ENGLISH
  Güncelleme: 18/05/2007

2007-05-17 Haftalık AB-Türkiye Haberleri

17.05.2007 Haftalık Türkiye - AB Haberleri

ALMANYA BASINI

DER TAGESSPIEGEL: "TÜRKİYE... MERKEL AB ROTASINA BAĞLI KALIYOR"

            BERLİN, 10/05(BYE)--- Tirajı günde 146 bin olan liberal  eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 10 Mayıs 2007 tarihli  sayısında, "me" rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında  yayımlanan Berlin çıkışlı yazının Türkiye ile ilgili  bölümünün çevirisi şöyledir:

--Fransa'daki Seçimler Sonrasında Değişiklik Yok--

            Federal Almanya Şansölyesi Angela Merkel (CDU), Nikolas  Sarkozy'nin Fransa'nın yeni cumhurbaşkanı seçilmesi sonrasında  da, Ankara ile AB'ye katılım görüşmelerinde yön değişikliğine  gitmek için bir neden görmüyor. Merkel, AB Dönem Başkanı  olarak çarşamba akşamı Berlin'de yaptığı açıklamada, AB'nin  Türkiye ile yürüttüğü müzakereler çerçevesinde başka fasılların  açılması konusunu Sarkozy ile görüşeceğini söyledi. Sarkozy,  seçim mücadelesinde, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı görüş  bildirmişti.

            Ancak, Merkel, WDR tarafından düzenlenen Avrupa Forumu'nun  bir etkinliğinde, kişisel düşüncesinin, Türkiye'yi, tam üyelik  yerine ayrıcalıklı ortaklıkla AB'ye bağlamak olduğunu bir kez  daha vurguladı. AB katılım görüşmeleri sürecinde, Boğaz'daki  ülkenin iç reformları üzerinde etkili olmak amacıyla Türkiye'ye  taviz verilmesine karşı olduğunu da ifade eden Merkel, buna  gerekçe olarak da, "bu tür teşviklerin bir ülkede fikirlerin  oluşmasına bir faydası olmayacağını" öne sürdü.

DIE TAGESZEITUNG: "CAN SIKICI NORMALLİK"

            BERLİN, 10/05(BYE)--- Tirajı günde 57 bin 600 olan sol  eğilimli Die Tageszeitung'un 10 Mayıs 2007 tarihli sayısında,  Jürgen Gottschlich imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında  yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

--Türkiye'nin Batı'ya Giden Yolu Kesildi, Demokratik Gelişme Bloke Edildi.

Siyaset, Uzlaşı Kabiliyetinden, Ülke AB Perspektifinden Yoksun--

            İlk bakışta, Türkiye'deki krizle Nicolas Sarkozy'nin  Fransa'nın yeni cumhurbaşkanı seçilmesinin aynı zamana denk  gelmesi tamamen bir tesadüf gibi görünebilir, ki bir yere kadar  da öyle.  Türk generallerinin darbeyle tehdit etmelerinin, 10  gün sonra Fransa'da seçimleri sağcıların kazanacağı tahminiyle  bir ilgisi yoktu. Buna rağmen, muhafazakar Fransızların seçilmesi  ve ordunun siyasi sahneye geri dönüşüyle, iki gelişmenin doğrudan  bir bağlantısı olduğu sonucu ortaya çıkıyor.

            Fransa'da, iki yıl önce, Mayıs 2005'te, AB Anayasası bir  halk oylamasıyla reddedildiğinde, Fransız politikacılarının çoğu  bunu, halkın çoğunluğunun giderek büyüyen bir Avrupa Birliği'ne  ve özellikle de Türkiye'nin olası üyeliğine karşı olmalarının  dışa vurumu olarak yorumladı.

            Haklı ya da haksız, bu oylamanın sonuçları Türkiye için  her halükarda netti. O zamana kadar, Alman Şansölyesi Gerhard  Schröder ile İngiliz meslektaşı Tony Blair ve temkinli bir  Chirac'ın, zorla da olsa, sonuçta ısınılmasını başardıkları  Türklerin AB üyeliğinde, durum şimdi tersine döndü. AB elitleri  arasında kısa bir dönem Türkiye'nin üyeliğinden yana bir  çoğunluk oluşmuştu. Bu durum, Türkiye ile müzakerelerin  başlatılması kararı alınmasına yetti. Fransa ve Hollanda'da  başarısızlıkla sonuçlanan AB anayasası referandumlarının  ardından ise, bu çoğunluk kayboldu. Başbakanlığın Schröder'den  CDU Şansölyesi Merkel'e geçmesiyle yıkıldı ve şimdi de  Sarkozy'nin seçilmesiyle, bariz bir red manifestosuna dönüştü.

            Katılım müzakereleri de şimdiye dek buna uygun olarak  yürütüldü. Bir buçuk yıl sonra, 35 başlıktan sadece ikisi  müzakere edildi. Sekiz fasıl donduruldu. Buna, "Türklerin  kendi suçu, limanlarını Kıbrıs'a açsalardı, herşey farklı  olurdu" diye karşı çıkılsa da, bu sadece formalite icabı  söylenmiş bir ifadeden başka bir şey değildir.

            Gerçekte Türk-Avrupa ilişkileri, katılım müzakereleri  şeklen karara bağlanmadan önce inişe geçmiş, taraflarca  durdurulmaksızın giderek daha da hızlanmıştı. Kötü atmosfer,  karşılıklı olarak güçlenmişti. Türk halkının Brüksel'e yönelik başlangıçtaki coşkusu giderek daha az hissedilmeye başlamıştı.   Bunun, AB tarafından talep edilen ve Türkiye'yi acıtan somut  önlemlerle de pek ilgisi yoktu. Asıl neden tüm yollardan  yüzlerce kez gönderilen, "Esasen sizi istemiyoruz. Siz Avrupalı  değilsiniz" mesajıydı. Bu mesaj, halkı derinden gücendirdi.

            Başka zamanlar hiçbir başarı sergileyemeyen Erdoğan  karşısındaki muhalefet, bu mesajlara sarılarak, bunları,  "Avrupalılar bizi bölmek istiyor, azınlıkları kışkırtıyorlar,  sevgili devletimize karşı tüm muhalifleri destekliyorlar ve  topraklarımızı elimizden almak istiyorlar gibi" söylemlerle  bir milliyetçilik kampanyasına dönüştürdüler. Erdoğan'ın,  Brüksel'deki müzakerelerden aldığı sonuçlar azaldıkça, bu  kampanya da o denli yeşerdi. Hava, onaydan şüpheye, bazı  kesimlerde açık ve öfkeli bir reddedişe dönüştü.

            Milliyetçilik kampanyasında anahtar rolü Kıbrıs oynadı.  AB perspektifiyle kanatlanan Erdoğan, siyasi açıdan büyük bir  risk üstlenerek, Türkiye'nin ve Kıbrıslı Türklerin Cumhurbaşkanı  Denktaş'ın engelleme politikasının ortadan kalkmasını kabul  ettirerek, Kıbrıslı Türklerin Annan Planını onaylamalarına  önemli ölçüde katkıda bulundu. Daha sonra ise, Kıbrıs  Rum kesiminin bu planı bozması, AB üyesi olması ve o dönemden  beri Türkiye ile müzakerelerde koşulları dikte etmesini  hayretler içersinde izlemek zorunda kaldı. Geçtiğimiz yılın  aralık ayında AB'nin, Kıbrıslı Rumların baskısı sonucu sekiz  başlığı dondurma kararı almasıyla Erdoğan hükümeti için,  Avrupa projesi ile başarısız olduğu, artık netleşmişti.

            O andan itibaren AKP için önemli olan tek şey, AB umudu  olmaksızın da gücünü korumaktı. AKP bu yüzden de  cumhurbaşkanlığını kesinlikle elde etmek istiyordu ve hala  da istiyor. Aynı şey ordu için de geçerli. Ordu, Erdoğan'ın  Türkiye'yi AB ile parlak bir geleceğe götürmeyi başarmasından endişelendiği için darbeyle tehdit etmedi. Tam tersine,  generaller de artık Türkiye'nin Batı'da hiç şansı olmadığına  inanıyorlar.

            AKP'nin 90'lı yıllardaki seleflerinden farklı olarak,  Türkiye'yi laik Avrupa'ya götürmeyi vadetmesi, AKP ile  Türk toplumunun laik kesimi arasında yapılmış olan sessiz  pazarlıktı. Bu yüzden de Türkiye'yi, eşzamanlı olarak bir  şeriat devleti yapabileceği tehlikesi yoktu. Bu daha önce  görülmedik, yeni bir mutabakattı. Avrupa projesi ne kadar  iyi ilerlerse, generaller de kendi anlayışlarına göre o  kadar erken müdahaleden vazgeçerlerdi. Süreç kötüleştikçe,  gerginlikler arttı, bir süre devam eden, laik Avrupa'nın  bir parçası olma umudunun tatmin edici etkisi de kayboldu.

            Şimdi olanlar, alaycı bir şekilde "normale dönüş" diye  nitelenebilir. Türkiye'de demokrasi, 50. yıllarda çok partili  sisteme geçildikten sonra da, hala sadece nispi boyuttaydı.  Geçmişte milyonlarca insan, ordunun iç siyasi ihtilaflara  müdahale etmesini tasvip etti ve bugün de hala etmektedir.  Demokrasilerde, siyasetin, tüm taraflar arasındaki şiddet  ve barışçıl çıkarlar dengesi sağlama sanatı olduğu, siyasi  sınıfların kafasında gerçekten sabit bir yer edinebilmiş  değil.

            Seçim tarihi ve yöntemlerine ilişkin çekişmeler,  demokratik kurumların hala ne denli zayıf olduğunu gösteriyor.  Önümüzde haftalar, Türkiye'nin gerçekten, Erdoğan tarafından  iddia edildiği gibi, normal, demokratik sürece geri dönüp  dönmeyeceğini gösterecek. Türkiye, kendi başına kaldığında,  son altı yılda yerleşen standartlara sahip çıkacak mı, yoksa  90'lı yılların kaosuna mı geri dönecek? Bunu da göreceğiz.  Bu sürecin sonucu, her halükarda, şu aşamada tamamen açık.

WDR: "TÜRKİYE'NİN AVRUPA'YA DAHA SIKI BAĞLANMASI SÜRECİ GEÇERLİLİĞİNİ KORUYOR" 

            BERLİN, 10/05(BYE)--- Alman WDR kanalının 10 Mayıs  2007 tarihli internet sayfasında, "ots" rumuzuyla ve yukarıdaki  başlık altında yayımlanan, 9 Mayıs 2007 tarihli WDR Avrupa  Forumu toplantısında Şansölye Angela Merkel'in Türkiye ile  ilgili açıklamasının çevirisi şöyledir:

            Onuncusu düzenlenen WDR Avrupa Forumu toplantısında,  Alman Şansölyesi Angela Merkel, AB Dönem Başkanı sıfatıyla,  AB'nin, Türkiye'de yaşanan iç krize ve başarısızlıkla  sonuçlanan cumhurbaşkanlığı seçimine karışmasından yana  olmadığını ifade etti. Angela Merkel "Biz dışarıdan bir  girişimde bulunamayız ve bulunmamalıyız. Türkiye gibi bir  ülke kendi başına gelişimini tamamlayabilecektir" şeklinde  konuştu. Merkel, konuşmasında "Türkiye'de iç siyasette  yaşanan gelişmeler nedeniyle üyelik müzakerelerini  birdenbire basitleştirip yeni kurallar uygulayamayız,  kararlaştırılan şeyleri çizip atamayız" ifadesini kullanarak,  esas itibarıyla Türkiye'nin Avrupa'ya daha sıkı bağlanması  sürecinin geçerliğini koruduğunu ve son yıllardaki değişimler  neticesinde, Türkiye'nin iyi bir şekilde ilerlediği kanaatinde  olduğunu belirtti.

FINANCIAL TIMES DEUTSCHLAND: "ÇATI KRİŞİNDEKİ TADİLAT"

            BERLİN, 10/05(BYE)--- Tirajı günde 101 bin olan  liberal eğilimli Financial Times Deutschland gazetesinin  10 Mayıs 2007 tarihli sayısında, German Marschall Fund  Dış Politika Direktörü Ulrike Guerot imzasıyla ve yukarıdaki  başlık altında yayımlanan yorumun ilgili bölümünün çevirisi  şöyledir.

            Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy, "Fransa, pazar  gününden itibaren Avrupa'ya geri dönmüştür" dedi ve bunu  herkes duydu. Yeni güçlü adamın Avrupa Anayasası tartışmasına  yeni bir dinamizm getirmesi beklentisi büyük ve zaman az.

            Ancak, Fransa hareketinin, Avrupa açısından geri dönüş  anlamına gelmemesi için temkinli olunması gerekiyor.

            Ölçülü ve pragmatik yeni bir tutum içindeki AB'nin,  sembolik olmasa da, en azından etkili kurumları ve iş yapma  ehliyetiyle kurtarılabilmesini ümit ederiz.

            Ancak, AB'nin 21. Yüzyılda nereye götürülebileceği  konusunda net vizyonlara ihtiyaç vardır ve bu, Fransa'da  olduğu gibi başka yerlerde de eksik. Sarkozy, kışkırtıcı  birkaç sözcükle, yıllardır süregelen gerçekçi Fransız-Alman  Avrupa politikasını şüpheye düşürme tehlikesiyle karşı  karşıya kalarak, farklı bir Avrupa; yani dünde kalmış bir  Avrupa istemiyle, yeni Avrupa dinamizmine sonuç itibarıyla  zarar verebilir.

            Son yıllarda vagonsuz hareket eden Almanya ve Fransa,  yeniden trenin lokomotif işlevini üstlenerek, treni  vagonlarıyla birlikte harekete geçirmeye çalışmalıdır.

            Bu yüzden de, Sarkozy'nin Türkiye'nin AB üyeliğini  kategorik bir şekilde reddetmesi kabul edilemez ve zamanın  şartlarına aykırıdır. Fransa, Türkiye ile katılım  müzakerelerinin başlatılması kararına onay vermiş, AB  bu konuda hukuki yükümlülük altına girmiştir. Almanya  ile Fransa'nın müzakerelerin sürdürülmesi kararının  değiştirilmesi için ortak girişimde bulunmaları, Avrupa  için kesinlikle mutlu bir dönüm noktası olmayacaktır.   Zira Fransa bu durumda, yarının modern Avrupa'sı değil,  geriye dönük 90'lı yıllların Avrupa'sına ilişkin  tartışmanın öncülüğünü yapacaktır.

DIE WELT: "SARKOZY, AB'NİN KAFASINI KARIŞTIRIYOR"

            BERLİN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 251 bin 660 olan  muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 11 Mayıs 2007  tarihli sayısında, Thomas Gack imzasıyla ve yukarıdaki başlık  altında yayımlanan, Brüksel çıkışlı yazının çevirisi  şöyledir:

--Fransa'nın Yeni Cumhurbaşkanı, Ankara'nın Üyeliğine Karşı...

Brüksel Açıklamaları Bekliyor--

            İstanbullu aydınlardan Cengiz Aktar, Nicolas Sarkozy'nin  Fransa'nın yeni cumhurbaşkanı seçilmesini, Türklerin AB  üyeliğini mezara taşıyan tabutun son çivisi olarak yorumladı.  Gerçekten de, Jacques Chrirac'ın muhafazakar halefi, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğuna dair şimdiye dek hiç bir şüphe bırakmadı. Tıpkı Angela Merkel gibi o da, bunun  yerine, şarkın izlerini taşıyan ülkeyle ayrıcalıklı ortaklığa gidilmesinden yana. Sarkozy, seçim mücadelesinde sürekli  olarak, Türkiye'nin yerinin AB değil, Akdeniz Ülkeleri Birliği"  olduğunu söyledi. Sarkozy'nin yakın danışmanlarından, Avrupa  Parlamenteri Alain Lamassoure de Brüksel'de, Sarkozy'nin, AB  dönem başkanı Angela Merkel ile yakında gerçekleştireceği  buluşmada, Türkiye'nin AB üyeliğinin alternatiflerini görüşmek  istediğini söyledi.

            Anlaşılan bu ifadeler Brüksel'de, sadece genişlemeden  sorumlu komiser Olli Rehn'in değil, AB Komisyonu Başkanı Jose  Manuel Barroso'nun da kafasını karıştırdı. Barroso, Elysee'deki  yeni adama, "Fransa da dahil tüm AB devletleri, oybirliğiyle  Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılmasını  kararlaştırdılar" diyerek, iki yıl önce hükümet başkanları  tarafından alınan kararı hatırlattı.

            Gerçekte ise, AB hükümet başkanlarının temel kararı,  katılım müzakerelerine giden yoldaki tüm engelleri hala  bertaraf edebilmiş değil. Zira, 27 hükümetin, Ankara ile  sadece genel olarak müzakereleri değil, aynı zamanda 35  başlıktan her birinin açılmasını da oybirliğiyle onaylaması  gerekiyor. Bu, 35 başlıktan birine 27 üyeden birinin hayır  demesi, katılım müzakerelerin her an durdurulabileceği  anlamına geliyor.

            Bu yüzden Brüksel'de, Fransız dış politikasında söz  sahibi olan yeni cumhurbaşkanının önümüzdeki haftalarda nasıl  davranacağı merakla bekleniyor. Zira, Almanya'nın haziran ayı  sonuna kadar sürecek olan AB Dönem Başkanlığı'nda and içilmesi  gerekecek. AB Komisyonu, önümüzdeki haftalarda üç yeni faslın  açılmasını önereceğini duyurdu. Avrupa Parlamentosu'ndaki  sosyalist grubun başkanı Martin Schulz'a (SPD) göre,  önümüzdeki haftalarda gerçeği söyleme saati gelip çatacak.  "Fransızların açık bir şekilde, başka fasılların açılmasını  onaylayıp onaylamayacaklarını söylemeleri gerekiyor". Schulz,  AB üyesi ikinci büyük devletin cumhurbaşkanının, katılım  müzakerelerinin, gerçekten şu an yürütüldüğü gibi devam  etmesini isteyip istemediğini, şimdiden açıklaması gerektiği  görüşünde.

FRANKFURTER ALLGEMEINE ZEITUNG: "İHTİLALİN HALKIMIZA BİR FAYDASI OLMAZ"

            BERLİN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 370 bin 800 olan  muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un  11 Mayıs 2007 tarihinde, Michael Ludwig imzasıyla ve  yukarıdaki başlık altında yayımlanan, Ermenistan Başbakanı  Serzh Sarkisyan ile yapılan mülakatın ilgili bölümünün  çevirisi şöyledir.

--Ermenistan Başbakanı Serzh Sarkisyan ile Cumartesi

Günü Yapılacak Genel Seçimler Üzerine Söyleşi--

            Ermenistan'da cumartesi günü yeni bir parlamento seçilecek.  Seçimleri kazanma şansı en yüksek partinin, gelecek yıl devlet  başkanlığı adayı olmak isteyen Başbakan Serzh Sarkisyan'ın  Cumhuriyetçi Partisi olduğu söyleniyor. Sarkisyan da tıpkı  mevcut Devlet Başkanı Robert Koçaryan gibi Dağlık Karabağ  bölgesinden geliyor ve Ermenilerin çoğunlukla yaşadığı bu  bölgede, Azerbaycanlılarla Ermeniler arasında yaşanan  bölgesel çatışmalara aktif bir şekilde katılmıştı. 90'lı  yılların başındaki çatışmalar, Karabağ'ın Azerbaycan'dan  fiilen ayrılmasına, Azerbaycanlıların yaşadığı yedi bölgenin  işgaline ve yüz binlerce Azerbaycanlının kaçmasına veya  tehcirine yol açmıştı. Azerbaycan, Dağlık Karabağ bölgesinin  yeniden Azerbaycan topraklarına dahil edilmesini talep ediyor  ve tıpkı Türkiye gibi, Ermenistan ile arasındaki sınırlarını  kapalı tutuyor. Ermenistan, Türkiye tarafından inkar edilen,  1915'teki Ermeni soykırımından dolayı kavgalı. Uluslararası  arabulucuların aktif olduğu Dağlık Karabağ sorunu, Güney  Kafkasya'da patlamaya hazır bir saatli bomba olarak görülüyor.  İzole bir durumda olduğu için, sadece askeri ve siyasi değil  ekonomik açıdan da Rusya'ya dayanan Ermenistan, eş zamanlı  olarak da ihtiyatlı bir şekilde Batı'ya açılmaya çalışıyor,  NATO ile işbirliğine gidiyor ve AB'nin yeni komşuluk  politikasında yer alıyor. 1954 doğumlu Sarkisyan, istihbarat  çevrelerinden geliyor ve Başbakan Magaryan'ın vefatından  sonra yeni hükümet başkanı olmadan önce savunma bakanıydı.      

            LUDWİG: Son dönemde, Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki  Dağlık Karabağ bölgesiyle ilgili ihtilafta çözümün çok yakın  olduğunu söyleyenler yine çoğalıyor. Bir çözüm aşamasında  mıyız?

            SARKİSYAN: Ermenistan kesinlikle tek taraflı taviz  vermeyecektir. Bu kapitülasyonla eş anlama gelirdi. Ancak Azerbaycanlıların uzlaşmaya hazır olduklarını görecek olursam,  çözüme yaklaştığımızı söyleyebilirim. Oysa, Azerbaycan Devlet  Başkanı Aliyev'in (MN: Azerbaycan toprakları içersinde Karabağ'a  olası özerklik verilmesine ilişkin) son açıklamaları, bunun  için bir neden olmadığını gösteriyor. Dağlık Karabağ, daha  Sovyet Anayasası'na göre özerklik hakkına sahipti, ancak bu  bir şey getirmedi. Şayet Yukarı Karabağ'daki Ermeni halkına  kendi kaderini tayin hakkı tanınır ve bölge, Azerbaycan'ın,  Devletler Birliğine dönmeyecek olursa ihtilaf çözümlenebilir.  Yukarı Karabağ bölgesi bir enklav (kuşatılmış iç bölge) olarak  uzun süre dayanamaz ve bu yüzden Ermenistan'a bağlantı için  bir köprü kurulmasına muhtaçtır. Bunun dışında çatışmaların  yeniden başlamaması için sağlam garantiler gerekmektedir.  Bunların tamamı sağlandıktan sonra, ihtilafın çözümü yönünde  çaba harcamaya hazırız.

            LUDWİG: Türkiye'nin üyesi olmak istediği AB'nin, Ankara'ya, Ermenilerin isteği doğrultusunda sınırın açılması için baskı  yapmasını ümit ediyor musunuz? 

            SARKİSYAN: Evet, çünkü AB kendi temel ilkelerini ihlal  edemez. Ancak, Türkiye'nin AB'ye giden yolu çok uzun olacak.  Belki de sağduyu daha önceden üstün gelir, zira sınırın  açılması Türkiye'ye de ekonomik avantaj sağlardı.

            LUDWİG: AB'nin Güney-Kafkasya'daki yeni komşuluk politikası, Azerbaycan ile Ermenistan'ın yakınlaşmasında  avantajlı olabilir mi? Ülkeniz AB üyesi olmak için uğraş  veriyor mu?

            SARKİSYAN: Tabii ki AB'ye girmeye çabalıyoruz, zira  biz kendimizi Avrupalı olarak görüyoruz. AB'nin komşuluk  politikası, Güney Kafkaslar'daki bölgesel işbirliğini  teşvik edebilir. Ancak, bunun Yukarı Karabağ bölgesinin  tanınması şeklinde yorumlanacağına inanan Azerbaycan,  şimdiye dek bizimle işbirliğini reddetti. Bu tür bir  işbirliği, stratejik partnerimiz Rusya'yı da hedef  almazdı, zira Rusya da bizzat AB ile yakın işbirliğine  gayret ediyor.

KÖLNISCHE RUNDSCHAU: "SİYASETİ İSLAMİYET Mİ YÖNLENDİRİYOR?"

            ANKARA, 15/05(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Kölnische Rundschau gazetesinin 13 Mayıs 2007 tarihli sayısında,   Raimund Neuss imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında  Türkiye uzmanı Baha Güngör ile yapılan bir mülakat yer  almıştır. İnternetten sağlanan mülakatın özet çevirisi  şöyledir:

            Türkiye nereye doğru gidiyor? Cumhurbaşkanlığı için  yapılan mücadele Türkiye'yi krize soktu. Hafta sonu 100  bin kişinin katıldığı bir miting düzenlendi.

            Raimund Neuss, Türkiye uzmanı Baha Güngör ile olayın  nedenlerini görüştü.

            NEUSS: Cumhurbaşkanlığına aday olan ancak daha sonra adaylıktan çekilen Abdullah Gül, cumhurbaşkanını doğrudan halkın seçmesi halinde oyların yüzde 70'ini alacağını  söyledi. Buna siz de inanıyor musunuz?

            GÜNGÖR: Bu hayalperestlik. Fakat laik bir cumhurbaşkanı seçilebileceği gibi, genel seçimler sonrasında parlamentoda  İslamcı AKP yeniden çoğunluğu alabilir ve böylece kendisinin  önünü kesen çift başlı bir devlet idaresiyle karşılaşabiliriz.  Erdoğan birkaç hafta sonra dağılacak bir parlamentoyu, orduyla  olan güç kavgasında kullanıyor, ama bu durumun ülkeye bir  faydası yok. Türkiye'de parlamenter sistemin yerine 54 yıl  sonra, basit bir şekilde başkanlık sistemi getirilemez.  Burada bir futbol takımının başkanından söz etmiyoruz.

            NEUSS: 22 Temmuz'daki seçimlerde AKP zafer kazanmayı  ümit ediyor.

            GÜNGÖR: Evet, korkum odur ki, bu zafer ülkedeki   kutuplaşmayı artıracaktır. 22 Temmuz, AKP için oldukça  uygun bir tarih. Çünkü, üst düzey laik tabaka yazın  tatilde olacak. AKP'yi iktidara taşıyan halk da yeniden  AKP'yi seçecek. Laiklerin her eksik oyu, AKP'nin doğal  olmayan bir çoğunluk kazanmasına yardımcı olacaktır.   Erdoğan bunu çok kurnaz bir şekilde planladı.

            NEUSS: Gül'ün ya da başka bir AKP'linin cumhurbaşkanı olması halinde bizi neler bekliyor?

            GÜNGÖR: İslamın siyasi açıdan değerlendirilmesi, dini  okulların önceden olduğu gibi değer kazanması, başörtüsü  yasağının kaldırılması ya da yumuşatılması, AKP'nin beş yıl  önceki seçimlerde vermiş olduğu sözlerdi. Bu konularda yapılması planlanan değişiklikler, laikler ve şimdiki Cumhurbaşkanı Sezer'in engellemeleri nedeniyle yapılamadı.

            NEUSS: AKP nasıl bir parti?

            GÜNGÖR: AKP'nin tabanı koyu dindar. Kökü ise, İslami  kuralları politikada ve toplumsal hayatta uygulamak isteyen,  bundan dolayı Almanya'da da korkuya sebep olan Milli Görüş'e dayanmaktadır.

            Bunu AKP de istiyor ve küçük semboller arasında  sayılan başörtüsüyle başlıyor. Başörtüsü de zaten bundan  dolayı bir sorun haline geldi.

            AKP ayrıca çoğunluğu da temsil etmiyor. 2002 yılındaki genel seçimlerde oyların üçte birini almasına rağmen, yüzde  10'luk baraj yüzünden birçok küçük partinin parlamentoya  girememesi nedeniyle, parlamentoda neredeyse üçte ikilik bir  çoğunluğa sahip oldu. Birçok gözlemci, Erdoğan'ın Türkiye'de  yaşanan ekonomik gelişmelerde payı olduğunu düşünüyor. Fakat bu durumun nasıl meydana geldiğine bakmak lazım. Türkiye'ye 1999 yılında Avrupa Birliği'ne adaylık statüsü verildi, bunu  izleyen süreçte de projelere kaynaklar sunuldu. Erdoğan bu  kaynakları akıllıca ya da daha az akıllı bir şekilde  kullanabilirdi. Türkiye ekonomik açıdan Avrupa yolunda  istikrarlı bir çizgide ilerliyor. Diğer konularda ise bir  durgunluk hakim. İnsan hakları sadece kağıt üzerinde, halka  yansıyan bir şey yok.

            NEUSS: Neden?

            GÜNGÖR: İnsan haklarını uygulamaya koymak için doğudaki  feodal yapıyı kırmak gerekiyor. Eğer 50 bin kişi bir aşiret  reisinin isteği doğrultusunda oy veriyorsa, oy verme hakkının  ne kadar geçerliliği olabilir ki? Burada demokrasinin görevi  50 bin kişinin kime istiyorsa ona oy verebilmesini sağlamaktır.  Bunun gerçekleşebilmesi için toprak reformunun yapılması  gerekiyor. Bu konuda bir ilerleme yok. Aynı şekilde düşünce  ve basın özgürlüğünün Avrupa standartlarından epeyce uzak  olduğu görülmektedir. Gazetecilerin sosyal koşulları oldukça  kötü ve bağımsız değiller. Bir diğer konuysa, zorunlu  evlilikler ve töre cinayetleridir.

            NEUSS: AKP'nin karşısında kim var? Laiklerden bahsetmek  mümkün mü ve bunun yanında liberal entelektüeller ile orduyu  saymak mümkün mü?

            GÜNGÖR: Bakın, Almanya Hristiyan bir ülke. Çoğunluk bir  kiliseye bağlı ama kiliseler ülkeyi yönetmiyor. Bu durum  Türkiye'deki İslam için de böyle olmalı, fakat burada İslamın  hakimiyeti ele alma tehlikesi var. Laikler de bu durumu  görüyorlar.

            NEUSS: Diğer dini topluluklar ne kadar serbestler?

            GÜNGÖR: Aleviler dinlerini özgürce yaşayabiliyorlar,   fakat kadın ve erkeklerin bir arada ibadet etmeleri toplumda  bu kesime karşı bir kuşku yaratıyor. Burada Türkiye'nin  hoşgörü göstermekten oldukça uzak olduğu 10-15 milyon   insandan bahsedilmekte. Ancak Türk toplumunun Hristiyanların  dinlerine sahip çıkmalarının normal bir durum olduğuna  alışması gerekiyor.

            NEUSS: Erdoğan'ı tehdit eden ordunun rolü ne olacak?

            GÜNGÖR: Basit bir yargıya varıp orduya yönelik peşin  hüküm verilmemeli. Evet, ordu üç kez darbe yaptı ama her  seferinde demokrasiyi yeniden oluşturdu. Başka bir açıdan  bakacak olursak, artık askeri tehditler günümüze pek uygun  değildir. Ordu demokratik gelişmeleri benimsemeli ve  kendisine başarısız eğitim sistemi konusunda ne yaptığı  sorusunu sormalı. Ordu mensupları ve laikler çocuklarını  özel okullara gönderirken, normal vatandaşların çocukları  bir okul sırasını dört ya da beş kişiyle paylaşmak zorunda  kalmıştır.

            NEUSS: Eğer Türkiye ileride AB üyesi olursa, nüfus açısından Avrupa'nın en kalabalık ülkesi olacak. AB böyle  bir ülkeye karşı nasıl bir mazeret ileri sürebilir?

            GÜNGÖR: Büyük bir Türk grubun AB Parlamentosuna  girmesi olasılığı üzerinde düşünmek gereksiz. Çünkü  Türkiye ileride gerçekten Avrupa Birliği'ne girerse,   bugünden farklı bir Avrupa Birliği'ne farklı bir Türkiye  olarak girmiş olacak. Başka bir açıdan ele alacak olursak, AB'nin Türkiye'yi dışlaması kendi çıkarına olmaz. Eğer  Avrupa Müslüman bir ülkeyle diyaloğa girmeyi başaramazsa,  kendi değerlerinin Avrupa sınırlarının dışında da geçerli  olabileceği tezini savunamaz.

WELT AM SONNTAG: "TÜRKİYE'NİN YERİ BİZİM YANIMIZ"

            BERLİN, 13/05(BYE)--- Tirajı haftada 401 bin 800 olan  muhafazakar sağ eğilimli Welt am Sonntag gazetesinin  13 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Christoph B. Schiltz  imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan,  AB Yüksek Temsilcisi Javier Solana ile yapılan mülakatın  ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

            SORU: Türkiye'de ordu daha fazla siyasete müdahale  ediyor, siyasi koşullar karmaşık. Endişeli misiniz?

            CEVAP: Hayır, değilim. Buna rağmen, Türk ordusunun  davranışı beni hayrete düşürdü. Demokratik toplum istiyoruz.  Ancak, Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu zorluklarla  baş edeceğini düşünüyorum.

            SORU: Türkiye'den ne bekliyorsunuz?

            CEVAP: Türkiye AB üyesi olmak istiyor. Ankara'nın AB  üyeliğine ilişkin şartları yerine getirmesini bekliyoruz. Aksi  takdirde, AB üyeliği söz konusu olamaz. Türkiye'deki siyasi  gelişmenin Kopenhag Kriterleriyle bağdaşması gerekiyor. Söz konusu kriterler arasında hukuk devleti ilkesi, işler durumda olan piyasa ekonomisi ve AB müktesebatın üstlenilmesi yer almaktadır.

            SORU: Türkiye'nin AB'ye üye olması Avrupalılara ne tür  getiriler sağlar?

            CEVAP: Türkiye, Orta Doğu, Kafkasya ve Balkan bölgesi  arasında bulunmaktadır. Türkiye, bu bölgede önemli nüfuza  sahip olup bölgenin istikrara kavuşmasına katkıda bulunabilir.  Bu durum, Avrupalıların güvenliğinin de artmasına vesile  olacaktır. Bu nedenle, Türkiye'nin yanımızda yer alması  yararlı olacaktır. Aksi takdirde, Türkiye kendisine başka  ortaklar bulabilecektir.

FRANKFURTER ALLGEMEINE SONNTAGSZEITUNG: "TÜRKİYE HER ŞEYE RAĞMEN AB'YE GİREMEYECEK Mİ?"

            BERLİN, 13/05(BYE)--- Tirajı günde 312 bin 100 olan  muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung'un  13 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Rainer Hermann imzası, "elo"  ile "mic" rumuzlarıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul/Berlin/Paris çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

            Sarkozy'nin yeni cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte  CDU/CSU'da Türkiye'nin AB üyeliğinin engellenebileceği  yönündeki ümitler artıyor. Bavyera Eyaleti Başbakanı Edmund  Stoiber, Türkiye'nin AB üyeliğinin Hristiyan Birlik Partileri  tarafından reddedildiğini vurgulayarak, Paris'teki yeni adama  bel bağlıyor. Zira Sarkozy, cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında  seçilmesi halinde Türkiye'nin AB'ye üye olamayacağına dair  söz vermişti. Şimdi, Sarkozy bu rotayı izlemek istiyor. Stoiber  gazetemize verdiği demeçte, "Sarkozy'nin yeni cumhurbaşkanı  seçilmesiyle Hristiyan Birlik Partileri'nin tutumunun AB  bünyesinde yürütülmekte olan tartışmaların tabiatıyla daha  fazla odağına yerleşeceğini" belirterek, "Sarkozy'nin herhangi  bir koalisyon ortağına karşı yükümlülükleri de olmadığı için  Avrupa adına Türkiye'yle açıkça ve dürüstçe konuşma rolünü üstlenebileceğini" kaydetti.

            Sarkozy, önümüzdeki çarşamba günü cumhurbaşkanlığı  görevine resmen başlamasının ardından Berlin'e gelip Şansölye  Angela Merkel'le, Türkiye'yle yürütülen müzakereler de dahil  olmak üzere, görüşecek. Şansölye ve AB dönem başkanı Merkel,  AB'nin bu konuda izlediği rotayı değiştirmek istemediğini  belirtti. Ancak Merkel, CDU Genel Başkanı sıfatıyla Türkiye'nin  tam üyeliğine karşı çıktığını sık sık dile getiriyor. Merkel'in Sarkozy'nin üyelik müzakerelerini sona erdirmesini olmasa da,  yeni fasılları açmayı reddetmek suretiyle, müzakereleri daimi  olarak askıya almasını beklediğine dair işaretler bulunuyor.  Sarkozy'nin dış politika danışmanı Michel Barnier, "AB, Nicolas Sarkozy'nin cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Fransa'nın tutumunda  hiç değişiklik olmayacakmış gibi hareket edemeyecektir" şeklinde  konuştu. Barnier, Fransa'nın AB içinde Türkiye konusunda harekete  geçeceği zamanı Sarkozy'nin belirleyeceğini ifade etti.

            Türkiye'nin AB üyeliğinin savunucuları arasında yer alan  AP Sosyalist Grubu Başkanı Alman Martin Schulz (SPD), Sarkozy'den  bir açıklama beklediğini vurgulayarak, "Sarkozy'nin cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasından birkaç gün önce cumhurbaşkanı seçilmesi  halinde Türkiye'nin AB üyesi olmayacağını belirttiğini ve şimdi  Fransa'nın kendi yönetimi altında Türkiye'yle üyelik müzakerelerinin başlatılması kararına bağlı kalıp kalmayacağını açıklamak zorunda olduğunu" ifade etti.

            Türk Hükümeti, Sarkozy'nin cumhurbaşkanı seçilmesine ilişkin  olarak soğukkanlı bir tutum sergiliyor. Başbakan Erdoğan'ın dış  politika danışmanı Cüneyd Zapsu gazetemize verdiği demeçte, "Taç  giyen başın uslandığını" belirtti. Zapsu'nun ifadelerinin satır  arasında Sarkozy'nin göreve başladıktan sonra Türkiye konusunda  seçim kampanyasına kıyasla daha makul davranacağı ümidi bulunuyor.

FRANKFURTER ALLGEMEINE SONNTAGSZEITUNG: "ANKARA VE ACI GERÇEK"

            BERLİN, 13/05(BYE)--- Tirajı günde 312 bin 100 olan  muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung'un  13 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Eckart Lohse imzasıyla ve  yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

--Sarkozy'nin Seçimlerden Başarılı Çıkmasıyla Türkiye'nin AB Üyeliğinin Gerçekleşmesi Zor Gözüküyor--

            Almanya ile Fransa'nın, Avrupa Birliği'nin ebeveynleri ve  sürekli gelişme gösteren bu ailenin ileri gelenleri arasında  bulundukları söylenebilinir. Her ailede olduğu gibi Avrupa  ailesinde de ancak ailenin ileri gelenleri aralarında mutabakat oluşturabildikleri zaman önemli kararlar alınabilir. Ebeveynlerden  birisi ailenin büyümesine karşı ise bunun gerçekleşmesi mümkün  olmaz. Ebeveynlerin ikisi de ailenin büyümesine karşı çıkıyorsa  zaten bir büyüme söz konusu olamaz. Bahsedilen ailenin genişlemesi  doğal yollardan değil de evlatlık edinme şeklinde gerçekleşecek  ise kesinlikle her iki ebeveynin rızası gereklidir. Fakat evlatlık edilecek çocuk yeni ailesine gelmek üzere yola çıktıysa, ailede  geç olarak, kendi küçük çocuklarının yanına bir de yabancı ve  büyük bir çocuk alma fikrinin hiç de iyi olmadığının farkına  varmış ise ortada talihsiz bir durum var demektir.

            Böylece asıl konumuz olan Nicolas Sarkozy'nin Fransa cumhurbaşkanlığına seçilmiş olmasına ve AB'nin Türkiye ile  yürüttüğü üyelik müzakerelerine gelmiş bulunuyoruz. Avrupa  Birliği kuruluşundan bu yana, genişleme ve derinleşme, ilk  etapta başarısızlıkla sonuçlanan anayasa girişimi gibi büyük  projelerde daima mukavemetle karşılaşmıştır. Bütün bu projeler  Paris ile Bonn/Berlin hükümetlerinin birlikte hareket etmesi  sonucunda gerçekleşmiştir. Bu nedenle Anayasa Akdi de bir şekilde yürürlüğe girecektir, zira bu projeyi hükümet değil, Fransız halkı reddetmiştir.

            Angela Merkel, Alman Şansölyesi olarak, Türkiye ile üyelik müzakerelerinin yürütülmesi doğrultusunda alınan Avrupa kararlarına bağlılığını gösteriyor. Fakat Merkel, CDU partisi Genel Başkanı  olarak, Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasını doğru bulmadığını da  ifade ediyor. CDU'nun sosyal demokrat koalisyon ortağı geçen  dönemin kırmızı-yeşil siyasetine bağlı kalarak Türkiye'nin AB  üyeliğinden yana bir tutum sergiliyor. Fakat SPD partisi de,  bu projenin, üyelerinin büyük bir çoğunluğu ve seçmenleri  tarafından kabul görmediğinin farkında bulunuyor.

            Nicolas Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olmak  konusunda Angela Merkel'den daha sert bir tutum sergiliyor.  Zira Sarkozy herhangi bir koalisyon ortağının isteklerine  saygı göstermek durumunda değil. Bu nedenle yürüttüğü seçim kampanyalarında, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğunu alenen  ifade edebiliyordu. Bunun ötesinde, Fransa Anayasasında, gelecekte yapılacak olan AB genişlemeleriyle ilgili referandum yapılması öngörülüyor. Dolaysıyla gelecek bir zamanda Fransız halkının  çoğunluğunun Türkiye'nin AB üyeliğini kabul edeceği düşünülemez.

            Şayet, "AB'de önemli kararlar Fransa ile Almanya'nın oluru  olmadan alınamaz" ifadesi doğruysa, Türkiye'nin üyeliği konusundaki  siyasi iradenin önümüzdeki yıllarda nasıl oluşacağı ve bu doğrultuda müzakerelerin nasıl yürütüleceği merak konusudur. Kaldı ki Türkiye'deki gelişmeler de Brüksel yolunu açacak gibi gözükmüyor. Bu arada şunu hatırlatmakta fayda var: Avusturya'da Alfred Gusenbauer liderliğinde sosyal demokrat bir hükümet başa geldi ve kararlılıkla Türkiye'nin  AB üyeliğine karşı çıkıyor.

            Peki nasıl devam edilecek? Formel olarak her üye ülke, zaten  Kıbrıs ihtilafı yüzünden aksayan müzakerelerle ilgili, yeni bir  müzakere başlığının açılmasına karşı çıkabilir. Sarkozy de zaten  bu konu üzerinde yoğunlaşıyor. Bu aşamada siyasi olarak bu düşüncenin uygulanması zor gözüküyor, zira üye ülkelerin büyük bir çoğunluğu,  Ankara ile üyelik müzakerelerinin yürütülmesi kararına bağlı  kalmaktan yana bir tutum sergiliyor.

            Şu an, özelilikle Berlin için müzakerelerin ağır aksak  bir tempoda yürütülmesi cazip bir seçenek olarak gözüküyor.  Bu arada CDU, Türklere, tam üyeliğin altında bir statünün  kendileri için daha uygun olduğunu, bu şekilde daha az  yükümlülüğü yerine getirmek durumunda olacaklarını anlatmak  kalıyor. Bu tür bir yaklaşım samimi olmasa da, siyaset gereği  normal olabilmektedir. Peki Ankara her şeye rağmen müzakere  başlıklarının gereklerini yerine getirip müzakereleri başarıyla sonuçlandırırsa? Bu durumda Paris ve Berlin gerçekleri beş sene  veya daha sonra ifşa etmek durumunda kalacaktır. Merakla bekliyoruz.  Acaba yeni seçilen Fransa Cumhurbaşkanı, Türkiye ile yürütülen müzakereleri daha bugünden tam üyelik dışı bir yöne çekecek  güce sahip midir? Bunu yapması isabet olur.


AVUSTURYA BASINI

DIE PRESSE: "BRÜKSEL SARKOZY'Yİ, TÜRKİYE'Yİ BLOKE ETMEMESİ  YOLUNDA UYARIYOR"

            VİYANA, 10/05(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal  sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 10 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Wolfgang Böhm/Jan Keetman imzalarıyla, yukarıdaki  başlık altında yayımlanan Viyana/Ankara çıkışlı yazının  çevirisi şöyledir:

            Ankara'nın nazarı dikkate alınıyor: Brüksel, Fransa'nın  yeni cumhurbaşkanının katılım karşıtı çizgisiyle, Türkiye'deki  iç politika krizini daha da tırmandırmasından korkuyor.

            Durum hassas... Türkiye'de cumhurbaşkanlığı seçiminin  başarısızlıkla sonuçlanmasının yarattığı krizi göz önünde  bulunduran Brüksel, Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Nicolas  Sarkozy'nin, ateşi daha da körüklemesinden korkmaya başladı.  Genişlemeden sorumlu komiser Olli Rehn, Sarkozy'nin seçim  kampanyasında belirttiği gibi, Türkiye'nin üyeliğini  engellemeye kalkışması halinde, bunun, Türkiye'deki istikrarı etkileyebileceği yolunda uyardı. Komisyon Başkanı Jose Barroso  da sözcüsü aracılığıyla, Fransa'nın zamanında müzakerelerin  başlamasını onaylamış olduğunu hatırlattı.

            CDU'lu Avrupa Parlamenteri Elmar Brok, "Financial Times  Almanya"nın kendisiyle yaptığı söyleşide, "Sarkozy döneminde  Türkiye karşısındaki tutum değişecektir. Tabii bu, riskleri de  beraberinde getiriyor" dedi. Sarkozy'nin danışmanı Alain  Lamassour da bunu dolaylı olarak doğruladı: "Türkiye'ye yalan  söylemekten vazgeçmek zorundayız. Bir yandan Türkiye ile  müzakerelerde bulunup öte yandan da katılımın hiçbir zaman gerçekleşmemesini umuyoruz"

            Sarkozy'nin yeni müzakere başlıklarının açılmasını  engellemesi halinde, bunun, Türkiye'deki erken seçimler  arifesinde, Avrupa karşıtı güçleri kuvvetlendirmesinden  korkuluyor. Rehn, "Ülke şu sıralar zor bir durumla karşı  karşıya. Milliyetçi havayı daha çok kızıştırmamak için,  sabırlı ve soğukkanlı olmaya ihtiyacımız var" dedi.

            Türkiye'de Nicolas Sarkozy'nin seçimi kazanmasının  ardından, çehreler ciddileşti ve bir belirsizlik havası baş  gösterdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, hem AB ile olan  ilişkiler, hem de Türkiye-Fransa ilişkileri açısından,  Sarkozy'nin seçim kampanyasında konuştuğu gibi hareket  etmemesini umduğunu söyledi ve Fransa'nın vetosunun "feci  sonuçlar" doğurabileceğine değindi.

            Türkiye'nin tanınmış köşe yazarlarından Sami Kohen,  Sarkozy hakkında ayrıntılı bir inceleme yaptı.  Araştırmalarının ardından vardığı sonuç, hiç iç açıcı değildi.  Kohen, Sarkozy'nin Türkiye'nin Avrupa'ya ait olmadığı  konusunda güçlü bir inanca sahip olduğunu, ABD ile olan  yakınlığının da rota değişikliği için bir garanti olamayacağını;  çünkü Sarkozy'nin, Türkiye'nin AB'ye katılımına muhalefetini,  tüm yakınlığa rağmen, Fransa'nın ABD'den bağımsız oluşunun bir  göstergesi olarak kullandığını belirtiyor.

            Ancak Kohen, Türkiye karşıtlığı yolunda bazı engeller  görüyor. Birincisi, Fransız ekonomisinin Türkiye'deki  çıkarları, ikincisi, hala katılıma olumlu bakan AB  Komisyonu'nun ve bazı ülkelerin tutumları. Ayrıca,  müzakereleri tamamen sona erdirmek için oy birliğiyle bir  karar alınması gerekiyor -ki bu, pek mümkün olmayacaktır.

            Ankara şimdi, Almanya'nın dönem başkanlığının son  haftalarını heyecanla izliyor. İşin garibi, şimdiye kadar  Türkiye'nin tam üyeliğine tamamen karşı olan Almanya  Başbakanı Angela Merkel, Ankara ile iki müzakere başlığının  daha açılışını yapmak istiyor. Sarkozy bir girişimde  bulunarak, ona karşı çıkacak mı acaba? 

KURIER: "SARKOZY TÜRKİYE'NİN AB'YE KATILIMINA SEÇENEK ARIYOR"

            VİYANA, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal  eğilimli Kurier gazetesinin 11 Mayıs 2007 tarihli sayısında,  yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin Türkiye ile ilgili  bölümünün çevirisi şöyledir:

            Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy, arkadaşı AB  parlamenteri Alain Lamassoure'in de belirttiği gibi,  Türkiye karşısında katı bir tutum sergilemeyi planlıyor.  Sarkozy Berlin'e yapacağı resmi ziyarette, Başbakan Merkel  ile Türkiye'nin AB'ye katılımı dışındaki seçenekler üzerinde  görüşecek. Şimdiye kadarki üyelik kriterlerinin AB'ye kesin  sınırlar çekmeye uygun olmadığı görüşünde olan Sarkozy,  "Bu kriterler bir ülkenin demokratik olup olmadığı, ya da  ekonomik sistemini modernleştirip modernleştirmediği  konusunda bir değerlendirme yapılmasına yarıyor, ama o  ülkenin Avrupalı olup olmadığını göstermiyor" dedi.

PROFIL: "ÜZÜCÜ OLAYLAR"

            VİYANA, 11/05(BYE)--- Tirajı haftada 100 bin olan  liberal Profil dergisinin bu haftaki sayısında, yukarıdaki  başlık altında yayımlanan analizin çevirisi şöyledir:

--Ankara'daki Kriz AB'nin Türkiye Politikası İçin Bir Dayanıklılık Testi--

            Türkiye'de siyasi olayların tırmanması, Avrupa Birliği'nde  de alarm çanlarının çalmasına neden oluyor. Brüksel Ankara ile  Türkiye'nin AB'ye katılımı konusunda müzakerelerde bulunuyor.  Bu müzakereler, Türkiye'de iç politikada çalkantılar olmasa  da zaten güç bela ilerliyor. Boğaz'daki katılaşmış cepheler  görüşmeleri daha da olumsuz yönde etkiliyor. Bir yanda,  özellikle ordu içinde ağırlıklı olan laik güçler, öte yanda  ise en güçlü partinin meşru ve demokratik olan, cumhurbaşkanını  belirleme hakkına işaret eden İslamcı AKP partisi.

            AB genişleme komiseri Olli Rehn "üzücü olaylardan"  bahsetti. AB Komisyonu, sözcüsü aracılığıyla, ordudan  demokratik süreçlere karışmamasını istedi ve seçimlerin  "ihtilalci müdahaleler olmadan yapılmasını" beklediğini  belirtti. Bu, Ankara'da açıkça, İslamcı AKP'nin tarafını  tutmak olarak değerlendirildi. Türkiye'deki laik güçler düş  kırıklığına uğradı. Avusturya'nın Sosyal Demokrat AB  Parlamenteri Hannes Swoboda, bunu anlayabildiğini söylüyor,  ancak "demokrasi ve laiklik ilkesinin ordu tarafından değil,  demokratik kurumlar tarafından savunulması gerektiğine" de  işaret ediyor.

            Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier,  Türkiye'deki tüm "lider güçlerin" sorumluluklarının bilincinde  oldukları konusunda iyimser olduğunu belirtti. Ancak katılım  karşıtı olanlar şimdi görüşlerinin doğrulanmış olduğunu  düşünüyor: SPÖ Parlamento Grubu Başkanı Josef Cap, "Eğer bir  ülkede askeri bir darbe ihtimal dahilinde görülebiliyorsa, o  ülkenin müzakere olgunluğunda olup olmadığını kendi kendine  sorması gerekir. Türkiye AB'ye giden yolunu bizzat şüpheli  bir hale getiriyor" dedi.

            Avrupa'da Türkiye'nin katılımından yana olanlar arasında  bile, Erdoğan'ın İslamcı partisinin Avrupa'nın yardımıyla  ordunun nüfuzunu sınırladığı ve dinci güçlerin günün birinde  sınırsız bir güce sahip olacakları düşüncesinin yarattığı  bir huzursuzluk hissediliyor. Genel kanı, Avrupa'nın,  cumhurbaşkanlığı için bütün cepheler tarafından kabul edilen  birini aday göstermesi için Erdoğan'a daha fazla baskı yapması  gerektiği şeklinde. AB ilk sınavda başarılı olamadı.

KRONEN ZEITUNG: "YAPMACIK AVRUPA OLGUNLUĞU"

            VİYANA, 16/05 (BYE)--- Tirajı günde 847 bin olan  bulvar gazetesi Kronen Zeitung gazetesinin 16 Mayıs 2007 tarihli sayısında, misafir yorumcu köşesinde yukarıdaki  başlık altında yayımlanan FPÖ'lü Avrupa Parlamenteri  Andreas Mölzer imzalı yorumun çevirisi şöyledir:

            Başbakan Erdoğan son açıklamasında, Avrupa Birliği'nin,  ülkesine en geç 2014 yılına kadar bir nevi "katılım garantisi"  vermesini isteyerek dikkatleri üzerine çekti. Osmanlıların  Avrupa ülkelerinin resmi makamları ve medya organları nezdinde  çalışan lobicileri, bu isteğe Küçük Asya ülkesinde yapılan  reformlara ilişkin övgülerle eşlik ediyorlar. Şimdiki AB Dönem  Başkanı Almanya Başbakanı Angela Merkel bile, seçimlerden önce  Türkiye ile tam üyelik yerine en fazla "imtiyazlı bir ortaklık" kurulmasını istemesine rağmen, artık az çok dostça bir havaya  bürünüyor.

            Şu günlerde Türkiye'nin Avrupa olgunluğu hakkında bir kez  daha fikir edinme fırsatı bulabildik. Erdoğan'ın yandaşı olan  ve uzun yıllardan beri Dışişleri Bakanlığı yapan Abdullah Gül  -yani geniş kitlelerin ülkenin İslamlaşmasını hızlandıracağını  düşündüğü bir politikacı-, şüphe uyandırıcı bir seçim ile  cumhurbaşkanlığı görevine getirilmek istendi. Bunun üzerine  milyonlarca kişi sokaklara döküldü ve geleneksel olarak  devletin kurucusu Kemal Paşa'nın laik ve İslamı eleştiren  mirasının koruyucusu olarak bilinen Genelkurmay, devlet ile  İslamın ayrılması ilkesini gerekirse şiddet kullanarak da  korumayı bildiğini açıkladı. Siyasi gözlemciler ve köşe  yazarları bir iç savaş tehlikesinden bahsetmeye başladı.

            Türkiye'nin içinde bulunduğu bu kriz, diğer bütün  tereddütler bir yana, bu Osmanlı cumhuriyetinin, Avrupa  olgunluğundan ne kadar uzak olduğunu bir kez daha gösterdi.  Türk ekonomisinin gelişmesine ilişkin tüm olumlu veriler,  endüstri ve ihracatın büyümesi bu gerçeği gizleyemez.

            Türkiye hala, bilindiği gibi Avrupa Birliği üyesi olan  Kıbrıs Rum devletini tanımaya yanaşmıyor. Hala insan hakları  ihlal ediliyor. Türkiye'deki hapishanelerde hala işkence  yapılıyor. Hala kadınların durumu ümitsiz; zorla evlendirmeler,  töre cinayetleri sürüyor; özellikle kadınlar arasında okuma  bilmeyenlerin oranı oldukça yüksek. Hala Hıristiyanlara  ayrımcılık yapılıyor.  

            Türkiye'yi çeşitli nedenlerden dolayı AB içinde siyasi  açıdan güvence altına alınmış ve ekonomik açıdan sağlam bir  şekilde finanse edilmiş görmek isteyenlerin bu görüşlerini değiştirmemelerinin nedenini anlamak kolay. Amerika ve İsrail  açısından Türkiye'nin AB'ye katılımı tabii ki istenilen bir şey.  Ancak Avrupalıların yavaş yavaş bu adımın Avrupa entegrasyonu  için büyük bir tehlike oluşturacağını idrak etmeleri gerekir.

            AB giderek Türkiye'nin Avrupa olgunluğunun yapmacık  olduğunu anlamaya başlıyor.


BELÇİKA BASINI

DE STANDAARD: "CUMHURİYET Mİ DEMOKRASİ Mİ?"

            BRÜKSEL, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 76 bin olan De  Standaard gazetesinin 11 Mayıs 2007 tarihli sayısında  yukarıdaki başlık altında Mia Doorneart imzasıyla yayımlanan  makalenin çevirisi şöyledir:

            Laik bir cumhuriyet mi yoksa bir demokrasi mi? Türkiye  böyle bir tercih karşısında bulunuyor, dolayısıyla AB de aynı  tercihle karşı karşıya.

            Demokrasi sorunsuz işlerse, siyasal İslam daha fazla ilerleyecektir. Atatürk'ün laik cumhuriyetinin savunulması  gerekiyorsa, ordunun siyasal etkisi gerekiyor. Her iki yönde  de Türkiye, AB'nin normlarına uymuyor.

            Ayaan Hirsi Ali, bundan bir çıkış yolu olduğunu düşünüyor:  "AB ilerici laiklere tüm desteğini vermeli. Hitler'in 'Kavgam'  adlı kitabının bestseller olduğu, Ermeni soykırımının inkar  edildiği ve azınlıkların ezildiği bir ülkede işleri zor."

            Hirsi Ali teorik olarak haklı. Ancak uygulama o kadar  kolay değil. Türk halkının bu değerleri kabul etme isteği ve  Avrupalıların bu değerleri koruma kararlılığı dikkate alınması  gereken iki önemli husus.

            Atatürk'ün dayattığı laik modelde Türkiye, çoğunluğu  muhafazakar Müslüman olan bir ülke olarak kaldı. Tüm  cumhuriyetçiler demokrat değiller. Çoğu "Atatürkçü" rahatsız  edici Türk milliyetçiliği yanlısı.

            Üstelik Türk İslamı ile milliyetçilik güçleniyor. Kavgam'ın başarısı, İslam dünyasının büyük bir bölümüne hakim, sadece  milliyetçiliği değil, Yahudi düşmanlığını da ortaya koyuyor.

            İslamcılar da milliyetçiler gibi Ermeni soykırımını özür  bile dilemeden inkar ediyorlar. Zaten özür dilemek Batı  Hıristiyanlığına özgü bir şey.

            Hristiyan Ermenilerin katledilmesine gaddarca iştirak  eden Kürtler de Türklerin çoğunluğu gibi düşünüyor. Ermeniler,  Museviler ve diğer gayrimüslimler milliyetçilerin olduğu kadar İslamcıların da şiddetine maruz kalıyorlar. Zaten, cumhuriyetin  ne derece laik olduğu önemli değil. Cumhuriyet, tam bir din  özgürlüğü tanımıyor ve siyasal İslam geliştikçe bu da  değişmeyecek.

            İlerici laik Türklerin varolduğu ve AB değerlerini  paylaştıkları kesin ve AB'nin onları desteklemesi gerekir.  Ancak Türklerin çoğunluğu öteki tarafa kayar gibi görünüyor.

            Hirsi Ali ayrıca, Avrupalı Liberallerin "Aydınlık"  düşünceleri savunmadaki kararlılıklarını da abartıyor. Tehdit  varsa sıkı duruyorlar. Ancak, bir sinema yapımcısı  öldürüldüğünde, fanatik göstericiler Batı'ya ya da Papa'ya  karşı gösteri yaptıklarında, özgürlükler adına seslerini  çıkarmadılar.

            Böyle bir durumda Theo Van Gogh ve Hirsi Ali'nin  "Submission" filmini gerçekleştirmemeleri gerekirdi. Jyllands  Posten, Muhammed'in karikatürleri ile tahrik etmemeliydi.  Papa, "diyalog" adına Müslümanları rahatsız edecek hiçbir  şey söylememeli. Böyle bir durumda "diyalog" adına kin ve  şiddet gösterileri de yapılmamalı.

            Tom Lanoye, "Aydınlık" adına ülkesinde başörtüsünü  savundu. Ne ona ne de diğer ilericilere, başörtüsünün zorunlu  olduğu Müslüman ülkelerin hepsinde kadınların ezildiğini  hatırlatmaya gerek yok. Şirin Ebadi'nin belirttiği gibi böyle  bir durumda "başörtüsü küçüklüğümüzün bir simgesi" oluyor ve  çok sayıda kadını rencide ediyor.

            Şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Demek ki yazar Lanoye,  Theo Van Gogh öldürüldüğünde "Aydınlığın" değerleri ile  ilgilenmiyordu. İfade özgürlüğünü inkar edip Hirsi Ali'yi  eleştiriyordu.

            Sadece o değil. Tüm Batı Avrupa'da ülkelerimize karşı  Müslüman şiddeti korkusuyla yoğun bir otosansür uygulanıyor.

            Batı Avrupa halkları mağdur değiller ancak buna karşı  İslam tehlikesini abartacaklar. İşte bu nedenle de Türkiye'nin  AB'ye üyeliğinin destekçileri giderek azalıyor. Hirsi Ali'nin düşündüklerinin tam tersi. Çok sayıdaki aydında onun cesareti  yok. Her şeyden önce Türkiye'nin kendini kanıtlaması gerekiyor.

DE STANDAARD: "MÜSLÜMAN BİR DEMOKRASİ MÜMKÜN"

            BRÜKSEL, 14/05(BYE)--- Tirajı günde 76 bin olan  De Standaard gazetesinin 14 Mayıs 2007 tarihli sayısında,  Gand kentinden yönetim uzmanı Türk kökenli Özgür Balcı  imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında, yayımlanan  makalenin çevirisi şöyledir:

            Kadın hakları ve liberal düşünce savunucusu Ayaan Hirsi  Ali, kişisel insan haklarını tehlikeye sokacağı gerekçesiyle  Türkiye'nin İslam'a karşı korunması gerektiğini iddia ediyor.  Ona göre, Türkiye'yi fethetmek isteyen ve laik karakterini  tehdit eden popülist İslamcılar, Türk demokrasisinde gedik  açtı. Yine ona göre, laik Türk elitinin -gerekirse Avrupa'nın  da desteğiyle- halkın kalbini ve Devlet yapısını yeniden ele  geçirmesi gerekiyor.

            Mia Doornaert da yazısında Türkiye'nin bir dönüm noktasına  geldiğini ve demokrasi ile Cumhuriyet arasında bir tercih yapmak  durumunda olduğunu belirtiyor. Türkiye'nin son yıllarda siyasal  ve sosyoekonomik alanlarda büyük ilerlemeler kaydettiğini  düşünerek, bu konuda bazı noktalara dikkati çekmek istiyorum.

            Kemal Atatürk, İslam'ın resmi din olmasına 1928 yılında  son verdi ve 1937 yılında "laiklik" anlayışı Anayasa'ya girdi.  Türk ordusuna, Anayasa'nın Batılı reformlarını ve laik düşünceyi  ilelebet koruma görevi verildi. Bu, açıkça, Türkiye'yi "çağdaş  uygarlık düzeyinden" saptırmak veya engellemek isteyen her  hükümet, ordunun nefesini ensesinde hissedebilir demektir.  Böyle bir durumda partiler kapatılıp, bilahare demokratik  olarak seçilen politikacılara iade edilmek üzere ülke  yönetimine el konulur.

            AB'ye üyelik nedeniyle ve AKP üyeleri kökten dinci olmadığı  için şimdilik böyle bir şey olmayacak. Oysa, Ayaan Hirsi Ali,  laik "yapının" yeniden kurulması için planlar öneriyor. Bu plan,  kişisel özgürlükler mesajının yayılması ve ekonomiyle Devlet  kurumlarının yeniden ele geçirilmesinden geçiyor. Laik Türkler  ise, AB liderlerinin mevcut durumu anlamalarını ve Türk  demokrasisinin İslam'a karşı korunmasını amaçlayan mahkemelere  saygı göstermelerini istiyorlar.

            Ayaan Hirsi Ali'ye göre, Türk demokrasisi Erdoğan'ın  AK Partisi ile delindi. Mia Doornaert da, İslami siyasetin  Türkiye'de daha fazla gelişmesinin iyi olmayacağını düşünüyor.  Bunun Türkiye ve AB için kötü bir şey olacağını söylüyor. Bu iki kişinin ortak  düşüncesi, İslam'ın Türkiye'de gedik  açtığı yönünde. Onlara göre, Batılı bir uygarlıkta yer almak  isteniyorsa, İslam kurtulunması gereken bir şey. Ancak "İslam" kelimesinin demokraside gedik açtığı yönünde algılanmaması  gerekir. Öncelikle, İslam'ı kişisel gecikmeyle veya işbirliğinin  yok olmasıyla bağlantılandırmak yerine, sosyal ve şahsi gelişme  için zemin hazırlayacak demokrasinin bir varyantı olarak görmek  gerekir. Avrupa'da demokrat Hristiyanlar olduğu gibi Türkiye'de  de demokrat Müslümanlar var. Dini değerler sisteminden hareket  ederek, muhafazakar değerlerle ekonomik liberalizmi bir araya  getirmek istiyorlar. Ancak, bu iki demokrasi uzmanını okuduğum  zaman, İslam'a dayalı değer sisteminin başarısız olması gerektiği kanaatine varıyorum. İslam demokrasisinin, kendisinden  farklı, merkeziyetçi ve hiyerarşik olarak düzenlenmiş Hristiyan demokrasisinden daha çok olanak tanıdığını düşünüyorum. Üstelik,  değerler sistemi demokrasiye temel oluşturamıyorsa, bu İslam  kökenli adayların tamamı Flaman Hristiyan demokratları arasında  ne arıyor? Ortak değerlerin, ailevi değerlerin, din özgürlüğünün  veya muhafazakar değer ve normlarının savunulacağı ortak bir değer sistemi yok mudur?

            "İslam" kelimesi bile, liberal düşünce ve "Aydınlık"  düşünce savunucularında alarm zillerinin çalması için yeterli  oluyor.

            Böylece, demokrat Müslümanlarla yapıcı bir diyaloga girmek  için kötümser ve İslam korkusu taşıyan bir ortam yaratıyorlar.  Şayet Liberalizm için İnsan hakları önemliyse, insanlara en  azından, başını örtme veya örtmeme ve istedikleri partiye oy  verme konusunda özgür iradeleriyle hareket etme olanağı  sağlanmalıdır.

            Hirsi Ali gibi liberallerin sorunu, Müslümanları rasyonel  açıdan yeterince gelişmiş bulmamalarından ve aydın elitin,  Müslümanları uygarlık yolunda daha yüksek bir konuma getirmesi  gerektiğini düşünmelerinden kaynaklanıyor. Gerekirse AB'nin  desteğiyle. Bu durumda, Hırsi Ali'nin kişisel özgürlüklere  inanmadığı anlamı ortaya çıkıyor. Hirsi Ali'ye göre,  "yönlendirilebilir" Müslüman veya Türk, rasyonel kararlar  alamaz, iyi olan parti için oy veremez ve bu yüzden aydın  elitin onların yerine karar vermesi gerekir. Kendine bu kadar  güvenen bir liberal için biraz fazla "korumacı" bir yaklaşım.  Türkiye'de sorunun, demokrat Müslümanlar yahut laiklerde  aranmaması gerekir, onların arasındaki ilişkide, kıskançlığın  ve hoşgörüsüzlüğün olduğu yerde aranması gerekir... Bu sorun,  AB çerçevesinde değişik görüşlere sahip kişilerin, ulusal ortak  bazı anlaşmalara vardıkları geniş ve iyi düzenlenmiş  sosyoekonomik ortamın olmamasından kaynaklanıyor.


FRANSA BASINI

LE POINT: "AVRUPA VE YENİÇERİLER"      

            PARİS, 10/05(BYE)--- Tirajı haftada 340 bin olan  Le Point dergisinin 10 Mayıs 2007 tarihli sayısında,  Pierre Beylau imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında  yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:   

            Yeniçeriler aralıklı olarak Türk siyasi hayatında  kılıçlarını çekiyor, Kemal Atatürk'ten miras kalan kutsal  ilkeler adına şu günlerde İslamcı akımdan gelen bir adayın  cumhurbaşkanı seçilmesini engellemeye çalışıyor. Generaller,  Cumhuriyet'in kuruluş efsaneleri olan laiklik, modernlik ve milliyetçilikle tehdit ediyorlar. Avrupa Birliği, kendi  içinde uygulanan demokrasi anlayışından epey uzak bu karışık  ordu-politika gösterisini bazen şaşkınlıkla, bazen de bir  hayli alaycılıkla takip ediyor. Orada burada ordunun siyasi  alana müdahalesi karşısında şaşkın çığlıklar duyuyoruz.  Olaylar aslında karışık ve çelişkili. AB'ye daha çok olumsuz  yaklaşan Türk Ordusu buna karşılık "Avrupa idealleri" olduğunu  iddia ediyor. En azından İslamcı rakiplerinden buna daha çok  sahip. Kemalizm'in esin kaynağı Aydınlanma Dönemi, aydınlanmış  despotluk ve Fransız devrimi olmuş ve Avrupa'da uzun süre  siyasi hayatın temeli olan bir ulus devlet anlayışına bağlı  kalınmıştır.

            Aşırı dinciler, oldukça becerikli olan Erdoğan ve partisi  AKP'nin ardına gizlenerek ilerliyor. "Hıristiyan-demokratlar"  gibi, kendilerini Müslüman-demokrat" olarak adlandırıyorlar.  Avrupa yanlısı olduklarını ifade ediyorlar. Ekonomi alanında,  sıkı Kemalistlerden daha liberalciler. Bir yılanın temkinli  yaklaşımıyla ilerleseler de amaçları gerçekten toplumu ve  hükümet sistemini mümkün olduğu kadar İslamlaştırmak. Türk  Devletinin Kemalist kalkanını yavaş yavaş çökertmenin, ibadet  özgürlüğü adına laikliğin duvarında ufak gedikler açmanın,  kalenin savunucusu ordunun geleneksel rolünü oynamasını  engellemenin en iyi yolunun Avrupa Birliği'ne üyelik olduğunu  anladılar. Bazı gözlemciler Erdoğan'ın bir "gizli takvimi"  olduğunu ileri sürüyor: Atatürk'ün mirasını yok etme amacıyla  Avrupa Birliğini kullanmak.

            "Gizli takvim" belki de bir hayalden ibarettir.  Hazırlanmış bir proje haline hiç gelmemiş olabilir. Ancak  Erdoğan'ın stratejisi oldukça şeffaf: AB'yi vaatlerinin  oyununda kullanmak. İslamcılar, "Kopenhag kriterlerini"  (demokrasi, siyasi özgürlük, ibadet özgürlüğü, pazar  ekonomisi, hukuk devleti) Kemalistlere karşı bir kitle  imha silahı olarak kullanıyor.

            Bu Osmanlı kumpasında Avrupa bocalıyor. Kimileri  teoride Türkiye'nin adaylığına olumlu bakıyor ama...  "çıkmaz ayın son çarşambasında". Diğerleri ise tamamen  karşı çıkıyor. Zaten Ankara ile AB arasında müzakereler  bir buz dağı hızıyla ilerliyor. Ve bu ritimle sorun  siyasi zamandan çok, tarihi zaman içerisinde yer alıyor. 

LE FIGARO: "SARKOZY HAYIR DEDİĞİNDE"

            PARİS, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro  gazetesinin 11 Mayıs 2007 tarihli sayısında yukarıdaki başlık  altında yayımlanan Sinan Ülgen imzalı yorumun çevirisi  şöyledir:

            Türkiye'ye hayır... Seçim tartışmaları sırasında duyulan  bu nakarat Fransız siyasetinin bir gerçeği olma yolunda.  Zira Türkiye'nin Avrupa Birliğine katılım sürecini bozmak  yeni cumhurbaşkanının önemli hedeflerinden biri gibi gözüküyor.  Seçilmiş bir cumhurbaşkanının bir önceki dönem ile farkını  ortaya koymak için görevine yeni politikalarıyla başlamak  istemesinde şaşırılacak bir durum yok. Özellikle de bir  önceki cumhurbaşkanının pek popüler olmadığı düşünüldüğünde.  Ancak bu kopuş politikasının manevra alanları nelerdir?

            Cumhurbaşkanının anayasal yetkilere sahip olduğu dış  siyaset alanında, yeni cumhurbaşkanının manevra alanı teoride  kalmıyor. O halde Türkiye için durum nedir? Türkiye'nin AB  üyeliği konusunda açıklanan rota değişikliği ile asıl sorun,  Fransa'nın kurucu üyesi olduğu bu hükümetler üstü oluşumun  yapısından kaynaklanıyor.

            Avrupa oluşumu, öncelikle siyasi uzlaşma ile ortak  karar ve zorunluluklara kesin olarak uyulmasına dayanıyor.  Elbette tüm tarihi boyunca Avrupa oluşumu büyük sorunlarla  karşılaştı, ancak tüm bu sorunlar, bu iki temel prensip  sayesinde aşılabildi.

            Siyasi Avrupa, Avrupa demokrasilerinin bir özelliği  olan uzlaşma kültürü sayesinde şekillenebildi. Ancak  aynı zamanda ihlal edilemez ve şimdiye kadar da ihlal  edilmemiş olan bir prensip sayesinde: Bir karar en üst siyasi mercide onaylanınca, Birlik ve üye devletler bu  ortak karar ile birbirlerine bağlı kalır. Zaten ortak  kararlara uyma isteği olmadan bir siyasi topluluktan nasıl  söz edilebilir ki? 

            Türkiye ile müzakerelere başlama kararının 2004 yılında,  Fransa dahil tüm üye devletlerin onayıyla alındığını unutmamak  gerekir. Aralarında bir devlet bile buna karşı gelmiş olsaydı,  müzakereler başlatılamazdı.

            Hiçbiri bunu yapmadı. Üstelik Ankara'nın AB'ye bir gün  üye olacağı konusu, Fransız Meclisinin onayladığı ortaklık  antlaşması dahil çeşitli fırsatlarla teyit edilmişti. Fransa  şimdi bu kararından dönmek istiyor. Böyle bir durumda,  birliğin dayandığı "pacta sunt servanta" (yürürlüğe girmiş uluslararası antlaşmalara uyma zorunluluğu) prensibine  zarar vermiş olur. Bu prensip bir kere ihlal edilince prensip  olmaktan çıkıyor.

            Eski bir İşçi Parti iktidarındaki hükümetin onayıyla  karar alındı diye gelecekte birliğin bütçesi üzerine  tartışmaları yeniden başlatmak isteyen bir İngiliz Hükümetine  bu durumda ne denebilir? Veya kendi üyelik antlaşmasının  bazı noktalarını yeniden görüşmek isteyen bir Polonya  Hükümetine?

            Aynı zamanda bu yaklaşımın, Türkiye konusunda olduğu  kadar Avrupa oluşumunun temel ilkeleri konusunda Avrupa  içerisinde kuşkusuz yaratacağı kırılmayı de hatırlatmak  gerekir. Bu kırılma, Anayasa ve Avrupa'nın geleceği konusunda  yapıcı bir tartışmanın yapılabilmesi için gerekli olan güven  ve iyi niyet havasının aleyhine olacaktır.

            Cumhurbaşkanı Sarkozy, Birlik içerisinde, Avrupa'yı  içinde bulunduğu anayasa çıkmazından kurtarmaya yardım  edecek bir siyasi lider olarak görüldü. Pragmatizmi ve  Avrupa anlayışı sayesinde Avrupa'ya yeni bir soluk getirmesi  bekleniyordu. Ancak bu siyasetçinin Türkiye'ye ilişkin  politikasının şimdi siyasi Avrupa'nın temellerine ölümcül  bir darbede bulunacağı anlaşılıyor.

AFP: "LAMASSOURE: GERÇEĞİ SÖYLEMENİN ZAMANI GELİYOR"

            BERLİN, 12/05(AFP)(BYE)--- Avrupalı milletvekili  Alain Lamassoure bugün yayımlanacak bir mülakatta,  Türkiye'nin üyeliği hakkında Avrupalıların düşünceleri  konusunda "gerçekleri söylemenin zamanının geleceğini"  ve bunu "daha fazla geciktirmemenin" yararlı olduğunu  belirtti.

            Nicolas Sarkozy'nin yakını ve gelecekteki muhtemel  Avrupa işlerinden sorumlu bakanı Lamassoure bugünkü  Tagesspiegel gazetesinde, "Avrupa Birliği devletlerinin  yarısından çoğunda kamuoyunun Türkiye'nin üyeliğini  açık bir şekilde reddettiğini" ileri sürdü.

            Lamassoure, "Ancak az sayıda siyasi yetkili bu  düşünceyi açık bir şekilde itiraf etme cesaretine sahip.  Bu sebeple gerçeği söylemek gerekli ve bunu geciktirmemek  yararımıza" dedi.

            Lamassoure, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olan  Sarkozy'nin tavrını "değiştirmeyeceğini" kaydetti ve  "Merkel'in şansölye seçilmeden önce Ankara'ya gidip  tam üyelik yerine ayrıcalıklı ortaklık fikrinin uygun  olduğunu savunma cesareti gösterdiğini" hatırlattı.

            Bununla birlikte Lamassoure, haziran ayında bitecek  olan AB dönem başkanlığı süresince, Türk sorunu konusunda  Sarkozy'nin "Angela Merkel'i sıkıntıya sokmamaya özen  göstereceği" teminatını verdi.

AFP: "ERDOĞAN SARKOZY'YE, TÜRKİYE'YE KARŞI OLAN DÜŞMANLIĞININ İLİŞKİLERİ ZEDELEYECEĞİNİ BELİRTTİ"

            İSTANBUL, 15/05(AFP)(BYE)--- Türkiye Başbakanı Recep  Tayyip Erdoğan bugün yaptığı açıklamada, Fransa'nın yeni  seçilen Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'yi, Türkiye'nin AB'ye  üyeliği konusundaki düşmanlığının, Türklerde Avrupa karşıtı  duyguları besleyeceği ve ikili ilişkileri zedeleyeceği  yönünde uyardı.

            Uluslararası Basın Enstitüsünün (IPI) İstanbul'daki  yıllık toplantısında Erdoğan "Sarkozy ön yargılarını aşmalı  (...) AB bünyesinde medeniyetleri birleştirmek istiyorsak,  AB'nin bir Hristiyan kulübü olmadığını söylüyorsak, o zaman  Sarkozy fikirlerini yeniden gözden geçirmeli" dedi.

            Sarkozy, Türk topraklarının çoğunun Asya'da bulunduğunu  ve Birliğin sınırlarının fazla genişlemesinin birleşmiş  siyasi Avrupa projesini imkansız hale getireceğini savunarak,  Türkiye'nin AB üyeliğine kesin surette karşı çıkıyor.

            Erdoğan "Halkımın AB hakkında bazı endişeleri var  (...) Bir ülkenin olumsuz tavrı (Türkiye'nin AB'ye üyeliği  konusunda), bu ülkeye karşı (Türkiye'de) olumsuz bir tavra  dönüşür" şeklinde konuştu.

            Başbakan "Bu konuda yanlış anlaşılan bir mesaj Türklerin  Fransa'ya karşı düşüncelerini değiştirecektir, dolayısıyla  Sarkozy'nin bunu göz önüne alması gerek" dedi.

AFP: "NEGROPONTE, SARKOZY'İ TÜRKİYE KONUSUNDA AÇIK FİKİRLİ OLMAYA ÇAĞIRDI"

            PARİS, 16/05(AFP)(BYE)--- Fransa Dışişleri Bakanlığının  iki numaralı ismi John Negroponte bugün, Türkiye'nin AB'ye  üyeliğine karşı olan yeni Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'i,  konu hakkında "açık fikirli olmaya" çağırdı.

            Diplomat, Fransız-Amerikan Vakfında yaptığı konuşmada,  "Önümüzdeki haftalarda ve aylarda Fransız Hükümetinin konu  hakkında açık fikirli davranacağını ve bu sorunu kendimizle  ve ilgili diğer taraflarla tartışma olasılığını açık  tutacağını ümit ediyoruz sadece" dedi.

            Negroponte, Türkiye'nin üyeliğinden yana olan Amerika'nın  tutumunun, "stratejik öneme sahip bu ülkeyi Avrupa kıtasına  entegre etme" fikrini esas aldığını belirtti.

            Fransız diplomat, "Sarkozy'nin zıt bir tutum benimsediğini  biliyoruz, ama Paris kapıların tamamen kapanması durumunda  Türkiye'de ve hatta bölgede bunun doğuracağı sonuçları  düşünmek zorunda" yorumunu yaptı.


İSPANYA BASINI

EUROPA PRESS: "ERDOĞAN, TÜRK DEVLETİNİNİN LAİKLİĞİNİ SAVUNDU"

            ANKARA, 16/05(BYE)--- İspanya'nın haber ajansı Europa  Press'in 15 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Ildefonso Gonzalez  imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında İstanbul çıkışlı bir  haber yer almıştır. İnternetten sağlanan haberin çevirisi  şöyledir:

            Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk devletinin  laikliğini savunduğunu ve 2002 yılından beri bu ülkeyi yöneten  ılımlı İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) "dini bir  parti olmadığını" vurguladı.

            İstanbul'da dün sona eren Uluslararası Basın Enstitüsü'nün  Genel Kurul Toplantısı'nda konuşan Erdoğan, "Ben, laik bir  devleti savunma anlamında laikim" dedi. Ankara, İstanbul ve  İzmir'de yapılan gösteriler hatırlatıldığında Başbakan şunları  söyledi:

            "Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk  devletidir ve böyle de devam edecektir. Bu kurallar konusunda  hiç kimse taviz veremez ve bu da tüm gösterilerin ortak  mesajıdır... Dini siyasi amaçlarla kullanmanın karşısındayız.  Bu anlamda laiklik de, siyasi kazanç elde etmek için istismar  edilemez. Laikliği hep hayat tarzımızın bir garantisi olarak  gördük" diye belirtti.

            Ülkesinin AB üyelik sürecine de değinen Erdoğan,  Türkiye'nin, "çatışmaların ve belirsizliklerin ağır bastığı  değişken bir coğrafyada refah ve istikrarla" eşdeğer olduğu  yorumunu yaptı ve aynı zamanda, İspanya'yla birlikte BM  nezdinde Medeniyetler İttifakı girişimciliğini üstlendiğini  hatırlattı.

--Hedef: AB'ye Girmek--

            Başbakan, "Türkiye'nin AB üyeliği, 21. yüzyılın en büyük  küresel barış projesidir" diyerek, AB'ye giden yolda iniş ve çıkışlar olmasına rağmen Türkiye'nin "tüm sorunların üstesinden gelebileceğini" vurguladı.

            "Önemli olan Türkiye'nin bu kararlılığının Avrupa'da  karşılık bulmasıdır. Medeniyetler arası ittifak kurulabilecekse Türkiye'nin AB içinde yerini alması şarttır" diyen Erdoğan,  bunun için, Fransa Cumhurbaşkanı seçilen Nicolas Sarkozy'ye,  Türkiye'nin AB üyeliğine olan düşmanlığını bir kenara  bırakmasını tavsiye etti. Aksi durumda bunun Türkiye'deki  Avrupa düşmanlığını beslemeye ve ikili ilişkilere zarar  vermeye yarayabileceğini söyleyen Erdoğan, "Sayın Sarkozy,  ön yargılarının üstesinden gelmeli. AB'de medeniyetleri  birleştirmek istiyorsak ve 'AB bir Hristiyan kulübü değil' diyorsak, işte o zaman Sayın Sarkozy düşüncelerini gözden  geçirmelidir" diye konuştu.

--301. Madde--

            Erdoğan, Türk kimliğine hakareti üç yıl kadar hapisle  cezalandıran TCK'nın tartışmalı 301. maddesini değiştirme ihtimali gibi, Türk gündeminin birçok sorununa da değinecek  zaman buldu. 301. madde konusunda birçok sivil toplum  kuruluşu ile görüşmelerde bulunduklarını belirten Erdoğan,  "Makul bir teklif olursa, bunun üzerinde çalışabiliriz"  dedi.

            AB birçok kez, Türkiye'deki ifade özgürlüğünü ihlal  ettiğini düşündüğü 301. maddenin değiştirilmesi konusunda  Türk hükümeti ile görüşmelerde bulundu. Söz konusu madde,  Nobel Edebiyat ödüllü Orhan Pamuk ile öldürülen Ermeni asıllı  gazeteci Hrant Dink'i yargılamak için de uygulanmıştı.

            Erdoğan, öte yandan, 22 Temmuz'da yapılacak erken genel  seçimlerde, AKP'nin, mecliste mutlak çoğunluğu elde ettiği  2002 yılındakinden daha iyi bir sonuç alacağını söyledi.  Zira ANAR araştırma şirketi tarafından yapılan ve basında  yayımlanan bir kamuoyu araştırması, bu İslamcı partinin, beş  yıl öncekinden dört puan fazla (yüzde 38,3) oy alacağını  ortaya koydu.


KIBRIS RUM BASINI

HARAVGİ: "TÜRKİYE'NİN ÜYELİK SÜRECİ... ZOR AŞAMALARLA DOLU SÜREÇ"

            LEFKOŞA, 14/05(BYE)--- AKEL yayın organı Haravgi  gazetesinin 13 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Nikos  Katsuridis (AKEL-Sol-Yeni Güçler Parlamento Sözcüsü)  imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan  yorumun çevirisi şöyledir:

            Türkiye'nin uzun ve yavaş AB süreci, ülkenin yeni  cumhurbaşkanının seçilmesi arifesinde yaratılan iç siyasi  kriz nedeniyle bir kez daha zor aşamalardan geçiyor.

            Seksen dört yıldır ülkeyi kontrol eden derin devlet, ordu ve diplomatik çevreler, üyelik süreci nedeniyle siyasi  düşüncelerin değişmesi politikasına her yolla karşı çıkmaya  çalışıyor. Zira böyle bir şey, ordunun siyasi ve ekonomik  ayrıcalıklarının eksik olduğuna dair işaretler verebilir.  Cumhurbaşkanlığı, ordunun ülkedeki siyasi nüfuzunun son  kalelerinden birini teşkil ediyor ve bu yüzden şimdiki  Başbakan Erdoğan'ın temsil ettiği yeni kurulu düzenle  zıtlaşmak kaçınılmazdır.

            Türkiye'deki gerilim, bir bakıma cumhurbaşkanının sahip  olduğu yetkilerin önemli olmasından kaynaklanmaktadır.  Cumhurbaşkanı; Genelkurmay Başkanı ve Anayasa Mahkemesi  üyelerini atar, Meclisi lağvetme yetkisine sahiptir ve  elbette ülkeyi yönetir.

            Cumhurbaşkanlığı seçimleri, özlü bir değişimi, belki  de siyasi bir çevrenin sonunu işaret ediyor. İki gücün  çatışması düğümlenmiş haldedir. Bu düğüm ya çözülecek  ya kesilecek.

            Ülkenin geleneksel kurulu düzeni, bugünkü hükümete  karşı düşmanca davranmaktadır. Bu, kesinlikle İslamcı  kimliğinden değil Erdoğan'ın Ankara'nın AB karşısındaki  temel yükümlülüklerin yerine getirilmesi için gösterdiği  gayretten kaynaklanmaktadır.

            Erdoğan, bir yandan İslamcıların AB'ye üyelikle güvence  altına alındığı ve askeri kurulu düzenden korunduğu yönünde değerlendirmede bulunuyor. Ayrıca, yeni Türk kapitalistlerin  çıkarları, Türk Devleti ile yakın ilişkileri olan geleneksel  sermayeye karşın daha çok AB ile bağlantılıdır.

            Öte yandan ordu, üyelik sürecini Laik Türk Devletinin  birliğine karşı bir süreç olarak algılarken, buna paralel  olarak da siyasi ve ekonomik ayrıcalıklarını korumaya  çalışıyor. İçteki bu krize ilişkin herhangi bir anormal  durum, AB sürecindeki daha büyük zorlukları işaret edecek.  Özellikle de sağcı Nicolas Sarkozy'nin Fransa'nın cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle bugünlerde üyelik  sürecinin kolay bir dava olmayacağı görünüyor. Fransız  Cumhurbaşkanının "Türkiye Avrupa'ya değil Asya'ya aittir" şeklindeki tezi de hesaba katılmaktadır.

            Fransa Cumhurbaşkanının seçilmesiyle gerek iç gerekse de  dış konularla ilgili özlü siyasi kararlar alınmasında sıkıntı  olarak nitelendirilen bir geçiş dönemi kapanıyor. Fransa'daki  siyasi sahnenin değişmesi, sadece kurumsal niteliğe sahip  değildir. Fransız seçmenlerin yüksek düzeydeki katılımı, sahip  oldukları ilgiyi ve siyasi gelişmelere verdiği önemi gösteriyor.  Bu yüzden de hükümetin herhangi bir kararı vatandaşların temel endişelerini yansıtacak şekilde alınacaktır.

            Elbette Türkiye'nin üyelik süreci Fransızlar için önemsiz  bir konu değildir. Fransa'da Anayasa Anlaşması'nın reddinin  esas nedenleri arasında önerilen kurumsal çağdaşlaşmayla  Türkiye'yi de kapsayacak yeni bir genişleme olanağının  verilmesiydi. Fransız vatandaşlar için Türkiye'nin üyeliğinin  sahip olduğu ağırlığın ve Hükümet'e uygulanabilecek baskının  kanıtı, görevinden ayrılmak üzere olan Fransız Cumhurbaşkanının Türkiye'nin üyeliği için referandum yapılması yönündeki  taahhüdüdür.

            Bu tepkilerin ışığı altında, Fransa'nın yanı sıra Almanya  gibi kilit ülkeler, tam üyelik perspektifini değil de Türkiye  ve AB arasındaki özel ilişki perspektifini üyelik öncesinde  tartışma konusu yapıyorlar.

            Elbette bu zorluklar, Türkiye'yi, daha az önemli ekonomik,  siyasi ve jeostratejik bir müttefik haline getirmiyor. Türkiye  ve AB arasındaki özgün ilişki, AB'nin, ülkenin düşük düzeydeki  ekonomik kalkınmasından, Avrupa bütçesinde yol açacağı ekonomik  yükten ve olası muhacir artışından vb. korkmasına bağlıdır.

            Sarkozy'nin cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yaptığı  açıklamalar, yeni Fransız Hükümetinin siyasi tutumunun  Türkiye'nin Avrupai sürecini kolaylaştırmayacağını netleştirdi: "Türkiye'de 75 milyon kişi yaşıyor. Bu rakam, önümüzdeki 25  yıl içinde 100 milyona ulaşacak. Bu, Avrupalı olmayan büyük  bir rakamdır. Avrupa'yı Avrupalı olmayanlarla mı kuracağız?"

            Bunlara paralel olarak Türkiye'nin kurumların istikrarı  gibi Kopenhag kriterlerini yerine getirmeme zafiyeti vardır.  Siyasi gelişmelerle ilgili olarak fiilen kanıtlanan şey,  TBMM'nin ordunun gölgesinden bağımsız hale gelmesi çabalarına  rağmen geleneksel kurulu düzenin, Gül'ün cumhurbaşkanlığına  seçilmesini önleyen Anayasa Mahkemesinin kararını etkileyerek  siyasi uygulamalara tahrik edici şekilde müdahale etmesidir.

            Öte yandan, komşunun üyelik sürecindeki AB içindeki ve  dışındaki güçlü müttefikleri, özellikle de Angloamerikan  ekseni, Türkiye'nin siyasi, jeostratejik ve ekonomik tercihine  mümkün olan her şekilde destek veriyorlar. Bir yandan bölgedeki  katı tutum yanlısı İslamcı rejimlere bu şekilde sert bir mesaj  verirken diğer yandan bölgedeki müttefik olarak Afganistan ve  Irak'taki savaş ve İran ile olan gerilim nedeniyle taahhütlerde  bulunuyorlar.

            Son yıllarda üyelik sürecinde kaydedilen ilerlemeye  rağmen, en nitelikli adımlar hala atılmadı. Türkiye  yükümlülüklerine yanıt vermeye; AB ise ülkede daha yoğun  Avrupa karşıtı bir his yaratmaksızın Türkiye'yi hazmetmeye  hazır ve bu konuda siyasi iradesi olduğuna dair adım atmadı.  Türkiye'nin Avrupai süreci, Kıbrıs sorununa ilişkin katalizör  çözüm olmasa da Müzakere Çerçevesi'nde, Ek Protokol'de ve  Helsinki'deki Zirvenin sonuçlarında kaydedilen yükümlülükleri  temelinde uygun ön koşulların yaratılması için bir teşvik  olabilir.

            Ülkenin içte normal bir durumda olması ve ılımlı  çözümlerin hakim olması, Kıbrıs sorununun çözümlenmesi  çabasına da hizmet ediyor.


YUNANİSTAN BASINI

NET TV: "FRANSA'DA SARKOZY'NİN ZAFERİ VE TÜRKİYE'DEKİ GELİŞMELER"

            ATİNA, 10/05(BYE)--- NET TV'de Yannis Politis tarafından sunulan haftalık Proskinio (Perde önü) programında 7 Mayıs 2004  tarihinde, Fransa'da Nicolas Sarkozy'nin cumhurbaşkanı  seçilmesinin Avrupa üzerindeki olası etkileri konusuna yer  verilmiştir. Bu bağlamda, Sarkozy'nin seçim kampanyasında  Türkiye'nin AB üyeliği aleyhinde konuşması öte yandan da  Türkiye'deki siyasi kriz nedeniyle Türkiye'nin AB üyeliği  konusu da ele alınmıştır. İçişleri Bakanı Prokopis Pavlopulos,  PASOK milletvekili AB eski Komiseri Anna Diamantopulu, Komünist  Partisi yayın organı Rizospastis gazetesinin Yayın Yönetmeni  ve KKE siyasi bürosu üyesi Kutsumbas, Sinaspismos'un AB  Parlamenteri Papadimulis, To Vima gazetesi yorumcularından  Anny Podimata ve İmerisia gazetesinde siyasi konularda yorumlar  yapan Yorgos Kapopulos'un katıldığı programın Türkiye ile  ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

            POLİTİS: Fransa'da seçimleri Sayın Nicolas Sarkozy'nin  kazanması ve Türkiye'deki son gelişmeler ülkemizde büyük bir  dikkatle izleniyor. Çünkü tüm bunlar ülkemizin dış politikasını  yakından etkiliyor. Sayın Pavlopulos, Sarkozy'nin açıkça  Türkiye'nin AB üyeliği aleyhinde konuşması sizce Türkiye-AB  ilişkilerini etkileyecek mi? Şekillenen bu ortamdan Yunanistan  etkilenecek mi?

            PAVLOPULOS: Sayın Sarkozy Türkiye konusunu farklı bir  şekilde ele alabilirdi. "Türkiye elbette AB üyesi olabilir,  ancak bu bir şartla olabilir. Türkiye'nin bir Avrupa ülkesi  olması şarttır" demeliydi. Avrupalı bir Türkiye herkesin  yararına olacak çünkü Türkiye bugünkü durumunda kalırsa...

            POLİTİS: Her halükarda, Sarkozy çok açık konuştu ve  Türkiye'yi Avrupa'da istemediğini söyledi. Hatta seçimleri  kazanmasında Türkiye aleyhindeki tutumunun da rol oynadığı  söyleniyor.

            PAVLOPULOS: Sanmıyorum. Seçimleri kazanmasında başka  faktörler rol oynadı. Başka konularda uygulamak istediği  politikalar ve sosyalist partinin hataları da rol oynadı.  Fransa şunu anlamalı, -bunu sadece bir Yunan vatandaşı  olarak değil, bir Avrupalı olarak da söylüyorum- Avrupa'nın  geniş bölgesinde yer alan ve Avrupa ilke ve değerlerine,  insan haklarına ve medeniyetine saygı gösteren her ülkenin  Avrupa'da yeri var. Avrupa'nın yararına olan budur. Şu anda  Türkiye'de olanlar beni kaygılandırıyor, çünkü Türkiye şimdi  bulunduğu yolda yürümeye devam ettikçe Avrupalıları, onlarla  birlikte bizi de, AB müktesebatına yaklaştığı yönünde ikna  etmekte ne yazık ki zorluk çekecek. Komşu ülkeler Avrupa'ya  ne kadar olumlu şekilde yaklaşırsa, bu Avrupa için, hatta  dünya için o kadar iyi olur. Bu olmazsa yani ülkeler demokrasi,  Avrupa ilke ve değerleri yolunda yürümezlerse -çünkü demokrasiyi  ve bu yöndeki ilke ve değerlere saygıyı ABD değil, sadece Avrupa sağlayabilir- bu gelişmeden hem Avrupa hem de dünya kaybedecek. Gelişmeler, Sayın Sarkozy'nin iktidara geçtikten sonra  uygulayacağı politikaya bağlı. 

            POLİTİS: Sayın Diamantopulu, sizce Sayın Sarkozy'nin  Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye'nin şarabına su katması  olası mı?

            DİAMANTOPULU: Sayın Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliğine  dair net bir tez ve kapsamlı bir teori ileri sürdü. "Türkiye  AB üyesi olursa o zaman Fas da AB üyesi olmak isteyecek,  Afrika da Avrupa'ya mı girecek?" şeklinde iddialarda bulundu,  şimdi bunları geri alması çok zor.

            POLİTİS: Fakat "Avrupa'nın sınırları nerede bitiyor?  Asya'da mı? Yoksa Japonya'ya kadar uzanıyor mu? Sınırlarının  belirtilmesi gerekiyor" fikrinde olanlar var.

            DİAMANTOPULU: Avrupa'nın sınırları nerede son buluyor  konusu Avrupa'da yıllardır tartışılıyor. Bizler bu konuyu  kendi çıkarlarımıza göre ele alıyoruz ve çıkarlarımız  çerçevesinde yorumluyoruz, ancak Sayın Sarkozy'nin tezleri  Avrupa'yı zor durumda bırakıyor, özellikle Türkiye'deki son  gelişmeler dikkate alınırsa. Avrupa'nın Türkiye'ye "biz senin  Avrupa'nın bir parçası olmanı istiyoruz, ancak demokrasi,  hukuk devleti ve benzeri konularda bize uyum sağlamalısın"  demesi başka, son zamanlarda yaşanan gelişmeler ve bu arada  bilinen tezlerini dile getirerek Sarkozy'nin seçilmiş olması  başkadır; her iki tarafın da içinde bulunduğu şartlar farklı.  Türkiye'de zaten fırsat bekleyen askerlerin işine geliyor.  Bu durum acaba Yunanistan'ı nasıl etkiler? Sayın Pavlopulos'un komşularımızın demokrat olmalarını istediğimize dair açıklamasına  elbette katılıyorum, elbette dış politikalarını sınırlayacak  komşular istiyoruz, ancak şimdi farklı bir stratejiye de  ihtiyacımız olduğunu anlamalıyız. Şartlar değişti. Tabii,  bizim sabit tezimizle ilgili çerçeve değişmiyor; Türkiye'ye  yakın bir Avrupa, Avrupa'ya yakın bir Türkiye istiyoruz.  Ancak şimdiye kadar AB, Türkiye'de adım adım ilerleyen bir  dizi reformların yapılmasına yönelik bir araç oldu. Şimdi,  Fransa'nın yeni tezler öne sürmesiyle AB'nin genişlemesine  ilişkin yeni nitelikler ve şartlar oluştu. Fransa'nın tezi  biliniyor, aynı şekilde bir tek vetonun süreci durdurmak  için yeterli olduğu da biliniyor. Fransa bu kadar net bir  şekilde Türkiye'ye "hayır" derse, AB genişlemesi aracı nasıl kullanılabilir?

            Demek ki Nicolas Sarkozy'nin seçilmesi ciddi  sorunlara yol açıyor.

            POLİTİS: Yani, Sayın Sarkozy'nin seçilmesi sizi PASOK  olarak kaygılandırıyor mu?

            DİAMANTOPULU: Elbette. Birçok sorunlara yol açıyor.

            (Programın devamında Fransa'daki seçimlere, sağın  seçimleri neden kazandığına, solun seçimleri neden üçüncü  kez kaybettiğine, Sosyalist partinin ve genelde Fransa'da  solun durumu konuları ele alınmıştır) 

            POLİTİS: Gelelim yine bizi ilgilendiren konulara. Son  gelişmeler bağlamında Yunanistan'ın dış politikası değişmeli  mi? Sayın Podimata söz sizde.

            PODİMATA: Yunanistan'ın dış politikasının değişmesinin  gerekli olduğunu sanmıyorum. Ancak, yeni bir stratejinin  aranmasının gerekli olduğuna inanıyorum. Hatta bana sorarsanız,  bu strateji çoktan hazır olmalıydı. Sayın Sarkozy'ye gelince,  Türkiye'nin AB üyeliği aleyhinde bu kadar kesin bir şekilde  konuşması kaygı yaratmış olabilir, ancak bu tez Avrupa'da,  Avrupa kamuoyunda zaten olan bir tezdir. En açık ifadeyle,  Avrupalılar Türkiye'yi istemiyorlar. Yunan dış politikasının  şu anda Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olan blok ile (Fransa ve  Almanya) uyum sağlamakla kazanacağı herhangi bir şey yok.  Bloktan söz ediyorum, çünkü artık güçlü bir müttefik sağlayan  Merkel de, şimdi konuya ilişkin tezini belki de daha açık bir  şekilde ifade etmeyi düşünür.

            PAPADİMULİS: "Sarkozy net bir şekilde Türkiye'nin AB  üyeliği aleyhinde olduğunu açıkladı" diyoruz, ancak aynı  zamanda fırsatçı davrandığını da göz önünde tutalım;  "Seçilirsem Türkiye ile müzakere bölümlerinin açılmaması  için talimat vereceğim" de demedi.

            PODİMATA: Bazı ülkeler, bunların arasında Yunanistan da,  Avrupa'ya bazı şeyleri hatırlatmalı. Örneğin, Türkiye'nin AB  üyeliği konusunda bazı ülkeler, Türkiye'nin AB üyeliğine aday  olması, müzakerelerin başlaması kararlarının oybirliğiyle  alınmış olduğunu hatırlatmalı. Çünkü istesek de istemesek de  Avrupa değişiyor, yeni veriler ortaya çıkıyor, -çok vitesli  Avrupa'dan söz ediliyor, siyasi birleşmesi söz konusu dahi  olmuyor- bunu da kabul etmemiz gerekir. Yunanistan Avrupa'nın  siyasi birleşmesinden yana olan ülkelere katılmakla yetinmemeli,  siyasi birleşmenin gerçekleşmesi için de faal bir şekilde  harekete geçmeli.

            POLİTİS: Meslektaşım Kapopulos da henüz konuşmadı.  Türkiye'de durum böyle iken sizce bir krizin "ihraç  edilmesi" olasılığı var mı?

            KAPOPULOS: Bu çok genel bir bakış açısı. Ben size şok  etkisi yaratabilecek bir şey söylemek istiyorum. Genelde  ordu, kurulu düzen Yunanistan'ın daima aleyhindedir diyoruz.  Ancak, Yunanistan'ın NATO'ya geri dönmesini, hava  koridorlarının açılmasını 1980'de Orgeneral Evren'in kabul  ettiğini de hatırlatmam gerekiyor. Tam aksine Evren'den önce  Ecevit buna şiddetle karşı çıkıyordu. Gerçekçi bir politika  çerçevesinde ordunun ülke içinde ne yaptığı ile, ülke  dışında ne yaptığı başka bir konudur. Şimdi, Fransa ile  Türkiye konusuna gelince; Sayın Sarkozy Avrupa'nın temel  konularını AB'deki iki temel ortağıyla, Almanya ve İngiltere  ile görüşmek zorunda. Türkiye'nin AB üyeliğinin yeniden  gözden geçirilmesinin söz konusu olup olmayacağı bu görüşmeler  sonunda belli olacak. Sarkozy net bir şekilde Türkiye'nin AB  üyeliğine karşı çıkmış olabilir, ancak Chirac tarafından  Fransız Anayasası'na konulan bir maddeye göre, herhangi bir  ülkenin AB adaylığı Fransa'da referandumdan geçmeden kabul  edilemez. Bu bağlamda Sarkozy, ben öyle düşünüyorum ancak  referanduma gidilmesi şart diyebilir.

            DİAMANTOPULU: Segolene Royal referandumdan söz etti.

            PAVLOPULOS: Sarkozy referandumdan söz etmedi.

            DİAMANTOPULU: Etti, fakat referandumun neden  yapılamayacağını ifade etti.

            KAPOPULOS: Avrupa ortak bir amaca, ortak hedeflere  sahip olmazsa, AB genişlemesi yönünde ilerleyemez.  Avrupalılar kazandıklarını kaybetmeyeceklerine, daha  fazla demokrasiye ve refaha sahip olacaklarına inanmazlarsa  genişleme olamaz. Almanya federalisttir. Avrupa'nın federasyon  olmasını, etnik sınırların kaldırılmasını istiyor. Öte yandan  Fransa federasyon istemiyor, etnik sınırların kaldırılmasının  kesinlikle aleyhinde. Hem Fransa, hem de Almanya Avrupa'nın  çekirdeğini oluşturuyor. İngiltere, Çek Cumhuriyeti, Estonya  uyum sağlamazsa sorun değil, ancak Almanya ile Fransa arasında  bir görüş birliği, ortak bir amaç yoksa olmaz.

 

            (Bu noktada Avrupa'nın kurumsal ve siyasi birliği ele  alındı, kurumların ve sosyal birliğin derinleştirilmesi gereği vurgulandı, devamında ise Balkan ülkeleri ve AB  konusuna kısaca yer verildi)

            DİAMANTOPULU: Avrupa'nın hem kurumsal açıdan hem de  Balkan ülkeleri yönünde gelişmesi gerekli. Bu sürecin uzun  olacağını biliyoruz ancak devam etmelidir. Türkiye'nin de  bu süreç çerçevesinde anayasada çok önemli yedi değişiklik  yaptığını unutmamalıyız. 

            PAVLOPULOS: Evet yapıldı ancak ne fark etti ki? Anayasa  Mahkemesi seçimlere karıştı. Türkiye kendi sorumluluğuyla  intihar etti.

            DİAMANTOPULU: Haklısınız...

            POLİTİS: Türkiye konusunu yeterince ele aldık. Biraz da  iç konulara bakalım. Sayın İçişleri Bakanı, "Yunan ekonomisinin  AB denetiminden çıktığını resmen açıklamaya hazırlanıyor, bir  sağcının; Sarkozy'nin seçilmesi parti tabanında iyimserliğe  yol açıyor, memnun olmalısınız.

 

            (Bu noktada konuşma, iç konulara özellikle de ekonomi  ve erken seçimlerle ilgili bir partiler arası tartışmaya  dönüştü. Her iki partiyi sert bir şekilde eleştiren Kutsumbas,  Türkiye'nin AB üyeliğinden de söz etti) 

            KUTSUMBAS: Daha önce tartışılan AB konusuna dair  görüşümüzü dile getirmedim. Lütfen bir dakika verin ve bir  açıklamada bulunayım: Bizler AB'nin aleyhinde, bu bağlamda  da genişlemesinin de aleyhindeyiz. Türkiye'nin AB süreci ne  Sarkozy'nin, ne de Segolene'in tutumuna bağlı bir konu değil.  Bu oyunda başrolü ABD oynuyor. Türkiye'nin AB üyesi olmasıyla,  Türk milletinin herhangi bir kazanım sağlamayacağını  düşünüyoruz.

            POLİTİS: Türkiye konusunu tekrar açmayalım lütfen,  programın sonuna geldik.

            PAPADİMULİS: Önemli olan Avrupa'nın siyasi birleşmesi,  daha fazla sosyal devlete sahip olmaktır. Avrupa ancak bu  şekilde ABD'ye karşı dengeler kurabilir.

            DİAMANTOPULU: Söylemek kolay, fakat AB, sadece 15  üyesi varken dahi bunu başaramadı.

YUNANİSTAN RADYO-TV KURUMU: "KARAMANLİS'TEN ÇİFTE MESAJ"

            ANKARA, 14/05(BYE)--- Yunanistan Radyo-TV Kurumunun  (ERT) 14 Mayıs 2007 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki  başlık altında yer alan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:

            Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis, Hırvatistan'da  düzenlenen Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Süreci'nin  10. Zirve Toplantısından sonra Üsküp'e, Yunanistan'ın isim  konusunda iyi niyetini tükettiği mesajını gönderdi.

            Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya'nın, Avrupa  ailesine yaklaşması için isim konusunda tutumunu verimli  kılması gerektiğini ifade eden Karamanlis, Yunanistan'ın  iyi niyet gösterdiğini ve şimdi sıranın karşı tarafta  olduğunu kaydetti.

            Ankara'ya da mesaj gönderen Karamanlis, Atina'nın  Türkiye'nin Avrupa perspektifinden yana olmaya devam  ettiğini söyledi ve ülkede demokrasiyi sadece siyasi  güçlerin garanti edebileceğini vurguladı. İşleyen  demokrasinin AB için temel kriter olduğunu ifade eden  Karamanlis, başka güçler tarafından etki altına alınamaz  olan demokrasiyi, Türk Hükümetinin ve diğer demokratik  güçlerin güvence altına alacaklarını ve koruyacaklarını  kaydetti.

            Kosova ile ilgili kritik sorun, Güneydoğu Avrupa  Ülkeleri İşbirliği Süreci toplantısının odağında yer aldı.  Yunanistan Başbakanı konuşmasında iyimser görünerek,  uzlaşıcı bir çözüm bulunması için hala zaman olduğunu ve herhalükarda sorunun çözümü için BM kararı gerektiğini  belirtti.

ELEFTHEROS TİPOS: "YUNAN DİPLOMASİSİNİN STRATEJİSİ"

            ATİNA, 14/05(BYE)--- Eleftheros Tipos gazetesinin  13 Mayıs 2007 tarihli pazar sayısında, Manolis Kottakis  imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan  haber-yorumun çevirisi şöyledir:

--Karamanlis'in Rice'ın Elinden Çatalın Düşmesine  Neden Olan Analizi ve

Türk Kurulu Düzeninin Bahaneleri--

            Komşumuz Türkiye'deki gelişmeler Başbakan Kostas  Karamanlis'in ilgisini çekiyor, çünkü Erdoğan Hükümeti  Ankara'nın kurulu düzeniyle açık bir sürtüşmeye giriyor.  Başbakanlığı şu sorular uğraştırıyor:

            1. Krizin daha da tırmandırılması durumunda Ege'ye  "ihraç edilmesi" olası mı?

            2. Türkiye'nin Avrupa üyeliğini destekleme stratejisi  yeniden gözden geçirilmeli mi, geçirilmemeli mi?

            Türk-Yunan ilişkileri hakkında derin bilgiye sahip olan  Karamanlis'in yakın çevresindeki yetkililer, Türk kurulu  düzeninin ülke içinde aşılması güç olan sorunlarla kaşı  karşıya geldiğinde Ege'ye kolayca kriz ihraç ettiğine dair  analizleri yüzeysel sayıyor. "Türkiye bu tür durumlarda  gerginlik yaratıyor, kriz yaratmıyor" deniliyor ve bu  değerlendirme şu nedenlere bağlanıyor:

--İddialar--

            "Generaller güçlü konumda oldukları zaman kriz yaratıyorlar.  Bugün güçlü konumda değiller. Gerek Avrupa Birliği gerekse ABD  ya açıkça ya da üstü kapalı olarak Erdoğan'ın lehinde. Bu  bağlamda, güçlü sayılamazlar" deniliyor.

            Bazılarının öne sürdüğü, Başbakan Karamanlis tarafından  uygulanan politikanın temelini oluşturan stratejinin şimdi çökmekte olduğu argümanı hususunda ise, Başbakan'ın yakın  çevresindeki yetkililere göre, şu anda herhangi bir  değişikliğin yapılması için sebep yoktur:

            "Biz Türkiye'nin AB'ye tam üye olmaması olasılığını  kesin saymamalıyız, stratejimizi değiştirmekte de herhangi  bir çıkarımız yok. Bunun yapılmasının gerekli görülmesi  durumunda ise, elbette bunu çıkıp söylemeyeceğiz" şeklinde  konuşuyorlar. Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy  tarafından dile getirilen tezler konusunda da, "Cumhurbaşkanı  adayı olarak ne dediği önemli değil. Biz, Cumhurbaşkanı  olarak neler diyeceğini duymak istiyoruz" diyorlar.

            Her halükarda, sonunda bir "özel imtiyazlı ilişkiye"  gidilmesi amacıyla da olsa, bütün Avrupa hükümetleri  AB-Türkiye üyelik müzakerelerinin devam etmesini istedikleri  için hükümet 2004 yılından bu yana elde etmiş olduğu  kazanımları güvence altına almasını mümkün kılacak bir  taktik üzerinde çalışıyor. 

            Yetkililer, "Bütün Türk-Yunan sorunları üyelik  müzakereleri sırasında Avrupa-Türkiye sorunlarına dönüştürüldü,  bu da başta AB-Türkiye ortaklık belgesi olmak üzere tüm resmi  metinlerde kaydedilmiş bulunuyor. Stratejimiz değişmemeli,  ancak bazı şeyler olumlu yönde gelişmezse ve Türkiye'nin tam  üyeliği yerine bir AB-Türkiye özel ilişkisine gidilirse elde  ettiğimiz kazanımları kaybetmememizi sağlayacak şekilde şekillendirilmeli" diyorlar.

--Kaygı--

            Şu anda Erdoğan'ın seçmenler tarafından güçlendirildiği belirtileri olmasına rağmen, -kamuoyu yoklamaları oyların  minimum yüzde 30'unu ve maksimum yüzde 41'ini kazanacağını  gösteriyor- Hükümet, Erdoğan ile kurulu düzen arasındaki  sürtüşmenin gidişatını dikkatle izliyor.

            Hükümette şu anda hakim değerlendirmeye göre, generaller,  yargıçlar, diplomatlar ve gizli istihbarat teşkilatları  arasında kurulan ittifak, Erdoğan'ın siyasi ortama tamamen  hakim olmasını engellemek için "türbanı" ve Kürt konusunu  kullanıyor.

            Güvenilir diplomatik kaynaklarca yapılan açıklamalara  göre, "derin devlet", toplumu korkutmak için, AB'nin Kürt  azınlığı tanıyacağı yolunda propaganda yapıyor; Erdoğan'ı  vurmak için İslam'ı kullanarak felaket tellallığı yapıyor.  Ancak, Karamanlis'in elindeki tüm gizli raporlara göre,  kurulu düzen, Türkiye'nin Avrupa üyeliğinin ilerlemesi  durumunda "imtiyazlarını ve etkisini kaybedeceğinden  korkuyor."

            Aynı yetkililerin şu anda öne sürdüğü iddialara göre,  "şu anda krizin aşılması olası görülmüyor, çünkü Anayasa  Mahkemesi 'derin devletin' kontrolü altında."

--Olanak--

            Anayasa Mahkemesi, genel seçimlerden sonra oluşacak  ve cumhurbaşkanını seçmeye davet edilecek TBMM'yi yasa  dışı ilan edebilir, hatta cumhurbaşkanının doğrudan  seçilmesi yönünde yapılan Anayasa değişikliğini oylayan  Meclis üyeleriyle ilgili itirazlar dile getirebilir.

            Her halükarda, komşu ülkede olanların tarihi bir  acayiplik oluşturduğu tekrarlanıyor: "İslamcılar  Avrupa'ya yönelerek reformları destekliyorlar ve sözde  ülkenin gelişmesini destekleyen Kemalistler, Atatürk'ün  mirasını bir kenara bırakarak ülkenin Avrupa yolunu  sabote ediyorlar. Daha fazla muhafazakar ve gerici güçler  gibi davranıyorlar, 1923 yılından bu yana Türkiye'de  hakim kimlik krizini sürdürüyorlar."

            Bu tarihi acayipliği, yani İslamcıların reformları  desteklemelerini, öte yandan da Kemalistlerin buna karşı  çıkmalarını, 2004 yılının Mayıs ayında Başbakan Sayın  Karamanlis Beyaz Saray'daki yemek sırasında Başkan  Bush'a analiz etmişti.

            Söz konusu yemekte yanında oturan Rusopulos ve  Petros Molivyatis, o dönemde Ulusal Güvenlik Danışmanı  olan Condoleeza Rice'ın bu analizi duyunca "çatalının  elinden düştüğünü" hatırlıyorlar. Üç yıl sonra, Yunan  Başbakanı'nın analizi doğrulanıyor... 

ELEFTHEROTİPİA: "YUNANİSTAN, SARKOZY'NİN TÜRKİYE KONUSUNDA İZLEDİĞİ YENİ POLİTİKANIN KARŞISINDA"

            ATİNA, 14/05(BYE)--- Tirajı günde 60.428 olan  Eleftherotipia gazetesinin 14 Mayıs 2007 sayısında, Kira  Adam imzasıyla ve yukarıdaki başlıkla yayımlanan haberin  çevirisi şöyledir:

            Nicolas Sarkozy'nin Fransa'da Cumhurbaşkanlığa  seçilmesinin, çok kısa sürede Avrupa'nın genişleme  politikasını, Türkiye'nin AB üyeliğini ve Atina ile  Lefkoşa'nın Ankara'ya karşı tutumunu etkilemesi bekleniyor.  Bu konu ilk başta üye adayı olan Türkiye'yi ilgilendiriyor.

            Sarkozy hiçbir zaman, Türkiye'nin AB'de yeri olmadığı  düşüncesine sahip olduğunu gizlemedi. Aksine, "AB'nin  sınırlarının Irak ve İran'a kadar uzanmadığını" söyleyerek,  bu fikri seçim öncesi propagandasının güçlü kartlarından  biri olarak kullandı.

            Bu gerçeği, Sarkozy'nin Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesinden  iki gün sonra, en yakın iş arkadaşlarından biri, Avrupa  konularını çok iyi bilen ve Avrupa konuları sorumlusu  olmasına kesin gözüyle bakılan Alen Lamasour de doğruladı.

            Lamasour, yaptığı açıklamalarda, Paris'in önümüzdeki  aylarda, Avrupa Birliği'nin dış sınırlarının belirlenmesi  ve Türkiye'nin AB müzakerelerinin "yönünün yeniden  belirlenmesi" konularında baskı uygulayacağını ifade etti.

            Fransız siyasetçi, "Avrupalı liderler, geçen yıllar  boyunca Türkiye'ye yalan söyledi, Fransa da bunun bir son  bulması gerektiğine inanıyor. Bunu Türklere söyleme  cesaretini ne kadar erken bulursak, o kadar iyi olur"  dedi ve Paris'in, üyelik müzakereleri prosedürünün tümüyle  yeniden belirlenmesini isteyeceğini ve Türkiye'nin tam  üyeliği dışında başka açık kapılar bırakacağını ekledi.

            Paris'in, durumu "zorlamaya" kararlı olmadığı görünüyor  ve muhtemelen, görevinin bitiminden önce, AB dönem başkanı  Almanya'ya, Türkiye'nin üyeliği konusundaki müzakere  bölümlerini başlatmasına karşı çıkmayacak. Buna rağmen,  Almanya Başbakanı Merkel, Ankara'yla daha sıkı ilişkiler  içine girme sözü verdi, ancak Almanya'nın Ankara ile "özel imtiyazlı" ilişkiyle ilgili tezi konusunda sabit  olduğunu hatırlattı.

            Türkiye'nin Avrupa'daki geleceği konusu, önümüzdeki  günlerde gerçekleşmesi beklenen Merkel-Sarkozy arasındaki  ilk görüşmenin asıl konularından biri olacak.

            Dolayısıyla, Türkiye'nin zaten zayıflamış olan  Türkiye-AB ekseni önemli derecede değişirken, tüm  bakışlar Yunan hükümetine ve bu "çarpıtmaya" ne şekilde  karşılık vermeyi düşündüğü konusuna yöneliyor.

            Atina şimdiye kadar, Türkiye'nin, sorumluluklarını  yerine getirdiği takdirde, AB üyeliğini desteklediğini  tekrarlayarak "aynı tonda kalmaya devam ediyor."

            Dışa doğru sergilediği bu değişmeyen tutum,  muhtemelen, Türkiye'nin AB ilişkilerinde alternatif  bir plan yapılması konusunda şimdiden fikir ve düşünce  belirtme konusundaki zayıflığını ve kararsızlığını  yansıtıyor.

            Şu bir gerçek ki, böyle bir şeye teşebbüs etmek,  zaman konusunda rahatlık, konunun dikkatli bir şekilde  incelenmesi ve özellikle, seçimleri kazanacak partinin  rahat bir seçim çoğunluğuna sahip olmasını gerektirmektedir.

            Atina, bu ülkelerin AB içinde, diğer ülkelerden  özerk bir tutum benimsemeleri durumunda kesinlikle  onları izlemek istediğinden, Türkiye konusunda, AB'yi  oluşturan "çekirdek ülkelerle" karşı karşıya gelemez.  Diğer yandan ise, Yunanistan'ın Türkiye'nin AB üyeliğini  destekleyeceği konusunda sabit "yükümlülüğü" yürürlüktedir.

            İkinci ve daha esaslı bir engel daha var: Yunanistan'ın  Türkiye'nin AB üyeliğini desteklemeye yönelik "zorunlu"  yükümlülüğüne, (AB'nin Kıbrıs'ın siyasi sorunu çözümlenmeden  önce adanın AB'ye tam üye olmasını kabul etmesinden  sonra) siyasi düzeyde yedi yıldan bu yana basitleştirici  aynı zamanda da rahatlatıcı bir boyut kazandırıldı. Bu  görüşe göre, Türkiye AB üyesi olmadan önce AB müktesebatına  uyum sağlamalı, bu bağlamda da kendisinin yaratmış olduğu  sorunları çözümlemeli.

            "Zaman çizelgesi" olmasa da, bunlardan hiçbiri  gerçekleşmedi ve yeni Avrupa-Türk ilişkileri çerçevesinde de gerçekleşeceği şüphelidir.

            Kısaca Atina, muhtemelen iki önemli ve zor müzakere  cephesiyle karşı karşıya olacak. İlk olarak, "Avrupa duvarları  içinde", Avrupa-Türk ilişkileri için oluşturulacak "yeni bir  çerçeveye" onay vermek için, tekrardan Yunan şartları koşma  girişiminde bulunacak. İkincisi de, Atina gerçekten  Ankara'yı AB sürecinde desteklemeye niyetliyse, Türkiye'den  ciddi ve elle tutulur karşılıklar bekleyecek olmasıdır.

            Tabii ki, bütün bunlarda konunun merkezinde bulunan  Lefkoşa'nın da fikri önemli ağırlığa sahip olacak.

APOYEVMATİNİ: "TÜRK LOBİSİNİN ASIL DESTEKÇİSİ GEORGE BUSH"

            ATİNA, 14/05(BYE)--- Tirajı günde 13.949 olan Apoyevmatini gazetesinin 12 Mayıs 2007 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık  altında ve Yorgos Tzogopulos'un Amerikan Konresinde ilk Yunan  asıllı Milletvekili John Bradimas'la yaptığı mülakatın  Türkiye ile ilgili bölümü şöyledir:

            Yunanistan için Amerikan siyasi sürecinde ulusal  çıkarlarımızı savunacak birisinin olması çok önemlidir. John  Bradimas, ülkemizi ABD'de aktif şekilde destekleyen Amerikalı politikacılar arasında yer alıyor. Örneğin, 1974'te Kıbrıs'ı  işgal etmesinden sonra Türkiye'ye Amerikan silahlarının  satışında ambargo konması için Bradimas'ın oynadığı rol  belirleyici olmuştur. John Bradimas, ABD Kongresinde ilk Yunan  asıllı milletvekiliydi. 1959'dan 1981'e kadar görev yaptı ve  Demokrattır. Siyasetten ayrıldıktan sonra New York Üniversitesinin  Başkanı oldu ve bu görevini 1992 yılına kadar sürdürdü. Bugün  aynı üniversitenin onursal başkanıdır. Verdiği mülakatta, Yunan  tarihinin 1967 ve 1974 gibi dönüm noktasını oluşturan konularda Kongre milletvekili olarak faaliyetlerini analiz ediyor. Ayrıca  ABD'deki Yunan ve Türk nüfuz grupları için konuşuyor ve son  gelişmeler ışığında komşu ülkeyi ve AB beklentisini yorumluyor.  Aynı zamanda George Bush'a karşı cephe alıyor ve Türk-Yunan  ilişkileri üzerindeki ABD politikasının, Başkanın Cumhuriyetçi mi  yoksa Demokrat mı olacağına bağlı olduğunu belirtiyor. Son olarak, Atlantik ötesi ilişkilerin gelecek sürecini çiziyor ve 2008 yılı  Başkanlık seçimleri için kendi tahminleri veriyor.

            TZOGOPULOS: 1967 yılındaki Albaylar hareketi karşısındaki tutumunuz neydi?

            BRADİMAS: Tabii ki buna karşıydım. Yunanistan'ın NATO'nun  bir üye-devleti olmasından ve özgürlük ve demokrasiyi temsil  ettiği andan itibaren, ABD'nin bu değerlere inanmayan albaylara  destek vermemesi gerektiğine inanıyordum. O zamanlar hem  Yunanistan'ı hem de Washington'daki Yunanistan Büyükelçiliğini  ziyaret etmeme karı almıştım.

            TZOGOPULOS: 1974'te Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'in  tutumundan siz kendinizi ayrı tutuyor musunuz?

            BRADİMAS: Elbette ki. Amerikan hukukuna göre, ABD tarafından  yardım olarak verilen silahların yalnızca savunma amaçlı  kullanılması gerekliydi. Türkiye bu silahları Kıbrıs'a saldırmak  için kullandı.

            Böylece, Türkiye'ye ambargo konulması gerekiyordu. Bunu da  o dönemde meslektaşlarımla birlikte Henry Kissinger'e  hatırlatmıştık.

            ABD yasama organının yasayı uygulamayı reddetmesiyle biz de  Kongrede Türkiye'ye yapılan askeri yardımın durdurulması için  faaliyete geçtik. Ancak birkaç yıl sonra, buna karşı olmama  rağmen ambargo kaldırıldı.

            TZOGOPULOS: ABD'deki Yunan lobisi için görüşünüz nedir?

            BRADİMAS: ABD'deki Yunan lobisinin dinamiği, yasa hükmü  temelinde ilerlediğinden dolayı çok büyüktür. 1974'te Amerikan  Kongresinin 535 üyesinden yalnızca beşi Yunan asıllıydı. Bunun neticesinde, birisinin yalnızca aslımızı ortaya sürerek büyük  bir nüfuz uygulayabileceğimizi iddia etmesi aşırılık olacaktı.  Ancak bizim uluslararası hukukun uygulanmasıyla ilgilenmemiz,  bize gereken gücü veriyordu.

            TZOGOPULOS: Türk lobisinin varlığını nasıl  değerlendiriyorsunuz?

            BRADİMAS: ABD'de Türk lobisinin en büyük destekçisi George  Bush'un kendisi olduğu görünüyor. Bu da şöyle ortaya çıkmaktadır: Geçen yıl Türkiye Başbakanı'nın ABD ziyaretinde Amerikan Başkanı,  Kıbrıs sorununun çözümü ve de Ekümenik Patrikhane'yle ilgili olarak Ankara'nın tavırlarına hiç değinmeden, Türkiye'nin AB üyeliğinden  yana olduğunu söylemiştir.

            TZOGOPULOS: Türkiye'deki son gelişmeler yeni bir sorun  oluşturmuyor mu?

            BRADİMAS: AB'nin demokrasinin başarılı olduğu bir organ  olduğu gerçeğinden hareketle, demokratik usullerle seçilmiş  liderlerin aleyhinde askerlerin egemen olduğu bir ülkeyi  bünyesine kabul etmesi çok zordur.

            TZOGOPULOS: Şubat ayında Türkiye'nin ilk kez Bozbaba'nın  askerden arındırılmış bölge olduğu konusunu ortaya atmasıyla  NATO'nun tatbikatı iptal oldu. Bu gibi konularda Amerika'nın  tutumu hususunda yorumunuz nedir?

            BRADİMAS: ABD, Kuzey Atlantik Paktı çerçevesi içinde  önemli rol oynayabilir. Ancak George Bush Başkan olduğu  sürece, hukuk kurallarına bağlı kalmadıklarından dolayı,  faaliyete geçmeleri mümkün değil.

            Genel olarak, Türk-Yunan ilişkilerinin gelecekteki  sürecine ilişkin ABD'nin rolü, başkanlık seçimlerinin  sonucuna bağlıdır.

            Cumhuriyetçi Başkanlar, özellikle Türkiye'yle askeri  işbirliğini güvence altına almaya yöneldiğinden, hukuki ve  ahlaki konular üzerine odaklanmamaktadırlar. İşte bu noktada  biz Demokratlar karşı çıkıyoruz.

--Türkiye Kıbrıs'tan Uzaklaşmalı--

            TZOGOPULOS: Türkiye'nin AB yönelimine ilişkin görüşünüz  nedir?

            BRADİMAS: Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusu siyasi bir  konudur. Bu ülkenin Kopenhag kriterlerini yerine getirmesi  ön şartıyla Avrupa yönelimini destekliyorum.

            AB üyesi bir ülkenin topraklarının bir bölümünü elinde  bulunduran bir ülkenin üye olmak istemesi ebette mantıklı  değildir.

            Türkiye Kıbrıs'ı tanımalı ve askerini adadan çekmelidir.  Geçtiğimiz şubat ayında Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'e  sorduğum soruyla bu konuya değindiğimde, kendisi Annan Planı  ve kaybedilen fırsattan söz etti. Bununla birlikte, Kıbrıs  Rumlarının, bu planı, Ankara'nın lehinde olduğu için kabul  etmediklerini belirtmem gerekir. Referandumun olduğu andan  itibaren demokratik süreç takip edildiğine göre, bu da,  Annan Planı'nı destekleyenlerinin kaybettiği anlamına  gelmektedir.

            Bunun neticesinde, planı destekleyenlerin sonucu kabul  edip itiraz etmemeleri gerekir.

KATHİMERİNİ: "UYANMA ZAMANI GELDİ"

            ATİNA, 15/05(BYE)--- Tirajı Pazar günleri 186 bin 310 olan Kathimerini gazetesinin 13 Mayıs 2007 tarihli  sayısında, Kostas Yordanidis imzasıyla ve yukarıdaki  başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

            Fransa yeni Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin  Ankara'nın Avrupa perspektifine ilişkin tezleri, hem  Atina'da hem bu Müslüman ülkenin Avrupa Birliği bünyesine  katılmasını candan destekleyen diğer AB başkentlerinde  kararsızlık yaratıyor, fakat kısa zamanda bir gelişme  kaydedilmeyeceği biliniyor.

            Her şeyden önce, şu anda herkes Türkiye'deki iç  gelişmelerin gidişatını ve İslamcı Başbakan Recep Tayyip  Erdoğan ile ülkenin geleneksel kurulu düzeni arasındaki  çarpışmanın nasıl sonuçlanacağını görmeyi bekliyor.

            Bu nedenle 22 Temmuz'da Türkiye'de yapılacak genel  seçimlere kadar AB liderlerinin hiçbiri büyük bir müdahalede  bulunmaya teşebbüs etmeyecek. Bunun bir belirtisi Haziran  ayı başlarında yapılması planlanan AB-Türkiye Ortaklık  Konseyi'nin iptali oldu.

            Türkiye konusu resmen AB Komisyonu'nun gelecek  Ekim ayı sonunda açıklanacak olan ülkenin ilerleme  raporuyla gündeme gelecek. O döneme kadar belki bir  gayri resmi toplantı sırasında da ele alınır. Bu  bağlamda, yeni verileri göz önünde tutacak yeni bir  Yunan politikasının şekillenmesi için yeterli zaman var.

            Uygulamada, Türkiye'ye yönelik Avrupa politikasının  yeniden gözden geçirilmesi çok zor, hatta imkansız, çünkü  yoğun tepki gösterecek olan ülkeler var. Sarkozy'nin  önerdiği ve Almanya Başbakanı Angela Merkel'in sıcak bir  şekilde desteklediği Ankara'nın Avrupa Birliği ile özel  ilişkisi sadece Türkiye'nin de -kendi nedenlerinden dolayı-  bu tezi benimsemesi durumunda mümkün olabilir. Yunan  hükümeti buna iyi gözle bakmıyor çünkü özel ilişki  çerçevesinde Ankara iyi komşu olmasını sağlayacak olan  uyum yönünde ilerleme kaydetmeden AB'den sağladığı tüm  kazanımları elde edecek. Bu az-çok Kıbrıs Cumhuriyeti  için de geçerlidir.

            Bu bağlamda Sarkozy'nin bu aşamada yapacağı,  Ankara'nın Avrupa yönelimini zora sürmek için üyelik  müzakerelerine ilişkin yeni bölümlerin açılmasını  engellemektir. Açılan ve başarıyla sonuçlanması üzerine  kapanan tek bölümün "Arama ve Teknoloji" bölümünün  olduğunu altı çizilmelidir. "Çalışma grupları" çerçevesinde  görüşülmekte olan dört bölüm var fakat işlemlerin  ilerlemesine artık şüpheyle bakılıyor.

            Sarkozy'nin Avrupa siyasi sahnesine çıkması ilk  aşamada Türkiye'nin Avrupa'nın bünyesine katılımına ilişkin  sürecin hızını kaybetmesine, hatta belki de bir duraklama  aşamasına girmesine yol açıyor. Bu gelişme, Türk-Yunan  sorunlarının AB tarafından çözümleneceğine bu kadar  büyük bir kolaylıkla inanan Yunan siyasi liderliğinin  uyanmasını gerekli kılıyor.

APOYEVMATİNİ: "HEİNZ FİSCHER: TÜRKİYE'DEKİ SİYASİ KRİZE   DEMOKRATİK ÇÖZÜM"

            ATİNA, 15/05(BYE)--- Tirajı günde 13 bin olan Apoyevmatini gazetesinin 15 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Dimitris Gatsios  imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin  çevirisi şöyledir:

            Avusturya Cumhurbaşkanı Heinz Fischer, Türkiye'deki  derin devlete mesaj gönderdi. Fischer, Yunanistan'a yaptığı  resmi ziyaret çerçevesinde, Türkiye'deki krizin demokratik  yöntemlerle çözümlenmesini istedi ve bunun Avrupa ailesi  için belirleyici önem taşıdığını vurguladı.

            Dün Atina'da bulunan Fischer, Yunan Cumhurbaşkanı  Papulias, Meclis Başkanı Anna Benaki-Psarouda ve Başbakan  Kostas Karamanlis ile görüştü. Görüşmeler sonrasında,  Türkiye'deki durum, Balkanlar ve AB'nin geleceği konuları  konuşuldu.

            Fischer, Türkiye'nin AB sürecinin uzun süreceğini şu  sözlerle belirtti: "Türkiye'nin, AB'nin koştuğu ekonomik  ve siyasi şartları ne derece yerine getirdiğinin belirlenmesi  gerekiyor. Sonunda AB ile farklı bir şekilde birleşme olup  olmayacağını önceden tahmin etmek de çok zor. Şimdilik,  bütün AB ülkeleri gibi bu prosedürü destekliyoruz."

            Yunanistan Cumhurbaşkanı da Türkiye'ye gönderdiği mesajda, "Yunanistan'ın Türkiye'nin AB üyeliğini desteklediğini" ifade  ederek, "Ancak bu ülkenin, koşulan bütün şartları eksiksiz  yerine getirmesi gerekir. Komşu ülkedeki gelişmeleri dikkatle  takip ediyoruz ve şu anda hakim olan siyasi ve kurumsal  koşullar için demokratik bir çıkış yolu bulunmasını umut  ediyoruz" dedi.

            Papulias konuşması sırasında Kıbrıs konusuna da özel  olarak değindi ve Yunanistan'ın, Kıbrıs'ın birleşmesi için,  her iki taraftan da kabul edilecek ve halk oylamasıyla  onaylanacak yaşamsal bir çözüm bulunmasından yana olduğunu  belirterek, "Kıbrıs sorunu, AB için, uluslararası hukuk  ve insan hakları konusudur. Bir Avrupa başkentini ayıran  duvarın artık yıkılması gerekiyor" ifadelerini kullandı.


ABD BASINI

AP: "RICE: TÜRKİYE AVRUPA'YA YAKINLAŞIYOR"

            WASHINGTON, 10/05(AP)(BYE)--- ABD Dışişleri Bakanı  Condoleezza Rice bugün, Türkiye'nin seçilmiş hükümetinin  ülkeyi Avrupa'ya yakınlaştırdığını söyledi.

            Rice bir Senato oturumunda milletvekillerine hitaben  yaptığı konuşmada, ABD'nin Türkiye'deki demokrasiyi  desteklediğini söyledi ve Türkiye'nin Irak'ın yeni  hükümetine destek verdiğini ve son yıllarda Avrupa ile  kucaklaşmak yolunda aktif olarak ilerlediğini belirtti.

            Dışişleri Bakanı Rice, "Son birkaç yıldır Türkiye  ile ilişkiler iyiydi" dedi.

            Türkiye AB'ye katılmak arzusunda. Ekim 2005'te üyelik  müzakerelerine başladı, ancak AB, Türkiye'nin AB üyesi  Kıbrıs'ı tanımayı reddetmesiyle dolayısıyla müzakerelerin  bazı bölümlerini askıya aldı.

            Müzakerelerdeki yavaşlama, AB'nin, Türkiye'nin siyasi  reformlara bağlılığının son yıllarda azalması ve demokrasiye  bağlılığına da gölge düştüğü görüşünden kaynaklanıyor. 

THE WASHINGTON TIMES: "SARKOZY TÜRKİYE'NİN AB HEDEFİNİ  ZORLAŞTIRIYOR"

            WASHINGTON, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 110 bin olan  The Washington Post gazetesinin 11 Mayıs 2007 tarihli  sayısında, Andrew Borowiec imzasıyla ve yukarıdaki başlık  altında yayımlanan Lefkoşa çıkışlı haberin çevirisi  şöyledir:

            Türk analizciler, Nicolas Sarkozy'nin Fransa  Cumhurbaşkanı seçilmesinin, Türkiye'nin Avrupa  Birliği'ne üyeliğini muhtemelen her zamankinden  daha da zorlaştıracağını belirtiyorlar.

            Bir analizci, Sarkozy'nin 27 üyeli Birliğe Türkiye'nin  üye olmasına kesinlikle karşı çıkmasının, "Türkiye-AB  ilişkilerinde tabuta son çiviyi çaktığını" belirtiyor.

            Tanınmış bir liberal yorumcu olan Mehmet Ali Birand,  "Bu Türkiye için kötü bir durum" diyor.

            Sarkozy seçim kampanyası sırasında Türkiye'nin bir  Avrupa ülkesi olmadığını ve üyeliğinin Birliğin uyumunu  bozarak, sınırlarını tehlikeli bir şekilde genişleteceğini  söylemiş ve Fransa Ulusal Meclisinden geçen ve Ermeni  soykırımını inkar edenlere ceza öngören tasarıyı  imzalayacağını açıklamıştı.

            Türkiye'nin güç durumda olan Başbakanı Recep Tayyip  Erdoğan, Avrupa Komisyonundan, "Üyelik sürecimizi olumsuz  etkileyecek açıklama ve davranışlardan kaçınılmasını"  istemişti.

            Halihazırda söz konusu süreç, Türkiye'nin Kıbrıs  Rum Hükümetini tanımayı reddetmesi, Türkiye'deki ifade  özgürlüğünün durumu, ordunun siyasetteki rolü ve Birinci  Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Osmanlılar tarafından  katledilmelerini kabul etmemesinin de dahil olduğu sorunlar  nedeniyle zorlu bir aşamada.

            Sarkozy, Türkiye'yi kabul etmek yerine, Avrupa  Birliği'nin bu ülkeye Akdeniz bölgesi ülkelerinden  oluşturulacak bir grup içerisinde üst düzey bir rol  vermesi önerisinde bulundu. Türkiye, Birlik ile  "ayrıcalıklı ortaklık" önerilerini reddediyor.

            Fransız politikacının cumhurbaşkanı seçilmesinin  Türkiye'nin AB ile görüşmelerinde hemen bir etkisinin  olup olmayacağının dışında, Fransa ve Türkiye arasındaki  ilişkilerin de fırtınalı sulara doğru gittiği görülüyor.

            Fransız Ulusal Meclisinin ekim ayında Ermenilerin  katledilmesi oylaması yapmasının ardından Türkiye bir  Fransız boru hattı konsorsiyumu ile ilişkilerini dondurmuş  ve ABD Kongresinde benzeri bir tasarının kabul edilmesinin  Washington ile olan ilişkilerine "ciddi gölge düşüreceği" konusundan Birleşik Devletler'i uyarmıştı.

            Milliyet gazetesine göre, Sarkozy'nin seçimi "zaten  soğuk olan Türk-Fransız ilişkilerini daha da kötüleştirecek."

            Öte yandan Türkler arasındaki Avrupa Birliği'ne yönelik  ilgisizlik de artmaya devam ediyor. Türk siyaset bilimcisi  Can Baydarol, "heyecan bitti" diyor. "Türkiye kolaylıkla  daha kendi içine kapalı bir siyaset uygulayabilir."

AMERİKA'NIN SESİ RADYOSU: "ALMAN BAKANDAN TÜRKİYE YORUMU"

            ANKARA, 15/05(BYE)--- Amerika'nın Sesi Radyosunun 14 Mayıs 2007 tarihli Türkçe internet sayfasında, Cem  Dalaman imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Berlin çıkışlı haber şöyledir:

            Türkiye'de cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle başlayan  gelişmeler, başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere neredeyse  bütün dünyada yakından izleniyor. İngiltere'de yayımlanan  Economist dergisinin kapak haberini Türkiye'deki gelişmelere  ayırmasından sonra, Alman Der Spiegel dergisi de bu haftaki  sayısında Türkiye dosyası açtı. Üç milyona yakın Türkün  yaşadığı Almanya'daki siyasetçiler de ülkeyle ilgili  yorumlarını sürdürüyor.

            Türkiye'de yaşanan gelişmeler bu hafta Berlin  gündeminde ve siyaset koridorlarında çok konuşulan konulardan  biri olmaya devam etti. Fransa'da cumhurbaşkanlığı seçimini  Nicolas Sarkozy'nin kazanmasından sonra yapılan yorumlarda,  Almanya Başbakanı Angela Merkel'in de Türkiye konusundaki  tavrını sertleştireceği tahmin edilirken, Merkel sürpriz bir  çıkışla Türkiye'de geçen beş yıl içinde büyük değişiklikler  yaşandığını ve ülkenin daha sıkı şekilde Avrupa'ya bağlanması  gerektiğini söyledi. Alman Başbakanı 10. Avrupa Forumu'nda  yaptığı konuşmada, Türkiye'yi "demokratik ve laik bir ülke"  olarak tarif ederken, yaşanan siyasi tartışma ve gerginliği  "doğal, heyecanlı ve ilginç" olarak tanımladı. Türkiye ile  müzakerelerde kısa sürede üç başlığın daha açılabileceğini  belirten Merkel, Sarkozy ile Avrupa sorumluluğuna uygun,  akıllı bir çözüm bulacağına inandığını da söyledi. Sarkozy,  önümüzdeki hafta perşembe günü Berlin'e bekleniyor.

            AB Dönem Başkanı Almanya'nın Dışişleri Bakanı Frank  Walter Steinmeier ise, dün akşam katıldığı bir ödül töreni  sonrası mikrofonumuza yaptığı özel bir açıklamada,  Almanya'nın Türkiye'deki seçim sürecini çok yakından takip  ettiğini, ancak kesinlikle taraf olmadığını, kendisi için  tek önemli kriterin Türkiye'nin Avrupa yolunun seçim  sonrasında da devam etmesi olduğunu söyledi.

            "Şimdi yeni seçim olacak. Ben bu konuda uzaktan hüküm  yürütemem. Ancak ben Türkiye'de yeni seçim sonuçlarına  Avrupa perspektifinden bakmak istiyorum" diyen Steinmeier,  bu durumda Türkiye'nin AB siyasetinde istikrarlı olunmasını,  AB politikasının sağlıklı yürütülmesinde devamlılık temenni  ettiğini belirtti.

            Frank Walter Steinmeier, cumhurbaşkanının halk  tarafından seçilmesi yolunda alınan kararı yorumlamaktan  kaçındı. Alman Dışişleri Bakanı, her ülkede cumhurbaşkanlığı  seçiminin değişik yöntemlerle gerçekleştiğini hatırlatırken,  demokratik sınırlar içinde oluşan çözümlerin hepsini kabul  edebileceğini söyledi.

            Steinmeier, "Cumhurbaşkanlığı seçimi her şeyden önce  Türkiye'nin iç meselesi. Bu konuda Türk Hükümeti ve Türk  Parlamentosunun kararı belirleyici olacak. Sonuçta kimin  cumhurbaşkanı olacağına Türk halkı karar verecektir." diye  konuştu. Almanya Dışişleri Bakanı, meslektaşı Abdullah  Gül'ün cumhurbaşkanlığına adaylığını koymasından sonra  destekleyici nitelikte bir açıklama yapmıştı. Gül ile sadece  bu yıl beş defa bir araya gelen ve aralarındaki ilişkiyi  arkadaşlık olarak tanımlayan Steinmeier, konuya şimdi daha  mesafeli yaklaşıyor. Almanya Dışişleri Bakanı'nın bu  bağlamdaki sözleri yoruma açık nitelikte: "Ben aslında  Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün durumunun kamuoyunda  tartışılış biçimine üzüldüm. Ama ben Dışişleri Bakanı olarak  onunla görüşeceğimize ve gelecekte de birlikte dostça ortak  çalışmalar yapacağımıza inanıyorum."

            Steinmeier'in, "Gül ile bundan sonrada Dışişleri Bakanı  olarak ortak çalışmalarımızı sürdüreceğiz" sözlerinin,  22 Temmuz'a kadar olan süreci mi kastettiği sorusunu ise,  Bakan sadece gülerek yanıtladı.

            Bu arada Alman medyasında çıkan son haberlerde,  Steinmeier'in partisi SPD tarafından 2009 genel seçimlerinde  başbakan adayı olarak gösterileceği haberleri yoğunlaşıyor.  Steinmeier, Türkiye'nin AB üyeliğine en olumlu yaklaşan  isimlerden biri olarak tanınıyor.


AZERBAYCAN BASINI

ŞARK: "AB, TÜRKİYE KONUSUNDA TARTIŞIYOR" 

            BAKÜ, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 2.500 olan muhalefet  eğilimli Şark gazetesinin 11 Mayıs 2007 tarihli sayısında,  Elçin Halitbeyli imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

            AB ve Türkiye arasında yeni bir tartışmanın temeli  atılıyor. Taraflar arasındaki gerginliğin bu tartışma  yüzünden daha da artacağı bildiriliyor.

            Gerçi, Avrupa-Türkiye ilişkilerinde her zaman gerginlik  vardı. Bu kez de Türkiye'nin bostanına atılan taşın sahibi  Fransa. Adı geçen ülkenin yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy,  Türkiye'ye karşı hoş olmayan ifadeler kullanmadan yapamıyor.  Halbuki, son dönemlerde Ankara'nın politik çevreleri,  Fransa'ya ve yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy'ye karşı herhangi  bir suçlamada bulunmadılar. Bu yüzden de Sarkozy'nin,  Türkiye'yi hangi amaçla hedef aldığı şimdilik bilinmiyor.  Ancak, Sarkozy'nin böyle davranması tesadüfi değil. Çünkü  Sarkozy, Ermeni yanlısı bir politikacı olarak tanınıyor.  Yeni Cumhurbaşkanı, Ermeni yanlısı olduğunu gizlemeye lüzum  bile görmüyor. Tam tersine, bu tutumunu yakaladığı her  fırsatta daha açık bir şekilde göstermeyi tercih ediyor.  Fransa'da yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin hem birinci,  hem de ikinci turu arifesinde Sarkozy, Ermenilere bazı  mesajlar vererek, Türkiye'ye karşı defalarca suçlamalarda bulunmuştu. Sarkozy, açık bir şekilde, cumhurbaşkanı seçilmesi  halinde Fransa'nın Ermenilere her türlü desteği vereceğini  bildirmişti. Halbuki, Fransa'nın Ermenistan'ı tüm konularda  desteklemesi için, Sarkozy'nin özel çaba göstermesine gerek  yok. Çünkü Fransa, hep Ermenileri destekleyen bir Batı  devleti olarak biliniyor.

            Bir süre önce, Türkiye-Fransa ilişkilerinde yeteri kadar  ciddi sorunlar yaşandığını hatırlatmakta yarar var. Fransa  parlamentosu, uzun yıllar önce almış olduğu sözde Ermeni  soykırımının tanınması ile ilgili kararın bir benzerini, yani  sözde Ermeni soykırımını reddedenlerin cezalandırılması  kararını aldı. Böyle bir kararın alınması, mantıksızlık. Çünkü  Ermeniler tarafından uydurulan soykırım iddiaları henüz  tarihçiler tarafından doğrulanmadı. Fransa parlamentosunun söz konusu kararı, demokrasinin en önemli prensiplerinden biri  olan ifade özgürlüğünü yasaklıyor.

            Tabii ki, Türkiye de, Fransa'nın bu davranışlarını  cevapsız bırakmadı. Önce, Türkiye ve Fransa arasındaki askeri  işbirliği anlaşması iptal edildi. Sonuçta, Fransa'nın  askeri-sanayi kompleksi, büyük miktarda para kaybetti.  Ardından Ankara, Türkiye'deki Fransız şirketlerinin sayısını azalttı. Bunun üzerine Paris, attığı adımın Türkiye'den çok  Fransa'ya zarar verebileceğini anladı.

            Paris, Türkiye'nin AB'ye üye olarak kabul edilmesine karşı  olduğunu yerli yersiz abartılı bir şekilde göstermeyi tercih  ediyor. Önceki Cumhurbaşkanı Chirac da, Türkiye'nin ancak  2015 yılından sonra AB'ye üye olma şansı kazanabileceğini  bildirmişti. Bundan sonra, AB ile müzakerelerin durdurulması  konusu gündeme getirildi. Göründüğü gibi, Sarkozy'nin  açıklamalarının, Fransa-Türkiye ilişkilerine yenilik getirmesi  beklenmiyor.

            AB'de, Sarkozy'nin bu davranışlarından memnun kalmayanlar  da var. Bazı AB yetkilileri, Sarkozy'nin, Türkiye'ye karşı  sert suçlamalarda bulunmasına izin verilmemesi gerektiğini,  bu şekilde davranmasının Türkiye-Fransa ilişkilerinde  gerginliğe neden olabileceğini düşünüyor. AB'den gelen bu  mesajlara, Sarkozy'nin nasıl bir tepki vereceği ise,  önümüzdeki günlerde belli olacak.


İRAN BASINI

İRAN NEWS: "TABUTA ÇAKILAN SON ÇİVİ Mİ?"

            TAHRAN, 10/05(BYE)--- İngilizce yayımlanan ılımlı İran  News gazetesinin 9 Mayıs 2007 tarihli sayısında, yukarıdaki  başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

            Türkiye, çok uzun bir süredir AB'ye katılmaktan uzak  kaldı, ancak son günlerde gelişen olaylar bu planın tamamen  rafa kaldırılmasına neden olabilir. Ankara'nın AB üyeliğine  şiddetle karşı çıkan Nicolas Sarkozy'nin Fransa'da  Cumhurbaşkanı seçilmesi, tabuta çakılan son çivilerden biri  olabilir.

            Sarkozy'nin, Türkiye'nin AB üyeliğine uzunca bir süredir  şüpheyle yaklaşan Almanya Başbakanı Angela Merkel'e katılması,  gerçekte, Avrupa'nın tam kalbinde güçlü ve heybetli bir Türkiye  karşıtı blok yaratıyor.

            Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün başarısızlıkla sonuçlanan cumhurbaşkanı adaylığı girişimi ve ülkedeki siyasi fırtına da,  Avrupa'da Türkiye'nin üyeliğine karşı olan bu güçlere yeni  cephane sağladı. Bu güçler, Türk demokrasisini, "istikrarsız,  güvenilmez ve AB standartlarına uygun olmayan" şeklinde  tanımlayarak bir adım daha ileri gittiler.

            Bağımsız analizciler, Avrupa'daki hatırı sayılır siyasi  çevrelerin, Türklerin çoğunluğunun Müslüman olması nedeniyle  Türkiye'nin kendi kulüplerine katılmasını istemedikleri  görüşünde ısrar ediyorlar. Bu çevrelerin, Türk demokrasisinin  durumu konusundaki kuşkuları tamamen bir bahanedir.

            Bu önyargılı yaklaşımın tamamen farkında olan Türk halkı,  buna tepki olarak, AB'ye katılım konusundaki eski istekliliğini  kaybetti. Sıradan vatandaşın tavrı, eğer onlar bizi istemiyorsa  biz de onlara katılmayız şeklindedir.

            Batı aklını başına almalıdır. Batı, bir yandan insan  haklarının savunuculuğunu yapıp diğer ülkeleri benzer kişisel,  sosyal, siyasi ve kültürel standartlarını uygulamaya teşvik  ederken, diğer yandan dini, kültürel ve etnik özellikleri  nedeniyle Türklere karşı önyargılı bir yaklaşım sergileyerek, temel bir insan hakkı ihlalinde bulunuyor.

  

TAHRAN RADYOSU: "ABD DIŞİŞLERİ BAKANI RİCE: TÜRK HÜKÜMETİ  ÜLKEYİ AVRUPA'YA TAŞIYOR"

            ANKARA, 12/05(BYE)--- Tahran Radyosu'nun 07.30-09.00  Türkçe yayınından:

            ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü McCormack, AK Partinin  Türk yasaları çerçevesinde kurulmuş bir parti olduğunu  belirtti ve Türkiye'nin muhtemel askeri operasyonlarına  karşı olduğunu yineledi.

            Öte yandan ABD Dışişleri Bakanı Rice ise Türkiye'nin  halk tarafından seçilmiş hükümetinin ülkeyi Avrupa'ya taşıdığını  söyledi.

            Amerikan Senatosu Tahsisler Komitesinde dış operasyonlar  ve ilgili programlar konulu bir oturuma katılan Rice, soruları  da cevapladı. Rice, "Bizim rolümüz oradaki demokratik ve anayasal  süreçlere göre olmalı. Bu hükümet halk tarafından seçildi ve  kendini Türkiye'yi Avrupa'ya doğru götürmeye adadı. Hükümetin  politikası hep bu yönde ve Avrupa ile entegrasyona çalışıyor"  ifadesini kullandı.

TAHRAN RADYOSU: "SOLANA: TÜRKİYE AB'NİN YANINDA TUTULMALI"

            ANKARA, 15/05(BYE)--- Tahran Radyosunun 07.30-09.00  Türkçe yayınından:

            Avrupa Birliği Ortak Dış Politika ve Savunma Yüksek  Temsilcisi Javier Solona, Türkiye'nin Avrupa'nın yanında  tutulması gerektiğini söyledi.

            Bir Alman gazetesine konuşan Solana, Türkiye'nin  Avrupa Birliği üyeliğinin Avrupalılara ne gibi avantajlar  sağlayacağı sorusunu cevaplarken, "Bu ülke Orta Doğu,  Kafkaslar ve Balkanlar arasında yer alıyor. Türkiye'nin  bu bölgede çok fazla etkisi var ve bu bölgenin istikrarına  katkı sağlanmasına yardımcı olabilir. Bu durum aynı zamanda  Avrupalıların güvenliğini de artıracaktır. Türkiye'nin  yanımızda olması iyi olur. Aksi takdirde kendisine başka  ortaklar arayabilir" dedi. 


MISIR BASINI

EL AKHBAR: "TÜRKİYE'NİN TÜRBANI"

            KAHİRE, 15/5(BYE)--- Tirajı günde 1.000.000 olan  hükümet yanlısı el Akhbar gazetesinin 14 Mayıs 2007  tarihli sayısında, Ashraf Zidan imzasıyla ve yukarıdaki  başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

            Türkiye'de bugün kızışan siyasi çatışmada hangi tarafa  bakarsanız bakın, herkesin gözünü, aynı zamanda sığınılacak  yer ve yargıç olduğu hesabıyla Avrupa'ya diktiğini görürsünüz.

            Çatışmanın başlıca iki tarafı olan İslami eğilimli  AKP'nin ve laiklik taraftarlarının da, nedenleri farklı  olmakla birlikte baktıkları yer AB'dir.

            AKP, AB'den yarar umuyor. Çünkü AB sürekli olarak,  ordunun siyasi yaşama karışmasının önlenmesi için bastırıyor,  sandığa gidilmesini ve hakemlik olarak gördüğü demokrasi  kriterlerinin dışına çıkılmaması yolunda uyarıyor. Bu da,  çoğunluğu elinde bulunduran Erdoğan'ın partisinin ekmeğine  yağ sürüyor.

            Ordu ile birlikte laik partiler de, yararlarına olacağını  sandıkları Avrupa'nın rolüne güveniyorlar. Bu partilere göre,  laikliğe bağlı AB, dinin devletten ayrılmasını savunarak,  Erdoğan partisine karşı tavır alıp Türkiye'de laiklikten yana  duracaktır.

            Kuşkusuz her iki tarafın da, kendisini Avrupa'ya  kilitleyerek pazarlamaya çalışması abartıya kaçıyor. Bu da  önce Türkiye'nin çıkarına zarar verir. Zira, ordu ve laik  kurumu paniğe sürükleyen tek neden, AKP'nin cumhurbaşkanı adayı olan Abdullah Gül'ün eşinin türbanlı olmasıdır. Bir  devletin tüm kurum ve kuruluşlarıyla, tek bir kumaş  parçasının laiklik geleneğini sileceği korkusundan hareket  ederek, türbanı seçen kadınların peşine düşmesi tuhaf bir durumdur. Bu, onların laiklik anlayışının halk arasında  güçlü kökler salmadığı, çürük olduğu imajını verir.

            Öte yandan, Erdoğan da Avrupa'ya fazla bel  bağlamamalıdır. Çünkü Avrupa sonunda, Türkiye'nin çıkarına  değil kendi çıkarına göre hareket eder. Bunun en iyi örneği,  Avrupa'nın savunduğu Kürt sorunudur.

            Türkiye'de krizi izleyenlerin çıkardıkları sonuç ise,  "rakiplerini kendin seçmede ısrar eder ve onlara görüşlerini  empoze etmek için ölümüne savaşırsan, demokrat değilsin"  mealindedir. Bu da, ister türbanla örtünsün veya mayo giysin,  demokrasi değildir.

 


Güncelleme: 18/05/2007 / Hit: 6,550

Copyrights © 2024 Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
Directorate for EU Affairs
Copyrights © 2024 - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Avrupa Birliği Başkanlığı