nin kendisi de, 1997'de AKP'nin bir selefi olan iktidardaki Refah Partisi'nin benzer İslamcılık suçlamalarıyla kapatılması da dahil olmak üzere bunu daha önce 24 kere yaptı. Ancak AKP Refah'ın hiç olmadığı kadar popüler ve ılımlı. Son seçimleri Türk siyaset tarihindeki en büyük oran olan yüzde 47'lik oyla kazandı. Partiyi kapatma ve üst düzey üyelerine siyaset yasağı getirme yönünde bir karar ülkeyi lidersiz bırakarak ve Türk siyasetinde tehlikeli bir iktidar boşluğu yaratarak siyasi bir krizi tetikler. AKP'nin kurucuları olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Batıda pek çok dostları olan önemli küresel isimler.
Onların devrilmesi, Avrupa Birliği ile Afganistan, İran, Irak ve Suriye gibi bölgesel sorunlu yerlerde AKP'nin desteğine güvenen ABD'nin tepkisine neden olur. Ayrıca Türkiye'nin Erdoğan ile Gül'ün ekonomik ve siyasi reformlarla desteklemek için çok fazla çalıştıkları AB'ye katılma çabalarına da zarar verir. AB AKP kapatılırsa müzakerelerin askıya alınabileceğine yönelik öfkeli uyarılardan kaçındı. Ankara'daki üst düzey bir AB büyükelçisi şimdi "devam edecek taahhütlerin alternatifinden daha iyi olduğunu" söylüyor. Ancak Avrupa'nın Türkiye'ye güveni ciddi şekilde aşındı.
Ankara'daki siyasi sahne gerilimle dolu. Mahkeme ve Kemalist destekçileri için belki de en tehlikeli olan, AKP'yi yasaklamaya çalışmanın geri tepebileceği ihtimalidir. Parti stratejisini tartışırken resmi olarak konuşmayı istemeyen Erdoğan'ın bir sırdaşına göre, AKP'nin bir yasağa yanıtı, yeni bir isim altında yeniden örgütlenmek ve yeni seçimler için kampanya yapmak olur. Ondan sonra da gücü, Atatürk'ün laik devletinin temelleri, yargı, bürokrasi ve ordudan uzaklaştırarak seçilmiş hükümetlere kaydıracak yeni bir anayasa hazırlar. Üst düzey bir AKP yetkilisi, "Parti kapatmak çimenleri kesmek gibidir. Yeniden daha güçlü bir şekilde çıkar" dedi
Bu da, laik elitin muhtemelen mücadele etmek istemeyeceği siyasi bir savaştır. Senaryolardan biri mahkemenin partiyi suçlu bulup devlet fonlarını kesmek gibi sembolik bir ceza vermesi olur. Bir diğer senaryoda da, mahkeme daha tartışmalı milletvekillerine siyaset yasağı getirip -Erdoğan ve Gül dahil- üst düzey yöneticilerine dokunmayabilir. Ancak böyle bir tedbir Türkiye'nin sistemi hakkındaki temel soruna hitap etmez. Eski siyasi kalıbı artık ülkeye küçük geliyor. Mevcut anayasası 1980 darbesi sonrasında ordu tarafından tasarlandı. Bu anayasanın yol gösterici ilkeleri, egemen gücün halka emanet edilmeyeceği ve seçilmiş yetkililerin, hükümetin Atatürk'ün laik ilkelerini ihlal etmemesini sağlamakla görevli olan Anayasa Mahkemesi ve Milli Güvenlik Kurulu gibi gölge, seçilmemiş kurumlara tabi olduklarıdır. Anayasa Mahkemesinin iddianamesinde AKP'nin, üniversitelerde başörtüsü takma yasağını kaldırarak ve eşi türban takan dindar bir Müslüman olan Gül'ün cumhurbaşkanı olmasını sağlayarak bu ilkelere karşı çıktığı söyleniyor.
Yaşanan kargaşanın olumlu bir yönü varsa o da, Türkiye'nin eski Kemalist ortodoks inançlarını sorgulamak zorunda kalmasıdır. Gazeteler, ordunun siyasetteki rolü gibi "kutsal inekler"i sorgulayarak ülkenin anayasasını görülmemiş sertlikle tartışıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nden akademisyen Sevan Nişanyan son kitabında Atatürk'ün kurucu felsefesini İtalya'nın 1920'lerdeki faşizmi ile ilişkilendiriyor ve radikal laikliğinin demokrasi ile değil ve dini kullanarak devleti güçlendirmekle ilgili olduğunu söylüyor. Nişanyan, "Portekiz ya da İspanya'nın aksine Türkiye totaliter geçmişi ile barışmadı. Atatürk kültü tarafından yaşatılan totaliter geçmiş hala yaşıyor" diyor. Bu, "Atatürk'ü küçük düşürmenin" hala suç olduğu bir ülkede önemli.
İstanbul yakınlarında yine Atatürk büstü altındaki bir alt mahkemede hazırlanan ikinci bir dava yine mirasına meydan okuyor. Emekli generaller, gazeteciler ve eski bürokratların dahil olduğu Ergenekon adlı bir örgütün üyesi oldukları iddia edilen 100'den fazla kişi Yargıtay başsavcısına yönelik suikast dahil son üç yıl içerisinde bir dizi siyasi cinayet işlemekle ve karışıklık yaratmakla suçlanıyor. Örgütün iddia edilen amacı: AKP hükümetini devirmek için Orduyu provoke etmek. Ankara'daki dava gibi Ergenekon davası da seçilmiş hükümetin Türkiye'de hükmünü geçirip geçiremeyeceği konusunda önemli bir sınav. Ergenekon, Kemalist sistemi savunmak için adam öldürmeyi kullanan, silahlı kuvvetler ile aşırı milliyetçi tetikçiler arasında kurulan bir dizi komplonun sonuncusudur. Şimdiye kadar bu tür komplocular çok ender yargılandı. Ancak bu defa farklı görünüyor ve Türkiye'nin laik eliti birdenbire daha az dokunulmaz görünüyor. Türkiye'nin yüksek rütbeli subayları, (MİT olarak bilinen) istihbarat servisleri ve polis; aralarında akademisyenler, solcu politikacılar, önde gelen gazeteciler ve hatta iki emekli generalin bulunduğu şüphelilerin saldırganca peşlerine düştü. İki emekli generalin askeri lojmanlardaki evlerinde tutuklanmalarına Ordunun kendi yüksek rütbeli subayları karar verdi. Eğer savcılık başarılı olursa, Erdoğan, aşırı milliyetçilerin ordu veya polis tarafından desteklenmesinin kabul edilemez olduğu yolunda çok güçlü bir mesaj göndermiş olacak.
Mahkemelerin kararları, Türkiye'de iktidarın gerçekten kimin elinde olduğunu belirleyecek: Kendilerini Türkiye'nin Anayasası koruyucuları olarak gören subaylar ve kendi kendilerini vatanseverler olarak ilan edenler ya da Türk halkı. Aynı zamanda Türkiye'nin işleyen bir demokrasi olarak ve AB üyeliği yolu konularındaki inandırıcılığına ilişkin net bir sinyal gönderecek. Erdoğan laik muhaliflerini Türkiye için en iyi yolun, ılımlı Müslüman partilerin seçimleri kazanması anlamına gelse bile, demokrasiyi güçlendirmek olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Erdoğan geçen hafta, "Eğer demokrasiye yatırım yaparsanız, ekonomik istikrar ve güven filizlenebilir" dedi. Ve eğer seçilmiş bir hükümeti sudan sebeplerle devirirseniz, sıkıntı artar. Tek soru ne büyüklükte artacağı.

 

AZERBAYCAN BASINI

HALK CEPHESİ: "ABD, TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNİ DESTEKLİYOR"

BAKÜ, 19/07(BYE)--- Tirajı günde üç bin olan muhalefet eğilimli Halk Cephesi gazetesinin 19 Temmuz 2008 tarihli sayısında, Göktürk imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevrisi şöyledir:

Ankara'da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı görüşmeden sonra, gazetecilere açıklama yapan ABD Başkanı Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley, 9 Temmuz'da ABD'nin İstanbul Başkonsolosluğu'na yapılan silahlı saldırıyla ilgili soruyu cevaplayarak, Türk Hükümetine teşekkür etti ve saldırıda hayatlarını kaybeden güvenlik güçlerinin ailelerine başsağlığı diledi.
Terörizmle mücadelede iki ülkenin birleştiğini söyleyen Hadley, "ABD ortak düşmanımız olan PKK ile mücadelede Türkiye ile ortak çalışma konusunda kararlı. Ülkelerimiz teröre karşı birlikte mücadele ediyor" dedi.
Son dönemlerde Türkiye'de çok önemli siyasi ve ekonomik reformların gerçekleştiğini ifade eden Hadley şöyle konuştu: "ABD, bu reformların süreceğine inanıyor. Bu reformları Türk halkı destekliyor. Söz konusu çalışmalar sayesinde Türkiye, daha güçlü bir devlet haline gelecek ve AB üyeliği sürecinde de daha ciddi adımlar atacak. ABD, Türkiye'nin AB üyeliğini destekliyor. ABD ve Türkiye'nin stratejik ortaklığı var. Ülkemiz, bu ortaklığı daha da geliştirmek ve devam ettirmek istiyor."

 

İRAN BASINI

İRAN: "AKDENİZ'DE İKİ HALKIN BARIŞMASI PLANI"

TAHRAN, 27/07(BYE)--- Tirajı günde 300 bin olan muhafazakar eğilimli İran gazetesinin 27 Temmuz 2008 tarihli sayısında, Banafşe Golami imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Kuzey ile güney arasındaki savaşla barış sürekli tekrarlanan bir hikayedir ve her defasında sadece taraflar değişiyor. Bu kez hikayenin baş aktörlüğünü Kıbrıs'ın kuzeyi ve güneyi yani Akdeniz'de bulunan küçük adanın Türk ve Rum yerleşim kesimleri üstlendi ve tabii ki, söz konusu kesimlerin her birinin arkasında 1974 yılından bu yana Akdeniz'de bulunan stratejik Kıbrıs Adası konusunda yorucu bir rekabete giren Türkiye ve Yunanistan gibi büyük yüzölçümlü iki eski ülke bulunuyor. Belki de hasım tarafların, yaklaşık 40 yıldan sonra Kıbrıs'ın kuzeyi ve güneyini müzakere masasına oturmaya ve aralarında birleşme ile adanın iki kesimi halkları arasında barış planını incelemeye teşvik etmeleri sadece zamanın gereksinimlerinden kaynaklanıyor.
Geçen cuma günü, Kıbrıs'taki iki kesimin liderleri yani güneydeki Kıbrıs Rum kesimi Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas ile kuzeydeki Kıbrıs Türk kesimi Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, BM Özel Temsilcisiyle birlikte müzakere masasına oturdular. İki saat süren nefes kesen müzakereler, adada barışın müjdecisiydi ve sonuçta her iki taraf, birleşme müzakerelerinin 3 Eylül 2008'den itibaren başlatılması konusunda mutabık kaldı.
Kıbrıs'ın her iki kesimi böyle bir mutabakata varabilmek için uzun bir yol katetti. 1974 yılının, gerginliklerin başlangıç noktası olduğu bir yol. 1974 yılında, Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşmesini isteyen Atina Makarios'u bir darbeyle devirmeleri için adadaki muhalefet partilerine yardımda bulundu. Ancak Kuzey Kıbrıs'ta yerleşik Türklerin varlığından yararlanan Türkiye, adaya saldırı düzenledi ve 1975 yılında bölgede etnik bir hükümet kurdu. Böylece, adadaki kuzey ve güney kesimler arasında bir duvar örüldü. Bunun ardından, uluslararası örgütler Kıbrıs'ın Türk yerleşim bölgesine karşı ekonomik yaptırımlar uygulamaya başladılar. Ayrıca, kuzey ile güney daha doğrusu Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan askeri gerginlikler taraflar arasında barışın sağlanmasını engelledi.
Tüm bu yıllar içerisinde, uluslararası topluluklarda tanınan sadece Güney Kıbrıs Rum yönetimi oldu. Ancak, geçtiğimiz son üç yıl içerisinde adadaki durum yavaş yavaş değişmeye başladı. Türkiye'de, iktidarın yavaş yavaş tarihi değişimine başladığı gibi.
Yaklaşık üç yıl önce yani 2005 ilkbaharında, Mehmet Ali Talat 1983 yılından beri Cumhurbaşkanlık görevinde bulunan Kuzey Kıbrıs'ın ilk Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın yerine geçti. Denktaş, Kıbrıs'taki iki kesimin birleşmesine yönelik uluslararası çabalara rağmen mevcut durumun sürdürülmesini çok istiyordu. Tıpkı, Şubat 2008'e kadar iktidarda bulunan Güney Kıbrıs Cumhurbaşkanı Tassos Papadopulos gibi. Her iki kesim liderlerinin ayrılıktan yana olması, birleşme düşüncesinin ortaya çıkmasını imkansız kılıyordu. Bu yüzden herkes, siyasi bir değişimi beklemeye başladı ve Mehmet Ali Talat üç yıl önce yapılan seçimleri kazanarak kuzey kesimin yönetimini ele aldı. Bu gelişme, İslamcıların armağanı olan Ankara'da yeni bir düşüncenin ortaya çıkmasının ışığında yaşandı. Erdoğan Hükümeti, ilk günden barış ve birleşmeden söz etti. Bu arada, Recep Tayyip Erdoğan'ın tam desteğine sahip olan Mehmet Ali Talat daha ılımlı bir tutum sergilemeye başladı. Hatta, eski BM Genel Sekreteri Annan'ın birleşmeyle ilgili planını sunmasının ardından Talat, yaptığı geniş çaplı propagandalarla halkın olumlu görüşünü kazanmayı başardı ve Kuzey Kıbrıs vatandaşları yapılan referandumda "evet" oyunu kullandılar. Güney kesimin kullandığı "hayır" oyu böyle bir idealin gerçekleşmesini bir süreliğine geciktirdi. Ancak, adada barış yanlısı istekler hiç sönmedi.
Şimdi, Kıbrıs Türk yerleşim bölgesinde Erdoğan'ın arkadaşlarının yeniden harekete geçmesinin kökünde iki nedenin yattığını söyleyebiliriz.
Birincisi şu ki, Kıbrıs'ın güney kesimi AB üyesidir ve bunun tüm imtiyazlarından yararlanıyor. Kıbrıs'taki iki kesimin birleşmesi durumunda adanın kuzeyindeki sakinler de bu imtiyazlardan yararlanabilecekler.
İkincisi ise, uzun yıllardan beri AB'ye katılmak isteyen Türkiye, Kıbrıs'ı bu yolda bir engel olarak görüyor. AB üyeliği yolunda tüm engelleri ortadan kaldırmayı başaran iktidar partisi, böyle bir eski etnik yaradan dolayı AB üyeliği gibi tarihi bir arzu ve fırsatı kaçırmayı istemiyor. Bu yüzden, Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz üç yıl içerisinde Kıbrıs'ta birleşmenin yeniden sağlanması için çok çaba gösterdi.
Ancak, Kıbrıs'taki birleşme yapbozunun son parçası geçen şubat ayında tamamlandı; Papadopulos'un çekilmesi ve Hristofyas'ın iktidara gelmesiyle. Adada, kalıcı bir barışın sağlanması ve federe bir devletin kurulmasını isteyen kişi. Hristofyas ile Talat, müzakerelerinin devamında her iki kesim sakinlerinin soğuk savaş döneminin son simgesinin ortadan kaldırılmasına ilişkin talebini yerine getirmeyi amaçlıyorlar. Akdeniz'deki adanın iki parçasının yeniden birleşmesi durumunda, önce iki halk arasında yaşanan ayrılık yarası iyileşmiş ve daha sonra Türkiye, AB'ye bir adım daha yaklaşmış olacak.

CUMHURİ İSLAMİ: "TÜRK LAİKLERİ İKİLEMDE"

ANKARA, 28/07(BYE)--- İran'da yayımlanan Cumhuri İslami gazetesinin 26 Temmuz 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Farsça haberin çevirisi şöyledir:

Türkiye Anayasa Mahkemesinde AKP'nin kapatılmasıyla ilgili Başsavcının şikayeti incelenirken ve her an bu konuda nihai kararın verilmesi mümkünken, Anayasa Mahkemesi özel temsilcisi, AKP'nin İslami faaliyetler nedeniyle kapatılamayabileceğini ve siyasi hayatını sürdürebileceğini önerdi.
Tahminler, konuyla ilgili nihai kararın iki haftaya kadar verileceği yönünde, ancak laiklerin İslamcılara yönelik yok etme tutumundan kaynaklı siyasi kargaşa, ülke istikrarını etkiliyor. Bu şartlarda, topluma ve özellikle siyasi ve ekonomik alana istikrarın geri dönmesi için iyimserlik olduğuna dair birçok neden ve belirti var.
1- Üst düzey güvenlik incelemeleri, İslamcı hükümete yönelik darbenin yapılması için geniş çaplı bir hareketin olduğunu ve emekli bazı generallerle laik gazetecilerden oluşan "Ergenekon" örgütünün, İslamcı hükümete yönelik bir operasyon hazırlığında olduğunu ve hatta başta Başbakan Erdoğan olmak üzere bazı üst düzey hükümet yetkililerine suikast düzenleme çabasında olduğunu gösteriyor. Türkiye Başsavcısı, 86 kişinin gözaltı ve tutuklamalarına ek olarak hazırladığı 2455 sayfalık bir iddianameyi İstanbul'da bir mahkemeye gönderdi. Böylece iktidardaki İslamcılarla laik darbeciler arasındaki karşılıklı suçlamalar, Türkiye'nin siyasi atmosferini her an istikrarsızlığa veya daha fazla istikrara götürebilecek seviyede. Ancak Türkiye'nin istikrarı ve mevcut durumun sürme olasılığı daha fazla. Anayasa Mahkemesinin özel temsilcisinin, AKP'nin faaliyetlerinin devam etmesi yönündeki açıklamalarının, aslında Türk kamuoyuna bir yanıt da olduğu söyleniyor. Türk kamuoyu son haftalarda düzenlediği gösterilerle darbeci laiklere yönelik itirazlarını dile getirdi. Laiklerin Anayasa'yı ihlal etmekle suçladıkları İslamcılar ise, devamlı Anayasa çerçevesinde hareket ettiklerini ve temel hiçbir ilkeyi ihlal etmediklerini vurguluyorlar.
Bununla birlikte, 86 darbecinin gözaltına alınarak tutuklanmasının Türk Hükümeti yapısındaki komployu yok ettiği görülüyor, ancak görünüşte her şey Anayasa Mahkemesinin kararına bağlı.
2- Türk politikacıları son aylarda daha fazla özgüvenle bölgede arabuluculuk yapmak, ayrıca bölgesel ve uluslararası düzeyde iki önemli sorunu çözmek için devreye girdi. "Golan" konusunda Suriye ve Siyonist rejim arasında Ankara'nın arabuluculuğu hassas bir noktaya ulaştı. Gelen bilgiler, dördüncü tur müzakerelerin de hazırlandığını ve Ankara Hükümetinin bu konuda önemli bir rol oynadığını gösteriyor. Ankara'nın bu seçkin konumu, Türkiye'nin bölgesel ve uluslararası ilişkilerinde siyasi dengesini artırdı. Anayasa Mahkemesinin AKP'ye karşı her türlü kararı aslında Türkiye'nin ulusal menfaatlerinin zararına olacak. Doğal olarak sarsılan bir hükümet, bu tür karmaşık sorunların çözümünde olumlu bir konum ve rol üstlenemez. Hatta bu hassas ve kritik konuda girişimde bulunmada dahi beklenen rolünü gerçekleştirmek için gerekli araçlardan yoksun olacak. İşte bu nedenle, Anayasa Mahkemesinin ülkenin mevcut siyasi durumunun devam etmesi yönünde bir karar alacağı ve Türkiye'nin ulusal menfaatlerine de dikkat edeceği görülüyor.
3- Konu şu ki iktidardaki İslamcılar, uluslararası ilişkilerdeki sağlam konumunu giderek Türk laiklerin aleyhinde değiştiriyor. Amerikalı çevreler ve AB çevreleri, laiklerin temeli olmayan kararlarının sonuçları konusunda uyarılarda bulundular. Tabii Washington yetkilileri daima Türkiye'de laiklerle uzlaşmaya eğilimliler, ancak Türk İslamcıların günden güne artan siyasi gelişimi, Washington yetkililerinin Türkiye'deki siyasi rakiplerin güç denemelerinde daha açık bir tutum sergilemelerine neden olan şartları oluşturdu.
Türkiye'nin siyasi gerginliğinde, Beyaz Saray Sözcüsünün Türkiye Anayasası'na saygı duyulmasını istediğini göz ardı etmemek gerek. O dönemde bu şüpheli tutum, olaydaki taraflardan her biri yararına değişebilirdi. Ancak son zamanlarda ABD'deki Türk işadamları ve üst düzey politikacılar ve diplomatlardan oluşan Amerika'daki Türk Konseyi üyelerinin toplantısına katılan Dışişleri Bakanı Rice, laikleri, AKP'yi kapatma çabalarından dolayı eleştirerek, Türkiye'deki demokrasi ilkelerinin dikkate alınması gerektiğini ve Anayasa Mahkemesinin ilkelere saygı duyması gerektiğini açıkladı.
Rice'ın bu tutumu da her ne kadar iki tarafın yararına yorumlanabiliyorsa da Washington'un görünüşteki tutumu AKP yararına. Bütün bunlarla birlikte Washington'un Türkiye'deki İslamcıların günden güne artan gücünden pek de memnun olmadığı açıktır. Ayrıca iktidardaki İslamcıların komşularıyla sağlam ilişkiler kurabildiğini tam olarak biliyor. NATO üyesi olan Türkiye asla böyle bir konumda olmamıştı. Bu da, bölgesel ve uluslararası ilişkilerde Ankara'nın bölgesel itibarını ve "kısmi meziyetini" çok artırdı.
4- Türkiye'nin AB üyelik konusu, uzun zamandan bu yana bütün Türk hükümetlerinin politikalarının temeli haline geldi. AB, çeşitli bahaneleri öne sürerek bu süreci yavaşlatarak erteledi. Son 30 yılda İslamcıların iktidardan çekilmesi için laiklerin gösterdiği eğilimlerin gizli kalmadığı şartlarda, her defasında askeri darbe veya "Refah", "Fazilet" ve muhtemelen "AKP"nin kapatılmasının gerçek demokrasi kriterleriyle telafisi olmayan bir mesafe ve uçurum yaratıyor. AB liderleri, laiklerin anti demokratik tutumlarına karşı çıktığını defalarca dile getirdi, ayrıca Türkiye'nin AB üyeliğinin başlıca reddedilme nedenini, demokrasi standartlarının düşük olması ve askerlerin devamlı iktidara müdahalesi olarak gösterdiler.
5- Laiklerin İslamcıları devirmek ve iktidardaki siyasetçileri geri çekmek için yaptığı çabalar tabii ki tepkisiz kalmadı. İktidardaki partiler o dönemde dengeli şekilde laiklerle mücadele ettiler;
a- Türk halkına siyasi-sosyal meseleleri yansıtmak ve ortaya atmak
b- Meseleleri basına yansıtmak ve siyasi-sosyal hassasiyetler oluşturmak
c- Halkın, siyasi-sosyal grupların ve sivil kuruluşların, laiklere yönelik itirazlarını dile getirmesi için çağrıda bulunmak
d- Konuyu uluslararası düzeyde gündeme getirmek; ABD ve AB'yi laiklerin anti demokratik tutumlarına karşı tepki vermede bir rol üstlenme çağrısında bulunmak
e- Laiklerin bundan böyle siyasi istikrarı bozmak ve parti kapatmak için geri kalan bu kozlardan yararlanmaması ve bu yolla siyasi yenilgilerini ve izolasyonlarını telafi etmemeleri için Anayasa'da reform amacıyla yasal alanlar hazırlamak ve TBMM aracılığıyla yasal kapasiteleri kullanmak.
Sorun şu ki Anayasa Mahkemesi şimdiden türban serbestisini öngören yasayı "veto" etti ve AKP'nin kapatılmasıyla 71 kurmayına da beş yıllık siyasi yasak getirme çabasında. Bu arada Türkiye'nin eski Başbakanı Necmettin Erbakan bu yolu katederek şu anda "ev hapsinde" bulunuyor ve siyasi-sosyal haklardan mahrum.
6- Laiklerin bu öfkesi, mümkün olan bütün kozlardan yararlanarak İslamcıları izole edemedikleri gibi günden güne artan bir sevgi duyulmasına neden olduğundandır. Laiklerin Mecliste Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına seçilmesi için oy çokluğunu engellediklerini de unutmayalım. Ancak, erken seçimlerde İslamcılar, 341 sandalyeyi aldılar, böylece önerdikleri cumhurbaşkanının kesin olarak seçilmesi için gerekli olan oy çokluğunu elde ettiler.
Böylece AKP'nin kapatılması durumunda İslamcıların görünürdeki mahrumiyetleri onları ülkenin "mazlum tarafı" haline getirecek ve sonraki seçimlerde de yeni bir partiyle yeni İslamcı simalar TBMM'ye girecek ve laiklerin Anayasa'da yazılı olan yasal kapasitelerinin geri kalanını kötüye kullanma dosyasını da sonsuza kadar kapatacak.
İşte bu nedenle Türkiye'de istikrar söylentileri günden güne hissediliyor ve laiklerin geride kalan zamanlarda tutumlarını yeniden gözden geçirmeleri ve iktidardaki İslamcıların ellerinin çok da boş olmadığından emin olmaları umut ediliyor. Laikler, kader belirleyici bir ikilem içindeler. Türkiye Anayasa Mahkemesinin vereceği oy sadece İslamcıların kaderini değil aksine laiklerin de kaderini belirleyecek.

 

ULUSLARARASI ARAP BASINI

EL ŞARK EL AWSAT: "ANAYASA MAHKEMESİ BUGÜN AKP'NİN KAPATILMASI DAVASINI GÖRÜŞÜYOR. BEŞ MUHTEMEL SENARYO"

ANKARA, 28/07(BYE)--- Londra'da Arapça yayımlanan el Şark el Awsat gazetesinin 28 Temmuz 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:

Anayasa Mahkemesi, AKP'nin kapatılması istemiyle açılan davayı bugün görüşmeye başlıyor. Bu durum, aynı suçlamalara maruz kalan ve sonunda kapatılan başka partiler için de tanıdık; tıpkı Necmettin Erbakan'ın kurduğu Refah Partisi gibi. Ancak Başbakan Erdoğan'ın Başkanı olduğu AKP'nin deneyimi çok daha farklı. Türkiye son beş yılda ekonomik bir büyümeye tanık oldu. Yabancı yatırımlar da benzer bir biçimde artış gösterdi, ayrıca AB dosyasında ilerlemeler oldu. Başta CHP olmak üzere bazı laik partilerin ülkenin laik temellerine zarar verdiği gerekçesiyle AKP'nin kapatılması istemiyle dava açmalarının temelinde, AKP'nin üniversitelerde türbanı serbest bırakma çabaları var. O gün gündür, AKP'nin faaliyetleriyle ilgili deliller toplandı. Parti, iddiaların doğru olmadığını, bir hatası da varsa hakemin, mahkeme değil; halk olduğunu savunuyor. Analistler, mahkemenin kararını ağustos ayı içinde açıklamasını bekliyor ve kararın, partinin kapatılması yönünde olduğunu, erken seçime gidilebileceğini düşünüyorlar. Partinin kapatılması durumunda hükümet feshedilecek, iktidar partisinin milletvekilleri ise bağımsız olacak. Türkiye'nin önünde beş muhtemel senaryo mevcut: İlk senaryo, Anayasa Mahkemesinin delillerin yeterli olmadığı gerekçesiyle davayı reddetmesi. İkinci senaryo ise partiye maddi cezalar koyması ve hazine yardımından mahrum bırakması. İkinci senaryonun gerçekleşmesi, Mahkemenin, partinin laiklik karşıtı faaliyetlerde bulunduğunu, ancak bu faaliyetlerin partinin kapatılmasını gerektirecek kadar tehlikeli olmadığını kabul etmesi anlamına geliyor. Üçüncü senaryo, partinin kapatılması, ancak üyelerinin siyasetten uzaklaştırılmaması.
Bu karar ise ülkedeki para piyasalarını ve siyasi gelişmeleri etkileyecektir. Ancak, parti üyeleri Meclisteki çalışmalarını sürdürebilecek ve yeni bir parti kurabilecek. Dördüncü senaryo ise AKP'nin kapatılması ve önde gelen isimlerinin siyasi hayattan men edilmesi. Ancak bu da AKP liderlerinin gelecek seçimlere sadece bağımsız aday olarak katılmalarını sağlayacak. Bu durumda Erdoğan yeniden başbakan olabilecek. Bunun için de kasım ayında yapılması planlanan bir erken seçime gidilmesi gerekiyor ve bunun para piyasaları ile AB üyeliği için yapılan siyasi reform çalışmaları üzerinde olumsuz etkisi olacaktır. Son senaryo ise, Erdoğan'ın, bazı önde gelen partililerle birlikte siyasi faaliyetten men edilmesi. Ancak analistler bu senaryonun pek ciddi olmadığı görüşündeler çünkü bu durum, mahkemenin parti faaliyetlerini değil, belirli kişileri hedef aldığı anlamına gelir. Öte yandan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de göreve geldiği zaman partiyi bırakmıştı; çünkü bu sembolik görevi üstlenecek bir kimsenin bütün Türkleri temsil etmesi gerekiyor.
Partiyi tehdit eden kapatma davasının, Ankara ile AB arasında yeni bir siyasi gerilim sayfası açması bekleniyor. Avrupalıların içi, Anayasa Mahkemesinin bakış açısıyla ilgili olarak pek de rahat değil, çünkü böyle bir şey Avrupa'daki demokratik rejimlerde pek alışılmış bir durum değil. Avrupalılar bu olayda demokratik kuralların çiğnendiği görüşünde ve AKP'ye yönelik ithamların mahkemede değil sandıkta ele alınmasından yanalar. Başsavcı Yalçınkaya, AKP'ye karşı söz konusu adli süreci mart ayında başlatmıştı. Üniversitelerde türban yasağının kaldırılması yönündeki değişikliğin iptali ise partinin kapatılabileceğine dair bir işaret niteliğindeydi. Baharda AKP hakkındaki icraatların başlatılmasıyla birlikte AB'nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn görüşünü açıkça bildirmekte çekinmedi ve partinin herhangi bir nedenle kapatılmasının gerekçelendirilemeyeceğini söyledi, ayrıca AB ile müzakerelerde birtakım gerilimler yaşanabileceğini ima etti. Partinin kapatılması yönünde bir karar çıkması durumunda, Birliğin vereceği yanıtın bir ağırlığının olacağından kuşku yok. Birlik, Türkiye ile müzakerelerin demokrasi ve özgürlüklerin "sürekli ve tehlikeli" biçimde çiğnenmesini göz önünde bulundurarak devam ettirilmesini öngörüyor. Ayrıca AB'nin 27 üyesi müzakereleri basit bir çoğunlukla askıya alabilir. Ancak ateşe daha fazla yağ dökmemek için Brüksel ve 27 üye ülke, müzakereleri aksatmadan sadece kınamakla yetinebilir. Yahut birlikten resmî bir karar olmaksızın orta bir yol olarak müzakereleri bir süreliğine askıya alma yoluna gidebilir. Ancak AKP'nin kapatılmasının, Fransa, Avusturya, Kıbrıs gibi Türkiye'nin üyeliğine karşı olan ülkelere bahane yaratacağı kuşku götürmüyor.
Bir gerilim çıkması durumunda Kıbrıs ile ilgili çözüm görüşmeleri umudu yok olacak. Zira, adanın birleştirilmesi umuduyla 3 Eylül'den itibaren müzakereler yapılacak.

 

RUSYA BASINI

NEZAVİSİMAYA GAZETA: "AFRODİT ADASI BARIŞ PARKURUNA GİRDİ: KIBRIS SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK KAPSAMLI GÖRÜŞMELER EYLÜL AYINDA BAŞLIYOR"

MOSKOVA, 29/07(BYE)--- Tirajı günde 33 bin olan liberal eğilimli Nezavisimaya Gazeta'nın 28 Temmuz 2008 tarihli sayısında, Andrey Terehov imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Geçen Cuma günü Kıbrıs Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas ve tanınmayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başkanı Mehmet Ali Talat bir araya geldiler. Kıbrıs Rum ve Türk toplumları liderleri, 1974'ten beri Güney (Rum) ve Kuzey (Türk) kesimleri olmak üzere ikiye bölünen adanın sorununu çözümüne yönelik kapsamlı görüşmelerin 3 Eylül'de başlatılmasına karar verdiler.
Diplomatlara göre, Kıbrıs sorunu bu yıl sonuna kadar çözülebilir. KKTC'yi tanıyan tek ülke olan Türkiye'nin Kıbrıslı Rumlar için deniz ve hava limanlarını açmaya ilişkin Avrupa Birliği'nin ültimatomu 2009'da sona eriyor. Fakat, Kıbrıs sorunu çözülmedikçe Türkiye'nin bu ültimatomu kabul etmesi zor. Neticede AB ile Türkiye'nin arasının açılabileceğini söyleyebiliriz.

--Bir Ayağı Avrupa Birliğinde--

Adadaki Kuzey ve Güney kesimlerini ikiye bölen sınır birkaç ay önce açıldı. 1974'ten bu yana Kıbrıslı Rum ve Türkler fiiliyatta birbirinden ayrı yaşıyor. Güney, yani Rum kesimi dünya topluluğu tarafından tanınmıştır: BM üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti 2004'te de AB üyesi oldu. Benim bulunduğun Kuzey kesimini Türkiye hariç, Rumlar, Yunanlılar ve tüm ülkeler "yasadışı oluşum" olarak adlandırıyor. Bugün isteyen herkes 1983'te kendisini Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak ilan eden "yasadışı oluşumdan" Güney kesime kolaylıkla geçebilir.
Lefkoşa'nın merkezinde bulunan turistik ve ticari Ledra caddesindeki geçiş kapısının Türk tarafında silahlı asker ve dikenli tel görülmüyor. Birkaç noktadaki polis görevlileri "var olmayan ülkeden" var olan ülkeye geçmek isteyenlerin pasaportlarına damga vuruyor. Burada fotoğraf çekmek yasak olduğu için beni bu konuda uyardılar. Ancak Rus gazeteci olduğum için bana daha sonra çekim için izin verdiler. Her gün yaklaşık 3 bin Kıbrıslı sınırı geçiyor ve benim gördüğüm kadarıyla herhangi bir güçlükle karşılaşmıyorlar.
İki toplumu birbirinden ayıran Yeşil Hat, yani tampon bölgesi, hala Lekoşa'dan geçiyor. Burası ıssız bir yer. Yandaki kulede "UN" yazısının görülmesine rağmen ortada BM askerleri görülmüyor.

--Görülmeyen Askerler--

1974'ten bu yana adanın Kuzey kesiminde konuşlandırılan Türk askerleri de göze çarpmıyor. Ankara, adada yapılan devlet darbesinden sonra Kıbrıs'ta anayasal düzeni sağlama ve Kıbrıslı Türkleri savunma gerekçesiyle buraya askerlerini gönderdi. Darbe 34 yıl önce, Kıbrıs'ı ilhak etmek isteyen Yunanistan'da iktidarda bulunan askeri cuntanın desteğiyle Kıbrıs'taki gerici çevreler tarafından düzenlenmişti. Acaba bugün adada kaç Türk askeri var? KKTC yetkilileri gülümseyerek buna doğru cevap vermekten kaçınıyor. Genellikle 30 bin kişiden bahsediliyor. Buna KKTC'nin 8 bin askerini de eklemek gerekiyor. Adanın kuzeyinde yaşayan 257 bin Türk için bu rakam düşük sayılmaz.
Girne'de gezinirken insan ikide bir Türkçe, İngilizce ve Almanca Yasak Bölge yazılı levhalarla karşılaşıyor. Burasının askeri bölge olduğu anlaşılıyor ve görülmeyen askerlerin bu duvarların arkasında olduğu anlaşılıyor.
Türkiye, yalnızca kendisi tarafından tanınan KKTC'ye askeri destekte bulunmaya hazır olduğunu gizlemiyor. "Barış ve Özgürlük Gününün" (Türkiye'nin 1974'te müdahalesi burada işgal değil, kurtuluş ve zafer bayramı olarak adlandırılıyor) bir hafta önce kutlanan 34. yıldönümü dolayısıyla düzenlenen resmi geçit buna açıkça kanaat getirmek mümkündü. KKTC'nin çeşitli askeri birliklerinin katıldığı resmi geçitte Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da hazır bulundu.
"Türk Yıldızları" olarak adlandırılan pilotlar, Türk Hava Kuvvetlerine ait savaş uçaklarıyla müthiş bir gösteri sergilediler. Tören, eski SSCB dönemindeki savaşçı ruhunu hatırlatıyor insana. Çünkü, önemli konukların bulunduğu tribünün önündeki bir pankartta "KKTC İçin Ölmeye hazırız!" yazısı ortama uygundu. Her yanda Türkiye ve KKTC'nin milli bayrakları asılıydı. Gövde gösterisine rağmen, adada hiç kimse kan dökülmesini istemiyor. Konuştuğum Türk diplomatlar, sorunun en kısa zamanda çözüleceğini ümit ettiklerini söylediler. Eskiden taraflar, birbirlerini adadaki birleşme sürecini frenlemekle suçluyordu. Örneğin, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Hristofyas, "Türkiye'de bazı grupların yayılmacı planları Kıbrıs sorununun çözümünü engelliyor" demişti. Türk toplumu lideri Talat ise, Kıbrıslı Rumları sonunun çözümünü kasıtlı olarak 2009 yılına kadar sürüncemede bırakmaya çalıştığını söyledi. O zaman, yani 2009'da AB, Türkiye'nin bu örgüte katılması süreci çerçevesinde ileri sürülen taleplerin Ankara tarafından yerine getirip getirmediğini bir kez daha gözden geçirecek.

--Üç Sorun--

2009 yılına kadar Türkler, AB ile imzalanan Gümrük Birliği anlaşmasından kaynaklanan talepleri yerine getirmeli ve Kıbrıs Cumhuriyetinin gemi ve uçaklarına deniz ve havalimanlarını açması gerekiyor. Türk diplomatlar, Kıbrıs sorunu çözülmeden Ankara'nın bu adımı atmayacağını belirtiyor. Bu da Avrupa'da, Türkiye ve AB arasında yeni bir siyasi cepheleşmenin başlayacağı anlamına geliyor. Bunun sonucunda Türkiye'nin AB üyeliği belirsiz bir süre için ertelenebilir. Bazı konularda iki toplum lideri anlaşmaya vardı. Örneğin, kurulması düşünülen iki bölgeli ve iki toplumlu federasyonda tek vatandaşlık uygulaması olacak. Kıbrıs'ın tek egemenliği olacak. Kıbrıslı Rum ve Türkler, dönüşümlü olarak Cumhurbaşkanlığı ve Cumhurbaşkanı Yardımcılığı görevlerini yürütecekler. Kıbrıslı Türkler, hiç bir ciddi kararın Türk liderinin onayı olmadan kabul edilemeyeceğini söylüyor. Ancak hala ortada çözülmemiş üç konu kalıyor. Bunlar, Kıbrıslı Rumların Kuzey Kıbrıs'ta mülk sahibi olmak, gelecekte imzalanacak anlaşmanın hangi ülkelerin garantör olacağı (KKTC Türkiye'nin garantör ülke olmasına ısrar ediyor, Kıbrıslı Rumlar ise buna karşı, ayrıca Kıbrıslı Türkler İngiltere'nin Rumlarla flört yaptığından memnun değil) ve Türk silahlı birliklerinin adadaki varlığından oluşuyor.
KKTC örneği, uluslararası siyasi izolasyonun bütün ülkeler tarafından uygulandığı takdirde ne kadar etkili olduğunu yansıtıyor. KKTC, Türkiye'nin yardımına son derece muhtaç. Kıbrıslı Türkler uluslararası spor müsabakalarına katılamıyor ve diplomalarının yurtdışında tanınması konusunda güçlük çekiyorlar. Kıbrıslı Türkün yurt dışına çıkabilmesi için ya Türkiye, ya Kıbrıs Cumhuriyeti ya da İngiltere pasaportuna sahip olması gerekiyor. KKTC sakinleri, özellikle de Rumların kendilerine "siz yoksunuz" demelerine ve ada topraklarının yüzde 37'sinin Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetinin geçici olarak kontrolü dışında olduğunu söylemelerine üzülüyorlar. "Var olmayan" bu ülke, eski SSCB coğrafyasındaki tanınmayan cumhuriyetlerle temas kurmuyor ve kuramaya da niyetli değil. KKTC yönetiminin aradan geçe onlarca yıla rağmen fiiliyatta Türkiye'yle yakınlaşma politikası uygulanmasına rağmen Kıbrıslı Türkler, Abhazya ve Güney Osetyalılardan ısrarla uzak kalmaya çalışarak "Biz ayrılıkçı değiliz" mesajını veriyorlar. Çünkü, Güney Kafkasya'dan farklı olarak burada 1974'ten bu yana tek damla kan dökülmedi.
Müşavirlik Notu: Gazeteci, KKTC'nin daveti üzerine 17-21 Temmuz tarihleri arasında Lefkoşa'ya gönderilmiştir.


Güncelleme: 12/09/2008 / Hit: 4,407

Copyrights © 2023 Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
Directorate for EU Affairs
Copyrights © 2023 - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Avrupa Birliği Başkanlığı