- ANA SAYFAGiriş Noktanız
- BAŞKANLIKKurumsal Yapı
- BİR BAKIŞTA ABAB Yapısı ve İşleyişi
- AB İLE İLİŞKİLERTürkiye-Avrupa Birliği İlişkileri
- Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihçesi
- Temel Belgeler
- Anlaşmalar
- Protokoller
- Katılım Ortaklığı Belgeleri
- Ulusal Programlar
- Avrupa Komisyonu Tarafından Hazırlanan Türkiye Raporları
- Genişleme Strateji Belgeleri
- AB'ye Katılım için Ulusal Eylem Planı (2016-2019)
- AB'ye Katılım İçin Ulusal Eylem Planı (2021-2023)
- Ortaklık Konseyi Kararları
- Türkiye-AB Zirvelerine İlişkin Belgeler
- Kurumsal Yapı
- Gümrük Birliği
- Türkiye- AB Yüksek Düzeyli Diyalog Toplantıları
- VERİKaynaklar
- MEDYAHaber / Duyuru
- İLETİŞİMBize Ulaşın
- 2008-02-28 Haftalık AB - Türkiye Haberleri
- 2008-02-26 AB Bülteni
- 2008-02-25 AB Bülteni
- 2008-02-22 AB Bülteni
- 2008-02-21 Haftalık AB - Türkiye Haberleri
- 2008-02-21 AB Bülteni
- 2008-02-20 AB Bülteni
- 2008-02-14 Haftalık AB -Türkiye Haberleri
- 2008-02-07 Haftalık AB - Türkiye Haberleri
- 2008-02-05 AB Bülteni
- 2008-02-04 AB Bülteni
- 2008-02-01 AB Bülteni
2008-02-21 Haftalık AB - Türkiye Haberleri
2008-02-21 Haftalık - AB Türkiye
ALMANYA BASINI
SCHWERINER VOLKSZEITUNG: "KAĞITTAN DOSTLAR YAPMAK"
ANKARA, 14/02(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Schweriner Volkszeitung gazetesinin 14 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Rasmus Buchsteiner imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Başbakan Angela Merkel dün, Türk Hükümet lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın entegrasyon ve asimilizasyon konularında yaptığı açıklamalarla ilgili eleştiri içeren hiçbir sözcük kullanmadı. Erdoğan'ın sözlerine itirazlar dün de devam etti ve Türkiye'nin AB'ye üyelik süreciyle ilgili yeni tartışmaların yaşanmasına yol açtı.
Hükümet sözcüleri, Türk Başbakanının ziyaretini mümkün olduğu kadar değerlendirmeye çaba harcadı. Alman Hükümet Sözcüsü Thomas Steg, Ankara'dan gelen misafirin farklı düşünmesine rağmen, entegrasyon tartışmalarına katkı yaptığını söyledi. Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı, Ludwigshafen'de meydana gelen yangının ardından tansiyonu düşüren etken olarak Erdoğan'ın Almanya'ya yaptığı ziyareti gösteriyor.
Türk-Alman ilişkilerinin geliştirilmesi için ne yapılması gerekiyor? Entegrasyon konusundaki eksiklikler nelerdir. Bu soruları koalisyon önümüzdeki hafta Federal Mecliste ele alacak. Sosyal Demokrat Parti Federal Meclis Grubu Genel Sekreteri Thomas Oppermann, hedefin entegrasyon politikasında yeniden bir uzlaşmaya varmak olduğunu söyledi. Thomas Oppermann, hiç kimsenin Almanya'daki yabancıları zorla Cermenleştirmeyi istemediği hususuna vurgu yaptı. Thomas Oppermann, Erdoğan'ın "asimilasyon insanlık suçudur" şeklindeki açıklamalarını SPD ve birlik partilerinin büyük bir kısmı gibi sert bir dille eleştirdi. Türkiye'nin AB'ye üyelik müzakerelerinin durdurulması yönünde en son talep, CSU partisinden geldi. CDU'lu, Almanya Parlamentosu Dış Siyaset Komisyonu Başkanı Ruprecht Polenz, Erdoğan'ı korumaya alarak, entegrasyon konusunda yapılan tartışmada aşırıya kaçılmaması konusunda uyarıda bulundu. Berlin'deki redaksiyon ünitemizde yapılan görüşmede Ruprecht Polenz, "Almanya'da hiç kimse göçmenlerin asimile olmasını beklemiyor ve talep de etmiyor. Sayın Erdoğan da bunu biliyor" dedi. Türkiye Başbakanı yaptığı açıklamalarla ortalığı karıştırdı. Merkel, Erdoğan'ın yaptığı açıklamaların üzerine şimdilik gitmiyor. Merkel, kendisini Alman Türklerinin de başbakanı olarak görüyor.
FINANCIAL TIMES DEUTSCHLAND: "ERDOĞAN, MERKEL'İ 'DAR GÖRÜŞLÜ OLMAKLA' SUÇLUYOR"
BERLİN, 14/02(BYE)--- Tirajı günde 103 bin olan liberal eğilimli Financial Times Deutschland gazetesinin 14 Şubat 2008 tarihli sayısında, Dilek Zaptçıoğlu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
--Türkiye Başbakanı AB Üyeliği Konusunda Israr Ediyor--
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan dün Ankara'da yaptığı açıklamada, Almanya'da sert bir şekilde eleştirilen asimilasyon uyarısı ile ilgili görüşlerini yineledi. Erdoğan, partisinde yaptığı konuşmada, Alman Şansölyeyi eleştirdi. Başbakan Erdoğan, "Merkel'in istediği doğrultuda hareket edersek, kimliğimizi kaybederiz" şeklinde konuştu. İzmir ve İstanbul'da Almanca eğitim veren üniversite açılacağını söyleyen Başbakan, aynısını kendileri istediğinde yaygara koparıldığını belirtti ve bu şekildeki fevri davranışın "dar görüşlülükten" kaynaklandığını ifade etti.
Ankara'daki Batılı diplomatlar, Erdoğan ile Merkel arasındaki okul ve entegrasyon tartışmalarının, aslında, CDU'nun Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkmasından kaynaklandığını söylüyorlar. Uzun zamandır Erdoğan-Sarkozy- Merkel üçlüsünün Berlin'de buluşması planlanıyordu. Bu buluşmanın Münih Güvenlik Konferansı esnasında olması düşünülüyordu. Resmi olmayan konu ise, Türkiye'nin AB'ye "imtiyazlı ortaklığı" olacaktı. Başbakan Erdoğan kısa bir süre önce, bu buluşmaya katılmayacağını bildirmişti. Erdoğan, Köln'deki Türk dernekleri temsilcileri ile buluşmasında Sarkozy'yi eleştirmiş ve Türkiye üzerinden yaptığı siyaset sayesinde seçimleri kazandığını belirtmişti. Başbakan Erdoğan, seçim sonrasında Sarkozy'yi telefonla aradığını ve bu konuyu başbaşa görüşmek istediğini belirtmiş, fakat Sarkozy daha sonraları üç defa buluşmaktan vazgeçmiş. Erdoğan dün Ankara'da yaptığı açıklamada, Türkiye'nin tam üyelik dışında bir alternatifi kabul etmeyeceğini belirtti ve "Bizi almayacaklarsa havlu atsınlar" ifadesini kullandı.
Almanya hükümeti Türkiye ile mevcut görüş ayrılıklarını dün önemsizmiş gibi gösterme gayretindeydi. Hükümet Sözcüsü, Erdoğan'ın Almanya ziyaretinin genel olarak karşılıklı uzlaşıya yönelik olduğunu söyledi. Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier bugün, anlaşmazlık konusunu görüşmek üzere Türk Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile bir araya gelecek.
BERLINER ZEITUNG: "KAPIYI AÇMAK LAZIM"
BERLİN, 14/02(BYE)--- Tirajı günde 173 bin olan liberal eğilimli Berliner Zeitung'un 14 Şubat 2008 tarihli sayısında, Michaela Schlagenwerth imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazar Zafer Şenocak ile yapılan mülakatın özet çevirisi şöyledir:
SCHLAGENWERT: Sayın Şenocak, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Almanya ziyaretinde Türk lise ve üniversiteleri açılmasını önerirken, aynı zamanda burada yaşayan Türklerin daha fazla entegre olmalarını istedi. Başbakan Erdoğan, asimilasyonu "insanlığa karşı işlenen bir suç" olarak değerlendirdi. Bu açıklamaları nasıl buluyorsunuz?
ŞENOCAK: Erdoğan önemli konulara temas etti ve ciddi ortaklık tekliflerinde bulundu. Bazı şeyler sorgulanabilir, fakat önce karşılıklı tartışmak lazım. Erdoğan'ın burada olmasına rağmen, konuları doğrudan Erdoğan'a iletme fırsatları varken, Alman siyasetçiler konulara olan yaklaşımlarını basın üzerinden bildirmeyi tercih ettiler. CSU lideri Huber, Erdoğan'ın, Almanya'da Türk milliyetçiliği yaptığı gerekçesiyle, Almanya ziyaretinin sonucu olarak Türkiye'nin AB üyeliğinin doğru olup olmayacağını sorguluyor. Bu durum bana saçma geliyor. Hem Alman toplumunun hem de Türk toplumunun hassas olduğu konular vardır. Bu konuları dikkate almazsak o zaman tehlikeli olur.
SCHLAGENWERTH: Peki nasıl dikkate alınmalıdır?
ŞENOCAK: Bu sorunları halletmek için karşılıklı konuşmak lazım. Temelde her iki taraf da aynı amacın peşinde, yani belli medeni standartlara ulaşmak. Uzlaşma yolları arayışı içine girmektense aradaki mesafeler daha da derinleştiriliyor. Erdoğan'a bir fırsat tanımak lazım. Alman siyaseti daima Türk göçmenlerin Türkiye'den tamamıyla kopartılması ve Türkiye'nin AB dışında tutulması fikrini benimsemiştir. Bu yanlış bir yoldur.
SCHLAGENWERTH: Acaba Başbakan Erdoğan gecikmiş olan entegrasyon-asimilasyon tartışmalarını mı başlatmış oldu?
ŞENOCAK: Almanya'da entegrasyon ve asimilasyon tartışmaları samimiyetten uzak bir şekilde yürütülüyor. Bence asimilasyon olmalı, fakat zorunlu olmamalıdır. Bu konunda Alman toplumu şizofrence bir yaklaşım sergiliyor. Bir yandan çok sayıda insanın asimile olmasını isterken, diğer yandan bu yabancıları içine almak istemiyor. Bu problem buraya gelen insanlarda da var. Her iki taraf arasında duygusal uçurumlar mevcut. Asimilasyon demek, çoğulcu toplumun yaşam şeklini ve perspektiflerini benimsemek demektir. Bu öncellikle ne olumlu ne de olumsuz bir durumdur. Bu sadece bir hareket opsiyonudur. Fakat asimilasyon talebinin arkasında genelde kuşkulu bir homojen olma ihtiyacı gizlidir. Böyle bir ihtiyaç artık post modern toplumlarda yoktur. Bizler zaten çoktandır çoğulcu bir toplumda yaşıyoruz.
SCHLAGENWERTH: Siz asimile oldunuz mu?
ŞENOCAK: Bu soru benim için bir şey ifade etmiyor. Ben Almanım, fakat zihnimde aynı zamanda çok fazla Türk çağrışımlar bulunuyor. Fakat benim alakadar olduğum Amerika ile ilgili de birçok mevzu var. Kültür demek değişim demektir. Amerikan pop kültürünü inceleyecek olursak insanların büyük bir esnekliğe sahip olduklarını görürüz. Küresel kültür aynı zamanda vatansızlığa yol açıyor ve bunun sonucunda çıkan sorunları küçümsememeliyiz. Bunun sonucunda her türlü fundamental akımlar doğuyor. Almanlarda özellikle neofaşist akımlar, göçmenlerde ise kökten dinci İslamiyet baş gösteriyor. Bu tür şeyler daha geniş kapsamlı tartışılmalıdır, bu sadece göçmenlik tartışmaları kapsamında değerlendirilmemelidir.
SCHLAGENWERTH: Dokuz Türkün hayatını kaybettiği Ludwigshafen'deki yangın sonrasında Almanya'da yaşayan Türkler ile Almanlar arasında derin bir uçurum olduğu görüldü.
ŞENOCAK: Alman ve Türk gazetelerine bakarsanız iki farklı olayla karşılaşıyorsunuz. Farklı anlatımlar ve farklı spekülasyonlar mevcut. Buradaki Türk kökenliler farklı bir şekilde duyarlı. Bu Mölln ve Solingen olaylarının açıkça tartışılmamasından da kaynaklanıyor. Üçüncü ve dördüncü nesil insanlarla yeniden bir iletişim başlatılmalıdır.
SCHLAGENWERTH: Şansölye Merkel de zaten bunu yapmak istemiyor mu?
ŞENOCAK: Angela Merkel'in Almanya'da yaşayan Türklere, "Ben sizin Şansölyenizim" demesi bir jesttir. Bu bir kapının açılmasıdır. Fakat bu sözlerin ardından nelerin yapılacağına bakmak lazım. Bayan Merkel de Koch'un siyasetine bugüne kadar karşı çıkmamıştır. Birlik Partilerinde daha açık tartışmalar yürütülmelidir.
Yoksa bu konularda başka türlü yol alamayız. Entegrasyon konusunda Birlik Partileri en önemli role sahipler.
NÜRNBERGER NACHRICHTEN: "HEDEFİN ADI ENTEGRASYON"
ANKARA, 14/02(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Nürnberger Nachrichten gazetesinin 14 Şubat 2008 tarihli sayısında, Wolfgang Schmieg imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
--Erdoğan'ın Açıklamalarına İlişkin Tartışmalar Türkiye'deki Eksiklikleri Perdeliyor--
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın asimilasyon ve entegrasyona ilişkin açıklamaları tuhaf haller alıyor. Tartışmaların seyri ona müdahil olanların kavramları birbirinden ayırt edemediklerini veya etmek istemediklerini ortaya koyuyor. Erdoğan'ın asimilasyonu azınlıkların çoğulcu topluma entegrasyon yolundaki kabul görmeme eğiliminin özellikle Almanya'da anlayışla karşılık görmesi gerekirdi. Fakat anlaşılan tarihsel bilgilerden yoksunluk söz konusu.
Asimilasyon Kayzer dönemindeki Alman Yahudilerin bir kısmını kapsamaktaydı ve Weimar Cumhuriyeti döneminde fırsat olarak görülmüştü. Fakat 15 Eylül 1935 tarihinde Nürnberg Irk Yasaları'ndan çark edilmesi bu konudaki başarısızlığı birden kesinkes gözler önüne serdi. Zaten ırka dayalı çılgınca kuruntularında Naziler asimile olan Yahudileri gözlerine kestirmişlerdi. Naziler, Yahudilere sözde Ari ırkına sızmaya çalıştıkları suçlamasını yöneltiyordu; bu aptalca, haince bir iddiaydı.
Yahudiler örneği üzerinde biraz duralım. Naziler tarafından haklarından yoksun bırakılmak, takip edilmek ve yok edilmek Yahudilerin tüm hayallerini ellerinden aldı. Yahudilerin kurmuş olduğu Musevi İnançlı Alman Yurttaşlar Merkez Birliği savaş sonrası dönemde ismini bilinçli olarak Almanya Museviler Merkez Konseyi olarak değiştirdi.
Günümüz Almanya'sında Alman Yahudileri dinlerini özgürce yaşayabilen bilinçli bir azınlığı teşkil ediyorlar. Artık topluma tümüyle entegre olmuş durumdalar ve siyasi tartışmalara dahil olabiliyor, Federal Cumhuriyet'in ekonomik, dini ve kültürel gelişimine vazgeçilmez katkılar sağlıyorlar. Türkiye'den veya başka ülkelerden Almanya'ya göç etmiş topluluklardan bundan fazlası beklenmiyor: Kültürel ve dini kimliklerinden vazgeçmeyerek entegrasyonları isteniyor.
Erdoğan'a eleştiriler yöneltmek isteyenler, sözcük seçimlerine kafayı takmak yerine, Türkiye'deki eksikliklere baksınlar. Çünkü orada Aleviler (Hristiyan ve Musevilerden söz bile edilmemeli) ve Kürtler gibi dini ve etnik azınlıklar hala ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Avrupai standartlarda devlet koruması hakkı talep edemiyorlar. Türkiye'nin AB üyelik şansını zayıflatan unsurlar Erdoğan'ın açıklamaları değil, hukuk düzenindeki eksikliklerdir.
SÜDDEUTSCHE ZEITUNG: "ZOLLİTSCH TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNİ DİN ÖZGÜRLÜĞÜNE BAĞLIYOR"
BERLİN, 15/02(BYE)--- Tirajı günde 412 bin olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 15 Şubat 2008 tarihli sayısında, Matthias Drobinski imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Würzburg çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:
--Alman Piskoposlar Konferansının Yeni Başkanı, Müslümanlara Uyum Konusunda Destek Vadediyor--
Alman Piskoposlar Konferansının Yeni Başkanı Robert Zollitsch, Türkiye'de Hristiyanların din özgürlüğü tamamen garanti altına alınmadığı sürece, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğinin mümkün olmadığı görüşünde.
"Biz Almanya'daki Müslümanların din özgürlüğünü destekliyoruz, Türkiye'den de aynı şekilde davranmasını bekliyoruz" diyen Freiburglu Başpiskopos, başkan seçilmesinden sonra yaptığı ilk açıklamada, Almanya'daki Müslümanlara entegrasyon alanında destek vadetmişti.
20 yıldır sürdüğü görevinden sağlık sorunları nedeniyle ayrılan Kardinal Karl Lehmann'ın yerine seçilen Robert Zollitsch, ileri görüşlü bir din adamı olarak biliniyor.
FRANKFURTER ALLGEMEINE ZEITUNG: "ERDOĞAN TÜRKLEŞTİRİLMİŞ BİR AVRUPA İSTİYOR"
BERLİN, 15/02(BYE)--- Tirajı günde 355 bin olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 15 Şubat 2008 tarihli sayısında, Wulf Schmiese imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, Berlin çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
--CSU, Konuyu Koalisyon Komisyonuna Taşımak İstiyor--
Bavyera Eyaleti Avrupa Birliği İşleri Bakanı Marcus Söder, Başbakan Erdoğan'ın Köln-Arena'da yaptığı konuşmaya, AB ile Türkiye arasında sürdürülen üyelik müzakerelerinin "dondurulması" talebiyle yanıt verdi. Yeşiller Partisi ise talebi derhal reddederek, Birlik Partilerini, başarısızlıkla sonuçlanan tahrik kampanyalarından ders almamakla suçladı. Söder, Başbakan Erdoğan'ın Köln'de yaptığı konuşmanın, Türk hükümetinin Avrupa'ya yakınlaşmak istemediğini gösterdiğini, Erdoğan'ın bunun yerine "Avrupa'nın Türkleşmesini" istediğini, ancak böyle bir gelişmeye izin vermeyeceklerini söyleyerek, CSU olarak, Türkiye'ye karşı izlenecek politika konusunu koalisyon komisyonunun gündemine getireceklerini belirtti. Söder'e göre, Başbakan Erdoğan'ın Ludwigshafen'da yaptığı ve birçok Alman politikacı tarafından övgüyle karşılanan konuşmanın asıl amacı, bu yolla güç gösterisinde bulunarak Almanya'da yaşayan Türkleri nasıl yönlendirebileceğini göstermekti.
Konuşmasında, "Şayet Erdoğan, CDU/CSU tarafından dile getirilen, AB ile Türkiye arasında imtiyazlı ortaklık kurulmasını kabul etmek istemiyorsa, o zaman bu işten vazgeçsin" diyen Söder, Erdoğan'ın asimilasyon yani yakınlaşma hakkındaki sözlerini "rezalet "olarak niteleyerek, Almanya'nın uyum alanındaki gayretlerinin Ankara tarafından desteklenmediğinin bu suretle görülmüş olduğunu söyledi.
Söder'e göre, entegrasyon kursları neredeyse hiç ilgi görmediği için yaptırım olanağı olmalı.
Almanya'da Türkiye tarafından yönlendirilen ve finanse edilen bir Türk "devlet partisi" kurulmasına karşı dikkatli olunması gerektiği uyarısında bulunan Söder, önümüzdeki yıllarda böyle bir gelişmenin hesaba katılması gerektiğini kaydetti. "Erdoğan, Almanya'da yaşayan Türkleri Türkiye'ye bağlama stratejisi izliyor. Almanya'da kurulacak bir siyasi parti Erdoğan'a doğrudan siyasi nüfuz kazanma olanağı sağlayacaktır" diyen Bavyeralı Bakan, hatta gelecekte bir "göçmen partisinin" Federal Hükümetin oluşumunda söz hakkına bile sahip olabileceğini kaydetti.
Söder'in açıklamalarına derhal tepki gösteren Yeşiller Partisi Eş Başkanı Claudia Roth'un, Söder'in seçmenlerin Hessen Eyaleti Başbakanı Koch tarafından izlenen kışkırtıcı seçim kampanyasını reddetmiş olmalarından hiçbir ders almadığını söyleyerek, "Bölücülük yapan Söder, Erdoğan'ın olumlu ifade ve önerilerini göz ardı etmektedir" şeklinde konuştu.
FINANCIAL TIMES DEUTSCHLAND: "BAVYERA, TÜRKİYE'YE ENGEL ÇIKARIYOR"
BERLİN, 15/02(BYE)--- Tirajı günde 103 bin olan liberal eğilimli Financial Times Deutschland gazetesinin 15 Şubat 2008 tarihli sayısında, Henning Jess imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:
--Avrupa İşleri Bakanı Söder, AB Müzakerelerinin Durdurulmasını Koalisyon Komisyonunun Gündemine Getirmek ve Seçim Kampanyasında Kullanmak İstiyor--
CSU, uyumla ilgili güncel tartışmaları, Türkiye'nin olası AB üyeliğine karşı bir hava yaratmak amacıyla kullanıyor. CSU'nun eski Genel Sekreteri ve yeni Bavyera Avrupa İşleri Bakanı Markus Söder, perşembe günü yaptığı açıklamada, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Almanya'daki çıkışının hissedilir sonuçları olması gerektiğini söyledi.
Türkiye'nin AB ile müzakerelerinin durdurulmasını talep eden Söder, "Bunu yapmak için en uygun zamanın şimdi olduğuna inanıyorum" diye konuştu. Konuyu 6 Mart'ta toplanacak olan CDU, CSU ve SPD'nin yer aldığı koalisyon komisyonunun gündemine getirmek isteyen Söder, bu meseleyi ayrıca 2009 yılı Federal parlamento seçim kampanyasının konusu yapacağını da açıkladı.
CSU lideri Huber'den de ileri giden Söder'in açıklamalarına SPD derhal karşı çıktı. SPD Federal Meclis milletvekili Lale Akgün, "CSU'nun Türkiye'yi AB'de görmek istemediği bir sır değil, ancak Türkiye ile ilgili her konuda derhal AB sopasının gösterilmeye başlanması artık bıkkınlık verdi" diye konuştu. SPD Yönetim Kurulu, Söder'in konuşmasıyla ilgili açıklama yapmak istemedi.
Birlik Partileri Federal Meclis Grubu Başkan Vekili Wolfgang Bosbach ise konu hakkında çekimser bir açıklama yaparak, "Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasına şüpheyle yaklaşıyorum, ancak bunun nedeni Erdoğan'ın konuşması değil" diye konuştu. Bosbach ayrıca, 2009 yılında seçim kampanyasına hangi konunun hakim olacağını şimdiden hiç kimsenin söyleyemeyeceğini kaydetti.
Erdoğan'ın ziyaretinin Almanya'daki entegrasyon politikası için verilmiş bir karne olduğunu belirten Söder, Başbakanın Avrupa stratejisi yerine milliyetçi bir strateji izlediğini söyleyerek, Erdoğan'ın Köln konuşmasının uzun vadeli bir planın başlangıcını teşkil ettiğini belirtti.
Almanya İslam Konseyi Başkanı Ali Kızılkaya ise perşembe günü, Almanya'nın uyum politikasını eleştirerek bu tartışmayla kimilerinin kendi kendini deşifre ettiğini belirtti. Kızılkaya, şimdi AB sopasının neden gösterildiğini hiç kimsenin anlayamadığını, tartışmanın her şeyden önce Almanya'nın kararlı bir entegrasyon politikası olmadığını ortaya koyduğunu ve Erdoğan'ın ifadelerinin bilinçli bir şekilde yanlış anlaşıldığını söyledi.
LAUSITZER RUNDSCHAU: "SCHAEUBLE ERDOĞAN'I KORUMAYA ALDI"
ANKARA, 16/02(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Lausitzer Rundschau gazetesinin 15 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan DPA kaynaklı ve Berlin çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Almanya Federal İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble (CDU), entegrasyonla ilgili tartışmalı açıklamaları nedeniyle eleştirilere maruz kalan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı açıkça korumaya aldı. Schaeuble Süddeutsche Zeitung'a "Erdoğan Ludwigshafen'deki yangın sonrasında gerginliğin düşürülmesi konusuna büyük katkı sağladı ve insanları sakinleştirdi. Bu, son derece faydalıydı" açıklamasında bulundu.
Schaeuble, ayrıca alışılagelmişin dışında açıkça Türkiye'nin modernleşme gayretlerini de takdir etti. Schaeuble "Ülkenin, buradaki birçok insanın zannettiğinden daha gelişmiş ve modern olduğu gözünüze çarpıyor. Erdoğan modernleştirme yolunda oldukça başarılı" dedi.
Schaeuble Erdoğan'ın bir İslamcı olduğu izlenimine dair de "Erdoğan'ın özgürlükçü demokrasi düzenine tamamen itikat ettiği intibaına sahibim. İslamcı kavramının Erdoğan bağlamında kullanılmasını yanlış buluyorum. O inançlı bir Müslüman ve ben buna büyük saygı duyuyorum" açıklamasında bulundu.
Erdoğan geçen hafta sonunda Köln'de uyumla ilgili yaptığı bir konuşması nedeniyle birçok siyasi tarafından eleştirilmişti. Erdoğan, söz konusu konuşmasında "Asimilasyon bir insanlık suçudur" ifadesini kullanmıştı.
Schaeuble'e göre, söz konusu cümle Almanca'da ancak, Erdoğan zorla asimilasyondan söz etmiş olsaydı anlam taşırdı. Schaeuble, ayrıca "Almanya'da böyle bir şeyden bahsetmek gerçekten mümkün değil. Bu nedenle de söz konusu cümle bizi etkilemiyor ve bu kadar öfkelenmemeliyiz de. Erdoğan'ın söylemeye çalıştığı, insanların kültür ve kimliklerinden vazgeçmeye zorlanamayacağıydı. Bu konuda da tamamen haklı. Türkiye Başbakanı vatandaşlarının Almanca öğrenmelerini ve Almanya'ya uyum sağlamalarını ilk kez bu ziyaretinde söylemedi. O bize karşı çalışmıyor" dedi.
Schleswig-Holstein Eyaleti Kültür Bakanı Ute Erdsiek-Rave (SPD) Erdoğan'ın Almanya'da Türk okullar açılması yönündeki önerisini savunarak "Bu kadar öfkeye anlam veremiyorum. Ben söz konusu bu tartışmada daha sakin olunması ve bu yöndeki bir konseptin beraberinde getireceği avantajların göz önünde tutulmasından yanayım" açıklamasında bulundu.
Almanya'nın Bavyera Eyaleti Avrupa Bakanı Markus Söder (CSU) ise Erdoğan'ın açıklamalarına tepki olarak, Türkiye ile AB katılım müzakerelerinin "dondurulmasını" istedi. Schaeuble, buna karşı çıkarak "Bunu birbirine karıştırmamak lazım. Sürekli olarak uyumun, olası bir AB üyeliğinden tamamen bağımsız gerçekleşmesi gerektiği söylendi" açıklamasında bulundu.
Göç ve uyumdan sorumlu Devlet Bakan Maria Böhmer ise cuma günü Netzeitung gazetesinde bir kez daha Erdoğan'ın açıklamalarını eleştirerek "Uyum söz konusu olduğunda asimilasyondan söz etmek oldukça yanlıştır. Türk Hükümetinin de, Türkiye'den bize gelen 2.7 milyon insanın gerçekten de buraya ayak uydurması konusunda birtakım sorumlulukları vardır" açıklamasında bulundu.
SÜDDEUTSCHE ZEITUNG: "SAYIN ERDOĞAN BİZİM ALEYHİMİZE ÇALIŞMIYOR"
BERLİN, 16/02(BYE)--- Tirajı günde 424 bin olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 15 Şubat 2008 tarihli sayısında, Stefan Braun ve Annette Ramelsberger imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, AFC İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble ile yapılan mülakatın çevirisi şöyledir:
BRAUN/RAMELSBERGER: Sayın Schaeuble, Türkiye Başbakanı Almanya'daki hükümetin işlerine dahil edilmek mi istiyor?
SCHAEUBLE: Federal Hükümet bünyesinde yer almak istediğini zannetmiyorum, kendi görevinden çok memnun görünüyor. Şaka bir yana: Ludwigshafen'deki faciadan bir gün sonra kendisinin yanındaydım ve olaydan kendileri gibi bizim de son derece etkilendiğimizi söyledim. Beni anladı. Şikayet etmem için herhangi bir sebep yok.
BRAUN/RAMELSBERGER: Erwin Huber, AB katılım müzakerelerini hemen durdurmak istiyor.
SCHAEUBLE: Uyumun, muhtemel bir AB üyeliğinden tamamen bağımsız tutulması gerektiğini hep söylemişizdir. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Ayrıca, Erdoğan'ın Ludwigshafen'de insanları nasıl sakinleştirdiğini görmek lâzım, zira bu son derece faydalıydı. Köln-Arena'da yurttaşlarına hitaben bir konuşma yapmak istemesi de açık demokrasimizin bir gereğidir. Bundan rahatsızlık duymam.
BRAUN/RAMELSBERGER: Birçok insan konuşmaya saldırgan bir tepki gösterdi. Tepki gösterenler "Asimilasyon insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur" ifadesini yanlış mı algıladılar?
SCHAEUBLE: Almanca'da söz konusu cümle, Erdoğan ancak zorla asimilasyondan bahsetmiş olsaydı bir anlam taşırdı ki, Almanya'da böyle bir şeyden bahsedemeyiz. Bu nedenle, söz konusu ifade bize uymadığı için bu kadar öfkelenmemeliyiz.
BRAUN/RAMELSBERGER: Yeni bir dost mu kazandınız?
SCHAEUBLE: Hayır. Ancak önemli olan Türkiye Başbakanının, Türk medyasının sorumsuz manşetlerinden sonra yurttaşlarına Alman makamlarına güvenebileceklerini söylemesidir. Böylece ortamın yatışmasına büyük bir katkı sağladı.
BRAUN/RAMELSBERGER: "Uyuma evet, asimilasyona hayır" şeklindeki mesajında bir çifte oyunun söz konusu olduğunu düşünmüyorsunuz, öyle mi?
SCHAEUBLE: Hükümetler arası ilişkilerde kibar davranılması her zaman daha uygundur. Kaldı ki, Almanya'daki siyaseti başkalarının değil bizim yaptığımız belli bir şeydir. Zaten Türkiye Başbakanı Erdoğan yurttaşlarının Almanca öğrenmelerini ilk kez bu ziyaretinde söylemedi. Bize karşı çalışmıyor. Erdoğan'ın söylemeye çalıştığı, insanların kültürlerinden ve kimliklerinden vazgeçmeye zorlanmamaları gerektiğiydi. Bunda tamamen haklıdır da. Biz de kültürel azınlıkların korunmasından yanayız.
BRAUN/RAMELSBERGER: Türklere, örneğin, çifte vatandaşlık gibi daha fazla haklar vermek ister misiniz?
SCHAEUBLE: Erdoğan'ın bu konuda çok farklı bir görüşü olsa da, uyumu engelleyici olduğu için çifte vatandaşlık vermek yanlış olur. Bu konudaki tartışmadan çıkarabildiğimiz ders, "hayır" demenin doğru olduğuydu. Çocuklarıyla sürekli olarak burada yaşayan insanları bu zor kararı vermekten kurtaramayız. Türk mü kalmak yoksa Alman mı olmak istediklerine kendilerinin karar vermesi gerekir.
BRAUN/RAMELSBERGER: Erdoğan, Köln'de bir korumacı gibi karşılandı. Almanya'daki Türklerin koruyucu bir güce ihtiyaçları var mı?
SCHAEUBLE: Hayır. Böyle nereye varırız? Almanya vatandaşlarını koruyan bir hukuk devletidir ve bundan Federal İçişleri Bakanı sorumludur. Ki o da, ne Türkiye Başbakanının ne de bir başkasının endişelenmesini gerektirmeyecek kadar görevini ciddiye alıyor.
BRAUN/RAMELSBERGER: Sizce Erdoğan bir İslamcı mıdır?
SCHAEUBLE: Önceki senelerde bu yönde bir şüphe söz konusuydu. Ben ise, özgürlükçü demokrasi düzenine tamamen itikat ettiği izlenimine sahibim. Türkiye'deki başörtüsü yasağının kaldırılmasına ilişkin tartışmalara bir bakın. Erdoğan'a bunun Almanya'da kesinlikle sorun teşkil etmediğini, yalnızca bayan öğretmenlerin başörtülü olmaması gerektiğini söyledim. Akabinde, Türkiye'de de aynı şekilde karar alındı. Erdoğan bağlamında İslamcı kavramının kullanılmasını yanlış buluyorum. Kendisi inançlı bir Müslüman ve ben buna büyük bir saygı duyuyorum.
BRAUN/RAMELSBERGER: Hristiyan inancına bağlı Schaeuble Türkiye'nin İslami muhafazakâr hükümet partisinden hayranlıkla bahsediyor. Neler oluyor?
SCHAEUBLE: Hayranlıkla bahsetmiyorum. Sadece dikkatlice gözlemliyorum. Türkiye'ye gittiğinizde, orasının buradaki birçok insanın zannettiğinden çok daha gelişmiş ve modern olduğu gözünüze çarpıyor. Ülkemizdeki Türkleri baz alarak fikir oluşturursak hataya düşeriz. Erdoğan modernleştirme yolunda oldukça başarılı gidiyor.
BRAUN/RAMELSBERGER: Şansölyelikte gettolaşmaya karşı uyarıda bulundu ve bu bağlamda korkunun büyük bir rol oynadığını söyledi. Buna karşı ne yapılıyor?
SCHAEUBLE: Tam olarak neler olduğunu bilmediğiniz, ancak çeşitli tahminler yürüttüğünüz veya endişelere kapıldığınız hadiseler karşısında korku oluşur. O hâlde, çıkarılacak tek sonuç, okullarda ve spor derneklerinde görüşmelerde bulunmak, sorular yanıtlamak ve bilgisizlikle mücadele etmek olabilir. Buna bir de uyum sorunlarının daha çok eğitimsiz ve sosyal açıdan zayıf çevrelerde ortaya çıktığı gerçeği ekleniyor. Daha çok bu kesimlerin birbirleriyle kaynaşmaya ve kendilerini tecrit etmeye eğilimli oldukları doğrudur.
BRAUN/RAMELSBERGER: Birçok veli, çocuğu okulda sorun yaşamaya başladığında Berlin'in Kreuzberg gibi ilçelerinden taşınıyor. Gettolaşmayı engellemek için iyi okullara daha fazla maddi yatırım yapmak gerekmiyor mu?
SCHAEUBLE: İyi okullar önemlidir. Ancak okulların iyi olması, Federal Hükümetin değil eyaletlerin yetki alanına giriyor. Biz şimdi sorunlu okullara daha fazla para verilsin desek, çoğulcu toplumla sorun yaşarız. Çoğunluğun azınlığa karşı hemen kıskançlık duyması provoke edilebilecek bir toplumuz. Dolayısıyla tartışmanın bu şekilde yürütülmemesini tavsiye ederim. İyi okullara evet derim, ancak abartıya kaçmadan.
BRAUN/RAMELSBERGER: Ludwigshafen'de Türk uzmanların olmasına izin verdiniz. Türkiye'de Alman bir misyoner öldürüldüğünde hiç kimseyi göndermemiştiniz. Neden?
SCHAEUBLE: Soruşturmaların ciddiyetinden şüphelenmeyi gerektirecek herhangi bir neden yoktur. Misyonerlere karşı işlenen cinayetler Almanlara değil, Hristiyanlara yönelikti. Bu da yeterince kötü bir durumdur, ancak biz tüm dünyadaki Hristiyanların koruyucu gücü değiliz.
BRAUN/RAMELSBERGER: Almanya'daki Müslümanlarla Hristiyanların ara bulucusu olmak istiyorsunuz. İslam Konferansı bir tartışma kulübünden öte bir şey mi?
SCHAEUBLE: Adım adım ilerliyoruz. İslami kültür çevresinden gelen ve birbirinden tamamen farklı olan insanlar arasında bir tartışma kültürü gelişiyor. Tartışma dindarlarla dindar olmayanlar arasında devam ediyor. Biz de, imamlarla din dersi eğitmenlerinin üniversite eğitiminden geçmesi için bir temel yaratmak istiyoruz. Ancak bunun için Müslümanların, bizde dinle devlet düzeninin birbirinden ayrı tutulduğunu kabullenmesi gerekir.
BRAUN/RAMELSBERGER: Aşırıcı örgüt Milli Görüş uyuma pek katkıda bulunmuyor. Hatta Türk velilere bazen çocuklarını beden eğitiminden uzak tutabilmeleri için matbu formlar veriyor.
SCHAEUBLE: Milli Görüş bir sorun teşkil ediyor. Fakat, Türkiye, Milli Görüş bağlamında bizim yaşadığımızdan daha büyük sorunlarla mücadele ediyor. Milli Görüşü olduğundan tehlikesiz göstermeye çalışmıyoruz. Bu nedenle Anayasa'yı Koruma Teşkilatının bu örgütü dikkatle incelemesi gerekir. Ancak Milli Görüş içinde yer alan herkes aynı değil. Bu yüzden Milli Görüşle teması olan kişiler de İslam konferansına katılabiliyor.
Biz bu bağlamda, "yaklaşarak değişim" formülüne güveniyoruz.
BRAUN/RAMELSBERGER: Güvenlik makamları, Türk gençlerinin de kışkırtmacılık yapanlar tarafından olası terör eylemleri için kazanılabileceklerine karşı uyarıyor. Terörden endişe duymak uyumda elde edilen başarıları yıkar mı?
SCHAEUBLE: Hayır. Fakat terör tehdidi bir gerçektir. Bu nedenle İslam Konferansında güvenlik makamlarıyla birlikte çalışıyoruz. Herkesten şüphelenmek için herhangi bir gerekçe yok. Tehlikelerin başarılı bir şekilde önlenmesi özgürlüğü tehdit etmez. Tersine özgürlüğü ve uyumu mümkün kılar. Bu konuda farklı bir söz kabul etmem.
BRAUN/RAMELSBERGER: 80'li yıllardan bu yana siyasetin içindesiniz. Birlik Partileri, göç ülkesi kavramını en yakın döneme kadar reddediyordu. Bu gelişmenin suçlusu biraz da siz değil misiniz?
SCHAEUBLE: Almanya'nın bir göç ülkesi olup olmadığı tartışmasını sıkıcı buluyorum, zira bunu bir zamanlar yalanlayanların birer aptal oldukları anlatılmaya çalışıyor. Ama göç ülkeleri, istedikleri kişileri bilinçli olarak kendilerine seçen ülkelerdir. Almanya'ya göç ise o şekilde gerçekleşmedi.
BRAUN/RAMELSBERGER: Fakat, Türkler bilinçli olarak istenmişlerdi.
SCHAEUBLE: Evet. Bu sorunlu bir karardı ki, günümüzde aynı şekilde karar vermezdik. Bir dönem, fazla sayıda erkeğimiz olmadığı için ülkeye vasıfsız işçiler getirdik. Ancak yapılmakta geç kalınmış hususların sorumluluğunu ona buna yüklemek hiçbir şey getirmez. Bu konuyla ciddi anlamda ilgilenen ilk hükümetiz.
BRAUN/RAMELSBERGER: "Sonuncular birinci olacak" vecizesiyle mi yola çıkıyorsunuz? Şaka bir yana, hatalarınızdan ne öğrendiniz?
SCHAEUBLE: Sorunun bu derece önemli olduğunu daha önce fark edemedim. Sorunlar bugün 20 yıl önce olduğundan daha büyük ve her nesille büyüdü. İnsanların memleketlerine geri dönecekleri zannediliyordu. Bu nedenle çocuklara ana dil eğitimi verildi.
BRAUN/RAMELSBERGER: Erdoğan'ın istediği de tam bu: Türkçe dersi.
SCHAEUBLE: Bu konuda çok açık konuşmak lâzım. Almanya'da adil bir şansa sahip olmak için Almanca bilmek gerekir. Bu ülkede Almanca'yı bir yabancı dil olarak öğrenmek saçmalıktan başka bir şey değil. İkinci dil olarak Türkçe öğrenilmesine karşı değilim.
BRAUN/RAMELSBERGER: Neden özellikle Birlik Partilerinin Almanya'daki Türklerle bu kadar çok sorunları var? Halbuki Türkler aileye çok değer veriyor ve muhafazakar değerleri koruyorlar. İdeal seçmen olabilirlerdi.
SCHAEUBLE: CDU'lu bir Şansölyesi olan bir hükümetin, Birlik Partilerini seçmeleri halinde insanları daha severek uyum sağlatmaya gayret göstereceğini mi iddia etmeye çalışıyorsunuz?
BRAUN/RAMELSBERGER: Yeni seçmen kazanmaya ilgi duymadığınız için şaşırdığımızı söylüyoruz sadece.
SCHAEUBLE: Türk vatandaşlarımızla aramızda yaşadıkları ve uyum sağlamaları önemli bir görev olduğu için oldukça ilgiliyim. Mesele CDU'yu seçmeleri değil. Almanya onları, hangi partiyi seçerlerse seçsinler yahut ne kadar Müslüman olsun veyahut olmasınlar kabul ediyor.
BRAUN/RAMELSBERGER: Bu sözünüze ancak gençler tarafından işlenen kaba şiddet içerikli suçlar hakkında da benzer şekilde yanıt verirseniz inanırız: Kaba güç kaba güç müdür, yoksa bir köken meselesi midir?
SCHAEUBLE: Yabancı gençlerde suç oranı daha yüksekse, bu yabancı olmalarından değil iyi uyum sağlamamış olmalarından kaynaklanıyor.
BRAUN/RAMELSBERGER: Hessen'deki seçim kampanyasında kullanılan ifadeler farklıydı ama.
SCHAEUBLE: Sanırım bu konuyla ilgili her şey söylendi.
WELT AM SONNTAG: "ERDOĞAN NEDEN HAKLIDIR?"
BERLİN, 17/02(BYE)--- Tirajı haftada 409 bin olan muhafazakar sağ eğilimli Welt am Sonntag gazetesinin 17 Şubat 2008 tarihli sayısında, Alan Posener imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
Muhafazakar siyasetçi Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, geçen sene Londra'da binlerce Fransıza ülkeleriyle gurur duymaları ve hatta ülkelerine geri dönmeleri gerektiğinden söz etmişti. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Köln'de kendisi dinleyen 20 bin Türke, "Bugünün Almanya'sında ve Avrupa'sında kendinizi burada geçici olarak görmeyin, yabancı olarak görmeyin" sözleriyle hitap etti.
Sarkozy ile Erdoğan göç olgusunun kural haline geldiği çağın gereklerini görmeye başlamıştır. İngiltere'de 400 bin Fransız yaşıyor ve Londra "altıncı büyük Fransız kentidir". Almanya'da ise üç milyon Türk yaşıyor ve Berlin "Türkiye'nin dördüncü büyük kentidir". Bu göçmenler hala ülkelerinin vatandaşlığına sahiplerse seçmen olarak bir önem arz etmektedirler. Şayet bulundukları ülkenin vatandaşlığına geçmişlerse, geldikleri ülkenin çıkarlarını temsil etmek anlamında diaspora olarak önemlidirler. Köln'deki konuşmasında Başbakan Erdoğan, "ABD'deki seçimlere bir göz atın, farklı ülkelerden gelen insanların seçim sürecine etkilerine ve seçimlerden sonra siyaseti belirlemelerine dikkat edin, bizler niçin lobicilik yapmayalım" şeklinde konuştu.
Erdoğan haklıdır. Başbakan, Türkiye'nin önemli hedefi olan AB'ye üyelik konusunda Almanya'daki Türklerin sağlayacakları başarılı entegrasyonun anahtar olduğunun farkındadır. Başbakan Erdoğan'ın, asimilasyon "insanlık suçudur" ifadesi yoğun tepkilere neden oldu. Çok kültürlülükten yana olmayan Federal Alman İçişleri Bakanı Wolfgang Schaueble, Başbakan Erdoğan'ın bu ifadesiyle zorunlu asimilasyonu kastettiğini belirtti. Başbakan Erdoğan'ın Türk okulları açılması önerisi fırtınaların kopmasına neden olurken, okul öncesi anne-babalara çocuklarına Almanca öğretmeleri yönündeki çağrısı görmezlikten gelindi. Kısacası, Erdoğan'ın ifadelerine kızmamak ve ifadelerini ciddiye almak lazım.
DEUTSCHLANDRADIO: "FAS'TAN TÜRKİYE'YE... AB'NİN AKDENİZ POLİTİKASI"
ANKARA, 19/02(BYE)--- Almanya'da yayın yapan Deutschlandradio'nun 18 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Burkhard Birke imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Paris çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'ye kalırsa, Akdeniz Birliği Fas'tan Türkiye'ye değin uzanmalı. Ancak Akdeniz'e kıyısı bulunan bazı Avrupa ve Afrika ülkelerini daha sıkı birbirine bağlama fikri, bazı AB ortakları arasında pek hoş karşılanmıyor. Yazımızda ortak bir Avrupa çizgisinin bulunup bulunamayacağı konusu ele alınmaya çalışılacak.
Barselona Süreci başarısızlıkla sonuçlandı. AB'nin Akdeniz politikası yeniden gözden geçirilmek durumunda. Genel çerçeveye ilişkin ortak görüş hakimken, izlenecek yol konusunda ayrılıklar söz konusu. Sarkozy'nin Akdeniz Birliğine dair planları Alman-Fransız lokomotif gücünü duraklatabileceğe benziyor. Akdeniz ülkelerinin yanı sıra Portekiz, Moritanya ve Ürdün'ü kapsayacak 14 Temmuz tarihli Paris'teki Akdeniz ülkeleri buluşmasının gerçekleşmesi neredeyse kesin gibi. Kendine özgü sayısız kurumları içeren bir oluşumun planları Elysee Sarayının çekmecelerinde bekliyor. Sonuçta Fransa Cumhurbaşkanı çağrısının karşılığını görmek istiyor. Zira Sarkozy seçim akşamında net konuşmuştu:
"Çağrımı tüm Akdeniz ülkelerine yöneltiyorum. Onlara diyorum ki her şeye Akdeniz'de karar verilecek. Barış ve kültüre dair büyük rüyamıza yer açmak için tüm nefretlerin üstesinden gelmek zorundayız. Avrupa ile Afrika arasındaki bağlantıyı kurmak için bir Akdeniz Birliğini oluşturma vakti gelmiştir. 60 yıl evvel Avrupa için yaptıklarımızı yarın Akdeniz Birliği için yerine getireceğiz."
Ekonomik ve bilimsel işbirliği, ulaşım, çevre ve enerji politikaları -Fransa açısından bilhassa nükleer enerji noktası önem arz ediyor- alanında ortak stratejiler oluşturma, göçmen akınının denetimine dair bir anlaşmaya varılması ve somut projelerin finansmanı sorununun çözümüne yönelik bir fon, hatta bir bankanın oluşturulması: Anlaşılan planlar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Fakat bazı Avrupalılar açısından bu yelpaze fazla geniş bulunuyor: Çekler şu günlerde bu girişime karşı olduklarını duyurdu.
Başbakan Merkel de fırsatı kaçırmayıp AB'nin bölünebileceğine ilişkin uyarılarını yaptı. Buna karşın ortak yaklaşımlar da söz konusu olabiliyor. Sarkozy ve Merkel Türkiye konusunda tam üyelik yerine bir imtiyazlı ortaklık görüşünde buluşuyor. Akdeniz Birliği mükemmel bir havuz modeli oluştururdu. Bu yüzden Merkel bir süre önce iktidardaki UMP'nin Avrupa konulu kongresinde söz konusu fikre açıkça destek vermiş fakat şu uyarıyı da yapmıştı:
"Bazılarının Akdeniz'den, diğerlerinin ise Ukrayna'dan sorumlu olmaları, Almanya ile Fransa arasında tercih yapmak zorunda kalmaları söz konusu olmamalıdır."
Merkel, henüz aralık ayındaki Elysee Sarayı'ndaki buluşmada Avrupa'da bir bütün olarak hareket edilmesini, hiç kimsenin dışlanmamasını talep etmişti. Sarkozy o dönemi şöyle ilan etmişti:
"Herkese katılma olanağı sağlayan bir Akdeniz Birliği önerisi üzerinde birlikte çalışmaya karar verdik."
Peki bir ülkenin çıkıp Akdeniz'dekilerle daha sıkı bir işbirliğine sıcak bakmaması durumunda ne olacak?
"O halde daha güçlü bir Avrupa işbirliğini mümkün kılmalıyız. Bu yapılacak sözleşmede ele alınabilecek bir husus. Ayrıca katılmak istemediği halde bundan bizi alıkoyacak ülkeyi görmek isterim. Benim tezime göre, tüm Avrupa ülkelerinin bu türden bir işbirliğine katılacağı yönünde."
Belki Alman Başbakanın ocak sonlarındaki UMP'nin Avrupa konulu kongresindeki iyimser tutumu biraz erken olmuş olabilir. Çünkü öneriye karşı mukavemette artış gözleniyor. Bazı diplomatların aktardığına göre, ortaklıktan ve Alman-Fransız koordinasyonundan eser yok. Fakat öyle görünüyor ki Sarkozy planını hayata geçirmekte ısrarlı.
Almanlar, kendi ceplerinden çıkacak AB'ye rakip bir oluşumdan endişe ediyor; Fransızlar ise Akdeniz'de hegemonya kurma gayretinde ve ardından eski sömürgelerindeki imajlarını iyileştirme peşinde. Öyle görünüyor ki Alman şüpheciliğinin üstesinde gelmek için bundan sonra Alman yatırımcılara dönük somut projelerin götürülmesi bekleniyor.
Barselona Sürecinin sonunda Akdeniz için bir ortaklık mı, yoksa bir Akdeniz Birliği mi olacak? Akdeniz'e ilişkin diplomasi trafiğinde sonunda kimin üstün geleceği merakla bekleniyor. Paris'teki Dışişleri Bakanlığından bu konuda daha ılımlı görüşler de işitilse, Nicolas Sarkozy'nin kafasına koyduğunu hayata geçirmek konusunda istekli olduğu biliniyor: Gerekirse AB'den resmi destek görmeksizin dahi.
AVUSTURYA BASINI
DER STANDARD: "'İNSANLIK SUÇU' ASİMİLASYON"
VİYANA, 18/02(BYE)--- Tirajı günde 74 bin olan sol eğilimli Der Standard gazetesinin 16 Şubat 2008 tarihli hafta sonu sayısında, Hans Rauscher imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
İngiltere, Fransa ve Rusya hükümetleri Mayıs 1915'te, savaştaki karşıtları Türkiye'yi, "insanlık ve uygarlık suçları işleyenlerin" savaştan sonra hesap vermek zorunda kalacağına dair uyaran bir açıklama yapmışlardı.
Bu sözlerle Türkiye'de yaşayan Ermenilere karşı başlatılan katliamlar kastedilmişti. Bunlar, devletin Türkiye'de yaşayan Ermenilerin tamamından veya büyük bir kısmından kurtulmayı amaçlayan planının bir parçasıydı. Nitekim bu, savaş sırasında (resmi Türk kaynaklarına göre) 300 bin ila (uluslararası tarihi araştırmalara göre) bir buçuk milyon Ermeni'nin ölümüne yol açtı.
Böylece 20. Yüzyılda, yani soykırım asrında "İnsanlığa karşı işlenen suç" deyimi ilk kez kullanıldı. Bu, özellikle de 2. Dünya Savaşı ve Nürnberg duruşmalarından bu yana düşünülebilecek en ağır suç. "Crime against humanity" bir devletler hukuku terimidir ve zaman aşımına uğramayan ve Lahey'deki Adalet Divanı nezdinde takip edilen suçları kapsar, örneğin: Yugoslavya, Ruanda, ve Sierra Leone'deki toplu öldürmeler ve sürülmeler gibi.
Bütün bunlar göz önünde bulundurulacak olursa, Türkiye Başbakanı Erdoğan'ın geçen hafta Almanya'da, kendisine tezahürat yapan 20 bin Türk vatandaşı karşısında yaptığı konuşmada söylediği akıl almayacak bir şeydi. Erdoğan, Türkleri asimile olmamaları için uyardı ve "Asimilasyon insanlık suçudur" dedi. Geri döndükten sonra da bu söylemini yineledi. Almanya'nın tepkisi açıkça olumsuzdu, ancak kimse neden özellikle bir Türk Başbakanının Alman toprakları üzerinde asimilasyonu suçların en büyüğü olarak tanımladığı konusunda ayrıntıya girmek istemedi. Erdoğan'ın bu deyimin mecazi anlamını bilmemesine imkan yok. Erdoğan tahrik etmek ve Almanya'da (aynı zamanda da Avusturya'da) yaşayan Türklerin yaşadıkları ülkenin kültürüne uymalarını, Almanya (ve Avusturya), aynı zamanda da Türkiye tarihinde (ki bu resmi çevrelerce bugün bile inkar ediliyor) işlenen en feci suçla eş tutmak istedi.
Erdoğan bu tutumuyla (iç politikada) ne amaçlarsa amaçlasın, Türkiye'nin AB'ye katılımı konusundaki asıl engelin İslam değil, Türklerin aşırı milliyetçiliği olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Şimdiye kadar hep "Türklüğün" histerikçe aşırı vurgulanmasının (Türk toplumunda oldukça güçlü olan) aşırı sağcılara özgü bir davranış olduğu sanılırdı. Ancak nispeten ılımlı olduğu bilinen Erdoğan içerik açısından da bu konuda çok ciddi. Avrupa'daki Türklerden, İslam'ın yanı sıra, liberal Batı Avrupa'daki toplumsal gerçeklerle pek az ilişkisi olan, kültürel ve sosyal açıdan kendilerine özgü bir yapı da dahil kimliklerini muhafaza etmeleri isteniyor.
Asimilasyon, yani bir topluma uyum, yalnız yabancı bir lisanı öğrenmek değil, aynı zamanda Avrupa değerlerini de kabul etmek anlamına geliyor. Örneğin: kişisel özgürlük, aydınlanma, liberalleşme, hoşgörü, hukukun üstünlüğü, kadın haklarına saygı gibi. Bunu, suçların en büyüğü olarak tanımlamak, o kişinin Avrupa'nın özünü kavramadığını gösterir.
WIENER ZEITUNG: "NABUCCO: AB FRANSIZLARIN DA KATILMASINI İSTİYOR"
VİYANA, 19/02(BYE)--- Tirajı günde 27.500 olan ve devlet tarafından çıkarılan Wiener Zeitung'un 19 Şubat 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Paris çıkışlı haberin ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
--AB Koordinatörü Türkiye'nin Direnişini Kırmak İstiyor--
Boru hattı projesi Nabucco'dan sorumlu AB Koordinatörü Jozias van Aartsen, hafta sonunda Ankara'da yaptığı bir konuşmada, Fransız enerji holdingi Gaz de France'ın (GDF) proje dışı bırakılmamasından yana çıktı.
Türkler, Paris'teki parlamento Ermenilere soykırımı tanıdığı için, şimdiye kadar Fransa'nın projeye katılmasına karşı çıktı.
GDF'nin Nabucco'ya katılımı sorununun iki hafta içinde çözülmesi gerektiği görüşünde olan Van Aartsen, üç haftaya kadar Ankara'yı yeniden ziyaret edeceğini açıkladı.
KURIER: "AVRUPA'DAKİ SON DUVAR DA YIKILIYOR MU?"
VİYANA, 19/02(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal eğilimli Kurier gazetesinin 19 Şubat 2008 tarihli sayısında, Walter Friedl imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
--Şahin Papadopulos'un Seçimleri Kaybetmesi Üzerine Birçokları Adanın Yeniden Birleşmesini Umuyor. Ancak Uzmanlar Kuşkulu--
Sol eğilimli Kıbrıs gazetesi Haravgi, Papadopulos'un seçimleri kaybetmesini, "barışçı geleceğin habercisi" olarak duyurdu. Gerçekten de, Rum Devlet Başkanı şimdiye kadar Rumlar ile Türkler arasında bölünmüş olan adanın yeniden birleşmesi yolundaki en büyük engellerden biriydi.
Anlaşılan seçmen artık izlenen sert çizgiden bıktı ve Papadopulos'a oy vermedi. Gelecek pazar günü yapılacak olan seçimlerde muhafazakar eski Dışişleri Bakanı Yannis Kasulidis ile reformcu komünist Dimitris Hristofyas yarışacak. İki politikacı da Kıbrıs Türkleriyle diyalogtan yana.
Almanya'daki Bilim ve Politika Vakfı yöneticilerinden olan ve bölgeyi tanıyan Heinz Kramer, buna rağmen duruma kuşkulu bakıyor. Kramer, Kurier ile yaptığı söyleşide, "Yeni devlet başkanının 'Annan planını çekmeceden çıkarıp imzalayalım' demesini beklemek yanlış olur" diyor. Kramer, hem Kasulidis hem de Hristofyas'ın çözüme "daha açık" olduklarını, ancak Türk tarafının yeni tavizler vermeye yanaşmaması halinde uzlaşma planını onaylamayacaklarını belirtiyor.
Ankara'nın adadaki askeri varlığının yanı sıra sürülenler arasında geri dönenlerin sayısının sınırlı kalması da iki politikacının gözüne diken gibi batıyor. Bir de, Türkiye'nin garantör devlet olarak kalması var. Kramer, "Burada 1974 travması kendini gösteriyor" diyor. Bu, Türk birliklerinin adanın kuzeyine çıktığı tarih.
Uzman, orta vadede barış sürecini yeniden harekete geçirmek üzere yeni bir girişimde bulunulacağını tahmin ediyor. Kramer, "Bunu her iki taraf da destekleyecektir. Ancak görüşmeler önemli konulara geldiğinde, yeniden direnme hissedilecektir" diyor.
Kramer sözlerine şöyle devam ediyor: "Papazın el değiştireceğini umuyorum. Annan planının reddedilmesinden sonra papaz Rumların elinde kalmıştı. Şimdi ise sıra Türklere gelebilir."
Kramer bunu şöyle açıklıyor: "Ankara'nın AB'ye katılım ihtimali 2004 yılına nazaran artacağına azaldığından, Türkiye yıllardan beri süren ihtilafa çözüm getirmek konusunda artık pek sinyal vermez oldu. Dolayısıyla ihtilaf, Ankara tarafından AB çabaları konusunda koz olarak kullanılabilir. 'Brüksel bize kolaylık göstermezse, biz ona niye gösterelim?' gibi."
Kramer, "Ayrıca Türk ordusu son zamanlarda stratejik açıdan önem taşıyan adadan çekilmek istemediğini açıkça gösterdi" diyor.
DIE PRESSE: "GDF, NABUCCO'YA KATILMAYACAK"
VİYANA, 20/02(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 20 Şubat 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Viyana çıkışlı ve APA kaynaklı haberin çevirisi şöyledir:
--Fransızlar Artık Projeye Katılmak İstemiyor--
Fransız doğalgaz holdingi Gaz de France'in (GDF) Nabucco boru hattı projesine yedinci ortak olarak katılmayacağı kesinleşti. Fransız Dış Ticaret Devlet Sekreteri Herve Novelli, GDF'nin Nabucco'ya katılma teklifini geri çektiğini açıkladı. Bunun nedeninin Türkiye'nin GDF'ye itiraz etmeyi sürdürmesi olduğunu belirten Novelli, "Türkiye siyasi düşüncelere dayalı bir karar aldı, GDF de bunun üzerine teklifini geri çekti" dedi.
Türkiye uzun zamandır, siyasi nedenlerden dolayı Fransa'nın katılımına karşı ayak diriyor. Bunun ardında yatan neden, Paris'teki parlamentonun Osmanlı İmparatorluğu zamanında Ermenilere yapılan soykırımı tanıması ve Fransa'nın Türkiye'nin AB'ye katılımına karşı olması. Novelli, "Çok müteessiriz. Yazık oldu, çünkü GDF'nin teklifi projeye katılmak için gerekli olan tüm şartları yerine getiriyordu" dedi.
GDF geçen yıl projeye altıncı ortak olarak katılabilmek için büyük çaba harcamıştı. Nabucco ortakları o zamanlar acilen Avrupa'da büyük bir alıcı arıyorlardı. Türkiye'nin GDF karşısında direnmesi sonucu Alman RWE altıncı ortak olarak alınmıştı.
--AB, GDF'nin Katılımından Yana--
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Romanya Devlet Başkanı Traian Basescu şubat başında yaptıkları müşterek bir basın toplantısında, GDF'nin yedinci ortak olarak projeye katılacağını açıklamışlardı. AB Koordinatörü Jozias van Aartsen de geçenlerde Fransızların projeye katılımından yana çıkmıştı.
Nabucco 2013 yılından itibaren, Hazar Denizi bölgesinden Avusturya-Slovakya sınırındaki Baumgarten bölgesine kadar doğalgaz taşıyacak. Proje, AB'nin Rusya'ya olan bağımlılığını azaltmayı amaçlıyor.
FRANSA BASINI
LE MONDE: "ANKARA, AVRUPALILARA YÖNELİK SİTEMLERİNİ ARTIRDI"
PARİS, 14/02(BYE)--- Tirajı günde 314 bin olan Le Monde gazetesinin 14 Şubat 2008 tarihli sayısında, Guillaume Perrier imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Ankara'nın, Berlin ile Almanya'daki Türklerin entegrasyonu konusunda başlattığı polemik, son haftalarda AB'ye üyelik hedefinden uzaklaştığı görülen Başbakan Erdoğan'ın rota değişikliğinin bir göstergesi. Muhafazakar eğilimli AKP, üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılmasını öngören Anayasa değişikliği teklifinin Mecliste kabul edilmesi için aşırı milliyetçilerle mutabakata vardı. Ancak Brüksel'in beklediği reformlarla Anayasa'nın revizyonu hala askıda.
Başbakan Erdoğan birkaç gün içerisinde Avrupa ülkelerine yönelik bir dizi sitemde bulundu. AKP lideri, Kürt terörü, ülkesinin AB'ye üyeliği ve Avrupa'nın entegrasyon politikaları gibi hassas konularda, şimdiye kadar aşırı milliyetçilerin kullandığı üslubu benimsedi.
Münih'te 9 Şubat'ta yapılan Uluslararası Güvenlik Konferansına katılan Erdoğan, Avrupa ülkelerini, PKK'lı "teröristlerin" (bölücü Kürtler) topraklarında faaliyet göstermelerine izin vermekle suçladı. Erdoğan, "Avrupa'da gözaltına alınan terör örgütü mensuplarının bazen serbest bırakıldığını görüyoruz. Bunu anlamak zor" açıklamasıyla, PKK'nın "kasası" olarak adlandırılan Rıza Altun'u, Temmuz 2007'de serbest bırakan Fransa ile Avusturya'ya göndermede bulundu. Ankara ayrıca Anvers İstinaf Mahkemesinde, Avrupa Birliği tarafından "terörist" olarak kabul edilen sol eğilimli DHKP-C örgütünün yedi mensubunun serbest bırakılma kararına da sert tepki gösterdi. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, kararı "teröre destek" olarak nitelendirdi.
Dokuz Türkün can verdiği Almanya'nın Ludwigshafen şehrindeki yangın olayının İstanbul basınında "ırkçı saldırı" olarak yorumlanması ise ülkede bir toplu savunma tepkisi yarattı. Milliyetçi eğilimli Hürriyet gazetesi, salı günü hala bir görgü tanığının, yangından önce bir kişinin binadan koşarak uzaklaştığı iddialarına yer veriyordu. Kemalist muhalefetin lideri Deniz Baykal, "Hala şüpheler var" dedi. Türk yetkililer son aylarda zaten Almanya'da aile birleşimine getirilen yeni sınırlamalar nedeniyle tepkiliydiler.
Türk evlerinde yaygın olan, "Hristiyan kulübü" AB'de "Türk korkusunun" hakim olduğu düşüncesi bugün artık Fransa ile Almanya'nın Türkiye'nin üyeliğine karşı gelmelerine anlam veremeyen ve bunu bir hakaret olarak yorumlayanların hayal kırıklığına ekleniyor.
LE FIGARO: "FRANSA, DİNAMİK TÜRK PAZARINDA GERİLEME KAYDEDİYOR"
PARİS, 14/02(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro gazetesinin 14 Şubat 2008 tarihli sayısında, Laure Marchand imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
--Fransızlar, İhalelerde ve İhracatta İki Ülke Arasındaki Soğukluğun Bedelini Ödüyor--
Laurence Parisot'nun çağrısı durumu tersine çevirmeye yetmeyecektir. "Birbirimizi, birlikte çalışmak için engellemeyelim" açıklamasıyla Fransız İşadamları Derneği Medef'in Başkanı Parisot, geçen cuma Brüksel'den, "Türk meslektaşlarına" seslenmiş, Ankara'nın AB üyeliğine adaylığı yönündeki tahminler üzerine Fransız şirketlerini dışlamamaya davet etmişti.
Parisot'nun bu çağrı niteliğindeki konuşması, Nabucco boru hattı projesine Alman RWE şirketinin altıncı partner olarak katıldığının açıklanması ardından geldi. Hazar Denizini Türkiye üzerinden Avrupa Birliği'ne bağlayacak olan doğalgaz boru hattı projesine Fransız Gaz de France şirketinin katılmasını veto eden Türkiye, böylece Fransız şirketine iki ülke arasındaki siyasi ilişkilerin bozulmasının bedelini ödetiyor.
Fransız Meclisinde Ekim 2006'da Ermeni soykırımının inkarını cezalandırmayı öngören bir yasa teklifinin kabul edilmesiyle başlayan sürtüşme, bir de Elysee Sarayı'nın Türkiye'nin AB üyeliğine açıkça karşı gelmesiyle besleniyor. Son olarak konuya yakın bir kaynak, "Ankara'nın uyarı amacıyla Nabucco projesinde Fransa'yı çok açık bir şekilde engellediğini" de kabul etti.
Türkiye'deki Fransız Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Yves-Marie Laouenan tedirginliğini, "Uzun süredir hiç bir Fransız şirketinin Türkiye'de ihale kazanamadığını" hatırlatarak dile getiriyor. Ankara, Türk ordusu için sipariş vermeyi düşündüğü 50 savaş helikopteri için Avrupa Havacılık Savunma ve Uzay şirketi EADS'in çatısında yer alan Eurocopter'in yerine, İtalyan Agusta Westland'ı tercih etti. Alman RWE ve Rus Gazprom'un peşinde ilerlediği Gaz de France ise Ankara'da doğalgazın özelleştirilmesi için mart ortasında yapılacak ihalenin dışında tutuluyor.
--İtalyan Rekabeti--
Ankara'nın tepkisinden nükleer sektör de nasibini alıyor. Türkiye, 2012 yılına kadar üç nükleer santral inşa etmeyi planlıyor. Yerel bir partner arayışına giren Areva'nın Sabancı Holding ile, Koç grubunun ise Amerikan Westinghouse ile temaslarda bulunduğu haberler arasında. Ancak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ABD Başkanı George Bush ile yaptığı görüşmeden bu yana, Toshiba tarafından satın alınan Westinghouse ihalede favori görünüyor. Enerji Bakanı Hilmi Güler'in de katıldığı ziyaret, ABD'nin Irak'ın işgalinden beri aralarında soğuk rüzgarlar esen iki NATO müttefikinin yakınlaşmasını sağlamıştı.
Fransa cephesinde Areva'nın yarışta kalması, "Nükleer gibi oldukça kapalı olan bir pazarda mukabelede bulunmak için mekanizmalar kurmanın daha zor olduğu" vurgulanarak savunuluyor.
Ve Türklerin gecikmeleri hesaplanıyor: İlk santralin inşası için yapılan ihale çağrısı gelecek yaza ertelendi. Ancak yine de, ülkedeki yasal işlemlere bakılırsa, bu tarih pek de gerçekçi görünmüyor, böylece ikili ilişkilerin pekiştirilmesi için zaman kalıyor.
Açık pazarların dışında yabancı yatırımlar durgunluktan sıyrılıyor. Hatta Türk verilerine göre Fransa, 2007 yılı için Hollanda'nın hemen ardında, ikinci sırada yer aldı. Bu dinamikliğin son kanıtı kuşkusuz 6 Şubat Çarşamba günü Axa şirketinin, sigorta şirketi Axa Oyak'taki ortağı Oyak Bank'ın payını, 355 milyon karşılığında satın almış olmasıdır.
Ancak, Fransa'nın ihracatında sıkıntılar hakim. Önceki yıllarda kaydettiği yüzde 10'luk ilerlemenin ardından Fransız ticareti geçen yıl bir dengeye oturdu. Yine de bu son performans eksikliği sadece Çin ve Rus mallarının pazarlara girmesiyle açıklanamaz. Zira Türk İstatistik Enstitüsü'ne göre Almanlar yüzde 17,5 ile, İtalyanlar ise yüzde 15,8 ile 2007'nin ilk 11 ayında toplam ihracatlarıyla pazarlardaki yerlerini güçlendirdiler.
Fransa Ticaret Odası Başkanı Raphael Esposito, "Küçük ölçekli şirketlere nazaran büyük şirketlere fazlaca yönelen sanayimizdeki yapısal uyumsuzluğun iyi bir örneği" diyor. Otomotiv sektörü Fransız ihracatının temel taşını oluştururken, Türkiye de bu sektörde artık bir ihracat platformu haline geldi.
Fransa'da Türkiye'nin olumsuz imajı girişimleri engellerken, rakip ülkeler küçük ölçekli şirketlerini bu yükselen pazara yönlendirdiler. "İtalyan ve Alman işadamlarına nazaran Fransızların, Türk pazarının inanılmaz potansiyelinin farkında olmadıklarını" anlatan Fransız şirketlerine ülkede eşlik eden Turnkey adlı şirketin Müdürü Frederic Farre şaşkın: "Türkiye ziyaretine geldiğinde Silvio Berlusconi'nin beraberindeki heyette 600 işadamı vardı..." Herve Novelli'ye ise, önümüzdeki pazar yapacağı Türkiye ziyaretinde sekiz küçük ölçekli şirket müdürü dahil toplam otuz kişilik bir grup eşlik edecek.
LE MONDE: "ERMENİSTAN DIŞİŞLERİ BAKANI: TÜRKİYE İLE NORMAL İLİŞKİLERE SAHİP OLMAYI ARZULUYORUZ"
PARİS, 18/02(BYE)--- Tirajı günde 314 bin olan Le Monde gazetesinin 17-18 Şubat 2008 tarihli sayısında, Piotr Smolar tarafından Erivan'da gerçekleştirilen ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın Türkiye'ye ilişkin bölümünün çevirisi şöyledir:
LE MONDE: AB ve ABD, Türkiye ile aranızdaki diplomatik çıkmazdan kurtulmanıza yardımcı olabilir mi?
ERMENİSTAN DIŞİŞLERİ BAKANI: Elbette. Gelecek her yardımı olumlu karşılarız. ABD'nin etkili olacağını sanmıştık, ancak şimdiye kadar hiçbir şey elde edemediler. Türkiye'nin AB'ye ihtiyacı var. AB'ye üye olmak istiyor. Oysa üyelik kriterlerinden biri de komşularıyla iyi ilişkiler içerisinde bulunması ve sınırların açık olmasıdır. Dolayısıyla AB'nin elinde önemli baskı yöntemleri bulunmakta. Asıl mesele, AB'nin yakın gelecekte mi yoksa müzakere sürecinin sonunda mı bu yöntemlere başvurup başvurmayacağını bilmektir. AB'nin bunu hemen gerçekleştirmesini, Türkiye ile sınırımızın açılmasını sağlamasını diliyoruz. Geçmişte ve bugünkü farklıklarımıza rağmen Türkiye ile normal ilişkiler içerisinde olmayı isteriz. 1915 Ermeni soykırımının tanınması konusu hala gündemde. Ancak bizler, bu meseleyi Türkiye ile ilişkilerimizin normalleşmesi yönünde hiçbir zaman ön şart olarak göstermedik. Top artık Türkiye'nin sahasında.
LE MONDE: "TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİ Mİ? HER ZAMAN 'EVET'"
PARİS, 19/02(BYE)--- Tirajı günde 314 bin olan Le Monde gazetesinin 19 Şubat 2008 tarihli sayısında, Avrupa Sosyalistler Partisi Grubu (PSE) vekilleri Kader Arif (Fransa), Carlos Carnero (İspanya), Pasqualina Napoletano (İtalya) ve Jan Marinus Wiersma (Hollanda) imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan ortak bildirinin çevirisi şöyledir:
--Üyelik Umudu Bir Halkın Siyasi Entegrasyon Yönünde Demokrasisinde İlerleme Kaydetmesine İlişkin Taleplerle Birlikte Yürür--
Le Monde gazetesinin 29 Ocak 2008 tarihli sayısında yayımlanan, Avrupa Parlamentosu üyesi Alain Lamassoure ve Fransa'da iktidardaki merkez-sağ partili üyelerin hazırladığı dar düşünceli ve aldatıcı beyandan çok uzak olan Türkiye ile süren müzakerelerin gerçeklerini hatırlatmanın önemine inanıyoruz.
Öncelikle Türkiye'nin adaylığının çok eskilere dayandığını hatırlatalım. 1963 yılında üyelik olasılığını öngören bir ortaklık anlaşması imzalayan Türkiye, üyelik hedefini tescilleyen, Avrupalılığı üzerindeki tartışmalara son verecek şekilde resmi aday statüsüne 1999 yılında sahip olmuş, en sonunda 2005 yılında, 40 yıllık uzun bir yakınlaşma süreci ardından müzakereler resmen başlamıştır.
Bildiriyi okuduğumuzda, uzun ve zorlu görünen müzakere gerçeğiyle peş peşe sıralanan yanıltıcı argümanlarının ardından Lamassoure ve arkadaşlarının Türkiye'nin adaylığına bağlı endişeleri uyandırarak halkın korkularıyla oynama niyetini sezinlediğimiz açıklamaları arasındaki kopukluğu şaşkınlıkla karşıladık. Bildiriyi, sadece bu ulus hakkındaki tek yönlü ve mantıksız görüşlerinin bir göstergesi olarak görmek gerekir. Irak veya Suriye gibi ülkelere bağlı efsaneleri, Avrupa'nın gelecekteki sınırları hakkında endişeler uyandırmak üzere kullanmak bu tehlikeli yöntemin bir örneğidir.
Avrupa Birliği projesini genel bir değerlendirmeden geçirmeden Türk meselesine ciddi olarak değinemeyiz. Sürekli değişim halindeki dünyada, Avrupa'nın etnik, kültürel ve inançla ilgili olarak anlayacağımız bazı "coğrafi kriterlerde" dondurulmasının mümkün olduğuna artık kim inanabilir ki? Bu coğrafi kriterler ayrıca tartışılabilir, yani bildiriyi yayımlayan milletvekillerinin savunduklarının aksine değişmez bir gerçek değildir. Avrupa konusunda tek geçerli olan anlayış, her zaman güçlü ve destekçi bir birliğin oluşması yönünde yer almış, ortak siyasi ve demokratik değerleri olan bir Avrupa anlayışıdır.
Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin mali yükünün öne sürülmesi ayrıca bu muhafazakar parlamenterlerin içine kapandıkları dar görüşün de bir göstergesidir. Bu parlamenterlerin Avrupa için umutları bu kadar mıdır? İnsanların, Türkiye'nin hemen gerçekleşecek üyeliğinin bütçemizi sarsacağı ve siyasi bir Avrupa'nın oluşumuna engel olacağı düşüncesine kapılmasına engel olmamak bir sorumsuzluktur. Türkiye'nin üyeliği, öncelikle orta veya uzun vadede gerçekleşeceği düşüncesiyle algılanmalıdır. Ayrıca o tarih geldiğinde, cesur bir siyasi projeyi taşıyabilecek bir bütçeye sahip olacağımıza inanmak da istiyoruz. Bütün bunlar olmadan zaten, Türkiye olsun veya olmasın, yarım asırdır konuşulan siyasi Avrupa sadece gerçekleşmesi imkansız bir dilek olarak kalacaktır.
Bu süreç uzun olacağından, Türkiye'nin adaylığını şimdiki siyasi durumlara göre değerlendirmek anlamsızdır. Dolayısıyla Ermeni ve Kıbrıs meselelerini, ayrıca ifade, basın ve toplantı özgürlülerini aşılmaz engeller olarak öne sürmek, hem müzakerelerin başından bu yana kaydedilmiş ilerlemeleri göz ardı etmek, hem de AB'nin Türkiye'yi bu reformlarında -ki tüm bu reformları bizler de talep ediyoruz- destekleme yeteneğini inkar etmek anlamına gelecektir. Demokratik ilerlemelere dair beklentilerimizi, bir halkın barış içindeki bir kıtaya siyasi anlamda entegre olması yönünde kaydedeceği gelişmeleri taşıyacak olan üyelik umududur. Şüpheler üzerine ne tek, ne de toplu bir gelecek inşa edilebilir. Parlamenterlerin içi rahat etsin... Bu ayrıntıyı belki kaçırmış olabilirler ama bilsinler ki kaçınılmaz olan demokratik reformlar titizlikle sonlandırılmadan Türkiye'nin AB'ye girmesi zaten hiçbir zaman söz konusu olmadı...
Bu parlamenterlerin, bildirilerini, Türkiye'ye dayatılacak alternatif bir yol olarak Akdeniz Birliği çağrısında bulunarak sonlandırmaları şaşırtıcı değil. Böylece Fransız sağının Türkiye'ye önerdiği şu meşhur "imtiyazlı ortaklık" konusunun ne oluğu da anlaşıldı...
Projeyi Türkiye karşıtı bir kandırma yöntemi olarak algılayan Avrupalı ve Akdenizli ortakların eleştirileri karşısında, Avrupa ile Akdeniz arasında işbirliği canlandırmaktan başka bir niyeti olmadığını savunan Nicolas Sarkozy'nin yalanlamalarını hatırlatmaya gerek var mı acaba? Kime inanmalı? Cumhurbaşkanı Sarkozy'ye mi yoksa iktidardaki milletvekilleri veya bu girişimi savunmakla görevlendirilen bakanları, büyükelçileri ve temsilcilerine mi?
Bu çelişkiler ve muhatabına göre değişen mesajlar karşısında asıl Fransa'nın AB dönem başkanlığında savunacağı projenin inandırıcılığı zarar alabilir. Fransa, dönem başkanı olarak, örnek ve mütevazı olmalıdır. Avrupalı ortaklarına olduğu kadar Türklere de verilmiş sözleri tutmasını bekliyoruz. Ciddiyet, bugün yalnız şövalye olarak görülen Fransa'daki bu kakofoninin önüne geçmelidir.
Son olarak, korku uyandıran ifadelere dayanarak halkları birbirlerine karşı getirecek "Türkiye'ye özel" bir referandumla sorumluluklardan sıyrılmak, bu kişilerin görevlerine hiç yakışmayan ve bizimle hiçbir alakası olmayan bir politika anlayışını sergilemektedir.
Parlamenterleri, Türkiye'nin AB'ye üyeliği gibi oldukça stratejik bir mesele hakkında Fransızlara hak ettikleri saygın, dayanaklı ve farklı görüşlerin yer aldığı bir tartışma sunarak tutarlı ve sorumlu bir çizgide bulunmaya davet ediyoruz.
İNGİLTERE BASINI
THE ECONOMIST: "YARI GERÇEKLERİ ÖRTENLER"
ANKARA, 15/02(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Economist dergisinin 14 Şubat 2008 tarihli sayısında yer alan makalenin çevirisi şöyledir:
--Üniversitelerde Başörtüsü Yasağının Kaldırılması Üzerine Yaşanan Tartışmanın Arkasında Neler Yatıyor?--
Türkiye'nin laik elitleri için karanlık çağlara geri bir adım; muhafazakarları içinse gecikmiş bir hak. Her iki şekilde de parlamento tarafından üniversitelerde Müslüman tarzı başörtüsü takılması yasağını gevşeten anayasal değişiklikler ılımlı İslamcı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile laik muhalifleri arasında yeni bir savaşı tetikleyecek.
Çok sayıda üniversite rektörü, 9 Şubat'ta Parlamentoda büyük bir çoğunlukla kabul edildiği halde değişiklikleri görmezden geleceklerini ilan ettiler. On binlerce Türk protesto için sokaklara döküldü. Muhalefet lideri Deniz Baykal, tedbirlerin laikliğin anayasal olarak temin edilmesine karşı olduğunu savunarak Anayasa Mahkemesine gitme sözü veriyor. Mahkeme, geçen mayısta Türkiye cumhurbaşkanlığıyla ilgili bir ihtilafta yaptığı gibi onun lehinde karar verebilir. Her durumda, tedbirler yürürlüğe girmeden önce hükümetin kampüslerdeki kılık kıyafet gibi daha belirli kuralları değiştirmesi gerekiyor. Bazı felaket tellalları 1970'lerde solcu öğrencilerle İslamcılar arasındakiler tarzında şiddet yaşanabileceği tahmininde bulunuyorlar.
Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 2002'de iktidara geldiğinden beri tabanından, daha 1990'larda konan başörtüsü yasağını kaldırması için baskı görüyor. Kamuoyu araştırmaları Türklerin çoğunun üniversite öğrencileri için yasağın kaldırılmasından yana olduğunu gösteriyor. Ülkenin generalleri bile bir değişiklik için sessiz kaldılar. Peki bütün bu yaygara niye?
Bir cevap, başörtüsü üzerine yaşanan kavganın gerçekte hiç de dinle ilgili olmaması. Bu, daha çok Anadolu'dan gelen dindar Türklerden oluşan yükselmekte olan bir sınıfla, generaller ve yargı tarafından desteklenen sağlam bir şekilde yerleşmiş "beyaz" Türklerden oluşan elitler arasındaki bir güç savaşı. İstanbullu bir ileri gelen "Başörtülü kadınlar bizim hizmetçilerimizdi şimdi komşularımız haline geldiler" diyerek burun kıvırıyor.
Ancak snopluk ve güç hikayenin sadece bir kısmı. Başörtüsü tartışması, İslam ile demokrasi arasında olduğu kadar gelenekle modernlik arasındaki bir savaş. Çoğu Batılılaşmış, orta-sınıf Türk, özellikle de kadınlar, yaşam tarzları için korkuyor. Sessizce yaklaşan muhafazakarlığın başka bir örneği olarak da, hükümetin televizyonda alkol gösterilmesini yasaklama planlarını veriyorlar. Bir AKP üyesinin başörtüsünü üniversitelere soktuktan sonra sıranın kamu kuruluşlarına geleceğini sevinçle haykırması da pek yardımcı olmadı.
Başörtüsü yanlıları bile hükümetin planları hakkında hiçbir şey bilmediklerinden yakınıyorlar. Bazıları gelecek yıl yapılacak yerel seçimlerde oy kazanma amacını taşıdığına inanıyor. AKP cinsiyetler arası eşitliği destekleme konusunda ciddi olsaydı "kabinede birden fazla kadın olurdu" diyor AKP'yi destekleyen bir bayan. Kadınların başını kapamasına izin verilmesi, Erdoğan'ın iddia ettiği gibi, bir haklar sorunuysa, hükümet ifade özgürlüğünü yargılayan 301. maddeyi neden kaldırmadı? (En son kurbanı, Atatürk'e "o adam" dediği için üç yıl hapis cezası alan liberal bir akademisyen, Atilla Yayla.) Hükümet, Avrupa Birliği'nin gayrimüslim azınlıkların devlet tarafından el konulan mülklerini geri almalarının kolaylaştırılması yönündeki taleplerine de direniyor.
Bazılarına göre bunun bir nedeni, AKP Hükümetinin başörtüsü konusunda üçte ikilik çoğunluğu elde etmek için desteğine ihtiyaç duyduğu küçük bir sağ kanat partisini sakinleştirmesi gerektiği. Her durumda, Erdoğan'ın AB'ye katılma yönündeki azalan ilgisi liberal destekçilerinin gözlerinin daha da açılmasına neden oluyor. Onların sorunu dönecek bir yerlerinin olmaması. Atatürk ve modernlikten yana görünen Baykal, ülkenin AB tarafından dayatılan reformlarına en sert şekilde karşı çıkanlar arasında. On yıl içinde üç seçimi kaybetse de sağlam bir şekilde konumunu koruyor.
Daha büyük bir endişe Türkiye'nin henüz, ister laik ister dindar, ister Türk ister Kürt olsun, bütün fertlerin haklarını koruyabilen bir yasama sistemini tasarlayamamış olması. Avrupa yanlısı Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün bu hafta öne sürdüğü gibi, AB üyeliği Türkiye'nin dertlerine deva olabilir. Tabii ancak Erdoğan (ve mevcut AB üyeleri) bunu kabul ederse.
REUTERS: "AB GELECEKTE NABUCCO'DA GAZ DE FRANCE'IN DA YER ALMASI İÇİN ÇALIŞIYOR"
ANKARA, 15/02(REUTERS)(BYE)--- Nabucco doğal gaz boru hattı projesi AB koordinatörü bugün, Ankara'nın projeye müdahil olmasına kesinlikle karşı olduğu Gaz de France'ın, gelecekte projeden dışlanmaması gerektiğini söyledi.
Türk enerji yetkilileriyle görüşmek üzere Ankara'da bulunan Jozias van Aartsen, Nabucco projesi konusunda AB'nin de en az Türkiye kadar hevesli olduğunu ifade etti ki bu, blokun Rus doğal gazına bağımlılığını azaltma politikasının ana maddelerinden biri.
Ankara, Fransa Ulusal Meclisinde Ermeni soykırımının inkârını suç sayan bir yasa teklifinin kabul edilmesinden ötürü Gaz de France'ın Nabucco konsorsiyumuna katılmasını kesinlikle istemiyor.
Türkiye, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin, Ankara'nın AB üyeliğine karşı çıkmasından da rahatsızlık duyuyor.
Van Aartsen, "Gelecekte bu şirketi (Gaz de France) bu projeden dışlamamalıyız" dedi.
Ancak van Aartsen, Türk yetkililerle görüşmelerinde ana gündem maddesinin Fransız şirketinin konsorsiyuma katılması olmadığını ve öncelikle fiyatlandırma meselesinin çözüme bağlanması gerektiğini söyledi.
Söz konusu meselenin AB ile Türkiye arasında yürütülecek görüşmelerde iki hafta içinde çözümlenebileceğini de ifade eden van Aartsen, üç hafta içinde Ankara'ya tekrar geleceğini belirtti.
Görüşmelerden sonra Aartsen, Nabucco'nun gerçeğe dönüşmeye daha da yaklaştığına işaret ederek kendisinin başkanlığında ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da başkan yardımcılığını yapmasını önerdiği bir hükümetler arası konferansın duyurusunu da yaptığı açıklamasında, "Bu ziyatten sonra AB ve Türkiye'nin tamamen aynı tarafta olduğunu söyleyebilirim" dedi.
REUTERS: "KIBRIS SEÇİMLERİ BARIŞ ANLAŞMASI UMUDUNU ARTIRIYOR"
LEFKOŞA, 18/02(REUTERS)(BYE)--- Michele Kambas bildiriyor:
Sertlik yanlısı Cumhurbaşkanı Tassos Papadopulos'un seçim yenilgisi bugün, etnik Türklerle, bazı zamanlarda NATO ortakları Yunanistan ile Türkiye'yi savaşın eşiğine getiren, hizipleşmeye bir son verilmesi ihtimalini artırdı.
74 yaşındaki Papadopulos beklenmedik bir şekilde dünkü seçimlerin ilk turunda elenirken 24 Şubat'ta yapılacak oylamaya yeniden birleşme görüşmelerinin başlatılmasından -bu, AB'ye girmek isteyen Türkiye'nin Brüksel ile ilişkilerine yardımcı olabilecek bir hareket- yana olan iki aday kaldı.
Simerini gazetesi ön sayfasında yayımlanan bir makalede, "Mohikanların sonuncusu Papadopulos ile birlikte tarihi bir dönem, resmi olarak sona erdi" diye yazdı.
Politis gazetesi de benzer bir şekilde karikatürlerle betimlemeye başvurdu. Kasulides ile Hristofyas çizgi film kahramanı "roadrunner" olarak gösterilirken Papadopulos ise bir kayaya çarpan "coyote" olarak betimlendi.
Kıbrıs anlaşması, İngiltere'den bağımsızlığın alınmasının ardından 1960'larda yaşanan şiddetten bu yana kuşaklarca Batılı diplomatı bertaraf etti.
Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler son on yılda düzeldi ama Kıbrıs, AB üyesi Kıbrıs'ın kendisi için olduğu kadar Yunanistan ve Türkiye için de kapanmayan bir yara olarak kaldı. AB tarafından adanın tek egemen gücü olarak tanınan Lefkoşa'nın bir şekilde yeniden birleşme olmadan Türkiye'nin üyeliğini desteklemesi muhtemel değil.
Dünkü seçim sonuçları mevcut çıkmazın sona erdirilmesine yardımcı olabilir.
Hem sağ-kanattan Yannis Kasulides hem de köşe yazarı Dimitris Hristofyas kuzeydeki Kıbrıslı Türklere karşı daha uzlaşmacı bir yaklaşım sözü vererek, seçilirlerse liderleriyle görüşmelerde bulunacaklarını söylediler.
Son barış çabası 2004'te, bir yıl önce seçilen Papadopulos Kıbrıslı Rumların BM'nin yeniden birleşme önerisine karşı çıkmalarına öncülük ettiğinde, başarısız olmuştu. Hristofyas o zaman bu plana karşı çıkarken Kasulides'in partisi desteklemişti.
Her iki taraf da zaferi elde etmek için Papadopulos'un yandaşlarının desteğini istiyor.
Kasulides ve Hristofyas'ın bugün Papadopulos'un ana destekçisi olan Demokratik Parti ile görüşmesi bekleniyor. Partinin üst düzey üyeleri de yarın bir araya gelecekler.
Papadopulos'un nasıl hareket edeceğine dair bir işaret yok. Bir gazete bugün, Kasulides'in, AB'nin sağlık komiseri olan Markos Kipriyanu'ya Kıbrıs dışişleri bakanlığı görevini önererek Papadopulos tarafına bir zeytin dalı uzattığını bildirdi.
Papadopulos 2003'te Hristofyas'ın desteğiyle seçilmişti ama partisi daha önceki seçimlerde sağ-kanadı da desteklemişti.
Lefkoşa'daki Batılı bir diplomat, "çözüm konusunda daha aktif olan adaylar seçildi. BM'nin bunu, orada çözüm için bir arzu ve irade olduğuna dair olumlu bir işaret olarak algılayacağını düşünüyorum" dedi.
Arabulucuların görüşmelerin yeniden başlatılması için bu yıl harekete geçmeleri bekleniyor. Bu, AB üyeliği 2009'da değerlendirilecek olan Türkiye için iyiye işaret eden bir olasılık.
Türkiye'nin AB üyelik müzakereleri 2006'da, havaalanları ve limanlarını Kıbrıs Rum trafiğine açmayı reddetmesi üzerine kısmen donduruldu.
THE TIMES: "CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİNİN ILIMLILARIN LEHİNE GELİŞMESİ, KIBRIS'IN YENİDEN BİRLEŞMESİNİ GÜNDEME GETİRDİ"
ANKARA, 18/02(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Times gazetesinin 18 Şubat 2008 tarihli sayısında Michael Theodulou imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan haberin çevirisi şöyledir:
Kıbrıs Rum kesiminin tutucu cumhurbaşkanı Tasos Papadopulos, dün akşam belli olan ilk tur seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından yenilgiyi kabul etti. Papadopoulos'un bu yenilgisi uluslararası güçlerin bölünmüş adayı yeniden birleştirmek için gösterdiği çabanın tekrar gündeme gelmesini sağlayabilir.
Seçimin sürprizle sonuçlanmasıyla birlikte birleşme müzakerelerine devam etmek isteyen iki ılımlı aday, önümüzdeki pazar günü kazananı belirleyecek ikinci tur oylamaya katılacak.
Cumhurbaşkanının görevinden ayrılması bölge analistlerine göre Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne kabulünü de kolaylaştırabilir.
Eski Dışişleri Bakanı, sağcı Demokratik Seferberlik Partisinin (DİSİ)adayı ve Avrupa Parlamentosunun bağımsız üyesi olan Yannis Kassulides yüzde 33.5 oy aldı.
Komünist parti AKEL'in lideri Dimitris Hristofyas ise Kassulides'i az farkla takip ederek yüzde 33.3 oy aldı. Kamuoyu araştırmalarında açık ara farkla önde görünen Papadopulos ise yüzde 31.78 oy alarak ilk turda elendi.
Londra'nın Kingston Üniversitesinden Kıbrıs uzmanı James Ker-Lindsay, The Times'a yaptığı açıklamada "Yannis Kassulides ve Hristofyas çözüm için bir ihtimal olduğunu düşündüren adaylar olarak görülüyor. Uluslararası çevrelerin dikkatinin buraya çevrileceğini ve birleşme için tekrar çaba gösterileceğini düşünüyorum" dedi.
59 yaşındaki Kassulides ve 62 yaşındaki Hristofyas aralarının açık olduğu Kuzey Kıbrıslılarla yeniden barış müzakereleri başlatmayı taahhüt etmişti. Adayların ikisi de seçildikleri takdirde ilk işlerinin barış müzakerelerini başlatmak üzere KKTC lideri Talat ile görüşmek olacağını söylemişti.
Adayların destekçileri, dünyanın tek bölünmüş başkenti olan Lefkoşa sokaklarını korna sesleriyle, Kıbrıs ve Yunan bayraklarıyla doldurdu.
74 yaşındaki Papadopulos dört yıl önce Annan Planı olarak bilinen uzlaşma metninin, temel taleplerini karşılamadığını öne sürerek BM'nin birleşme teklifini reddetmişti. Bundan bir hafta sonra uluslararası arenada Kıbrıslı Rumlar tarafından temsil edilen Güney Kıbrıs, AB'ye girmiş, Annan Planı'nı destekleyen Kıbrıslı Türkler ise bu sürecin dışında bırakılmıştı.
Rakipleri, planın başarısızlığa uğramasının ardından Papadopulos'un sürdürdüğü katı tutumun, adayı kalıcı bir bölünmenin eşiğine getirdiğini ve Kıbrıs'ın Avrupa'daki dostlarını uzaklaştırdığını belirtmişlerdi.
Papadopulos görev süresinin yenilenmesiyle Kıbrıs'ın daha iyi bir konuma gelmesinin garanti altına alınacağını iddia etmişti. Rakiplerinin Kıbrıs Cumhuriyeti'ni satacaklarını öne süren Papadopulos, seçim kampanyası sırasında, kötü bir anlaşmayı kabul etmesi için yapılan baskıya direneceğini belirtmişti.
Ker-Lindsay The Times'a yaptığı açıklamada şöyle konuştu: "Bu sonuçlar 2004'te halkın 'red' oyunu Annan Planı'ndan nefret ettikleri için vermediğini gösteriyor. Bunun nedeni halkın bazı ilerlemelerin gerçekleşeceğine inanmalarıydı, ancak Papadopulos bu konuya değinmedi"
BM önümüzdeki ay Kıbrıs'a yeni bir ortak zemin arayışının denemeye değer olup olmadığını belirlemek üzere üst düzey bir yetkili göndermeyi planlıyor. Üstlendiği rolden yorulan BM, Rum ve Türk liderlerin "gereken siyasi iradeyi" göstermemeleri hâlinde yeni bir başarısızlığı göze almayacağı uyarısında bulunmuştu.
Üst düzey bir Avrupa elçisi Lefkoşa'da The Times'a yaptığı açıklamada, "BM ve AB, kendisini uzlaşma yolunda daha çok inisiyatif almaya adamış iki adaydan birinin seçimin galibi olmasından cesaret alacaktır" dedi.
Uzlaşmanın bu yıl gerçekleşmesi zor görünüyor çünkü olayla bağlantılı başkentlerde başka bir seçim olmayacak. Ayrıca AB, Türkiye'nin bloka katılma isteğini değerlendirecek.
İngiltere'nin bu eski sömürgesinin bölünmesi ve adayı uluslararası çevrelerde temsil eden Kıbrıslı Rumların, Ankara'nın Kıbrıs'ta uzlaşma sağlanmadan bloka katılamaması konusundaki inatçı tutumu, Türkiye'nin AB'ye üyelik isteğinin önünde büyük bir engel oluşturuyor. Ada, Kıbrıslı Rumların cunta önderliğinde yaptığı kısa süreli darbelerin ardından 1974'te, Türkiye'nin, adanın kuzeyini işgalinden bu yana bölünmüş durumda.
Türkiye'nin deniz ve hava limanlarını Kıbrıs Rum kesimine açmayı reddetmesi üzerine AB, 2006'da Türkiye'nin bloka katılma müzakerelerini askıya almıştı. Kıbrıs sorunu, AB, Türkiye'nin de üyesi olduğu NATO ve AB'nin güvenlik kolu Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP)arasındaki işbirliğinin bozulmasına yol açabilir.
REUTERS: "FRANSA: ANLAŞMAZLIKLAR EKONOMİK İLİŞKİLERE ZARAR VERMEMELİ"
ANKARA, 19/02(REUTERS)(BYE)--- Selçuk Gökoluk bildiriyor:
Fransa Dış Ticaret Bakanı bugün, Ankara ve Paris arasında, Ermeni soykırımı iddiaları ve Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılım başvurusu nedeniyle yaşanan anlaşmazlıkların ticari ilişkilere zarar vermesine meydan verilmemesi gerektiğini söyledi.
Fransız parlamentosu alt kanadının 2006'da, I. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Osmanlı Türkleri tarafından kitlesel bir şekilde öldürülmelerinin soykırım olduğunu reddetmeyi suç sayan bir tasarıyı geçirmesi Türkleri çileden çıkardı. Ancak Fransız Senatosu bu tasarıyı asla onaylamadı.
Ayrıca, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Türkiye'yi, Müslüman ancak laik bu büyük ülkenin AB'ye katılım arzusuna karşı çıkarak da öfkelendirdi.
Türk Halk Bankası ve Fransız Kalkınma Ajansı arasındaki 117.8 milyon dolarlık kredi anlaşmasının imza töreninin ardından konuşan Herve Novelli, "Siyasi anlaşmazlıkların ekonomik kararları etkilediği doğrudur, ancak (ticari) kararlar ekonomik temellerle alınmalıdır" dedi.
Ankara, soykırım tasarısı nedeniyle Gaz de France'in bir doğalgaz boru hattı projesine katılımına karşı çıktı.
Geçen hafta Avrupa Birliği'nin önerilen Nabucco boru hattı koordinatörü Ankara'ya gerçekleştirdiği bir ziyaret sırasında, Fransa'nın, Hazar gazının Türkiye ve Balkanlar aracılığıyla Avrupa'ya taşınmasını amaçlayan projenin dışında bırakılmaması gerektiğini söyledi.
Soykırım tasarısını önemsememeye çalışan Novelli, Fransız Senatosunun tasarıyı yasalaştırmayacağından emin olduğunu söyledi.
Siyasi anlaşmazlıklara rağmen, Türkiye ve Fransa arasındaki ticaret 2007'de yaklaşık 10 milyar avro seviyesinde gerçekleşti. Fransa, Türkiye'nin dördüncü en büyük ihracat pazarı ve Fransız şirketler Türkiye'deki doğrudan yabancı yatırımlar içerisinde de üçüncü sırada.
Novelli, "Ekonomik ilişkilerimizi daha da ilerletmeyi istiyoruz. Burada bulunarak olumlu bir sinyal vermek istiyorum. Ülkeler arasında sorunlar olması normaldir, ancak bunlar dostane diyalogla çözülmelidir" dedi.
Türkiye'nin Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren ise aynı imza töreninde, "Fransa ve Türkiye arasında gelişen ekonomik ilişkilerin siyasi sorunların çözümüne katkıda bulunmasını umduğunu" söyledi.
Ankara, pek çok Batılı tarihçi tarafından desteklenen Ermeni iddialarını reddediyor.
Fransa geniş bir Ermeni diasporasına ev sahipliği yapıyor.
Sarkozy, Türkiye'nin AB'ye uymayacak kadar büyük ve kültürel açıdan farklı bir ülke olduğunu söyledi. Bunun yanı sıra Almanya Sanşölyesi Angela Merkel de, Türkiye'ye, varlıklı bloğa tam üyelik yerine "imtiyazlı ortaklık" önerilmesi konusunda ısrar ediyor.
İSPANYA BASINI
ABC: "KIBRIS DIŞİŞLERİ BAKANI MARKULLİ: KIBRIS, KOSOVA'NIN TEK TARAFLI BAĞIMSIZLIĞINI ASLA TANIMAYACAKTIR"
ANKARA, 15/02(BYE)--- İspanya'da yayımlanan ABC gazetesinin 15 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Enrique Serbeto imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Kıbrıs Rum Dışişleri Bakanı Erato Kozaku Markulli ile yapılan röportajın özet çevirisi şöyledir:
Topraklarının üçte biri Türk işgali altında olan Kıbrıs, bir yanda Yunanistan ve AB, diğer yanda ise Türkiye ile ana sorunlarında adımlarını ölçülü atmaya zorlanıyor.
SORU: Şimdiki Cumhurbaşkanı Tassos Papadopulos'un yeniden birleşme için Annan Planını reddettiğini göz önünde bulundurarak insanlar, seçimlerin Kıbrıs'ın bölünmüşlüğü konusunda bir şeyleri değiştirebileceğini söylüyorlar.
MARKULLİ: Seçimlerle hiçbir ilgisi yok. Çözüm çerçevesi, Gambari süreciyle artık belirlenmiş durumda.
SORU: Türkiye'nin AB'ye olası girişi konusunda, Erdoğan'ın ülkesiyle ilgili tutumları iyileştirmek için gerekli olanı yaptığını düşünüyor musunuz?
MARKULLİ: Türkiye, Avrupalıları ikna etmek için daha fazla değişim yapmak zorunda. Sadece ben değil birçok insan hala çok zamana ihtiyaç olacağını düşünüyor.
SORU: Pazartesi günkü Konsey'de Kosova'da yaşanan olaylar ele alınacak.
MARKULLİ: Kıbrıs, Kosova'nın tek taraflı bağımsızlık ilanını ne şimdi ne de başka bir zaman asla tanımayacaktır. Bu, BM ve uluslararası hukuk ilkelerinin gerektirdiği bir tutumdur. AB'de ortak bir tutum yok.
SORU: Rusya, Kosova meselesinin Kıbrıs için doğrudan sonuçlara sahip olduğunu söyledi.
MARKULLİ: Büyük farklılıklar var. 1983'te Kıbrıs'ın işgal edilen kesiminde tek taraflı bağımsızlık ilan edildiği zaman, Güvenlik Konseyi hemen oy birliğiyle bu ilanın geçersiz ve yasadışı olduğunu, BM üyesi ülkelerin bağımsızlığı tanımayacaklarını bildirdi. Güvenlik Konseyi, Türkiye işgal edilen topraklardaki bağımsızlığı tanıdığı zaman ise, uluslararası topluluktan Kıbrıs'ın bölünmesine yardımcı olmamasını istedi. Bu iki karar yürürlükte ve bu nedenle Türkiye hariç hiçbir ülke Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanımadı.
SORU: O halde sizleri endişelendiren şey ne?
MARKULLİ: Böylesine çok önemli bir konuda Güvenlik Konseyi'ne aldırmayan tutumları nedeniyle, hükümran bir devletin toprak bütünlüğü ihlal ediliyor. Biz küçük bir ülkeyiz, uluslararası hukuk ilkelerinden başka bir korunmamız yok.
SORU: Ancak Kosova'nın bağımsızlığı herhalükarda olacak.
MARKULLİ: Biz, bunun bir parçası olmayacağız. Her üye devletin bir tutumu vardır ve biz de kendimizinkini göstereceğiz. Ortak bir tutum olamadığı aşikardır ve şimdilik tutumumuzu değiştirmek için baskı gördüğümüzü söyleyemem.
YUNANİSTAN BASINI
KATHİMERİNİ: "EGE PETROLLERİ"
ATİNA, 18/02(BYE)--- Tirajı pazar günleri 191 bin olan Kathimerini gazetesinin 17 Şubat 2008 tarihli sayısında, Stefanos Manos imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Bundan on yıl öncesinde Rus ekonomisi yozlaşmanın eşiğindeydi. 1998 yılının Ağustos ayında Rusya, ödemeleri durdurduğunu ve rublenin yüzde 70 oranında değer kaybına uğradığını açıkladı. Ancak kısa zamanda ve petrol fiyatlarının yükselmesine paralel olarak ekonomisi tekrar sağlığına kavuştu. Petrol fiyatlarının artmaya devam etmesi Rusya'ya, hemen hemen bütün dış borcunu ödemesini ve petrol fiyatının aniden düşmesi durumunda büyük bir rezerv elde etmesini sağladı. Ekonomisinin tekrar sağlığına kavuşması ve sahip olduğu önemli doğalgaz rezervleri Rusya'nın jeopolitik önemini tamamen değiştirdi ve yeniden uluslararası siyasi sahneye çıkmasına neden oldu.
Rusya'nın Yunan rafinerilerinden yılda 150 milyon varil ham petrolü geçiyor. 2008 yılında petrolün ortalama varil fiyatının 90 dolar olacağı varsayılırsa ham petrol için toplam 13,5 milyar dolar veya 9,32 milyar avro ödenecek. Orta Doğu ve Rusya'dan petrol satın alacağımıza Ege'deki petrolden yararlanabilseydik (tabii varsa eğer) her varil için yaklaşık 60 dolar, yani yılda toplam dokuz milyar dolar veya 6,21 milyar avro tasarruf edecektik. AB'nin dördüncü paket çerçevesine ilişkin finansmanları, yılda 3,5 milyar avro. Ege'de olası petrol yataklarının Yunan ekonomisi için çok büyük önemi olacağı ve ağır bir yük olan devlet borcunun hızla azaltılmasına yardımcı olabileceği kolayca anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, Ege'de petrol aramalarının doğal olarak öncelikli saydığımız konular arasında yer alması beklenirken konunun bizi hiç ilgilendirmediğini görüyorum. FYROM'un adıyla uğraşmamızın daha önemli olduğu anlaşılıyor. 1988 yılının Şubat ayı başlarında Davos'ta Andreas Papandreu, kıta sahanlığı sorununun çözümlenmesi ve Türkiye'nin Ege'nin uluslararası sularında petrol aramaları yapmayacağına dair yükümlülük altına girmesi durumunda Yunanistan'ın da aynı şekilde hareket edeceği yönünde vaatte bulundu. Daha sonra Andreas Papandreu, Yunanistan'ın çıkarları için çok zararlı olan bu taahhüt için "mea culpa" (benim hatamdı) dedi. Ancak, "mea culpa" demesi sorunu çözümlemedi.
Aradan 20 yıl geçti ve ufukta bir çözüm görülmediği gibi, kimsenin de bu sorunla uğraştığı yok. Papandreu-Özal anlaşmasından sonra, uluslararası sularda arama yapılması için kıta sahanlığı sorununun çözümlenmesi ön şart oldu. Ancak kıta sahanlığı sorununun çözülmesinde kara suları konusunda kesin bir anlaşmaya varılması ön şartı var. Çünkü kıta sahanlığı, kara sularının bittiği noktadan başlıyor. "Kara suları sınırlarının çizilmesi bir uluslararası hukuk sorunudur" diyoruz ve gerekli gördüğümüzde kara suları kuşağımızı 6'dan 12 mile genişletme hakkına sahip olduğumuzu ilave ediyoruz. Türkiye bu hakkımızı kabul etmediğini söylüyor ve bunu uygulamaya kalkışırsak savaş nedeni sayacağını belirtiyor. Sahip olduğumuzu savunduğumuz hakkı kullanmıyoruz, sonuç olarak da kıta sahanlığı sınırlarını belirleyemiyoruz petrol arayamıyoruz. Demek ki, Türkiye ile büyük bir sınır sorunumuz var.
1999 Helsinki zirvesinin nihai kararları (dördüncü ve 12. paragraf) basit bir dille Türkiye'ye şu mesajı gönderdi: "AB'ye aday ülke olman için (Türkiye) BM Tüzüğüne göre barışçıl çözüm ilkelerine saygı göstermen, askıda tutulan sınır sorunlarını ve bu çerçevedeki sorunları çözmek için her çabayı sarf etmen gerekir. Bunu başaramazsan sorunu uygun bir zaman içinde Uluslararası Lahey Adalet Divanına getirmen gerekir. AB Konseyi, sorunların Uluslararası Mahkemeye sevk edilmesi amacıyla ve özellikle üyelik süreci açısından 2004 yılı sonuna kadar askıdaki sorunların durumunu yeniden gözden geçirecek".
17 Aralık 2004 tarihinde (askıdaki sınır sorunları çözümlenmemiş olmasına rağmen) Yunanistan ve diğer 24 ülke oybirliğiyle Türkiye'nin AB ile üyelik müzakerelerine başlaması kararı aldı. Karamanlis'in hükümeti Helsinki Anlaşmasından neden vazgeçtiğini hiçbir zaman açıklamak zahmetinde bulunmadı. Şimdi belki de fikir değiştirdi, fakat artık bunun için geç kalındı. Girişimlerimizle Avrupa'nın, Türkiye'nin AB üyeliği için diyalogla ya da bu mümkün değilse Lahey'e başvuruyla sınır sorunlarının kısa zamanda çözümlenmesi gereğini ön şart olarak görmesini sağlayamayız.
2008 yılı içinde, İstanbul'da 20 yıl önce kalabalık bir izleyici grubuna hitaben yaptığım konuşmada kısaca tekrarlamak istediğim şu düşünceyi sergilemiştim: Ege'nin uluslararası sularında büyük derinlikte büyük bir ham petrol serveti (umarım) var. Uluslararası suların kime ait olduğu konusunda Türkiye ile anlaşmadığımız için hem bizler hem de onlar uluslararası sulara herhangi bir müdahalede bulunamıyoruz. Ege'deki petrol rezervlerinin bugünkü değeriyle 300 milyar avro olduğunu kabul edersek ve bu petrolün sondajı için 100 milyar avro harcayacağımızı hesap edecek olursak, hangisinin daha olumlu olacağını düşünmemiz gerekiyor. 200 milyar avroluk net bir servetin deniz dibinde yatması mı, yoksa 200 milyar avronun faizle bankada yatması mı? Cevabım elbette bankada yatması. Türkiye'ye yönelik halen geçerli olan önerim şu: Kıta sahanlığının sınırını çizmek için anlaşana kadar gelin, Ege'de uluslararası bir şirketten (özellikle petrolün çok pahalı olduğu bu aşamada) aramaların yapılması konusunda anlaşalım. Bu şirket tarafından petrolün çıkartılması durumunda harcamalar ve şirketin karı düşürüldükten sonra kalacak olan para tutarı kadar bir miktar (bugünlerdeki fiyatlarla her varilden yaklaşık 60 dolar) bankaya yatırılsın.
Kıta sahanlığı konusunda anlaşmaya varılınca bankada bekleyen paraların kime ait olduğu da belli olacak. Meblağlar ve petrol rezervleri keyfi olarak hesaplandı. Aramalar yapılmazsa Ege'de ne olduğunu kimse öğrenemeyecek. Birçok şirketin aramalar için para harcamaya hazır olması, deniz dibinde hidrokarbon olduğuna inandıklarının bir göstergesidir. Petrol fiyatının düşmesi ve belirtilere göre Ege'de var olan hazine değerinin sıfıra inmesi olasılığı beni deli ediyor. Bütün siyasi sermayemizi neden FYROM'un adı için harcadığımızı ve neden bu çok büyük stratejik önemli konu için harcamadığımızı anlayamıyorum.
ELEFTHEROTİPİA: "VETO AĞIR BİR YÜK"
ATİNA, 18/02(BYE)---Tirajı Pazar günleri 166.195 Eleftherotipia gazetesinin 17 Şubat 2008 tarihli sayısında, Vasiliki Siuti imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Strasburg Avrupa Mahkemesi Başkan Yardımcısı Profesör Hristos Rozakis ile yapılan mülakatın çevirisi şöyledir:
Hristos Rozakis, Üsküp'ün adı konusunda vetonun bir baskı aracı olarak kullanılmasını, "Yunanistan'ın dış politikası için çok ağır bir yük" olarak nitelendiriyor. Türk-Yunan konularına gelince, "Lahey Adalet Divanına başvurunun uluslararası sorunların çözümlenmesi için en güvenilir yol olduğu" üzerinde ısrar ediyor.
SİUTİ: Başbakanın Türkiye ziyaretinin sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
ROZAKİS: İki ülke ilişkilerinin pekiştirilmesi için olumlu bir adımdır. Olumlu olması, öncelikle üst düzey temaslardan uzak durmaktan yana olan hâkim görüşe karşı bir mesaj vermesi.İkincisi, görüşmelerin Yunan çıkarları için olumsuz olacağı fobisine, karşı katkıda bulunması. Üçüncü ise iki lider arasındaki ilişkilerin düzelmesi yeteneğini sağlamasıdır. Dördüncüsü Yunan taleplerinin de ön plana çıkarılması fırsatını vermiş olması ve son olarak bu ziyaretin, son yıllarda durgunluk sürecine giren istikşafi temasları yeniden harekete geçirme yeteneğini sağlaması açısından önemlidir.
SİUTİ: Simitis hükümeti "istikşafi temaslarla" neler başardı?
ROZAKİS: İstikşafi temasların amacı 35 yıldan bu yana askıda tutulan konuların ve süreçlerin iki tarafca ortaklaşa tespit edilmesi ve bunlara çözüm aranmasıydı. 2004 yılı seçimlerinden önce söz konusu temaslar tatmin edici bir düzeye ulaşmış, istikşafi temastan çözüm sürecine geçme olanaklarının var olduğuna dair bazı belirtiler olmuştu. Ne yazık ki yeni hükümet düzene girmiş yolda ilerlemedi.
SİUTİ: Sizce bu neden oldu?
ROZAKİS: Bu tutum verimsiz geçen zamanın Yunanistan'ın lehine olduğu, Türkiye'nin Avrupa sürecinin uzamasına neden olacağı görüşüne dayanıyordu. Ancak Yunan tarafı tarihi bir fırsatı kaçırdı çünkü o dönemdeki Türk Hükümeti, AB ile üyelik müzakerelerinin başlamasıyla ilgili yükümlülükleri çerçevesinde Türk-Yunan konularının ele alınmasına öncelik tanımıştı.
SİUTİ: Bugünkü ortam aynı şekilde cesaret verici değil mi?
ROZAKİS: Hayır, değil. Çünkü bu arada Türkiye çözüm için yükümlülüğüne riayet etmeden müzakerelerin başlamasını sağladı ve artık öncelik verdiği konular doğu sınırlarında yaşananlar. Tabii, Atina'nın ilgi göstermesiyle istikşafi temasların da daha elverişli bir yörüngeye girmesi imkanını reddetmiyorum. Durum geçmişte düzenli ve normal bir şekilde gelişseydi farklı olacaktı. Şimdi o döneme nazaran daha büyük zorluklarla karşılaşacağız. Belki artık tek müttefikimiz Türkiye'nin kararlı bir şekilde Avrupa doğrultusunda ilerlemek istemesidir.
SİUTİ: Gerçekten, Türkiye Avrupa üyesi olabilir mi?
ROZAKİS: Erdoğan hükümeti gerili bir ip üzerinde yürümek gibi tehlikeli bir girişimde bulundu, şimdilik bunu başarıyla sürdürüyor. Toplumun geniş mutabakatını sağlayan din sayesinde AB'ye üyeliğini de sağlayabilecek bir çağdaşlaşma teşebbüsünde bulunuyor. Girişim sorunsuz bir şekilde devam ederse gelecekte -ancak gelecek on yılın sonundan önce değil- Türkiye Avrupa ailesi üyesi olmayı başarabilir.
SİUTİ: Sizce Türkiye gerçekten değişiyor mu?
ROZAKİS: Türkiye değişiyor, Yunanistan da değişiyor. Türkiye'nin üye olacağı beklenen dönemde AB'ye yeni ülkeler girmiş olacak. Bu arada bazı AB üyesi ülkelerin siyasi birleşme yönünde üst düzey politikalar sürdürme olanakları Türkiye gibi hacmi büyük bir ülkenin AB'nin bütünleşmesiyle şekillenecek tek merkezli küçük-büyük "dairelerden" birisine dahil edilmesini kolaylaştıracaktır.
SİUTİ: Türk-Yunan konularında Lahey Adalet Divanına başvurmak sizce hâlâ yararımıza olabilir mi?
ROZAKİS: Herhangi bir sürprizle karşılaşmayacağımız garanti altına alınamamasına rağmen hâlâ uluslararası sorunların çözümlenmesi için en güvenilir yoldur. Mahkeme üyeleri ve tanınmış hukukçuların farklı kökenli olması, bunların sadece Uluslararası Hukuk temelinde çözümlenmesi, bu kuruma duyulan güvenin ve kararlarının zorunlu nitelikli olması, herhangi başka bir uluslararası süreçte olmayan garantiyi sağlıyor. İki devlet arasındaki yakınlaşma bazı konularda ikili müzakerelere ve mutabakatla ulaşılacak çözümleri sağlarsa ve mahkemeye sunulacak konuların sayısı sınırlı olursa çok iyi olur.
SİUTİ: Yıllardır çözüm bekleyen FYROM'un adı konusu tekrar gündeme geldi.
ROZAKİS: 1990'lı yılların başlarında Yunan tarafının katı taleplerde bulunmuş olması, uzlaşmalı çözüm elde etme yeteneğini kaybettirdi. Şimdi durum daha da zorlaştı. Birincisi, aradan geçen zamanda uluslararası toplumda "net" bir isim bilinci yerleşti. İkincisi, bir devletin ismini belirleme yönünde hâkim bir görüş var. Üçüncüsü, FYROM'un etkilemeleri olası uluslararası temel oyuncular FYROM'un birliğini destekliyor. Bu destek, hem ülke içinde muhtemel bir karışıklığın baş göstermesi korkusundan hem de özellikle Kosova'da ve genelde Balkanlar'da bazı jeopolitik konuların askıda tutulmasının yarattığı korkudan kaynaklanıyordu.
SİUTİ: Veto bir nevi çözüm olabilir mi?
ROZAKİS: Bu koşullar altında Yunan tarafı hâlâ tecritte. Vetoyu ortaya çıkarmak özellikle de bunu kullanmak ise dış politikamız için çok ağır bir yüktür. Yunan tarafının daha mantıklı davranarak uzlaşmalı, bileşik bir isim önerisinde bulunmasından sonra olumlu bir sonuç için tek ümit Avrupa ortakları arasında hâkim dayanışma mantığı olabilir. Bu dayanışma, geçmişte de etkili olmuştu, bu kez de komşumuz ülke için baskılar şeklinde rol oynayabilir.
YUNANİSTAN RADYO-TV KURUMU: "AB-TÜRKİYE İLİŞKİSİ ANLAŞMASI ONAYLANDI"
ANKARA, 19/02(BYE)--- Yunanistan Radyo-TV Kurumunun (ERT) 19 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:
AB Dışişleri Bakanları Konseyi, prensipte 28 Ocak'ta kabul edilen Gözden Geçirilmiş AB-Türkiye Ortaklık İlişkisi Anlaşmasını resmi olarak da onayladı. "27"ler Ankara'dan, insan haklarının korunması ve uluslararası yükümlülükleriyle ilgili reformlarını acilen yapmasını istiyorlar.
Gözden Geçirilmiş Ortaklık İlişkisine göre, Türkiye'nin, kısa vadede -iki yıl içinde- demokrasi ve hukuk devletinin tesis edilmesi, siyasi ve dini hakla ile azınlıkların korunması, ifade özgürlüğü ve bölgesel ile uluslararası sorunlara çözüm bulunması konularında reform yapması gerekiyor.
Uluslararası sorunların çözümü konusunda Ortaklık İlişkisinde, Ankara'nın Kıbrıs, özellikle de Gümrük Birliği Ek Protokolünü uygulaması ve Kıbrıs gemi ile uçaklarına uygulanan kısıtlamaları kaldırması gerektiği vurgulanıyor. Bunun paralelinde, Türkiye yükümlülüklerini yerine getirene kadar, AB'nin, sekiz müzakere başlığını açmama ve hiçbir başlığı kapamama kararının altı çiziliyor.
Türkiye'ye Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerini normalleştirmesi yönünde somut adımlar atması çağrısı yapılan Ortaklık İlişkisinde, Ankara'ya, 8 Temmuz Anlaşmasını Kıbrıs'ta toplu ve kalıcı çözümün zemini olarak desteklemesi çağrısı yapılıyor. 8 Temmuz Anlaşmasının uygulanması Türkiye'nin kısa vadeli öncelikleri arasında yer alıyor.
Ortaklık İlişkisinin orta vadeli hedeflerinde ise daha çok Türkiye'nin dört yıl içinde yerine getirmesi gereken ekonomik kriterler yer alıyor.
Son olarak, Türkiye'nin Ortaklık İlişkisinde belirlenen öncelikleri yerine getirmesi yönünde alacağı önlemlerle ilgili bir Eylem Planı hazırlaması gerekiyor.
ELEFTHEROTİPİA: "ATİNA'NIN TÜRK GİRİŞİMİ"
ATİNA, 19/02(BYE)--- Tirajı pazar günleri 166 bin olan Eleftherotipia gazetesinin 17 Şubat 2008 tarihli sayısında, Hristodulos Yaluridis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Konstantin Karamanlis Ankara'ya gitti ve sonunda, defalarca ertelenmiş olan bir ziyaret gerçekleşti. Söz konusu ziyaret, son günlerde zamanın uygun olup olmadığına dair itirazlar bir yana, elbette gerçekleşmeliydi. Bu önemli siyasi olayda, Yunanistan'ın kazanımlar elde etme açısından hemen hemen hiç beklentisi yoktu. Bu arada, Türk generallerin ve "derin devletin" Yunanistan Başbakanını ve ülkeyi zor durumda bırakacak olası tahrik edici tutumuna dair korku da iyice yayılmıştı. Buna rağmen dış politikaya ait bu önemli olayla ilgili olarak, Karamanlis'in, iletişim yeteneği sayesinde Türk vatandaşlarının sempatisini kazandığını ifade edebiliriz.
Yunan Başbakan Ankara'da çifte başarı elde etti. Bir yandan net ifadelerle Türkiye ile sürtüşmeli ilişkisinde Yunanistan'ı uğraştıran tüm konuları ortaya koydu. Öte yandan da Ankara'ya, Kıbrıs sorununun çözümlenmesi ve Ege'deki kıta sahanlığı sınırının çizilmesi için tek yol olarak uluslararası hukuk ve Avrupa ilkelerini gösterdi. Yunan Başbakanın iletişim yeteneği çok büyük rol oynadı, çünkü sert ve talep edici bir tutum benimsemiş olmasına rağmen, ulusal açıdan "hassas" olan ve eleştirildiği zaman dinamik tepkiler gösterme eğilimli komşu kamuoyunu hoşnutsuz etmeden olumlu izlenimler bırakmayı başardı.
Yunanlı yetkililer, Kıbrıs ve Patrikhane konularından söz ettiklerinde sık sık tepki gösterilir. Ancak çok boyutlu Türk-Yunan sürtüşmesinin giderilmesi için Türkiye'nin oyunu Avrupa'da oynanıyor, Atina'nın izlemek zorunda olduğu uzun soluklu tek yol da budur. Çünkü kısa bir süre önce ortaya çıkan "Ergenekon" skandalından da belli olduğu gibi, Kemalistler, "derin devlet" ve askeri bürokrasi ile "Erdoğan'ın İslami demokratları", liberal demokratlar, sosyalistler ve parti dışındaki solcuları ifade eden Kemalizm aleyhtarı demokratlar arasında giderek amansız bir çatışma gelişiyor.
Yaşayan en büyük Yunanlı Türkolog Spiros Vrionis'in, aynı zamanda da Orient Institut Müdürü Udo Steinbach'ın dediği gibi Türkiye Kemalist sistemi, yani otoriter, aşırı milliyetçi, yayılmacı sistem dağılmaya mahkumdur. Bu gelişme ya Avrupa hedefi bağlamındaki reformcu değişiklikler ya da yapısal devrimci değişikliklere yol açan iç sarsıntılar bağlamında kaydedilebilir. Bu nedenle bizler Helenizm olarak sabırlı olmalıyız ve planlı çalışmalıyız. Bugünün Türkiyesi yarın olmayacak. Kemalist yapı gücünü kaybetmeye devam ederse, yarının Türkiyesi daha az saldırgan ve daha fazla müzakere yapma eğiliminde olacak, stratejik ağırlığını daha fazla Avrupa sürecine bastıracak.
Özellikle Kıbrıs konusunda, Türkiye'nin bölgesel güç dengesinde şu anda güçlü konumda olduğu acı gerçeğini kabul etmeliyiz. Bu güç dengesi iyimserliğe yer vermiyor. Çünkü Annan planı gibi, fakat aynı zamanda ortaya çıkarılması olası herhangi bir çözüm gibi bu güç dengesi de Türkiye'nin Kıbrıs'ı "sömürgeleştirerek" bölgeyi kontrol altına alma iradesini yansıtıyor. Türkiye'deki değişiklikler bağlamında güç dengesi değişene ve bu bağlamda Kıbrıs'a yönelik Türk iradesi de etkilenene kadar Kıbrıs Cumhuriyeti Kıbrıslıların ve tüm ulusun gözbebeği gibi korunmalıdır.
TO VİMA: "TÜRKİYE'NİN AVRUPA İLE İLİŞKİLERİ"
ATİNA, 19/02(BYE)--- Tirajı pazar günleri 201.086 olan To Vima gazetesinin 17 Şubat 2008 tarihli sayısında, eski Başbakan Kostas Simitis'in, Pantion Üniversitesi Uluslararası Hukuk Yardımcı Profesörü, Avukat Angelos Sirigos ve Yunan Avrupa ve Dış Politika Vakfı Genel Müdürü Thanos Dokos imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazıların çevirisi şöyledir:
--Kostas Simitis: Neden Politika Değişikliğine Gidilmeli--
Türk-Yunan ilişkileri "bataklığa saplanmış" durumda. Bu, "istikşafi görüşmelerdeki" durgunluktan ve Sayın Karamanlis'in kısa bir süre önceki Ankara ziyaretinden de belli oldu. Ufukta bir ilerleme görünmüyor. Her iki ülkede de Türkiye'nin üyelik müzakereleriyle ilgili bir beklenti var. Türkiye'nin ne şimdi ne de daha sonra yani müzakereler olumlu sonuca varıncaya kadar herhangi bir ödün vermesi için bir neden yok. Konuların sürüncemede kalmasından nasıl olsa herhangi bir kayba uğramıyor. Türkiye sadece AB üyeliğiyle elde etmeyi amaçladığı karşılığı alacağından emin olunca ödün verecek. Yunan Hükümetinin planına göre Yunanistan, Türk-Yunan sorunlarının çözülmesini, üyelik müzakerelerinin tamamlanma zamanı geldiğinde talep edecek. Sorunların çözülmesi Yunanistan'ın üyeliği kabul etmesi için ön şartı oluşturacak.
--Değişiklik Nedeni--
Diyelim ki durum bu öngörüye göre gelişiyor. Her şeyden önce Yunan tarafının aşırı iyimser tutum içinde olduğunu değerlendiriyoruz. Avrupa Birliğinin önemli ülkeleri yıllarca süren zorlu müzakereler sırasında başka ülkelerin itirazlarını aştıktan sonra, sürecin sonunda Yunanistan'ın öne süreceği yeni itirazlara olumsuz tepki gösterebilir. Bu ülkeler Yunanistan'ın itirazlarını gelecekte müzakere etme vaadiyle aşacaklar, Yunanistan'ın kaygılarının aşırı olduğunu ve Türkiye'nin üyeliğiyle ilgili riske nazaran Yunanistan'ın taleplerinin aşırı olduğunu öne sürecekler.
Gerçekten de mademki Yunanistan ve Türkiye yıllardır devam eden sorunlar için görüşmelerden kaçınıyor, bütün anlaşmazlıklar yıllarca sürüncemede kalacak ve sorunların nihai çözümü için ortam yeterince olgunlaşmış olmayacak. Yunan tarafının bu planı nasıl olsa gerçekçi değildir. Türkiye'nin üyeliği de artık olası değil. Çünkü bir yandan AB kamuoyunda Türkiye'nin üye olmasına karşı yoğun tepkiler var öte yandan da Türkiye'de AB müktesebatının tamamının kabul edilmesine karşı güçlü direniş gösteriliyor. Avrupa ile Türkiye arasında uzun zamandan beri yakınlaşmanın söz konusu olmadığı görülüyor. Ortam 1990'lı yıllardaki ortamdan çok daha farklı. Bu değişikliğin en önemli nedeni AB kamuoyunun Türkiye'nin AB üyeliğini Birlik ve Birliğin geleceği için ağır ve tehlikeli bir yük sayması. Türkiye'nin nüfusu birkaç on yıl sonra 100 milyon olacak. Türkiye Avrupa Birliğinin en yoğun nüfuslu ülkesi olacak. AB Konseyinde en yüksek oy çokluğuna sahip olacak ya da bunu talep edecek ve en yüksek parlamenter sayısına sahip olacak. Avrupa Birliğinin politikası Türkiye'yi ilgilendiren konulardan son derece etkilenecek. Türkiye gelişmelerin anahtarı olacak ki bu da dünyanın en kalkınmış ülkelerinin çağdaş bir Avrupa'ya yönelik ilk baştaki amacıyla çelişen bir gelişme olacak. Son zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamalarına göre 27 üye ülke arasında Türkiye'nin AB üyeliğini isteyen yok.
--Üyelik Gibi Bir İlişki--
Bu zorluklar bazı üye devlet liderlerinin Türkiye ile "özel ilişkiden" söz etmelerine neden oldu. Bu ifadeyle ortaklık anlaşmasından ya da Türkiye gibi AB komşularının tamamı için geçerli olan komşuluk politikasından daha yakın bir ilişki ima ediliyor. Özel ilişki üyelik gibi olan, AB müktesebatının sorun yaratmayan bölümlerini içeren bir ilişki, ancak karar alma konusunda nasıl bir yol izleneceği henüz belirtilmemiştir.
Özel ilişkiyi istemeyen Türkiye, üyelik dilekçesinin kabul edilmemesi durumunda sert tepki gösterecek. Bu durumda AB'nin Türkiye'nin tepkilerini aşabilmek ve hapı yaldızlayıp yutturmak için bir dizi olumlu düzenlemeler önereceği kolayca anlaşılıyor. Yunanistan'ı ilgilendiren konuların kaderi Türkiye'yi yatıştırma yönündeki çabalardan etkilenebilir. Başka bir ifadeyle, kabul etmek istemediğimiz bazı düzenlemeleri kabul etmemiz için baskı uygulanması olasıdır. Özellikle AB'nin ve Türkiye'nin önemli öncelikli konuları üzerinde anlaşarak, sadece kıta sahanlığı konusunun askıda kalması durumunda, olası baskılara kesin gözüyle bakılmadır.
--2004 Yılının Kaybolan Fırsatı--
2004 yılı AB zirvesinde Türkiye ile AB arasında üyelik müzakerelerinin başlaması kararı alındığında Yunanistan, Helsinki Anlaşmasının sağladığı kıta sahanlığı konusunun düzenlenmesine dair çerçeveyi, yararına olan bir şekilde belirtme fırsatını kaçırdı. Sayın Karamanlis Helsinki'nin sağladığı baskı aracını bir kenara iterek, müzakerelerin başlamasını kabul etti. Bu gelişme Türkiye'ye taleplerinin uluslararası düzeyde kendisi için olumlu bir şekilde ele alınmasına dair koşulları yaratma yeteneğini sağladı. Araştırma ve savaş gemileri ile uçaklar, Yunan iddialarına karşı itirazların dile getirilebilmesi amacıyla Ege'de belirli koşullar yaratıyor ve yaratmaya devam edecekler. Hava ve deniz sahasının ihlalleri Türkiye'nin itiraz dile getirme politikası uyguladığının belirtisidir. Türkiye üyelik müzakereleri sırasında kendisini doğrudan ilgilendiren konularda katı bir tutum benimsedi. Örneğin, devletin birliği tehlikeye sokulduğunu düşündüğü anda hukuk devleti kuralları ve insan haklarının uygulanmasını kabul etmiyor. Bu tutum Yunanistan'ı kritik anda ilgilendiren konularda anlaşmaların yapılamayacağını gösteriyor.
Türkiye her ayrıntı üzerinde müzakere yapmayı kabul ettiği zaman da bunu önemli bir ödün vermiş gibi ortaya koyacak. Zaten o dönemde Helsinki Anlaşması geçmişte kalmış ve Yunan Hükümetinin tutumu nedeniyle zayıflamış bir anlaşma olacak. Helsinki'nin başarısı AB'nin bütün üyelerine Türk-Yunan ilişkileriyle ilgili konuların AB konusu da olduğunu ve bu ilişkilerdeki sorunların çözümüyle onun da ilgilenmesinin gerekli olduğunu ortaya koymasıydı. Yunan Hükümetinin 2004 yılından sonraki tutumu nedeniyle AB ortaklarımızın Türk-Yunan konularını ikili konu saymaları ve bununla uğraşmak istemediklerini açıklamalarıyla olanaklar gün geçtikçe güçleniyor.
--Ne Yapmalıyız?--
Bu koşullar karşısında ülkemiz ne yapmalı? Ülkemiz tek başına kalmamalı. Örneğin AB'nin büyük çoğunluğu aleyhte iken Türkiye'nin üyeliğini desteklemekte sonuna kadar ısrar etmemeli. Yunanistan belirli bir yönde hareket etmeyeceğini ve tutumunun gelişmelere bağlı olacağını bir an önce ifade etmeli. Özel ilişki önerenlerle kendisini ilgilendiren konuları nasıl düzene sokabileceğini görüşmeli.
Bazıları Yunanistan'ın özel ilişki doğrultusunda herhangi bir tutumunun Türkiye ile düşmanca ilişkiler dönemine geri dönmeye yol açacağını, "kötü Türkler" görüşüne geri dönüleceğine inanıyorlar. İki farklı konuyu net bir şekilde birbirinden ayırmalıyız. Birincisi Türkiye ile iyi komşuluk ilişkileri, milletlerimiz arasındaki dostluk, toplumlarımızın daha yakın ilişkileri yönündeki sürekli çaba. Bu konularda tavır değiştirmek olanaksızdır. Temaslarda bulunmayı, anlaşmayı, karşılıklı saygıyı, barışçıl bir şekilde sorunları çözmeye çalışmayı amaçlamaya devam etmeliyiz. "Özel ilişkiye" gidilirse üyelik durumunda benimsenen tutumun aynısı benimsenecek, bu konuda değişiklik olmayacak. Bu konudaki gelişmeler Türkiye'ye ve bize bağlı. Önemli adımlar atabiliriz ve de atmamız gereklidir. İkinci konu askıda tutulan Ege ile ilgili sorunun çözülmesi. Yunanistan barışçıl düzenlemeden ve uluslararası hukukun uygulanmasından yanadır ancak savaş tehditlerine ve silah gücüyle oynanan politikaların aleyhindedir. Yunanistan Uluslararası Mahkemeye başvurmayı önerdi. Barışçıl düzenlemeleri güvence altına alan araçlar çeşitli nedenlerden dolayı sonuç veremezse başka, yine barışçıl yolları, örneğin özel ilişki vesilesiyle müzakere gibi yolları denemesi gerekir.
--Sorunların Üçüncü Turu--
Türkiye ile ilgisi olmayan sorunlar üçüncü bir turu oluşturuyor. Bunlar AB'nin gelişmesiyle ilgili olan konulardır. Biz birleşmiş bir pazarı yönetmekle ve sadece ortak para, düzenlemeler ya da göçmenler gibi bazı konularda hükümetler arasında işbirliğiyle sınırlı olmayan bir AB amaçlıyoruz. Ortak politikalar şekillendirecek ve birleşme yönünde derinlemesine gelişecek bir AB istiyoruz. Küreselleşmenin etkileri, enerji yeterliliği ve sosyal devletin güçlendirilmesi gibi büyük sorunları, sonuç elde edecek şekilde yönetmenin yolu budur. Türkiye'nin üyeliği AB'nin Orta Doğu'da konumunu güçlendiriyor, fakat başka konuların ele alınmasına ve AB'nin birleşmesine katkısı olmuyor. AB'nin kalkınma düzeyinin Türkiye'nin düzeyinden çok uzak bir mesafede olması, ortak bir çabanın sarf edilmesini çok zor kılacak. Türkiye'nin üyeliği bazı üye devletlerin Ukrayna gibi başka pazarların da dahil olacağı ve sadece jeopolitik kıstaslara dayanan geniş bir ortak pazar oluşturma yönündeki amaçlarını güçlendirecek.
Bazıları AB'nin bu geniş sorununun Türkiye AB üyesi olduğunda artık gündem dışı olacağını iddia ediyor. 10-15 yılda AB üyeliği gerçekleştiğinde AB kesin şeklini almış olacak deniyor. Bu görüş Türkiye'nin müzakerelerin yakında tamamlanmasını amaçladığını ve bu kadar bekleme dönemini kabul etmeyeceğini göz ardı ediyor. Anayasa değişikliği 2001 yılında başladı ve uygulama 2017 yılında tamamlanacak. Yunanistan 1998 yılında Fransa ve Almanya gibi ülkelerle birlikte Türkiye'nin AB üyeliğiyle ortaya atılan sorunu pek de önemli saymamıştı. Yunanistan'ı özellikle bölgede barış ve haklarının güvence altına alınması konusu ilgilendiriyordu. Ancak 1999 Helsinki Anlaşmasıyla kararlaştırılan çözüm iptal edildiği andan itibaren politikaları yeniden düzenlenmeli. Avrupa'daki yeni gerçekler, AB'nin gidişatı ve amaçları yeniden değerlendirilmelidir. Yunanistan karşılık almadan yükümlülüklere yol açan gelişmeleri kabul etmemelidir.
--Angelos M. Sirigos: Üyeliğe Neden "Hayır" Diyorum--
Türkiye'nin AB üyeliği konusunu Yunanistan'da sadece ikili sorunlarımızın çözümlenmesi bakış açısıyla ele alıyoruz. AB süreci nedeniyle Türkiye'nin dış politikasını kaçınılmaz olarak kökten değiştirmeye yöneleceğini görmek istiyoruz. AB mantığını kabul etmeyi inatla reddeden Türkiye'nin tepkileri ve AB'nin gelecekteki birlik politikasına dair farklı görüşleri olan bazı üye ülkelerin (örneğin İngiltere'nin) kararsız tutumu bu olanağı uzaklaştırıyor. Aslında ümit edebileceğimiz tek gelişme ordu ve "derin devlet" gibi saldırgan bir tutum benimseyen yapıların, Türk politikasındaki önemlerinin giderek azalacağıdır.
Son birkaç yıldan bu yana politikamızın bütün dikkatini demokratik bir Türkiye'nin belli bazı avantajlar sağlayacağı üzerine yoğunlaştırdık. Türkiye'nin milliyetçi bir ülke olmaya devam etmesi durumunda (bir iktidar hem demokratik hem de milliyetçi olabilir), AB içindeki karar mekanizmalarına katılımı açısından sorunlar yaşanacağını göz ardı ediyoruz.
AB içinde bugün dört büyük AB ülkesi (Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya) ve birçok orta ve küçük ülkeler arasındaki dengelere dayanan bir ortam şekillenmiş durumda. Özellikle iki dünya savaşının yaralarını taşıyan büyük ülkeler dengeleri korumanın önemine dair derslerini iyice öğrenmiş durumdalar.
Türkiye'nin AB üyeliğiyle bu dengeler sarsılacak. Türkiye konumunu güçlendirecek. AB'nin en büyük ülkesi olarak en azından diğer dört büyük ülke kadar iktidar ve güç sahibi olacak. AB içinde Türkiye ile işbirliğinde bulunmak ve onunla anlaşmak hemen hemen zorunlu olacak, Türk temsilciler bütün AB organlarına katılacak ve önemli görevlere atanacak. (Komiserler sayısı, AB Parlamentosu kurulları, Türkiye'nin iki büyük partisi Avrupa Halk Partisi ve Sosyalist Partide en büyük parlamento gruplarına sahip olacak vb.)
Ayrıca, gelir dağılımı açısından bölgeden bölgeye büyük farklar gösteren bir ülke olan Türkiye bugüne kadar Yunanistan da dahil olmak üzere ekonomik açıdan daha zayıf olan ülkelere yaptığı yatırımların hepsini çekecek.
Sonuç olarak Türkiye sonunda AB üyesi olursa hacmi ve hemen hemen bütün alanlardaki önemli eksiklikleri çerçevesinde, Avrupa yapısının iptal edilmesine dahi neden olacak bir şekilde sarsılmaya başlayacak.
--Thanos P. Dokos: AB Üyeliği Yunanistan'ın Yararına--
Günümüz verileri ışığında AB-Türkiye üyelik müzakerelerinin en olası sonucu, "ya Türkiye üye olmak durumunda olmadığı ya da Avrupa istemediği için" tam üyeliğe gidilmemesi ve özel bir ilişkinin şekillenmesi olacaktır. Ancak bu gelişme Yunan ulusal çıkarları açısından olumlu mu?
Ülkemiz bir yandan Türkiye'nin, "Avrupa'nın arabasına" tamamen bağlanması ve Kıbrıs sorunuyla ikili sorunların çözülmesi ön şartıyla uzun ve orta vadeli "ulusal" çıkarlarını diğer taraftan da Yunanistan'ın geleceğini bağlamış olduğu AB'nin orta vadeli çıkarlarını ve Türkiye'nin üyeliğinin yaratması olası sorunlarını hesaplamalı. Türkiye gibi yoğun nüfusu, demokrasi eksikliği, ekonomik sorunları ve kendine özgü nitelikleri olan bir ülkenin, hızla değişmesine rağmen, AB'ye üye olmasının kolay olmayacağı kesindir.
Fransa, Almanya ve diğer ülkelerin itirazlarını ve Türkiye'nin AB müktesebatına uyum sağlamaktaki ciddi zorlukları göz önünde tutmadan teorik düzeyde bir analiz yapma teşebbüsünde bulunsaydık, ikili sorunların düzene sokulması çabaları çerçevesinde AB'ye tam üyelik "havucu"nun önemli bir araç olacağını görecektik. Türkiye-AB arasında özel bir ilişkinin kazanımları sınırlı, Türkiye için yükümlülükler ve taahhütler daha da az önemli, Kıbrıs ve Türk-Yunan sorunlarının çözülmesi ise çok daha önemsiz bir konu olacak.
Belki de tam üyelikle sonuçlanmayacak olan ve uzun zaman süreceği bilinen bir müzakere süreci, Yunanistan'a nasıl bir zarar verebilir? Ankara'nın komşumuz ülkenin jeostratejik yönelimi ve geleceği için bazı kararlar almak zorunda olması, Yunan tarafına ne gibi yararlar sağlayabilir? Bu tür karar ve seçenekler zor öngörülür, Yunan ulusal güvenliği için de olumlu olacağı kesin sayılamaz.
Yunanistan ve Kıbrıs'ın bugün her türlü tehdide ve "Asyalı barbarlara" karşı (Yunan aydınlarının bir bölümü tarafından komşumuz millet öyle nitelendiriliyor) Avrupa'nın "sınır muhafızları" rolünü oynamalarına gerek yok. Tam aksine, Avrupa'nın oyun şartlarını kabul etmek zorunda olacak ve devletler arası ilişkilerinde belirli bir çerçeve içinde hareket edecek bir Türkiye, kesinlikle Avrupa ailesi dışında olacak, güvensizlik duyacak, bu bağlamda ülkemize karşı saldırgan tutumun yeniden canlanmasına katkıda bulunması olası aşırı milliyetçi refleksleri güçlenecek bir Türkiye'ye elbette tercih edilir.
Yunanistan'ın desteği Türkiye'nin üyeliği için gerekli fakat yeterli değil. Atina da AB içindeki dengeleri değiştirmek için gerekli ağırlığa sahip değil. Bu demek değildir ki şimdiye kadar uyguladığı politikayı değiştirmesi gerekiyor.
İSVİÇRE BASINI
BASLER ZEITUNG: "KIBRIS'IN TAKTİKÇİSİ YANLIŞ HESAP YAPTI"
BERN, 19/02(BYE)--- Tirajı günde 94 bin olan Basler Zeitung'un 19 Şubat 2008 tarihli sayısında, Jan Keetman imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:
--Kıbrıslı Rumlar Milliyetçi Cumhurbaşkanları Papadopulos'u Bir Kez Daha Seçmediler--
Akdeniz adası Kıbrıs'ta, 1974'ten beri süregelen devletin bölünmüşlüğünün son bulması için bir umut belirdi.
Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı seçimi henüz sona ermedi, kesin seçim pazar günü yapılacak ama siyasi deprem yaşandı bile. Cumhurbaşkanı Tasos Papadopulos'un ilk tur seçimlerde başarısızlığa uğramasından daha dramatik bir değişim olamazdı.
Beş yıl önce, koyu milliyetçi Papadopulos aynı ilk tur seçimde oyların yüzde 51,5'ini kazanmıştı. 2004 yılında o dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın arabuluculuk planına karşı bir ret cephesi oluşturmuş ve referandumda her üç Rumdan ikisini kendi safına çekebilmişti. Ama şimdi Kıbrıs Türklerine karşı farklı bir politika izleyeceklerini vadeden iki aday onu geçmiş bulunuyor. Kıbrıs, 1974'ten beri Rum ve uluslararası alanda tanınmayan Türk kesimi olarak ikiye bölünmüş durumda.
Yaşlı şahinin Türkiye'yi Kıbrıs'ın 2004'ten beri üyesi olduğu AB yolunda ödünler vermeye zorlamaya yönelik planı işe yaramadı. Bugün adanın neredeyse sadece Rumların yaşadığı güneyi ile Türkiye arasındaki ulaşım yollarının açılması gibi en minimal tavizler bile Ankara tarafından yerine getirilmiyor. Ve Türkiye'nin AB'ye katılım arzusu ne kadar çok reddedilirse, Ankara'da, özellikle başta hassas Kıbrıs konusu olmak üzere ödünler vermeye o oranda daha az gereksinim duyuluyor. Kosova'nın bağımsızlık ilanı ve bunun ABD ve birçok AB ülkesinden aldığı destek, günün birinde adanın Kıbrıs Türk kesiminin de bağımsız bir devlet olarak tanınabilmesinin imkansız bir şey olmadığı hususunu ilk kez Kıbrıslı Rumların gözleri önüne koymuş oldu.
Öyle bir durumda, Türk ordusunun adadan çekilmesi ve Rumların kuzeydeki yerlerine geri dönme rüyaları tamamen boşa çıkar. Papadopulos'a 2004 yılında İsviçre/Bürgenstock'ta yapılan müzakereler esnasında verilmiş olan mütevazı ödünler de iptal olur. Burada yaşlı taktikçi ilerideki AB üyeliği sayesinde daha fazla ödünler koparabilmek için zaten müzakere paketinin reddedilmesini istediğinden, daha fazlasını elde etmek için hiç ısrarcı olmamıştı.
Ama bunun yanlış bir hesaplama olduğu şimdi ortaya çıkmış oldu. Papadopulos'un halefi, Kıbrıs Rumları için Annan planındakinden daha iyi bir şeyler elde etmekte zorlanacak. Buna rağmen, sonuçta Kıbrıs'ta yeni bir cumhurbaşkanı ile yola devam etmek, sadece AB ve Kıbrıslı Türkler için değil, aynı zamanda Kıbrıs Rumları için de daha iyi olacaktır.
ABD BASINI
THE WASHINGTON TIMES: "VERİLEN SÖZLERE SADIK OLMAK"
ANKARA, 14/02(BYE)--- Amerika'da yayımlanan The Washington Times gazetesinin 14 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Embassy Row köşesinde James Morrison imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan haberin özet çevirisi şöyledir:
Yunan Dışişleri Bakanı dün, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğine muhalefet eden Avrupalı liderleri, dokuz yıl önce Türkiye'yi Birliğe katılmaya davet eden AB'nin güvenirliliğine zarar verebilecekleri yönünde uyardı.
Dora Bakoyannis, Washington'daki Capital Hilton Oteli'nde Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezinin konuklarına, "Sözümüzde durmalı ve güvenilirliğimizin tartışmasız olduğundan emin olmalıyız" dedi.
Bakoyannis Türkiye'nin, demokratik, yasal ve ekonomi politikalarında üyelik kriterlerini karşılaması halinde kabul edilmesi gerektiğini söyledi. Bakoyannis, "Tam uyum, Türkiye için tam üyeliktir" dedi.
AB Türkiye'nin üyeliğe adaylığını 1999'da tanıdı ve 2005'te müzakerelere başladı. Ancak, o günden bu yana Fransa ve Almanya gibi önde gelen ülkeler muhalif bir tavır takındı.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy geçen yıl, Alman Şansölyesi Angela Merkel 2005 yılında Türkiye karşıtı kampanya yaptılar. Merkel'in Hristiyan Demokrat Partisi, Türkiye için tam üyeliğin önüne geçecek bir "imtiyazlı ortaklık"ı savunuyor.
Bazı muhalifler 70 milyon nüfuslu Müslüman bir ülke olan Türkiye'nin 27 üyeli AB'nin Hristiyan görünümünü değiştireceğinden şikayet ediyor.
Diğer muhalifler ise, Türkiye'nin aslında sadece yüzde üçünün Avrupa'da olduğuna işaret ediyor. Türkiye'nin dokuz bin mil kare civarındaki bir alanı İstanbul Boğazının batısındayken, 300 bin mil kare civarındaki alanı boğazın doğusunda, Asya'da yer alıyor.
Ancak, Türkiye'nin Avrupa ile güçlü kurumsal bağları var. Türkiye, Avrupa Konseyi'nin 1949'dan beri üyesi ve Paris'te 1961'de kurulan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı ile 1973'te kurulan Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatının kurucu üyelerinden biri.
Avrupa'nın güneydoğusunda "akıllı güç" ile bir dönüşüm gerçekleştirmek üzerine konuşan Bakoyannis, Balkanlar olarak bilinen bölgede daha fazla ilerleme kaydedilmesine dikkat çekti, ancak bazı ülkelerde gerilimin artması hususunda uyarıda bulundu.
Bakoyannis "Avrupa'nın güneydoğusu kırılgan bir çelişki bölgesi olmayı sürdürüyor" dedi.
Bakoyannis, "akıllı güç"ü diplomasi ve askeri gücün birleşimi olarak tanımladı.
Bakoyannis, "akıllı güç, beyinlerin ötesinde bir şeydir; ayrıca yüreğe de bağlıdır" dedi.
THE WALL STREET JOURNAL: "AB-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ SOĞUK"
WASHINGTON, 15/02(BYE)--- The Wall Street Journal gazetesinin 14 Şubat 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı makalenin çevirisi şöyledir:
--Almanlar Erdoğan'ın Asimilasyonu Suç Olarak Nitelendirmesine Sinirlendi--
Türk ve Alman liderler arasındaki karşılıklı sert ifadeler, Birliğin en büyük Müslüman komşusu ve olası üyesi ile Avrupa Birliği arasında artan gerilimin altını çiziyor.
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan geçen haftanın sonlarına doğru Almanya'ya yaptığı ziyaretinde, Türk göçmenlere hitap etti ve Türk kimliklerini kaybetmemeleri isteğinde bulunarak asimilasyonu "insanlığa karşı bir suç" olarak nitelendirdi. Almanya Şansölyesi Angela Merkel'in kınadığı bu yorum, bir eleştiri fırtınasına da yol açtı.
Alman liderler, Erdoğan'ın konuşmasını, Almanya'nın Türk azınlığını siyasi sadakatsizliğe teşvik etmek olarak yorumladı. Merkel, Almanya'da bulunan yaklaşık 1.7 milyon Türk ve 650 bin Türk kökenli Alman vatandaşına hitap ederek karşılık verdi: "Ben sizin Şansölyenizim." Diğer muhafazakar Alman liderler ise bir kez daha Türkiye'nin AB üyeliği başvurusunun yeniden incelenmesini istediler.
Türkiye ve AB arasındaki ilişkiler, AB'nin Ankara'ya 2004 yılında üyelik görüşmelerinin başlaması için yeşil ışık yakmasından bu yana soğuyor. Alman, Fransız ve diğer AB liderlerinin Türkiye'nin üyeliği aleyhindeki tekrarlanan eleştirilerinin yanı sıra, küçümsenme algılamaları Türklerin Avrupa şevkini kırdı.
Çarşamba günü ülkesine dönen Erdoğan, pazar günü Almanya'nın Köln şehrinde 16 bin etnik Türke hitaben söylediğinde Almanya'da protestolara neden olan ifadelerini, Türk Meclisinde de yineleyerek, "Tekrarlıyorum, asimilasyon insanlığa karşı suçtur" dedi.
Analistler ve siyasetçiler, Almanya'nın Erdoğan'a ve sözlerine yönelik hiddetinin, AB genelinde, göçmenlerin yerel dili öğrenmeleri ve bütünleşme görevlerine karşı sertleşen yaklaşımları yansıttığını söylüyorlar. Almanya'nın önde gelen siyaset yorumcularından birisi ve haftalık Die Zeit gazetesinin yayıncısı olan Josef Joffe, "Merkel çıkışmakta tamamen haklıydı. Erdoğan'ın mesajı şuydu: 'Ben buradayım ve siz benimsiniz. Sakın Alman olmaya kalkışmayın'" diyor.
Erdoğan, Almanya'da, Türklerin Alman ekonomisiyle daha iyi bütünleşmelerini ve Almanca öğrenmelerini de istemişti. Ancak Alman medyasının haberlerinde, Başbakanın ayrı Türk okul ve üniversiteleri kurulması çağrıları ve asimilasyona karşı uyarıları büyük yer kaplıyordu.
Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisinden milletvekili olan ve ziyaretin hazırlanmasına yardım eden Suat Kınıklıoğlu'na göre, ziyaret kısmen kötü zamanlamanın kurbanı olmuştu. Erdoğan Almanya'ya gelmeden sadece birkaç gün önce Almanya'nın güneyindeki Ludwigshafen'de hepsi etnik Türk olan beş çocuk ve dört yetişkin, evlerinin yanması sonucu ölmüştü. Polis henüz kundaklama olduğuna dair delil bulunmadığını bildiriyor ancak bu olay, 1990'lı yıllarda Almanya'da Türklere karşı yapılan ırkçı kundaklama saldırılarının hatırlandığı Türkiye'de öfkeye neden oldu.
Kınıklıoğlu şöyle diyor: "Bu olay, Almanya'da ırkçılık ve yabancı düşmanlığının 2008 yılında bile hala var olduğu endişelerini artırdı. Ziyaretin temel amacı Almanya'daki Türk kökenli insanlara bir tek mesaj iletmekti: Alman toplumuyla bütünleşin, dili öğrenin, vatandaş olun."
Meclisin geçtiğimiz cumartesi günü üniversitelerde kadınların başörtüsü takma yasağını kaldırma kararının ardından halihazırda ülkenin kültürel gidişatına dair duyguların kabardığı Türkiye'de, ayrıca geçtiğimiz hafta bir Belçika mahkemesinin kararı da öfke yarattı. Belçika'nın Antwerp kentinde bulunan bir mahkeme, aralarında Belçika polisinin gözetimi altındayken ortadan kaybolan bir katil zanlısının da bulunduğu, Türkiye tarafından terör örgütü üyesi oldukları gerekçesiyle aranan yedi kişinin hapis cezası kararını bozmuştu.
UNITED PRESS INTERNATIONAL: "ANALİZ: TÜRKLERİN AB İLE BÜTÜNLEŞMESİ"
WASHINGTON, 16/02 (BYE)--- United Press International haber ajansının 14 Şubat 2008 tarihli bülteninde, Stefan Nicola imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin çıkışlı analizin çevirisi şöyledir:
Berlin ve Ankara, Almanya'daki Türk kökenli üç milyon insanın toplumla bütünleşmesinin en iyi yöntemi konusunda birbirleriyle takıştı. Bu atışma ayrıca Alman Şansölyesinin, Türkiye'nin AB'ye tam üye olma isteğini destekleme konusundaki gönülsüzlüğü nedeniyle gerilen ilişkileri de yansıtıyordu.
Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın geçen hafta Almanya'ya yaptığı ziyaretin amacı, Almanya'nın batısında çoğunlukla Türk kiracıların bulunduğu bir evin yanması sonucu dokuz kişinin ölümüyle oluşan gerginliği yatıştırmaktı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Ludwigshafen şehrinde yaşananların en büyüğü olan bu yangın, hüzün ve öfkenin yanı sıra Almanya'daki Türk toplumu arasında neonazi saldırıları korkusu da yaratmıştı.
Erdoğan toplumdan sakin olmasını istemiş, ancak Şansölye Angela Merkel'in de dahil olduğu Alman muhafazakârlarını da öfkelendirmeyi başarmıştı. Başbakan Erdoğan Köln'deki bir konuşmasında 20 bin kadar Türk göçmenini kültürlerini kaybetmemeleri konusunda uyardı ve asimilasyonu "insanlığa karşı suç" olarak nitelendirdi.
Hollanda, Belçika ve Fransa ile Avrupa'nın her yerinden gelen Türklere, "Asimilasyona karşı olmanızı anlıyorum. Sizden asimile olmanızı bekleyemezler" diyen Erdoğan, Almanca öğrenmenin önemli olduğuna işaret etti, ancak Türkçenin de terk edilmemesi uyarısında bulundu, Avrupa'da yaşayan etnik Türklerin kimliklerini ve kültürlerini koruma sorunuyla karşı karşıya olduklarını söyledi.
Bu ifadeler kalabalıktan büyük alkış seli ve Almanya'ya Sosyal Demokratlarla birlikte büyük bir sağ-sol koalisyonla hükümet eden Alman muhafazakarların sert eleştirileriyle karşılandı.
Merkel, Türk Başbakanının bütünleşmeden yana konuşmasına memnun olduğunu söylerken, bütünleşmenin tam olarak ne olduğu konusunda hala görüş farklılıkları olduğunu ilave ederek, Erdoğan'ın birçok ifadesine katılmadığını bildirdi.
Bu ifadenin kültürel farklılıklardan vazgeçmek değil, ülkenin hayat tarzını kabul etmek anlamına geldiğini belirterek, etnik Türklerin büyük bir çoğunluğunun Alman vatandaşı olduğunun altını çizen ve "bu da Almanya'ya bağlı olmaları anlamına gelir" diyen Merkel, ayrıca, Erdoğan'ın Almanya'da Türk okulları isteğine karşı çıkarak Türk kökenli çocukların öğrenmesi gereken ilk dilin Almanca olduğunu vurguladı.
Merkel, genç neslin "bütünleşmenin sorunlarını bildikleri için" Almanya'da büyüyen Türklerden daha fazlasının öğretmen olmasından daha yana olduğunu söyledi ve "İngilizce, Fransızca veya Çince için olduğu gibi" ikinci bir dil olarak Türkçeyi öğreten daha fazla Alman okulu olması gerektiğini ekledi, ancak buradaki bir çocuğun "Almancanın beşinci yabancı dil olarak öğretildiği" Türkçe müfredatlı bir okula gitmesini istemediğini de sözlerine ekledi.
Almanya'da, Batı Avrupa'daki diğer ülkelerden daha fazla sayıda ve yaklaşık üç milyon Türk kökenli insan yaşıyor. Bazı Türk aileleri oldukça entegre yaşarlarken; diğerleri sadece Türkçe konuşulan ve Anadolu'nun doğusundan getirdikleri eski kültürlerine bağlı kaldıkları neredeyse tamamen Türklerin bulunduğu semtlerde yaşıyor. Birçok olayda, Türk ailelerin Almanya'da doğan çocuklarının sınırlı Almanca yetenekleri dolayısıyla başarıları da sınırlı. Göçmen çocuklarının büyük bir bölümünün işsiz olması, etnik gerginlikleri ve sosyal dışlanmışlığı daha da artırıyor.
Almanya Hükümeti birçok bütünleşme zirvesi düzenledi ve dil eğitimini bütünleşme ilkesinin anahtar unsuru yaptı. Buna karşın Türk ve Müslüman gruplar, çok kültürlü toplum ve eğitim gibi diğer konulardaki taleplerine kulak tıkayan Berlin'in kendilerine sadece Alman kültürüne adapte olmaları için baskı yaptığını ileri sürüyorlar.
Almanya'daki Müslüman kuruluşlarından biri olan "İslamrat"ın Başkanı Ali Kızılkaya, Berlin'in Tagesspiegel gazetesine, kültürlerini unutmamalarını isteyen Erdoğan'ın konuşmasının Almanya'daki birçok Türk'ü duygulandırdığını söyledi. Bu konuşmanın Alman muhafazakârlarını neden çok sinirlendirdiğini anlamadığını da söyleyen Kızılkaya, "Birçok Türk nihayet bir hükümet liderinin kendilerini dinlediği duygusuna kapıldı. Bunu Merkel de yapabilir" dedi.
Bavyeralı üst düzey bir muhafazakâr olan Erwin Huber, Erdoğan'ın yorumlarının "milliyetçi" ve hatta Türkiye'nin Avrupa'daki geleceğini sorgular nitelikte olduğunu belirterek, Münih'te yayımlanan günlük bir gazeteye; "Bu ifadeler Avrupa karşıtıdır ve Türkiye'nin AB'ye katılımına dair şüphelerimizin altını çizmektedir" dedi.
Selefi Gerhard Schroeder'in aksine, Birliğin genişleme sorununu öne süren Merkel, uzun süreden beri Türkiye'ye AB'ye tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık verilmesini destekliyor. Muhafazakârların hükümet ortağı Sosyal Demokratlar ise, Türkiye'nin AB üyeliğini istiyor ve Türkiye'nin Avrupa ve İslam dünyası arasındaki uçuruma köprü olabileceğini savunuyor.
Köln'deki konuşmasında Merkel'in imtiyazlı ortaklık planıyla ilgili olarak Erdoğan, "Ankara'nın böyle bir senaryoda yer almayacağını" belirterek "Bazı ülkeler bizim AB üyeliğimizi önlemek istiyor. Tam üyelikten başka bir seçenek yoktur" dedi.
AMERİKA'NIN SESİ: "ÜÇLÜ ZİRVE'NİN İPTALİ HÂLÂ TARTIŞILIYOR"
ANKARA, 20/02(BYE)--- Amerika'nın Sesi Radyosunun 06.30-07.00 Türkçe yayınından:
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin, Türkiye ile üçlü zirve önerisinin iptaline tepkiler devam ediyor. Sarkozy, Başbakan Erdoğan ile geçen aralık ayında Lizbon'da yaptığı görüşmede, Almanya Başbakanı Merkel ile üçlü zirve önermişti, ancak öneri, Başbakan Erdoğan'ın şubattaki Almanya ziyareti sonrasında iptal edildi.
Ayrıntıları Cem Dalaman bildiriyor:
Başbakan Erdoğan'ın 8 Şubat'ta Berlin'de Alman meslektaşıyla buluşmasında bu konuyu gündeme getirdiği ve zirveye katılmayacağını açıkladığı, Erdoğan'ın Türkiye'ye döndükten sonra yaptığı bir konuşmada netleşmişti. Erdoğan, Merkel'i Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda samimi olmamakla suçlamış ve zirvenin Türkiye'nin önüne yeni engeller çıkarmayı hedeflediğini savunmuştu.
Başbakan Erdoğan'ın Almanya'nın göçmenlere yönelik politikalarını eleştiren sözleri ve zirveyi iptal kararı, Alman kamuoyunda ve siyaset sahnesinde hararetli tartışmalara neden olmaya devam ediyor. Medya, özellikle Başbakan Erdoğan'ın Almanya'nın uyum politikasını eleştiren sözlerini günlerdir yorumlarken; federal hükümetteki büyük koalisyonda önümüzdeki günlerde Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği bağlantılı yeni bir tartışmanın başlaması bekleniyor.
Birlik Partilerinden CSU'lu Devlet Bakanı Söder, Erdoğan'ın son tavırlarından sonra, Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinin dondurulması ve Türkiye'ye karşı açık tavır alınması amacıyla koalisyon, komisyonunun mart ayı başında özel olarak bir araya geleceğini duyurdu. Koalisyonun Sosyal Demokrat kesimine yakın çevrelerse zirvenin yapılamamasını talihsizlik addediyor. Eski Başbakan SPD'li Schröder döneminde ivme kazanan ilişkilerin ve Türkiye'nin Avrupa Birliği sürecinin son günlerdeki gerilimle zarar görebileceğini savunanlardan biri de Avrupa Türkleri Birliği Başkanı Yaşar Bilgin. Merkezi Almanya'da bulunan Türkiye Araştırmalar Vakfı yöneticisi Faruk Şen ise Erdoğan'ın son Almanya ziyareti sonrasında yaşanan gerilimin, özellikle burada yaşayan Türkleri olumsuz etkilemesinden endişeli.
Bu arada Alman Dışişleri Bakanlığı, Başbakan Angela Merkel'in dün düzenlediği yeni yıl resepsiyonuna Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi Mehmet Ali İrtemçelik'in katılmadığını ve temsilci de göndermediğini doğruladı.
NEW YORK TIMES: "AZINLIK TEAMÜLLERİ"
ANKARA, 20/02(BYE)--- ABD'de yayımlanan The New York Times gazetesinin 17 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Meline Toumani imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan makalenin çevirisi şöyledir:
Diyarbakır'ın merkez ilçesi Sur'da Abdullah Demirbaş ile bir zamanlar belediye başkanlığı sırasında yaptığına benzer bir gezintiye çıkmıştık. Türkiye'nin güneydoğusundaki en büyük şehirlerden birinde gün başlamıştı. Demirbaş, dar taşlı sokaklardan geçerken dükkan sahipleri tek tek dışarıya çıkarak onu selamladı. Demirbaş da onlara elini göğsüne götürerek yüksek sesle karşılık verdi. Bir ara bir kahvehanecinin yeni kapı çerçevelerine "hayırlı olsun" demek için durdu; üç kadına çöplerin toplanmasıyla ilgili şikayetleri olup olmadığını sordu ve bir grup çocuğa okula geç kalmamalarını söyleyerek takıldı. Demirbaş, yerli halka ana dilinde, yani Kürtçe hitap ediyordu, ancak arada bir Türkçe de kullanıyordu. Nedenini sorduğumda, bana, her seçmeninin hangi dilde konuştuğunu hatırlayacak kadar onları iyi tanıdığını söyledi.
Ne benim sorum ne de onun cevabı anlamsızdı. Demirbaş'la geçen yaz, Diyarbakır'ın bazalt taşından örülmüş yüksek duvarlarla çevrili antik bir bölgesindeki merkez ilçesi Sur'un belediye başkanı iken konuştuğumuzda, resmi görevi sırasında Kürtçe kullanması nedeniyle yasalarla başı dertte idi. Kürt yanlısı Demokratik Toplum Partisi'nin raporuna göre, Demirbaş bir çocuk kitabı ile turist broşürlerini Kürtçe yayımlayarak belediye kaynaklarını kötüye kullandığı gerekçesiyle suçlanıyordu. Resmi görevi gereği hazır bulunduğu bir düğünde, evlenen çifti Kürtçe kutlaması nedeniyle konumunu kötüye kullanmakla suçlandı. Bunların yanı sıra, kendi bölgesinde Kürtçe konuşabilen telefon operatörlerinin işe alınması ve halk sağlığıyla ilgili broşürlerin Kürtçe basılmasını önermesi nedeniyle Demirbaş, terörist örgüte -Kürdistan İşçi Partisi, PKK- yardım etmekle de suçlandı (ancak daha sonra aklandı).
Her şey bir yana, Türklerle Kürtler arasındaki sorunun ağırlığına rağmen, eski bir öğretmen, şimdiyse bir siyasetçi olan 41 yaşındaki Demirbaş'a karşı bahsi geçen suçlamalarla terörizm atfında bulunulması garip görünebilir. PKK gerillaları ile Türk askerleri arasındaki mücadele farklı şekillerde yaklaşık 30 yıldır şiddetle sürüyor ve 2004'ten bu yana da kısa süreli ateşkesler ve ara ara saldırılarla devam ediyor. Geçen yıl ekim ayında şiddetli bir saldırıda 12 askerin öldürülmesinin ardından ordu, Irak'ın kuzeyindeki PKK kamplarına karşı bir dizi hava operasyonuna başladı. Bu operasyonlar, Türkiye'nin, Amerikalı ve Iraklı liderleri, "PKK'ya karşı mücadelede yardım etmiyorlar" diye eleştirdiği ve Bush yönetiminin Türkiye'den, Irak'ın oldukça faydalı bir bölgesinde istikrarı bozmamasını rica ettiği aylar süren diplomatik bir çekişmenin ardından gündeme geldi. Bu durum, bir çocuk kitabıyla ilgili bir tartışmadan çok daha ciddi görünüyor.
Ancak, Demirbaş'ın tamamıyla kağıt üzerinde ve mahkeme salonlarında geçen mücadelesi bu şiddetle çok alakalı. Son iki yılda Türkiye'nin güneydoğusundaki siyasetçilerle beraber insan hakları savunucuları, gazeteciler ve halk önündeki bazı kişiler, sırf birkaç Kürtçe cümle kurdukları için dava edildiler. Örneğin; Kürtçe "mutlu yıllar" yazılı bir kutlama kartı göndermek veya siyasi bir mitingdeki bir konuşmada Kürtçe "sevgili kız kardeşlerim" demek gibi. Bunun gibi davalar o kadar sıklaştı ki, bazı durumlarda, davalı, resmi yetkisine dayanarak, -Türk alfabesinde olmayıp Kürt alfabesinde bulunan- W,X veya Q harflerini kullandığı için ceza aldı. Demirbaş gibi seçilmiş siyasetçilerin yargılandığı davalarda, bu dilin kullanımı zaman zaman hainlik olarak görülüyor ve hapis cezası verilebiliyor.
Bu minyatür kültür savaşı ile dağlardaki savaş birbiriyle alakalı, zira her ikisi de, Türk toplumunun, -ülkenin toplam nüfusunun yüzde 20'sini ve güneydoğuda çoğunluğu oluşturan- Kürtlerle son W, X, Q davasına varıncaya kadar asimile etmede diretmeyecek biçimde bütünleşemediğini resmediyor. Onlarca yıldır, Türk yasaları Kürtlerin ayrı bir etnik grup olarak tanınmasına izin vermedi; 1983'ten 1991'e kadar alenen Kürtçe konuşulması bile yasal değildi. 2002'ye kadar Kürtçe yayın yapmak esas itibarıyla yasaktı ve ancak 2003'te ebeveynler çocuklarına -W, X veya Q'lu isimlerin haricinde- Kürtçe isimler vermeye başladılar. Ama bu ufak gelişmeler bile, askeri mücadele bir çıkmazda iken daha derinlerdeki bu kültürel sorunun görece daha kolay çözülebileceğinin işaretini veriyor. En azından Abdullah Demirbaş'ın görüşü böyle. Onunki manşet olacak bir çaba olmayabilir, ama muhtemelen en çok işe yarayacak olandır.
Deri koltukların ve zarif masaların bulunduğu, ahşap kaplı geniş ofisinde Demirbaş, çalışma masasında duran bir çerçeveyi aldı ve bana "Ben bu fotoğraflara her gün bakarım" dedi. Ofisinde bir yandan yardımcıları görüşmeler yapıyor, öte yandan telefonlar çalıyordu; ancak kendisi sakin ve dikkatli görünüyordu. Elindeki çerçevede iki fotoğraf vardı: Biri, 1992'de öldürülen yazar ve aktivist Musa Anter'in siyah beyaz bir fotoğrafı; diğeri, terörist oldukları gerekçesiyle 2004'te Türk polisi tarafından babasıyla beraber öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz'ın okul forması içindeki renkli fotoğrafı.
Türk medyasındaki PKK saldırılarıyla ilgili haberlerde, Türk askerleri tarafından öldürülen Kürt siviller hakkında çok az haber yer alıyor -güneydoğuda büyüyen bir çocuğun neden bir PKK sempazitanı olabileceği üzerinde pek az duruluyor-. Resimdeki küçük kurban Uğur Kaymaz, Belediye Başkanı Demirbaş'ın aleyhine bir dava daha açılmasına neden olmuş. Demirbaş, şehrin girişinden Sur Belediye Başkanlığına kadar uzanan cadde üzerinde bir heykel dikmiş: Kolları yukarı doğru kıvrılmış, taştan, soyut, çarpıcı bir figür. Heykelin içine 13 tane küçük, birbirinin aynı yuvarlak delik oyulmuş; bunlar Uğur Kaymaz'ı öldüren 13 kurşunu simgeliyor. Heykelin üzerinde Türkçe yazıyla, BM Çocuk Hakları Sözleşmesinden alınan pasajlar yer alıyor. Demirbaş böyle bir anıtı dikerek bir kez daha "görevini ve belediye kaynaklarını kötüye kullanmakla" suçlandı. Çocukların Demirbaş'ın işinde özel bir yeri var. Demirbaş, Diyarbakır'da 18 yıl bir öğretmenler sendikasının başkanlığını yürütmüş, ancak miliyetçi okul müfredatını eleştirdiği için görevinden kovulmuş. Demirbaş, belediye başkanlığı sırasında çocuk şenliklerine, kütüphanelere, müzik gruplarına ve Kürtçe, Türkçe ve Asuri dillerinde basılmış çocuk kitaplarının ücretsiz dağıtılmasına destek olmuş. Demirbaş muhtemelen, Türkçe okuduğu ilkokul deneyiminin Kürtler için neden bu kadar hassas bir konu olduğunu açıklamak için fırsat kolluyordu. Yoksul, kırsal bölgelerdeki Kürt çocukların çoğu okula, Türkçe konuşmayı bilmeden başlıyor. Demirbaş bana, altı yaşındayken okula başladığı ilk gün Türkçe "öğretmenim" demeyi bilmediğinden öğretmeninin onun kulağını çektiğini anlattı. "Şimdi 41 yaşındayım. Ancak o öğretmeni ve okulu hiç unutamıyorum" diyor.
Demirbaş'ın meslektaşı Osman Baydemir kendisinden altı yaş genç, ancak onun da benzer hikayeleri var. Asıl mesleği avukatlık olan Baydemir, Sur'la birlikte 31 semti içine alan büyükşehir Diyarbakır'ın Belediye Başkanı. Hakkında 50'yi aşkın soruşturma açılmış olan Baydemir, kendisini hapse götürecek bir dizi suçlamayla da karşı karşıya. Baydemir de okula bir kelime Türkçe bilmeden başlamış. Bana çocukluk yıllarını etkileyen gayriresmi "ispiyonculuk şebekesini" anlattı: Diyarbakır yakınlarındaki Kürt köyünde birkaç çocuk köyde hangi çocukların Kürtçe konuştuğunu takip etmiş ve tespit ettikleri isimleri, gereken cezayı verecek öğretmenlerine ispiyon etmişler. Birtakım materyal arasında Kürtçe sağlık broşürleri ve bir isimler kitabı da bastıran Baydemir, ülkenin bu bölgesindeki mitinglerde siyasetçilerin Kürtçe konuşmadıkları takdirde halkın çoğunluğunca anlaşılmalarının mümkün olmadığını söyledi. Baydemir, "Kamu hizmetini sadece Türkçe icra etmemiz halinde pek az sonuç elde ederiz" dedi.
Ancak Kürtçenin kullanımı, basit bir dilsel kavrayış meselesi değil; bazen bir diplomasi şeklidir de. Baydemir'e karşı açılan en ağır yasal soruşturmalardan biri, 2006 Martında Kürtçe yaptığı bir dizi açıklamayla ilgili. O günlerde PKK militanları ile Türk askerler arasında çıkan çatışmada 14 Kürt öldürülmüştü. Diyarbakır, sonradan şiddete dönen toplu gösterilere sahne oldu. Baydemir kalabalıktan -Türkçe- sakinleşmelerini, şiddetin büyümesine izin vermemelerini, evlerine dönüp dinlenmelerini rica etti. Kalabalık ise "dişe diş, kana kan, seninleyiz Öcalan" -1999'da yakalanmasının ardından Baydemir'in kendisini avukat olarak müdafaa ettiği, PKK'nın lideri Abdullah Öcalan'a atfen- gibi PKK lehine sloganlar attı. Baydemir, halkı sakinleştirmek gayretiyle Kürtçeye başvurarak şöyle seslendi: "Sizler kimliğinize sahip çıktınız. Yaralı yüreklerinizle halkınıza ve acınıza sahip çıktınız. Biz de sizinleyiz. Bundan emin olunuz. Ancak barış için, başarınız için partinin (Türkiye'nin yasal, tek Kürt yanlısı partisi olan Demokratik Toplum Partisi, DTP) liderliğinde birbirimizi dinlemek zorundayız. Bu eylemin şu andan itibaren ülkemize ve insanlarımıza zarar vereceğinden endişe ediyoruz. Şu andan itibaren hepimiz sakin bir şekilde evimize döneceğiz." Daha sonra, güneydoğu bölgesine ve İstanbul'a yayılan gösterilerde 16 kişi öldürüldü. Bir Kürt şehrindeki belediye başkanına tanınan yetki -çilesi diyelim- belliydi: En tepedekilerin bir tür arabuluculuğunu yapma, devletin yasaları uyarınca yönetirken Kürt toplumunun hislerini de anlamak.
Dille ilgili ihlallerden suçlanan önemli Kürt siyasetçilerin neredeyse tamamı DTP üyesi. Ancak partinin hukuki mücadelelerindeki son cephe, alfabeyi ihlal suçları değil, tam da DTP'nin kendi statüsü. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, PKK'nın takım elbiseli, kravatlı yüzü olduğu iddiasıyla DTP'yi kapatmak için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Savcı iddianamesinde şöyle yazdı: "Söz konusu parti devletin bağımsızlığına ve bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline gelmiştir."
Muhtemelen, mahkemesi aylarca sürecek Kürt yanlısı partiyi kapatma girişimi, DTP'nin meclise girmesinden daha şaşırtıcı değil. Son birkaç yılda en az dört Kürt partisi, PKK'ya destek verdikleri ve Türkiye'nin birliğini tehdit ettikleri için ya yasaklandı ya da dağılıp gitmek zorunda bırakıldı. Ancak DTP'nin durumu farklı. Son temmuz seçimlerinde, on yılı aşkın bir sürenin ardından mecliste güçlü bir konumu bulunan ilk Kürt partisi oldu. Mecliste sandalye kazanmak için bir partinin elde etmesi gereken minimum yüzde 10 oy barajını aşmak için adaylarını bağımsız olarak seçime soktu. Destekleyenler DTP'nin zaferini, Türkiye'deki Kürt meselelerini demokratik kanallarla ele almak için bir şans olarak gördü. DTP üyeleri, yasalar dahilinde çalışmak, seçmenlerinin ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarını dile getirmek ve kendi grupları ile Türkiye'nin Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi'nin temsil ettiği muhafazakarlar arasındaki derin ayrılık üzerinde köprü olma isteklerini kabul ettirmek için çok uğraş verdiler. Ancak ağustos ayında yeni meclisin açılışından bu yana DTP'nin meclisteki varlığı düşmanca, hatta çocukça denebilecek davranışlar uyandırdı. Mecliste başı çeken yeni-İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi, en tarafsız parti oldu. Ancak geçen yaz ve sonbahar ayları boyunca Türk toplumu, kim kimin elini sıkacak ve kim kimin partisine davet edilecek türünden bir oyun içine sürüklendi. Milliyetçi ve laik kampların bazı temsilcileri DTP'li çalışma arkadaşlarını "ayrılıkçı" diye nitelemeye başladı.
DTP'li üyelerden meclise girmelerinden bu yana Başbakandan AB ve ABD'ye kadar herkes PKK'yı kınamalarını talep etti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve diğer partilerin liderleri, DTP'nin PKK'yı kınayıncaya kadar güven kazanamayacağını her fırsatta dile getirdi. DTP liderleri, doğrudan kınamadan PKK'dan kendilerini uzak tutmayı denedi: Açıklamalarında sürekli ayrılıkçılığa karşı olduklarını, Türk devletini bölmek istemediklerini ve şiddete karşı olduklarını dile getirdiler. Sonbahar aylarında DTP liderleri, ordunun ve Türkiye'nin diğer kurumlarının her zaman yaptığı üzere, ölen askerlere "şehit" demeye başladılar. Ancak bu, ekim ayının başında 13 askerin öldürüldüğü -yıllardan sonra en şiddetli- PKK saldırısının ardından yeterli değildi. Türk televizyon kanalları devamlı asker annelerinin tabutlar üzerine yığıldığı ve üniformalı askerlerin onları sakinleştirmeye çalıştığı yürek burkan görüntüleri yayımladılar. Kürt siyasetçilerin, kültürel reformları engellemesinden kaygılandığı ve ulusal güvenliğin ağır bastığı yoğun bir ulusal yas havası başladı.
DTP'nin genç kadın lideri -bir defasında Öcalan'ın savunma ekibinde bulunmuş- İstanbul'daki bir konferansta konuştuğunda yorgun görünüyordu. Konuşmasına, ölenler için uzun taziye dilekleriyle başladı ve şöyle devam etti: "DTP'yi PKK'yı kınamaya zorlarsanız, etkili olabilecek bir şekilde inisiyatifi alma şansını elimizden alırsınız". Ancak Tuğluk, Kürtlerin kültürel taleplerinin karşılanması halinde DTP'nin "şiddet sergileyen her kuvveti" kınayabileceğini ve şu anda en önemli adımın Kürtlere kendilerini ana dillerinde ifade etmelerine izin verilmesi olduğunu söyledi. Tuğluk şöyle konuştu: "30 yıldan sonra şiddet hala devam ediyor. Bana göre durup şöyle sormalıyız: Nerede hata yaptık? PKK sosyolojik bir bakış açısıyla ele alınmalıdır; bu, Kürt meselesine çözüm bulunmamasının sonucudur. Bu meselenin nedenlerine odaklanmalıyız." İstanbul Bilgi Üniversitesinde sosyolog Ayhan Aktar, bu durumu daha açık şöyle açıkladı: "DTP, PKK'yı kınarsa Diyarbakır'a bir daha hiç gidemeyecek; kente ayak bastıklarında bazı fevri kişilerce caddede dövülürler."
Tuğluk'un ekim ayında konuşma yaptığı konferansın sponsorlarından biri olan araştırma enstitüsü TESEV'den analist Dilek Kurban da, kişisel öğelerin küçümsenmemesi gerektiğini söyledi. Kurban, "Güneydoğuda her ailenin ya hapiste ya da dağda (PKK adına savaşmak anlamında kullanılan söz) bir ferdi var. Onlar için PKK'yı kınamak, kendilerine göre milli bağımsızlık için çok yüksek bir bedel ödemiş oğullarına ve kızlarına ihanet etmek gibi görünüyor. Eğer bu insanlar sosyal ve sivil yaşamın içine alınsaydı, geriye ne kadar sorun kalırdı merak ediyorum. Ancak hala bir sorun varken, her iki taraf da kendi simgelerine sarılıyor: Bir yanda Türk bayrağı, diğer yanda Öcalan'ın fotoğrafları."
Ekim ayındaki krizin ardından Kürt siyasetçiler daha da çok taciz edildi. Aralık ayında askeri mahkeme, DTP'nin 35 yaşındaki genel başkanı Nurettin Demirtaş'ı, askeri hizmetten muaf olmak için sahte sağlık raporları düzenlemek suçundan tutukladı. (Siyasi eğilimleri olan, üniversite eğitimi almış Kürtler ve Türkler arasında askerlikten kaçmak yaygın bir durum.) Demirtaş şu anda askeri bir hapishanede ve beş yıllık hapis cezasına çarptırılması olası. Bu arada Kuzey Irak'ta bir kampın dışında, PKK üniformasıyla duran bir kadının resmi dolaşmaya başladı. Türkiye'nin en büyük gazetesi Hürriyet'le beraber diğer birçok medya kuruluşu, resimdeki kadının DTP Milletvekili Fatma Kurtulan olduğunu duyurdu ve bu da resmi soruşturmaya tabi tutuldu (Gazetecilerin bir açıklama yapmasını istediklerinde Kurtulan, "Benim o fotoğraftaki şahıs olmadığımı sizler çok iyi biliyorsunuz" dedi). Aralık ayında Türkiye Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, ordudaki bazı kişilerin DTP'nin temmuz ayında elde ettiği kazanımı hakkında ne düşündüğünü ortaya koyan ve Türk medyasında geniş yankı bulan bir açıklama yaptı: "PKK Meclistedir."
Ancak bu yasal savaşta en tartışmalı an, Ankara başsavcısının, DTP milletvekili (ve eski parti başkanı) Ahmet Türk'e karşı "orduyu aşağıladığı" gerekçesiyle suç duyurusunda bulunduğu geçen ay yaşandı. Suçlamanın nedeni sembolikti: Geçen ağustos ayında ordu, Zafer Bayramını kutlamak için bir resepsiyon verdiğinde DTP'li milletvekillerini davet etmeyi reddetmişti. DTP'li Türk (kendisi soyadının aksine bir Kürttür) orduyu, partisini dışladığı için uyaran bir açıklama yaptı: "Şimdi kimin bölücülük yaptığı açıktır." Sonuç olarak orduyu bölücülükle suçlayarak aşağıladığı gerekçesiyle iki yıl hapsi isteniyor.
Demirbaş'a PKK ve ayrı bir devlet ihtimaliyle ilgili görüşünü sorduğumda, daha alçak ve daha yumuşak bir sesle şöyle dedi: "Ben ayrılıkçılığa karşıyım. Ancak insanları bu konuda ikna etmek zor. Ben Kürtler için çalışmıyorum, bütün insanlar için çalışıyorum. Demokrasi, kendiniz için bir şey istediğinizde, onu başkası için de istemeniz demektir."
Demirbaş'ın başka insanlara gösterdiği ilgiydi beni onu arayıp bulmaya sevk eden. İstanbul'daki bir arkadaşımdan, Diyarbakır merkez ilçe Belediye Başkanının, şehrin Ermenice haritasını bastırdığını duymuştum. 150 yıl önce Ermeniler ve diğer Hristiyanlar Diyarbakır'ın nüfusunun yarısı kadarını oluşturuyordu; ancak bir Ermeni olarak ben, bir Türk şehrinde bir belediye başkanının bu tarihi doğrulayıcı bir şey yapmasına şaşırdım doğrusu. Türkiye'deki eskiden Ermenilerin yaşadıkları yerlerin çoğu ya terk edilmiştir ya da o yerin Ermenilere ait olduğundan hiç bahsetmeden dolambaçlı açıklamalar getiren işaret ve izahlarla belirtilmiştir. (Hatta Van'daki bir Ermeni kilisesinin pek methedilen restorasyonunda bile coğrafi ifade olarak "Anadolu" ibaresi yer almıştır). Türkiye'de "Ermeni sorunu" -Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ermeni nüfusunun katlinin resmi bir kampanya olup olmaması bir yana- en az Kürt meselesi kadar tabudur.
Demirbaş benim etnik kökenimi öğrendiğinde Diyarbakır'ı tanıtan, Ermenice basılmış yüz adet kadar turistik broşür çıkardı ve bana verdi: "Lütfen bunları ABD'deki Ermenilere ver" dedi. Bana ayrıca aynı broşürün Asurice, Arapça, Rusça ve Türkçe baskılarını da gösterdikten sonra "Neden," diye sordu: "İstanbul'da Topkapı Sarayı'nı ziyaret eden turistler İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Almanca veya İtalyanca işitsel turizm rehberi edinebiliyorlar da, ben, atalarının anavatanını ziyaret etmek isteyen Ermeni turistleri hoş bir şekilde karşılamak için Ermenice küçük bir turistik broşür bastırdığımda suçlanıyorum? (Söz konusu broşürler, Demirbaş'ın belediye kaynaklarını kötüye kullanmakla suçlandığı pek çok projeden biri). Öğleden sonrayı, Demirbaş'ın "Kültür Projesi Sokakları" diye adlandırdığı bir bölgede geçirdik. İlçesinin dar sokaklarında yer alan bazı antik yapılar, ziyaretçilere, yerel halkın da hala gavur mahallesi diye bildiği bu civarda bir zamanlar yaşamış olan Ermeni, Asuri, Keldani, Yahudi ve diğer grupları hatırlatıyor. Demirbaş bu mahalleye -en azından benimle konuşurken- "Ermeni mahallesi" diyor. Demirbaş ayrıca bu bölge ile oradaki anıtların kapsamlı bir restorasyonu için bir teklif de hazırladı.
Demirbaş şöyle diyordu: "Binlerce yıl Sur'da o kadar çok uygarlık yaşadı ki... Kürtler, Araplar, Ermeniler, Keldaniler, Asuriler, Nasturiler, Yahudiler, Türkler, Hanefiler, Şafiler, Aleviler, Yezidiler, Sabihiler" -Bu arada saydıklarını bazen tekrar söyleyerek listeyi de uzatıyordu- "Bütün bu farklı inançlar Diyarbakır'ın Sur ilçesinde hep bir arada yaşadı. Kendi çokkültürlülüğümüzden ne kadar çok kaybedersek birbirimize o kadar düşman oluruz." Dinlerken onun gerçekten böyle düşündüğüne inandığım gibi böyle yaparak Türkiye Cumhuriyeti'nin milli temellerini sarstığını bildiğine de emindim. İlkin, Diyarbakır'ın diğer etnik gruplarını, Kürtlerin kültürel haklarını destekleyen sert hamlelerini yumuşatmak için mi kullandığını merak ediyordum. Ancak Ermeni meselesine destek vermesi ona Türkiye'de pek dost kazandıramaz, en azından nüfuzlu dostlar kazandıramaz. Bana, onun çok kültürlülüğe yaptığı vurgunun öyle çok da hesaplı olmadığı, bunun, Türkiye'de Kürt kimliğinin dinamiklerinde uzun dönemli doğal bir değişimin parçası olduğu söylendi. Teksas Üniversitesinde Kürtlerin kökenleri üzerine çalışan ve Baydemir'e danışmanlık da yapmış olan akademisyen Hisyar Özsoy'a göre, Kürt politikalarında "savaş ve mücadeleden, çok kültürlülük temalarına bir kayış söz konusu". Özsoy, "Abdullah Demirbaş'la konuştuğunuzda size 'bu bir çeşit zenginlik; bu noktada oldukça samimiyiz" diyecektir. Bakın bu, 1990'larda Diyarbakır'da faal olarak çalışan bir siyasi aktör tipi değil" diyor.
Özsoy'a göre çokkültürlülük, Kürtlerin, başta Avrupalılar olmak üzere dışarıdakilerin gözünde meşruluk kazanmalarına da yardımcı olacaktır. Özsoy, "Yabancıların Kürtlere bakışı hep bu şekildedir" diyor ve bebek taklidi yaparak ekliyor: "Bize, 'ah bu zavallı insanlar sadece Kürtçe konuşmak, Kürtçe şarkı söylemek ve dans etmek istiyor; öyleyse gelir, bu kültürel zenginliğin tadını çıkarabiliriz' gözüyle bakıyorlar."
AB, Kürtlerin kültürel haklarını hep desteklemiştir ve Demirbaş'ın davası, belediye hizmetleri sunulurken çok dil kullanılmasıyla ilgili konuşmak üzere Strasbourg'a gittiği 2006'dan bu yana AB gözlemcilerinin dikkatini çeker olmuştur. "Çok Dillilik Işığında Belediye Hizmetleri ve Yerel Yönetimler" başlıklı bir sunum yapması nedeniyle Demirbaş, Türkiye İçişleri Bakanlığı tarafından "Terörist örgüt PKK'nın amaçlarına hizmet eden propaganda yaptığı" gerekçesiyle dava edildi.
Bir AB heyeti, bazı davaların yanı sıra Demirbaş davasını da izlemek için Diyarbakır'ı düzenli olarak ziyaret etti. Eylül ayında, Türkiye'de yerel demokrasiye ilişkin bir rapor yayımlayan AB heyeti, belediye başkanına ve çalışma arkadaşlarına karşı açılan davaları sert bir dille eleştirerek Türkiye'yi, Avrupa Konseyi'nin Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesini ve Avrupa Bölge ve Azınlık Dilleri Şartı'nı imzalamaya davet etti.
Ancak, Ankara'da İçişleri Bakanlığı yetkilileri, heyet üyelerine, dil konusundaki davalardaki gerekçelerini açıkladıklarında, bu tür sözleşmeler ile Türkiye'nin resmi politikası arasındaki uçurum da ortaya çıktı. Türk yetkililere göre, Kürtçe, diğer dillerden, etnik bir dil olması sebebiyle farklıydı. Avrupalılar bu mantıktan pek de tatmin olmadılar ve Güneydoğu'da Demirbaş, belediye meclisi üyeleri ve sayısız siyasetçinin suçlanmasına dayanak gösterilen yasaların "savunulamayacak kadar hatalı" olduğunu yazdılar.
Ne yazık ki, Avrupa'nın Türkiye'de azınlık haklarına verdiği desteğin de kendi riskleri var: Bu, birçok Türkün aklına, Avrupa ülkelerinin, farklı etnik unsurları birbirine ve Osmanlılara karşı düşürerek Osmanlı İmparatorluğunu zayıf düşürmeye çalıştıkları dönemi getiriyor. Mustafa Kemal Atatürk, ülkesini güçlü bir Türk kimliği ile kurmayı hedeflerken, Türk milliyetçiliğinin pek çok yönden temelini oluşturan da, İmparatorluğun nihai çöküşü ve parçalanmasının yarattığı travmadır aslında.
Bugünlerde Avrupalı gözlemcilerden gelen her eleştiri, düzen yanlısı Türklerden sert tepkiler alıyor. Son kamuoyu yoklamalarına göre, nüfusun -birkaç yıl önceki yüzde 70'e kıyasla daha azı- sadece yarısı Avrupa'ya katılmak istediğini söylüyor. Yüksek eğitim almış Türklerse AB'yle yakın ilişkilere muhtemelen daha da karşı.
Kürt sorununa en sempatik bakan analistler bile, Demirbaş ile Baydemir'in girişimlerini gereksiz yere kışkırtıcı buluyor. Bir insan hakları kuruluşunda görevli bir analist, örneğin, bu belediye başkanlarının, bu kadar açık biçimde sistemin dışında çalışmaktan daha iyisini yapabileceklerini söyledi. Söz konusu analist, "Kürt halkı acı çekiyor, çünkü liderleri Türkiye'nin şu anda kabul edebilecekleri hususunda gerçekçi değil" diyor. Bu, sorunun her iki tarafındaki insanlarca da söyleniyor. Belki Türkiye kapsamlı bir değişime hazır değil, ancak ne zaman hazır olacak diye merak ediyor insan. Başta Demirbaş ile Baydemir ve onların Güneydoğudaki çalışma arkadaşları, Avrupa'nın yararlılığı tartışma götüren desteğine çokça bel bağlamış, eninde sonunda intihar kampanyasına dönüşebilecek bir mücadelede yeni arayışlara girmeyi tercih ettiler.
Belediye başkanlarının çabaları daha çok birer umutsuzluk göstergesi gibi. Baydemir, okul çocuklarına her sabah okutulan anda atfen, "İlkokulda her gün ve özellikle de cuma günleri bizden, 'Türküm, doğruyum, çalışkanım' dememiz isteniyordu. Ama gerçekte bunlar bizi Türk yapmadı. Bu sistem bir şekilde sahte kimlikler üretiyor. Çeşitlilik toplumun esas öğesidir ve bu şekilde algılandığında ancak Türkiye örnek bir demokrasi olacaktır" diyordu.
Baydemir inandırıcı olabilir, ama temmuz seçimlerindeki şaşırtıcı bir durum, onunki gibi çok kültürlülükten yana reform çağrılarına darbe vurmuş olabilir. Zira o seçimde Güneydoğudaki Kürtlerin önemli bir yüzdesinin Kürt partisine oy vermemesi büyük şaşkınlık yarattı. Bölgenin yarısından biraz fazlası Kürt partisine oy verirken, geri kalanı tercihini Adalet ve Kalkınma Partisi'nden (AKP) yana kullandı. Analist Dilek Kurban'a göre, bu, Kürtlerin AKP'nin halihazırda sunduğu ekonomik faydaları daha fazla önemsediğini kanıtlıyor. Kurban, iktidar partisinin, çocuklarını okula göndermeleri ve bebeklerini aşılatmaları için yoksul ailelere maaş ödediği para yardımı kampanyasına atfen şunu soruyor: "İnsanlara kendileri için neyin daha önemli olduğunu sorarsanız -Sur'daki tarihi eserlerin restorasyonu mu yoksa çocukları okula göndermek için para mı- hangisini seçerler?" Kurban, AKP'nin akıllıca bir hareketle, seçimde Güneydoğudan Kürtleri, Kürtlerin kültürel haklarına hoşgörüyle yaklaşan ancak resmi Kürt partilerinin dışında çalışan siyasetçileri aday gösterdiğini söylüyor ve Kurban, "Güneydoğuda AKP'ye oy veren insanlar Kürtlere karşı oy kullanmadılar. Onlar sadece başka Kürtlere (diğer partiden Kürtlere) oy verdiler. AKP'nin İslami haklar vurgusu da belirleyici olmuştur, zira Güneydoğudaki Kürtlerin hayatında dinin önemli bir yeri var. Belki de tüm bunların ötesinde AKP, geleneksel iktidar merkezlerinin dışında kalan bir partiydi. Kürtler, milliyetçilerin nefret ettiği bir partinin iktidara gelebilmiş olması gerçeğiydi.
AKP, Kürtlere önde gelen diğer partilerden daha hoşgörülü olmuştur, ama bu pek de bir şey ifade etmiyor. Partinin azınlık haklarıyla ilgili taahhütlerinde pürüzler söz konusu ve partinin liderleri arasında da bu konuda önemli görüş ayrılıkları var. Örneğin, Erdoğan'ın yardımcılarından Cemil Çiçek, yakın zamana kadar Adalet Bakanı'ydı ve Bakanlığı döneminde, ifade özgürlüğünü kısıtlayan ve çok eleştirilen 301. madde, milliyetçi avukatların gözdesi oluvermişti. Çiçek ayrıca 2005'te, ülkenin en önemli üniversitelerindeki öğretim görevlileri Ermeni meselesi üzerine bir konferans planladıklarında da "ülkeyi arkadan vurduklarını" söyleyen kişidir de; ki bu, Çiçek'in, Türk milliyetçiliğinin dizginlenmesiyle pek de ilgilenmediğinin bir işaretiydi. AKP'nin 2008'de referanduma sunmak üzere hazırlamakta olduğu yeni anayasa taslağı, bu meseleler kadar ülkenin duraksayan AB üyelik süreci açısından da belirleyici olacaktır, ancak esas maddelerine dokunmadan mevcut yasalar üzerinde hafif değişiklikler yapmakla da yetinilebilir. Örneğin, belediye işlerinde Kürtçenin kullanımına ilk taslakta değinilmezken mahkemede zor durumda kalan Kürtlerin bir tercüman edinebilmesi güvence altına alınıyor. Bu arada Türk mahkemeleri, yazarları, siyasetçileri ve insan hakları savunucularının her türlü faaliyetini cezalandırmaya devam ediyor: PKK'ya karşı operasyonlarını eleştirerek orduyu aşağılamak, özel hayatı hakkında yazılar yazarak Atatürk'ün anısına hakaret etmek, Ermeni sorununu veya başka tabular üzerinde tartışarak Türklüğe hakaret etmek. Yasaların mağdur ettiği kişilerin avukatları, müvekkilleriyle ilgili soruşturmaların her adımında engelleniyor ve hatta sık sık bizzat soruşturmaya tabi tutuluyorlar.
Geçen ay ortaya çıkarılan olağan dışı bir devlet soruşturması, sorunun derinliği ve de ilerleme ihtimali hakkında fikir verici. Bir emekli general, aşırı milliyetçi bir avukat ve bazı önde gelen şahsiyetler yazar Orhan Pamuk'a suikast planlamak ve geçen yıl öldürülmesi büyük protesto ve karşı protestolara neden olarak Türk siyaset sahnesinde değişim yaratan Ermeni gazeteci Hrant Dink'e suikast eylemine karışmaktan suçlanarak tutuklanmışlardı. Grubun diğer bazı cinayetler ve bombalama olaylarıyla da bağlantılı olduğu ileri sürüldü. Bu soruşturmayı yürütmek, Türkiye'nin önünde taahhüt ettiği reformları hayata geçirme yeteneğinin de sergileneceği en önemli sınav olacak.
Demirbaş temmuz ayında görevinden uzaklaştırıldı. Geçen yıl kış boyunca ardı ardına temyiz davaları açarak, hatalı yargılama yapıldığına ilişkin suçlamalar ve tecillerle uğraşarak aleyhine açılan davaya karşı mücadele verdi. Yerine Ankara'dan bir vali yardımcısı atandı. Demirbaş geçenlerde bana bir e-posta mesajında "şehrin duvarları arasında bir tarihi binada" projeleri üzerinde çalışmaya devam ettiğini söyledi. Baydemir de yaptığı basın açıklamalarında meslektaşından "gönüllerimizdeki belediye başkanı" diye bahsederken, halk da Demirbaş'ı hala o şekilde görüyordu. Demirbaş'ın yerine geçecek kişiyi belirleyecek seçimler, Ankara'nın atadığı yetkililerce süresiz olarak ertelendi. Demirbaş şimdi, 2006'da Kürtçeyi kullanmak konusunda açıkça konuşarak başını derde soktuğu Strasbourg'a dönerek, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde şansını deneyecek. O, dışarıdan müdahaleye her zaman gönülden inandı. Bana Avrupa Parlamentosu üyeleriyle fotoğraflarını, yazdığı ve yabancı gazetelerde yayımlatmaya çalıştığı makaleleri, ne sebeple olursa olsun ziyaretine gelenlerin kartlarını sakladığı büyük dosyaları göstermişti.
Demirbaş bana, "Demem o ki, benim görevden alınmam bu ülkedeki kültürel çeşitliliği değiştirmeyecek. Nasıl ki, Galile'yi yargılayıp idam etmek isteyen zihniyetin, dünyanın güneşin etrafında döndüğü gerçeğini değiştiremediği gibi."
AP: "TÜRK PARLAMENTOSU EL KONULAN MÜLKLERİN AZINLIKLARA İADESİNİ ONAYLADI"
ANKARA, 20/02(AP)(BYE)--- Türk parlamentosu bugün, -AB'nin talep ettiği kilit önemdeki reformlardan biri olan- Hristiyan ve Yahudi azınlık vakıflarının devlet tarafından el konulan mülklerinin iadesini öngören bir kanunu kabul etti.
AB uzun süreden beri -aralarında kiliseler, okul binaları ve yetimhanelerin de bulunduğu- azizlerin isimleriyle tescillenmiş azınlık mülklerinin iadesi yönünde Türkiye'ye baskı yapıyordu.
Kanun aynı zamanda Müslüman vakıflarının yabancı ülkelerden mali yardım alabilmesini de olanaklı kılıyor.
Parlamentoda 72'ye karşı 242 oy ile geçen yasanın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yakın dostu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den de onay alması bekleniyor.
Muhalif çevrelerce, düzenlemenin, el konulmasının ardından başkalarına satılan mülkler konusunda açık hükümler içermediği ileri sürülüyor.
LÜBNAN BASINI
AS SAFİR: "BARAK, TÜRKİYE'DEN TEHDİT ETTİ: ORTA DOĞU GÜÇSÜZLERE MERHAMET ETMİYOR... BARIŞ, ARAPLARIN SAVAŞLA YA DA DİPLOMASİYLE YENİLMEYECEĞİMİZİ ANLADIKLARI GÜN OLACAK"
ANKARA, 15/02(BYE)--- Lübnan'da yayımlanan as Safir gazetesinin 15 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Muhammed Nurettin imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
İsrail Savunma Bakanının iki günlük Türkiye ziyaretiyle ilgili bilgiler çakıştı; Barak'a göre, ziyaret "ilişkileri derinleştirmek" amaçlıydı, Türk basını ise bunu, "askeri ilişkileri pekiştirmek" olarak niteliyor. Görüşmelerin tamamen olumlu bir havada geçtiğini söylemek pek mümkün değil; zira bir haber ajansının İsrailli bir yetkiliden aktardığı bilgiye göre, inişli çıkışlıydı.
Müzakerelerin, çekişme yaratan ayrıntıları çözümlemek için resmi ve gayriresmi teknik seviyede sürdürülmesi üzerinde anlaşmaya varıldı. Görüşmeler, askeri alandaki diğer işbirliği konularının yanı sıra, İsrail'in Türkiye'ye balistik füzesavar satışını da kapsadı. Ancak Türkiye'nin casus uydusu satın alması konusunda bir sonuca varılamadı. Zira İsrail, bu uydunun İsrail askeri mevkilerinin ve nükleer tesislerinin fotoğraflanmasında kullanılmaması koşulu koydu. Ancak Ankara, herhangi bir şart koşulmasını reddetti ve görüşmelerin teknik düzeyde sürdürülmesi kararı alındı.
Ziyarette, Barak'ın ve ona eşlik edenlerin sergilediği tutum dikkat çekiciydi. Barak'a eşlik eden bir yetkilinin açıklamasına göre İsrail, İran'a olası bir saldırı durumunda Türkiye'yi üs olarak görmüyor, "Böyle bir şey aslında yakışık almaz".
Barak ise, öncelikle Türkiye'nin AB üyeliğini destekledi ve şöyle konuştu: "Avrupa, Türkiye'yi almayarak büyük bir hata yapar." İsrail'in, Kürdistan İşçi Partisi'ne karşı düzenlenen operasyonları desteklediğini belirten Barak, 15 ikili askeri anlaşma bulunduğuna ve işbirliği hacminin 400 milyon dolara ulaştığına işaret etti.
Türk gazetecilere verdiği özel demeçlerde Barak, Türkiye'yi "stratejik oyuncu" olarak niteledi ve İsrail ile Suriye arasındaki aracılık katkılarına işaret etti. Barak, "Türkiye'nin aracılığı doğal. Bölgeyi anlayacak ve bölgeyi tehdit eden üç meseleye -nükleer silahlar, İslami radikalizm ve dinsiz devletler- etki edebilecek yeteneği var. Zamanı gelince Türkiye'nin Suriye ile İsrail arasında bir rolü olacak. Zira Türkiye, Suriye ve Lübnan tarafından seviliyor."
Milliyet gazetesine yaptığı açıklamada Barak, Şam'ı terör örgütlerine destek vermekle suçladı ve Lübnan ile Filistin'deki durumların aynı şekilde devam etmesi halinde, Suriye ve İran'a karşı farklı bir tutum takınacakları tehdidinde bulundu. Barak, uluslararası kamuoyunun tavrı ne olursa olsun "aşırı biçimde karşılık vermekten vazgeçmeyeceklerini" kaydetti.
Barak, Gazze'den çekilmenin istenen sonuçları vermediğini, dolayısıyla saldırılara iyilikle karşılık verilemeyeceğini söyledi. Başbakan Erdoğan'ın, İsrail'in Gazze'deki uygulamalarına dair eleştirilerine verdiği yanıtta Barak, Türkiye'nin de kendi çıkarları için uluslararası tepki alan pek çok adım attığına işaret etti ve Orta Doğu'nun, zayıflara merhamet edilen bir yer olmadığını sözlerine ekledi. Barak, 1996'da Lübnan'da yaşanan askeri hayal kırıklığının tekrar etmeyeceğini söyledi ve şunları ekledi: "O dönemde güçlerimizi yeterli biçimde kullanmadık, ancak silahlı kuvvetlerimiz Hizbullah ile baş edebilecek güçtedir."
Milliyet gazetesinden yazar Semih İdiz, İsrail'in düşmanlarına bire bir değil, bire bin şeklinde davranmak istediğini yazdı. İdiz, Barak'ın Türk gazetecilerle yaptığı basın toplantısından çıkışta yazdığı izlenimlerinde, çözüm için bir ışık göremediğini, bu koşullarda Arap-İsrail çatışmasının yüz yıl daha sürebileceğini ifade etti.
THE DAILY STAR: "KIBRIS'IN SON ŞANSI"
ANKARA, 19/02(BYE)--- Lübnan'da yayımlanan The Daily Star gazetesinin 19 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Hugh Pope imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin özet çevirisi şöyledir:
Kıbrıs'ta 24 Şubat'ta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminin son turunda, çözüm için yeni arayışın, Avrupa yanlısı eski Dışişleri Bakanı Yannis Kasulidis'in mi yoksa sözde komünist parti AKEL'in lideri Dimitris Hristofyas'ın liderliği altında mı olacağına karar verilecek.
2002-2004 yılları arasında umutlar doruğa çıkmıştı. Kıbrıs'ın Türk kesimi sınırdan geçişleri tek taraflı olarak açmış ve nostaljik ziyaretlere yol açmıştı. Türkiye, 2004 yılında yapılan referandumda Kıbrıslı Türk seçmenlerin yüzde 65'inin onayladığı ve ABD ile Avrupa Birliği tarafından da desteklenen, askerlerini geri çekmesine yönelik Annan planını kabul etti. Ancak bu umutlar, Papadopulos tarafından cesaretlendirilen Kıbrıslı Rumların yüzde 76'sının hayır oyuyla tükendi.
Papadopulos'un planı destekleme sözünü tutmamasına rağmen, Avrupa Birliği, Kıbrıs Rum Hükümetinin adanın tek temsilcisi olarak Birliğe katılmasına izin verdi. O zamandan beri statüko bozuluyor. Kıbrıslı Rum ve Türklerin arasındaki ilişkiler gittikçe kötüleşiyor ve adayı parçalanmaya doğru sürüklüyor. Resmi temaslar durma noktasında ve iki toplum arasındaki görüşmeler sona erdi.
Şimdiye kadar anlaşmazlığın dış dünyaya karşı çok az etkisi olmuştu. Artık, bu anlaşmazlıktan büyük zarara uğrayan bir Avrupa Birliği var. Avrupa Birliği fiilen Kıbrıs sorununu dış politika, güvenlik ve ticaret siyasetlerini gölgelendirerek kendi iç mekanizmalarında ele aldı. Kosova'nın bağımsızlığını destekleyen Avrupa'nın ortak kararına karşın Lefkoşa bunun Kıbrıslı Türklerin ayrılmaları için örnek oluşturacağı endişesiyle bu uzlaşmaya katılmadı.
Kıbrıslı Rumlar her fırsatta AB üyeliğini Türkiye'yi cezalandırmak için özellikle Ankara'nın katılım görüşmelerini zedelemek için kullanıyorlar. Türkler de buna misilleme yapmak için NATO üyeliğini Afganistan'da bile Kıbrıs ve AB işbirliğini engellemek için kullanıyor. Türkiye ayrıca, Kıbrıs'ın, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütüne ve hatta Avrupa Orta Vadeli Hava Tahmin Merkezine erişimini engelliyor.
Ancak, Kıbrıs'ın bölünmesine yönelik dinamikleri tersine çevirmesi gereken sadece Avrupa Birliği değil. Türkiye, Avrupa Birliği ile askıda bulunan üyelik müzakerelerini sürdürecekse sonunda askerlerini geri çekeceğini temin edeceği bir anlaşma yapmak zorunda. Kuzeydeki Kıbrıslı Türklerin, AB vatandaşlığının tüm haklarına sahip olmaları ve kendilerini Türkiye'ye bağımlılıktan kurtarmaları için gerçekçi tek yol, kapsamlı bir anlaşma yapmak. Bu ayrıca Kıbrıslıların, bölgeyi tanınmayan konumundan yararlanarak para aklamak ve yasadışı göçmenlerin AB'ye kaçırılması için kullanan suçlulardan kendilerini kurtarmaları için en iyi yol.
Türkiye ile münakaşa yerine işbirliği yapmak büyük yarar sağlayacaktır. Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Türklerinin giderek güçlendiğinin ve pes edip bir Kıbrıs Rum üniter devletine katılmayacaklarının farkında olmalılar. Aynı şekilde Türkler Kıbrıslı Rumları anlaşmaya ikna etmenin tek yolunun, Ankara'nın 2007 yılındaki petrol arama tartışmasında ordu tarafından gerilimin tırmandırılması gibi tehditle değil, normalleştirme ve ikna çabalarıyla olduğunu anlamaları gerekir. Bu ay, Kıbrıslı Rumların cumhurbaşkanlığı seçimleri aradan çıkmışken, tüm taraflar Birleşmiş Milletlere kapsamlı bir anlaşmaya arabuluculuk etmesi için çağrıda bulunmalı. Bu sefer, bu gerçekten de son şans olabilir.
İRAN BASINI
FARS AJANSI: "SARKOZY VE MERKEL'İN MUHALEFETLERİNİN SÜRMESİ NEDENİYLE TÜRKİYE, FRANSA VE ALMANYA LİDERLERİNİN TOPLANTISI İPTAL OLDU"
TAHRAN, 17/02(BYE)--- Muhafazakar eğilimli Fars Haber Ajansının 17 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Fransa Cumhurbaşkanının muhalefeti ve Almanya Başbakanının Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin çelişkili açıklamalarının sürmesi nedeniyle Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, mayıs ayında yapılması beklenilen Sarkozy ve Merkel ortak toplantısını iptal etti.
Fars Haber Ajansının Türkiye'de yayımlanan Yeni Şafak gazetesine atıfta bulunarak duyurduğuna göre, Erdoğan'ın, mayıs ayında Ankara'da düzenlenmesi planlanan ortak bir toplantıda Sarkozy ve Merkel ile bir araya gelmesi bekleniyordu. Ancak Merkel ve Sarkozy'nin Türkiye aleyhindeki tutumlarından duyduğu rahatsızlığı dile getiren Erdoğan, bu toplantıyı iptal etti.
Haberde, üç ülke liderlerinin ortak toplantısının iptalinin asıl sebebi Sarkozy'nin sergilediği tutumlar olarak belirtiliyor.
Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliği konusunda sert çıkışlarda bulunarak, tam üyelik yerine imtiyazlı üyeliğin uygulanması önerisinde bulundu.
Merkel ile görüşmesinde Sarkozy'nin Türkiye karşıtı açıklamalarını hatırlatan Erdoğan, bu durumda ortak bir toplantının olumlu sonuçlar doğurmayacağını belirtti.
Erdoğan, söz konusu toplantının iptaline ilişkin nihai kararını Merkel'in çelişkili açıklamalarının ardından aldı.
Merkel, Erdoğan'ın Almanya ziyareti sırasında Türkiye'nin AB üyeliğine yeşil ışık yakmasına rağmen, Erdoğan'ın ülkesine dönmesinin ardından Türkiye'nin üyeliğiyle muhalefete dair önceki tutumunu yineledi.
İRAN: "ERDOĞAN, MERKEL VE SARKOZY İLE ORTAK TOPLANTIYI İPTAL ETTİ"
ANKARA, 18/02(BYE)--- İran'da yayımlanan İran gazetesinin 18 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Farsça haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusunda, Fransa Cumhurbaşkanının aleyhte açıklamaları ve Almanya Başbakanının çelişkili beyanlarının ardından Türkiye Başbakanı Erdoğan, mayıs ayında yapılması planlanan Merkel ve Sarkozy ile ortak toplantıyı iptal etti.
Yeni Şafak gazetesinde yer alan habere göre, Recep Tayyip Erdoğan'ın Merkel ve Sarkozy ile Ankara'da mayıs ayında ortak toplantı yapması karara bağlanmıştı. Ancak Erdoğan, Merkel ve Sarkozy'nin Türkiye aleyhindeki tutumundan rahatsız olduğunu belirterek bu toplantıyı iptal etti. Sarkozy, Türkiye'ye AB'de tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık verilmesini önermişti.
ERMENİSTAN BASINI
ASBAREZ: "AB'NİN KARADENİZ KONFERANSI BÖLGESEL İŞBİRLİĞİNİ DESTEKLEME ÇABASINDA"
ANKARA, 14/02(BYE)--- Ermenistan'da yayımlanan Asbarez gazetesinin 14 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Erivan çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:
Ermenistan'daki AB merkezi, Avrupa'nın Dış İlişkiler ve Komşuluk Politikasından Sorumlu Komisyon Üyesi Benito Ferrero-Waldner'in, AB dışişleri bakanlarının ilk Karadeniz Sinerji Toplantısına katılacağını bildirdi.
Karadeniz Sinerji, bölgedeki ve aynı zamanda AB ile bölge arasındaki işbirliğini destekleme amacıyla 2007'de Avrupa Komisyonu tarafından başlatılan bir girişim.
Dışişleri bakanlarının gelecekteki projeler için öncelikler üzerinde karara varmaları ve AB'nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinin artırılması olasılıklarını ve bu süreçte bölgesel örgütlerle diğer girişimlerin rolünü tartışmaları bekleniyor.
Ferrero-Waldner toplantı öncesinde, "Karadeniz Sinerji, Karadeniz bölgesine siyasi dikkati çekmek ve AB ile artırılan işbirliğiyle yeni fırsatlar sağlamak için tasarlanmıştır. Türkiye ve Rusya ile işbirliğinin artırılması için de fırsatlar sağlamaktadır. Karadeniz Sinerji'nin özellikle enerji, iyi yönetim, ulaşım, çevre, göç ve sınır ötesi suçla mücadele alanlarında sonuç doğuracağına inanıyoruz" dedi.
Karadeniz Sinerji Toplantısı Ukrayna ile AB'nin eşbaşkanlığında yapılacak. Ferrero-Waldner'e göre Karadeniz Sinerji Türkiye ve Rusya'yı dahil ederek Avrupa'nın komşuluk politikasının ötesine gidecek.
Ferrero-Waldner, Karadeniz'in bölgesel işbirliğine özel ilgi gösteren ülkelere, uluslararası mali kuruluşlara ve Karadeniz bölgesinde aktif olan bölgesel örgütler ve girişimlere konferansı izleme fırsatı verileceğini söyledi.
Bakanların toplantısından önce bakanlar arasında yapılacak gayriresmi görüşme, Karadeniz bölgesini etkileyen bir dizi sorunun tartışılması için fırsat sağlayacak.
RUSYA BASINI
REGNUM: "AB, KARADENİZ BÖLGESİNDEKİ GİRİŞİMLER İÇİN YILLIK 1,7 MİLYAR EURO AYIRACAK"
ANKARA, 15/02(BYE)--- Rus haber ajansı Regnum'un 15 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Rusça haberin çevirisi şöyledir:
AB'ye üye devletlerin ve Karadeniz Ekonomik İşbirliğine üye ülkelerin Dışişleri Bakanları brifingi esnasında AB Dış İlişkiler Komiseri Benita Ferrero-Waldner AB'nin "Karadeniz girişimlerinin" hayata geçirilmesi yönünde yıllık olarak 1,7 milyar dolar ayrılacağını kaydetti.
Benita Ferrero-Waldner, "Şunu belirtmek isterim ki, bu para iyi komşuluk politikası, Türkiye'nin AB üyeliği ve aynı zamanda AB'ye üye olmuş ülkelere ayrıldı. Bunun 700 milyon avrosu özel yatırım fonundandır. Bulgaristan ve Romanya'nın AB'ye girmesiyle, AB Karadeniz'e yakınlaşmıştır, Karadeniz'in bir parçası olmuştur, şimdi Karadeniz girişimlerinin somut bir biçimde hayata geçirilmesi konusundan bahsedebiliriz ve dünyanın bu parçasına özel politik dikkat ayırabiliriz. Bu bölgenin ülkeleriyle işbirliğimizi artırabiliriz; özellikle de Rusya, Türkiye ve aynı zamanda AB'nin doğu komşularıyla. Bunun dışında bu girişimler şimdiye kadar "dondurulmuş anlaşmazlıklar" için iyi bir şans oluşturacaktır ve uzun yıllar bizim toplumumuzu endişelendiren bu sorunların ortak çabayla çözümünü mütalaa edeceğiz. Aynı zamanda bizim ortak güvenliğimiz, enerji sorunu, çevre ve su kaynaklarının korunması, göçmenler ve uluslararası terör sorunlarını da ele alabileceğiz" dedi.
Şunu da hatırlatalım ki, 1 Kasım 2007'den itibaren KEİ'ye Ukrayna başkanlık etmeye başladı. KEİ'nin faaliyetleri yaklaşık 350 milyon insan ve 20 milyon kilometrekareye yayılıyor ve dış ticaret potansiyeli yıllık 300 milyar dolar. Genel merkezi İstanbul'da olan KEİ'ye Azerbaycan, Arnavutluk, Ermenistan, Bulgaristan, Yunanistan, Rusya, Romanya, Gürcistan, Moldova, Türkiye, Sırbistan, Ukrayna üyedir.