ENGLISH
  Güncelleme: 07/03/2008

2008-01-31 Haftalık AB - Türkiye Haberleri

2008-01-31 Haftalık AB - Türkiye

ALMANYA BASINI

DIE ZEIT: "RUSYA VE TÜRKİYE İNSAN HAKLARI İHLALLERİ YÜZÜNDEN AB NEZDİNDE TEŞHİR EDİLİYOR"

BERLİN, 24/01(BYE)--- Tirajı haftada 480 bin 200 olan sosyal demokrat eğilimli Die Zeit gazetesinin 23 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, "ho" rumuzuyla/AFP'ye atfen ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

--Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AIHM) Dava Dalgasıyla Boğulma Tehdidi Altında. Sadece Almanya Hakkında Açılan Davaların Sayısı 2500. İstatistik Özellikle İki Ülke Açısından Rahatsız Edici--

AİHM Başkanı Jean-Paul Costa, geçtiğimiz yıl 41.700 yeni şikayet başvurusu geldiğini açıkladı. Böylece başvuru sayısı bir yıl öncesine göre yüzde 19 artış göstererek 79.400'e çıkmış oldu.
2007 yılı bilançosuna göre insan haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle hakkında 20.300 dava açılan Rusya, Avrupa Konseyi'ne üye 47 ülke arasında ilk sırada yer alıyor. İkinci sırada ise 9.150 şikayetle Türkiye geliyor. Türkiye'ye karşı açılan davalar arasında, reşit olmayan Alman genci Marco W.'nin Antalya cezaevinde gerektiğinden uzun süre tutuklu bulunduğu gerekçesiyle yapılan başvuru da bulunuyor.
Yapılan açıklamaya göre AİHM 2007 yılında 1503 davayı hükme bağladı. Mahkeme 1349 davada Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu'nun ihlal edildiğine hükmedildi. Hakimler tıpkı geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi en çok Türkiye'yi mahkum ederek, 319 davada suçlu buldular. Türkiye'yi ikinci sırada Rusya izlerken (175), üçüncü sırada Ukrayna (108) yer aldı. Almanya ise yedi davada suçlu bulundu.

RHEINISCHE POST: "TÜRKİYE: EN FAZLA İNSAN HAKLARI İHLALİ"

ANKARA, 24/01(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Rheinische Post gazetesinin 23 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Strasbourg çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:

--2007 Yılı Bilançosu--

Avrupa'da başka hiç bir ülke, Türkiye kadar sık insan haklarını ihlal etmiyor. Bunu, geçen yıl içerisinde Türkiye'yi tam 319 kez suçlu bulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) 2007 yılı bilançosu gözler önüne seriyor.
AİHM geçen yıl 1.503 davayı karara bağladı. Bunların çoğu da Türkiye hakkındaydı. Rusya ise 175 dava ile ikinci sırada yer alıyor. En az şikayet ise Almanya hakkında; sadece yedi kez suçlu bulundu.
Eğer söz konusu olan mahkumiyetlerin sayısı değil de, şikayetlerin sayısı olsaydı, o zaman Rusya başı çekerdi. 2007 yılı bilançosuna göre, insan haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle hakkında 20.300 dava açılan Rusya, Avrupa Konseyi'ne üye 47 ülke arasında ilk sırada yer alıyor.
Türkiye bu alanda ise ikinci sırada yer alıyor. Türkiye hakkında 9.150 şikayet mevcut. Bunların arasında reşit olmayan Alman genci Marco W.'nin Antalya'da gerektiğinden uzun süre tutuklu bulunduğu nedeniyle yapılan şikayet başvurusu da bulunuyor.
 

FRANKFURTER ALLGEMEINE ZEITUNG: "MARTİN SCHULZ, SARKOZY'Yİ ELEŞTİRİYOR"

BERLİN, 24/01(BYE)--- Tirajı günde 355 bin olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 24 Ocak 2008 tarihli sayısında, Nikolas Busse imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, Avrupa Parlamentosundaki Sosyalist Grubun Başkanı SPD'li politikacı Martin Schulz ile yapılan mülakatın ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

BUSSE: Sarkozy'nin şimdiden öne sürdüğü somut siyasi önerilerden biri de Akdeniz Birliği. Bu bölge bizim için güvenlik ve ekonomi siyasetine dayalı nedenlerden dolayı çok önem taşıdığından, Sarkozy'nin önerisi mantıklı değil mi?

SCHULZ: Eğer Akdeniz Birliği, AB kapsamında Akdeniz ülkeleriyle işbirliğinin yapıldığı Barcelona sürecinin geliştirilerek sürdürülmesi demekse, buna karşı değiliz. Ancak Sarkozy'nin kendi kurumlarıyla kendi örgütünü kurmak istediği aşikar. Almanya'nın gözlemci statüsüne sahip olabileceğini söylüyor. Bu, AB'nin kurumsal çerçevesinin parçalanması demektir ki bu durumda Fransız Cumhurbaşkanına, AB Dönem Başkanlığını üstlendiklerinde niyetlerinin AB'yi parçalamak mı olduğunu sormak gerekir.

BUSSE: Almanya da belki bir Doğu Avrupa Birliği kurabilir, ne dersiniz?

SCHULZ: Böyle bir tepki uygunsuz olurdu. Zira bu şekilde AB, tam da o zaman bölgelere ayrılmış olurdu. AB'nin gücünü, -Akdeniz bölgesi karşısında da- ekonomik birlikteliği oluşturmaktadır.

BUSSE: Sarkozy yoğun bir şekilde yılın ikinci yarısındaki AB Dönem Başkanlığına hazırlanıyor. Sizce ağırlık noktaları neler olmalı?

SCHULZ: Türkiye ile yapılan müzakerelerin bazı üye ülkeler tarafından tam üyelik hedefiyle, Fransa'nın dahil olduğu diğer ülkeler tarafından ise başka bir hedefle sürdürüldüğünü endişeyle izlemekteyim. Sarkozy'nin olaya netlik getirmesini arzu ediyorum. Tam üyeliği istiyor mu istemiyor mu? Şayet istemiyorsa, AB'nin Türkiye ile üyeliğin doğal olarak otomatikman gerçekleşmeyeceğini konuşması gerekir.

SÜDDEUTSCHE ZEITUNG: "EZELİ DÜŞMANIN ZİYARETİNE DUYULAN SEVİNÇ"

BERLİN, 24/01(BYE)--- Tirajı günde 424 bin 250 olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 24 Ocak 2008 tarihli sayısında, Christiane Schlötzer imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Münih çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:

--Kostas Karamanlis 50 Yıl Aradan Sonra Türkiye'yi Ziyaret Eden İlk Yunan Başbakan--

Hürriyet gazetesi Yunanca "Hoşgeldin Kosta" manşetini attı. Son olarak 7 Mayıs 1959 tarihinde şimdiki Başbakanın amcası Yunanistan'ın Başbakanı olarak Ankara'yı ziyaret etmişti. Bu tarihten önce de Atatürk döneminde Venizelos Türkiye'ye tarihi ziyaretini gerçekleştirmişti.
İki ülke arasındaki gergin ilişkiler son yıllarda gözle görülür bir değişim yaşıyor. Buna rağmen iki NATO müttefiki arasında birçok sorun mevcut. Yunan Başbakan Türkiye ziyaretini var olan anlaşmazlıklar ve ülkesi içindeki baskı nedeniyle sürekli olarak ertelemek zorunda kalıyordu.
Yunan Başbakan Karamanlis'in Türkiye'deki üç günlük planı iki ülke arasındaki siyasi ilişkilerin ne derece hassas olduğunu da gösteriyor. Karamanlis TBMM'nin 12 yıl önce Kardak Krizi nedeniyle aldığı karardan ötürü meclisi ziyaret etmekten kaçınıyor. TBMM, Yunanistan'ın kıta sahanlığını artırması durumunda savaş tehdidinde bulunmuştu. 40 yıllık Kıbrıs sorunu da iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz etkiliyor.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen Yunanistan, Türkiye'nin AB üyelik sürecini destekliyor. Yunan Başbakan Karamanlis Anadolu Ajansı'na yaptığı açıklamada; ülkesinin, ikili ilişkilerin geliştirilmesi ve Türkiye'nin AB üyeliğinin desteklenmesi adına elinden gelen her şeyi yapacağını vurgularken, Yunanistan'ın dostluk elini uzattığını fakat Ankara'dan da aynı hareketi beklediğini ifade etti. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 1999 yılında 200 milyon dolarken, 2007 yılında 3 milyar dolara varan bir artış gösterdi. Son olarak 2007 yılının kasım ayında ortak bir gaz nakil hattının açılışı yapıldı.
Buna rağmen iki ülke arasındaki ilişkiler oldukça hassas. Yunan diplomatlar Karamanlis'in ziyareti esnasında muhtemel Türk hava ihlallerine nasıl tepki gösterileceği konusunda endişe duyuyor. Yunan Başbakan bugün İstanbul'da Ekümenik Patrik Bartholomeos ile bir araya gelecek. Yunan gazetesi "Kathimerini", Patrik Bartholemeos'un, iki başbakan arasındaki istişarelerin Ruhban Okulu'nun açılmasını sağlamasını umduğunu söylediğini yazıyor.
Hürriyet gazetesinin bildirdiğine göre, Türkiye'de sadece yüzde 11'lik bir kesim "iki ülke arasındaki ilişkilerin hiçbir zaman düzelmeyeceğine" inanırken, Yunanistan'da yüzde 32'lik bir kesim bu doğrultuda bir görüş bildiriyor.

DEUTSCHLANDRADIO: "BÖLÜNMÜŞ KIBRIS İLE İLGİLİ TARTIŞMA YENİDEN ALEVLENİYOR"

ANKARA, 25/01(BYE)--- Almanya'da yayın yapan Deutschlandradio ulusal radyonun 24 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, Gunnar Köhne imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yazının çevirisi şöyledir:

Cumhurbaşkanı bizzat açılışa katıldı. Aralık ayı başlarında Lefkoşa'nın kuzeyinde bir Amerikan spor giyim mağazasının şube açılışı düzenlendiğinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin devlet lideri Mehmet Ali Talat, spor giyimli mağaza çalışanlarının ellerini keyifle sıktı. Talat için o gün, sadece Türkiye'nin tanıdığı devletinin üzerindeki siyasi izolasyonu kaldıracak küçük bir adımın daha atıldığı günlerden birisiydi. Peki "Adanın tek hak sahibi olduğunu iddia eden güneydeki Rum tarafı, adanın kuzey tarafında yaşayan Türkleri ebediyen dünyadan dışlayabilir mi" sorusunu yöneltiyor, Brüksel merkezli -uluslararası anlaşmazlıkları çözmek için stratejiler üreten düşünce kuruluşu- Uluslararası Kriz Grubu (ICG). ICG'nin İstanbul masası şefi Hugh Pope, adanın günün birinde bölünmüşlüğüne gerçekten de bir son verilmek isteniyorsa, bu yıl içinde davranmak zorunda olduğu görüşünü aktarıyor. Bunu görüşünü AB'ye de yöneltiyor:
"AB, bu oldu-bitti bölünmüşlükte ısrar edildiği sürece Kıbrıs'taki Türk tarafıyla ne yapacağı konusunda çaresiz. Çünkü bir yandan hem resmi olarak AB yurttaşları sayılıyorlar hem de öte yandan Rumlar engelledikleri için AB'ye giremiyorlar. Herhangi bir nedenden ötürü adanın iki tarafının resmen ayrılma konusunda karar kılması halindeyse AB, Kuzey Kıbrıslılar için ayrı bir genişletme hamlesi başlatmak zorunda kalacak. Bu ise AB içinde birbirini sürekli engellemeye çalışacak iki farklı Kıbrıs devletinin varlığı anlamına gelecektir. Emin olun ki AB siyasileri böyle bir şeyi görmek istemeyeceklerdir.
Eski AB Parlamenteri ve şimdilerin Güney Kıbrıs Cumhurbaşkanı adayı Marios Matsakis, kısa bir süre önce ada için nihai çözüm olarak kesinkes bölünmeyi dillendirdiği için şimşekleri üzerine çekmeyi başardı. Matsakis'e cumhurbaşkanlığı yarışında fazla şans tanınmamasına karşın sunduğu öneri yine de bir tabunun yıkılmasıyla eş değerde görüldü. Annan Planı'nın üç yıl önce Kıbrıslı Rumlar tarafından reddedilmesi sonrasında neredeyse iki taraftan da yakınlaşma girişimleri konusunda hiçbir ilerleme kaydedilemedi.
Halihazırdaki Cumhurbaşkanı Papadopulos, kuzeyden Türk askeri çekilmesi hedefine en ufak bir adım yaklaşamadı. Eski bir AB Komiseri Chris Patent tarafından yönetilen ICG ise şu sıralarda yayımladığı bir Kıbrıs raporunda tüm taraflardan bu yıl için tekrar bir denemeye girişilmesini talep ediyor. Bu konuda Hugh Pope şöyle diyor:
"Kıbrıs'ın iki tarafında yüzde 80 oranında Birleşmiş Milletler girişimlerine destek var, o halde AB desteğiyle BM, bir kez daha diyalog köprüsü oluşturmaya girişmeli. Önceden tüm taraflar -Türkiye dahil- görüşmelerden çıkacak sonuçları kabul edeceğini taahhüt etmeli. Bu, Türkiye açısından askerlerini geri çekmesi anlamına gelecek ve Kıbrıslı Rumlar açısından ise, kuzeyde bir Türk yönetimi oluşumunu tanıması gerekeceği anlamına gelir. Fakat çoğu katılımcıların kalıcı bir çözüm için uzlaşmanın gerekli olduğunun hala bilincine varmadıklarını düşünüyoruz."
Çözüme kavuşmamış Kıbrıs sorunu, Türk-AB ilişkilerini en çok zorlayan konuların başında geliyor. Türkiye, deniz ve hava limanlarını Kıbrıs Rum gemi ve uçaklarına açmayı taahhüt etmiş olmasına rağmen, hala Kıbrıslı Türkler için söz verilen AB maddi yardımlarının Rumlar tarafından bloke edilmesini gerekçe göstererek taahhüdünü yerine getirmiyor. Kıbrıs çıkmazı, Avrupa'daki Türkiye karşıtlarının işine gelirken, AB içinse bir hesaplaşmaya dönüşüyor:
"AB, AB üyesi Kıbrıs ile NATO üyesi Türkiye arasındaki mini savaş nedeniyle NATO ile adamakıllı bir işbirliğine girişemiyor. Buna bir örnek Kosova; bu Sırp bölgesinin bağımsızlığını ilan etmesi durumunda Kıbrıslı Rumlar buranın bir Türk eyaletine dönüşeceğinden endişe ediyor. Ancak Kıbrıs sürtüşmesi iki organizasyonun Afganistan'daki işbirliğine de etki ediyor: Türkler ve Kıbrıs Rumlar bir işbirliğini engelledikleri için o bölgedeki AB Polis Gücünü NATO askerleri tarafından korunamıyor."
Görev başındaki Cumhurbaşkanı Papadopulos'dan farklı olarak en zorlu rakibi olan solcu Dimitris Hristofias ise adadaki Türk tarafıyla birleşme görüşmelerinin yeniden ele alınmasından yana. BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon'un bu yılın ilk yarısında BM çatısı altında yeni görüşmeler yapılmasını teklif edeceği sanılıyor, eğer tabii iki taraftan da bu yönde bir istek gelmesi halinde.

SÜDDEUTSCHE ZEITUNG: "AB, HRİSTİYAN KULÜBÜ DEĞİLDİR"

BERLİN, 28/01(BYE)--- Tirajı günde 424 bin 250 olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 28 Ocak 2008 tarihli sayısında, AFP'ye atfen ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Davos çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Türk Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Avrupa Birliği'ni, bir Hristiyan kulübü haline gelerek diğer ülkelerden soyutlanmaması yönünde uyardı. Davos'taki Dünya Ekonomik Forumuna katılan Bakan Ali Babacan, "Eğer AB, kendisini bir Hristiyan kulübü olarak nitelerse bu AB ruhuna aykırı olur" şeklinde konuştu. Babacan, dini farklılıkların hiçbir zaman sınır olarak takdim edilmemesi gerektiğini hatırlatırken, 27 AB ülkesi arasında din, kültür ve dil bakımından zaten büyük ayrılıkların bulunduğuna dikkati çekti.

DER TAGESSPIEGEL: "TÜRKİYE BUNA ARTIK ALIŞMALI"

BERLİN, 30/01(BYE)--- Tirajı günde 134 bin olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 30 Ocak 2008 tarihli sayısında, Thomas Seibert imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Türkiye tarihinde ilk defa Strasbourg'daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bayan bir hakim gönderiyor. 50 yaşındaki hukukçu Ayşe Işıl Karakaş'ın uzmanlığı konusunda hiçbir şüphe bulunmuyor. Prof. Karakaş, İstanbul Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcılığı görevini yürütüyor ve insan hakları ile Avrupa Hukuku konularında ülkesindeki uzman isimlerden birisi. Karakaş'ın türban konusundaki fikirleri tartışmalara neden olabilir, zira kendisi üniversitelerde türban yasağının kaldırılmasını savunuyor.
Strasbourg'da Türkiye'nin aleyhine açılan davalar genelde, düşünce özgürlüğü, adil yargılanma süreci ve emlak anlaşmazlıkları konularından ibaret. Prof. Karakaş bu konularla ilgili olarak ülkesindeki yasalarda iyileştirmeye gidilmesi gerektiğini hatırlatıyor, özellikle "Türklüğe hakareti" cezalandıran TCK'nın 301. maddesinin.
Strasbourg'da ayrıca Türkiye yıllardır işkence suçları nedeniyle ceza alıyor. Önümüzdeki aylarda, Türkiye'deki Hristiyan azınlık, ülkedeki taşınmaz mallarıyla ilgili olarak Strasbourg'daki mahkemeye başvurmak istiyor. Fransa'nın Elsas yöresinde bulunan mahkeme, gittikçe Türk mahkemelerinin kararlarını düzelten bir birim haline geliyor. Prof. Karakaş, Türkiye'nin Avrupa Konseyinin bir üyesi olduğunu ve bu nedenle Ankara'nın bu duruma alışması gerektiğini belirtiyor.
Prof. Karakaş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bir üyesi olarak muhtemelen Türkiye'deki türban meselesiyle de ilgilenecektir. Strasbourg'daki mahkeme dört yıl önce, Türk devletinin üniversitelerde türbanı yasaklayabilmesine imkan tanımıştı. Bu karar, İslami eğilimli Başbakan Erdoğan için bir yenilgi niteliğindeydi. Bu kararın çıkması için Prof. Karakaş değil, türban karşıtı Rıza Türmen tavsiyede bulunmuştu. Rıza Türmen, kendi ifadesine göre, pek de gönüllü olmayarak emekliye ayrılıyor. Bu aralarda Başbakan Erdoğan türban yasağının kaldırılmasına yönelik girişimler başlattı. Bu konuda Başbakan Erdoğan'a karşı olanlar, ülkede İslamlaşma hareketlerinin başlayabileceği konusunda endişe duyuyorlar. Türban konusu pek yakında yeniden Strasbourg'daki mahkemeye gelebilir. İşte bu durumda Prof. Karakaş çok önemli bir rol oynayabilir.



AVUSTURYA BASINI

ORF: "HÜKÜMETİ RAHATSIZ EDİYOR"

ANKARA, 25/01(BYE)--- Avusturya'da yayın yapan ORF televizyon kanalının 25 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

--Türkiye Temsilcisini Değiştirmek İstiyor--

Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki (AİHM) temsilcisini değiştiriyor. Turkish Daily News gazetesinin salı günkü internet sayfasında yer alan habere göre, Ankara'daki hükümet, yargıç Rıza Türmen'in yerine Ayşe Işıl Karakaş'ın almasını planlıyor.
Rıza Türmen'in başörtüsü yasağının savunucularından olması, İslami muhafazakar AKP hükümetini rahatsız ediyor.

--İlk Kez Bir Kadın Gönderiliyor--

Türkiye, Ayşe Işıl Karakaş'ı göndermekle, Strasbourg'daki yargıç heyetine ilk kez bir kadını göndermiş olacak. Karakaş, İstanbul'da Galatasaray Üniversitesinde ders veriyor. Karakaş, Avrupa'da birçok farklı üniversitede de dersler verdi.
Karakaş'ın, Türk Hükümetinin amaçladığı gibi görevi devralıp almayacağı, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin vereceği karara bağlı. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 22. Maddesi uyarınca imza yetkisine sahip 20 devlet, aralarında oylama yapılacak adayların yer aldığı bir liste oluşturmak zorunda.

--Görev Değişimi Tepki Çekti--

Türk Hükümetinin Türmen'in görevden alınması yönündeki kararı, aralarında AİHM Başkanı Jean Paul Costa'nın da bulunduğu çok sayıda uzmanın tepkisini çekti.
Eleştiride bulunanlar, bunun, Türmen'in de etkili olduğu AİHM'nin 2005 yılında Türkiye'deki üniversitelerde başörtüsü yasağını onaylayan bir kararla bağlantılı olduğu kanısında.

--Kız Öğrenci Dava Açmıştı--

Tıp öğrencisi Leyla Şahin başörtüsü yasağına uymadığı için üniversiteden ayrılmak zorunda kalmış ve bu nedenle de dava açmıştı. Ancak Şahin'in başvurduğu İnsan Hakları Mahkemesinin büyük dairesi, başörtüsü yasağının düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne aykırı olmadığına kanaat getirerek davayı reddetti.
Mahkeme başörtüsü yasağıyla ilgili iki farklı davada da aynı kararı aldı.

DER STANDARD: "IŞIL KARAKAŞ 'TÜRKLÜK' MADDESİNİ REFORMDAN GEÇİRMEK İSTİYOR"

ANKARA, 25/01(BYE)--- Avusturya'da yayımlanan Der Standard gazetesinin 24 Ocak 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan APA kaynaklı, Strasbourg/Viyana çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

--AİHM'e Seçilen Türk Hakim: "Hükümetin Kadına Yönelik Şiddet Konusunda Sorumlulukları Var"--

Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki (AİHM) yeni yargıcı Işıl Karakaş, sayısız Türk gazeteci ve yazarı mahkemelik eden "Türklük" maddesi olarak ün yapmış 301. maddenin derhal reformdan geçirilmesini talep etti. Hukuk profesörü, Turkish Daily News'a verdiği mülakatta, Türk üniversitelerinde başörtüsü yasağının kaldırılmasına ilişkin bir soruya, bu düzenlemeye ancak gelecekte karar verilebileceğini söyledi.
Karakaş ile birlikte, Türkiye'den ilk kez bir kadın hukukçu AİHM'e yargıç oldu. Karakaş, AİHM'in önceki Türk yargıcı ve kararlı bir başörtüsü yasağı savunucusu Rıza Türmen'in yerini alacak. Türmen, mahkemesinin 2005 yılında, Türk üniversitelerindeki başörtüsü yasağını onaylayan kararına destek vermişti. Türk hükümeti ise buna karşın yasağın sona ermesi için çabalıyor.
Karakaş'a göre ise bunun için katı laik anayasada değişiklik yapılması şart. İstanbullu hukukçu, değişiklik yapılsa bile Strasbourg'taki yargıçların yeni koşullarda bile yasağı kaldırmaya onay verip vermeyeceğinin belli olmadığını dile getiriyor.
Karakaş buna karşın, AB'nin sert eleştirilerine neden olan 301. maddede derhal değişiklik yapılması gerektiğini vurguladı. Bütün AB ülkelerinde benzer yasal düzenlemeler bulunmasına karşın, muğlak olan "Türklük" kavramının "aşağılama" yoluyla cezalandırılması asıl sorunu teşkil ettiği belirtiliyor. Karakaş, bunun yerine "devlet kurumlarına hakaret" gibi daha somut ifadelerin kullanılması gerektiğinin altını çizdi.
Karakaş, Türk hükümetinden, kadına yönelik şiddet konusuna daha fazla eğilmesini istedi. Karakaş, "Kadının Türk toplumunda ezilmesi sadece sosyolojik bir sorun değil" dedi ve hükümetin konuya ilişkin sorumluluklarının farkında olması gerektiğini ifade etti.

SALZBURGER NACHRICHTEN: "DÜŞMAN KARDEŞLER ARASINDA BİR JEST"

VİYANA, 25/01(BYE)--- Tirajı günde 69 bin olan liberal eğilimli Salzburger Nachrichten gazetesinin 25 Ocak 2008 tarihli sayısında sayısında, Susanne Güsten imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı, APA kaynaklı yazının çevirisi şöyledir:

--Yunanistan Başbakanı Karamanlis Ankara'da Anıtkabir'i ziyaret etti... Uzlaşma Rotası--

Kostas Karamanlis Anıtkabir'in basamaklarını ciddi bir ifadeyle tırmandı. Yunanistan Başbakanı Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk'ün anıt mezarına çelenk koydu. Bu, Türkiye'nin başkentini ziyaret eden her resmi misafirin programında yer alıyor, ama söz konusu Karamanlis olduğunda rutin olmaktan çıktı. Türk medyası bir "tabuyu yıktığı" için onu övdü. Bu bir Yunan Başbakanının Türkiye'yi 1959'dan bu yana ilk ziyaretiydi.
Yunanistan'daki sağcı politikacılar Karamanlis'i böyle bir jest yapmaması için uyarmıştı. Birçok Yunanlı Atatürk'ü "Anadolu'daki felaketten", yani Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'nin batısının büyük bir kısmını işgal eden, ancak daha sonra Atatürk'ün askerleri tarafından geri püskürtülen Yunan ordusunun uğradığı yenilgiden sorumlu tutuyor. O zamanlar 1,5 milyon Rum, Anadolu'daki vatanını terk etmek zorunda kalmıştı. 600 bin Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye geri dönmüştü.
Karamanlis Anıtkabir'deki deftere yazdığı şu satırlarla kendisini eleştirenlere karşılık verdi: Atatürk ve onun o zamanki Yunanlı rakibi Elefterios Venizelos "geçmişteki trajedileri" geride bırakma cesaretini göstermişlerdi.

--Türkiye'nin AB Konusunda Atina'nın Desteğine İhtiyacı Var--

Karamanlis aynı zamanda ev sahibi Türklere bazı çağrılarda bulundu: Ankara'dan Kıbrıs konusunda taviz vermesini ve Türkiye'deki Rum Ortodoks kilisesinin durumunu düzeltmesini istedi. Karamanlis bu bağlamda Türkiye'nin AB'ye katılma çabalarına da işaret etti. Bu Yunanistan'ın komşu ülkeyle ilişkilerindeki en etkili enstrüman.
Karamanlis Türklere, AB'yi nasıl yanına çekmesi gerektiğini somut olarak gösterdi. Yunanistan Başbakanı, Türkiye'nin İstanbul'daki Ekümen Fener Patriğinin varlığının güvence altına alması halinde bunun ülke için "AB'ye giriş pasaportu" olabileceğini belirtti. Varlığın güvence altına alınması öncelikle de, 1970'li yılların başından beri devletin aldığı önlemler sonucu kapatılan Ruhban Okulunun yeniden açılması anlamına geliyor.
Türkiye'nin şu sıralar AB içinde Yunanistan'ın desteğine son derece ihtiyacı var. Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Ruhban Okulu için bir çözüm bulunacağı yolunda ümit verdi. Karamanlis ve Erdoğan, Yunan-Türk ilişkilerinde kronikleşen bir başka sorun olan Ege'deki egemenlik hakları konusunda da görüş birliğine varamadı. Bu anlaşmazlığa Yunan Başbakanının ziyaretinde çözüm bulunması zaten beklenmiyordu.
Resmi ziyarette her iki taraf için de söz konusu olan öncelikle, barışın ve geçen yıllarda başlatılan diyaloğun sürdürülmesi isteğinin gösterilmesiydi.

DIE PRESSE: "TÜRKİYE'YE LAYIK OLMAYAN BİR TARTIŞMA"

VİYANA, 30/01(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 30 Ocak 2008 tarihli sayısında, Wolfgang Böhm imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

--Avusturya'da Kimsenin Türkiye'nin AB'ye Katılımı Lehinde Görüş Bildirmeye Cesaret Edememesi Garip--

Kuşkusuz Türkiye'nin AB'ye katılımı aleyhinde ağırlıklı argümanlar var. Bunlardan en güçlüsü, katılımın Avrupa Birliği'nin gücünü aşacağı argümanı. Türkiye gibi büyük ve güçlü bir ülkenin katılımı, Birliğin kalıcı bir şekilde değişmesine yol açacaktır, ayrıca bu değişim pek de Birliğin yararına olmayabilir. Her büyük ülke gibi, Türkiye de bütün tezatlarıyla Birlik içinde ağırlığını koymaya ve Birliği etkilemeye çalışacaktır. Birliğin durumunun sağlam olmayışı göz önünde bulundurulacak olursa, bu Avrupa'nın zaten en küçük müşterek noktaya dayalı birlikteliğini ciddi bir şekilde tehdit edebilir.
Ancak Avusturya'da katılımı engelleme hevesiyle, Türkiye aleyhinde yabancı ve İslam düşmanlığına dayalı bazı kaba argümanlar öne sürülüyor. Bunlar arasındaki en zayıf argüman, coğrafi olanı. Türkiye'nin büyük bir kısmının Avrupa'da değil Asya'da bulunması, globalleşen bir dünyada incir çekirdeğini doldurmayacak kadar önemsiz kalıyor. Kültürel argüman da aynı oranda zayıf. Çünkü Müslüman göçmenlerin akın edeceği yolunda uyaranlar, bunların çoktan ülkede oldukları gerçeğini bilinç altına itiyorlar. Türkiye'nin AB'ye başarılı bir şekilde bağlanması ve olumlu ekonomik gelişmenin sürmesi, göçmen akınına sebep olmaktan çok, şimdiye kadar entegre olmamış bu göçmen grubunu vatanına geri dönmeye teşvik edecektir.
Avusturya'daki Avrupa Güvenlik Politikası Enstitüsü, Türkiye aleyhinde argümanları içeren bir araştırma yaptı. Şimdi açıklanan bu araştırmadaki maddelerden çoğu, Türkiye aleyhindeki yüzeysel görüşlerden farklı bir tablo çiziyor. Buna rağmen, şimdiye kadar neden Türkiye'nin katılımı lehinde ciddi bir araştırmanın yapılmamış olması oldukça şaşırtıcı. Bu ülkede Türkiye'nin AB'ye katılımı konusunda yapılan birçok panele, neden bir tek Türk bile davet edilmiyor? AB'ye üyelik tartışmasında Avusturyalı işletmelerin Türkiye'de gerçekleştirdikleri projelere neden hiç yer verilmiyor?
Avusturya kamuoyundaki Türkiye tartışması, Osmanlı İmparatorluğu ile duygusal bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Tarihi pazarlıklar güncel kin duygularına karışıyor. Bir zamanlar SPÖ'lü, ardından da ÖVP'li bir Başbakanın Ankara'nın AB'ye giden yolunu açmış olmasına rağmen, Parlamento'daki Yeşiller haricindeki hiçbir partinin önde gelen politikacılarının katılımdan yana çıkmaması dikkat çekici. Bu ülkedeki önemli işadamlarının hiç birinin sesini yükseltmemesi ise bundan daha da şaşırtıcı. Çünkü Türkiye'yi de içine alarak genişleyecek bir iç pazarın ekonomide sağlayacağı artı puan, bütün siyasi argümanların karşısına çıkarılabilecek güçte.
Avusturya bu tartışmada, tıpkı tarafsızlık tartışmasındakine benzer bir hataya düşme tehlikesi ile karşı karşıya. Ülkede tek bir görüşün hakim olduğu inancı öylesine kuvvetli ki, dengeli bir tartışmaya gerek duyulmuyor. Bu belki yerli pazar için yeterli olabilir. Ama Avusturya AB içinde veto hakkı olsa da, tek başına karar vermiyor. 26 ülke karşısında bu pozisyonu savunmak zorunda. Minarelerden duyulan korku ve Türk kuşatmalarına ilişkin anılar yeterli değil.
Asıl büyük tehlike Avusturya'nın Türkiye'nin katılımını, halk oylamasında reddetmesi değil, kabaca ve ayrım yapmaksızın sergilediği duygusal tutumuyla Ankara'ya ilişkin her türlü seçeneği peşinen yok etmesi. Türkiye, Avusturya ile Fransa'ya daha şimdiden ülkenin Avrupa'ya giden yoluna engel çıkarmak isteyen devletler gözüyle bakıyor.
Bu soruna sorumluluk duygusuyla yaklaşım farklı bir tutum gerektiriyor, yani tam üyelik yanında inanılır bir ikinci seçenek geliştirilmesi gerekiyor. Avusturya'nın Ankara'ya tam üyeliğin getireceği kazançları sağlayacak, ancak Avrupa Birliği'nin yeteneklerine uyacak bir çözümün bulunmasına katkıda bulunması lazım. Buna, "light üyelik" mi, yoksa imtiyazlı ortaklık mı denir, zevk meselesi.
Avusturya'nın, işbirliğinin getireceği avantajlara ışık tutmadan, yapıcı bir tartışmaya katılma olanağı olamaz. Türkiye'den, yani tezatlarıyla tanınan, ama Avrupa kültüründe de derin köklere sahip olan bir ülkeden yana çıkmak için cesaret gerekiyor.

 

BELÇİKA BASINI

EUOBSERVER: "AB ILIMLI İSLAMCILARIN ÖNÜNÜ KESMEMEYE TEŞVİK EDİLİYOR"

ANKARA, 25/01(BYE)--- Avrupa Parlamentosundaki bir grupla işbirliği halinde çalışan Brüksel merkezli haber portalı Euobserver'ın 24 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, Elitsa Vucheva imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:

23 Ocak'ta sunulan bir çalışmaya göre, Avrupa Birliği, şiddet eğilimi olmayan İslamcı partiler tarafından yönetilen Akdeniz'deki Arap ülkelerini, daha iyi bir yönetime ve sivil toplumun gelişmesini amaçlayan daha fazla girişime dahil etmeli. Zira izole edilmeleri radikal İslamcılığın güçlenmesine yol açabilir.
Avrupa Politikaları Araştırma Merkezi (CEPS) tarafından yayımlanan "Siyasi İslam ve Avrupa Dış Politikası: Akdeniz'in Müslüman Demokratlarından Perspektifler" adlı çalışmada, "Sık sık ılımlı İslamcılarla birlikte çalışma taahhüdü ileri sürülse de Batılı hükümetler bu tür gruplara destek vermekte gönülsüz" deniliyor.
Çalışmada ayrıca, "'İslam ve demokrasi' ve İslam ve Batı arasında 'kültürel anlayış' konusunda pek çok konferans düzenleniyor. Ancak Batılı hükümetler demokrasi yanlısı kampanyalar yürüten ılımlı İslamcılara somut destek sağlamayı reddediyor" deniliyor.
AB Konseyinden siyasi danışman Merete Bilde, 27 üyeli Birliğin sivil toplumu göz ardı ettiğini söylüyor ve AB'nin sivil toplum üyelerini dini inançlarına bakmaksızın reform temsilcileri olarak görmesi gerektiğini belirtiyor. Siyasi İslama nasıl yaklaşılacağı konusunda ortak bir AB tutumuna varılmasının ise zor olduğunu ekliyor.

--AB Güven Kaybediyor--

Çalışmada ayrıca, AB'nin "Müslüman demokratlarıyla" daha çok ilişkiye girmesi tavsiye edilen Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde AB'ye nasıl bakıldığı da irdeleniyor.
AB, özellikle "Türkiye'yi AB'ye katılım çabasında sürüncemede bırakması" ve Filistin'deki Hamas hükümetine yardımın askıya alınması sebebiyle bu ülkelerde güven kaybediyor.
Ancak çalışmaya göre yine de AB bölgede ABD'den daha çok itibara sahip.
Ayrıca kendileriyle görüşülen İslamcı siyasi grup üyeleri Avrupa demokrasisine sıcak bakıyor ve kendi ülkeleri için referans olabileceğini söylüyorlar.

 

FRANSA BASINI

LE FIGARO: "TÜRKİYE İLE YUNANİSTAN ARASINDA GERGİN ORTAMDA BULUŞMA"

PARİS, 24/01(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro gazetesinin 24 Ocak 2008 tarihli sayısında, Laure Marchand imzasıyla yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

--Bir Yunanlı Başbakanın Türkiye'ye Resmi Ziyarette Bulunması İçin Yarım Asrın Geçmesi Gerekti--

Dün Ankara'ya gelen Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis, üç gün sürecek ziyaretine oldukça çalkantılı bir ortamda başladı. Türk Ordusu haftalardır tetikteydi. Yunanistan, Türk Genelkurmay Başkanlığının
İnternet sitesinde Oniki Adalar'ı uluslararası anlaşmalara aykırı olarak silahlandırmak ve yıl başından bu yana Ege Denizi'nde Türkiye'nin kara sularını "28 kez" ihlal etmekle suçlanıyordu. Tartışmayı, Türk gemilerinin kara sularına girdiğini iddia eden Yunanistan medyası da besledi. Meclisteki aşırı sağcı Laos Partisi, bir Yunanlı Başbakanın Anıtkabir ziyaretini, İsrailli bir yetkilinin Hitler'in mezarını ziyaret etmesine benzetiyordu.

--Zar Zor--

Kostas Karamanlis ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki dostluk, gerginliklere son verme açısından çok önemli. Türk-Yunan ikilisinin ilişkisinde düzenli olarak gelgitler yaşanıyor. Türkiye'nin Avrupa Birliği müzakerelerinde sonucun belirsiz olması nedeniyle de şu an ikili ilişkilerde en zor dönem yaşanıyor. Hürriyet gazetesi manşetten Yunanca dostane bir "hoş geldin Kosta" mesajı yollasa bile iki komşu, ilişkilerini normalleştirme yolunda zar zor ilerliyor. Dün Ankara'da Erdoğan ile düzenlenen ortak basın toplantısında Karamanlis, ülkesinin, Türkiye'nin Avrupa Kulübüne katılmasına desteğini şu sözlerle yineledi: "Avrupa Birliği, kendisinden beklenenleri yerine getirdiğinde Türkiye'yi tam üye olarak kabul etmek zorundadır."
Türkiye ile Yunanistan, 1996 yılında Ege Denizi'ndeki adalar konusunda aralarında yaşanan anlaşmazlık nedeniyle çatışmanın eşiğine gelmişti. 1987 yılında ise bir Türk petrol arama gemisinin Yunanistan kıta sahanlığını ihlal etmesiyle benzer bir tırmanış yaşanmıştı. Ege Denizi'ndeki egemenlik kavgasıyla kara sularının paylaşımı, iki ülke arasında tam barışa engel olan konulardır. Buna, Kıbrıs'taki siyasi çıkmaz ve her iki ülkedeki Yunan ve Türk azınlıkların sorunları da eklenmelidir.

--Deprem Diplomasisi--

Ancak Türkiye'nin batısında 20 bin kişinin ölümüne yol açan 1999 depremi iki ülke arasında barış adımlarının atılmasına vesile olmuştur. Tarihi yaralar bir kenara bırakılmış, "deprem diplomasisi" dönemine girilmiştir. İki halk, baklava konusunda didişmeye devam etse de Sirtaki dansından Türk kahvesine, ortak kültürlerini yeniden keşfetmiştir. Recep Tayyip Erdoğan'ın 2004'te Atina'ya bir ziyaret yapması bu yeniden buluşmanın hızına hız katmıştır. Hatta o yaz, Kostas Karamanlis Erdoğan'ın kızının nikahında şahitlik yapmayı bile kabul etmiştir. O günden bu yana her iki lider bu hızla devam ediyor. İki ülke arasındaki ticari anlaşmalarda bir patlama yaşanmış, Yunanistan'a Türk ithalatı 2001 ile 2006 arasında ikiye katlanmış ve Yunanlı yatırımcılar Türk bankacılık sektörüne dikkati çeken bir giriş yapmışlardır. Yunanlı turistler İstanbul'daki Kapalı Çarşı esnafının yüzünü güldürürken, iş adamları bir enerji işbirliği kurmuştur. Kısacası reel-politik rayında gidiyor gibi. Üstelik askerler bile bu ulusal çabaya katıldılar: Türk ve Yunan orduları Aralık 2007'de NATO misyonları çerçevesinde ortak operasyonlar düzenleyeceklerini açıkladılar.
Ancak, Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Beril Dedeoğlu'na göre, "Ege Denizi'nde stratejik çıkarlar söz konusu olunca iyi giden Türk-Yunan işbirliği hemen kesiliyor ve iki askeri bürokrasi yeniden devreye giriyor." Doğal olarak da, diplomatik ilişkilerde alınacak tavır, Kıbrıs'ın birleşmesinin 2004'te başarısızlıkla sonuçlanmasıyla 2004'te Türkiye'nin AB katılım müzakerelerinin yavaşlatılması üzerine barış heyecanının kesilmesi sebebiyle daha kolay dayatılır hale geliyor. Nitekim iki lider, Kıbrıs ve Ege Denizi meselelerindeki anlaşmazlıklarını son görüşmelerinde bir kez daha fark etti.

AFP: "AİHM ANKARA'YI MAHKUM ETTİ"

STRASBOURG (AVRUPA KONSEYİ), 24/01(AFP)(BYE)--- Türkiye bugün Strasbourg'da bulunan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından, ailesi ve komşularının tanıklıklarına rağmen, 11 yıldır Diyarbakırlı genç bir Kürt bakkalın kaybolmasıyla ilgili en ufak bir soruşturma yapmamaktan suçlu bulundu.
Genç adamın 68 yaşındaki, bakkal babası Muhyittin Osmanoğlu, bir kısmı oğlunun eşine ve mirasçılarına düşecek olan 90 bin avro tutarında maddi ve manevi tazminat alacak.
Osmanoğlu ve komşuları, 1996 yılı Mart ayında genç adamın, polis olduklarını ve oğlunu emniyete götüreceklerini söyleyen silahlı ve telsizli iki adam tarafından kaçırılmasına şahit olmuşlardı.
O tarihten sonra, Atilla Osmanoğlu'ndan bir daha haber alınamadı.
Babası polise altı kere başvurarak oğlunun başına ne geldiğini sordu, ancak yetkililer kendisine, isminin gözaltı listesinde yer almadığı cevabını verdiler.
2006'da bir günlük gazete, Atilla Osmanoğlu'nun kaçırılmasını ve tanınmaması için kafatasının bir çekiçle ezilerek öldürülmesini anlatan, jandarmanın terörle mücadele birimlerinin eski bir ajanının itiraflarını yayımladı.
Öte yandan Türk Hükümeti, genç adamın kaybolması ve öldürülmesiyle ilgili güvenlik güçlerinin her türlü bağlantısını yalanladı ve söylentilere dayalı bulanık iddialar üzerine soruşturma açmayı reddetti.
AIHM için Türk yetkililerin bu vakadaki tepkisizliği "anlaşılmaz" ve "mantık dışı". Mahkeme Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu'nun yaşam hakkını koruyan 2. maddesi ile kayıp şahsın babasına 11 yıldır böyle bir sıkıntı ve şaşkınlık yaşatarak (insanlık dışı muamelenin yasaklanmasını öngören) 3. maddesini ihlal ettiği kararına vardı.

AFP: "FİLLON, FRANSA'NIN TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNE KARŞI OLDUĞUNU YİNELEDİ"

LÜKSEMBURG, 25/01(AFP)(BYE)--- Fransa Başbakanı François Fillon bugün yaptığı açıklamada, Fransa'nın Türkiye'nin AB'ye üyeliğine karşı olduğunu yineledi ve "çok yakın ortaklık" fikrini savunduğunu belirtti.
Fillon, Lüksemburg'a düzenlediği resmi ziyarette, "Tavrımızda bir değişiklik yok. Şu anda Türkiye'nin AB'ye üyeliği arzu edilmemektedir ve mümkün değildir" dedi.
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan geçen pazartesi günü Madrid'de yaptığı açıklamada, Ankara'nın AB'ye üyeliği konusunu doğrudan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile görüşmek istediğini ifade etmişti.
Fillon, "Türkiye ile çok yakın işbirliği kurmayı arzu ediyoruz. Halihazırdaki durum göz önünde bulundurulursa, Fransızların çoğunluğu Türkiye'nin AB üyeliğine onay vermeyecektir" şeklinde konuştu.

AFP: "BABACAN: AVRUPA BİRLİĞİ BİR HRİSTİYAN BİRLİĞİ OLMAMALIDIR"

DAVOS, 26/01(AFP)(BYE)--- Çoğunluğu Müslüman olan ve AB'ye girmeyi arzu eden Türkiye'nin Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Davos'ta yaptığı açıklamada, AB'nin bir "Hristiyan birliği" olmaması gerektiğini belirtti.
Dünya Ekonomik Forumu çerçevesinde İsviçre'nin Davos kentinde bulunan Babacan basın mensuplarına yaptığı açıklamada, "AB'nin bir Hristiyan birliği gibi algılanması Avrupa'nın yapısı ve temeline aykırıdır. AB, bünyesinde zaten kültür, dil ve din açılarından büyük farklılıklar barındırmaktadır. Ancak Birlik ülkeleri bir bütünlük sağlamayı başarmışlardır. Din kavramının bazı şeyleri olumsuz etkileyebilecek bir unsur olduğunun biz de farkındayız. Ancak dini farklılıklar hiçbir zaman 'sınır' olarak sunulmamalıdır" dedi.
Türk Dışişleri Bakanı ülkesinin AB'ye girmesinin Birliğe gerçekten büyük bir zenginlik katacağına inandığını da sözlerine ekledi.
Fransa, Nicolas Sarkozy'nin geçen mayıs ayında Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, Türkiye'nin AB'ye üyeliğine karşılığını çok daha açık bir şekilde ve her fırsatta dile getirir oldu.
Sarkozy birçok kez Türkiye'nin Avrupa'da yeri olmadığını ifade ederek, Ankara yönetiminin kesinlikle kabul etmediği "imtiyazlı ortaklık" fikrini savunuyor.

LE MONDE: "TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİ Mİ? HALA HAYIR"

PARİS, 29/01(BYE)--- Tirajı günde 314 bin olan Le Monde gazetesinin 29 Ocak 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Avrupa Parlamentosu üyesi Alain Lamassoure ve Fransa'da iktidardaki merkez sağ partisi UMP üyesi Thierry Mariani, Bernard Carayon, Jean-Pierre Decool, Lionnel Luca, Christan Menard, Jean-Frederic Poisson, Philippe Vitel, Richard Mallie, Herve de Charette ve Georges Fenech imzalı bildirinin çevirisi şöyledir:

--İktidar Partisinden Bir Grup Parlamenter Ankara'nın AB Üyeliğine Karşı Geldiğini Bir Bildiriyle Tekrarladı--

Nicolas Sarkozy, 21 Şubat 2007'de "Bir Avrupa ülkesi olmayan Türkiye'nin Avrupa Birliğinde yeri yoktur" derken çok doğru bir açıklama yapmıştır. Bu gerçeğe katılmamamız imkansız.
Avrupa'nın siyasal açıdan var olabilmesi ve vatandaşlarımız için bir gerçek olması için sınırları olmalıdır. Zaten sınırları da vardır. Bu nedenle, Haziran 2007 tarihli Louis Harris kamuoyu araştırmasının ortaya koyduğu gibi, Fransızların yüzde 71'i, Almanların ise yüzde 66'sı gibi bizler de Türkiye'nin üyeliğine karşıyız. Suriye, Irak ve Azerbaycan ile sınırları olan Türkiye bir küçük Asya ülkesidir. Türkiye'yi AB'ye kabul etmek, sınırlarımızı Irak çölüne olduğu kadar Kürdistan'a uzatmak anlamına gelir. Sınırsız bir Avrupa, siyasal Avrupa düşüncesinin ölümü demektir. Avrupa'yı sınırsız bırakmak, onu ölüme mahkum etmektir.
Türkiye'yi AB'ye kabul etmenin büyük bir yanlış olacağına inanıyoruz, zira bu katılım, mali açıdan şok etkisi yaratacak ve Birliği tehlikeye atacaktır. AB Komisyonunun bir çalışmasında görüldüğü gibi, Türkiye'nin katılımı, Birliğin yıllık bütçesinin dörtte birine eşdeğerdir. Kişi başına milli geliri, genişletilmiş Birlikten dört kat daha düşük olan Türkiye'nin katılımı ayrıca istatistiklere göre "fazla zenginleşmiş" olan 12 bölgeye "yardım haklarını" kaybettirecektir. Bu katılım, sadece tarım alanında yılda 11.3 milyar avroya mal olacaktır ki bu, 10 AB üyesinin toplam tarım masrafına eşdeğerdir.
Öte yandan 1.5 milyon Ermeninin hayatına mal olan soykırımı tanımamakta direten, üstelik ne Kürt sorununda, ne de Kıbrıs meselesinde ilerleme kaydeden bir ülkeyi aramıza kabul etmemiz imkansızdır. Ayrıca bir adayın, bir Birlik üyesini tanımayı reddettiği, gemi ve uçaklarını topraklarına kabul etmediği Avrupa tarihinde ilk olarak görülüyor.
İfade, basın ve toplantı özgürlüklerine hala uyulmadığı da hatırlatılmalı mı? Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesine, 2006 Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi Orhan Pamuk gibi yazar ile gazeteciler hakkında dava açmak üzere başvurulduğu hatırlatılmalı.
2007 yılında ise bir suikast sonucu yaşamını yitiren Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink'in oğlu Arat, babasının Ermeni soykırımı hakkındaki sözlerini yayımladığı gerekçesiyle yargılanmış ve hapis cezasına çarptırılmıştır. Geçen 17 Ocak'ta ise mahkeme, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk hakkında "hakaret içeren" kayıtlar olduğu gerekçesiyle video sitesi Youtube'a erişimi engellemiştir. Tüm bu nedenlerle, ancak yine de yakın komşularla ticari ilişkilerin de gerekli olduğu düşüncesiyle, Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin de altını çizdiği üzere Türkiye için başlatılan müzakere süreci bir imtiyazlı ortaklıkla sonuçlanmalıdır.
Tıpkı geçmişte Avrupa Birliğinin oluşumuna giriştiği gibi Fransa, Güney Avrupa'daki partnerleriyle bir Akdeniz Birliği yönünde girişimde bulunmalıdır. Avrupa Birliğinin oluşumuna ve olası genişlemesine ABD karar vermemelidir. Bizler Avrupa Birliğini, güçlü bir ortak olma isteğiyle kurduk. Toplu halde bu emelimizden vazgeçmek için değil. Türkiye, zaten Avrupa'da değil. Bu nedenle bir AB hedefi olmamalıdır. Türkiye'nin Avrupalı olmadığını savunmaya devam etmeliyiz.
"Her yeni genişleme için Anayasanın 88/5 Maddesi gereğince referandumun anayasal zorunluluk olması ve Fransızların da konu hakkındaki görüşünü bildiğimiz için, Türkiye'nin katılımının engelleneceği konusunda içimiz rahat."

AFP: "SARKOZY VE MERKEL TÜRKİYE'NİN AB'YE GİRMESİNİ İSTEMEDİKLERİNİ TEKRARLADILAR"

PARİS, 30/01(AFP)(BYE)--- Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Almanya Başbakanı Angela Merkel, Paris'te yaptıkları görüşmede Türkiye'nin AB'ye girmesini reddettiklerini yinelediler ve Ankara yönetiminin sadece imtiyazlı ortaklıktan yaralanabileceğini ifade ettiler.
Sarkozy "Türkiye'nin dostu olmak istiyorum, ancak Asya'da yer aldığı için Türkiye'nin Avrupa'da yeri olmadığını ifade ediyorum" dedi.
Sarkozy, sözlerine "Türkiye'ye imtiyazlı ortaklık statüsü verilmelidir. Avrupa'da olmayan ülkelerden önce Avrupa'da yer alanları düşünmeliyiz. Tuzağa düşülmemelidir. Avrupa'ya komşu bütün ülkeler AB'ye girecek diye bir kaide yoktur. Avrupa'yı sonsuz bir şekilde genişletirsek, siyasi Avrupa'yı öldürürüz" şeklinde devam etti.
Merkel ise "Türkiye'ye teklif edilmesi gereken tam üyelik değil, imtiyazlı ortaklık olmalıdır" dedi.


İNGİLTERE BASINI

BBC: "TÜRKİYE VE YUNANİSTAN'IN KARŞILIKLI BEKLENTİLERİ"

ANKARA, 24/01(BYE)--- BBC'nin 07.00-07.30 Türkçe yayınından:

Yunanistan Başbakanı Karamanlis'i Ankara'da ağırlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, iki ülke arasında yeni bir dönemin başlangıcına ilişkin mesajlar verdi. Erdoğan şöyle konuştu: "Önümüzdeki dönemi bir fırsatlar penceresi olarak görmek istiyoruz." Konuk Yunanistan Başbakanı ise geçmişi geride bırakmanın önemi üzerine vurgu yaparak şöyle dedi: "Biz, Yunan halkının tercihini göstermek, geçmişin zorluklarını geçip geleceğe bakmak üzere buradayız.
Ankara'da Başbakanlıkta biraraya gelen her iki liderin açıklamalarından, yaptıkları görüşmenin Kıbrıs, Ege denizine ilişkin kıta sahanlığı ve havasahası sorunları, Avrupa Birliği, Heybeliada Ruhban Okulu ve Fener Rum Patrikhanesi'nin statüsüne ilişkin konular üzerine odaklandığı anlaşılıyordu. Ancak yine açıklamaların verdiği ipucu, her ülkenin pozisyonlarında ısrarcı oldukları yönünde.
Karamanlis'in ziyaretine ilişkin ayrıntıları, diplomasi muhabiri Utku Çakırözer ile konuştuk. Çakırözer'e ziyarette öne çıkan mesajları sorduk:

ÇAKIRÖZER: Benim görebildiğim kadarıyla, Başbakan Erdoğan daha olumlu mesajlar vererek sorunların çözülmesine, hem siyasi ve askeri hem de ekonomik alanda adımlar atılabileceğine, iki ülkenin ilişkilerini geliştirebileceğine vurgu yaparken, Yunan Başbakanı belki de ülkesindeki muhalefetin eleştirileri nedeniyle daha çok iç kamuoyuna yönelik mesajlar vermeyi tercih etti ve Yunanistan'ın Türkiye'den bugüne kadar bilinen taleplerini yineledi. Yunan Başbakan, Ege kıta sahanlığı sorununun çözümü için Lahey Adalet Divanı'na gidilmesini, Patrikhanenin ekümenik statüsünün tanınmasını, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasını, Kıbrıs sorununun BM'nin yanı sıra AB ilkeleri doğrultusunda çözümlenmesini ve Türkiye'nin Güney Kıbrıs Rum yönetimiyle ilişkilerini iyileştirmesini istedi.

RADYO: Başbakan Erdoğan, basın toplantısında, Heybeliada Ruhban Okulu'nun tekrar açılması konusunda bir çalışma yürütüldüğünden bahsetti. Bu, nasıl bir çalışma veya Türkiye nasıl bir adıma hazırlanıyor? Bu konuda bize ayrıntı verebilir misiniz?

ÇAKIRÖZER: Şöyle özetleyeyim; Başbakan Erdoğan önce genel bir ifade kullanıp her iki ülkenin hem Türkiye'nin hem de Yunanistan'ın kendi azınlıklarını bir köprü olarak görmesi gerektiğini söyledi sonra da sorunların çözümü konusunda adım atılması gerektiğini ve bu konuda da mutabık kaldıklarını belirtti. Yunan Başbakanı, kendi açıklamasında daha net konuşarak azınlık haklarının korunmasının Avrupa Birliği kriterleri açısından önem taşıdığını belirtti ve Fener Rum Patrikhanesi'nin sorunlarının giderilmesi ile Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasının önemine değindi.
Karamanlis, "Patrikhane, Türkiye'nin Avrupa pasaportudur" gibi güçlü bir ifade de kullandı. Başbakan ise Karamanlis'in bu sözleri kendisine hatırlatıldığında, Patrikhane için Türkiye'nin yeterince kolaylık gösterdiğini belirtirken Ruhban Okulu konusunda farklı bir yanıt vererek bu konuyla ilgili bir çalışma yapıldığını, konunun değerlendirildiğini ve kararın ileride verileceğini söyledi. Anladığım kadarıyla Başbakan bir açık kapı bırakmayı tercih etti.

RADYO: Kıbrıs konusunda Başbakan Erdoğan, "Güney Kıbrıs'ta yapılacak seçimlerin ertesinde atılacak adımlardan sonra müzakerelerin başlamasının önem taşıdığını düşünüyoruz" dedi. Hem Yunan tarafında hem de Türkiye tarafında bu yönde bir hazırlık olup olmadığı konusunda bir bilgi var mı?

ÇAKIRÖZER: Başbakan çok açık bir şekilde, Karamanlis'den, Rum tarafındaki seçimden hemen sonra Kıbrıs sorununun çözümü için müzakerelerin başlaması yönünde adım atmalarını beklediğini söyledi. Yunan lideri, Kıbrıs'ta Kuzey ve Güney arasında yer alan Avrupa'daki son duvarı yıkmak için son bir fırsat olduğunu ve soruna BM kararlarının yanı sıra AB ilkeleri doğrultusunda çözüm bulunması gerektiğini vurguladı.
Türkiye, Kıbrıs sorununun çözümünde, kesinlikle AB ilkeleri çerçevesinden yana değil. O nedenle Başbakan Erdoğan da hemen buna yanıt vererek, "Konu lokal bir konu değil, müzakere zemini BM zeminidir" dedi. Başbakanın ısrarla vurguladığı "Garantör ülkeler bu işin başına geçmeli" şeklindeki sözlerini, Yunan Başbakanı açıkçası duymazlıktan geldi ve buna bir yanıt vermedi.

REUTERS: "YUNANİSTAN BAŞBAKANI RUHBAN OKULU VE KIBRIS KONUSUNDA TÜRKİYE'YE BASTIRIYOR"

ANKARA, 24/01(REUTERS)(BYE)--- Dina Kyriakidou ve Evren Mesci bildiriyor:

Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis dünkü Türkiye ziyaretinde, Ortodoks Rum ruhban okulunun yeniden açılmasını isteyerek, Ankara'nın AB'ye katılması için bu konuda yükümlülüğü bulunduğunu söyledi.
49 senedir ilk defa bir Yunanlı lider tarafından gerçekleştirilen resmi ziyarette Karamanlis ayrıca, Ankara'nın Kıbrıs ile ilişkileri düzeltmesi gerektiğini ifade etti.
Heybeliada Ruhban Okulu'nun önemini ifade eden Karamanlis, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı ortak basın toplantısında, "Azınlık haklarının korunması Avrupa Birliği'ne katılımın en önemli kriterleri arasında yer alıyor." dedi.
Karamanlis'in Türkiye'yi ziyareti, iki komşu ülkenin Ege Denizi ve Kıbrıs'taki anlaşmazlıkları bir kenara bırakarak ortak ekonomik çıkarlara odaklandıkları son on senede gerçekleşen ilişkilerdeki istikrarlı gelişmeyi taçlandırıyor.
Erdoğan, hükümetinin ruhban okulunun yeniden açılması sorununun çözümü için çalışmalarını sürdürdüğünü söylerken, Yunanistan'ın da kuzeyindeki Türkçe konuşan Müslüman azınlığı korumak adına yükümlülükleri bulunduğunu vurguladı.
Dünyadaki Ortodoks Hristiyanların ruhani lideri Patrik Bartholomeos, İstanbul'da bulunuyor. Etnik Rum bir Türk vatandaşı, yok olmaya yüz tutan Ortodoks cemaatinin Türkiye'de yakında ruhban okulu yeniden açılmadığı takdirde ortadan kalkacağını söylüyor.

--AB Desteği--

Karamanlis, Yunanistan'ın Türkiye'nin AB üyeliğine, tüm kriterleri karşıladığı takdirde, verdiği desteği yineledi.
Karamanlis, şöyle dedi: "Türkiye AB'ye karşı yüklenmiş olduğu sorumluluklarını ve AB kriterlerini yerine getirdiği takdirde, AB de Türkiye'yi tam üye olarak kabul etmek zorundadır."
Karamanlis'in amcası Konstantin Karamanlis, 1959 yılında Türkiye'ye son ziyarette bulunan Yunanistan Başbakanıydı. Ezeli iki rakip, aynı zamanda da iki NATO müttefiki olan Yunanistan ve Türkiye, 1996 yılında Ege Denizindeki terk edilmiş bir kayalık yüzünden savaşın eşiğine gelmişlerdi.
O zamandan bu yana ikili ticari ilişkilerde, enerji ve turizmle bağlantılı çeşitli grupların iki ülke arasında bağları güçlendirmesiyle önemli oranda ilerleme kaydedildi. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 1995 yılındaki 200 milyon dolar seviyesinden 2007 yılında 2.8 milyar dolar seviyesine yükseldi.
Karamanlis, "Sistematik girişimlerimizin ilk somut sonuçları alınırken, gelecekte de önemli fırsatlar görünüyor" dedi.
Karamanlis ve Erdoğan, ikili ilişkilerde gerginliğe yol açan ve Türkiye'nin AB sürecinde önemli engel oluşturan, etnik açıdan ikiye bölünmüş Kıbrıs adasında bir çözüme varılması konusundaki görüşlerini yinelediler.
Karamanlis, "Türkiye'nin AB emelleri açısından Kıbrıs ile ilişkilerini düzeltmesi gerekiyor" dedi.
Erdoğan, "Seçimlerden sonraki süreç çok önemli. Karamanlis'ten müzakerelerin yeniden başlaması yönünde girişimlerde bulunmasını bekliyoruz" dedi.

REUTERS: "TÜRKİYE... 301. MADDEDE DEĞİŞİKLİK GECİKİYOR"

ANKARA, 28/01(REUTERS)(BYE)--- Hıdır Göktaş bildiriyor:

İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin üst düzey vekillerinden birinin bugün yaptığı açıklamaya göre, Türk hükümetinin üniversitelerdeki İslami tarzda başörtüsü yasağının kaldırılmasına yönelik çalışmaları, yazarların kovuşturulmasına olanak tanıyan bir başka yasada -AB'nin de desteklediği- değişikliklerin yapılmasını geciktirdi.
Türkiye, "Türklüğü aşağılamayı" suç sayan ve Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un da aralarında bulunduğu çok sayıda yazarın kovuşturmaya uğramasına yol açan Ceza Kanununun 301. maddesinde değişiklik yapması yönünde AB'nin baskısı altında.
AB, şimdiye dek birçok kez ertelenen ifade özgürlüğü reformunun ülkenin siyasi reformlara bağlılığı açısından bir sınav niteliğinde olduğunu belirtiyor.
Ancak başörtüsü meselesi ülke gündeminin ilk sırasına yerleşmiş bulunuyor.
AK Parti Grup Başkanvekili Nurettin Canikli, gazetecilere yaptığı açıklamada şunları söyledi: "301. madde gündemimizde yer alıyor, ancak gündemimizin birdenbire başörtüsü meselesine dönmesi sebebiyle bir gecikme yaşandı. Önce başörtüsü meselesini halledelim."
Canikli, yasağın yalnızca üniversitelerde okuyan öğrenciler için kaldırılacağını ve kamu çalışanları için yürürlükte olmaya devam edeceğini ifade etti.
Canikli'nin açıklamaları, partinin amacının yasağı tümüyle ortadan kaldırmak olduğu şeklindeki beyanatları dolayısıyla AKP'nin Konya milletvekillerinden biri hakkında inceleme başlatılmasını takiben geldi. Söz konusu milletvekili parti disiplin kuruluna sevkedilebilir.

--Reform Hakkında Hassasiyetler--

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül cuma günü yaptığı açıklamada, hükümetin -laik kesimlerin şiddetle karşı çıktığı- başörtüsü yasağını kaldırmaya yönelik girişimini desteklediğini söylemişti.
Aralarında ordu ve yargı mensuplarının da bulunduğu laik elitler, söz konusu yasağa, nüfusunun çoğunluğu Müslüman ancak anayasal olarak laik olan ülkedeki din ve devlet işlerinin ayrılığı açısından hayati bir gereklilik gözüyle bakıyorlar.
Öte yandan, Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin önünde büyük bir sorun olarak görülen 301. maddede reform yapılması konusunda ülkede büyük bir hassasiyet mevcut.
Madde revize edildiğinde, aşağılamaya konu olan kavram "Türklük" yerine "Türk halkı" olacak. Değişiklikler neticesinde, ayrıca, savcıların soruşturma başlatmadan önce aşağılama niyetini ispatlamaları gerekecek.

BBC: "AKP VE MHP TÜRBAN KONUSUNDA ANLAŞTI"

ANKARA, 30/01(BYE)--- BBC'nin 07.00-07.30 Türkçe yayınından:

AKP ve MHP'nin üniversitelerde türbanın serbest bırakılması için Anayasa ve Yüksek Öğretim Yasasında değişiklik yapılmasını öngören teklifleri TBMM Başkanlığına sunuldu.
En dikkat çekici değişiklik, başın nasıl örtüleceğinin tarif edildiği Yüksek Öğretim Yasası'nın ek 17. maddesinde. Teklif edilen ifade şöyle: "Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir."
Anayasa'nın "Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar" ifadesini içeren 10. maddesinin son fıkrasında da şu yeni ifadenin yer alması öngörülüyor: "Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır."
Son olarak Anayasa'nın Eğitim ve Öğretim Hakkı başlıklı 42. maddesine bakalım. Bu maddeye eklenmesi teklif edilen yeni fıkrada şöyle deniliyor: "Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yüksek öğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir."
AKP ve MHP'nin bu teklifi, Meclisteki ilgili komisyonlardan geçtikten sonra genel kurul gündemine gelecek. Ancak CHP, teklif yasalaşırsa, bunu Anayasa Mahkemesine götüreceğini şimdiden açıklamış durumda. Bu noktaya gelinirse gözler, yaz aylarında 367 geriliminin ardından, bir kez daha Ankara'nın Çankaya semtine, Anayasa Mahkemesine dönecek.
Ancak türban konusundaki değişikliğin önüne gelmesi durumunda, tavrının ne olacağı merak edilen bir mahkeme daha var: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Üniversitelerde türban kullanılamaması, geçmişte birçok kez Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşınmıştı. Mahkeme, bu davalardan tümünde yasak lehine tavır almış ve siyasal bir simge diye nitelediği türbanın serbest bırakılmasını, "yeni sembollerin açığa vurulması diğer öğrenciler üzerinde baskı yaratabilir, çatışmaya neden olabilir" diye yorumlamıştı. Şimdi Türkiye'de yüksek öğretimde türbana izin verilmesi yasalaşırsa, kurumun tavrı ne olabilir? Yasa aleyhine dava açılabilir mi? Açılırsa, Mahkeme, kararını alırken neleri göz önünde bulundurur?

BBC Türkçe servisinden Faik Uyanık, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yeni Yargıcı Profesör Ayşe Işıl Karakaş'a sordu.

KARAKAŞ: AİHM'de bir dava açılabilmesi için bir kişinin mağdur olma iddiasıyla dava açması lazım. Açılacak olan dava da iç hukukta açılacak elbette. Yani doğrudan AİHM'ye başvurmak diye bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla iç hukukta açılan davanın sonunda iç hukuk yolları tükendikten sonra AİHM'nin önüne gelebilir.

UYANIK: Kişisel bir hak ihlalinin dışında acaba diyelim ki bir siyasi parti tarafından böyle bir dava açılması teknik olarak söz konusu olamıyor mu?

KARAKAŞ: Tüzel kişilerin de tabii ki başvuruda bulunması söz konusu olabilir ama bir mağduriyet olması lazım. Sanırım bu iyi anlaşılamıyor. Çünkü sanki her konuda AİHM'ye başvurulur, AİHM de karar verir gibi düşünülüyor. Bu doğru değil. Yani bu çok önemli. Şunu net olarak söyleyebilirim ki AİHM Leyla Şahin davasında vermiş olduğu kararda olduğu gibi oradaki prensiplerle ve o doğrultuda kararlarını devam ettirecektir.

UYANIK: Daha önceki kararlarına mı atıfta bulunacaktır?

KARAKAŞ: Evet. Bir mahkeme karar verirken, daha önce vermiş olduğu prensipler, ilkeler çerçevesinde karar verir. Aynı zamanda yeni mağduriyetin özellikleri, Türk hukukunun yeni düzenlemelerinin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine uygunluğu denetlenir. Yanlış anlamayın. AİHM denetimi yapıyor anlamında söylemiyorum ama bu düzenlemeler çerçevesinde hak ve özgürlük ihlalinin oluşup oluşmadığına yani sözleşmeye aykırılık olup olmadığına bakılır. Buna yeniden bakar ve değerlendirir.

UYANIK: Peki, Türkiye'nin Anayasası'na başörtüsünü, türbanı serbest bırakan bir ifade eklemesi, AİHM'nin kararı yeniden incelerken dikkate alacağı bir unsur mudur?

KARAKAŞ: Şimdi elbetteki mahkeme iç hukuku dikkate alıyor. İç hukukta bir anayasal düzenleme, mahkeme kararlarının tümüdür. Bu çerçevede daha önce Leyla Şahin kararında kullanılmış olan bir ilke var. Bunların hepsini birden dikkate alacaktır. Bir başvuru karşısında AİHM, bu anayasa hükmünün bir hak ve özgürlük ihlaline sebep olup olmadığına bakar.

UYANIK: AİHM, Leyla Şahin davasını kişisel özgürlüklerden ziyade politik bir sorun olarak tanımlamıştı. Laikliğin bir gereği olduğunu ve toplumu bölen bir tarafı olduğunu belirtmişti. Yine benzer yönde bir dava açılır ve benzer şekilde sonuçlanırsa, AİHM bunu sözleşmeye aykırı bulursa, bunun sonucu ne olur? Ne gibi bir gelişmeye yol açabilir? Bu Türk hukukunu bir şekilde etkileyen bir karar mıdır veya yaptırımı var mıdır?

KARAKAŞ: Elbette. Çünkü, AİHM'nin kararları bütün yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlar. Bunu unutmayalım. Eğer AİHM, bu düzenlemelerin sözleşmeye aykırılık oluşturduğuna, bu düzenlemeden doğan mağduriyetlere karşı bir aykırılık olduğuna karar verirse, o zaman Türkiye'nin üzerine düşen yükümlülük iç hukukunu sözleşme hükümlerine uygun hale getirmektir. Bunu daha önce yapmak zorunda kaldı. Biliyorsunuz DGM ile ilgili olarak önce 1999 yılında değişiklik yapıldı, daha sonra da 2001 yılında. DGM tamamen Türk hukuk sisteminin dışına çıkarıldı. Gördüğünüz gibi AİHM kararları iç hukuku doğrudan değiştirici nitelikte.


 İSPANYA BASINI

LA VANGUARDIA:"KARAMANLİS VE ERDOĞAN, 2008'İN KIBRIS AYRILIĞININ ÇÖZÜM ANAHTARI OLACAĞINI BELİRTİYOR"

ANKARA, 24/01(BYE)--- İspanya'da yayımlanan La Vanguardia gazetesinin 23 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında Ankara çıkışlı olarak yer alan haberin çevirisi şöyledir:

Türkiye ve Yunanistan Başbakanları Recep Tayyip Erdoğan ve Kostas Karamanlis, önümüzdeki şubat ayında Kıbrıs'ta yapılacak genel seçimlerin ardından, adanın bölünmüşlük durumunu çözüme kavuşturmak için 2008 yılının "bir fırsat yaratacağı" konusunda hemfikir oldu. Son 49 yıldır bir Yunan Başbakanının Türkiye'ye gerçekleştirdiği ilk resmi ziyaret sırasında iki lider, Ankara'da birlikte yaptıkları basın toplantısında bu konuyu vurguladı.
Erdoğan, iki ülke arasındaki ilişkilerin, "son beş yıl zarfında doruğa ulaştığını" belirtse de liderler, iki devletin Dışişleri Bakanlarının da katıldığı görüşmelerden sonra somut sonuç sunamadı.
İki ülke arasındaki ilişkiler sadece ekonomik alanda büyük bir gelişme kaydetti ve Türk lider, yarın (bugün) başlayacak İstanbul'daki Türk-Yunan Ekonomik Forumunu, aynı zamanda da Yunanistan ve Türkiye üzerinden Avrupa'ya gaz taşıyacak ortak boru hattının açılışını buna örnek olarak gösterdi.
Anayasalarına göre iki ülkenin de "garantör" olduğu Kıbrıs adası konusunda Karamanlis, bölünmüşlüğe çözüm bulma isteğine değinerek, "Ada, tüm Kıbrıs'ta yaşayanları kapsayan bir birliğe bağlanmalıdır" dedi. Erdoğan da, "2008'de, Kıbrıs'ta müzakereler başlayabilir" diye öngörerek, ayrılığın çözümü amacıyla Yunan meslektaşına masaya oturmaya destek vermesi için ısrarda bulundu.
Bununla birlikte iki ülke, müzakerelerin ele alınacağı yerin neresi olduğu konusunda ayrı fikirde. Yunanistan, üyesi olduğu Avrupa Birliği çerçevesinde, Türkiye ise BM çerçevesinde bir çözümden yana. Erdoğan, "Kıbrıs sorunu BM çerçevesinden geçiyor" diye vurguladı ve Annan Planına dayalı olarak adanın yeniden birleşmesini reddeden tarafın Rum Kesimi olduğunu hatırlattı.

--Karasuları Konusundaki Tartışma--

Yunanistan ve Türkiye, başka bir anlaşmazlık olan Ege Denizindeki karasularının ve hava sahasının sınırı konusunda da çözüme varmış değiller. Bu konu, iki ülkeyi birçok kez savaşın eşiğine götürmüştü. Erdoğan, "Ege'nin bir barış denizine dönüşmesini istiyoruz" diye belirtti ve söz konusu sorunu halletmek için 37 görüşme yapıldığını açıkladı.
Karamanlis de, Türkiye'nin uluslararası hukuka saygı duymasını istedi ve Uluslararası Lahey Adalet Divanında sorunu çözümlemeden yana olduğunu belirtti. Türk Başbakan ise bu konudan bahsetmedi.

--AB'de Türkiye--

Karamanlis, "Türkiye'nin AB'ye girişi çok çalışma gerektiriyor. AB tarafından saptanan tüm kriterlerin yerine getirilmesi gerekiyor" diye vurguladı ve Türkiye'nin, Hristiyan Ortodoks ve Rum azınlık için en üst ruhani makam olan İstanbul'daki Rum-Ortodoks Patrikhanesi'nin sorunlarını çözüme kavuşturması gerektiğini hatırlattı.
Karamanlis, "Ancak Yunanistan, Türkiye'nin AB'ye katılımını desteklemektedir" diye belirtti. Erdoğan bu konuda teşekkürlerini ifade etti ve bunun yanı sıra, hükümetinin Patrikhane konusuyla ilgili olarak "olası tüm iyi niyetini" gösterdiğini ve Ortodoks dünyası için "Ekümenik" ifadesinin bu dinin "iç sorunu" olduğunu vurguladı.
Türkiye'deki Rum ve Yunanistan'daki Türk azınlıklar konusuna gelince, Erdoğan, "Batı Trakya'daki sorunlar azalırsa, ilişkilerimiz güçlenecektir" dedi. Karamanlis, Patrikhane konusunun çözümünün "Türkiye'nin AB'ye giriş pasaportu" olduğunu yeniden vurguladı.
Karamanlis'in Türkiye ziyareti, bu iki komşunun ilişkilerinde elle tutulur sonuçlar konusunda fazlaca umut uyandırmadı, ancak ziyaretin gerçekleşmesi analizciler tarafından olumlu olarak değerlendiriliyor.

EL PAIS: "İSPANYA, TÜRKİYE, İTTİFAK..."

ANKARA, 28/01(BYE)--- İspanya'da yayımlanan el Pais gazetesinin 26 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, Antonio Elorza imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

Şimdi uzaklarda bulunan çok güzel ve zeki bir bayan arkadaşım, Yunanistan'ın kuzeyindeki Osmanlı işgalinin etkilerini bana açıklayarak anlattı. Türk İmparatorluğu gibi egemen bir imparatorluğun baskın karakterinin mantığı, otoriter şahsiyetin tipik bir örneği olarak tercüme edilebilir. Daima üstün olmak isteyen bir efendi, kararlarından asla geri dönmez.
"Ermeni sorununu" yansıtan "Yol" ve "Nunik'in Kaderi" gibi filmler de bunu gösteriyor. Ancak Balkanlar'da yaşanan savaşlarda Hristiyanların davranışlarını da unutmamak lazım. 1995'te Bosnalı Müslümanlara karşı Sırplar tarafından yürütülen Srebrenica katliamı akıllarda kaldı. Soykırımları gün ışığına çıkarmanın arkeolojiyle hiç de ilgisi yok.
Başbakan Erdoğan'ın İspanya'daki açıklamalarını okuyunca bunu düşündüm. Erdoğan'ın Türk siyasetindeki icraatı, onun, çok kaliteli, doksanlı yıllardaki aşırı İslamcı eğilimleri ehlileştirme yeteneğine sahip ve alışılmadık bir dürüstlükle ekonomik büyüme sağlayan bir siyasetçi olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte açıklamalarında, AB'ye girme isteğini, Kıbrıslı Rumların içeride olmasından ve adanın kuzeyindeki Türklerin dışarıda kalmasından dolayı duyduğu rahatsızlığı veya "sözde Ermeni soykırımı" ifadesini kullanarak küçümsemeyi teyit etmesi önemli değil. Endişe veren şey, geleneksel zihniyetle bağdaşan, ortaya koyduğu kibirlenmedir. 1974'ten sonra adadaki Türk askeri varlığını kabul edebilen Kıbrıslı Rumların Annan planına karşı olmalarını eleştirerek, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB'ye katılmış olmasından dolayı AB'yi itibarsız bırakmak, Erdoğan'ı müteessir etmiyor. Türkiye'nin AB'ye katılımının olası bir reddi için ise "bilimsel" açıklamalardan çok dini açıklamaları var: "Allah öyle istemiyor." Ermenistan konusundaki ısrarcılık hatasına gelince; Erdoğan bunu, tarihçilerin yargısına bırakmayı tercih ediyor.
Türkiye'nin Avrupa'ya girmesini istiyorsak, gururunu yaralamayan bir şekilde onu dürtüklemek gerekiyor. İnsan hakları, elit sınıfının savunduğu evrensel değerlerin benimsenmesi, laiklik ve İslamın varlığı arasındaki uyumda başarılı bir dengenin oluşturulması, büyük ölçüde Ankara hükümetinin modernleşme isteğine ve de gerilemelere hoşgörü göstermeyen Avrupa hassasiyetine bağlı. Türk siyasi gelişiminin devam etmesi gerekiyor. Bu anlamda Ankara, insan haklarına saygıda ilerlemeli, Hristiyanlar gibi dini veya diğer etnik azınlıklara etkili korunma vermeli, Ortodoks okulunu yeniden açmalı, dış politikadaki şiddete eğilimi kontrol etmeli, Almanya gibi tarihi geçmişini yerine oturtmalı ve yeniden birleşmiş Kıbrıs'ın, içinde Türk ordusunun bulunduğu sahte bir konfederasyon değil de bir federasyon olmasını kabul etmeli.
Medeniyetler İttifakı konusunda ise, foruma ne Türk basını ne de uluslararası basın aldırdı. Zapatero, bu ilgisizliğin, "Medeniyetler Diyaloğu"nun dışlandığı anlamına gelmediğini söyledi. Kültürler ve dinler arasındaki işbirliğini ilerletmek için uluslararası bir çerçeve yaratmak faydalı, ancak gerçekle de yüzleşmek lazım.

 

İTALYA BASINI

IL SOLE 24 ORE: "TÜRKİYE EKONOMİSİNDE HAFİF FRENLEME"

ROMA, 29/01(BYE)--- Tirajı günde 500 bin olan ekonomi ağırlıklı İl Sole 24 Ore gazetesinin 29 Ocak 2008 tarihli sayısında, Vittorio Da Rold imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

--2007 Yılında Ekonomik Büyüme Yüzde 5. Fakat 2025 Yılında İlk 10 Ekonomi Arasına Girecek--

ABD'deki tüketim kredilerinin yol açtığı global ekonomik kriz, şu ana kadar güçlü olan Türk ekonomisindeki ilerleyişin hızını azaltacak. Geçtiğimiz günlerde Davos'ta gerçekleştirilen Dünya Ekonomi Forumuna katılan Dışişleri Bakanı Babacan, "2002 ila 2006 yılları arasında Türk ekonomisi ortalama yüzde 7.5 oranında büyüme kaydetti. Fakat 2007 yılı itibariyle GSMH, tarım sektörünü vuran kuraklık ve enerji ithalatının pahalılaşması nedeniyle, yüzde 4-5 oranında seyredecek. Bu yılki büyüme hedefimiz (GSMH) yüzde 5 civarında olacak" dedi.
Son siyasi seçimlerden üstün bir başarıyla çıkan ılımlı İslam partisi AKP hükümetinde daha önce beş yıl ekonomiden sorumlu Devlet Bakanlığı görevini yürüten Ali Babacan, "Aktüel olarak dünya ekonomisinde 17. sırada yer alan Türkiye'yi uzun vadede dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına sokmayı düşündüklerini" belirtti. Dünya ekonomisinin sağlığına ilişkin Davos'ta gerçekleştirilen yıllık toplantıya katılan sınırlı sayıdaki işadamı ve siyasetçilerden oluşan bir gruba hitaben konuşan Dışişleri Bakanı Ali Babacan, "Bizim ve uluslararası örgütlerin yaptığı tahminlere göre, 2023 yılında "Top 10" içinde olacaklarını vurguladı.
Davos'taki toplantıya katılan önemli ekonomistlere (Morgan Stanley'in ekonomisti Stephen Roach'dan Noriel Roubini'ye kadar) göre, "Finansal kriz nedeniyle ABD üzerinde -aynı zamanda Avrupa ve Asya üzerinde- esen sert kriz rüzgarları beraberinde ağır bir ekonomik durgunluk getirecek. Fakat Türkiye, büyüme hızındaki yavaşlamaya rağmen, geleceğe iyimser bakıyor". Bakan Babacan, "Türk Hükümeti, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin karşı gelmesine rağmen, AB'ye katılım hedefinden vazgeçmeyecek" dedi. Babacan açıklamalarına,
"10-15 yıl sonra Türkiye'nin nasıl bir ülke olacağını soranlara, basitçe, girişilen ekonomik, sosyal ve siyasi reformlar sayesinde Türkiye'nin daha da Avrupalı olacağını söylüyorum" diye devam etti.
Türkiye'nin AB'ye katılımı her iki taraf içinde bir fırsat. Avrupa'ya ilişkin olarak Dışişleri Bakanı Babacan, "Tek din prensibini benimsemek son derece tehlikeli bir yaklaşım" şeklinde bir değerlendirme yaptı. Müslüman, fakat aynı zamanda laik ve demokratik bir ülke olarak Türkiye, AB'ye, değer ve kültürler taşıma yoluyla, "global bir güç" kazandırabilir. Babacan, "Türkiye'nin AB'ye katılımıyla, Avrupa bir "Hristiyan kulübe" dönüşmekten kurtulacaktır" diye hatırlatırken, bu bakış açısına göre "Türkiye'nin AB'ye katılımı, muhtemelen 21. yüzyılın en büyük projelerinden biri olarak zihinlerde kalacaktır" diye belirtiyor.
Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Babacan, "Ankara, Brüksel'in dışında, bölgesel bir güç olarak etkinliği artan Afrika ve Hindistan'ı da yeni bir merakla izliyor. Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye'si 15 yıl içerisinde dünyanın en iyi 10 ekonomisi içine girmeyi ve "Sahra Çölü'nün alt kısmında yer alan Afrika ülkeleri nezdinde 10 yeni diplomatik temsilcilik açmak ve Hindistan ve dünyanın başka yerlerinde diplomatik misyonlar başlatmak suretiyle, uluslararası etkinliğini genişletmek için hazırlanıyor" diye belirtiyor.
Son olarak, sınırdaş ülkeler ile ekonomik ve siyasi ilişkiler var. Türkiye Irak'ta önemli bir başrol oyuncusu, Suriye ve İran ile iyi ilişkiler içerisinde ve 49 yıl sonra ilk defa bir Yunan Başbakanı, Kostas Karamanlis'i konuk etti" diye sözlerini sürdürdü.
Yunanlar ile atmosfer oldukça sakin. Nitekim, henüz birkaç ay önce, 2012 yılında deniz altından Puglia bölgesi kıyılarına, Otranto kenti yakınlarına varacak olan doğalgaz boru hattının ilk bölümünün açılışı kutlandı. Türkiye bölgede, her geçen gün daha etkin bir "enerji merkezi" olmaya karar verdi.



KIBRIS RUM BASINI

KIBRIS HABER AJANSI: "KIBRIS, AB-TÜRKİYE ORTAKLIK İLİŞKİSİ METNİNDEN MEMNUN"

ANKARA, 29/01(BYE)--- Kıbrıs Haber Ajansının (KİPE) 29 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Türkçe haber şöyledir:

Kıbrıs Dışişleri Bakanı Erato Kozaku Markulli, Kıbrıs Hükümetinin Genel İşler ve Dışişleri Bakanları Konseyinin pazartesi günü kabul ettiği AB-Türkiye yenilenmiş ortaklık ilişkisi metninden memnun olduğunu açıkladı.
Metinde, Ankara'nın Kıbrıs ile ilgili yükümlülüklerinin "haritası" detaylı olarak çıkarılıyor ve bunlar iki yıl gibi bir zaman içinde uygulanması süresinin getirildiği öncelikli konular altında yer alıyor.
Gerek Türkiye'nin Kıbrıs'a karşı yükümlülüklerinin belirtilmesinden gerekse yer alan ifadelerden tam olarak memnun olduklarını açıklayan Kıbrıs Dışişleri Bakanı, Türkiye'nin "27"lerin çağrılarına olumlu cevap vereceğini ve yükümlülüklerini tam olarak yerine getireceğini umduklarını belirtti.
Kozaku Markulli'nin özellikle tatmin edici olarak nitelendirdiği Ortak İlişkisi'nin öncelikleri bölümünde Türkiye'ye, Kıbrıs'ta BM çerçevesi ve AB ilkeleri temelinde kalıcı ve toplu bir çözüme ulaştıracak 8 Temmuz sürecinin uygulanmasını aktif olarak destekleme çağrısı yapılıyor.
Ortaklık İlişkisi'nde ayrıca, protokolün uygulanması ve Kıbrıs gemi ile hava taşımacılığına getirilen Türk sınırlamalarının kaldırılması gibi Ankara'nın Kıbrıs'a karşı bir dizi yükümlülüklerine vurgu yapılıyor. Bunun paralelinde Türkiye'ye, Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerini normalleştirmesi yönünde elle tutulur adımlar atması çağrısında bulunuluyor.
Türkiye'nin İnsan hakları Sözleşmesi'ne uyumlu hareket etmesi ve AİHM'nin tüm kararlarını tam olarak yerine getirmesi konularının artık açıkça öncelikler arasında yer alan Ortaklık İlişkisi'nde "27"ler, Türkiye'ye uluslararası kurumlarda AB ile aynı doğrultuda hareket etmesi ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü ve Wassenaar gibi uluslararası kuruluşlara üyeliğine izin vermesi çağrısında bulunuyorlar.
Son olarak Türkiye'ye, Ortaklık İlişkisi'nde yer alan tüm öncelikli konuları yerine getirmesi için bir eylem planı hazırlaması mecburiyeti getiriliyor.

 

YUNANİSTAN BASINI

ANTENNA TV: "FİLLON TÜRKİYE'NİN ÜYELİĞİNE KARŞI"

ANKARA, 28/01(BYE)--- Yunanistan'ın özel Antenna televizyonunun 28 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:

Fransa Başbakanı François Fillon, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğunu yineleyerek, Fransa'nın bu ülke ile "çok yakın bir işbirliğini arzu ettiğini" hatırlattı.
Lüksemburg ziyareti sırasında yaptığı açıklamada Fillon, "Değişiklik yok. Türkiye'nin üyeliğinin bugün ne mümkün olduğuna ne de bunun arzu edildiğine inanıyoruz. Türkiye ile çok yakın bir işbirliğini arzu ediyoruz. Mevcut duruma göre, Fransızların büyük bir çoğunluğunun da bu üyeliğe razı olmayacaklarına inanıyoruz" dedi.
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ise Türkiye'nin AB üyeliği konusunu Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy ile "doğrudan" görüşmek istediğini açıklamıştı.

 

İSVİÇRE BASINI

NEUE ZÜRCHER ZEITUNG: "TÜRKİYE AVRUPA'YA KARŞI KENDİNDEN EMİN İFADELER SARF EDİYOR"

BERN, 28/01(BYE)--- Tirajı günde 143 bin olan Neue Zürcher Zeitung'un 28 Ocak 2008 tarihli sayısında, Markus Spillmann imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Davos çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:

--Dışişleri Bakanı Ali Babacan AB'ye Katılım Yeterliliğine Beş Yıla Kadar Otonom Bir Şekilde Erişmek İstiyor--

Türkiye, başlangıçtaki AB ile katılım müzakerelerine başlanmasının verdiği heyecanın ardından bu aralar Brüksel'in karşısına pragmatik bir öz güvenle çıkmaya başladı. Dışişleri Bakanı Babacan, Davos'ta Türkiye'nin nasıl stratejik bir öneme sahip olduğunu ortaya koydu.
Türkiye ile AB arasındaki müzakerelerin dördüncü yılında, 20'den fazla dosyanın sadece üç tanesi resmi olarak açıldı; Türkiye'de özellikle başlangıçta hissedilen Avrupa coşkusundan sonra ayaklar yere basmaya başladı. Bu sürecin aksamasında, Kıbrıs sorunu konusunda Ankara ile Brüksel'in suçu birbirlerine atması gibi bazı siyasi nedenler var. Ama burada ilginç olan Türkiye'nin, sebatlı bir şekilde, ılımlı İslamcı iktidar partisi AKP tarafından yürürlüğe sokulan reformlar ile tam üyelik hedefi istikametinde, bildiğinden şaşmadan yol alması.
Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan cumartesi günü Dünya Ekonomik Forumunda, çeşitli üye ülkelerin değişken ruh halleri nedeniyle, dosyaların Brüksel tarafından resmen açılmamış olsalar dahi üzerlerinde otonom olarak çalışılmasının elzem olduğunu ifade etti. Babacan orada hazır bulunan AB başbakanlarını kastederek, açılış seremonisinin 15 dakika sürdüğünü, ama önemli bir belirleyiciliğinin olmadığını söyledi. AKP'nin hedefinin, 2013 yılına kadar bu süreci kendi kendine tamamlamak olduğunu ifade eden Babacan, ancak bu tarihin ardından Türkiye'nin AB'ye katılım yeterliliğine sahip olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiğini ve ancak ondan sonra her bir AB üyesinin üyelik kapasitesi ve isteği üzerine tartışmaya başlama zamanının gelmiş olacağını söyledi. Babacan, o zaman Türkiye'nin -beş yıl önceki reform süreci başlangıcında nasıl farklıysa- bugünkünden de farklı olacağını belirtti.
Babacan, çeşitli anlamlara gelebilecek bir şekilde, ülkesinin o tarihte AB'ye girmeyi isteyip istemediğinin de ancak o zaman belli olacağını, ama reform sürecinin başarılı bir şekilde yürütülmeye devam edilmesi için elzem olması itibarıyla hedefin tam üyelik olması gerektiğini ifade etti.
Babacan'ın Davos'taki açıklamaları, AB ile olan ilişkilerde bir süredir hissedilen bazı yeni nüanslar katıyor. Kısa zaman öncesine kadar daha çok şikayetçi, rencide olmuş tavırlar varken, şimdi en azından seçimlerden bu yana, gözle görünür bir rahatlık içinde sağlıklı bir öz güven hakim durumda. Bu bağlamda Ankara, büyük bir gayretle yolunda ilerliyor. Erdoğan Hükümeti son seçimlerdeki başarısının sağladığı güç ve silahlı kuvvetlerin yetkilerinin kısıtlanması ile Cumhuriyetin 100. kuruluş yıldönümü olan 2023 yılına kadar dünyanın en gelişmiş 10 ekonomisi arasında yer almak için bir sıçrama yapmak istiyor. Babacan Davos'ta, ekonomi ve siyaset alanlarındaki dikkate değer gelişmelerin yanı sıra, derinlemesine bir sosyo-kültürel reforma da gerek olduğunu belirtti ve Türkiye'ye en çok yöneltilen, reform sürecinin ceza ve kamu yasalarını gerçek anlamda ele almadığı şeklindeki eleştirel söylemlerin, bu konudaki büyük zorluklar nedeniyle adil olmadığını belirtti. Babacan bu tür adımların, mesela hakimler ve polisler tarafından pratiğe geçirilmesi, tutarlı ve doğru olarak yürütülmesi için, kökleşmiş mantalitelerin değiştirilmesi gerektiğinden dolayı, zamana ihtiyaç olduğunu söyledi.
Bu durum, Türkiye ve Türklüğe hakareti cezai müeyyideye bağlayan tartışmalı 301. madde için de geçerli. Dışişleri Bakanı Babacan, Davos'ta, bu konudaki bir yasa değişikliğinin kısa süre içinde meclise sunulacağını belirterek, "Biz Avrupa standartları istiyoruz" dedi ve bunu yaparken de ön planda Türkiye'nin ortak Avrupa değerlerine dayanan, Müslüman, laik ve demokratik bir ulus olma gibi, Avrupa'da ve bölgesinde örnek teşkil etmesinin bulunduğunu belirtti. Babacan bu bağlamda "Kopenhag Kriterlerinde" belirtilen vatandaşlık ve insan hakları normlarının Türkiye için büyük ölçüde yönlendirici olduğunu belirtti.
Avrupa'ya pragmatik-mesafeli bir ilişkiyle -Babacan, "AB ile ayrıcalıklı ilişkiler yok" dedi- hedefli olarak belirlenen dış ilişkilerinin genişletilmesi, Türkiye'yi bölge ülkelerine, Rusya'ya ve dünyanın geri kalanına bağlıyor. Ankara bu yıl içinde sadece Afrika'nın güneyindeki ülkelerde 10 yeni büyükelçilik açmak istiyor. Türkiye ile Rusya'yı; Orta Asya'da nüfuz, Kıbrıs sorunu konusundaki görüş farklılıkları ve geri planda giderek önem kazanan boru hatları ile enerji temini konularında var olan rekabetin haricinde ortak stratejik menfaatler de birbirine bağlıyor. Halen, dünya çapındaki petrol ve doğalgaz ticaretinin yüzde 30'u Türkiye toprakları üzerinden gerçekleştiriliyor. Rus, Orta Asya, Irak ve İran petrol ve doğalgaz rezervlerinin Avrupa yolunda yükleme ve transit koridoru olarak coğrafi açıdan güçlü olan bu konumun, önümüzdeki yıllarda daha da geliştirilmesi öngörülüyor. Bu bağlamda, Ankara için sadece yeni boru hatlarının güzergahı konusundaki siyasi poker değil, güvenilir ve şeffaf kriterlerden oluşmuş bir enerji temini de ön planda. Buna, kendi enerji sanayisinin liberalizasyonu ve özelleştirilmesinin yanı sıra, özel yatırımların teşviki ve bölgede yeni rezervlerin Türk firmalarınca açılması da dahil.
Babacan'a göre, İsrail-Filistin çatışması, İran'ın nükleer programı ve Irak'taki duruma bakıldığında, Orta Doğu'daki gelişmeler Türkiye'de endişe yaratıyor. Ankara neredeyse tüm bölge ülkeleri ile yoğun ilişkiler içinde. Babacan tarihi açıdan baskı altında olan Ermenistan ile ilişkiler hususunda, durumun Ermenistan'da yapılacak olan seçimlerin ardından yumuşayabileceğini umuyor. Türklerin 1915 yılında Ermenilere soykırım yapıp yapmadığının meclisler tarafından değil, iki ülke tarihçileri tarafından değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Dışişleri Bakanı, ülkesinin bu yöndeki bir süreç için elini uzatmaya hazır olduğunun altını bir kez daha çizdi.
Dışişleri Bakanı, Kuzey Irak'tan saldıran Kürdistan İşçi Partisi (PKK) konusunda kullandığı kelime seçiminde oldukça sertti. Bunun, AB ve ABD'nin de tanıdığı bir terör örgütü olduğunu belirten Babacan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kuzey Irak'a müdahalesinin zorunlu olduğunu, ancak sadece PKK hedefleriyle sınırlı kaldığını ve ABD ve Bağdat ile anlaşılarak gerçekleştirildiğini ifade etti. Irak'ın Kürt kuzeyine ikmalin bu nedenle aksamadığını, şu an binlerce kamyonun iki ülke arasında düzenli olarak gidip geldiğini söyleyen Babacan, Türkiye'nin Irak petrol kenti Kerkük'teki çıkarlarını orada yaşayan Türkmen azınlığa destek verme suretiyle gözettiği yönündeki suçlamayı reddetti ve ülkesinin tek tek halk gruplarını değil, çeşitli etnik yapıya sahip, birleşik bir Irak'ı desteklediğini belirtti.

NEUE ZÜRCHER ZEITUNG: "TÜRKİYE NEREYE?"

BERN, 29/01(BYE)--- Tirajı günde 143 bin 800 olan Neue Zürcher Zeitung'un 29 Ocak 2008 tarihli sayısında, Mellingen'den Kutay Saxer imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan okuyucu mektubunun çevirisi şöyledir:

Yazarınız Günter Seufert 17 Ocak 2008 tarihinde "Özgürlüğün Taşıyabileceğinden Fazla Eşitlik" başlığı altındaki makalesiyle, Türkiye'deki gerilimli ortamı çok iyi yansıtmış. Son 10-15 yıl içerisinde büyük şehirler ve kalabalık yerleşim bölgelerindeki yoğun değişim, ülkeyi düzenli olarak ziyaret edenlerin gözünden kaçmamış olmalı. Belli ölçüde modernleşmenin gerçekleşiyor olması bir gerçek, ancak kağıt üzerinde çağdaşlığa büyük adımlar olarak gösterilen her şey de günlük yaşamın bir parçası haline gelmiyor. Eski mantaliteler sonunda hem çağdaşlık yanlıları, hem de İslam geleneklerinden yana olanlar için genellikle batıdan gelecek her alkıştan daha ağır basıyor. Nispeten görünür bir İslamlaşma olduğu da gözden kaçacak gibi değil.
Türkiye, birbirine tezat birçok gücün her birinin bir yana çekiştirdiği transformasyon dönemi yaşıyor. Şu anki başbakanın bu güçleri toparlayacak doğru kişi olup olmadığı, gerçek pozisyonu genellikle karanlıkta olduğu için kuşkulu. Avrupalılar sevilmeyen orduyu çok da güçsüz düşürmezlerse iyi ederler, zira ileride bir AB üyeliği söz konusu olduğunda -bu hedef iki tarafça da yeterince net olarak formüle edildi- Türkiye'nin doğu sınırları AB'nin doğu sınırları olacak ve orada da çok da nazlı komşular bulunduğu söylenemez. İstikrarsız bir Türkiye dünya siyasetinin yararına olamaz.
Boğazdaki son "hasta adam"dan sonra, modası geçmiş saltanatı kaldırmak ve ülkeyi o zamanki çağdaşlığa başarıyla götürmek için güçlü bir "Türklerin babası" gelmişti. Gerçek bir vizyonla ülkedeki çeşitli unsur ve görüşleri içerebilecek modern ve çağdaş versiyonlu böyle bir babanın daha olmasını isterdim ki hangi kültür, din, parti ya da ırktan olursa olsun tüm vatandaşlarının hak ettiği yeni bir Türkiye biçimlendirsin.

 

ABD BASINI

THE NEW YORK TIMES: "TÜRKİYE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ YASASINI DEĞİŞTİRECEK"

ANKARA, 25/01(BYE)--- The New York Times gazetesinin 25 Ocak 2008 tarihli sayısında, Sabrina Tavernise imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Aykırı siyaset bilimi profesörü Atilla Yayla, Türkiye'nin, bir ülke olarak, ilk yıllarıyla ilgili ılımlı bir eleştiri yaptı ve yorumları kendisine yönelik bir hakaret seline yol açtı.
Bir gazetenin başlığında "Alçak" şeklinde nitelendi. Çalıştığı üniversiteden kovuldu. Konuştuğu şehirdeki savcılar ona karşı kamu davası açtılar. Peki ya suçu neydi? Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün mirasına hakaret suçunu içeren, anlaşılması güç bir yasayı çiğnemek.
Yayla, "Fikirlerime cevap olacak görüşlere ihtiyacım var. Ancak bunun yerine bana saldırıya geçtiler" diyor.
Türk hükümeti, ifade özgürlüğü konusunu ele alıyor ve hükümetin bugün, Türklüğe hakaretle ilgili bir yasayı hafifletmesi bekleniyor. Yasadaki bu değişiklik, Avrupa Birliği'ne üye olmaya çalışan bu Müslüman ülkenin demokratik olgunluğa erişmesi için kilit derecede önemli kabul ediliyor.
Ancak 301. madde olarak anılan bu yasa Batı'da pek çok kişi tarafından biliniyor. Nobel Ödüllü Türk romancı Orhan Pamuk aleyhinde de 301. maddeden dava açıldı. Bu madde, Türkiye'deki entellektüellerin ifade özgürlüğünü kısıtlayan pek çok yasadan sadece biri. Örneğin, Yayla'nın yargılandığı yasa 1951 tarihli ve ceza kanununda bile yer almıyor.
301. maddedeki değişiklik, bu yasanın yersiz yere uygulanmasını engelleyebilir. Türkiye'yi eleştirenlere karşı kullanılan bu yasa, ülkede yaşayan liberallerin de istediği üzere kitaplardan tamamen çıkarılamadı.
Bunun sebebi bugünkü Türkiye devletinin özüne dayanıyor. Yükselen ekonomisi, eşcinsel gösterileri ve tutkulu Avrupa düşlerine rağmen Türk toplumunun büyük bir kesimi oldukça muhafazakar. Konu ifade özgürlüğü olunca, pek çok Türk kısıtlamaları destekliyor.
Türkiye'de toplumu etkileyen büyük değişikliklere cevap olarak milliyetçiliğin yükselişe geçtiği bu dönemde yazar, yayımcı ve akademisyenlere karşı açılan davalarda da artış gözleniyor. Avrupa Birliği kasım ayında yayımladığı bir raporda, bu nedenle yargılanan kişilerin sayısının 2006'da bir önceki yıla oranla ikiye katlandığını ve 2007'de daha da arttığını açıkladı.
Bu tip davalarda sanıkları 1995'ten beri savunan avukat Zafer Gökdemir, Türkiye'de ifade özgürlüğünü kısıtlayan tamı tamına 39 madde bulunduğunu, ancak bunlardan genellikle 13'ünün kullanıldığını söylüyor.
Liberaller bu yasaların oldukça zarar verici olduğunu, çünkü toplumdaki düşünürlerin acılı bir geçmişle baş etmek için gereken zor soruları sormalarını engellediğini söylüyorlar.
Türkiye, Birinci Dünya Savaşının sonunda kendisini bölmek isteyen Avrupalı güçlere karşı savaştı. Bunun sonucunda kendine güveni azaldı, kurumları zayıfladı ve sabit bir güvensizlik ortamı oluştu.
Ancak Sovyet devletinden kuşku duyan Rusların aksine Türklerin çoğu sistemlerine güveniyor. Resmi tarihi sorgulayan milliyetçi tabular, hem toplum hem de Türkiye'nin kontrolcü devleti tarafından korunuyor.
Bu nedenle, yasal şikayetler toplumun en güvensiz kesiminden geliyor: Milliyetçi, bazen sert ve politik destekçileri sadık laikler olan bir kesim. Büyük bir güce sahip, ancak toplumsal sorumlulukları sınırlı olan bu eski muhafız, üst düzey Rus Sovyet bürokrasisi üyelerine benzemiyor. Bu kesimin kalbi, Türkiye'nin seçkin kurumlarından orduyla ve yargıyla birlikte atıyor.
Türk yargı sisteminde bir vatandaş, savcılara soruşturması için bir şikayette bulunabilir. İfade özgürlüğü davalarının büyük bir çoğunluğu da bu şekilde başlıyor. Orhan Pamuk'a yönelik davayı başlatan aşırı milliyetçi avukat Kemal Kerinçsiz bir mülakatta, 2005'ten bu yana açılan 50 davayı üstlendiğini söylemişti.
Yayla'nın 2006'da bir gençlik konferansında yaptığı konuşma sekiz kez şikayet edilmiş, bunlardan birini de avukatı Nalan Erkem'in de belirttiği üzere İzmir Barosu gerçekleştirmişti. Milliyetçi bir Türk avukat ve şikayetçilerden biri olan Hüseyin Durdu, Yayla'nın iddiasının -cumhuriyetin ilk yıllarının Türkiye'nin çok partili sisteme geçişinin ardından girilen döneme kıyasla daha az demokratik olduğu ve her yerde Atatürk fotoğraflarının bulunmasının Avrupalıları şaşkına çevireceği- "hiçbir temeli olmadığını" söylemişti.
Kanunun iptali halinde ne olacağı sorulan Durdu dehşete düşüyor ve şöyle diyor: "İnsanlar birbirine hakaret edip duracaklar. Kargaşa ve kaos oluşacak.
Yayla ise sadece siyasi sembollerin tekeliyle ilgili bir tartışma başlatmak istediğini söylüyor.
Yayla telefonla verdiği mülakatta, "Tabii ki Atatürk heykellerimizin olması gerek, ancak Türk tarihinde başka kişiler de var. Onlar da heykeli hak ediyorlar" diyor.
Laik düzene ciddi bir tehdit oluşturdukları düşünülerek laikler tarafından hor görülen Türkiye'nin dindar Müslüman kesimi, şaşırtıcı bir hareketle, yasaları yumuşatmaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 301. maddenin Türkiye'nin itibarına 1978'de çevrilen ve Amerikalı bir uyuşturucu satıcısının Türk hapishanelerinde gördüğü şiddeti anlatan "Geceyarısı Ekspresi" filmi kadar zarar verdiğini söylüyor.
Batılı değerleri savunmaya and içen, ancak bu değerlerin getireceği özgürlükler konusunda oldukça şüpheci olan laiklik bekçileri, dindar kesimin önüne sürekli engeller koyuyor.
Laiklik bekçilerinin John Stuart Mill ve John Locke'dan alıntılar yapan Yayla'ya çelme takmaları zor.
Yayla'nın konuşması o kadar akademik ki, eleştirmenlerin onu dava etmek için buldukları tek şey Atatürk'ten "bu adam" olarak bahsetmesi (Atatürk Türk anayasasında "ölümsüz lider ve tek kahraman olarak tanımlanıyor).
Davalar ceza sürelerinin uzatılmasıyla, para cezalarıyla ve yayınevlerinin kapatılmasıyla sonuçlanırken hapse atma nadiren gerçekleşiyor. Aylarca süren davalar, aşırı milliyetçilerin hoşuna gidiyor. Geçen yıl, milliyetçi bir genç, Ermeni kökenli gazeteci Hrant Dink'i öldürmüştü.
Türkiye'deki işi kendisine iade edilen Yayla şu anda kendi isteğiyle İngiltere'de bulunuyor. Türkiye'den ayrılmadan önce yanında bir koruma bulunduruyordu.
Hapis kararının verildiği davalar genellikle Kürtlere karşı açılmış olanlar. Terör suçuyla bağlantılı kanunlar Kürt yazar, yayımcı ve sanatçıları hedefliyor.
270 kitap yayımlayan, 27 kez mahkemeye çıkan ve iki kez cezaevine giren Kürt yayımcı Ahmet Önal, "Kürt ya da Kürdistan kelimelerini kullandığınızda, ne derseniz deyin terör propagandası yapmakla suçlanıyorsunuz" diyor.
Kürt meselesi hassas bir konu, çünkü Türkiye 1980'den beri Kürt nüfusunun militan bir kanadına karşı mücadele veriyor. İfade ve isyan arasındaki sınır bulanık. Laik bekçiler, Kürtleri yıllardır bir azınlık olarak kabul etmeyi reddettiler.
Türklerin çoğu, Avrupa ülkelerinin birçoğundan daha yeni ve büyük sorunlara sahip olan Türkiye'ye karşı daha anlayışlı olmalarını istiyor. Avukat Ümit Kocasakal, Avrupa Demokrasisi'ni "dikensiz bahçe" olarak tanımlıyor.
Kocasakal ayrıca, Avrupalıların ifadeyi kısıtlayıcı benzer yasaları olduğunu da belirtiyor. Almanya'daki 90A ve 90B maddeleri ülkeyi, sembollerini ve anayasal kurumlarını kötülemeyi suç olarak sayıyor. İtalyan ceza kanununun 290. maddesi cumhuriyet ve orduya iftirayı suç sayıyor. Ancak, Avrupa'da bu yasaların uygulanması bir hayli nadir. İtalya'da sadece para cezası veriliyor.
Türkiye'deki kanunlar oldukça kuvvetli olabilir, ancak yasada değişikliğe gitmenin yanı sıra hükümet de kendi yöntemleriyle bir mücadele veriyor. Laiklik bekçileriyle gizli ilişkileri bulunan 30 aşırı milliyetçi salı günü gözaltına alındı. Bu kişiler arasında Pamuk ve Dink'e dava açan Kerinçsiz de bulunuyor.
Yayla, günlerini İngiltere'de okuyarak geçiriyor. Yayla, Müslüman ülkelerde özgür toplumların da olabileceğiyle ilgili bir şeyler okumanın güzel olduğunu söylüyor. Yayla, Türk liberalleri katı bekçilere karşı mücadele etseler de, Türkiye'de demokrasinin geleceğini belirleyecek olanların yeni dindar kesim olduğunu belirtiyor.
Yayla şöyle konuşuyor: "Ben bireyciyim. İnsanların değerli olduğuna inanırım. Kimseye hakaret etmeyi sevmem. Anlatacağım şeyi genellikle hakaret etmeden söyleyebilirim."

THE INTERNATIONAL HERALD TRIBUNE: "RUSYA NÜFUZUNU GÜÇLENDİRMEYE ÇALIŞIRKEN, AB BORU HATTI MALİYETİ ÜZERİNDE TARTIŞIYOR"

ANKARA, 26/01(BYE)--- International Herald Tribune gazetesinin 25 Ocak 2008 tarihli sayısında, Judy Dempsey imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin çıkışlı makalenin çevirisi şöyledir:

Rusya Avrupa'nın kendisine petrol ve doğalgaz bağımlılığını artırmaya çalışırken, Avrupa, Kremlin'e alternatif olabilecek bir boru hattının maliyeti konusunda Türkiye ile tartışıyor. Son birkaç ayda Gazprom, Avrupa Birliğinin ve Rusya'nın nüfuz yarışına girdiği Balkanlar'da çok aktif bir durumda.
Geçen hafta Kremlin'in ikna ettiği Bulgaristan, Güney Akım boru hattının bir bölümünü inşa etmeyi kabul etti. 10 milyar dolar ila 14.6 milyar dolar civarındaki bu proje, doğal gazı Rusya'dan Karadeniz'in altından geçerek Bulgaristan üzerinden doğrudan Avrupa'ya ulaştıracak.
Bu hafta Gazprom, Sırbistan'ın devlet petrol şirketinin hisselerinin çoğunluğunu satın almak üzere görüşmelerini tamamladı. Sırplar, Kosova'nın bağımsızlığı hususundaki muhalefetlerine Başkan Vladimir Putin'in verdiği destek nedeniyle Rusya'ya minnettarlar.
Bulgaristan ve Sırbistan hükümetleri Gazprom ile anlaşmalarının Avrupa'daki enerji güvenliğini artıracağını açıkladılar. Aslında Avrupa, böylesi bir bağlılık orta vadeden uzun vadeye daha da istikrarsızlaşacağı için Rus doğalgazına daha da bağımlı hale gelecek. Rus enerji uzmanları, yatırım eksikliğinden ve talep artışından Rusya'nın iç ve dış pazarlara temin etmek için yeterli gazı olmadığının farkındalar.
Buna karşın Avrupa Birliği, Rusya Balkanlar'daki nüfuzunu güçlendirirken boş boş oturdu. Moskova'nın Sofya ve Belgrad ile yaptığı son anlaşmalar, AB'nin -Bulgaristan ve Sırbistan'a, Gazprom'a karşı bir alternatif sunmasını sağlayacak- belirli bir enerji politikası olmadığını ortaya koyuyor.
Londra'daki Avrupa Reform Merkezinde enerji uzmanı Katinka Barysch, "Putin konu enerji olunca nasıl bölüp yöneteceğini biliyor" dedi. Daha önemlisi bu son durum, AB'nin Türkiye ile -enerji güvenliğini geliştirebilme olasılığına rağmen- işbirliği yapma konusunda ne kadar isteksiz olduğunu da ortaya koydu.
Rusya bu anlaşmalarla Türkiye'ye bir darbe vurdu, zira Türkiye'nin, Gazprom'un Avrupa'ya ihracatı için önemli bir transit ülke olması açısından önemini azalttı. Ama sadece üç yıl önce Moskova ve Ankara, Karadeniz'in altından geçerek Rus gazını Türkiye üzerinden Avrupa'ya getirecek Mavi Akım boru hattının açılışını yapmışlardı. Ancak Mavi Akım'ın masrafı tahmin edilen maliyeti aştı ve Karadeniz yatağındaki inşasında çıkan jeolojik zorluklar nedeniyle kapasitesinin altında çalışıyor.
Bazı Türk uzmanlar enerji ithalatına fazlaca bağımlı Türkiye'nin, Rusya'ya karşı rakip tedarikçi olarak Hazar Bölgesine yönelmeye başlaması nedeniyle, Moskova'nın Ankara'yı cezalandırmak amacında olduğunu söylediler. Türkiye'nin amacı, doğalgaz bu enerji zengini ülkelerden Avrupa'ya akarken transit geçiş ücretlerinden kar ederek enerji merkezi olmaktı. Bu hedefler, AB'nin Rusya'ya bağımlılığını azaltması için planladığı proje olan Nabucco boru hattına odaklıydı. Halihazırda AB'nin doğalgazının dörtte birinden fazlası -ve ithalatının yüzde 40'ı- Rusya'dan geliyor.
Avrupa ile İran, Azerbaycan ve Türkmenistan'dan oluşan enerji zengini Hazar Bölgesi arasında yer alan geniş bir ülke olan Türkiye, AB'nin boru hattı hayallerini gerçekleştirmesine yardımcı olabileceği bir konumda bulunuyor. Türkiye'nin devlete ait enerji şirketi BOTAŞ; Macaristan, Avusturya, Romanya ve Bulgaristan ile beraber Nabucco konsorsiyumunun bir üyesi. Ancak bir işbirliği yapılması yerine, Nabucco ve BOTAŞ, bir yandan Avrupa'nın daha çok enerji kaynağı arayışının, öte yandan Türkiye'nin AB'ye üyelik arayışının içine girdiği oldukça çetrefilli müzakereler içerisinde karmaşık bir hal aldı.
TÜSİAD'ın Avrupa Temsilcisi Bahadır Kaleağası, "Avrupa ve Türkiye'nin işbirliği yapması için büyük bir şans var. Ancak Rusya'nın Avrupa'yı kendi gazına daha da bağımlı hale getirmeye çabaladığı şu günlerde AB ve Türkiye tartışmalara gömülmüş durumda" diye konuştu.
Paris'teki Uluslararası Enerji Ajansının başekonomisti Fatih Birol, AB'nin ve Türkiye'nin Nabucco meselesine çok farklı açılardan yaklaştığını söyledi. Birol bunu şöyle açıkladı: "AB'nin, Avrupa'nın enerji güvenliği açısından Türkiye'nin önemini anladığından şüpheliyim ve diğer yandan Türkler bu ilişkiye sadece ticari açıdan bakıyorlar. Avrupalılar, Hazar'dan gaz getirecek transit ülke olarak Türkiye'ye ihtiyaç duyacağımız gerçeğinden gittikçe uzaklaşıyor."
AB'ye katılmak için zorlu müzakereler içerisindeki Türkiye, AB'nin enerji düzenlemeleri konusundaki talepleri karşısında katı bir tutum sergiliyor. Brüksel Türkiye'ye katılım müzakerelerinden bağımsız olarak Enerji Topluluğu Anlaşmasına imza atması konusunda ısrar ediyor. Bu, Türkiye'nin boru hatları üzerindeki hakimiyetini rekabete ve diğer yabancı şirketlerin yatırımlarına açarak sona erdirmesi anlamına geliyor.
Ancak Rusya gibi Türkiye de yabancı şirketlerin boru hatlarına erişimine izin vermek istemiyor ve bu yüzden imza atmayı reddetti. Ankara, bunun yerine kendi karını düşünerek doğalgazı diğer yerlere Türkiye'den geçirerek satmak istiyor. Nabucco'nun bir kördüğüm haline gelmesindeki en büyük sorun da bu.
Nabucco ile uzun dönemli sözleşmeler imzalamak isteyen Avrupalı şirketler, Türkiye'nin Avrupa rotasında ek ücret uygulamasına maruz kalmak yerine, doğalgazı doğrudan İran veya Azerbaycan'dan satın almak istediklerini söylüyorlar. Barysch, "AB, Nabucco'yu kullanmak için sabit bir ücret istiyor" dedi. Bu mesele çözülünceye kadar uluslararası finans kuruluşları dışarıda kalacaklar.
AB ve Türk yetkilileri Nabucco konusunda eşit şekilde gerginler. AB yetkilileri Türkiye'nin Nabucco'yu katılım müzakerelerinde bir atlama tahtası olarak kullandığını söylüyorlar. Ancak enerji uzmanları AB'nin bu görüşmelerde daha esnek olmasının, Avrupa'nın uzun vadedeki enerji güvenliği açısından iyi bir işaret vereceğini söylüyorlar. Erol Birol, Avrupa için en büyük kör noktanın aslında hala Birliğin enerji güvenliği açısından Türkiye'nin önemini anlamaya hazır olmayışı olduğunu söylüyor.
Nabucco üzerinde görüşmeler sürüp giderken Alman, Fransız ve Hollandalı liderler Türkiye'nin AB'nin bir üyesi olmasına gittikçe daha çok karşı çıkıyorlar. Öte yandan Kıbrıs'ın milliyetçi Rum Cumhurbaşkanı Tasos Papadopulos her fırsatta katılım müzakerelerinde gelişme kaydedilmesine mani oluyor. Türkiye'de ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan AB'ye katılma konusundaki bağlılığını sürdürüyor ve reformlara -seleflerine kıyasla daha kararlı bir biçimde- devam ediyor, ancak Türkiye'de Avrupa yanlılığı gittikçe zayıflıyor. Eğer bu gidişat devam ederse bu Avrupa'nın en büyük kayıbı olur. Sadece enerji güvenliği açısından değil, (Türkiye'deki) reform sürecini teşvik etmedeki güvenirliliği açısından da. Ve böylece Gazprom Avrupa'daki elini daha da güçlendirir.

THE WASHINGTON TIMES: "SESSİZ YAKINLAŞMA"

ANKARA, 26/01(BYE)--- Washington Times gazetesinin 26 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü Başkanı Soner Çağaptay imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

1959 yılında Başkan Dwight Eisenhower Batı Almanya'ya bir Sovyet işgali karşısında NATO koruması sözü verdi, Fidel Castro Küba Hükümetinin kontrolünü ele geçirdi ve NATO müttefikleri Yunanistan ve Türkiye başbakanları Ankara'da -geçen haftaya kadar- en son resmi görüşmelerde bulundular.
Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile artan ticaret ve yatırımlar ile Ege Denizi'ndeki egemenlik sorunları ve Kıbrıs'ın bölünmüşlüğü dahil, ikili, bölgesel ve uluslararası meseleleri görüşmek üzere 23 Ocak'ta bir araya geldi. Daha da önemlisi Karamanlis ve Erdoğan ikili güven artırıcı önlemleri tartıştılar. Modern Türkiye'nin kurulduğu 1923 yılından beri üçüncü resmi ziyaret olan bu ziyaret, sessiz de olsa iki komşu arasındaki ilişkileri sağlamlaştırması açısından tarihi bir ziyarettir.
Gündem çok basit: 1999 yılındaki depremden sonra iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmeye başlaması. 1999 depremi sonrası gelişmeler iki ülke arasındaki dış politika elitlerinin var olan görüş ayrılıklarına rağmen karşılıklı politikaları başlatmalarına sebep oldu.
1999 yılından beri 200 milyon dolar olan karşılıklı ticaret hacmi 2007 yılında üç milyar dolara çıkarken, iki Ege ülkesi Yunanistan ve Türkiye'de turizm de gelişti. Uzun süredir Balkanlar'da yatırım yapan Yunan bankaları Türkiye'ye yöneldi. Yunanistan Merkez Bankası, Türkiye'nin en büyük ve karlı bir ulusal bankasının Yunanistan'da bankacılık hizmetleri başlatma isteğini 2007 yılında kabul etti. Söz konusu banka kısa bir süre sonra Atina'da ilk şubesini açacak.
Yunanistan ve Türkiye kısa bir süre önce, enerji bakımından zengin Hazar havzasını toprakları aracılıyla Avrupa Birliği pazarlarına bağlayarak, ülkeleri ilk kez ekonomik olarak bağımsızlaştıran bir doğalgaz boru hattının açılışını yaptı.
Bu stratejik ve ekonomik işbirliği örnekleri bölge için değişim yaratabilir. AB üyesi olan Fransa ve Almanya İkinci Dünya Savaşı sonrası ilişkilerini böyle normalleştirmişlerdi.
Yunan-Türk yakınlaşması Avrupa-Orta Doğu ilişkilerini de geliştirebilir. Yunanistan 1981 yılında AB'ye katıldığından beri Yunan ekonomisi esaslı bir şekilde modernleşti ve bazı alanlarda değişti. Coğrafi, tarihi ve kültürel açıdan Orta Doğu'ya en yakın AB üyesi olmasına rağmen, Yunanistan hala bölgede daha somut bir rol üstlenme amacını gerçekleştirmiş değil.
AB adayı Türkiye; İran, Irak ve Suriye ile sınırdaş ve İslam ülkeleri organizasyonlarında önemli bir role sahip. Türkiye'nin AB'ye katılım arzusu ekonomik ve siyasi reformları teşvik ederek, bazı Avrupa başkentleri Ankara'nın AB üyelik umutlarına karşı çıksa da ülkeyi AB'ye yakınlaştırdı.
Yunanistan'ın 1999 yılında gerçekten Avrupalı bir Türkiye düşüncesini destekleme kararı ülkeyi Türkiye'nin Brüksel'deki en büyük destekçilerinden biri yaptı.
Evvela, Kıbrıs meselesi var: Onyıllardır sürmekte olan Kıbrıs anlaşmazlığının çözüm ihtimali bulanık. Kıbrıslı Rumların adanın yeniden birleştirilmesine yönelik BM destekli bir planı reddetmelerinden yaklaşık dört yıl sonra, Kıbrıslı Rumlar ve Türkler bir tartışmaya saplanıp kaldılar. AB üyesi Kıbrıs Türkiye'nin üyeliğini engelledi, Kıbrıslı Türkler AB dışında ve Kıbrıs hiç olmadığı kadar bölünmüş durumda.
Atina ve Ankara, Ege Denizi'ndeki ve üstündeki hava sahasının egemenliği konusunda anlaşamadılar. Bu anlaşmazlıklar hava kuvvetleri arasında sık sık it dalaşına neden oldu ve iki ülkeyi 1976, 1987 ve 1996 yılında üç kez savaşın eşiğine getirdi. 1999 yılından bu yana gerçekleştirilen üç tur görüşme başarılı olamadı ama onlar devam ettiler.
Bu görüşmelerin bir sonucu olarak iki ülkenin orduları birbirlerine karşı daha aklı selim bir tavır içerisine girmiş gibi görünüyor. Geçen ay Yunanistan ve Türkiye, NATO Barış Gücü operasyonlarına katılacak ortak bir birim oluşturulması konusunda anlaştı. İki ülke ayrıca, ortak sınırlarından asker çekme konusunda da mutabakata vardı.
Fransız-Alman ortaklık işbirliği Avrupa Birliğine hayat verdi. Türk-Yunan ortaklığı, Avrupa ve Orta Doğu arasında küresel etki yaratacak bir bölgesel değişimin başlangıcı olacak bağlantılara sürekli bir platform sağlayarak, Doğu Akdeniz'in sınırlarını aşabilir.

AP: "TÜRKİYE DIŞİŞLERİ BAKANI: GELECEK 15 YILDA TÜRKİYE DÜNYANIN EN BÜYÜK ON EKONOMİK GÜCÜ ARASINDA YERİNİ ALACAK"

DAVOS, 27/01(AP)(BYE)--- Edith M. Lederer bildiriyor:

Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan dün, ülkesinin, reformlara hız vererek ve daha Avrupalı bir çehreye bürünerek on beş yıl içinde aldığı yolun sonunda dünyanın en büyük on ekonomisi arasında yerini almaya aday olduğunu iddia etti.
Babacan, Türkiye'nin, üyelik müzakereleri hedefini küçük bir ortaklığa indirgemeye çalışan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin başını çektiği muhalefete karşın AB üyeliğine hazırlanıyor.
Babacan, demokratik, laik ve çokkültürlü bir Müslüman ülke olarak Türkiye'nin, barındırdığı kültürler, etnik gruplar ve değerler ile "tam bir küresel ses"e dönüştüreceği AB'ye "çok büyük bir güç katacağına" işaret etti.
"Hristiyan kulübü" anlayışına atfen "Tek dinli bir Avrupa anlayışı çok tehlikeli" diye uyarıda bulunan Babacan, Dünya Ekonomi Forumuna katılan işadamları, siyasi liderler ve bir grup basın mensubuna hitaben yaptığı konuşmada, ülkesinin son beş yılda geçirdiği değişim ve ekonomik, siyasi ve toplumsal reformları sürdürmedeki kararlılığı üzerinde durdu.
Bakan Babacan, "Gelecek on on beş yıl içinde Türkiye nasıl bir ülke olacak, diye soranlar için söylüyorum: Giderek daha da Avrupalı bir ülke olacak" dedi.
Sarkozy'nin Türkiye ile müzakere sürecini durdurmak "istemediğini" ve "yeni Alman hükümetinin bir engel oluşturmadığını" söyleyen Babacan, "Bizim için asıl önem taşıyan süreci devam ettirmektir" dedi.
Türkiye'nin AB üyesi olup olmayacağına değil AB kriterlerini karşılayıp karşılamadığına karar verileceğini, ancak bunun elbette ki bir siyasi karar olacağına vurgu yapan Babacan, ülkesinin üyeliği için de, "büyük olasılıkla 21. yüzyılda dünyanın büyük barış projelerinden biri olacak" ifadesini kullandı.
Babacan ayrıca, uluslararası erişim ağını genişletmek adına Altsahra Afrika'sında on büyükelçilik, Hindistan ve daha başka yerlerde diplomatik temsilcilikler açarak büyük bir ekonomik güç olmaya hazırlandığını belirtti.
2002-2006 arasında ortalama yüzde 7.5'e varan ekonomik büyümenin 2007'de kuraklık ve yüksek enerji fiyatları yüzünden yüzde 4-5 seviyesine indiğini söyleyen Babacan "Bu yıl hedefimiz yüzde 5 civarında" dedi.
Bugün Türkiye küresel ekonomik güçler arasında on yedinci sırada yer alıyor. Babacan, "Bizim öngörülerimize ve bazı uluslararası kuruluşların projeksiyonlarına göre Türkiye 2023'te en büyük on arasında yer alacak" diye konuştu.
Türkiye'nin 2002'den bu yana "barışçı ve başarılı komşuluk ilişkileri yürütmeyi" hedefleyen bir siyaset izlediğine işaret eden Bakan Babacan, Türkiye'nin, Irak'taki "baş aktörlerden biri" olduğunu, "Suriye ve İran ile iyi bir diyalog sürdürdüğünü" ve pek yakın bir tarihte de Yunanistan Başbakanı Costas Karamanlis'i konuk ettiğini hatırlattı.
Türkiye'nin, komşu Irak'ta faaliyet gösteren yasadışı Kürt örgütü PKK'ya karşı mücadele ettiğine de değinen Babacan, sınır ötesi operasyonların, "ABD ortaklığında belirlenen" hedefler ışığında yine ABD ile "güçlü bir askeri işbirliği ve eşgüdüm" sağlandıktan sonra başlatıldığını vurguladı.
Babacan, Türkiye'nin bu operasyonlarda sivil ile teröristi birbirinden ayırmak konusunda "çok dikkatli" davrandığını ve Iraklıları hedef almadığını söyledi.
Türkiye'nin bölgede herhangi bir nükleer gücün varlığına karşı olduğunu ve İran ile nükleer krizin, ABD'nin yaptırımcı ve tecritçi siyasetiyle değil ancak "diyalog ve diplomasi yoluyla" çözülmesi gerektiğine inandığını belirtti.
Babacan bu noktada da, "Tecrit etmek, bize göre, İran'ı kendi içinde daha fazla birleşmeye itmekten başka işe yaramayacak, reformcuların elini de zayıflatacaktır" diye konuştu.

THE STAR TRIBUNE: "AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE BİRLİKTE DAHA GÜÇLÜ OLURLAR"

WASHINGTON, 29/01(BYE)--- ABD'nin Minneapolis eyaletinde yayımlanan ve tirajı günde 405 bin olan Star Tribune gazetesinin 27 Ocak 2008 tarihli sayısında, Ronald M. Bosrock imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında ve yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

--Türkiye'nin Avrupa Birliği Başvurusu, Avrupalılarda Endişeleri ve Türkiye'de de Reform Taleplerini Artırıyor. Bu Başvuru Ayrıca Müslüman Bir Ülkeyi Birliğe Dahil Edecek Tarihi Bir Fırsat Oluşturuyor--

Atatürk Havaalanı'ndan Boğaz'ın Batı kıyısı boyunca süren araba yolculuğu, San Francisco'nun güzelliği ile rekabet eden bir Türk şehrini ortaya çıkarıyor.
İstanbul, bir çok Türk için, ülkelerinin olmasını arzu ettikleri ve Avrupa Birliği'ne üyelikle kazanılabileceğine inandıkları genç, eğitimli, kültürlü ve demokratik bir toplumu temsil ediyor.
Ancak ne yazık ki İstanbul, Türkiye değil.
İstanbul, Türkiye'nin ne olabileceğini temsil edebilir ancak, Ekonomist dergisinin yıllık raporuna göre ülkenin çoğu hala, 2008 yılında kişi başına 6.710 dolar gayri safi mili hasıla beklentisi ile, bir üçüncü dünya ülkesi ekonomisidir. Raporda, İrlanda (62.450 dolar), Avusturya (46.600 dolar), Fransa (43.600 dolar), Macaristan (13.860 dolar), Hırvatistan (12.200 dolar) gibi diğer gelişmiş Avrupa ekonomileri ile karşılaştırma yapılmıştır.
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne kabul edilmesinin ulusal ekonomisine yararlı olacağı açıktır. Ancak büyük çoğunluğu Müslüman olan bu ülkenin, büyük ölçüde Hristiyan olan Batı Avrupa ülkeleri tarafından kabul edilmesi henüz kesin olmaktan çok uzaktır. Uzun süredir Kıbrıs'ta devam eden egemenlik sorunu ve Türkiye'nin Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni soykırımındaki rolü konusunun kısa bir süre önce tekrar canlandırılması, Türkiye ve bu ülkenin Avrupa Birliği üyeliğini destekleyenler üzerinde baskı oluşturulacağının göstergesi olmuştur.
Ancak Batı'nın, Türkiye'yi kucaklamak için ekonomik ve tarihi anlaşmazlıkların ötesine uzanan nedenleri vardır. Aşağıda Batı ve Müslüman Orta Doğu için çok önemli olabilecek bir kararın bazı lehte ve aleyhte olan yönlerine bir bakış yer almaktadır.

--Lehte Olanlar--

Türkiye, çağdaş bir Müslüman devletin ne olabileceğine örnek olma niyetinde olan bir demokrasidir. Orta Doğu'nun ana limanına demir atmış böylesine büyük bir ülkeye sahip olmak, Avrupa ve Orta Doğu istikrarı için büyük bir avantaj olabilir.
Türkiye, 1950'li yıllardan bu yana bir NATO müttefiki ve Avrupalı kurumların üyesidir.
Güçlü bir Türk ekonomisi içeride istihdamın atmasına ve misafir işçi dengesizliğiyle ilgili artan endişelere ek olarak, Türk işçilerinin Avrupa ülkelerine büyük akınların yaşanacağı korkularının azalmasına yardımcı olabilir.
Ekonomik açıdan güçlü bir Türkiye, Güney'de sınırdaş olduğu Orta Doğu ülkeleri Suriye, Irak ve İran'ı dizginleyebilir.
Batı'nın müttefiki Türkiye, dünyanın en büyük düzenli ordularından birine sahiptir. Yaklaşık 700 bin askeri ile dünyanın en istikrarsız bölgelerinden birinde barış ve istikrar sağlamada önemli bir ortak olabilir.

--Aleyhte Olanlar--

Geçen altı yıl boyunca sağladığı cansız büyüme nedeniyle Türkiye'nin büyük bir bölümü Avrupa Birliği üyeliğinin gerektireceği açık, rekabete dayalı bir piyasada yarışamayabilir.
Tam üyelik Avrupa Birliği ülkelerine büyük ölçüde bir işçi akınına ve Fransa, Almanya, Avusturya ve Hollanda gibi ülkelerdeki göçmenlerle ilgili sorunların artmasına neden olabilir.
Türkiye, yaklaşık 70 milyon nüfusuyla bir çok mevcut üye ülkeden daha büyüktür ve Türklerin sahip olacağı oy potansiyeli endişelere neden olabilir.
Belki de Avrupa Birliği'nin, Türkiye'nin tam üyeliğini düşünmesini gerektiren en önemli neden, Avrupa ve dünyanın geri kalan bölümü için Müslüman bir ülke ile işleyen bir bağa sahip olma fırsatı olmalıdır.
Dünya 1.3 milyondan fazla Müslüman barındırmaktadır. Türkiye'yi Avrupa Birliği üyeliği sayesinde Batı'ya entegre etmek, her iki tarafa da barış içerisinde birlikte var olmanın geleceğimiz için sadece gereksinim değil mümkün olabileceğini de göstermeye yönelik uzun bir yol kat etmek olacaktır.
Ancak Türkiye'nin AB üyeliği reddedilirse, geleceklerini Batı'da gören Türkler, bölgedeki İran benzeri ülkelerle ortaklık kurmak isteyebilecek militan bir İslamcı çoğunluk tarafından bastırılabilirler.
Seçenekler açık görünmektedir: Ya Avrupa'nın kapılarında ekonomik bir ortak ya da bir kez daha olası bir düşman olarak bekleyen 70 milyonluk bir ülke.

THE NEW YORK TIMES MAGAZINE: "HEGEMONYAYA ELVEDA"

ANKARA, 28/01(BYE)--- The New York Times gazetesinin hafta sonları yayımlanan dergisi The New York Times Magazine'in 27 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, Yeni Amerika Vakfının Amerikan Strateji Programı üst düzey araştırmacısı Parag Khanna'nın mart ayında yayımlanacak "İkinci Dünya: Yeni Küresel Düzende İmparatorluklar ve Etki" adlı kitabından derlenen ve yukarıdaki başlık altında yer alan makalenin Türkiye ile ilgili bölümlerinin geniş özet çevirisi şöyledir:

Bugün televizyonu açıp şöyle bir baktığınızda 1999 yılında olduğunuzu düşünmeniz anlayışla karşılanacaktır. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler nereye, ne zaman müdahale etmek gerektiği, bunu yalnız mı yoksa müttefiklerle mi yapmanın daha iyi olacağı ve Amerika'nın nasıl bir dünyaya liderlik yapmasının gerekeceği konusunda çene yarıştırıyor. Demokratlar reset düğmesine basabileceklerine inanıyor, Cumhuriyetçiler ise gidilmesi gereken yolun "kuvvetli bir ahlakçılık" olduğuna inanıyorlar. Dünyada güç dağılımı, Başkan George W. Bush'un iki başkanlık döneminde, hem politikaları hem de daha önemlisi politikalarına rağmen kökten değişti. Belki de tarihin nasıl da hızla değiştiğini anlamanın en iyi yolu biraz daha ileriye bakmaktır.
Yıl 2016 ve Hillary Clinton veya Barack Obama yönetimi ikinci döneminin sonuna gelmek üzereler. Amerika Irak'tan çekilmiş, ancak bağımsız Kürdistan devletinde 20 bin askeri, bunun yanında Bahreyn açıklarına demirlemiş savaş gemileri ve Katar'da hava gücü bulunuyor. Afganistan'da istikrar sağlanmış, İran ise nükleer güce sahip. Çin, Tayvan'ı topraklarına katmış ve Pasifik'te deniz gücünü giderek artırıyor. Avrupa Birliği üye sayısını 30'a yükseltmiş ve Kuzey Afrika, Rusya ve Hazar Denizi'nden önemli ölçüde nükleer enerjinin yanı sıra petrol ve doğal gaz alacak. Amerika'nın dünya genelinde durumu devamlı geriye gidecek.
Neden? Birleşmiş Milletler ile işbirliği yapmamız ve Amerika'nın ortak güvenlik ve refah konusunda liderlik yapabileceği ve yapması gerektiğini dünyaya yeniden kanıtlaması gerekmiyor mu? Condoleezza Rice, Amerika'nın "kalıcı düşmanı" olmadığını söyledi, ancak aynı şekilde kalıcı dostu da yok. Çoğu kişi Afganistan ve Irak'ın işgalini küresel Amerikan emperyalizminin sembolü olarak görüyor. Aslında bunlar emperyalizme özgü aşırılığın işaretleri. Her harcama Amerika'nın silahlı kuvvetlerini zayıflatıyor ve her güç gösterisi terör ağlarında, asi örgütlerde direnişi güçlendiriyor. Amerika'nın tek kutuplu dönemi, Amerika'nın hegemonyasına karşı diplomatik ve ekonomik karşı hareketleri ve yeni dünya düzenini canlandırıyor. Bu yeni küresel düzen başladı ve Clinton, McCain veya Obama'nın bu büyümeye karşı koyma şansları ise oldukça az.

--Jeopolitik Piyasa--

Amerika'nın en iyi zamanları 1990'lı yıllardı. Soğuk Savaş sonrası "barış" hiçbir zaman Amerika liderliğinde küresel bir düzene dönüşmedi. Dolayısıyla şimdi dünyanın diğer süper güçleri, Avrupa Birliği ve Çin ile birlikte jeopolitik bir piyasada rekabet ediyoruz -ve kaybediyoruz-. 21. Yüzyılın jeopolitiği Şu: yeni Üç Büyükler. Bu üç büyük güç ne Rusya, ne iç savaşlarla boğuşan İslam ülkeleri ne de Hindistan olacak. Bu Üç Büyük, kurallarını -kendi kurallarını- birbirleri üzerinde hakimiyet kurmadan koymuştur.
Daha önceki güç dengesi dönemleri ortak kültüre sahip Avrupalı güçler arasındaydı. Soğuk Savaş da aslında bir "Doğu-Batı" mücadelesi değildi, bu gerçekte Avrupa genelinde bir rekabet olarak kaldı. Bugün karşılaştığımız, tarihte ilk defa küresel, çok medeniyetli ve çok kutuplu bir savaştır.
Avrupa'nın başkenti Brüksel'de teknokratlar, stratejistler ve yasa koyucular giderek kendi rollerini Amerika ile Çin arasında küresel denge kurucu olarak görüyorlar. Amerikalı muhafazakarları Avrupa'nın hala ortak bir orduya sahip olmaması rahatlatabilir, problem şu ki Avrupa'nın buna gerçek anlamda ihtiyacı olmadı. Avrupalılar, radikal İslamcıları tutuklamak için istihbaratı ve polisi; huzursuz Müslüman nüfusu entegre etmek için sosyal politikaları; eski Sovyetler Birliği'ne hükmetmek için ekonomik gücü kullanıyor ve Rusya'yı giderek bastırıyorlar. Türkiye'ye Avrupalıların yatırımı her yıl artıyor ve bu durum hiçbir zaman üyesi olamasa da Türkiye'yi AB'ye daha da yakınlaştırıyor. Her yıl, Libya, Cezayir veya Azerbaycan'dan Avrupa'ya petrol ve doğal gaz taşıyan yeni bir boru hattı açılıyor. AB piyasası dünyanın en büyük piyasası, Avrupa teknolojileri giderek daha fazla küresel standartları belirliyor ve Avrupa ülkeleri en fazla mali yardımda bulunan ülkeler.
Amerika ve Çin arasında mücadele yaşanırsa dünya'nın parası, güvenli şekilde Avrupa bankalarına yatırılacaktır.
Avrupa'nın nüfuzu Amerika pahasına büyümektedir. Amerika ulus yaratmak adına boşa kürek çekerken, Avrupa parasını ve siyasi nüfuzunu üç büyük gücün dışında kalan ülkeleri kendi yörüngesine çekmek için kullanıyor. Dünyanın pek çok fakir bölgesi, Amerikan değil Avrupa rüyasını istediğinin farkına vardı. Afrika, AB gibi gerçek bir Afrika Birliği istiyor: biz buna eş değer bir şey sunmuyoruz. Orta Doğu'da aktivistler, Amerikan tarzı güçlü başkanlık yönetimi değil Avrupa'nınki gibi parlamenter demokrasi istiyor. 11 Eylül olaylarının ardından kendimizden uzaklaştırdığımız pek çok yabancı öğrenci şimdi Londra ve Berlin'de. ABD'dekinin iki katı Çinli öğrenci Avrupa'da okuyor. Onları eğitmedik dolayısıyla zihinleri ve bağlılıkları için önceki yıllarda olduğu gibi herhangi bir iddiamız olamaz.
Üç Büyükler aslında "hem dost hem düşman". 21. Yüzyılın jeopolitiği, Orwell'in 1984'ünden daha fazla başka bir şeye benzeyemez. Ancak üç dünya gücü yerine, üç yarı küresel ve Amerika, Avrupa ve Çin'in hakimiyetinde boylamsal bölgelerimiz olacak. 20. Yüzyılın başlarında Avrupalı akademisyenlerin de farkına vardıkları gibi, dikey olarak düzenlenen bölgelerin yıl boyunca bütün iklimleri yaşaması nedeniyle her bir ayrı bölge kendine yetebilecektir. Dolayısıyla Çin ve Avrupa çeşitli şekillerde ve açıkça Amerika'nın arka bahçesine müdahil olacaktır, Amerika ve Çin, Avrupa'nın güney kenarında Afrika kaynakları için rekabet edecek ve Amerika ve Avrupa, Çin'in artan nüfuz alanında bulunan ülkelerin hızlı ekonomik kalkınmasından faydalanmanın yolunu arayacaktır. Asıl savaş alanı ise benim tabirimle "ikinci dünya" olacaktır.

--Salınan Ülkeler--

Ortalıkta hala Amerika'nın küresel hakimiyeti hikayesinden söz eden sayısız istatistik var: askeri harcamalarımız, küresel ekonomideki payımız ve benzerleri. Ancak istatistikler olduğu gibi eğilimler de var. ABD'nin dünyada egemenliğinin nasıl hızla azalmakta olduğunu anlamak için geçen iki yılı dünyanın en fazla stratejik öneme sahip beş bölgesindeki yaklaşık 40 ülkeye -ikinci dünya ülkelerine- seyahat ederek geçirdim. Bu ülkeler ne küresel ekonominin birinci merkez bölgesinde ne de üçüncü dünya çemberinde yer alıyorlar. Üç Büyüğün yanında ve arasında yer alan ikinci dünya ülkeleri, gelecek kuşakta hangi süper gücün üstün olduğunu belirleyecek olan arada "salınan" ülkeler. Venezuela'dan Vietnam'a, Fas'tan Malezya'ya yeni küresel gerçeklik, müttefik kazanmanın ve ülkeleri etkilemenin bir değil üç yolu olduğunu gösteriyor: Amerikan koalisyonu, Avrupa uzlaşması ve Çin'in danışmacı stili. Bunlardan hangisinin 21. Yüzyıla damgasını vuracağını jeopolitik pazar belirleyecek.
Doğu Avrupa, Orta Asya, Güney Amerika, Orta Doğu ve Güneydoğu Asya'nın önemli ikinci dünya ülkeleri sadece "gelişmekte olan piyasalar" değil. Bunlara Çin'i de dahil ederseniz, toplamda, dünyadaki döviz rezervleri ve tasarrufların büyük kısmını ellerinde tutuyorlar, tüketim güçleri onları küresel ekonominin en önemli yeni tüketim pazarları ve böylece küresel büyümenin motoru haline getiriyor. Bu ülkeler ABD'nin yerini almasalar da ona bağımlı da kalmayacaklar.
İkinci dünyadan bir örnek olarak Türkiye'ye bakarsak, Soğuk Savaş dönemi boyunca NATO, Türkiye ile ilişkilerin temel aracıydı. Ancak Türkiye'nin AB'nin açık bir şekilde kendisini reddetmesinden kaçınmak amacıyla geriye eğilim göstermesi, 2003 yılında ABD'nin Türk topraklarını Irak'ı işgal için kullandırmaması bir dönüm noktası yarattı. Ankara'da bir Türk stratejik analisti bana, "Amerika daima AB'de bizim adımıza lobi faaliyetinde bulunduğunu söyler. Ancak bütün bunlar AB'yi daha da zor bir duruma sokmaktadır. Artık bu tarz yardıma ihtiyacımız yok" dedi.
Şurası kesin: Türk gururu, bazı AB standartlarıyla gerginlik içinde olan saldırgan bir Yeni Osmanlıcılığın unsurlarını içermektedir, ancak bu durum Suriye, Irak ve İran'da istikrar yaratma projesinde Avrupa için bir araç olarak kullanılabilir. Türkiye'nin usta mühendisleri tüneller açıyor, köprüler kuruyor ve ülkenin doğusunda yollar yapıyor. Bu durum Türk tacirleri Batı'dan çok Doğu'ya bakarken, ülkenin otoritesini Arap ve Acem dünyasına daha fazla kabul ettirmesi imkanı sağlayacaktır. Ortak Avro-Türk projeleri, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının açılmasına ve Avrupa'nın etkisini güçlendirmek üzere Türkiye'den petrol zengini Hazar Denizi'nde bulunan dostu Azerbaycan'a kadar demir yolları ve otoyollar inşa etmesine öncülük etmiştir.
İstanbul'un parlayan gökyüzüne sadece bir kez bakmak bile, Türkiye'nin AB üyesi olamasa da giderek daha fazla Avrupalı olduğunu anlamaya yeterlidir. Türkiye her yıl 20 milyar dolar yabancı yatırım ve 20 milyonu aşkın turist çekmektedir ki bunların çoğu AB ülkelerinden gelmektedir. Türk diasporasının yüzde 90'ı Batı Avrupa'da yaşamakta ve ülkelerine havale ve yatırım çerçevesinde yine her yıl bir milyar dolar göndermektedir. Havale edilen bu para yeni inşaat girişimleri, kilim fabrikaları ve okullara dönüşerek doğuya doğru kalkınmaya ve gelişime katkıda bulunmuştur. Romanya ve Bulgaristan'ın bir yıl önce AB'ye katılmasıyla birlikte Türkiye'nin şimdi fiziki olarak AB'ye sınırı var. Bu durum Türkiye'nin Avrupa süper gücünün bir parçası haline geldiğini simgeliyor.
Batılı diplomatların Rusya ve Türkiye ile dramatik ve düzensiz olsa da uzun bir tarihi aşinalığı bulunmaktadır.



AZERBAYCAN BASINI

EKSPRESS: "FRANSIZ MİLLETVEKİLLERİNDEN AZERBAYCAN'A HAKARET"

BAKÜ, 30/01(BYE)--- Tirajı günde beş bin olan tarafsız Ekspress gazetesinin 30 Ocak 2008 tarihli sayısında, Hagani imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevrisi şöyledir:

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin liderliğini yaptığı Halk Hareketi Birliği Partisi, Türkiye'ye karşı yeni kampanya başlattı. İktidar partisinin 11 milletvekili, sözde Ermeni soykırımını tanımayan ülkelerin AB'ye üye olamayacağını açıkladı.
Söz konusu açıklamada, Türkiye, demokratikleşme ve insan haklarının savunulması konusunda gereken adımların atılmamasıyla suçlandı: "1.5 milyon insanın hayatına son veren Ermeni soykırımını kabul etmeyen, Kürt sorunu ve Kıbrıs konusunda herhangi bir gelişme sağlayamayan bir devletin AB'ye entegrasyonu mümkün değil."
Açıklamada ayrıca, Türkiye'nin üyeliğinin AB'nin bütçesini olumsuz etkileyeceği ve Fransızların yüzde 71'inin, Almanların ise yüzde 66'sının adı geçen ülkenin AB üyeliğine karşı olduğu ve AB sınırlarının siyasi açıdan var olması için Türkiye'nin adı geçen kuruma üyeliğinin önlenmesi gerektiği belirtilerek, "Suriye, Irak ve Azerbaycan ile sınırı olan Türkiye, AB'ye üye kabul edilemez. Sınırsız Avrupa, siyasi Avrupa düşüncesinin ölümü demek. Türkiye'nin kuruma üye kabul edilmesi büyük bir yanlış" ifadelerine yer verliyor.
Fransız milletvekillerinin, "kara liste"de Ermenistan ve Gürcistan'a yer vermeyi "unutmaları" çok ilginç.
Türkiye'nin yanı sıra Azerbaycan'a da hakaret edildi. Konuyla ilgili görüşlerini açıklayan siyaset bilimci Elhan Şahinoğlu, "Azerbaycan ile sınırı olan Türkiye AB'ye üye kabul edilmedi diyelim. Peki, Azerbaycan'ın AB'nin komşuluk programına üyeliği ve Avrupa'ya enerji ihraç edecek Nabucco projesine katılması nasıl izah edilecek?" dedi.
Böylece Fransa, Ermeni yanlısı olduğunu bir kez daha gösterdi. Bakü, AGİT Minsk Grubuna eşbaşkanlık yapan Fransa'nın tarafsız olmasıyla ilgili masala kendisini inandırmaya yine devam edecek mi?
Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin, partisinin yeni kampanyası hakkındaki görüşü şimdilik belli olmasa da kendisinin anti-Türk tutum sergilediği herkes tarafından biliniyor.
Not: Aynı haber birçok gazetede yer almıştır.

 

İRAN BASINI

TAHRAN RADYOSU: "AVRUPA PARLAMENTERLERİ BAŞÖRTÜSÜNÜ TARTIŞTI"

ANKARA, 30/01(BYE)--- Tahran Radyosu'nun 06.30-08.00 Türkçe yayınından:

Brüksel'de dün toplanan Avrupa Parlamenterleri ile Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) temsilcileri bir araya geldi. Avrupa Parlamenterleri ile TOBB ve İKV temsilcileri ortak düzenlenen "Avrupa Parlamenterleri ve Türk Sivil Toplum- Birbirimizi Daha İyi Tanıyalım" isimli toplantıda görüş alışverişinde bulundular.
Avrupa'daki Türkiye imajı, Türkiye halkının Avrupa Birliği üyeliğine desteği, kadın ve eğitim sorunları gibi güncel konuların ele alındığı toplantıda, başörtüsü meselesi ana gündem maddelerinden birini oluşturdu.
Avrupa Parlamenterleri Emine Bozkurt ve Andrew Duff başörtüsü konusunda açıklamalarda bulundu. Başörtüsü konusunu Avrupa'da yakından takip ettiklerini de ifade eden Bozkurt, konuyla ilgili artık kararsızlık kalmadığını öne sürdü. Bozkurt'a göre, Türk halkının çoğunluğu başörtüsü veya türbanın üniversitelerde eğitim önüne engel olarak çıkarılmasının karşısında.
Son olarak AKP ve MHP'nin önerilerini de değerlendiren Bozkurt, "Yüksek okullar için bir çözüm bulunmuş olması bence iyi bir durum, çünkü bu konu uzun zamandır gündemi işgal ediyordu" diye konuştu.

 

JAPONYA BASINI

MAINICHI SHIMBUN: "YUNANİSTAN BAŞBAKANI TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNE DESTEK VERECEĞİNİ SÖYLEDİ"

TOKYO, 24/01(BYE)--- Tirajı günde üç milyon olan merkez sağ eğilimli Mainichi Shimbun'un 24 Ocak 2008 tarihli sayısında, Masato Kaiho imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayınlanan Roma çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Kostas Karamanlis, yarım yüzyıl aradan sonra Türkiye'yi resmen ziyaret eden ilk Başbakan. Kıbrıs'ın bölünmesi gibi nedenlerle, sürekli gerginlik yaşanan ikili ilişkilerde, son yıllarda bir yumuşama gözleniyor. Bu kez gerçekleştirilen tarihi ziyaretle de bu dostluk güçlendiriliyor.
Türkiye'ye Başbakan düzeyinde en son resmi ziyareti, şu anki Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis'in amcası, eski Başbakan Konstantinos Karamanlis 1959 yılında yapmıştı.
Başbakan Karamanlis 25 Ocak'a kadar, Ankara ve İstanbul'da, Türkiye Başbakanı Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül ile iki ülke ilişkilerine dair işbirliği çerçevesinde görüşmeler yapmak üzere bir araya gelecek. Yunanistan medyasına göre, görüşmelerde Kıbrıs sorunun ele alınması beklenmiyor.
Başbakan Karamanlis ziyaret öncesinde, "Türkiye ile ilişkilerimiz tam olarak normale dönmedi, işbirliği gereken birçok ortak sorunumuz bulunuyor" açıklamasında bulundu.
Kıbrıs, kuzeyi Türkiye'nin güneyi ise Yunanistan'ın kontrolüyle, 1974 yılında ikiye bölündü. Güney'deki Kıbrıs Cumhuriyeti 2004 Mayıs ayında AB üyeliğine kabul edildi. Türkiye'nin Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tanıması, Türkiye'nin AB üyeliğine kabul edilmesi için öne sürülen şartlardan biri olarak gösteriliyor. Yunanistan ve Türkiye arasında ayrıca Ege Denizi'ndeki küçük bir adanın hangi tarafa ait olduğuna dair çözümlenemeyen bir sorun da bulunuyor.
Öte yandan, geçen yıldan beri iki ülke arasında, Hazar Denizi'nden çıkarılan doğalgazı taşıyacak boru hattının inşası gibi, ekonomik işbirliği görüşmelerinin arttığı gözlemleniyor. Bu kez gerçekleştirilen ziyaretle, Atina-Ankara arasında doğrudan uçak seferlerine başlandığı da bildirildi.

 


RUSYA BASINI

KOMMERSANT: "MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'E SAYGISIZLIK EDEN TÜRK PROFESÖR 15 AY ŞARTLI HAPİS CEZASINA ÇARPTIRILDI"

MOSKOVA, 29/01(BYE)--- Tirajı günde 128 bin olan liberal eğilimli Kommersant gazetesinin 29 Ocak 2008 tarihli sayısında, Nataliya Portyakova imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e saygısızlık eden bilim adamının büyük yankılara yol açan duruşması, dün Türkiye'de yapıldı. Duruşma, Türklüğe hakaret yasasının TBMM tarafından ele alınması öncesinde yapıldı. Avrupa Birliği, örgüte üye olmak isteyen Türkiye'den uzun zamandır bu yasayı kaldırmasını istiyor.
Atilla Yayla adındaki Türk bilgin, beş yıl süreli hapis cezasına çarptırılabilirdi. Yayla, 2006 yılında İzmir'de düzenlenen bir öğrenci toplantısında yaptığı konuşmada, Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarda, şimdi iddia edildiği kadar ilerici bir ülke olmadığı ve çok partili sisteme geçildikten sonraki döneme kıyasla demokratik olmadığını söylemişti. Bu sözlerden sonra Türk Profesör, Türkiye'de hemen hemen tüm kurum ve kuruluşlarda Atatürk'ün portrelerinin asılı olduğu ve bunun Avrupa Birliği tarafından insana tapma olarak algılanabileceğini belirtti.
Profesör Yayla'nın konuşmasının ardından, Türkiye'nin kurucusuna saygısızlık yaptığı gerekçesiyle mesai arkadaşları ona karşı sekiz dava açtı. Ve bunun sonucunda bilim adamının Ankara Üniversitesinde görevine son verildi. Atilla Yayla, İngiltere'ye yerleşinceye kadar Türkiye'de kaldığı sürece kendisine sürekli koruma tahsis edildi. Duruşmaya katılmayan Profesör Atilla Yayla, Atatürk için "o adam" ifadesini kullandığı için 15 ay hapis cezasına çaptırıldı. Çünkü, Atatürk için özellikle "değişmez lider ve emsalsiz kahraman" ifadeleri kullanılmaktadır.
Bu olay, Türkiye'de ifade özgürlüğünün yine ihlal edildiğine dikkati çekiyor ve AB bundan kaygılı olduğunu açıkladı. AB bürokratları, kasım ayında yayımladıkları son raporda, 2006 yılında Türkiye'de hakaret niteliği taşıyan ifadeler kullandıkları için cezaya çarptırılanların sayısının 2005 yılına oranla iki kat arttığını ve 2007'de artmaya devam ettiğini kaydettiler. Bu eleştiriye karşılık olarak Ankara, Avrupa'da da ifade özgürlüğünü sınırlayan yasaların bulunduğunu hatırlattı.
Örneğin, Almanya'nın Ceza Kanunu'nun 90. maddesi devlet, bayrak ve anayasası hakkında tahkir edici sözler kullanmasını, İtalya'nın Ceza Kanunu'nun 290. maddesinde ise cumhuriyet ve ordu hakkında aşağılayıcı ifadeler kullanmasını yasaklıyor. Gerçi, bu maddelere göre az sayıda dava açılıyor ve Türkiye'deki gibi hapis cezası değil, para cezası veriliyor. Bununla birlikte, AB üyesi olmak isteyen Ankara, son zamanlarda Avrupa'nın taleplerini kısmen karşılamayı kabul etti. Örneğin, bu cuma günü TBMM'de, Ceza Kanunu'nun "Türklüğe hakaret" ile ilgili 301. maddesinin yumuşatılması konusu görüşülecek. Brüksel, bir yıldır Ankara'ya söz konusu maddenin kaldırılması için çağrıda bulunuyor. 301. madde uyarınca Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk dahil, birçok ünlü Türk yazar ve gazeteci yargılanmıştı.
Gözlemciler, 301. maddenin yumuşatılmasının, ülkedeki ifade özgürlüğünün durumunu iyileştirmeyeceğine inanıyor. Zira, Ceza Kanunu'nda toplam 39 bölümde ifade özgürlüğü sınırlandırılmaktadır.
Örneğin, bunlardan 13'ü sık sık uygulanıyor. Yayla, daha 1951 yılında kabul edilen "Atatürk'ün manevi mirasının tahkir edilmesini" kapsayan 5816 sayılı yasa uyarınca cezalandırıldı. Oysa, bu yasa Türk Ceza Kanunu'nun bir parçası bile değil.


Güncelleme: 07/03/2008 / Hit: 4,154

Copyrights © 2024 Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
Directorate for EU Affairs
Copyrights © 2024 - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Avrupa Birliği Başkanlığı