- ANA SAYFAGiriş Noktanız
- BAŞKANLIKKurumsal Yapı
- BİR BAKIŞTA ABAB Yapısı ve İşleyişi
- AB İLE İLİŞKİLERTürkiye-Avrupa Birliği İlişkileri
- Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihçesi
- Temel Belgeler
- Anlaşmalar
- Protokoller
- Katılım Ortaklığı Belgeleri
- Ulusal Programlar
- Avrupa Komisyonu Tarafından Hazırlanan Türkiye Raporları
- Genişleme Strateji Belgeleri
- AB'ye Katılım için Ulusal Eylem Planı (2016-2019)
- AB'ye Katılım İçin Ulusal Eylem Planı (2021-2023)
- Ortaklık Konseyi Kararları
- Türkiye-AB Zirvelerine İlişkin Belgeler
- Kurumsal Yapı
- Gümrük Birliği
- Türkiye- AB Yüksek Düzeyli Diyalog Toplantıları
- VERİKaynaklar
- MEDYAHaber / Duyuru
- İLETİŞİMBize Ulaşın
- 2007-12-31 AB Bülteni
- 2007-12-26 AB Bülteni
- 2007-12-24 AB Bülteni
- 2007-12-19 AB Bülteni
- 2007-12-18 AB Bülteni
- 2007-12-17 AB Bülteni
- 2007-12-14 AB Bülteni
- 2007-12-13 AB Bülteni
- 2007-12-12 AB Bülteni
- 2007-12-11 AB Bülteni
- 2007-12-10 AB Bülteni
- 2007-12-07 AB Bülteni
- 2007-12-06 AB Bülteni
- 2007-12-05 AB Bülteni
- 2007-12-03 AB Bülteni
- 2007-11-30 AB Bülteni
- 2007-11-29 Haftalık AB - Türkiye Haberleri
- 2007-11-28 AB Bülteni
- 2007-11-26 AB Bülteni
- 2007-11-15 Haftalık AB-Türkiye Haberleri
- 2007-11-15 AB Bülteni
- 2007-11-01 Haftalık AB-Türkiye Haberleri
- 2007-11-01 AB Bülteni
- 2007-10-22 AB Bülteni
- 2007-06-11 AB Bülteni
- 2007-05-18 AB Bülteni
- 2007-05-17 Haftalık AB-Türkiye Haberleri
2007-05-17 Haftalık AB-Türkiye Haberleri
17.05.2007 Haftalık Türkiye - AB Haberleri
ALMANYA BASINI
DER TAGESSPIEGEL: "TÜRKİYE... MERKEL AB ROTASINA BAĞLI KALIYOR"
BERLİN, 10/05(BYE)--- Tirajı günde 146 bin olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 10 Mayıs 2007 tarihli sayısında, "me" rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin çıkışlı yazının Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
--Fransa'daki Seçimler Sonrasında Değişiklik Yok--
Federal Almanya Şansölyesi Angela Merkel (CDU), Nikolas Sarkozy'nin Fransa'nın yeni cumhurbaşkanı seçilmesi sonrasında da, Ankara ile AB'ye katılım görüşmelerinde yön değişikliğine gitmek için bir neden görmüyor. Merkel, AB Dönem Başkanı olarak çarşamba akşamı Berlin'de yaptığı açıklamada, AB'nin Türkiye ile yürüttüğü müzakereler çerçevesinde başka fasılların açılması konusunu Sarkozy ile görüşeceğini söyledi. Sarkozy, seçim mücadelesinde, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı görüş bildirmişti.
Ancak, Merkel, WDR tarafından düzenlenen Avrupa Forumu'nun bir etkinliğinde, kişisel düşüncesinin, Türkiye'yi, tam üyelik yerine ayrıcalıklı ortaklıkla AB'ye bağlamak olduğunu bir kez daha vurguladı. AB katılım görüşmeleri sürecinde, Boğaz'daki ülkenin iç reformları üzerinde etkili olmak amacıyla Türkiye'ye taviz verilmesine karşı olduğunu da ifade eden Merkel, buna gerekçe olarak da, "bu tür teşviklerin bir ülkede fikirlerin oluşmasına bir faydası olmayacağını" öne sürdü.
DIE TAGESZEITUNG: "CAN SIKICI NORMALLİK"
BERLİN, 10/05(BYE)--- Tirajı günde 57 bin 600 olan sol eğilimli Die Tageszeitung'un 10 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Jürgen Gottschlich imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
--Türkiye'nin Batı'ya Giden Yolu Kesildi, Demokratik Gelişme Bloke Edildi.
Siyaset, Uzlaşı Kabiliyetinden, Ülke AB Perspektifinden Yoksun--
İlk bakışta, Türkiye'deki krizle Nicolas Sarkozy'nin Fransa'nın yeni cumhurbaşkanı seçilmesinin aynı zamana denk gelmesi tamamen bir tesadüf gibi görünebilir, ki bir yere kadar da öyle. Türk generallerinin darbeyle tehdit etmelerinin, 10 gün sonra Fransa'da seçimleri sağcıların kazanacağı tahminiyle bir ilgisi yoktu. Buna rağmen, muhafazakar Fransızların seçilmesi ve ordunun siyasi sahneye geri dönüşüyle, iki gelişmenin doğrudan bir bağlantısı olduğu sonucu ortaya çıkıyor.
Fransa'da, iki yıl önce, Mayıs 2005'te, AB Anayasası bir halk oylamasıyla reddedildiğinde, Fransız politikacılarının çoğu bunu, halkın çoğunluğunun giderek büyüyen bir Avrupa Birliği'ne ve özellikle de Türkiye'nin olası üyeliğine karşı olmalarının dışa vurumu olarak yorumladı.
Haklı ya da haksız, bu oylamanın sonuçları Türkiye için her halükarda netti. O zamana kadar, Alman Şansölyesi Gerhard Schröder ile İngiliz meslektaşı Tony Blair ve temkinli bir Chirac'ın, zorla da olsa, sonuçta ısınılmasını başardıkları Türklerin AB üyeliğinde, durum şimdi tersine döndü. AB elitleri arasında kısa bir dönem Türkiye'nin üyeliğinden yana bir çoğunluk oluşmuştu. Bu durum, Türkiye ile müzakerelerin başlatılması kararı alınmasına yetti. Fransa ve Hollanda'da başarısızlıkla sonuçlanan AB anayasası referandumlarının ardından ise, bu çoğunluk kayboldu. Başbakanlığın Schröder'den CDU Şansölyesi Merkel'e geçmesiyle yıkıldı ve şimdi de Sarkozy'nin seçilmesiyle, bariz bir red manifestosuna dönüştü.
Katılım müzakereleri de şimdiye dek buna uygun olarak yürütüldü. Bir buçuk yıl sonra, 35 başlıktan sadece ikisi müzakere edildi. Sekiz fasıl donduruldu. Buna, "Türklerin kendi suçu, limanlarını Kıbrıs'a açsalardı, herşey farklı olurdu" diye karşı çıkılsa da, bu sadece formalite icabı söylenmiş bir ifadeden başka bir şey değildir.
Gerçekte Türk-Avrupa ilişkileri, katılım müzakereleri şeklen karara bağlanmadan önce inişe geçmiş, taraflarca durdurulmaksızın giderek daha da hızlanmıştı. Kötü atmosfer, karşılıklı olarak güçlenmişti. Türk halkının Brüksel'e yönelik başlangıçtaki coşkusu giderek daha az hissedilmeye başlamıştı. Bunun, AB tarafından talep edilen ve Türkiye'yi acıtan somut önlemlerle de pek ilgisi yoktu. Asıl neden tüm yollardan yüzlerce kez gönderilen, "Esasen sizi istemiyoruz. Siz Avrupalı değilsiniz" mesajıydı. Bu mesaj, halkı derinden gücendirdi.
Başka zamanlar hiçbir başarı sergileyemeyen Erdoğan karşısındaki muhalefet, bu mesajlara sarılarak, bunları, "Avrupalılar bizi bölmek istiyor, azınlıkları kışkırtıyorlar, sevgili devletimize karşı tüm muhalifleri destekliyorlar ve topraklarımızı elimizden almak istiyorlar gibi" söylemlerle bir milliyetçilik kampanyasına dönüştürdüler. Erdoğan'ın, Brüksel'deki müzakerelerden aldığı sonuçlar azaldıkça, bu kampanya da o denli yeşerdi. Hava, onaydan şüpheye, bazı kesimlerde açık ve öfkeli bir reddedişe dönüştü.
Milliyetçilik kampanyasında anahtar rolü Kıbrıs oynadı. AB perspektifiyle kanatlanan Erdoğan, siyasi açıdan büyük bir risk üstlenerek, Türkiye'nin ve Kıbrıslı Türklerin Cumhurbaşkanı Denktaş'ın engelleme politikasının ortadan kalkmasını kabul ettirerek, Kıbrıslı Türklerin Annan Planını onaylamalarına önemli ölçüde katkıda bulundu. Daha sonra ise, Kıbrıs Rum kesiminin bu planı bozması, AB üyesi olması ve o dönemden beri Türkiye ile müzakerelerde koşulları dikte etmesini hayretler içersinde izlemek zorunda kaldı. Geçtiğimiz yılın aralık ayında AB'nin, Kıbrıslı Rumların baskısı sonucu sekiz başlığı dondurma kararı almasıyla Erdoğan hükümeti için, Avrupa projesi ile başarısız olduğu, artık netleşmişti.
O andan itibaren AKP için önemli olan tek şey, AB umudu olmaksızın da gücünü korumaktı. AKP bu yüzden de cumhurbaşkanlığını kesinlikle elde etmek istiyordu ve hala da istiyor. Aynı şey ordu için de geçerli. Ordu, Erdoğan'ın Türkiye'yi AB ile parlak bir geleceğe götürmeyi başarmasından endişelendiği için darbeyle tehdit etmedi. Tam tersine, generaller de artık Türkiye'nin Batı'da hiç şansı olmadığına inanıyorlar.
AKP'nin 90'lı yıllardaki seleflerinden farklı olarak, Türkiye'yi laik Avrupa'ya götürmeyi vadetmesi, AKP ile Türk toplumunun laik kesimi arasında yapılmış olan sessiz pazarlıktı. Bu yüzden de Türkiye'yi, eşzamanlı olarak bir şeriat devleti yapabileceği tehlikesi yoktu. Bu daha önce görülmedik, yeni bir mutabakattı. Avrupa projesi ne kadar iyi ilerlerse, generaller de kendi anlayışlarına göre o kadar erken müdahaleden vazgeçerlerdi. Süreç kötüleştikçe, gerginlikler arttı, bir süre devam eden, laik Avrupa'nın bir parçası olma umudunun tatmin edici etkisi de kayboldu.
Şimdi olanlar, alaycı bir şekilde "normale dönüş" diye nitelenebilir. Türkiye'de demokrasi, 50. yıllarda çok partili sisteme geçildikten sonra da, hala sadece nispi boyuttaydı. Geçmişte milyonlarca insan, ordunun iç siyasi ihtilaflara müdahale etmesini tasvip etti ve bugün de hala etmektedir. Demokrasilerde, siyasetin, tüm taraflar arasındaki şiddet ve barışçıl çıkarlar dengesi sağlama sanatı olduğu, siyasi sınıfların kafasında gerçekten sabit bir yer edinebilmiş değil.
Seçim tarihi ve yöntemlerine ilişkin çekişmeler, demokratik kurumların hala ne denli zayıf olduğunu gösteriyor. Önümüzde haftalar, Türkiye'nin gerçekten, Erdoğan tarafından iddia edildiği gibi, normal, demokratik sürece geri dönüp dönmeyeceğini gösterecek. Türkiye, kendi başına kaldığında, son altı yılda yerleşen standartlara sahip çıkacak mı, yoksa 90'lı yılların kaosuna mı geri dönecek? Bunu da göreceğiz. Bu sürecin sonucu, her halükarda, şu aşamada tamamen açık.
WDR: "TÜRKİYE'NİN AVRUPA'YA DAHA SIKI BAĞLANMASI SÜRECİ GEÇERLİLİĞİNİ KORUYOR"
BERLİN, 10/05(BYE)--- Alman WDR kanalının 10 Mayıs 2007 tarihli internet sayfasında, "ots" rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, 9 Mayıs 2007 tarihli WDR Avrupa Forumu toplantısında Şansölye Angela Merkel'in Türkiye ile ilgili açıklamasının çevirisi şöyledir:
Onuncusu düzenlenen WDR Avrupa Forumu toplantısında, Alman Şansölyesi Angela Merkel, AB Dönem Başkanı sıfatıyla, AB'nin, Türkiye'de yaşanan iç krize ve başarısızlıkla sonuçlanan cumhurbaşkanlığı seçimine karışmasından yana olmadığını ifade etti. Angela Merkel "Biz dışarıdan bir girişimde bulunamayız ve bulunmamalıyız. Türkiye gibi bir ülke kendi başına gelişimini tamamlayabilecektir" şeklinde konuştu. Merkel, konuşmasında "Türkiye'de iç siyasette yaşanan gelişmeler nedeniyle üyelik müzakerelerini birdenbire basitleştirip yeni kurallar uygulayamayız, kararlaştırılan şeyleri çizip atamayız" ifadesini kullanarak, esas itibarıyla Türkiye'nin Avrupa'ya daha sıkı bağlanması sürecinin geçerliğini koruduğunu ve son yıllardaki değişimler neticesinde, Türkiye'nin iyi bir şekilde ilerlediği kanaatinde olduğunu belirtti.
FINANCIAL TIMES DEUTSCHLAND: "ÇATI KRİŞİNDEKİ TADİLAT"
BERLİN, 10/05(BYE)--- Tirajı günde 101 bin olan liberal eğilimli Financial Times Deutschland gazetesinin 10 Mayıs 2007 tarihli sayısında, German Marschall Fund Dış Politika Direktörü Ulrike Guerot imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun ilgili bölümünün çevirisi şöyledir.
Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy, "Fransa, pazar gününden itibaren Avrupa'ya geri dönmüştür" dedi ve bunu herkes duydu. Yeni güçlü adamın Avrupa Anayasası tartışmasına yeni bir dinamizm getirmesi beklentisi büyük ve zaman az.
Ancak, Fransa hareketinin, Avrupa açısından geri dönüş anlamına gelmemesi için temkinli olunması gerekiyor.
Ölçülü ve pragmatik yeni bir tutum içindeki AB'nin, sembolik olmasa da, en azından etkili kurumları ve iş yapma ehliyetiyle kurtarılabilmesini ümit ederiz.
Ancak, AB'nin 21. Yüzyılda nereye götürülebileceği konusunda net vizyonlara ihtiyaç vardır ve bu, Fransa'da olduğu gibi başka yerlerde de eksik. Sarkozy, kışkırtıcı birkaç sözcükle, yıllardır süregelen gerçekçi Fransız-Alman Avrupa politikasını şüpheye düşürme tehlikesiyle karşı karşıya kalarak, farklı bir Avrupa; yani dünde kalmış bir Avrupa istemiyle, yeni Avrupa dinamizmine sonuç itibarıyla zarar verebilir.
Son yıllarda vagonsuz hareket eden Almanya ve Fransa, yeniden trenin lokomotif işlevini üstlenerek, treni vagonlarıyla birlikte harekete geçirmeye çalışmalıdır.
Bu yüzden de, Sarkozy'nin Türkiye'nin AB üyeliğini kategorik bir şekilde reddetmesi kabul edilemez ve zamanın şartlarına aykırıdır. Fransa, Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılması kararına onay vermiş, AB bu konuda hukuki yükümlülük altına girmiştir. Almanya ile Fransa'nın müzakerelerin sürdürülmesi kararının değiştirilmesi için ortak girişimde bulunmaları, Avrupa için kesinlikle mutlu bir dönüm noktası olmayacaktır. Zira Fransa bu durumda, yarının modern Avrupa'sı değil, geriye dönük 90'lı yıllların Avrupa'sına ilişkin tartışmanın öncülüğünü yapacaktır.
DIE WELT: "SARKOZY, AB'NİN KAFASINI KARIŞTIRIYOR"
BERLİN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 251 bin 660 olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 11 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Thomas Gack imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, Brüksel çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
--Fransa'nın Yeni Cumhurbaşkanı, Ankara'nın Üyeliğine Karşı...
Brüksel Açıklamaları Bekliyor--
İstanbullu aydınlardan Cengiz Aktar, Nicolas Sarkozy'nin Fransa'nın yeni cumhurbaşkanı seçilmesini, Türklerin AB üyeliğini mezara taşıyan tabutun son çivisi olarak yorumladı. Gerçekten de, Jacques Chrirac'ın muhafazakar halefi, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğuna dair şimdiye dek hiç bir şüphe bırakmadı. Tıpkı Angela Merkel gibi o da, bunun yerine, şarkın izlerini taşıyan ülkeyle ayrıcalıklı ortaklığa gidilmesinden yana. Sarkozy, seçim mücadelesinde sürekli olarak, Türkiye'nin yerinin AB değil, Akdeniz Ülkeleri Birliği" olduğunu söyledi. Sarkozy'nin yakın danışmanlarından, Avrupa Parlamenteri Alain Lamassoure de Brüksel'de, Sarkozy'nin, AB dönem başkanı Angela Merkel ile yakında gerçekleştireceği buluşmada, Türkiye'nin AB üyeliğinin alternatiflerini görüşmek istediğini söyledi.
Anlaşılan bu ifadeler Brüksel'de, sadece genişlemeden sorumlu komiser Olli Rehn'in değil, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso'nun da kafasını karıştırdı. Barroso, Elysee'deki yeni adama, "Fransa da dahil tüm AB devletleri, oybirliğiyle Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılmasını kararlaştırdılar" diyerek, iki yıl önce hükümet başkanları tarafından alınan kararı hatırlattı.
Gerçekte ise, AB hükümet başkanlarının temel kararı, katılım müzakerelerine giden yoldaki tüm engelleri hala bertaraf edebilmiş değil. Zira, 27 hükümetin, Ankara ile sadece genel olarak müzakereleri değil, aynı zamanda 35 başlıktan her birinin açılmasını da oybirliğiyle onaylaması gerekiyor. Bu, 35 başlıktan birine 27 üyeden birinin hayır demesi, katılım müzakerelerin her an durdurulabileceği anlamına geliyor.
Bu yüzden Brüksel'de, Fransız dış politikasında söz sahibi olan yeni cumhurbaşkanının önümüzdeki haftalarda nasıl davranacağı merakla bekleniyor. Zira, Almanya'nın haziran ayı sonuna kadar sürecek olan AB Dönem Başkanlığı'nda and içilmesi gerekecek. AB Komisyonu, önümüzdeki haftalarda üç yeni faslın açılmasını önereceğini duyurdu. Avrupa Parlamentosu'ndaki sosyalist grubun başkanı Martin Schulz'a (SPD) göre, önümüzdeki haftalarda gerçeği söyleme saati gelip çatacak. "Fransızların açık bir şekilde, başka fasılların açılmasını onaylayıp onaylamayacaklarını söylemeleri gerekiyor". Schulz, AB üyesi ikinci büyük devletin cumhurbaşkanının, katılım müzakerelerinin, gerçekten şu an yürütüldüğü gibi devam etmesini isteyip istemediğini, şimdiden açıklaması gerektiği görüşünde.
FRANKFURTER ALLGEMEINE ZEITUNG: "İHTİLALİN HALKIMIZA BİR FAYDASI OLMAZ"
BERLİN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 370 bin 800 olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 11 Mayıs 2007 tarihinde, Michael Ludwig imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, Ermenistan Başbakanı Serzh Sarkisyan ile yapılan mülakatın ilgili bölümünün çevirisi şöyledir.
--Ermenistan Başbakanı Serzh Sarkisyan ile Cumartesi
Günü Yapılacak Genel Seçimler Üzerine Söyleşi--
Ermenistan'da cumartesi günü yeni bir parlamento seçilecek. Seçimleri kazanma şansı en yüksek partinin, gelecek yıl devlet başkanlığı adayı olmak isteyen Başbakan Serzh Sarkisyan'ın Cumhuriyetçi Partisi olduğu söyleniyor. Sarkisyan da tıpkı mevcut Devlet Başkanı Robert Koçaryan gibi Dağlık Karabağ bölgesinden geliyor ve Ermenilerin çoğunlukla yaşadığı bu bölgede, Azerbaycanlılarla Ermeniler arasında yaşanan bölgesel çatışmalara aktif bir şekilde katılmıştı. 90'lı yılların başındaki çatışmalar, Karabağ'ın Azerbaycan'dan fiilen ayrılmasına, Azerbaycanlıların yaşadığı yedi bölgenin işgaline ve yüz binlerce Azerbaycanlının kaçmasına veya tehcirine yol açmıştı. Azerbaycan, Dağlık Karabağ bölgesinin yeniden Azerbaycan topraklarına dahil edilmesini talep ediyor ve tıpkı Türkiye gibi, Ermenistan ile arasındaki sınırlarını kapalı tutuyor. Ermenistan, Türkiye tarafından inkar edilen, 1915'teki Ermeni soykırımından dolayı kavgalı. Uluslararası arabulucuların aktif olduğu Dağlık Karabağ sorunu, Güney Kafkasya'da patlamaya hazır bir saatli bomba olarak görülüyor. İzole bir durumda olduğu için, sadece askeri ve siyasi değil ekonomik açıdan da Rusya'ya dayanan Ermenistan, eş zamanlı olarak da ihtiyatlı bir şekilde Batı'ya açılmaya çalışıyor, NATO ile işbirliğine gidiyor ve AB'nin yeni komşuluk politikasında yer alıyor. 1954 doğumlu Sarkisyan, istihbarat çevrelerinden geliyor ve Başbakan Magaryan'ın vefatından sonra yeni hükümet başkanı olmadan önce savunma bakanıydı.
LUDWİG: Son dönemde, Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ bölgesiyle ilgili ihtilafta çözümün çok yakın olduğunu söyleyenler yine çoğalıyor. Bir çözüm aşamasında mıyız?
SARKİSYAN: Ermenistan kesinlikle tek taraflı taviz vermeyecektir. Bu kapitülasyonla eş anlama gelirdi. Ancak Azerbaycanlıların uzlaşmaya hazır olduklarını görecek olursam, çözüme yaklaştığımızı söyleyebilirim. Oysa, Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev'in (MN: Azerbaycan toprakları içersinde Karabağ'a olası özerklik verilmesine ilişkin) son açıklamaları, bunun için bir neden olmadığını gösteriyor. Dağlık Karabağ, daha Sovyet Anayasası'na göre özerklik hakkına sahipti, ancak bu bir şey getirmedi. Şayet Yukarı Karabağ'daki Ermeni halkına kendi kaderini tayin hakkı tanınır ve bölge, Azerbaycan'ın, Devletler Birliğine dönmeyecek olursa ihtilaf çözümlenebilir. Yukarı Karabağ bölgesi bir enklav (kuşatılmış iç bölge) olarak uzun süre dayanamaz ve bu yüzden Ermenistan'a bağlantı için bir köprü kurulmasına muhtaçtır. Bunun dışında çatışmaların yeniden başlamaması için sağlam garantiler gerekmektedir. Bunların tamamı sağlandıktan sonra, ihtilafın çözümü yönünde çaba harcamaya hazırız.
LUDWİG: Türkiye'nin üyesi olmak istediği AB'nin, Ankara'ya, Ermenilerin isteği doğrultusunda sınırın açılması için baskı yapmasını ümit ediyor musunuz?
SARKİSYAN: Evet, çünkü AB kendi temel ilkelerini ihlal edemez. Ancak, Türkiye'nin AB'ye giden yolu çok uzun olacak. Belki de sağduyu daha önceden üstün gelir, zira sınırın açılması Türkiye'ye de ekonomik avantaj sağlardı.
LUDWİG: AB'nin Güney-Kafkasya'daki yeni komşuluk politikası, Azerbaycan ile Ermenistan'ın yakınlaşmasında avantajlı olabilir mi? Ülkeniz AB üyesi olmak için uğraş veriyor mu?
SARKİSYAN: Tabii ki AB'ye girmeye çabalıyoruz, zira biz kendimizi Avrupalı olarak görüyoruz. AB'nin komşuluk politikası, Güney Kafkaslar'daki bölgesel işbirliğini teşvik edebilir. Ancak, bunun Yukarı Karabağ bölgesinin tanınması şeklinde yorumlanacağına inanan Azerbaycan, şimdiye dek bizimle işbirliğini reddetti. Bu tür bir işbirliği, stratejik partnerimiz Rusya'yı da hedef almazdı, zira Rusya da bizzat AB ile yakın işbirliğine gayret ediyor.
KÖLNISCHE RUNDSCHAU: "SİYASETİ İSLAMİYET Mİ YÖNLENDİRİYOR?"
ANKARA, 15/05(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Kölnische Rundschau gazetesinin 13 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Raimund Neuss imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında Türkiye uzmanı Baha Güngör ile yapılan bir mülakat yer almıştır. İnternetten sağlanan mülakatın özet çevirisi şöyledir:
Türkiye nereye doğru gidiyor? Cumhurbaşkanlığı için yapılan mücadele Türkiye'yi krize soktu. Hafta sonu 100 bin kişinin katıldığı bir miting düzenlendi.
Raimund Neuss, Türkiye uzmanı Baha Güngör ile olayın nedenlerini görüştü.
NEUSS: Cumhurbaşkanlığına aday olan ancak daha sonra adaylıktan çekilen Abdullah Gül, cumhurbaşkanını doğrudan halkın seçmesi halinde oyların yüzde 70'ini alacağını söyledi. Buna siz de inanıyor musunuz?
GÜNGÖR: Bu hayalperestlik. Fakat laik bir cumhurbaşkanı seçilebileceği gibi, genel seçimler sonrasında parlamentoda İslamcı AKP yeniden çoğunluğu alabilir ve böylece kendisinin önünü kesen çift başlı bir devlet idaresiyle karşılaşabiliriz. Erdoğan birkaç hafta sonra dağılacak bir parlamentoyu, orduyla olan güç kavgasında kullanıyor, ama bu durumun ülkeye bir faydası yok. Türkiye'de parlamenter sistemin yerine 54 yıl sonra, basit bir şekilde başkanlık sistemi getirilemez. Burada bir futbol takımının başkanından söz etmiyoruz.
NEUSS: 22 Temmuz'daki seçimlerde AKP zafer kazanmayı ümit ediyor.
GÜNGÖR: Evet, korkum odur ki, bu zafer ülkedeki kutuplaşmayı artıracaktır. 22 Temmuz, AKP için oldukça uygun bir tarih. Çünkü, üst düzey laik tabaka yazın tatilde olacak. AKP'yi iktidara taşıyan halk da yeniden AKP'yi seçecek. Laiklerin her eksik oyu, AKP'nin doğal olmayan bir çoğunluk kazanmasına yardımcı olacaktır. Erdoğan bunu çok kurnaz bir şekilde planladı.
NEUSS: Gül'ün ya da başka bir AKP'linin cumhurbaşkanı olması halinde bizi neler bekliyor?
GÜNGÖR: İslamın siyasi açıdan değerlendirilmesi, dini okulların önceden olduğu gibi değer kazanması, başörtüsü yasağının kaldırılması ya da yumuşatılması, AKP'nin beş yıl önceki seçimlerde vermiş olduğu sözlerdi. Bu konularda yapılması planlanan değişiklikler, laikler ve şimdiki Cumhurbaşkanı Sezer'in engellemeleri nedeniyle yapılamadı.
NEUSS: AKP nasıl bir parti?
GÜNGÖR: AKP'nin tabanı koyu dindar. Kökü ise, İslami kuralları politikada ve toplumsal hayatta uygulamak isteyen, bundan dolayı Almanya'da da korkuya sebep olan Milli Görüş'e dayanmaktadır.
Bunu AKP de istiyor ve küçük semboller arasında sayılan başörtüsüyle başlıyor. Başörtüsü de zaten bundan dolayı bir sorun haline geldi.
AKP ayrıca çoğunluğu da temsil etmiyor. 2002 yılındaki genel seçimlerde oyların üçte birini almasına rağmen, yüzde 10'luk baraj yüzünden birçok küçük partinin parlamentoya girememesi nedeniyle, parlamentoda neredeyse üçte ikilik bir çoğunluğa sahip oldu. Birçok gözlemci, Erdoğan'ın Türkiye'de yaşanan ekonomik gelişmelerde payı olduğunu düşünüyor. Fakat bu durumun nasıl meydana geldiğine bakmak lazım. Türkiye'ye 1999 yılında Avrupa Birliği'ne adaylık statüsü verildi, bunu izleyen süreçte de projelere kaynaklar sunuldu. Erdoğan bu kaynakları akıllıca ya da daha az akıllı bir şekilde kullanabilirdi. Türkiye ekonomik açıdan Avrupa yolunda istikrarlı bir çizgide ilerliyor. Diğer konularda ise bir durgunluk hakim. İnsan hakları sadece kağıt üzerinde, halka yansıyan bir şey yok.
NEUSS: Neden?
GÜNGÖR: İnsan haklarını uygulamaya koymak için doğudaki feodal yapıyı kırmak gerekiyor. Eğer 50 bin kişi bir aşiret reisinin isteği doğrultusunda oy veriyorsa, oy verme hakkının ne kadar geçerliliği olabilir ki? Burada demokrasinin görevi 50 bin kişinin kime istiyorsa ona oy verebilmesini sağlamaktır. Bunun gerçekleşebilmesi için toprak reformunun yapılması gerekiyor. Bu konuda bir ilerleme yok. Aynı şekilde düşünce ve basın özgürlüğünün Avrupa standartlarından epeyce uzak olduğu görülmektedir. Gazetecilerin sosyal koşulları oldukça kötü ve bağımsız değiller. Bir diğer konuysa, zorunlu evlilikler ve töre cinayetleridir.
NEUSS: AKP'nin karşısında kim var? Laiklerden bahsetmek mümkün mü ve bunun yanında liberal entelektüeller ile orduyu saymak mümkün mü?
GÜNGÖR: Bakın, Almanya Hristiyan bir ülke. Çoğunluk bir kiliseye bağlı ama kiliseler ülkeyi yönetmiyor. Bu durum Türkiye'deki İslam için de böyle olmalı, fakat burada İslamın hakimiyeti ele alma tehlikesi var. Laikler de bu durumu görüyorlar.
NEUSS: Diğer dini topluluklar ne kadar serbestler?
GÜNGÖR: Aleviler dinlerini özgürce yaşayabiliyorlar, fakat kadın ve erkeklerin bir arada ibadet etmeleri toplumda bu kesime karşı bir kuşku yaratıyor. Burada Türkiye'nin hoşgörü göstermekten oldukça uzak olduğu 10-15 milyon insandan bahsedilmekte. Ancak Türk toplumunun Hristiyanların dinlerine sahip çıkmalarının normal bir durum olduğuna alışması gerekiyor.
NEUSS: Erdoğan'ı tehdit eden ordunun rolü ne olacak?
GÜNGÖR: Basit bir yargıya varıp orduya yönelik peşin hüküm verilmemeli. Evet, ordu üç kez darbe yaptı ama her seferinde demokrasiyi yeniden oluşturdu. Başka bir açıdan bakacak olursak, artık askeri tehditler günümüze pek uygun değildir. Ordu demokratik gelişmeleri benimsemeli ve kendisine başarısız eğitim sistemi konusunda ne yaptığı sorusunu sormalı. Ordu mensupları ve laikler çocuklarını özel okullara gönderirken, normal vatandaşların çocukları bir okul sırasını dört ya da beş kişiyle paylaşmak zorunda kalmıştır.
NEUSS: Eğer Türkiye ileride AB üyesi olursa, nüfus açısından Avrupa'nın en kalabalık ülkesi olacak. AB böyle bir ülkeye karşı nasıl bir mazeret ileri sürebilir?
GÜNGÖR: Büyük bir Türk grubun AB Parlamentosuna girmesi olasılığı üzerinde düşünmek gereksiz. Çünkü Türkiye ileride gerçekten Avrupa Birliği'ne girerse, bugünden farklı bir Avrupa Birliği'ne farklı bir Türkiye olarak girmiş olacak. Başka bir açıdan ele alacak olursak, AB'nin Türkiye'yi dışlaması kendi çıkarına olmaz. Eğer Avrupa Müslüman bir ülkeyle diyaloğa girmeyi başaramazsa, kendi değerlerinin Avrupa sınırlarının dışında da geçerli olabileceği tezini savunamaz.
WELT AM SONNTAG: "TÜRKİYE'NİN YERİ BİZİM YANIMIZ"
BERLİN, 13/05(BYE)--- Tirajı haftada 401 bin 800 olan muhafazakar sağ eğilimli Welt am Sonntag gazetesinin 13 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Christoph B. Schiltz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, AB Yüksek Temsilcisi Javier Solana ile yapılan mülakatın ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
SORU: Türkiye'de ordu daha fazla siyasete müdahale ediyor, siyasi koşullar karmaşık. Endişeli misiniz?
CEVAP: Hayır, değilim. Buna rağmen, Türk ordusunun davranışı beni hayrete düşürdü. Demokratik toplum istiyoruz. Ancak, Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu zorluklarla baş edeceğini düşünüyorum.
SORU: Türkiye'den ne bekliyorsunuz?
CEVAP: Türkiye AB üyesi olmak istiyor. Ankara'nın AB üyeliğine ilişkin şartları yerine getirmesini bekliyoruz. Aksi takdirde, AB üyeliği söz konusu olamaz. Türkiye'deki siyasi gelişmenin Kopenhag Kriterleriyle bağdaşması gerekiyor. Söz konusu kriterler arasında hukuk devleti ilkesi, işler durumda olan piyasa ekonomisi ve AB müktesebatın üstlenilmesi yer almaktadır.
SORU: Türkiye'nin AB'ye üye olması Avrupalılara ne tür getiriler sağlar?
CEVAP: Türkiye, Orta Doğu, Kafkasya ve Balkan bölgesi arasında bulunmaktadır. Türkiye, bu bölgede önemli nüfuza sahip olup bölgenin istikrara kavuşmasına katkıda bulunabilir. Bu durum, Avrupalıların güvenliğinin de artmasına vesile olacaktır. Bu nedenle, Türkiye'nin yanımızda yer alması yararlı olacaktır. Aksi takdirde, Türkiye kendisine başka ortaklar bulabilecektir.
FRANKFURTER ALLGEMEINE SONNTAGSZEITUNG: "TÜRKİYE HER ŞEYE RAĞMEN AB'YE GİREMEYECEK Mİ?"
BERLİN, 13/05(BYE)--- Tirajı günde 312 bin 100 olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung'un 13 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Rainer Hermann imzası, "elo" ile "mic" rumuzlarıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul/Berlin/Paris çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
Sarkozy'nin yeni cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte CDU/CSU'da Türkiye'nin AB üyeliğinin engellenebileceği yönündeki ümitler artıyor. Bavyera Eyaleti Başbakanı Edmund Stoiber, Türkiye'nin AB üyeliğinin Hristiyan Birlik Partileri tarafından reddedildiğini vurgulayarak, Paris'teki yeni adama bel bağlıyor. Zira Sarkozy, cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında seçilmesi halinde Türkiye'nin AB'ye üye olamayacağına dair söz vermişti. Şimdi, Sarkozy bu rotayı izlemek istiyor. Stoiber gazetemize verdiği demeçte, "Sarkozy'nin yeni cumhurbaşkanı seçilmesiyle Hristiyan Birlik Partileri'nin tutumunun AB bünyesinde yürütülmekte olan tartışmaların tabiatıyla daha fazla odağına yerleşeceğini" belirterek, "Sarkozy'nin herhangi bir koalisyon ortağına karşı yükümlülükleri de olmadığı için Avrupa adına Türkiye'yle açıkça ve dürüstçe konuşma rolünü üstlenebileceğini" kaydetti.
Sarkozy, önümüzdeki çarşamba günü cumhurbaşkanlığı görevine resmen başlamasının ardından Berlin'e gelip Şansölye Angela Merkel'le, Türkiye'yle yürütülen müzakereler de dahil olmak üzere, görüşecek. Şansölye ve AB dönem başkanı Merkel, AB'nin bu konuda izlediği rotayı değiştirmek istemediğini belirtti. Ancak Merkel, CDU Genel Başkanı sıfatıyla Türkiye'nin tam üyeliğine karşı çıktığını sık sık dile getiriyor. Merkel'in Sarkozy'nin üyelik müzakerelerini sona erdirmesini olmasa da, yeni fasılları açmayı reddetmek suretiyle, müzakereleri daimi olarak askıya almasını beklediğine dair işaretler bulunuyor. Sarkozy'nin dış politika danışmanı Michel Barnier, "AB, Nicolas Sarkozy'nin cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Fransa'nın tutumunda hiç değişiklik olmayacakmış gibi hareket edemeyecektir" şeklinde konuştu. Barnier, Fransa'nın AB içinde Türkiye konusunda harekete geçeceği zamanı Sarkozy'nin belirleyeceğini ifade etti.
Türkiye'nin AB üyeliğinin savunucuları arasında yer alan AP Sosyalist Grubu Başkanı Alman Martin Schulz (SPD), Sarkozy'den bir açıklama beklediğini vurgulayarak, "Sarkozy'nin cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasından birkaç gün önce cumhurbaşkanı seçilmesi halinde Türkiye'nin AB üyesi olmayacağını belirttiğini ve şimdi Fransa'nın kendi yönetimi altında Türkiye'yle üyelik müzakerelerinin başlatılması kararına bağlı kalıp kalmayacağını açıklamak zorunda olduğunu" ifade etti.
Türk Hükümeti, Sarkozy'nin cumhurbaşkanı seçilmesine ilişkin olarak soğukkanlı bir tutum sergiliyor. Başbakan Erdoğan'ın dış politika danışmanı Cüneyd Zapsu gazetemize verdiği demeçte, "Taç giyen başın uslandığını" belirtti. Zapsu'nun ifadelerinin satır arasında Sarkozy'nin göreve başladıktan sonra Türkiye konusunda seçim kampanyasına kıyasla daha makul davranacağı ümidi bulunuyor.
FRANKFURTER ALLGEMEINE SONNTAGSZEITUNG: "ANKARA VE ACI GERÇEK"
BERLİN, 13/05(BYE)--- Tirajı günde 312 bin 100 olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung'un 13 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Eckart Lohse imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
--Sarkozy'nin Seçimlerden Başarılı Çıkmasıyla Türkiye'nin AB Üyeliğinin Gerçekleşmesi Zor Gözüküyor--
Almanya ile Fransa'nın, Avrupa Birliği'nin ebeveynleri ve sürekli gelişme gösteren bu ailenin ileri gelenleri arasında bulundukları söylenebilinir. Her ailede olduğu gibi Avrupa ailesinde de ancak ailenin ileri gelenleri aralarında mutabakat oluşturabildikleri zaman önemli kararlar alınabilir. Ebeveynlerden birisi ailenin büyümesine karşı ise bunun gerçekleşmesi mümkün olmaz. Ebeveynlerin ikisi de ailenin büyümesine karşı çıkıyorsa zaten bir büyüme söz konusu olamaz. Bahsedilen ailenin genişlemesi doğal yollardan değil de evlatlık edinme şeklinde gerçekleşecek ise kesinlikle her iki ebeveynin rızası gereklidir. Fakat evlatlık edilecek çocuk yeni ailesine gelmek üzere yola çıktıysa, ailede geç olarak, kendi küçük çocuklarının yanına bir de yabancı ve büyük bir çocuk alma fikrinin hiç de iyi olmadığının farkına varmış ise ortada talihsiz bir durum var demektir.
Böylece asıl konumuz olan Nicolas Sarkozy'nin Fransa cumhurbaşkanlığına seçilmiş olmasına ve AB'nin Türkiye ile yürüttüğü üyelik müzakerelerine gelmiş bulunuyoruz. Avrupa Birliği kuruluşundan bu yana, genişleme ve derinleşme, ilk etapta başarısızlıkla sonuçlanan anayasa girişimi gibi büyük projelerde daima mukavemetle karşılaşmıştır. Bütün bu projeler Paris ile Bonn/Berlin hükümetlerinin birlikte hareket etmesi sonucunda gerçekleşmiştir. Bu nedenle Anayasa Akdi de bir şekilde yürürlüğe girecektir, zira bu projeyi hükümet değil, Fransız halkı reddetmiştir.
Angela Merkel, Alman Şansölyesi olarak, Türkiye ile üyelik müzakerelerinin yürütülmesi doğrultusunda alınan Avrupa kararlarına bağlılığını gösteriyor. Fakat Merkel, CDU partisi Genel Başkanı olarak, Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasını doğru bulmadığını da ifade ediyor. CDU'nun sosyal demokrat koalisyon ortağı geçen dönemin kırmızı-yeşil siyasetine bağlı kalarak Türkiye'nin AB üyeliğinden yana bir tutum sergiliyor. Fakat SPD partisi de, bu projenin, üyelerinin büyük bir çoğunluğu ve seçmenleri tarafından kabul görmediğinin farkında bulunuyor.
Nicolas Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olmak konusunda Angela Merkel'den daha sert bir tutum sergiliyor. Zira Sarkozy herhangi bir koalisyon ortağının isteklerine saygı göstermek durumunda değil. Bu nedenle yürüttüğü seçim kampanyalarında, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğunu alenen ifade edebiliyordu. Bunun ötesinde, Fransa Anayasasında, gelecekte yapılacak olan AB genişlemeleriyle ilgili referandum yapılması öngörülüyor. Dolaysıyla gelecek bir zamanda Fransız halkının çoğunluğunun Türkiye'nin AB üyeliğini kabul edeceği düşünülemez.
Şayet, "AB'de önemli kararlar Fransa ile Almanya'nın oluru olmadan alınamaz" ifadesi doğruysa, Türkiye'nin üyeliği konusundaki siyasi iradenin önümüzdeki yıllarda nasıl oluşacağı ve bu doğrultuda müzakerelerin nasıl yürütüleceği merak konusudur. Kaldı ki Türkiye'deki gelişmeler de Brüksel yolunu açacak gibi gözükmüyor. Bu arada şunu hatırlatmakta fayda var: Avusturya'da Alfred Gusenbauer liderliğinde sosyal demokrat bir hükümet başa geldi ve kararlılıkla Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkıyor.
Peki nasıl devam edilecek? Formel olarak her üye ülke, zaten Kıbrıs ihtilafı yüzünden aksayan müzakerelerle ilgili, yeni bir müzakere başlığının açılmasına karşı çıkabilir. Sarkozy de zaten bu konu üzerinde yoğunlaşıyor. Bu aşamada siyasi olarak bu düşüncenin uygulanması zor gözüküyor, zira üye ülkelerin büyük bir çoğunluğu, Ankara ile üyelik müzakerelerinin yürütülmesi kararına bağlı kalmaktan yana bir tutum sergiliyor.
Şu an, özelilikle Berlin için müzakerelerin ağır aksak bir tempoda yürütülmesi cazip bir seçenek olarak gözüküyor. Bu arada CDU, Türklere, tam üyeliğin altında bir statünün kendileri için daha uygun olduğunu, bu şekilde daha az yükümlülüğü yerine getirmek durumunda olacaklarını anlatmak kalıyor. Bu tür bir yaklaşım samimi olmasa da, siyaset gereği normal olabilmektedir. Peki Ankara her şeye rağmen müzakere başlıklarının gereklerini yerine getirip müzakereleri başarıyla sonuçlandırırsa? Bu durumda Paris ve Berlin gerçekleri beş sene veya daha sonra ifşa etmek durumunda kalacaktır. Merakla bekliyoruz. Acaba yeni seçilen Fransa Cumhurbaşkanı, Türkiye ile yürütülen müzakereleri daha bugünden tam üyelik dışı bir yöne çekecek güce sahip midir? Bunu yapması isabet olur.
AVUSTURYA BASINI
DIE PRESSE: "BRÜKSEL SARKOZY'Yİ, TÜRKİYE'Yİ BLOKE ETMEMESİ YOLUNDA UYARIYOR"
VİYANA, 10/05(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 10 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Wolfgang Böhm/Jan Keetman imzalarıyla, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Viyana/Ankara çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
Ankara'nın nazarı dikkate alınıyor: Brüksel, Fransa'nın yeni cumhurbaşkanının katılım karşıtı çizgisiyle, Türkiye'deki iç politika krizini daha da tırmandırmasından korkuyor.
Durum hassas... Türkiye'de cumhurbaşkanlığı seçiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının yarattığı krizi göz önünde bulunduran Brüksel, Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin, ateşi daha da körüklemesinden korkmaya başladı. Genişlemeden sorumlu komiser Olli Rehn, Sarkozy'nin seçim kampanyasında belirttiği gibi, Türkiye'nin üyeliğini engellemeye kalkışması halinde, bunun, Türkiye'deki istikrarı etkileyebileceği yolunda uyardı. Komisyon Başkanı Jose Barroso da sözcüsü aracılığıyla, Fransa'nın zamanında müzakerelerin başlamasını onaylamış olduğunu hatırlattı.
CDU'lu Avrupa Parlamenteri Elmar Brok, "Financial Times Almanya"nın kendisiyle yaptığı söyleşide, "Sarkozy döneminde Türkiye karşısındaki tutum değişecektir. Tabii bu, riskleri de beraberinde getiriyor" dedi. Sarkozy'nin danışmanı Alain Lamassour da bunu dolaylı olarak doğruladı: "Türkiye'ye yalan söylemekten vazgeçmek zorundayız. Bir yandan Türkiye ile müzakerelerde bulunup öte yandan da katılımın hiçbir zaman gerçekleşmemesini umuyoruz"
Sarkozy'nin yeni müzakere başlıklarının açılmasını engellemesi halinde, bunun, Türkiye'deki erken seçimler arifesinde, Avrupa karşıtı güçleri kuvvetlendirmesinden korkuluyor. Rehn, "Ülke şu sıralar zor bir durumla karşı karşıya. Milliyetçi havayı daha çok kızıştırmamak için, sabırlı ve soğukkanlı olmaya ihtiyacımız var" dedi.
Türkiye'de Nicolas Sarkozy'nin seçimi kazanmasının ardından, çehreler ciddileşti ve bir belirsizlik havası baş gösterdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, hem AB ile olan ilişkiler, hem de Türkiye-Fransa ilişkileri açısından, Sarkozy'nin seçim kampanyasında konuştuğu gibi hareket etmemesini umduğunu söyledi ve Fransa'nın vetosunun "feci sonuçlar" doğurabileceğine değindi.
Türkiye'nin tanınmış köşe yazarlarından Sami Kohen, Sarkozy hakkında ayrıntılı bir inceleme yaptı. Araştırmalarının ardından vardığı sonuç, hiç iç açıcı değildi. Kohen, Sarkozy'nin Türkiye'nin Avrupa'ya ait olmadığı konusunda güçlü bir inanca sahip olduğunu, ABD ile olan yakınlığının da rota değişikliği için bir garanti olamayacağını; çünkü Sarkozy'nin, Türkiye'nin AB'ye katılımına muhalefetini, tüm yakınlığa rağmen, Fransa'nın ABD'den bağımsız oluşunun bir göstergesi olarak kullandığını belirtiyor.
Ancak Kohen, Türkiye karşıtlığı yolunda bazı engeller görüyor. Birincisi, Fransız ekonomisinin Türkiye'deki çıkarları, ikincisi, hala katılıma olumlu bakan AB Komisyonu'nun ve bazı ülkelerin tutumları. Ayrıca, müzakereleri tamamen sona erdirmek için oy birliğiyle bir karar alınması gerekiyor -ki bu, pek mümkün olmayacaktır.
Ankara şimdi, Almanya'nın dönem başkanlığının son haftalarını heyecanla izliyor. İşin garibi, şimdiye kadar Türkiye'nin tam üyeliğine tamamen karşı olan Almanya Başbakanı Angela Merkel, Ankara ile iki müzakere başlığının daha açılışını yapmak istiyor. Sarkozy bir girişimde bulunarak, ona karşı çıkacak mı acaba?
KURIER: "SARKOZY TÜRKİYE'NİN AB'YE KATILIMINA SEÇENEK ARIYOR"
VİYANA, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal eğilimli Kurier gazetesinin 11 Mayıs 2007 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy, arkadaşı AB parlamenteri Alain Lamassoure'in de belirttiği gibi, Türkiye karşısında katı bir tutum sergilemeyi planlıyor. Sarkozy Berlin'e yapacağı resmi ziyarette, Başbakan Merkel ile Türkiye'nin AB'ye katılımı dışındaki seçenekler üzerinde görüşecek. Şimdiye kadarki üyelik kriterlerinin AB'ye kesin sınırlar çekmeye uygun olmadığı görüşünde olan Sarkozy, "Bu kriterler bir ülkenin demokratik olup olmadığı, ya da ekonomik sistemini modernleştirip modernleştirmediği konusunda bir değerlendirme yapılmasına yarıyor, ama o ülkenin Avrupalı olup olmadığını göstermiyor" dedi.
PROFIL: "ÜZÜCÜ OLAYLAR"
VİYANA, 11/05(BYE)--- Tirajı haftada 100 bin olan liberal Profil dergisinin bu haftaki sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan analizin çevirisi şöyledir:
--Ankara'daki Kriz AB'nin Türkiye Politikası İçin Bir Dayanıklılık Testi--
Türkiye'de siyasi olayların tırmanması, Avrupa Birliği'nde de alarm çanlarının çalmasına neden oluyor. Brüksel Ankara ile Türkiye'nin AB'ye katılımı konusunda müzakerelerde bulunuyor. Bu müzakereler, Türkiye'de iç politikada çalkantılar olmasa da zaten güç bela ilerliyor. Boğaz'daki katılaşmış cepheler görüşmeleri daha da olumsuz yönde etkiliyor. Bir yanda, özellikle ordu içinde ağırlıklı olan laik güçler, öte yanda ise en güçlü partinin meşru ve demokratik olan, cumhurbaşkanını belirleme hakkına işaret eden İslamcı AKP partisi.
AB genişleme komiseri Olli Rehn "üzücü olaylardan" bahsetti. AB Komisyonu, sözcüsü aracılığıyla, ordudan demokratik süreçlere karışmamasını istedi ve seçimlerin "ihtilalci müdahaleler olmadan yapılmasını" beklediğini belirtti. Bu, Ankara'da açıkça, İslamcı AKP'nin tarafını tutmak olarak değerlendirildi. Türkiye'deki laik güçler düş kırıklığına uğradı. Avusturya'nın Sosyal Demokrat AB Parlamenteri Hannes Swoboda, bunu anlayabildiğini söylüyor, ancak "demokrasi ve laiklik ilkesinin ordu tarafından değil, demokratik kurumlar tarafından savunulması gerektiğine" de işaret ediyor.
Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier, Türkiye'deki tüm "lider güçlerin" sorumluluklarının bilincinde oldukları konusunda iyimser olduğunu belirtti. Ancak katılım karşıtı olanlar şimdi görüşlerinin doğrulanmış olduğunu düşünüyor: SPÖ Parlamento Grubu Başkanı Josef Cap, "Eğer bir ülkede askeri bir darbe ihtimal dahilinde görülebiliyorsa, o ülkenin müzakere olgunluğunda olup olmadığını kendi kendine sorması gerekir. Türkiye AB'ye giden yolunu bizzat şüpheli bir hale getiriyor" dedi.
Avrupa'da Türkiye'nin katılımından yana olanlar arasında bile, Erdoğan'ın İslamcı partisinin Avrupa'nın yardımıyla ordunun nüfuzunu sınırladığı ve dinci güçlerin günün birinde sınırsız bir güce sahip olacakları düşüncesinin yarattığı bir huzursuzluk hissediliyor. Genel kanı, Avrupa'nın, cumhurbaşkanlığı için bütün cepheler tarafından kabul edilen birini aday göstermesi için Erdoğan'a daha fazla baskı yapması gerektiği şeklinde. AB ilk sınavda başarılı olamadı.
KRONEN ZEITUNG: "YAPMACIK AVRUPA OLGUNLUĞU"
VİYANA, 16/05 (BYE)--- Tirajı günde 847 bin olan bulvar gazetesi Kronen Zeitung gazetesinin 16 Mayıs 2007 tarihli sayısında, misafir yorumcu köşesinde yukarıdaki başlık altında yayımlanan FPÖ'lü Avrupa Parlamenteri Andreas Mölzer imzalı yorumun çevirisi şöyledir:
Başbakan Erdoğan son açıklamasında, Avrupa Birliği'nin, ülkesine en geç 2014 yılına kadar bir nevi "katılım garantisi" vermesini isteyerek dikkatleri üzerine çekti. Osmanlıların Avrupa ülkelerinin resmi makamları ve medya organları nezdinde çalışan lobicileri, bu isteğe Küçük Asya ülkesinde yapılan reformlara ilişkin övgülerle eşlik ediyorlar. Şimdiki AB Dönem Başkanı Almanya Başbakanı Angela Merkel bile, seçimlerden önce Türkiye ile tam üyelik yerine en fazla "imtiyazlı bir ortaklık" kurulmasını istemesine rağmen, artık az çok dostça bir havaya bürünüyor.
Şu günlerde Türkiye'nin Avrupa olgunluğu hakkında bir kez daha fikir edinme fırsatı bulabildik. Erdoğan'ın yandaşı olan ve uzun yıllardan beri Dışişleri Bakanlığı yapan Abdullah Gül -yani geniş kitlelerin ülkenin İslamlaşmasını hızlandıracağını düşündüğü bir politikacı-, şüphe uyandırıcı bir seçim ile cumhurbaşkanlığı görevine getirilmek istendi. Bunun üzerine milyonlarca kişi sokaklara döküldü ve geleneksel olarak devletin kurucusu Kemal Paşa'nın laik ve İslamı eleştiren mirasının koruyucusu olarak bilinen Genelkurmay, devlet ile İslamın ayrılması ilkesini gerekirse şiddet kullanarak da korumayı bildiğini açıkladı. Siyasi gözlemciler ve köşe yazarları bir iç savaş tehlikesinden bahsetmeye başladı.
Türkiye'nin içinde bulunduğu bu kriz, diğer bütün tereddütler bir yana, bu Osmanlı cumhuriyetinin, Avrupa olgunluğundan ne kadar uzak olduğunu bir kez daha gösterdi. Türk ekonomisinin gelişmesine ilişkin tüm olumlu veriler, endüstri ve ihracatın büyümesi bu gerçeği gizleyemez.
Türkiye hala, bilindiği gibi Avrupa Birliği üyesi olan Kıbrıs Rum devletini tanımaya yanaşmıyor. Hala insan hakları ihlal ediliyor. Türkiye'deki hapishanelerde hala işkence yapılıyor. Hala kadınların durumu ümitsiz; zorla evlendirmeler, töre cinayetleri sürüyor; özellikle kadınlar arasında okuma bilmeyenlerin oranı oldukça yüksek. Hala Hıristiyanlara ayrımcılık yapılıyor.
Türkiye'yi çeşitli nedenlerden dolayı AB içinde siyasi açıdan güvence altına alınmış ve ekonomik açıdan sağlam bir şekilde finanse edilmiş görmek isteyenlerin bu görüşlerini değiştirmemelerinin nedenini anlamak kolay. Amerika ve İsrail açısından Türkiye'nin AB'ye katılımı tabii ki istenilen bir şey. Ancak Avrupalıların yavaş yavaş bu adımın Avrupa entegrasyonu için büyük bir tehlike oluşturacağını idrak etmeleri gerekir.
AB giderek Türkiye'nin Avrupa olgunluğunun yapmacık olduğunu anlamaya başlıyor.
BELÇİKA BASINI
DE STANDAARD: "CUMHURİYET Mİ DEMOKRASİ Mİ?"
BRÜKSEL, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 76 bin olan De Standaard gazetesinin 11 Mayıs 2007 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında Mia Doorneart imzasıyla yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:
Laik bir cumhuriyet mi yoksa bir demokrasi mi? Türkiye böyle bir tercih karşısında bulunuyor, dolayısıyla AB de aynı tercihle karşı karşıya.
Demokrasi sorunsuz işlerse, siyasal İslam daha fazla ilerleyecektir. Atatürk'ün laik cumhuriyetinin savunulması gerekiyorsa, ordunun siyasal etkisi gerekiyor. Her iki yönde de Türkiye, AB'nin normlarına uymuyor.
Ayaan Hirsi Ali, bundan bir çıkış yolu olduğunu düşünüyor: "AB ilerici laiklere tüm desteğini vermeli. Hitler'in 'Kavgam' adlı kitabının bestseller olduğu, Ermeni soykırımının inkar edildiği ve azınlıkların ezildiği bir ülkede işleri zor."
Hirsi Ali teorik olarak haklı. Ancak uygulama o kadar kolay değil. Türk halkının bu değerleri kabul etme isteği ve Avrupalıların bu değerleri koruma kararlılığı dikkate alınması gereken iki önemli husus.
Atatürk'ün dayattığı laik modelde Türkiye, çoğunluğu muhafazakar Müslüman olan bir ülke olarak kaldı. Tüm cumhuriyetçiler demokrat değiller. Çoğu "Atatürkçü" rahatsız edici Türk milliyetçiliği yanlısı.
Üstelik Türk İslamı ile milliyetçilik güçleniyor. Kavgam'ın başarısı, İslam dünyasının büyük bir bölümüne hakim, sadece milliyetçiliği değil, Yahudi düşmanlığını da ortaya koyuyor.
İslamcılar da milliyetçiler gibi Ermeni soykırımını özür bile dilemeden inkar ediyorlar. Zaten özür dilemek Batı Hıristiyanlığına özgü bir şey.
Hristiyan Ermenilerin katledilmesine gaddarca iştirak eden Kürtler de Türklerin çoğunluğu gibi düşünüyor. Ermeniler, Museviler ve diğer gayrimüslimler milliyetçilerin olduğu kadar İslamcıların da şiddetine maruz kalıyorlar. Zaten, cumhuriyetin ne derece laik olduğu önemli değil. Cumhuriyet, tam bir din özgürlüğü tanımıyor ve siyasal İslam geliştikçe bu da değişmeyecek.
İlerici laik Türklerin varolduğu ve AB değerlerini paylaştıkları kesin ve AB'nin onları desteklemesi gerekir. Ancak Türklerin çoğunluğu öteki tarafa kayar gibi görünüyor.
Hirsi Ali ayrıca, Avrupalı Liberallerin "Aydınlık" düşünceleri savunmadaki kararlılıklarını da abartıyor. Tehdit varsa sıkı duruyorlar. Ancak, bir sinema yapımcısı öldürüldüğünde, fanatik göstericiler Batı'ya ya da Papa'ya karşı gösteri yaptıklarında, özgürlükler adına seslerini çıkarmadılar.
Böyle bir durumda Theo Van Gogh ve Hirsi Ali'nin "Submission" filmini gerçekleştirmemeleri gerekirdi. Jyllands Posten, Muhammed'in karikatürleri ile tahrik etmemeliydi. Papa, "diyalog" adına Müslümanları rahatsız edecek hiçbir şey söylememeli. Böyle bir durumda "diyalog" adına kin ve şiddet gösterileri de yapılmamalı.
Tom Lanoye, "Aydınlık" adına ülkesinde başörtüsünü savundu. Ne ona ne de diğer ilericilere, başörtüsünün zorunlu olduğu Müslüman ülkelerin hepsinde kadınların ezildiğini hatırlatmaya gerek yok. Şirin Ebadi'nin belirttiği gibi böyle bir durumda "başörtüsü küçüklüğümüzün bir simgesi" oluyor ve çok sayıda kadını rencide ediyor.
Şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Demek ki yazar Lanoye, Theo Van Gogh öldürüldüğünde "Aydınlığın" değerleri ile ilgilenmiyordu. İfade özgürlüğünü inkar edip Hirsi Ali'yi eleştiriyordu.
Sadece o değil. Tüm Batı Avrupa'da ülkelerimize karşı Müslüman şiddeti korkusuyla yoğun bir otosansür uygulanıyor.
Batı Avrupa halkları mağdur değiller ancak buna karşı İslam tehlikesini abartacaklar. İşte bu nedenle de Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin destekçileri giderek azalıyor. Hirsi Ali'nin düşündüklerinin tam tersi. Çok sayıdaki aydında onun cesareti yok. Her şeyden önce Türkiye'nin kendini kanıtlaması gerekiyor.
DE STANDAARD: "MÜSLÜMAN BİR DEMOKRASİ MÜMKÜN"
BRÜKSEL, 14/05(BYE)--- Tirajı günde 76 bin olan De Standaard gazetesinin 14 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Gand kentinden yönetim uzmanı Türk kökenli Özgür Balcı imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında, yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:
Kadın hakları ve liberal düşünce savunucusu Ayaan Hirsi Ali, kişisel insan haklarını tehlikeye sokacağı gerekçesiyle Türkiye'nin İslam'a karşı korunması gerektiğini iddia ediyor. Ona göre, Türkiye'yi fethetmek isteyen ve laik karakterini tehdit eden popülist İslamcılar, Türk demokrasisinde gedik açtı. Yine ona göre, laik Türk elitinin -gerekirse Avrupa'nın da desteğiyle- halkın kalbini ve Devlet yapısını yeniden ele geçirmesi gerekiyor.
Mia Doornaert da yazısında Türkiye'nin bir dönüm noktasına geldiğini ve demokrasi ile Cumhuriyet arasında bir tercih yapmak durumunda olduğunu belirtiyor. Türkiye'nin son yıllarda siyasal ve sosyoekonomik alanlarda büyük ilerlemeler kaydettiğini düşünerek, bu konuda bazı noktalara dikkati çekmek istiyorum.
Kemal Atatürk, İslam'ın resmi din olmasına 1928 yılında son verdi ve 1937 yılında "laiklik" anlayışı Anayasa'ya girdi. Türk ordusuna, Anayasa'nın Batılı reformlarını ve laik düşünceyi ilelebet koruma görevi verildi. Bu, açıkça, Türkiye'yi "çağdaş uygarlık düzeyinden" saptırmak veya engellemek isteyen her hükümet, ordunun nefesini ensesinde hissedebilir demektir. Böyle bir durumda partiler kapatılıp, bilahare demokratik olarak seçilen politikacılara iade edilmek üzere ülke yönetimine el konulur.
AB'ye üyelik nedeniyle ve AKP üyeleri kökten dinci olmadığı için şimdilik böyle bir şey olmayacak. Oysa, Ayaan Hirsi Ali, laik "yapının" yeniden kurulması için planlar öneriyor. Bu plan, kişisel özgürlükler mesajının yayılması ve ekonomiyle Devlet kurumlarının yeniden ele geçirilmesinden geçiyor. Laik Türkler ise, AB liderlerinin mevcut durumu anlamalarını ve Türk demokrasisinin İslam'a karşı korunmasını amaçlayan mahkemelere saygı göstermelerini istiyorlar.
Ayaan Hirsi Ali'ye göre, Türk demokrasisi Erdoğan'ın AK Partisi ile delindi. Mia Doornaert da, İslami siyasetin Türkiye'de daha fazla gelişmesinin iyi olmayacağını düşünüyor. Bunun Türkiye ve AB için kötü bir şey olacağını söylüyor. Bu iki kişinin ortak düşüncesi, İslam'ın Türkiye'de gedik açtığı yönünde. Onlara göre, Batılı bir uygarlıkta yer almak isteniyorsa, İslam kurtulunması gereken bir şey. Ancak "İslam" kelimesinin demokraside gedik açtığı yönünde algılanmaması gerekir. Öncelikle, İslam'ı kişisel gecikmeyle veya işbirliğinin yok olmasıyla bağlantılandırmak yerine, sosyal ve şahsi gelişme için zemin hazırlayacak demokrasinin bir varyantı olarak görmek gerekir. Avrupa'da demokrat Hristiyanlar olduğu gibi Türkiye'de de demokrat Müslümanlar var. Dini değerler sisteminden hareket ederek, muhafazakar değerlerle ekonomik liberalizmi bir araya getirmek istiyorlar. Ancak, bu iki demokrasi uzmanını okuduğum zaman, İslam'a dayalı değer sisteminin başarısız olması gerektiği kanaatine varıyorum. İslam demokrasisinin, kendisinden farklı, merkeziyetçi ve hiyerarşik olarak düzenlenmiş Hristiyan demokrasisinden daha çok olanak tanıdığını düşünüyorum. Üstelik, değerler sistemi demokrasiye temel oluşturamıyorsa, bu İslam kökenli adayların tamamı Flaman Hristiyan demokratları arasında ne arıyor? Ortak değerlerin, ailevi değerlerin, din özgürlüğünün veya muhafazakar değer ve normlarının savunulacağı ortak bir değer sistemi yok mudur?
"İslam" kelimesi bile, liberal düşünce ve "Aydınlık" düşünce savunucularında alarm zillerinin çalması için yeterli oluyor.
Böylece, demokrat Müslümanlarla yapıcı bir diyaloga girmek için kötümser ve İslam korkusu taşıyan bir ortam yaratıyorlar. Şayet Liberalizm için İnsan hakları önemliyse, insanlara en azından, başını örtme veya örtmeme ve istedikleri partiye oy verme konusunda özgür iradeleriyle hareket etme olanağı sağlanmalıdır.
Hirsi Ali gibi liberallerin sorunu, Müslümanları rasyonel açıdan yeterince gelişmiş bulmamalarından ve aydın elitin, Müslümanları uygarlık yolunda daha yüksek bir konuma getirmesi gerektiğini düşünmelerinden kaynaklanıyor. Gerekirse AB'nin desteğiyle. Bu durumda, Hırsi Ali'nin kişisel özgürlüklere inanmadığı anlamı ortaya çıkıyor. Hirsi Ali'ye göre, "yönlendirilebilir" Müslüman veya Türk, rasyonel kararlar alamaz, iyi olan parti için oy veremez ve bu yüzden aydın elitin onların yerine karar vermesi gerekir. Kendine bu kadar güvenen bir liberal için biraz fazla "korumacı" bir yaklaşım. Türkiye'de sorunun, demokrat Müslümanlar yahut laiklerde aranmaması gerekir, onların arasındaki ilişkide, kıskançlığın ve hoşgörüsüzlüğün olduğu yerde aranması gerekir... Bu sorun, AB çerçevesinde değişik görüşlere sahip kişilerin, ulusal ortak bazı anlaşmalara vardıkları geniş ve iyi düzenlenmiş sosyoekonomik ortamın olmamasından kaynaklanıyor.
FRANSA BASINI
LE POINT: "AVRUPA VE YENİÇERİLER"
PARİS, 10/05(BYE)--- Tirajı haftada 340 bin olan Le Point dergisinin 10 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Pierre Beylau imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:
Yeniçeriler aralıklı olarak Türk siyasi hayatında kılıçlarını çekiyor, Kemal Atatürk'ten miras kalan kutsal ilkeler adına şu günlerde İslamcı akımdan gelen bir adayın cumhurbaşkanı seçilmesini engellemeye çalışıyor. Generaller, Cumhuriyet'in kuruluş efsaneleri olan laiklik, modernlik ve milliyetçilikle tehdit ediyorlar. Avrupa Birliği, kendi içinde uygulanan demokrasi anlayışından epey uzak bu karışık ordu-politika gösterisini bazen şaşkınlıkla, bazen de bir hayli alaycılıkla takip ediyor. Orada burada ordunun siyasi alana müdahalesi karşısında şaşkın çığlıklar duyuyoruz. Olaylar aslında karışık ve çelişkili. AB'ye daha çok olumsuz yaklaşan Türk Ordusu buna karşılık "Avrupa idealleri" olduğunu iddia ediyor. En azından İslamcı rakiplerinden buna daha çok sahip. Kemalizm'in esin kaynağı Aydınlanma Dönemi, aydınlanmış despotluk ve Fransız devrimi olmuş ve Avrupa'da uzun süre siyasi hayatın temeli olan bir ulus devlet anlayışına bağlı kalınmıştır.
Aşırı dinciler, oldukça becerikli olan Erdoğan ve partisi AKP'nin ardına gizlenerek ilerliyor. "Hıristiyan-demokratlar" gibi, kendilerini Müslüman-demokrat" olarak adlandırıyorlar. Avrupa yanlısı olduklarını ifade ediyorlar. Ekonomi alanında, sıkı Kemalistlerden daha liberalciler. Bir yılanın temkinli yaklaşımıyla ilerleseler de amaçları gerçekten toplumu ve hükümet sistemini mümkün olduğu kadar İslamlaştırmak. Türk Devletinin Kemalist kalkanını yavaş yavaş çökertmenin, ibadet özgürlüğü adına laikliğin duvarında ufak gedikler açmanın, kalenin savunucusu ordunun geleneksel rolünü oynamasını engellemenin en iyi yolunun Avrupa Birliği'ne üyelik olduğunu anladılar. Bazı gözlemciler Erdoğan'ın bir "gizli takvimi" olduğunu ileri sürüyor: Atatürk'ün mirasını yok etme amacıyla Avrupa Birliğini kullanmak.
"Gizli takvim" belki de bir hayalden ibarettir. Hazırlanmış bir proje haline hiç gelmemiş olabilir. Ancak Erdoğan'ın stratejisi oldukça şeffaf: AB'yi vaatlerinin oyununda kullanmak. İslamcılar, "Kopenhag kriterlerini" (demokrasi, siyasi özgürlük, ibadet özgürlüğü, pazar ekonomisi, hukuk devleti) Kemalistlere karşı bir kitle imha silahı olarak kullanıyor.
Bu Osmanlı kumpasında Avrupa bocalıyor. Kimileri teoride Türkiye'nin adaylığına olumlu bakıyor ama... "çıkmaz ayın son çarşambasında". Diğerleri ise tamamen karşı çıkıyor. Zaten Ankara ile AB arasında müzakereler bir buz dağı hızıyla ilerliyor. Ve bu ritimle sorun siyasi zamandan çok, tarihi zaman içerisinde yer alıyor.
LE FIGARO: "SARKOZY HAYIR DEDİĞİNDE"
PARİS, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro gazetesinin 11 Mayıs 2007 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında yayımlanan Sinan Ülgen imzalı yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye'ye hayır... Seçim tartışmaları sırasında duyulan bu nakarat Fransız siyasetinin bir gerçeği olma yolunda. Zira Türkiye'nin Avrupa Birliğine katılım sürecini bozmak yeni cumhurbaşkanının önemli hedeflerinden biri gibi gözüküyor. Seçilmiş bir cumhurbaşkanının bir önceki dönem ile farkını ortaya koymak için görevine yeni politikalarıyla başlamak istemesinde şaşırılacak bir durum yok. Özellikle de bir önceki cumhurbaşkanının pek popüler olmadığı düşünüldüğünde. Ancak bu kopuş politikasının manevra alanları nelerdir?
Cumhurbaşkanının anayasal yetkilere sahip olduğu dış siyaset alanında, yeni cumhurbaşkanının manevra alanı teoride kalmıyor. O halde Türkiye için durum nedir? Türkiye'nin AB üyeliği konusunda açıklanan rota değişikliği ile asıl sorun, Fransa'nın kurucu üyesi olduğu bu hükümetler üstü oluşumun yapısından kaynaklanıyor.
Avrupa oluşumu, öncelikle siyasi uzlaşma ile ortak karar ve zorunluluklara kesin olarak uyulmasına dayanıyor. Elbette tüm tarihi boyunca Avrupa oluşumu büyük sorunlarla karşılaştı, ancak tüm bu sorunlar, bu iki temel prensip sayesinde aşılabildi.
Siyasi Avrupa, Avrupa demokrasilerinin bir özelliği olan uzlaşma kültürü sayesinde şekillenebildi. Ancak aynı zamanda ihlal edilemez ve şimdiye kadar da ihlal edilmemiş olan bir prensip sayesinde: Bir karar en üst siyasi mercide onaylanınca, Birlik ve üye devletler bu ortak karar ile birbirlerine bağlı kalır. Zaten ortak kararlara uyma isteği olmadan bir siyasi topluluktan nasıl söz edilebilir ki?
Türkiye ile müzakerelere başlama kararının 2004 yılında, Fransa dahil tüm üye devletlerin onayıyla alındığını unutmamak gerekir. Aralarında bir devlet bile buna karşı gelmiş olsaydı, müzakereler başlatılamazdı.
Hiçbiri bunu yapmadı. Üstelik Ankara'nın AB'ye bir gün üye olacağı konusu, Fransız Meclisinin onayladığı ortaklık antlaşması dahil çeşitli fırsatlarla teyit edilmişti. Fransa şimdi bu kararından dönmek istiyor. Böyle bir durumda, birliğin dayandığı "pacta sunt servanta" (yürürlüğe girmiş uluslararası antlaşmalara uyma zorunluluğu) prensibine zarar vermiş olur. Bu prensip bir kere ihlal edilince prensip olmaktan çıkıyor.
Eski bir İşçi Parti iktidarındaki hükümetin onayıyla karar alındı diye gelecekte birliğin bütçesi üzerine tartışmaları yeniden başlatmak isteyen bir İngiliz Hükümetine bu durumda ne denebilir? Veya kendi üyelik antlaşmasının bazı noktalarını yeniden görüşmek isteyen bir Polonya Hükümetine?
Aynı zamanda bu yaklaşımın, Türkiye konusunda olduğu kadar Avrupa oluşumunun temel ilkeleri konusunda Avrupa içerisinde kuşkusuz yaratacağı kırılmayı de hatırlatmak gerekir. Bu kırılma, Anayasa ve Avrupa'nın geleceği konusunda yapıcı bir tartışmanın yapılabilmesi için gerekli olan güven ve iyi niyet havasının aleyhine olacaktır.
Cumhurbaşkanı Sarkozy, Birlik içerisinde, Avrupa'yı içinde bulunduğu anayasa çıkmazından kurtarmaya yardım edecek bir siyasi lider olarak görüldü. Pragmatizmi ve Avrupa anlayışı sayesinde Avrupa'ya yeni bir soluk getirmesi bekleniyordu. Ancak bu siyasetçinin Türkiye'ye ilişkin politikasının şimdi siyasi Avrupa'nın temellerine ölümcül bir darbede bulunacağı anlaşılıyor.
AFP: "LAMASSOURE: GERÇEĞİ SÖYLEMENİN ZAMANI GELİYOR"
BERLİN, 12/05(AFP)(BYE)--- Avrupalı milletvekili Alain Lamassoure bugün yayımlanacak bir mülakatta, Türkiye'nin üyeliği hakkında Avrupalıların düşünceleri konusunda "gerçekleri söylemenin zamanının geleceğini" ve bunu "daha fazla geciktirmemenin" yararlı olduğunu belirtti.
Nicolas Sarkozy'nin yakını ve gelecekteki muhtemel Avrupa işlerinden sorumlu bakanı Lamassoure bugünkü Tagesspiegel gazetesinde, "Avrupa Birliği devletlerinin yarısından çoğunda kamuoyunun Türkiye'nin üyeliğini açık bir şekilde reddettiğini" ileri sürdü.
Lamassoure, "Ancak az sayıda siyasi yetkili bu düşünceyi açık bir şekilde itiraf etme cesaretine sahip. Bu sebeple gerçeği söylemek gerekli ve bunu geciktirmemek yararımıza" dedi.
Lamassoure, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olan Sarkozy'nin tavrını "değiştirmeyeceğini" kaydetti ve "Merkel'in şansölye seçilmeden önce Ankara'ya gidip tam üyelik yerine ayrıcalıklı ortaklık fikrinin uygun olduğunu savunma cesareti gösterdiğini" hatırlattı.
Bununla birlikte Lamassoure, haziran ayında bitecek olan AB dönem başkanlığı süresince, Türk sorunu konusunda Sarkozy'nin "Angela Merkel'i sıkıntıya sokmamaya özen göstereceği" teminatını verdi.
AFP: "ERDOĞAN SARKOZY'YE, TÜRKİYE'YE KARŞI OLAN DÜŞMANLIĞININ İLİŞKİLERİ ZEDELEYECEĞİNİ BELİRTTİ"
İSTANBUL, 15/05(AFP)(BYE)--- Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bugün yaptığı açıklamada, Fransa'nın yeni seçilen Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'yi, Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusundaki düşmanlığının, Türklerde Avrupa karşıtı duyguları besleyeceği ve ikili ilişkileri zedeleyeceği yönünde uyardı.
Uluslararası Basın Enstitüsünün (IPI) İstanbul'daki yıllık toplantısında Erdoğan "Sarkozy ön yargılarını aşmalı (...) AB bünyesinde medeniyetleri birleştirmek istiyorsak, AB'nin bir Hristiyan kulübü olmadığını söylüyorsak, o zaman Sarkozy fikirlerini yeniden gözden geçirmeli" dedi.
Sarkozy, Türk topraklarının çoğunun Asya'da bulunduğunu ve Birliğin sınırlarının fazla genişlemesinin birleşmiş siyasi Avrupa projesini imkansız hale getireceğini savunarak, Türkiye'nin AB üyeliğine kesin surette karşı çıkıyor.
Erdoğan "Halkımın AB hakkında bazı endişeleri var (...) Bir ülkenin olumsuz tavrı (Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusunda), bu ülkeye karşı (Türkiye'de) olumsuz bir tavra dönüşür" şeklinde konuştu.
Başbakan "Bu konuda yanlış anlaşılan bir mesaj Türklerin Fransa'ya karşı düşüncelerini değiştirecektir, dolayısıyla Sarkozy'nin bunu göz önüne alması gerek" dedi.
AFP: "NEGROPONTE, SARKOZY'İ TÜRKİYE KONUSUNDA AÇIK FİKİRLİ OLMAYA ÇAĞIRDI"
PARİS, 16/05(AFP)(BYE)--- Fransa Dışişleri Bakanlığının iki numaralı ismi John Negroponte bugün, Türkiye'nin AB'ye üyeliğine karşı olan yeni Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'i, konu hakkında "açık fikirli olmaya" çağırdı.
Diplomat, Fransız-Amerikan Vakfında yaptığı konuşmada, "Önümüzdeki haftalarda ve aylarda Fransız Hükümetinin konu hakkında açık fikirli davranacağını ve bu sorunu kendimizle ve ilgili diğer taraflarla tartışma olasılığını açık tutacağını ümit ediyoruz sadece" dedi.
Negroponte, Türkiye'nin üyeliğinden yana olan Amerika'nın tutumunun, "stratejik öneme sahip bu ülkeyi Avrupa kıtasına entegre etme" fikrini esas aldığını belirtti.
Fransız diplomat, "Sarkozy'nin zıt bir tutum benimsediğini biliyoruz, ama Paris kapıların tamamen kapanması durumunda Türkiye'de ve hatta bölgede bunun doğuracağı sonuçları düşünmek zorunda" yorumunu yaptı.
İSPANYA BASINI
EUROPA PRESS: "ERDOĞAN, TÜRK DEVLETİNİNİN LAİKLİĞİNİ SAVUNDU"
ANKARA, 16/05(BYE)--- İspanya'nın haber ajansı Europa Press'in 15 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Ildefonso Gonzalez imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında İstanbul çıkışlı bir haber yer almıştır. İnternetten sağlanan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk devletinin laikliğini savunduğunu ve 2002 yılından beri bu ülkeyi yöneten ılımlı İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) "dini bir parti olmadığını" vurguladı.
İstanbul'da dün sona eren Uluslararası Basın Enstitüsü'nün Genel Kurul Toplantısı'nda konuşan Erdoğan, "Ben, laik bir devleti savunma anlamında laikim" dedi. Ankara, İstanbul ve İzmir'de yapılan gösteriler hatırlatıldığında Başbakan şunları söyledi:
"Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir ve böyle de devam edecektir. Bu kurallar konusunda hiç kimse taviz veremez ve bu da tüm gösterilerin ortak mesajıdır... Dini siyasi amaçlarla kullanmanın karşısındayız. Bu anlamda laiklik de, siyasi kazanç elde etmek için istismar edilemez. Laikliği hep hayat tarzımızın bir garantisi olarak gördük" diye belirtti.
Ülkesinin AB üyelik sürecine de değinen Erdoğan, Türkiye'nin, "çatışmaların ve belirsizliklerin ağır bastığı değişken bir coğrafyada refah ve istikrarla" eşdeğer olduğu yorumunu yaptı ve aynı zamanda, İspanya'yla birlikte BM nezdinde Medeniyetler İttifakı girişimciliğini üstlendiğini hatırlattı.
--Hedef: AB'ye Girmek--
Başbakan, "Türkiye'nin AB üyeliği, 21. yüzyılın en büyük küresel barış projesidir" diyerek, AB'ye giden yolda iniş ve çıkışlar olmasına rağmen Türkiye'nin "tüm sorunların üstesinden gelebileceğini" vurguladı.
"Önemli olan Türkiye'nin bu kararlılığının Avrupa'da karşılık bulmasıdır. Medeniyetler arası ittifak kurulabilecekse Türkiye'nin AB içinde yerini alması şarttır" diyen Erdoğan, bunun için, Fransa Cumhurbaşkanı seçilen Nicolas Sarkozy'ye, Türkiye'nin AB üyeliğine olan düşmanlığını bir kenara bırakmasını tavsiye etti. Aksi durumda bunun Türkiye'deki Avrupa düşmanlığını beslemeye ve ikili ilişkilere zarar vermeye yarayabileceğini söyleyen Erdoğan, "Sayın Sarkozy, ön yargılarının üstesinden gelmeli. AB'de medeniyetleri birleştirmek istiyorsak ve 'AB bir Hristiyan kulübü değil' diyorsak, işte o zaman Sayın Sarkozy düşüncelerini gözden geçirmelidir" diye konuştu.
--301. Madde--
Erdoğan, Türk kimliğine hakareti üç yıl kadar hapisle cezalandıran TCK'nın tartışmalı 301. maddesini değiştirme ihtimali gibi, Türk gündeminin birçok sorununa da değinecek zaman buldu. 301. madde konusunda birçok sivil toplum kuruluşu ile görüşmelerde bulunduklarını belirten Erdoğan, "Makul bir teklif olursa, bunun üzerinde çalışabiliriz" dedi.
AB birçok kez, Türkiye'deki ifade özgürlüğünü ihlal ettiğini düşündüğü 301. maddenin değiştirilmesi konusunda Türk hükümeti ile görüşmelerde bulundu. Söz konusu madde, Nobel Edebiyat ödüllü Orhan Pamuk ile öldürülen Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink'i yargılamak için de uygulanmıştı.
Erdoğan, öte yandan, 22 Temmuz'da yapılacak erken genel seçimlerde, AKP'nin, mecliste mutlak çoğunluğu elde ettiği 2002 yılındakinden daha iyi bir sonuç alacağını söyledi. Zira ANAR araştırma şirketi tarafından yapılan ve basında yayımlanan bir kamuoyu araştırması, bu İslamcı partinin, beş yıl öncekinden dört puan fazla (yüzde 38,3) oy alacağını ortaya koydu.
KIBRIS RUM BASINI
HARAVGİ: "TÜRKİYE'NİN ÜYELİK SÜRECİ... ZOR AŞAMALARLA DOLU SÜREÇ"
LEFKOŞA, 14/05(BYE)--- AKEL yayın organı Haravgi gazetesinin 13 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Nikos Katsuridis (AKEL-Sol-Yeni Güçler Parlamento Sözcüsü) imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin uzun ve yavaş AB süreci, ülkenin yeni cumhurbaşkanının seçilmesi arifesinde yaratılan iç siyasi kriz nedeniyle bir kez daha zor aşamalardan geçiyor.
Seksen dört yıldır ülkeyi kontrol eden derin devlet, ordu ve diplomatik çevreler, üyelik süreci nedeniyle siyasi düşüncelerin değişmesi politikasına her yolla karşı çıkmaya çalışıyor. Zira böyle bir şey, ordunun siyasi ve ekonomik ayrıcalıklarının eksik olduğuna dair işaretler verebilir. Cumhurbaşkanlığı, ordunun ülkedeki siyasi nüfuzunun son kalelerinden birini teşkil ediyor ve bu yüzden şimdiki Başbakan Erdoğan'ın temsil ettiği yeni kurulu düzenle zıtlaşmak kaçınılmazdır.
Türkiye'deki gerilim, bir bakıma cumhurbaşkanının sahip olduğu yetkilerin önemli olmasından kaynaklanmaktadır. Cumhurbaşkanı; Genelkurmay Başkanı ve Anayasa Mahkemesi üyelerini atar, Meclisi lağvetme yetkisine sahiptir ve elbette ülkeyi yönetir.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri, özlü bir değişimi, belki de siyasi bir çevrenin sonunu işaret ediyor. İki gücün çatışması düğümlenmiş haldedir. Bu düğüm ya çözülecek ya kesilecek.
Ülkenin geleneksel kurulu düzeni, bugünkü hükümete karşı düşmanca davranmaktadır. Bu, kesinlikle İslamcı kimliğinden değil Erdoğan'ın Ankara'nın AB karşısındaki temel yükümlülüklerin yerine getirilmesi için gösterdiği gayretten kaynaklanmaktadır.
Erdoğan, bir yandan İslamcıların AB'ye üyelikle güvence altına alındığı ve askeri kurulu düzenden korunduğu yönünde değerlendirmede bulunuyor. Ayrıca, yeni Türk kapitalistlerin çıkarları, Türk Devleti ile yakın ilişkileri olan geleneksel sermayeye karşın daha çok AB ile bağlantılıdır.
Öte yandan ordu, üyelik sürecini Laik Türk Devletinin birliğine karşı bir süreç olarak algılarken, buna paralel olarak da siyasi ve ekonomik ayrıcalıklarını korumaya çalışıyor. İçteki bu krize ilişkin herhangi bir anormal durum, AB sürecindeki daha büyük zorlukları işaret edecek. Özellikle de sağcı Nicolas Sarkozy'nin Fransa'nın cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle bugünlerde üyelik sürecinin kolay bir dava olmayacağı görünüyor. Fransız Cumhurbaşkanının "Türkiye Avrupa'ya değil Asya'ya aittir" şeklindeki tezi de hesaba katılmaktadır.
Fransa Cumhurbaşkanının seçilmesiyle gerek iç gerekse de dış konularla ilgili özlü siyasi kararlar alınmasında sıkıntı olarak nitelendirilen bir geçiş dönemi kapanıyor. Fransa'daki siyasi sahnenin değişmesi, sadece kurumsal niteliğe sahip değildir. Fransız seçmenlerin yüksek düzeydeki katılımı, sahip oldukları ilgiyi ve siyasi gelişmelere verdiği önemi gösteriyor. Bu yüzden de hükümetin herhangi bir kararı vatandaşların temel endişelerini yansıtacak şekilde alınacaktır.
Elbette Türkiye'nin üyelik süreci Fransızlar için önemsiz bir konu değildir. Fransa'da Anayasa Anlaşması'nın reddinin esas nedenleri arasında önerilen kurumsal çağdaşlaşmayla Türkiye'yi de kapsayacak yeni bir genişleme olanağının verilmesiydi. Fransız vatandaşlar için Türkiye'nin üyeliğinin sahip olduğu ağırlığın ve Hükümet'e uygulanabilecek baskının kanıtı, görevinden ayrılmak üzere olan Fransız Cumhurbaşkanının Türkiye'nin üyeliği için referandum yapılması yönündeki taahhüdüdür.
Bu tepkilerin ışığı altında, Fransa'nın yanı sıra Almanya gibi kilit ülkeler, tam üyelik perspektifini değil de Türkiye ve AB arasındaki özel ilişki perspektifini üyelik öncesinde tartışma konusu yapıyorlar.
Elbette bu zorluklar, Türkiye'yi, daha az önemli ekonomik, siyasi ve jeostratejik bir müttefik haline getirmiyor. Türkiye ve AB arasındaki özgün ilişki, AB'nin, ülkenin düşük düzeydeki ekonomik kalkınmasından, Avrupa bütçesinde yol açacağı ekonomik yükten ve olası muhacir artışından vb. korkmasına bağlıdır.
Sarkozy'nin cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yaptığı açıklamalar, yeni Fransız Hükümetinin siyasi tutumunun Türkiye'nin Avrupai sürecini kolaylaştırmayacağını netleştirdi: "Türkiye'de 75 milyon kişi yaşıyor. Bu rakam, önümüzdeki 25 yıl içinde 100 milyona ulaşacak. Bu, Avrupalı olmayan büyük bir rakamdır. Avrupa'yı Avrupalı olmayanlarla mı kuracağız?"
Bunlara paralel olarak Türkiye'nin kurumların istikrarı gibi Kopenhag kriterlerini yerine getirmeme zafiyeti vardır. Siyasi gelişmelerle ilgili olarak fiilen kanıtlanan şey, TBMM'nin ordunun gölgesinden bağımsız hale gelmesi çabalarına rağmen geleneksel kurulu düzenin, Gül'ün cumhurbaşkanlığına seçilmesini önleyen Anayasa Mahkemesinin kararını etkileyerek siyasi uygulamalara tahrik edici şekilde müdahale etmesidir.
Öte yandan, komşunun üyelik sürecindeki AB içindeki ve dışındaki güçlü müttefikleri, özellikle de Angloamerikan ekseni, Türkiye'nin siyasi, jeostratejik ve ekonomik tercihine mümkün olan her şekilde destek veriyorlar. Bir yandan bölgedeki katı tutum yanlısı İslamcı rejimlere bu şekilde sert bir mesaj verirken diğer yandan bölgedeki müttefik olarak Afganistan ve Irak'taki savaş ve İran ile olan gerilim nedeniyle taahhütlerde bulunuyorlar.
Son yıllarda üyelik sürecinde kaydedilen ilerlemeye rağmen, en nitelikli adımlar hala atılmadı. Türkiye yükümlülüklerine yanıt vermeye; AB ise ülkede daha yoğun Avrupa karşıtı bir his yaratmaksızın Türkiye'yi hazmetmeye hazır ve bu konuda siyasi iradesi olduğuna dair adım atmadı. Türkiye'nin Avrupai süreci, Kıbrıs sorununa ilişkin katalizör çözüm olmasa da Müzakere Çerçevesi'nde, Ek Protokol'de ve Helsinki'deki Zirvenin sonuçlarında kaydedilen yükümlülükleri temelinde uygun ön koşulların yaratılması için bir teşvik olabilir.
Ülkenin içte normal bir durumda olması ve ılımlı çözümlerin hakim olması, Kıbrıs sorununun çözümlenmesi çabasına da hizmet ediyor.
YUNANİSTAN BASINI
NET TV: "FRANSA'DA SARKOZY'NİN ZAFERİ VE TÜRKİYE'DEKİ GELİŞMELER"
ATİNA, 10/05(BYE)--- NET TV'de Yannis Politis tarafından sunulan haftalık Proskinio (Perde önü) programında 7 Mayıs 2004 tarihinde, Fransa'da Nicolas Sarkozy'nin cumhurbaşkanı seçilmesinin Avrupa üzerindeki olası etkileri konusuna yer verilmiştir. Bu bağlamda, Sarkozy'nin seçim kampanyasında Türkiye'nin AB üyeliği aleyhinde konuşması öte yandan da Türkiye'deki siyasi kriz nedeniyle Türkiye'nin AB üyeliği konusu da ele alınmıştır. İçişleri Bakanı Prokopis Pavlopulos, PASOK milletvekili AB eski Komiseri Anna Diamantopulu, Komünist Partisi yayın organı Rizospastis gazetesinin Yayın Yönetmeni ve KKE siyasi bürosu üyesi Kutsumbas, Sinaspismos'un AB Parlamenteri Papadimulis, To Vima gazetesi yorumcularından Anny Podimata ve İmerisia gazetesinde siyasi konularda yorumlar yapan Yorgos Kapopulos'un katıldığı programın Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
POLİTİS: Fransa'da seçimleri Sayın Nicolas Sarkozy'nin kazanması ve Türkiye'deki son gelişmeler ülkemizde büyük bir dikkatle izleniyor. Çünkü tüm bunlar ülkemizin dış politikasını yakından etkiliyor. Sayın Pavlopulos, Sarkozy'nin açıkça Türkiye'nin AB üyeliği aleyhinde konuşması sizce Türkiye-AB ilişkilerini etkileyecek mi? Şekillenen bu ortamdan Yunanistan etkilenecek mi?
PAVLOPULOS: Sayın Sarkozy Türkiye konusunu farklı bir şekilde ele alabilirdi. "Türkiye elbette AB üyesi olabilir, ancak bu bir şartla olabilir. Türkiye'nin bir Avrupa ülkesi olması şarttır" demeliydi. Avrupalı bir Türkiye herkesin yararına olacak çünkü Türkiye bugünkü durumunda kalırsa...
POLİTİS: Her halükarda, Sarkozy çok açık konuştu ve Türkiye'yi Avrupa'da istemediğini söyledi. Hatta seçimleri kazanmasında Türkiye aleyhindeki tutumunun da rol oynadığı söyleniyor.
PAVLOPULOS: Sanmıyorum. Seçimleri kazanmasında başka faktörler rol oynadı. Başka konularda uygulamak istediği politikalar ve sosyalist partinin hataları da rol oynadı. Fransa şunu anlamalı, -bunu sadece bir Yunan vatandaşı olarak değil, bir Avrupalı olarak da söylüyorum- Avrupa'nın geniş bölgesinde yer alan ve Avrupa ilke ve değerlerine, insan haklarına ve medeniyetine saygı gösteren her ülkenin Avrupa'da yeri var. Avrupa'nın yararına olan budur. Şu anda Türkiye'de olanlar beni kaygılandırıyor, çünkü Türkiye şimdi bulunduğu yolda yürümeye devam ettikçe Avrupalıları, onlarla birlikte bizi de, AB müktesebatına yaklaştığı yönünde ikna etmekte ne yazık ki zorluk çekecek. Komşu ülkeler Avrupa'ya ne kadar olumlu şekilde yaklaşırsa, bu Avrupa için, hatta dünya için o kadar iyi olur. Bu olmazsa yani ülkeler demokrasi, Avrupa ilke ve değerleri yolunda yürümezlerse -çünkü demokrasiyi ve bu yöndeki ilke ve değerlere saygıyı ABD değil, sadece Avrupa sağlayabilir- bu gelişmeden hem Avrupa hem de dünya kaybedecek. Gelişmeler, Sayın Sarkozy'nin iktidara geçtikten sonra uygulayacağı politikaya bağlı.
POLİTİS: Sayın Diamantopulu, sizce Sayın Sarkozy'nin Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye'nin şarabına su katması olası mı?
DİAMANTOPULU: Sayın Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliğine dair net bir tez ve kapsamlı bir teori ileri sürdü. "Türkiye AB üyesi olursa o zaman Fas da AB üyesi olmak isteyecek, Afrika da Avrupa'ya mı girecek?" şeklinde iddialarda bulundu, şimdi bunları geri alması çok zor.
POLİTİS: Fakat "Avrupa'nın sınırları nerede bitiyor? Asya'da mı? Yoksa Japonya'ya kadar uzanıyor mu? Sınırlarının belirtilmesi gerekiyor" fikrinde olanlar var.
DİAMANTOPULU: Avrupa'nın sınırları nerede son buluyor konusu Avrupa'da yıllardır tartışılıyor. Bizler bu konuyu kendi çıkarlarımıza göre ele alıyoruz ve çıkarlarımız çerçevesinde yorumluyoruz, ancak Sayın Sarkozy'nin tezleri Avrupa'yı zor durumda bırakıyor, özellikle Türkiye'deki son gelişmeler dikkate alınırsa. Avrupa'nın Türkiye'ye "biz senin Avrupa'nın bir parçası olmanı istiyoruz, ancak demokrasi, hukuk devleti ve benzeri konularda bize uyum sağlamalısın" demesi başka, son zamanlarda yaşanan gelişmeler ve bu arada bilinen tezlerini dile getirerek Sarkozy'nin seçilmiş olması başkadır; her iki tarafın da içinde bulunduğu şartlar farklı. Türkiye'de zaten fırsat bekleyen askerlerin işine geliyor. Bu durum acaba Yunanistan'ı nasıl etkiler? Sayın Pavlopulos'un komşularımızın demokrat olmalarını istediğimize dair açıklamasına elbette katılıyorum, elbette dış politikalarını sınırlayacak komşular istiyoruz, ancak şimdi farklı bir stratejiye de ihtiyacımız olduğunu anlamalıyız. Şartlar değişti. Tabii, bizim sabit tezimizle ilgili çerçeve değişmiyor; Türkiye'ye yakın bir Avrupa, Avrupa'ya yakın bir Türkiye istiyoruz. Ancak şimdiye kadar AB, Türkiye'de adım adım ilerleyen bir dizi reformların yapılmasına yönelik bir araç oldu. Şimdi, Fransa'nın yeni tezler öne sürmesiyle AB'nin genişlemesine ilişkin yeni nitelikler ve şartlar oluştu. Fransa'nın tezi biliniyor, aynı şekilde bir tek vetonun süreci durdurmak için yeterli olduğu da biliniyor. Fransa bu kadar net bir şekilde Türkiye'ye "hayır" derse, AB genişlemesi aracı nasıl kullanılabilir?
Demek ki Nicolas Sarkozy'nin seçilmesi ciddi sorunlara yol açıyor.
POLİTİS: Yani, Sayın Sarkozy'nin seçilmesi sizi PASOK olarak kaygılandırıyor mu?
DİAMANTOPULU: Elbette. Birçok sorunlara yol açıyor.
(Programın devamında Fransa'daki seçimlere, sağın seçimleri neden kazandığına, solun seçimleri neden üçüncü kez kaybettiğine, Sosyalist partinin ve genelde Fransa'da solun durumu konuları ele alınmıştır)
POLİTİS: Gelelim yine bizi ilgilendiren konulara. Son gelişmeler bağlamında Yunanistan'ın dış politikası değişmeli mi? Sayın Podimata söz sizde.
PODİMATA: Yunanistan'ın dış politikasının değişmesinin gerekli olduğunu sanmıyorum. Ancak, yeni bir stratejinin aranmasının gerekli olduğuna inanıyorum. Hatta bana sorarsanız, bu strateji çoktan hazır olmalıydı. Sayın Sarkozy'ye gelince, Türkiye'nin AB üyeliği aleyhinde bu kadar kesin bir şekilde konuşması kaygı yaratmış olabilir, ancak bu tez Avrupa'da, Avrupa kamuoyunda zaten olan bir tezdir. En açık ifadeyle, Avrupalılar Türkiye'yi istemiyorlar. Yunan dış politikasının şu anda Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olan blok ile (Fransa ve Almanya) uyum sağlamakla kazanacağı herhangi bir şey yok. Bloktan söz ediyorum, çünkü artık güçlü bir müttefik sağlayan Merkel de, şimdi konuya ilişkin tezini belki de daha açık bir şekilde ifade etmeyi düşünür.
PAPADİMULİS: "Sarkozy net bir şekilde Türkiye'nin AB üyeliği aleyhinde olduğunu açıkladı" diyoruz, ancak aynı zamanda fırsatçı davrandığını da göz önünde tutalım; "Seçilirsem Türkiye ile müzakere bölümlerinin açılmaması için talimat vereceğim" de demedi.
PODİMATA: Bazı ülkeler, bunların arasında Yunanistan da, Avrupa'ya bazı şeyleri hatırlatmalı. Örneğin, Türkiye'nin AB üyeliği konusunda bazı ülkeler, Türkiye'nin AB üyeliğine aday olması, müzakerelerin başlaması kararlarının oybirliğiyle alınmış olduğunu hatırlatmalı. Çünkü istesek de istemesek de Avrupa değişiyor, yeni veriler ortaya çıkıyor, -çok vitesli Avrupa'dan söz ediliyor, siyasi birleşmesi söz konusu dahi olmuyor- bunu da kabul etmemiz gerekir. Yunanistan Avrupa'nın siyasi birleşmesinden yana olan ülkelere katılmakla yetinmemeli, siyasi birleşmenin gerçekleşmesi için de faal bir şekilde harekete geçmeli.
POLİTİS: Meslektaşım Kapopulos da henüz konuşmadı. Türkiye'de durum böyle iken sizce bir krizin "ihraç edilmesi" olasılığı var mı?
KAPOPULOS: Bu çok genel bir bakış açısı. Ben size şok etkisi yaratabilecek bir şey söylemek istiyorum. Genelde ordu, kurulu düzen Yunanistan'ın daima aleyhindedir diyoruz. Ancak, Yunanistan'ın NATO'ya geri dönmesini, hava koridorlarının açılmasını 1980'de Orgeneral Evren'in kabul ettiğini de hatırlatmam gerekiyor. Tam aksine Evren'den önce Ecevit buna şiddetle karşı çıkıyordu. Gerçekçi bir politika çerçevesinde ordunun ülke içinde ne yaptığı ile, ülke dışında ne yaptığı başka bir konudur. Şimdi, Fransa ile Türkiye konusuna gelince; Sayın Sarkozy Avrupa'nın temel konularını AB'deki iki temel ortağıyla, Almanya ve İngiltere ile görüşmek zorunda. Türkiye'nin AB üyeliğinin yeniden gözden geçirilmesinin söz konusu olup olmayacağı bu görüşmeler sonunda belli olacak. Sarkozy net bir şekilde Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkmış olabilir, ancak Chirac tarafından Fransız Anayasası'na konulan bir maddeye göre, herhangi bir ülkenin AB adaylığı Fransa'da referandumdan geçmeden kabul edilemez. Bu bağlamda Sarkozy, ben öyle düşünüyorum ancak referanduma gidilmesi şart diyebilir.
DİAMANTOPULU: Segolene Royal referandumdan söz etti.
PAVLOPULOS: Sarkozy referandumdan söz etmedi.
DİAMANTOPULU: Etti, fakat referandumun neden yapılamayacağını ifade etti.
KAPOPULOS: Avrupa ortak bir amaca, ortak hedeflere sahip olmazsa, AB genişlemesi yönünde ilerleyemez. Avrupalılar kazandıklarını kaybetmeyeceklerine, daha fazla demokrasiye ve refaha sahip olacaklarına inanmazlarsa genişleme olamaz. Almanya federalisttir. Avrupa'nın federasyon olmasını, etnik sınırların kaldırılmasını istiyor. Öte yandan Fransa federasyon istemiyor, etnik sınırların kaldırılmasının kesinlikle aleyhinde. Hem Fransa, hem de Almanya Avrupa'nın çekirdeğini oluşturuyor. İngiltere, Çek Cumhuriyeti, Estonya uyum sağlamazsa sorun değil, ancak Almanya ile Fransa arasında bir görüş birliği, ortak bir amaç yoksa olmaz.
(Bu noktada Avrupa'nın kurumsal ve siyasi birliği ele alındı, kurumların ve sosyal birliğin derinleştirilmesi gereği vurgulandı, devamında ise Balkan ülkeleri ve AB konusuna kısaca yer verildi)
DİAMANTOPULU: Avrupa'nın hem kurumsal açıdan hem de Balkan ülkeleri yönünde gelişmesi gerekli. Bu sürecin uzun olacağını biliyoruz ancak devam etmelidir. Türkiye'nin de bu süreç çerçevesinde anayasada çok önemli yedi değişiklik yaptığını unutmamalıyız.
PAVLOPULOS: Evet yapıldı ancak ne fark etti ki? Anayasa Mahkemesi seçimlere karıştı. Türkiye kendi sorumluluğuyla intihar etti.
DİAMANTOPULU: Haklısınız...
POLİTİS: Türkiye konusunu yeterince ele aldık. Biraz da iç konulara bakalım. Sayın İçişleri Bakanı, "Yunan ekonomisinin AB denetiminden çıktığını resmen açıklamaya hazırlanıyor, bir sağcının; Sarkozy'nin seçilmesi parti tabanında iyimserliğe yol açıyor, memnun olmalısınız.
(Bu noktada konuşma, iç konulara özellikle de ekonomi ve erken seçimlerle ilgili bir partiler arası tartışmaya dönüştü. Her iki partiyi sert bir şekilde eleştiren Kutsumbas, Türkiye'nin AB üyeliğinden de söz etti)
KUTSUMBAS: Daha önce tartışılan AB konusuna dair görüşümüzü dile getirmedim. Lütfen bir dakika verin ve bir açıklamada bulunayım: Bizler AB'nin aleyhinde, bu bağlamda da genişlemesinin de aleyhindeyiz. Türkiye'nin AB süreci ne Sarkozy'nin, ne de Segolene'in tutumuna bağlı bir konu değil. Bu oyunda başrolü ABD oynuyor. Türkiye'nin AB üyesi olmasıyla, Türk milletinin herhangi bir kazanım sağlamayacağını düşünüyoruz.
POLİTİS: Türkiye konusunu tekrar açmayalım lütfen, programın sonuna geldik.
PAPADİMULİS: Önemli olan Avrupa'nın siyasi birleşmesi, daha fazla sosyal devlete sahip olmaktır. Avrupa ancak bu şekilde ABD'ye karşı dengeler kurabilir.
DİAMANTOPULU: Söylemek kolay, fakat AB, sadece 15 üyesi varken dahi bunu başaramadı.
YUNANİSTAN RADYO-TV KURUMU: "KARAMANLİS'TEN ÇİFTE MESAJ"
ANKARA, 14/05(BYE)--- Yunanistan Radyo-TV Kurumunun (ERT) 14 Mayıs 2007 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:
Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis, Hırvatistan'da düzenlenen Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Süreci'nin 10. Zirve Toplantısından sonra Üsküp'e, Yunanistan'ın isim konusunda iyi niyetini tükettiği mesajını gönderdi.
Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya'nın, Avrupa ailesine yaklaşması için isim konusunda tutumunu verimli kılması gerektiğini ifade eden Karamanlis, Yunanistan'ın iyi niyet gösterdiğini ve şimdi sıranın karşı tarafta olduğunu kaydetti.
Ankara'ya da mesaj gönderen Karamanlis, Atina'nın Türkiye'nin Avrupa perspektifinden yana olmaya devam ettiğini söyledi ve ülkede demokrasiyi sadece siyasi güçlerin garanti edebileceğini vurguladı. İşleyen demokrasinin AB için temel kriter olduğunu ifade eden Karamanlis, başka güçler tarafından etki altına alınamaz olan demokrasiyi, Türk Hükümetinin ve diğer demokratik güçlerin güvence altına alacaklarını ve koruyacaklarını kaydetti.
Kosova ile ilgili kritik sorun, Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Süreci toplantısının odağında yer aldı. Yunanistan Başbakanı konuşmasında iyimser görünerek, uzlaşıcı bir çözüm bulunması için hala zaman olduğunu ve herhalükarda sorunun çözümü için BM kararı gerektiğini belirtti.
ELEFTHEROS TİPOS: "YUNAN DİPLOMASİSİNİN STRATEJİSİ"
ATİNA, 14/05(BYE)--- Eleftheros Tipos gazetesinin 13 Mayıs 2007 tarihli pazar sayısında, Manolis Kottakis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:
--Karamanlis'in Rice'ın Elinden Çatalın Düşmesine Neden Olan Analizi ve
Türk Kurulu Düzeninin Bahaneleri--
Komşumuz Türkiye'deki gelişmeler Başbakan Kostas Karamanlis'in ilgisini çekiyor, çünkü Erdoğan Hükümeti Ankara'nın kurulu düzeniyle açık bir sürtüşmeye giriyor. Başbakanlığı şu sorular uğraştırıyor:
1. Krizin daha da tırmandırılması durumunda Ege'ye "ihraç edilmesi" olası mı?
2. Türkiye'nin Avrupa üyeliğini destekleme stratejisi yeniden gözden geçirilmeli mi, geçirilmemeli mi?
Türk-Yunan ilişkileri hakkında derin bilgiye sahip olan Karamanlis'in yakın çevresindeki yetkililer, Türk kurulu düzeninin ülke içinde aşılması güç olan sorunlarla kaşı karşıya geldiğinde Ege'ye kolayca kriz ihraç ettiğine dair analizleri yüzeysel sayıyor. "Türkiye bu tür durumlarda gerginlik yaratıyor, kriz yaratmıyor" deniliyor ve bu değerlendirme şu nedenlere bağlanıyor:
--İddialar--
"Generaller güçlü konumda oldukları zaman kriz yaratıyorlar. Bugün güçlü konumda değiller. Gerek Avrupa Birliği gerekse ABD ya açıkça ya da üstü kapalı olarak Erdoğan'ın lehinde. Bu bağlamda, güçlü sayılamazlar" deniliyor.
Bazılarının öne sürdüğü, Başbakan Karamanlis tarafından uygulanan politikanın temelini oluşturan stratejinin şimdi çökmekte olduğu argümanı hususunda ise, Başbakan'ın yakın çevresindeki yetkililere göre, şu anda herhangi bir değişikliğin yapılması için sebep yoktur:
"Biz Türkiye'nin AB'ye tam üye olmaması olasılığını kesin saymamalıyız, stratejimizi değiştirmekte de herhangi bir çıkarımız yok. Bunun yapılmasının gerekli görülmesi durumunda ise, elbette bunu çıkıp söylemeyeceğiz" şeklinde konuşuyorlar. Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından dile getirilen tezler konusunda da, "Cumhurbaşkanı adayı olarak ne dediği önemli değil. Biz, Cumhurbaşkanı olarak neler diyeceğini duymak istiyoruz" diyorlar.
Her halükarda, sonunda bir "özel imtiyazlı ilişkiye" gidilmesi amacıyla da olsa, bütün Avrupa hükümetleri AB-Türkiye üyelik müzakerelerinin devam etmesini istedikleri için hükümet 2004 yılından bu yana elde etmiş olduğu kazanımları güvence altına almasını mümkün kılacak bir taktik üzerinde çalışıyor.
Yetkililer, "Bütün Türk-Yunan sorunları üyelik müzakereleri sırasında Avrupa-Türkiye sorunlarına dönüştürüldü, bu da başta AB-Türkiye ortaklık belgesi olmak üzere tüm resmi metinlerde kaydedilmiş bulunuyor. Stratejimiz değişmemeli, ancak bazı şeyler olumlu yönde gelişmezse ve Türkiye'nin tam üyeliği yerine bir AB-Türkiye özel ilişkisine gidilirse elde ettiğimiz kazanımları kaybetmememizi sağlayacak şekilde şekillendirilmeli" diyorlar.
--Kaygı--
Şu anda Erdoğan'ın seçmenler tarafından güçlendirildiği belirtileri olmasına rağmen, -kamuoyu yoklamaları oyların minimum yüzde 30'unu ve maksimum yüzde 41'ini kazanacağını gösteriyor- Hükümet, Erdoğan ile kurulu düzen arasındaki sürtüşmenin gidişatını dikkatle izliyor.
Hükümette şu anda hakim değerlendirmeye göre, generaller, yargıçlar, diplomatlar ve gizli istihbarat teşkilatları arasında kurulan ittifak, Erdoğan'ın siyasi ortama tamamen hakim olmasını engellemek için "türbanı" ve Kürt konusunu kullanıyor.
Güvenilir diplomatik kaynaklarca yapılan açıklamalara göre, "derin devlet", toplumu korkutmak için, AB'nin Kürt azınlığı tanıyacağı yolunda propaganda yapıyor; Erdoğan'ı vurmak için İslam'ı kullanarak felaket tellallığı yapıyor. Ancak, Karamanlis'in elindeki tüm gizli raporlara göre, kurulu düzen, Türkiye'nin Avrupa üyeliğinin ilerlemesi durumunda "imtiyazlarını ve etkisini kaybedeceğinden korkuyor."
Aynı yetkililerin şu anda öne sürdüğü iddialara göre, "şu anda krizin aşılması olası görülmüyor, çünkü Anayasa Mahkemesi 'derin devletin' kontrolü altında."
--Olanak--
Anayasa Mahkemesi, genel seçimlerden sonra oluşacak ve cumhurbaşkanını seçmeye davet edilecek TBMM'yi yasa dışı ilan edebilir, hatta cumhurbaşkanının doğrudan seçilmesi yönünde yapılan Anayasa değişikliğini oylayan Meclis üyeleriyle ilgili itirazlar dile getirebilir.
Her halükarda, komşu ülkede olanların tarihi bir acayiplik oluşturduğu tekrarlanıyor: "İslamcılar Avrupa'ya yönelerek reformları destekliyorlar ve sözde ülkenin gelişmesini destekleyen Kemalistler, Atatürk'ün mirasını bir kenara bırakarak ülkenin Avrupa yolunu sabote ediyorlar. Daha fazla muhafazakar ve gerici güçler gibi davranıyorlar, 1923 yılından bu yana Türkiye'de hakim kimlik krizini sürdürüyorlar."
Bu tarihi acayipliği, yani İslamcıların reformları desteklemelerini, öte yandan da Kemalistlerin buna karşı çıkmalarını, 2004 yılının Mayıs ayında Başbakan Sayın Karamanlis Beyaz Saray'daki yemek sırasında Başkan Bush'a analiz etmişti.
Söz konusu yemekte yanında oturan Rusopulos ve Petros Molivyatis, o dönemde Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Condoleeza Rice'ın bu analizi duyunca "çatalının elinden düştüğünü" hatırlıyorlar. Üç yıl sonra, Yunan Başbakanı'nın analizi doğrulanıyor...
ELEFTHEROTİPİA: "YUNANİSTAN, SARKOZY'NİN TÜRKİYE KONUSUNDA İZLEDİĞİ YENİ POLİTİKANIN KARŞISINDA"
ATİNA, 14/05(BYE)--- Tirajı günde 60.428 olan Eleftherotipia gazetesinin 14 Mayıs 2007 sayısında, Kira Adam imzasıyla ve yukarıdaki başlıkla yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Nicolas Sarkozy'nin Fransa'da Cumhurbaşkanlığa seçilmesinin, çok kısa sürede Avrupa'nın genişleme politikasını, Türkiye'nin AB üyeliğini ve Atina ile Lefkoşa'nın Ankara'ya karşı tutumunu etkilemesi bekleniyor. Bu konu ilk başta üye adayı olan Türkiye'yi ilgilendiriyor.
Sarkozy hiçbir zaman, Türkiye'nin AB'de yeri olmadığı düşüncesine sahip olduğunu gizlemedi. Aksine, "AB'nin sınırlarının Irak ve İran'a kadar uzanmadığını" söyleyerek, bu fikri seçim öncesi propagandasının güçlü kartlarından biri olarak kullandı.
Bu gerçeği, Sarkozy'nin Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesinden iki gün sonra, en yakın iş arkadaşlarından biri, Avrupa konularını çok iyi bilen ve Avrupa konuları sorumlusu olmasına kesin gözüyle bakılan Alen Lamasour de doğruladı.
Lamasour, yaptığı açıklamalarda, Paris'in önümüzdeki aylarda, Avrupa Birliği'nin dış sınırlarının belirlenmesi ve Türkiye'nin AB müzakerelerinin "yönünün yeniden belirlenmesi" konularında baskı uygulayacağını ifade etti.
Fransız siyasetçi, "Avrupalı liderler, geçen yıllar boyunca Türkiye'ye yalan söyledi, Fransa da bunun bir son bulması gerektiğine inanıyor. Bunu Türklere söyleme cesaretini ne kadar erken bulursak, o kadar iyi olur" dedi ve Paris'in, üyelik müzakereleri prosedürünün tümüyle yeniden belirlenmesini isteyeceğini ve Türkiye'nin tam üyeliği dışında başka açık kapılar bırakacağını ekledi.
Paris'in, durumu "zorlamaya" kararlı olmadığı görünüyor ve muhtemelen, görevinin bitiminden önce, AB dönem başkanı Almanya'ya, Türkiye'nin üyeliği konusundaki müzakere bölümlerini başlatmasına karşı çıkmayacak. Buna rağmen, Almanya Başbakanı Merkel, Ankara'yla daha sıkı ilişkiler içine girme sözü verdi, ancak Almanya'nın Ankara ile "özel imtiyazlı" ilişkiyle ilgili tezi konusunda sabit olduğunu hatırlattı.
Türkiye'nin Avrupa'daki geleceği konusu, önümüzdeki günlerde gerçekleşmesi beklenen Merkel-Sarkozy arasındaki ilk görüşmenin asıl konularından biri olacak.
Dolayısıyla, Türkiye'nin zaten zayıflamış olan Türkiye-AB ekseni önemli derecede değişirken, tüm bakışlar Yunan hükümetine ve bu "çarpıtmaya" ne şekilde karşılık vermeyi düşündüğü konusuna yöneliyor.
Atina şimdiye kadar, Türkiye'nin, sorumluluklarını yerine getirdiği takdirde, AB üyeliğini desteklediğini tekrarlayarak "aynı tonda kalmaya devam ediyor."
Dışa doğru sergilediği bu değişmeyen tutum, muhtemelen, Türkiye'nin AB ilişkilerinde alternatif bir plan yapılması konusunda şimdiden fikir ve düşünce belirtme konusundaki zayıflığını ve kararsızlığını yansıtıyor.
Şu bir gerçek ki, böyle bir şeye teşebbüs etmek, zaman konusunda rahatlık, konunun dikkatli bir şekilde incelenmesi ve özellikle, seçimleri kazanacak partinin rahat bir seçim çoğunluğuna sahip olmasını gerektirmektedir.
Atina, bu ülkelerin AB içinde, diğer ülkelerden özerk bir tutum benimsemeleri durumunda kesinlikle onları izlemek istediğinden, Türkiye konusunda, AB'yi oluşturan "çekirdek ülkelerle" karşı karşıya gelemez. Diğer yandan ise, Yunanistan'ın Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyeceği konusunda sabit "yükümlülüğü" yürürlüktedir.
İkinci ve daha esaslı bir engel daha var: Yunanistan'ın Türkiye'nin AB üyeliğini desteklemeye yönelik "zorunlu" yükümlülüğüne, (AB'nin Kıbrıs'ın siyasi sorunu çözümlenmeden önce adanın AB'ye tam üye olmasını kabul etmesinden sonra) siyasi düzeyde yedi yıldan bu yana basitleştirici aynı zamanda da rahatlatıcı bir boyut kazandırıldı. Bu görüşe göre, Türkiye AB üyesi olmadan önce AB müktesebatına uyum sağlamalı, bu bağlamda da kendisinin yaratmış olduğu sorunları çözümlemeli.
"Zaman çizelgesi" olmasa da, bunlardan hiçbiri gerçekleşmedi ve yeni Avrupa-Türk ilişkileri çerçevesinde de gerçekleşeceği şüphelidir.
Kısaca Atina, muhtemelen iki önemli ve zor müzakere cephesiyle karşı karşıya olacak. İlk olarak, "Avrupa duvarları içinde", Avrupa-Türk ilişkileri için oluşturulacak "yeni bir çerçeveye" onay vermek için, tekrardan Yunan şartları koşma girişiminde bulunacak. İkincisi de, Atina gerçekten Ankara'yı AB sürecinde desteklemeye niyetliyse, Türkiye'den ciddi ve elle tutulur karşılıklar bekleyecek olmasıdır.
Tabii ki, bütün bunlarda konunun merkezinde bulunan Lefkoşa'nın da fikri önemli ağırlığa sahip olacak.
APOYEVMATİNİ: "TÜRK LOBİSİNİN ASIL DESTEKÇİSİ GEORGE BUSH"
ATİNA, 14/05(BYE)--- Tirajı günde 13.949 olan Apoyevmatini gazetesinin 12 Mayıs 2007 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında ve Yorgos Tzogopulos'un Amerikan Konresinde ilk Yunan asıllı Milletvekili John Bradimas'la yaptığı mülakatın Türkiye ile ilgili bölümü şöyledir:
Yunanistan için Amerikan siyasi sürecinde ulusal çıkarlarımızı savunacak birisinin olması çok önemlidir. John Bradimas, ülkemizi ABD'de aktif şekilde destekleyen Amerikalı politikacılar arasında yer alıyor. Örneğin, 1974'te Kıbrıs'ı işgal etmesinden sonra Türkiye'ye Amerikan silahlarının satışında ambargo konması için Bradimas'ın oynadığı rol belirleyici olmuştur. John Bradimas, ABD Kongresinde ilk Yunan asıllı milletvekiliydi. 1959'dan 1981'e kadar görev yaptı ve Demokrattır. Siyasetten ayrıldıktan sonra New York Üniversitesinin Başkanı oldu ve bu görevini 1992 yılına kadar sürdürdü. Bugün aynı üniversitenin onursal başkanıdır. Verdiği mülakatta, Yunan tarihinin 1967 ve 1974 gibi dönüm noktasını oluşturan konularda Kongre milletvekili olarak faaliyetlerini analiz ediyor. Ayrıca ABD'deki Yunan ve Türk nüfuz grupları için konuşuyor ve son gelişmeler ışığında komşu ülkeyi ve AB beklentisini yorumluyor. Aynı zamanda George Bush'a karşı cephe alıyor ve Türk-Yunan ilişkileri üzerindeki ABD politikasının, Başkanın Cumhuriyetçi mi yoksa Demokrat mı olacağına bağlı olduğunu belirtiyor. Son olarak, Atlantik ötesi ilişkilerin gelecek sürecini çiziyor ve 2008 yılı Başkanlık seçimleri için kendi tahminleri veriyor.
TZOGOPULOS: 1967 yılındaki Albaylar hareketi karşısındaki tutumunuz neydi?
BRADİMAS: Tabii ki buna karşıydım. Yunanistan'ın NATO'nun bir üye-devleti olmasından ve özgürlük ve demokrasiyi temsil ettiği andan itibaren, ABD'nin bu değerlere inanmayan albaylara destek vermemesi gerektiğine inanıyordum. O zamanlar hem Yunanistan'ı hem de Washington'daki Yunanistan Büyükelçiliğini ziyaret etmeme karı almıştım.
TZOGOPULOS: 1974'te Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'in tutumundan siz kendinizi ayrı tutuyor musunuz?
BRADİMAS: Elbette ki. Amerikan hukukuna göre, ABD tarafından yardım olarak verilen silahların yalnızca savunma amaçlı kullanılması gerekliydi. Türkiye bu silahları Kıbrıs'a saldırmak için kullandı.
Böylece, Türkiye'ye ambargo konulması gerekiyordu. Bunu da o dönemde meslektaşlarımla birlikte Henry Kissinger'e hatırlatmıştık.
ABD yasama organının yasayı uygulamayı reddetmesiyle biz de Kongrede Türkiye'ye yapılan askeri yardımın durdurulması için faaliyete geçtik. Ancak birkaç yıl sonra, buna karşı olmama rağmen ambargo kaldırıldı.
TZOGOPULOS: ABD'deki Yunan lobisi için görüşünüz nedir?
BRADİMAS: ABD'deki Yunan lobisinin dinamiği, yasa hükmü temelinde ilerlediğinden dolayı çok büyüktür. 1974'te Amerikan Kongresinin 535 üyesinden yalnızca beşi Yunan asıllıydı. Bunun neticesinde, birisinin yalnızca aslımızı ortaya sürerek büyük bir nüfuz uygulayabileceğimizi iddia etmesi aşırılık olacaktı. Ancak bizim uluslararası hukukun uygulanmasıyla ilgilenmemiz, bize gereken gücü veriyordu.
TZOGOPULOS: Türk lobisinin varlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
BRADİMAS: ABD'de Türk lobisinin en büyük destekçisi George Bush'un kendisi olduğu görünüyor. Bu da şöyle ortaya çıkmaktadır: Geçen yıl Türkiye Başbakanı'nın ABD ziyaretinde Amerikan Başkanı, Kıbrıs sorununun çözümü ve de Ekümenik Patrikhane'yle ilgili olarak Ankara'nın tavırlarına hiç değinmeden, Türkiye'nin AB üyeliğinden yana olduğunu söylemiştir.
TZOGOPULOS: Türkiye'deki son gelişmeler yeni bir sorun oluşturmuyor mu?
BRADİMAS: AB'nin demokrasinin başarılı olduğu bir organ olduğu gerçeğinden hareketle, demokratik usullerle seçilmiş liderlerin aleyhinde askerlerin egemen olduğu bir ülkeyi bünyesine kabul etmesi çok zordur.
TZOGOPULOS: Şubat ayında Türkiye'nin ilk kez Bozbaba'nın askerden arındırılmış bölge olduğu konusunu ortaya atmasıyla NATO'nun tatbikatı iptal oldu. Bu gibi konularda Amerika'nın tutumu hususunda yorumunuz nedir?
BRADİMAS: ABD, Kuzey Atlantik Paktı çerçevesi içinde önemli rol oynayabilir. Ancak George Bush Başkan olduğu sürece, hukuk kurallarına bağlı kalmadıklarından dolayı, faaliyete geçmeleri mümkün değil.
Genel olarak, Türk-Yunan ilişkilerinin gelecekteki sürecine ilişkin ABD'nin rolü, başkanlık seçimlerinin sonucuna bağlıdır.
Cumhuriyetçi Başkanlar, özellikle Türkiye'yle askeri işbirliğini güvence altına almaya yöneldiğinden, hukuki ve ahlaki konular üzerine odaklanmamaktadırlar. İşte bu noktada biz Demokratlar karşı çıkıyoruz.
--Türkiye Kıbrıs'tan Uzaklaşmalı--
TZOGOPULOS: Türkiye'nin AB yönelimine ilişkin görüşünüz nedir?
BRADİMAS: Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusu siyasi bir konudur. Bu ülkenin Kopenhag kriterlerini yerine getirmesi ön şartıyla Avrupa yönelimini destekliyorum.
AB üyesi bir ülkenin topraklarının bir bölümünü elinde bulunduran bir ülkenin üye olmak istemesi ebette mantıklı değildir.
Türkiye Kıbrıs'ı tanımalı ve askerini adadan çekmelidir. Geçtiğimiz şubat ayında Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'e sorduğum soruyla bu konuya değindiğimde, kendisi Annan Planı ve kaybedilen fırsattan söz etti. Bununla birlikte, Kıbrıs Rumlarının, bu planı, Ankara'nın lehinde olduğu için kabul etmediklerini belirtmem gerekir. Referandumun olduğu andan itibaren demokratik süreç takip edildiğine göre, bu da, Annan Planı'nı destekleyenlerinin kaybettiği anlamına gelmektedir.
Bunun neticesinde, planı destekleyenlerin sonucu kabul edip itiraz etmemeleri gerekir.
KATHİMERİNİ: "UYANMA ZAMANI GELDİ"
ATİNA, 15/05(BYE)--- Tirajı Pazar günleri 186 bin 310 olan Kathimerini gazetesinin 13 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Kostas Yordanidis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Fransa yeni Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin Ankara'nın Avrupa perspektifine ilişkin tezleri, hem Atina'da hem bu Müslüman ülkenin Avrupa Birliği bünyesine katılmasını candan destekleyen diğer AB başkentlerinde kararsızlık yaratıyor, fakat kısa zamanda bir gelişme kaydedilmeyeceği biliniyor.
Her şeyden önce, şu anda herkes Türkiye'deki iç gelişmelerin gidişatını ve İslamcı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile ülkenin geleneksel kurulu düzeni arasındaki çarpışmanın nasıl sonuçlanacağını görmeyi bekliyor.
Bu nedenle 22 Temmuz'da Türkiye'de yapılacak genel seçimlere kadar AB liderlerinin hiçbiri büyük bir müdahalede bulunmaya teşebbüs etmeyecek. Bunun bir belirtisi Haziran ayı başlarında yapılması planlanan AB-Türkiye Ortaklık Konseyi'nin iptali oldu.
Türkiye konusu resmen AB Komisyonu'nun gelecek Ekim ayı sonunda açıklanacak olan ülkenin ilerleme raporuyla gündeme gelecek. O döneme kadar belki bir gayri resmi toplantı sırasında da ele alınır. Bu bağlamda, yeni verileri göz önünde tutacak yeni bir Yunan politikasının şekillenmesi için yeterli zaman var.
Uygulamada, Türkiye'ye yönelik Avrupa politikasının yeniden gözden geçirilmesi çok zor, hatta imkansız, çünkü yoğun tepki gösterecek olan ülkeler var. Sarkozy'nin önerdiği ve Almanya Başbakanı Angela Merkel'in sıcak bir şekilde desteklediği Ankara'nın Avrupa Birliği ile özel ilişkisi sadece Türkiye'nin de -kendi nedenlerinden dolayı- bu tezi benimsemesi durumunda mümkün olabilir. Yunan hükümeti buna iyi gözle bakmıyor çünkü özel ilişki çerçevesinde Ankara iyi komşu olmasını sağlayacak olan uyum yönünde ilerleme kaydetmeden AB'den sağladığı tüm kazanımları elde edecek. Bu az-çok Kıbrıs Cumhuriyeti için de geçerlidir.
Bu bağlamda Sarkozy'nin bu aşamada yapacağı, Ankara'nın Avrupa yönelimini zora sürmek için üyelik müzakerelerine ilişkin yeni bölümlerin açılmasını engellemektir. Açılan ve başarıyla sonuçlanması üzerine kapanan tek bölümün "Arama ve Teknoloji" bölümünün olduğunu altı çizilmelidir. "Çalışma grupları" çerçevesinde görüşülmekte olan dört bölüm var fakat işlemlerin ilerlemesine artık şüpheyle bakılıyor.
Sarkozy'nin Avrupa siyasi sahnesine çıkması ilk aşamada Türkiye'nin Avrupa'nın bünyesine katılımına ilişkin sürecin hızını kaybetmesine, hatta belki de bir duraklama aşamasına girmesine yol açıyor. Bu gelişme, Türk-Yunan sorunlarının AB tarafından çözümleneceğine bu kadar büyük bir kolaylıkla inanan Yunan siyasi liderliğinin uyanmasını gerekli kılıyor.
APOYEVMATİNİ: "HEİNZ FİSCHER: TÜRKİYE'DEKİ SİYASİ KRİZE DEMOKRATİK ÇÖZÜM"
ATİNA, 15/05(BYE)--- Tirajı günde 13 bin olan Apoyevmatini gazetesinin 15 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Dimitris Gatsios imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Avusturya Cumhurbaşkanı Heinz Fischer, Türkiye'deki derin devlete mesaj gönderdi. Fischer, Yunanistan'a yaptığı resmi ziyaret çerçevesinde, Türkiye'deki krizin demokratik yöntemlerle çözümlenmesini istedi ve bunun Avrupa ailesi için belirleyici önem taşıdığını vurguladı.
Dün Atina'da bulunan Fischer, Yunan Cumhurbaşkanı Papulias, Meclis Başkanı Anna Benaki-Psarouda ve Başbakan Kostas Karamanlis ile görüştü. Görüşmeler sonrasında, Türkiye'deki durum, Balkanlar ve AB'nin geleceği konuları konuşuldu.
Fischer, Türkiye'nin AB sürecinin uzun süreceğini şu sözlerle belirtti: "Türkiye'nin, AB'nin koştuğu ekonomik ve siyasi şartları ne derece yerine getirdiğinin belirlenmesi gerekiyor. Sonunda AB ile farklı bir şekilde birleşme olup olmayacağını önceden tahmin etmek de çok zor. Şimdilik, bütün AB ülkeleri gibi bu prosedürü destekliyoruz."
Yunanistan Cumhurbaşkanı da Türkiye'ye gönderdiği mesajda, "Yunanistan'ın Türkiye'nin AB üyeliğini desteklediğini" ifade ederek, "Ancak bu ülkenin, koşulan bütün şartları eksiksiz yerine getirmesi gerekir. Komşu ülkedeki gelişmeleri dikkatle takip ediyoruz ve şu anda hakim olan siyasi ve kurumsal koşullar için demokratik bir çıkış yolu bulunmasını umut ediyoruz" dedi.
Papulias konuşması sırasında Kıbrıs konusuna da özel olarak değindi ve Yunanistan'ın, Kıbrıs'ın birleşmesi için, her iki taraftan da kabul edilecek ve halk oylamasıyla onaylanacak yaşamsal bir çözüm bulunmasından yana olduğunu belirterek, "Kıbrıs sorunu, AB için, uluslararası hukuk ve insan hakları konusudur. Bir Avrupa başkentini ayıran duvarın artık yıkılması gerekiyor" ifadelerini kullandı.
ABD BASINI
AP: "RICE: TÜRKİYE AVRUPA'YA YAKINLAŞIYOR"
WASHINGTON, 10/05(AP)(BYE)--- ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice bugün, Türkiye'nin seçilmiş hükümetinin ülkeyi Avrupa'ya yakınlaştırdığını söyledi.
Rice bir Senato oturumunda milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmada, ABD'nin Türkiye'deki demokrasiyi desteklediğini söyledi ve Türkiye'nin Irak'ın yeni hükümetine destek verdiğini ve son yıllarda Avrupa ile kucaklaşmak yolunda aktif olarak ilerlediğini belirtti.
Dışişleri Bakanı Rice, "Son birkaç yıldır Türkiye ile ilişkiler iyiydi" dedi.
Türkiye AB'ye katılmak arzusunda. Ekim 2005'te üyelik müzakerelerine başladı, ancak AB, Türkiye'nin AB üyesi Kıbrıs'ı tanımayı reddetmesiyle dolayısıyla müzakerelerin bazı bölümlerini askıya aldı.
Müzakerelerdeki yavaşlama, AB'nin, Türkiye'nin siyasi reformlara bağlılığının son yıllarda azalması ve demokrasiye bağlılığına da gölge düştüğü görüşünden kaynaklanıyor.
THE WASHINGTON TIMES: "SARKOZY TÜRKİYE'NİN AB HEDEFİNİ ZORLAŞTIRIYOR"
WASHINGTON, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 110 bin olan The Washington Post gazetesinin 11 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Andrew Borowiec imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Lefkoşa çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Türk analizciler, Nicolas Sarkozy'nin Fransa Cumhurbaşkanı seçilmesinin, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğini muhtemelen her zamankinden daha da zorlaştıracağını belirtiyorlar.
Bir analizci, Sarkozy'nin 27 üyeli Birliğe Türkiye'nin üye olmasına kesinlikle karşı çıkmasının, "Türkiye-AB ilişkilerinde tabuta son çiviyi çaktığını" belirtiyor.
Tanınmış bir liberal yorumcu olan Mehmet Ali Birand, "Bu Türkiye için kötü bir durum" diyor.
Sarkozy seçim kampanyası sırasında Türkiye'nin bir Avrupa ülkesi olmadığını ve üyeliğinin Birliğin uyumunu bozarak, sınırlarını tehlikeli bir şekilde genişleteceğini söylemiş ve Fransa Ulusal Meclisinden geçen ve Ermeni soykırımını inkar edenlere ceza öngören tasarıyı imzalayacağını açıklamıştı.
Türkiye'nin güç durumda olan Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Komisyonundan, "Üyelik sürecimizi olumsuz etkileyecek açıklama ve davranışlardan kaçınılmasını" istemişti.
Halihazırda söz konusu süreç, Türkiye'nin Kıbrıs Rum Hükümetini tanımayı reddetmesi, Türkiye'deki ifade özgürlüğünün durumu, ordunun siyasetteki rolü ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Osmanlılar tarafından katledilmelerini kabul etmemesinin de dahil olduğu sorunlar nedeniyle zorlu bir aşamada.
Sarkozy, Türkiye'yi kabul etmek yerine, Avrupa Birliği'nin bu ülkeye Akdeniz bölgesi ülkelerinden oluşturulacak bir grup içerisinde üst düzey bir rol vermesi önerisinde bulundu. Türkiye, Birlik ile "ayrıcalıklı ortaklık" önerilerini reddediyor.
Fransız politikacının cumhurbaşkanı seçilmesinin Türkiye'nin AB ile görüşmelerinde hemen bir etkisinin olup olmayacağının dışında, Fransa ve Türkiye arasındaki ilişkilerin de fırtınalı sulara doğru gittiği görülüyor.
Fransız Ulusal Meclisinin ekim ayında Ermenilerin katledilmesi oylaması yapmasının ardından Türkiye bir Fransız boru hattı konsorsiyumu ile ilişkilerini dondurmuş ve ABD Kongresinde benzeri bir tasarının kabul edilmesinin Washington ile olan ilişkilerine "ciddi gölge düşüreceği" konusundan Birleşik Devletler'i uyarmıştı.
Milliyet gazetesine göre, Sarkozy'nin seçimi "zaten soğuk olan Türk-Fransız ilişkilerini daha da kötüleştirecek."
Öte yandan Türkler arasındaki Avrupa Birliği'ne yönelik ilgisizlik de artmaya devam ediyor. Türk siyaset bilimcisi Can Baydarol, "heyecan bitti" diyor. "Türkiye kolaylıkla daha kendi içine kapalı bir siyaset uygulayabilir."
AMERİKA'NIN SESİ RADYOSU: "ALMAN BAKANDAN TÜRKİYE YORUMU"
ANKARA, 15/05(BYE)--- Amerika'nın Sesi Radyosunun 14 Mayıs 2007 tarihli Türkçe internet sayfasında, Cem Dalaman imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Berlin çıkışlı haber şöyledir:
Türkiye'de cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle başlayan gelişmeler, başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere neredeyse bütün dünyada yakından izleniyor. İngiltere'de yayımlanan Economist dergisinin kapak haberini Türkiye'deki gelişmelere ayırmasından sonra, Alman Der Spiegel dergisi de bu haftaki sayısında Türkiye dosyası açtı. Üç milyona yakın Türkün yaşadığı Almanya'daki siyasetçiler de ülkeyle ilgili yorumlarını sürdürüyor.
Türkiye'de yaşanan gelişmeler bu hafta Berlin gündeminde ve siyaset koridorlarında çok konuşulan konulardan biri olmaya devam etti. Fransa'da cumhurbaşkanlığı seçimini Nicolas Sarkozy'nin kazanmasından sonra yapılan yorumlarda, Almanya Başbakanı Angela Merkel'in de Türkiye konusundaki tavrını sertleştireceği tahmin edilirken, Merkel sürpriz bir çıkışla Türkiye'de geçen beş yıl içinde büyük değişiklikler yaşandığını ve ülkenin daha sıkı şekilde Avrupa'ya bağlanması gerektiğini söyledi. Alman Başbakanı 10. Avrupa Forumu'nda yaptığı konuşmada, Türkiye'yi "demokratik ve laik bir ülke" olarak tarif ederken, yaşanan siyasi tartışma ve gerginliği "doğal, heyecanlı ve ilginç" olarak tanımladı. Türkiye ile müzakerelerde kısa sürede üç başlığın daha açılabileceğini belirten Merkel, Sarkozy ile Avrupa sorumluluğuna uygun, akıllı bir çözüm bulacağına inandığını da söyledi. Sarkozy, önümüzdeki hafta perşembe günü Berlin'e bekleniyor.
AB Dönem Başkanı Almanya'nın Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier ise, dün akşam katıldığı bir ödül töreni sonrası mikrofonumuza yaptığı özel bir açıklamada, Almanya'nın Türkiye'deki seçim sürecini çok yakından takip ettiğini, ancak kesinlikle taraf olmadığını, kendisi için tek önemli kriterin Türkiye'nin Avrupa yolunun seçim sonrasında da devam etmesi olduğunu söyledi.
"Şimdi yeni seçim olacak. Ben bu konuda uzaktan hüküm yürütemem. Ancak ben Türkiye'de yeni seçim sonuçlarına Avrupa perspektifinden bakmak istiyorum" diyen Steinmeier, bu durumda Türkiye'nin AB siyasetinde istikrarlı olunmasını, AB politikasının sağlıklı yürütülmesinde devamlılık temenni ettiğini belirtti.
Frank Walter Steinmeier, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi yolunda alınan kararı yorumlamaktan kaçındı. Alman Dışişleri Bakanı, her ülkede cumhurbaşkanlığı seçiminin değişik yöntemlerle gerçekleştiğini hatırlatırken, demokratik sınırlar içinde oluşan çözümlerin hepsini kabul edebileceğini söyledi.
Steinmeier, "Cumhurbaşkanlığı seçimi her şeyden önce Türkiye'nin iç meselesi. Bu konuda Türk Hükümeti ve Türk Parlamentosunun kararı belirleyici olacak. Sonuçta kimin cumhurbaşkanı olacağına Türk halkı karar verecektir." diye konuştu. Almanya Dışişleri Bakanı, meslektaşı Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına adaylığını koymasından sonra destekleyici nitelikte bir açıklama yapmıştı. Gül ile sadece bu yıl beş defa bir araya gelen ve aralarındaki ilişkiyi arkadaşlık olarak tanımlayan Steinmeier, konuya şimdi daha mesafeli yaklaşıyor. Almanya Dışişleri Bakanı'nın bu bağlamdaki sözleri yoruma açık nitelikte: "Ben aslında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün durumunun kamuoyunda tartışılış biçimine üzüldüm. Ama ben Dışişleri Bakanı olarak onunla görüşeceğimize ve gelecekte de birlikte dostça ortak çalışmalar yapacağımıza inanıyorum."
Steinmeier'in, "Gül ile bundan sonrada Dışişleri Bakanı olarak ortak çalışmalarımızı sürdüreceğiz" sözlerinin, 22 Temmuz'a kadar olan süreci mi kastettiği sorusunu ise, Bakan sadece gülerek yanıtladı.
Bu arada Alman medyasında çıkan son haberlerde, Steinmeier'in partisi SPD tarafından 2009 genel seçimlerinde başbakan adayı olarak gösterileceği haberleri yoğunlaşıyor. Steinmeier, Türkiye'nin AB üyeliğine en olumlu yaklaşan isimlerden biri olarak tanınıyor.
AZERBAYCAN BASINI
ŞARK: "AB, TÜRKİYE KONUSUNDA TARTIŞIYOR"
BAKÜ, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 2.500 olan muhalefet eğilimli Şark gazetesinin 11 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Elçin Halitbeyli imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
AB ve Türkiye arasında yeni bir tartışmanın temeli atılıyor. Taraflar arasındaki gerginliğin bu tartışma yüzünden daha da artacağı bildiriliyor.
Gerçi, Avrupa-Türkiye ilişkilerinde her zaman gerginlik vardı. Bu kez de Türkiye'nin bostanına atılan taşın sahibi Fransa. Adı geçen ülkenin yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy, Türkiye'ye karşı hoş olmayan ifadeler kullanmadan yapamıyor. Halbuki, son dönemlerde Ankara'nın politik çevreleri, Fransa'ya ve yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy'ye karşı herhangi bir suçlamada bulunmadılar. Bu yüzden de Sarkozy'nin, Türkiye'yi hangi amaçla hedef aldığı şimdilik bilinmiyor. Ancak, Sarkozy'nin böyle davranması tesadüfi değil. Çünkü Sarkozy, Ermeni yanlısı bir politikacı olarak tanınıyor. Yeni Cumhurbaşkanı, Ermeni yanlısı olduğunu gizlemeye lüzum bile görmüyor. Tam tersine, bu tutumunu yakaladığı her fırsatta daha açık bir şekilde göstermeyi tercih ediyor. Fransa'da yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin hem birinci, hem de ikinci turu arifesinde Sarkozy, Ermenilere bazı mesajlar vererek, Türkiye'ye karşı defalarca suçlamalarda bulunmuştu. Sarkozy, açık bir şekilde, cumhurbaşkanı seçilmesi halinde Fransa'nın Ermenilere her türlü desteği vereceğini bildirmişti. Halbuki, Fransa'nın Ermenistan'ı tüm konularda desteklemesi için, Sarkozy'nin özel çaba göstermesine gerek yok. Çünkü Fransa, hep Ermenileri destekleyen bir Batı devleti olarak biliniyor.
Bir süre önce, Türkiye-Fransa ilişkilerinde yeteri kadar ciddi sorunlar yaşandığını hatırlatmakta yarar var. Fransa parlamentosu, uzun yıllar önce almış olduğu sözde Ermeni soykırımının tanınması ile ilgili kararın bir benzerini, yani sözde Ermeni soykırımını reddedenlerin cezalandırılması kararını aldı. Böyle bir kararın alınması, mantıksızlık. Çünkü Ermeniler tarafından uydurulan soykırım iddiaları henüz tarihçiler tarafından doğrulanmadı. Fransa parlamentosunun söz konusu kararı, demokrasinin en önemli prensiplerinden biri olan ifade özgürlüğünü yasaklıyor.
Tabii ki, Türkiye de, Fransa'nın bu davranışlarını cevapsız bırakmadı. Önce, Türkiye ve Fransa arasındaki askeri işbirliği anlaşması iptal edildi. Sonuçta, Fransa'nın askeri-sanayi kompleksi, büyük miktarda para kaybetti. Ardından Ankara, Türkiye'deki Fransız şirketlerinin sayısını azalttı. Bunun üzerine Paris, attığı adımın Türkiye'den çok Fransa'ya zarar verebileceğini anladı.
Paris, Türkiye'nin AB'ye üye olarak kabul edilmesine karşı olduğunu yerli yersiz abartılı bir şekilde göstermeyi tercih ediyor. Önceki Cumhurbaşkanı Chirac da, Türkiye'nin ancak 2015 yılından sonra AB'ye üye olma şansı kazanabileceğini bildirmişti. Bundan sonra, AB ile müzakerelerin durdurulması konusu gündeme getirildi. Göründüğü gibi, Sarkozy'nin açıklamalarının, Fransa-Türkiye ilişkilerine yenilik getirmesi beklenmiyor.
AB'de, Sarkozy'nin bu davranışlarından memnun kalmayanlar da var. Bazı AB yetkilileri, Sarkozy'nin, Türkiye'ye karşı sert suçlamalarda bulunmasına izin verilmemesi gerektiğini, bu şekilde davranmasının Türkiye-Fransa ilişkilerinde gerginliğe neden olabileceğini düşünüyor. AB'den gelen bu mesajlara, Sarkozy'nin nasıl bir tepki vereceği ise, önümüzdeki günlerde belli olacak.
İRAN BASINI
İRAN NEWS: "TABUTA ÇAKILAN SON ÇİVİ Mİ?"
TAHRAN, 10/05(BYE)--- İngilizce yayımlanan ılımlı İran News gazetesinin 9 Mayıs 2007 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye, çok uzun bir süredir AB'ye katılmaktan uzak kaldı, ancak son günlerde gelişen olaylar bu planın tamamen rafa kaldırılmasına neden olabilir. Ankara'nın AB üyeliğine şiddetle karşı çıkan Nicolas Sarkozy'nin Fransa'da Cumhurbaşkanı seçilmesi, tabuta çakılan son çivilerden biri olabilir.
Sarkozy'nin, Türkiye'nin AB üyeliğine uzunca bir süredir şüpheyle yaklaşan Almanya Başbakanı Angela Merkel'e katılması, gerçekte, Avrupa'nın tam kalbinde güçlü ve heybetli bir Türkiye karşıtı blok yaratıyor.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün başarısızlıkla sonuçlanan cumhurbaşkanı adaylığı girişimi ve ülkedeki siyasi fırtına da, Avrupa'da Türkiye'nin üyeliğine karşı olan bu güçlere yeni cephane sağladı. Bu güçler, Türk demokrasisini, "istikrarsız, güvenilmez ve AB standartlarına uygun olmayan" şeklinde tanımlayarak bir adım daha ileri gittiler.
Bağımsız analizciler, Avrupa'daki hatırı sayılır siyasi çevrelerin, Türklerin çoğunluğunun Müslüman olması nedeniyle Türkiye'nin kendi kulüplerine katılmasını istemedikleri görüşünde ısrar ediyorlar. Bu çevrelerin, Türk demokrasisinin durumu konusundaki kuşkuları tamamen bir bahanedir.
Bu önyargılı yaklaşımın tamamen farkında olan Türk halkı, buna tepki olarak, AB'ye katılım konusundaki eski istekliliğini kaybetti. Sıradan vatandaşın tavrı, eğer onlar bizi istemiyorsa biz de onlara katılmayız şeklindedir.
Batı aklını başına almalıdır. Batı, bir yandan insan haklarının savunuculuğunu yapıp diğer ülkeleri benzer kişisel, sosyal, siyasi ve kültürel standartlarını uygulamaya teşvik ederken, diğer yandan dini, kültürel ve etnik özellikleri nedeniyle Türklere karşı önyargılı bir yaklaşım sergileyerek, temel bir insan hakkı ihlalinde bulunuyor.
TAHRAN RADYOSU: "ABD DIŞİŞLERİ BAKANI RİCE: TÜRK HÜKÜMETİ ÜLKEYİ AVRUPA'YA TAŞIYOR"
ANKARA, 12/05(BYE)--- Tahran Radyosu'nun 07.30-09.00 Türkçe yayınından:
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü McCormack, AK Partinin Türk yasaları çerçevesinde kurulmuş bir parti olduğunu belirtti ve Türkiye'nin muhtemel askeri operasyonlarına karşı olduğunu yineledi.
Öte yandan ABD Dışişleri Bakanı Rice ise Türkiye'nin halk tarafından seçilmiş hükümetinin ülkeyi Avrupa'ya taşıdığını söyledi.
Amerikan Senatosu Tahsisler Komitesinde dış operasyonlar ve ilgili programlar konulu bir oturuma katılan Rice, soruları da cevapladı. Rice, "Bizim rolümüz oradaki demokratik ve anayasal süreçlere göre olmalı. Bu hükümet halk tarafından seçildi ve kendini Türkiye'yi Avrupa'ya doğru götürmeye adadı. Hükümetin politikası hep bu yönde ve Avrupa ile entegrasyona çalışıyor" ifadesini kullandı.
TAHRAN RADYOSU: "SOLANA: TÜRKİYE AB'NİN YANINDA TUTULMALI"
ANKARA, 15/05(BYE)--- Tahran Radyosunun 07.30-09.00 Türkçe yayınından:
Avrupa Birliği Ortak Dış Politika ve Savunma Yüksek Temsilcisi Javier Solona, Türkiye'nin Avrupa'nın yanında tutulması gerektiğini söyledi.
Bir Alman gazetesine konuşan Solana, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğinin Avrupalılara ne gibi avantajlar sağlayacağı sorusunu cevaplarken, "Bu ülke Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar arasında yer alıyor. Türkiye'nin bu bölgede çok fazla etkisi var ve bu bölgenin istikrarına katkı sağlanmasına yardımcı olabilir. Bu durum aynı zamanda Avrupalıların güvenliğini de artıracaktır. Türkiye'nin yanımızda olması iyi olur. Aksi takdirde kendisine başka ortaklar arayabilir" dedi.
MISIR BASINI
EL AKHBAR: "TÜRKİYE'NİN TÜRBANI"
KAHİRE, 15/5(BYE)--- Tirajı günde 1.000.000 olan hükümet yanlısı el Akhbar gazetesinin 14 Mayıs 2007 tarihli sayısında, Ashraf Zidan imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye'de bugün kızışan siyasi çatışmada hangi tarafa bakarsanız bakın, herkesin gözünü, aynı zamanda sığınılacak yer ve yargıç olduğu hesabıyla Avrupa'ya diktiğini görürsünüz.
Çatışmanın başlıca iki tarafı olan İslami eğilimli AKP'nin ve laiklik taraftarlarının da, nedenleri farklı olmakla birlikte baktıkları yer AB'dir.
AKP, AB'den yarar umuyor. Çünkü AB sürekli olarak, ordunun siyasi yaşama karışmasının önlenmesi için bastırıyor, sandığa gidilmesini ve hakemlik olarak gördüğü demokrasi kriterlerinin dışına çıkılmaması yolunda uyarıyor. Bu da, çoğunluğu elinde bulunduran Erdoğan'ın partisinin ekmeğine yağ sürüyor.
Ordu ile birlikte laik partiler de, yararlarına olacağını sandıkları Avrupa'nın rolüne güveniyorlar. Bu partilere göre, laikliğe bağlı AB, dinin devletten ayrılmasını savunarak, Erdoğan partisine karşı tavır alıp Türkiye'de laiklikten yana duracaktır.
Kuşkusuz her iki tarafın da, kendisini Avrupa'ya kilitleyerek pazarlamaya çalışması abartıya kaçıyor. Bu da önce Türkiye'nin çıkarına zarar verir. Zira, ordu ve laik kurumu paniğe sürükleyen tek neden, AKP'nin cumhurbaşkanı adayı olan Abdullah Gül'ün eşinin türbanlı olmasıdır. Bir devletin tüm kurum ve kuruluşlarıyla, tek bir kumaş parçasının laiklik geleneğini sileceği korkusundan hareket ederek, türbanı seçen kadınların peşine düşmesi tuhaf bir durumdur. Bu, onların laiklik anlayışının halk arasında güçlü kökler salmadığı, çürük olduğu imajını verir.
Öte yandan, Erdoğan da Avrupa'ya fazla bel bağlamamalıdır. Çünkü Avrupa sonunda, Türkiye'nin çıkarına değil kendi çıkarına göre hareket eder. Bunun en iyi örneği, Avrupa'nın savunduğu Kürt sorunudur.
Türkiye'de krizi izleyenlerin çıkardıkları sonuç ise, "rakiplerini kendin seçmede ısrar eder ve onlara görüşlerini empoze etmek için ölümüne savaşırsan, demokrat değilsin" mealindedir. Bu da, ister türbanla örtünsün veya mayo giysin, demokrasi değildir.