ENGLISH
  Güncelleme: 08/02/2008

2008-01-03 Haftalık AB - Türkiye Haberleri

2008-01-03 Haftalık AB - Türkiye

ALMANYA BASINI

SCHWERINER VOLKSZEITUNG: "AB'Lİ POLİTİKACILAR TÜRKİYE'NİN HAVA SALDIRILARININ DURMASINI İSTİYOR"

ANKARA, 27/12(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Schweriner Volkszeitung gazetesinin 27 Aralık 2007 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan dpa kaynaklı, Hamburg çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Kuzey Irak'taki Kürt hedeflerine düzenlenen Türk hava saldırıları, AB içinde kafa karışıklığının artmasına yol açıyor. Alman AB milletvekili Herbert Reul, Bild gazetesine verdiği demeçte, saldırıların bir an önce durdurulmasını talep etti. CDU'lu politikacı, Türklerin saldırıyı bir an önce durdurması gerektiğini düşünüyor. Böyle tek başına atılan adımlar sorumsuzluktur. FDP'li AB milletvekili Alexander Alvaro da Türkiye'nin Irak'ın kuzeyine yaptığı saldırılara karşı çıkıyor. Türkiye'nin, AB'nin temel ilkelerinden gittikçe uzaklaştığı bildiriliyor.

KÖLNER STADT-ANZEIGER: "MİLLİYETÇİLİK REFORMLARI FRENLİYOR"

ANKARA, 02/01(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Kölner Stadt-Anzeiger gazetesinin 2 Ocak 2008 tarihli sayısında, Doğan Michael Ulusoy imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye son yıllarda önemli reformlar hayata geçirdi. Ancak, idam cezasının kaldırılması veya Kürtlere daha fazla haklar tanınması gibi olumlu değişimlere karşın Avrupa, Türkiye'nin esas olarak Batı topluluğuna uygun olup olmadığı konusunda hala ikiye ayrılıyor. Türkiye'nin AB'ye üye olması önündeki engel olarak her fırsatta ülkenin sözde İslamileştiği öne sürülüyor. Daha yakından incelendiğinde ise Türkiye'yi Avrupa'dan en fazla ayıran unsurun aslında din olgusu değil, hala hastalık derecesindeki Türk milliyetçiliği olduğu anlaşılıyor.
Bizde alışıldığı üzere, Türkiye'de hala ifade özgürlüğünden oldukça uzak olunmasının nedenlerinin başında Türk ulus yapısına güçlü, hatta neredeyse ideolojik derecede vurgu yapılması yer almaktadır. Reformlarda çoğu zaman sıkıntı yaşanması koyu milliyetçilikle ilişkilendiriliyor. Bu çerçevede Türklüğü aşağılamayı cezalandıran ünlü 301. madde zikredilmelidir. Ulusa veya kurumlara eleştiri yönelten her kimse, pratikte her yöne çekilebilen ve soruşturma açılması için geniş bir alan kapsayan söz konusu bu yasa maddesi nedeniyle cezaevini boylayabilir.
Burada aydınlanmacı düşünceyle bağdaşmayan ataerkil bir yasa maddesi söz konusu. Ankara'nın bu maddeyi bir yasa değişiklik teklifiyle ocak ayında tadil etmeye niyetlenmesi bile, "Türklük" ibaresini sadece "Türk halkı" ifadesiyle değiştirmekle yetinmesi ve bundan öteye daha temel bir değişikliğe gitmemesi halindeyse bu reform, 301. maddeye sadece cila çekme niteliğinin ötesine geçemeyecektir. En iyisi yasa maddesini tamamen kaldırmak olacaktır. 301. maddenin suç niteliğinde bile kullanılabileceğini kamuoyuna Birinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan Ermeni soykırımına işaret eden Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink örneği göstermektedir. Dink, Türkiye'nin onurunu kurtarmayı kendine görev sayan bir milliyetçi tarafından vuruldu. Türkiye'de Ermeni meselesini rahatça kamuoyu önünde tartışmak için ortam bugün bile mümkün görünmüyor.
 

--İslamileşme Yok--

Peki ülkenin dinle arası nasıl? Yakından bakıldığı takdirde, bir İslamileşme olgusundan söz etmek mümkün değil. Zira, din ve devlet işleri kesinlikle birbirinden ayrı tutuluyor. Ayrıca, Türkiye'deki İslam anlayışı genel olarak değerlendirildiğinde, oldukça ılımlı olarak karakterize ediliyor. Devlet işleyişindeki asıl esaslar -şeriat değil- laik düzen tarafından belirleniyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın din temelli ajandası, kendi dini inanç bakış açısından bağımsız olarak daha ziyade seçimlere yönelik taktikle ilintili. Çünkü Cumhuriyet'in kurucusu Atatürk tarafından bir zamanlar kamu alanından uzaklaştırılan İslami sembollere tekrar işlerlik kazandırarak Anadolu'daki geniş halk kitleleri nezdinde oy alabiliyor. Bu bağlamda Alman CSU Partisinin Bavyera'daki seçim sürecinde "dizüstü bilgisayar ve geleneksel deri şortlar" örneği işlerlik kazanıyor: Yani ekonomik kazanımların gelenekle birleşimi. Sonuç itibarıyla din olgusuna daha güçlü yaslanmanın ardında insanların İslam'ı daha açık, kamuoyu önünde daha rahat yaşamaya olanak tanıyan bir normalleştirme süreci yatmaktadır.
Batı'nın İslamcı teröre karşı mücadelesi birçok unsuru kapsadığından yanlış yerlerin hedef alınmasına yol açabiliyor. Türkiye'nin kökten dinci bir yöne saptığını söylemek ve asıl sorunu -yani düşünce yasakları ve tabularıyla dolu milliyetçiliği- tek başına İslam ile mücadeleye endeksleme bağlamında hafife almak haksızlık ve vahim bir hata olurdu. Eğer Türkiye AB'ye katılmak konusunda ciddiyse, bugünkünden çok daha fazla ifade özgürlüğüne izin vermek zorundadır. Muhtemelen Türklerin günümüzde boyutlarını bile kavramakta güçlük çektiği zihinsel bir değişim talep ediliyor Türkiye'den.

AVUSTURYA BASINI

WIENER ZEITUNG: "ENGELLENEN İŞ İLİŞKİLERİ"

VİYANA, 02/01(BYE)--- Tirajı günde 27.500 olan ve devlet tarafından çıkarılan Wiener Zeitung'un 2 Ocak 2008 tarihli sayısında, Martyna Czarnowska imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

--Türk İşadamları AB'nin Vize Talebinden Yakınıyor--

Ender Armağan'ın en çok kapaktaki resim hoşuna gidiyor. Viyana ve Ankara'da gerçekleştirilen "Avusturya-Türkiye İlişkilerinde Zamana Yolculuk" isimli serginin kataloğunun kapağında bir bayrak görülüyor. Bu, Habsburg İmparatorluğu'nun amblemi ile beyaz ay-yıldızı, kırmızı-beyaz zemin üzerinde birleştiren ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun silah arkadaşlığını simgeleyen bir bayrak.
Armağan, kataloğun sayfalarını çevirirken, bunun bir "fotomontaj olmadığını" söylüyor ve "O zamanlar dosttuk" diyor. Peki ya şimdi?
İstanbul'da yaşayan işletme danışmanı, İstanbul'daki tanınmış St. Georg Koleji (Avusturya Lisesi) mezunu. Yüksek öğrenimini Avusturya'da yapmış. Uzun yıllar Avusturya'da yaşamış olan işadamı Avusturyalılar ile de iş ilişkisi kurmak istiyor, ancak bu o kadar kolay değil.
Avusturya, Türkiye'nin AB'ye üyelik ihtimaline son derece şüpheli bakıyor. Bu tutum, ekonomik çevrelerden çok halk arasında oldukça yaygın, bu yüzden de hükümetin politikasını etkiliyor. Nitekim Viyana, AB'nin hazmetme gücünün Türkiye'nin gelecekteki üyeliği için şart koşulmasını destekleyenlerin başında geliyordu.
Türkiye'de, "Avrupalılar bizi neden istemiyor?" sorusuyla sık sık karşılaşılıyor. Bunun tepkisi de hissediliyor. Bu tepkiyi bir cümlede özetlemek mümkün: "Siz bizi istemezseniz, biz de sizi istemeyiz." Bazı anketlerde Türkiye'nin AB'ye katılımını isteyenlerin oranı yüzde 50'yi bile bulmuyor.
Avusturya tarafı, bu ilgisizliğin ekonomik ilişkilere de yansımasını ihtimal dışı görüyor. Avusturya Ekonomi ve Ticaret Odası, giderek yükselen sayılara işaret ediyor. Avusturya'nın Türkiye'ye ihracatı geçen altı yıl içinde yüzde 60 arttı, bu artış yalnız 2006 yılında yüzde 14'ü, yani 850 milyon avroyu buldu. Avusturya, yabancı yatırımcılar listesinde beşinci sıraya yükseldi.
Öte yanda ise Türk işadamlarının şikayetleri duyuluyor. Özellikle de Avusturya'nın vize talebi onları kızdırıyor. AB vatandaşları Türk havaalanlarında kolayca vize almalarına karşın, bir Türk vatandaşının AB'ye giriş vizesi alması çok zor.
Önce ülkesindeki bir büyükelçiliğe gitmesi, randevu alması, sonra bir dilekçe verip banka dekontu, ya da dış ülke ile iş bağlantısını kanıtlayacak belgeleri buna eklemesi gerekiyor. Başvurunun kabul edilip edilmediği ise ancak haftalar sonra öğrenilebiliyor.
Ender Armağan, "Vize, ikili ilişkilerin geliştirilmesi konusunda bir engel teşkil ediyor" diyor. Bir başka Türk işadamı ise durumu daha sert bir dilde "Bu çok ayıp" diye özetliyor ve firmasının bir temsilcisini İtalyan ortağının yaptığı bir toplantıya vize alamadığı için gönderemediğini anlatıyor.
Bazı işadamlarının, Alman vizesi almak daha kolay olduğu için, Avusturya yerine Almanya ile çalıştıkları gibi söylentiler de var. Üstelik Alman vizesi üç yıl geçerli oluyor.
Armağan, öğrencilerin de aynı zorluklarla karşılaştığını belirtiyor. Halbuki St. Georg Koleji mezunları Avusturya'da okuma hakkına sahip. Bazıları vize bekledikleri için bir sömestr kaybediyor.
Türkiye'nin Avusturya ile birlikte düzenlediği "Avusturya Türkiye İlişkilerinde Zamana Yolculuk" adlı sergiyi himaye edenlerden biri neredeyse Viyana'daki açılışa yetişemeyecekti. Çünkü Avusturya'ya giriş vizesi almakta güçlük çekmişti.


BELÇİKA BASINI

EU OBSERVER: "KÜÇÜK SLOVENYA HAYLİ YÜKLÜ BİR AB GÜNDEMİNİ DEVRALDI"

ANKARA, 02/01(BYE)--- Avrupa Parlamentosundaki bir grupla işbirliği halinde çalışan Brüksel merkezli haber portalı EU Observer'ın 1 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, Honor Mahony imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

Sadece üç yıllık bir AB üyelik tecrübesiyle Slovenya bugün (1 Ocak'ta) AB dönem başkanlığını devralarak, oldukça politize edilmiş bir gündemi de üstüne alıyor.
Küçük, eski Yugoslav ülkesinin önümüzdeki altı ay boyunca uğraşmak zorunda kalacağı bütün meselelerden ikisi gündemin ilk sırasında geliyor: Kosova sorunu ve AB'nin yenilenebilir enerji paketi.
Slovenya, Birliğin şimdiye dek karşı karşıya kaldığı en büyük dış politika sorunlarından birisi olan Kosova'nın gelecekteki statüsüne ilişkin zorlu meseleyi isteksizce de olsa miras aldı.
AB'ye üye ülkeler, Kosova'nın bağımsızlık için gelecekte bir girişimde bulunması olasılığı karşısında ne yapılacağına dair ortak bir yaklaşım üzerinde yavaş çalışıyor.
20 Ocak ve 3 Şubat'taki Sırbistan başkanlık seçimlerinin ardından bu meseleler politik bir lidere kalacak. Kosova geçen aralık ayında, herhangi bir bağımsızlık bildirisinde bulunmak için şubat ayına kadar bekleyeceğini belirtti.

--Türkiye ve AB Anlaşması--

Japonya, Rusya ve ABD ile planlanan zirvelerin yanı sıra Slovenya Türkiye'nin AB üyelik girişimiyle ve askıya alınan AB anlaşması ile de uğraşmak zorunda kalacak.
Slovenyalı yetkililer, Ankara'nın AB umutlarının, Paris ve Berlin'in muhalefetiyle beraber reform sürecindeki kendi yavaşlığı nedeniyle de zarar gören üyelik müzakerelerinde iki yeni başlık daha açmayı umduklarını halihazırda belirttiler.
Altı aylık başkanlık süresince Slovenya aynı zamanda yeni AB anlaşmasına ilişkin görüşmeleri de idare edecek. Son olarak üzerinde uzlaşılan bir takım kurumsal kurallar Birlik içindeki kuvvetler ayrılığıyla ilgili birçok soruyu cevapsız bırakıyor. Bu soruların, anlaşmanın muhtemelen 2009'da yürürlüğe geçmesinden önce açıklığa kavuşturulması gerekiyor.
Yetkililer, AB'ye 2004'te üye olan ülkeler arasında, AB Başkanlığını devralan ilk ülke olan Slovenya'nın ne kadar başarılı olduğunu izliyor olacaklar; ama küçük ülkeler vakti gelen işlere sarılmalarıyla ve bu yüzden başkanlıklarını başarıyla yerine getirmeleriyle biliniyorlar.
Brüksel'deki temsilciliğinde personel sayısını, -iki yıl önceki 50'den- 166 kişiye çıkaran Slovenya, başkanlığı için İrlanda modelini esas aldığını söylüyor. Dublin, 2004'te oldukça başarılı bir başkanlık yürütmüştü.

FRANSA BASINI

LES ECHOS: "TÜRKİYE'NİN GERÇEK YÜZÜ"

PARİS, 27/12(BYE)--- Tirajı günde 143 bin olan Les Echos gazetesinin 26 Aralık 2007 tarihli sayısında, tarihçi yazar Sergio Romano imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

--Avrupa Yanlısı, Liberal, Müslüman Yeni Burjuvazi Fransa'nın Tavrı Karşısında Üzgün--

İtalya-Türkiye Dostluk Derneğinin girişimiyle geçenlerde eski Venedik Cumhuriyeti'nin Osmanlı İmparatorluğuna gönderdiği elçilerinin sefaret binası olan İstanbul'daki Venedik Sarayı'nda bir seminer düzenlendi.
Saray, Venedik Cumhuriyeti'nin çöküşü ve Napolyon savaşlarının ardından Avusturyalıların eline geçerek önce neoklasik bir tarzla yenilenmiş, I. Dünya Savaşı'nın ardından yeniden İtalya'ya geçmiş ve Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya ve başkenti Ankara olarak ilan edilinceye dek sefaret binası olarak kullanılmış.
Duvarlarındaki çeşitli üst düzey temsilcilerin portreleriyle bu binanın, Venedik Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu arasında asırlar boyunca gelişen ilişkilerin tarihçesini simgelediğini, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Maliye Bakanı, eski Diyanet İşleri Başkanı ve AKP Genel Sekreter Yardımcısını dinlemeye gelen İtalyan ve Türk gazeteciler de kuşkusuz hissettiler.
Demokrat ve Müslüman olarak tanımlanan AKP, 2002 yılından bu yana iktidarda olan ve en akıllı adamlarından biri olan eski Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ü yakın tarihte Cumhurbaşkanı makamına yerleştiren partidir.
Tüm katılımcılar, bir zamanlar Venedikli ve Cenovalı tüccarların kendilerini evlerinde gibi hissettikleri İstanbul'da, İtalya denince Galata Kulesi ile birlikte akla ilk gelen mekan namına sahip sarayda bir araya geldiler.
Ancak Başbakan Erdoğan başta olmak üzere tüm konuşmacıların, doğrudan veya dolaylı olarak Nicolas Sarkozy ve Fransız hükümetinin ülkeleri hakkındaki tavrını kınamalarıyla, bir köşede oturan Fransızların "istenmeyen misafir" olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Dolayısıyla ve bu şartlar altında, Türkiye'nin, AB'ye katılımı yönündeki müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanması halinde dış politika rotasının ne şekilde değişebileceğini anlamaya çalışmak gerekiyordu.
Ancak tüm Türk bakanların, bir İtalyan gazetecinin bu yöndeki sorusuna verdikleri yanıtlarda böylesi bir olanak göz ardı edildi. Oysa Türkiye'nin önünde başka seçeneklerin de olduğunu hatırlatabilirlerdi. Türkiye, Karadeniz, Hazar Denizi, Kafkasya, Orta Asya ve Arap Orta Doğu ile stratejik bir bölgenin en büyük gücü. Yani Avrupa kapılarını kapatacak olsa, Türkiye'ye anında başka kapılar açılacaktır. Ancak hükümet, Türkiye'nin dış politika alternatiflerinden söz etmenin, Avrupa'nın hevessiz ve çıkarcı vaadinin kanıtlanması olarak algılanılmasından çekiniyor.
Fransa'nın tutumuna rağmen Türkiye'nin bu ısrarcılığı, Erdoğan hükümetinin siyasi ve ekonomik stratejileriyle de açıklanabilir.
Erdoğan, AB ile müzakerelerin ve katılım hedefinin iki olumlu etki yarattığının bilincinde. Zira ülke bu şekilde hızla ekonomik büyüme kaydediyor. Son yıllarda kişi başına gayri safi milli hasıla yüzde 7 oranında büyüdü. Ayrıca bu şekilde ordunun, ülkenin siyasi sistemindeki gücü de azalıyor. Büyümeyle birlikte ayrıca yeni sosyal sınıflar beliriyor. Bu sınıflar, hem dinamik, hem kapitalist hem de Müslüman olarak tanımlanabilir. Yani Atatürk Türkiye'sini simgeleyen burjuvaziden çok farklı bir kesim gelişmekte.
Recep Tayyip Erdoğan'ın stratejisinin yalnızca Türkiye'ye faydalı olmadığını da hatırlatmalı. Bu strateji, Türk İslamcılığının Avrupalı olacağının ve Türkiye sayesinde sivil ve kültürel geleneklerimizle uyumlu bir İslamın varolacağının da bir teminatı.

İSPANYA BASINI

EL PAIS: "AVRUPA BİRLİĞİ'NİN SINIRLARI NEREDE?"

ANKARA, 02/01(BYE)--- İspanya'da yayımlanan El Pais gazetesinin 2 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında, Andreu Misse imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:

2020 veya 2030'un ufkunda AB'nin ne olması gerektiğini analiz etmek için bir Akil Adamlar Grubu'nun oluşturulması, Birliğin sınırları konusundaki tartışmaları gündeme getirdi. Birliğin sınırlarını tanımlamak için bu bilginler grubunun yaratılması girişimine, Ekim 2005'ten itibaren sürdürülen katılım müzakerelerini ve bu tarihte AB'yle varılan anlaşmayı felce uğratma amacıyla Türkiye'nin AB'ye girişini başarısız kılma niyeti taşıyan Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından ivme kazandırıldı.
Geçtiğimiz aralık ayında Avrupa Konseyi, Birliğin sınırlarına açıkça hiçbir atıfta bulunmayınca, Ankara'yla müzakereleri durdurmayınca ve özellikle de uzmanlar grubu başkanlığına deneyimli bir federalist olan ve Türkiye'nin AB'ye girişinin ateşli bir taraftarı olan İspanya'nın eski Hükümet Başkanı Felipe Gonzalez'i atayınca, Fransız liderin arzularını özünde gerçekleştiremedi.
Geçen ağustos ayında Sarkozy, Avrupalı liderlere bir dizi sorular yöneltti: Birliğin sınırları nerede? Birliğin sınırları olmalı mı? Yeni genişlemeler, katılım sürecinin devamlılığına uygun mudur? Aralık ayında Avrupa Konseyi bu soruların hiçbirine doğru dürüst bir cevap vermedi. Bununla birlikte sonuç bildirgelerinde bu konuların analizine açık kapı bırakılıyordu. Sonuç bildirgelerinde, "görev olarak Akil Adamlar Grubu, Avrupa'nın içinde ve dışında muhtemel gelişimleri göz önünde bulundurmak ve özellikle AB'nin olduğu kadar bölgenin bütünlüğünün de istikrar ve refahı için uzun vadede neyin en uygun olduğunu denemek zorundadır" diye işaret ediliyor.
Küçük bir ayrıntı verelim. Avrupa Konseyi Dış İlişkiler Madrid Bürosu'nun Müdürü Jose Ignacio Torreblanca için bu ifade, "Avrupa'nın sınırları ve AB'nin Türkiye'yle olan ilişkiler meselesinin temelde hala beklemede olduğunu" gösteriyor. Ona göre Akil Adamlar Grubu, "ekonomi, demografi, siyaset ve güvenlik gibi 2020'nin ufkunda AB'yi bekleyen tehditler konusunda kamu tartışmasını harekete geçirmek için ilginç bir foruma dönüşmek zorunda".
Fransa'nın Birliğin sınırlarından duyduğu özellikle de Türkiye'nin girişinden duyduğu endişe, 2005'te yeni AB Anayasası'nın Fransızlar tarafından reddedilmesinden sonra arttı.
Bir çok uzman, sözleşmenin reddedilmesini, sosyal refahlarını tehlikeye sokabilecek ve işçi akınını artırabilecek yeni üyelere sahip geniş bir Avrupa'ya muhaliflik olarak yorumladı.
Lizbon Anlaşması'nın geçtiğimiz aralık ayında kabul edilmesi, tüm devletlerin rızasını henüz almasa da anayasa krizinin üstesinden gelinmesini sağladı ve genişlemeye esneklik tanıyan başka bir hava yarattı.
Önümüzdeki yıllarda, avroyu kabul eden veya insanların serbest dolaşımı konusunda Schengen anlaşmasını imzalayan ve bununla birlikte de Birliğe tam üyelik istemeyen ülkeler de olacaktır. Hırvatistan'ın katılımıyla da muhtemelen Birliğe saf üyelik dönemi sona erecektir.
Gelecek, daha da karışık ve belirsiz bir hal alıyor. AB, 44 veya daha fazla üyeye kadar genişlemeye devam edebilecek. Genişlemenin göstergesi ise, Avrupa'nın dünyadaki ağırlığı ile sesinin ve barışı garantileyen etkisinin artması olacaktır.


İTALYA BASINI

PANORAMA: "TÜRK USULÜ AVRUPA İSLAMCILIĞI"

ROMA, 27/12(BYE)---- Haftalık aktualite dergisi Panorama'nın 27 Aralık 2007 tarihli sayısında, Sergio Romano imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Türk askeri uçaklarının Kürdistan'ın bazı köylerine düzenlediği hava bombardımanı, İtalyan-Türk Dostluk Derneği ve İtalya'nın Ankara Büyükelçiliği tarafından İstanbul'da organize edilen toplantıya katılan gazetecileri şaşırtmadı. Toplantıda konuşan Başbakan Erdoğan, PKK (Türkiye'nin güneydoğusundaki Kürt kasabalarının bağımsızlığını isteyen yasa dışı parti) militanlarının terörist olduğunu ve hükümetin de onlara tıpkı bir terörist gibi davranmak niyetinde olduğunu birçok kez tekrarladı.
Bu açıklamalar, büyük ihtimalle, Başbakan Erdoğan'ın duygularını yansıtıyor. Fakat, Başbakanın kendisini bundan farklı bir şekilde ifade edemeyecek olduğu da çok açık, bilhassa askerlere Irak sınırı ötesinde düşmanı vurma inisiyatifini tanımamazlık edemezdi. Silahlı Kuvvetlerin komutanlarıyla başka meseleler hakkında tartışılabilir, ama ülkenin güvenliğini ve toprak bütünlüğünü ilgilendiren konularda bu yapılamaz.
Erdoğan'ın İslam eğilimli partisiyle ordu arasındaki ilişki, çağdaş Türkiye'nin kritik noktası olmayı sürdürüyor. Başbakan Erdoğan, Kemal Atatürk'ün çizdiği kurumsal çerçevede laik bir cumhurbaşkanı yanında iktidarı yürütmekle yetinmedi. Hükümeti ve partisi, dostu Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanlığına aday gösterdi ve kendi tercihini kabul ettirmek için ülkeden yeterli sayıda oy aldı. Bu, muhtemelen, Atatürk'ün kurmaya çalıştığı yeni Türkiye'nin, toplumsal gelenek ve görenekler anlamında, yasalarını kaldırmaya (bunlar arasında kamu kuruluşlarındaki türban yasağı da var) yönelik hırslı bir politikanın yalnızca ilk adımı.
Bu politika, bazılarına endişe verici, hatta tehditkar görünüyor. Bu kesim Müslüman fakat İslam eğilimli partinin eline fırsat geçer geçmez devlet yapısını kökten değiştirmek için daha ileri gidilmesinden endişeleniyor. Son seçimlerde CHP tarafından organize edilen mitinglerde olduğu gibi, onlar demokrasinin silahlarıyla direnme konusunda kararlılar.
Bu savaşla mücadele etmek için Erdoğan ve partisinin elinde iki önemli kart mevcut. Bunlardan birincisi, yeni sosyal sınıflar tarafından temsil ediliyor. Son beş yılda gerçekleşen Türk mucizesi (her yıl GSMH yüzde 7 arttı) sayesinde, yeni girişimciler, tüccarlar ve hizmet sektöründe faaliyet gösterenler ortaya çıktı. Bunlar girişimci, dinamik ve son derece çalışkan, fakat bununla birlikte, İslam inancına sahipler ve Erdoğan'ın dine sahip çıkması konusunda oldukça duyarlılar. İkinci kart ise Avrupa. Erdoğan, Türkiye'nin AB'ye üye olmak istediğini ve Avrupa'nın toplumsal değerlerine uyum sağlamak niyetinde olduğunu açıklamak suretiyle, Avrupa ile ilişkilerin, özgürlüğün, hoşgörünün ve farklı dinlerin çağdaş birlikteliğinin garantisi olduğuna inanan halk kesimini rahatlatıyor.
İstanbul toplantısı son derece ilginçti. Bazı İtalyan gazeteciler, AB'nin Türkiye'nin katılımını sınıfta bırakıp Türkiye'ye boyun eğdirecek bir çözüm sunması halinde, ülkenin tepkisinin ne olabileceğini anlamaya çalışırken, toplantıya katılan ve aralarında hükümet yetkililerinin de bulunduğu Türkler, böyle bir varsayımı dikkate almayı reddettiler.
Türkiye'nin, Hindistan alt kıtası, İran Körfezi, Orta Asya, Kafkaslar, Hazar ve Arap dünyasını kapsayan Orta Doğu bölgesinde çok önemli bir güç olduğunu hatırlatmaları gerekirdi. Ancak büyük ihtimalle verecekleri yanıtın, zayıf ve yapısal bir Avrupalılık olarak yorumlanabileceği düşüncesiyle bunu yapmaktan kaçındılar. Ama Türkiye'nin hedefine ulaşmakta gösterdiği kararlılık ve tutarlılık bizim için bir garantidir. Erdoğan bize, İslamcılığının "Avrupa" tarzında olacağını belirterek, Türkiye sayesinde bizim toplumsal ve kültürel değerlerimizle bağdaşan bir İslam garanti ediyor.

L'ESPRESSO: "TÜRKİYE İÇİN 'STOP AND GO'"

ROMA, 28/12(BYE)--- Haftalık siyaset, kültür ve ekonomi dergisi l'Espresso'nun 3 Ocak 2008 tarihli sayısında, Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Soli Özel imzasıyla (Çeviren: Luis E. Morione) ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

Şayet bu bir rastlantıysa, gerçekten çok tuhaf. Birçok Türk'ü kızdırmasa da derin hayal kırıklığı yaratan Lizbon Anlaşması'nın imzalanması ve Portekiz Dönem Başkanlığının sonuçları üzerinden henüz 48 saat geçmeden, Türk savaş uçakları Kuzey Irak'taki PKK üslerine saldırdı. Türk kamuoyunun beklediği operasyon, nihayet yapılabildi. Çünkü edinilen bilgiye göre ABD, Kuzey Irak'taki hava koridorlarını açtı. Bilindiği üzere, geçen 5 Kasım tarihinde ABD Başkanı Bush ile Başbakan Erdoğan arasında gerçekleştirilen toplantıda alınan karar gereğince, ABD istihbarat akışı imkanı sağladı. Böylece Türk askerleri, ortak istihbarat merkezi tarafından da sunulan bilgiler sayesinde yoğun bir hava saldırısı yapmak için gerekli bütün bilgileri elde etti.
Saldırının asıl amacı, son iki hafta içinde ortaya çıkan iki önemli değişimi gözler önüne sermek suretiyle PKK'yı moral açısından vurmaktı: Bunlardan ilki, açıkça Türklerin yanında yer alan Başkan Bush'un, "PKK ABD'nin düşmanıdır" şeklindeki açıklamalarının da teyit ettiği üzere, ABD'nin üsler konusunda harekete geçme kararı oldu. Türkiye AB'den, terörizmle mücadele hakkı konusunda, daha önce görmediği bir destek gördü. AB, TBMM'de temsil edilen DTP'ye PKK şiddetinden uzak durması uyarısında bulundu. Diğer anlamlı değişiklik ise, Türk ordusunun, ağır kış şartlarında operasyon düzenleme kabiliyetidir. Geçmişte, bu dönemde operasyonlara ara verilirdi. Kürt Bölgesel Yönetimi operasyona sessiz ve isteksiz bir katılımda bulundu, belki de buna uyum sağlamaktan başka çaresi yoktu. Bu, Türkiye, Kürt Bölgesel Yönetimi ve ABD üçlüsü arasındaki ilişkilerde çıkar dengelerinin değiştiğinin bir başka göstergesi.
Bu operasyon, Erdoğan hükümetinin uzun yıllardır süregelen Kürt meselesi konusunda geleceğe dönük kapsamlı bir reform paketine zemin hazırlamak için nabız yokladığı bir anda meydana geldi. Hükümet, teşvikler ve muhtemelen bir af önermek suretiyle, PKK'lıları dağdan indirmeye çalışıyor. Bu tip bir operasyon, askerlerin çekincelerinin olduğu cesur adımları atabilme konusunda hükümete siyasi bir alan kazandırabilir. ABD'nin askeri operasyonlarla ilgili yardımları, Türkiye'nin ABD'yi Kuzey Irak'ta cephe açmak konusunda reddetmesi sonucu patlak veren ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerdeki derin krizin atlatıldığı anlamına geliyor.
Bu olay, her iki tarafın da tavırları sonucu Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin zayıflamış göründüğü bir anda ortaya çıkmıştı. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, AB'de Türkiye'nin katılımına karşı takındığı engelleme tavrını sürdürüyordu. Fransa, ortaklarını, Avrupa Konseyi tarafından yapılan deklarasyonlarda Türkiye'ye ilişkin bölümlerde, "üye" ve "katılım" terimlerini kullanmaktan kaçınması konusunda sıkıştırıyordu. Buna rağmen, Türkiye'nin destekçileri, daha önceki kararlara ilişkin belgelerde, Türkiye'nin statüsünü AB'ye katılmaya "aday" ülke olarak teyit ediyordu. Katılım müzakerelerinde iki yeni başlık açmak suretiyle AB, terörle mücadelede Türkiye'yi desteklediğini gösterdi.
Fransa Türkiye'nin AB'ye katılım sürecindeki karşıt tavrını devam ettirdiği sürece, Türklerin büyük çoğunluğu AB genelinde, 2004 yılında Türkiye'ye AB'ye "tam üyelik" konusunda verilen taahhütten vazgeçileceğine inanıyor. Sonuç olarak, Türkiye'nin AB'ye katılımının lehinde olan seçmenler, Türk kamuoyunu ikna etmek için verdikleri savaşta her geçen gün güç kaybediyor. Bugün, AB'nin Türkiye'deki değişimler üzerinde etkili olma kapasitesi oldukça sınırlı.
Öte yandan, AB, son dönemde Türk Hükümetinin pek de hoşnut olmadığını ve uzun zamandır beklenen reformları hala yürürlüğe sokmadığını ısrarla söylerken pek de haksız sayılmaz. AKP Hükümeti, iç politikada yaratabileceği olumsuz etkiler nedeniyle reform sürecini hızlandırma konusundaki taahhütlerini pek yerine getirecek gibi görünmüyor. Bunun bir neticesi olarak, her ne kadar katılım süreci mekanizması ilerlese de, ilişkiler durgunluk safhasına ulaşmış gibi gözüküyor.
Bölgesel istikrarın yanında, enerji sevkiyatından enerji güvenliğine ve askeri işbirliğine kadar birçok alanda her iki tarafında çok sayıda ortak çıkarları olduğu bilinen bir husus olduğuna göre, bu yavaş, ama tehlikeli uzaklaşma her iki taraf için de zararlı olabilir. İlişkileri ileri götürmek ve katılım müzakerelerine yeni bir enerji kazandırmak için yeni bir dil keşfetmenin artık zamanı geldi. Fakat asıl mesele bunu yapmak için siyasi arzunun mevcut olup olmadığı.


KIBRIS RUM BASINI

FİLELEFTHEROS: "AB'YE DOĞRU YOLCULUK DEVAM EDİYOR"

LEFKOŞA, 02/01(BYE)--- Bağımsız liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 30 Aralık 2007 tarihli sayısında, Konstandia Sotiriu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye'nin AB sürecinin geçen yıl geciktiği konusunda şüphe yok. Zira ülkedeki birçok iç çatışma, Türkiye'nin AB'ye üyelik konusunu ikinci sıraya koydu.
AKP, İslamcılar aleyhindeki savaşta galip gelme yönünde çaba sarf ederek, 2006 yılında yola çıkan Avrupai reformları ihmal etti. Bu, Avrupa Komisyonunun eleştirilerine de neden oldu.
Bununla birlikte, şimdi kontrol altında bulunduğu sırada en azından dışarıdaki uyanıklığıyla Tayyip Erdoğan'ın, Türkiye'nin AB üyelik süreciyle ilgilenmesi bekleniyor. Bazı şeylerin kolayca olması beklenmiyor.
Ülkenin Avrupa'ya doğru ilerlemesi için birçok adım atması gerekmektedir. Üstelik Brüksel'de atmosfer hiç de sıcak değildi.
Türkiye'nin üyelik müzakerelerinde değinilen paragraflarda "üyelik" ve "üye" kelimelerinin silindiği AB zirve toplantısının son sonuç metni, Almanya'nın ihtiyatlı olması ve Fransa'nın sert oluşu, Türkiye'nin gelecekte karşı karşıya kalacağı unsurlardır.
Yine de Türk Başbakan, AB'nin armağan ettiği tokatlara aldırış etmiyor ve Türkiye'nin, Avrupa'nın bir üyesi olması için savaşmaya hazır olduğunu açıklıyor. Tıpkı, "Yolculuk halen devam ediyor" açıklamasında yaptığı gibi.

FİLELEFTHEROS: "ANKARA'YA GİTMESİN"

LEFKOŞA, 02/01(BYE)--- Bağımsız, liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 31 Aralık 2007 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Yunan Başbakanı Kostas Karamanlis'in çok tartışılan Ankara ziyareti, ertelendiğine dair haberler çıkmasına rağmen, açıklandığı gibi yapılacak. Türk tarafı mantık çağrılarında ısrar ederken, böyle bir atmosferde görüşmenin o kadar da olumlu olmayacağı açıktır. Bu, görüşme masasında öncelikle kendi taleplerinin kabul edilmesi konusunda baskı yapmayı amaçlayan Ankara'nın uzun yıllardır benimsediği bir politikadır.
Yunanistan Başbakanı, Ankara'nın bu tutumu karşısında hiçbir şey söylemedi. Özellikle Babacan'ın Atina'ya yaptığı ziyaretinden ve Batı Trakya'ya düzenlediği sözde "özel" ziyaretinden sonra...
Mamafih Atina, açıkça atmosferi düzeltmeyi ve Türkiye ile uzlaşma köprülerini korumayı istediği için Başbakan bir ziyaret yapmaya karar verdi. 50 yıllık aradan sonra bir Yunan Başbakanının ilk ziyaretinin bazı sonuçları beraberinde getirmesi bekleniyor.
Ancak bunun, bugünkü koşullar altında gerçekleşmesi beklenmiyor. Atina, Türkiye'nin Avrupa sürecine yatırım yapıyor ve bu strateji, sonuç vermemesine rağmen yine de önemlidir.
Böyle bir stratejinin, Türkiye'yi Avrupa sürecinde adaptasyona götürecek düzenli hareketleri beraberinde getirdiği açıktır. Avrupa sürecinde Türkiye'ye verilen destek, sadece zaman kazanmamızı hedefliyorsa, bu durumda, kendi kendimizi çıkmaza sokacağımız bir sürece sürükleneceğiz.
Sonuç olarak, Başbakan Karamanlis, Ankara'ya gitmeden önce Türklere, verilen desteğin bazı koşullara bağlı olduğu konusunda haber vermelidir; AB müktesebatı, uyuma yönelik hızın artması ve AB'nin kanunlarına saygı gibi.
Bu, Türkiye'nin gümrük birliğine ilişkin sadece ek protokolün uygulanmasında değil, aynı zamanda, Kıbrıs sorununda da hareketliliklerin olacağı anlamına geliyor; Türkiye'nin, Ege'de savaş nedenine ilişkin kararını kaldırması gerektiği anlamına geliyor; bir adaylık alternatifi değil Türkiye'nin Avrupalılaşması anlamına geliyor.
Mesajın Ankara tarafından önceden alınması gerekecek. Aksi takdirde, bu ziyareti gerçekleştirmenin bir anlamı olmaz. Öte yandan sembollerin de bir anlamı var. Yunan Başbakanı -50 yıl sonra- Türkiye'ye gittiğinde, bu ziyaret sonuçsuz olamaz ve çağrıların gölgesinde gerçekleşemez.

YUNANİSTAN BASINI

ELEFTHEROTİPİA: "KIBRIS SORUNU... 2007 YILININ SARSINTILARI, 2008 YILI İÇİN BELİRSİZLİK"

ATİNA, 27/12(BYE)--- Tirajı günde 60 bin olan Eleftherotipia gazetesinin 27 Aralık 2007 tarihli sayısında, Fanos Konstantinidis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan analizin çevirisi şöyledir:

2007 yılı, Kıbrıs konusunda önemli gelişmeler yaşanmadan bitiyor. Buna rağmen, 2007 yılında son üç yılın durgun sularını hareketlendiren bazı "sarsıntılar" da meydana geldiğini söyleyebiliriz.
5 Eylül'de Kıbrıs Cumhurbaşkanı Tasos Papadopulos ile Türk kesimi lideri Mehmet Ali Talat arasında gerçekleşen görüşmeden bir sonuç elde edilmemesinin olumlu etkileri oldu. Türk tarafı, 8 Temmuz 2006 Anlaşmasının uygulanmasını hiçbir şekilde istemediği mesajını gönderdi. Türkiye'nin konuyla ilgili olumsuz tutumu, BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi büyükelçilerinin sürekli Lefkoşa'da bir araya gelip 8 Temmuz Anlaşmasının uygulanması için yollar aramalarına neden oldu.
Bu anlaşma ve BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin, (dönemin BM Genel Sekreter Yardımcısı İbrahim Gambari'nin hazır bulunmasıyla imzalandığı için BM imzalı olan) Papadopulos-Talat Anlaşmasının uygulanması konusundaki ısrarı, Papadopulos-Talat anlaşmasının Annan planını kenara ittiği değerlendirmesini yapan Kıbrıs Rum tarafının -küçük veya büyük- bir başarısı sayıldı. BM'nin ve bazı ülkelerin Annan planını geride bırakıp unutup unutmadığı ise ayrı bir konudur. Ancak şu bir gerçek ki Ankara'nın ve Talat'ın 8 Temmuz Anlaşmasını görmezden gelme çabalarında, tahrik edercesine Pendadaktilos Dağlarına yerleştirdikleri Türk bayrağını dalgalandırdıkları gibi Annan planını da dalgalandırmalarının aksine, BM veya diğer resmi organlar çok konuşulan bu plana değinmiyorlar.
2007 yılının Aralık ayı olumlu bazı "izler" bıraktı. Bu izlerin 2008 yılındaki gelişmelere yardımcı olması bekleniyor. Uzun zamandır içinde bulunulan bu çıkmazın giderilmesine ve bir takım gelişmelerin sağlanmasına yönelik 2008'de baskı yaratacak girişimler olacağına inanılıyor.
Aralık ayı "gündemi", Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un Lefkoşa ziyareti sırasında yaptığı açıklamaları içeriyor. Lavrov, Kıbrıslı Türklerin izolasyonunun kaldırılmasını öneren BM Güvenlik Konseyi kararı nedeniyle Genel Sekreter Ban Ki-Moon'u resmi olarak eleştirdi. Lavrov ayrıca, Ban Ki-Moon'u, sunduğu raporda önemli hususlara değinmediği için ve Cumhurbaşkanı Papadopulos'un 8 Temmuz Anlaşmasının uygulanması yönündeki girişimlerinden söz etmediği için de eleştirdi. Rusya'nın olduğu kadar Fransa ve Çin'in de tutumu nedeniyle BM Güvenlik Konseyi ayın 14'ünde sunduğu bildiride, Genel Sekreterin raporunda yer alan Kıbrıs Türklerinin izolasyonunun kaldırılmasıyla ilgili bölüme yer vermedi. Ban Ki-Moon'un gelecekte sunacağı raporlarda ise, Kıbrıslı Türklerin "izolasyonuna" değinip değinmeyeceği bilinmiyor. Tabii bu, Kıbrıs konusunda yaşanacak gelişmelere bağlıdır.
Bir diğer olumlu gelişme ise, Genel İşler Komisyonunun AB Konseyi tarafından da onaylanan sonuçlarıdır. Bu sonuçlarda, Türkiye'nin AB-Türkiye Ortaklık Anlaşması Ek Protokolünün ayrım yapılmadan uygulanması için yükümlülüklerini yerine getirmemiş olduğu ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerini iyileştirme yönünde gelişme sağlamadığı yer aldı. Aynı zamanda raporda, Komisyonun, AB'ye üye devletlerin 21 Eylül 2005'te yaptıkları ve aralarında Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Türkiye tarafından tanınmasının da bulunduğu açıklamada yer alan konularla ilgili gelişmeleri takip etmeye ve değerlendirmeye devam edeceği ifade ediliyor. Konsey bütün bu konularda hızlı gelişmeler sağlanmasını beklediğini tekrarlıyor.
2008 yılının Kıbrıs için ne kadar olumlu gelişme doğuracağını tahmin etmek için henüz erken. Ancak, şubat ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra, BM'nin, Amerikalıların ve AB'nin, Kıbrıs konusunda müzakereler başlatacak adımlar atmasını beklemek mantıklıdır. Çünkü ufukta belirli olan hiçbir şey yok. Tabii, seçimler, arabulucuların müdahale zamanı ve şekline ilişkin karar vermeleri konusunda çekingen davranmalarına neden olan etkili bir faktördür. Ancak, asıl önemli olan ve açıklanması gereken şu: Türk tarafı, Kıbrıs konusunda ne bir girişimde bulunulmasını ne de olumlu bir adım atılmasını istiyor. Durumun askıda kalması işine geliyor. Sözde devleti terfi ettirme çabası içinde, Kıbrıslı Türklerin izolasyonuna ilişkin gürültü yapmak Türkiye'nin çıkarınadır. Düşünülecek olursa, Kıbrıs konusundaki çıkmaz, hem Ankara hem Kıbrıs Türk kesimi yönetimi tarafından iç politika malzemesi olarak kullanılıyor.
Dolayısıyla, arabulucuların dikkatlerini öncelikle Kıbrıs konusundaki gelişmelerin anahtarına sahip olan Ankara'ya yöneltmeleri gerekir. Türkiye, tutum ve politikasını değiştirmez, Kıbrıs sorununun çözülme vakti geldiğine karar vermez, uygun siyasi kararları almaz, Kıbrıs Cumhuriyeti'ne karşı tutumunu değiştirmez, BM bildirilerine ve AB'nin verdiği öğütlere saygı duymazsa, önümüzdeki yıl da gelişmeler ne yazık ki fayda etmeyecek. Bu nedenle, Lefkoşa'daki herkes hareketlilik ve olağanüstü gelişmeler konusunda haklı olarak ihtiyatlı hareket ediyor.
Ancak, beklemek gerekir. Çünkü aralık ayındaki bazı gelişmeler, Kıbrıs sorunu ve Kıbrıs etrafındaki hiçbir şeyin net ve kesin olmadığını kanıtladı. Kıbrıs, 2008 yılı içerisinde birçok nedenden dolayı kendisinden tamamen bağımsız bir konu olan Kosova konusu da dahil olmak üzere yeni denemelerden geçecek. Lefkoşa'yı endişelendiren konu, sorunun nasıl çözüleceği ve bölgenin bağımsızlığıdır.

İSVİÇRE BASINI

TAGES ANZEIGER: "DEMOKRASİ HAKKINDA SÖYLENEN LAFLARIN HEPSİ TAMAMEN İKİYÜZLÜLÜK"

BERN, 31/12(BYE)--- Tirajı günde 225 bin olan Tages Anzeiger gazetesinin 29 Aralık 2007 tarihli sayısında, Res Strehle ve Christof Münger imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Peter Scholl Latour ile yapılan söyleşinin Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

Ilımlı güçlerin bir miktar rahatlama sağlayabileceği hususunda Türkiye bir örnek teşkil edebilir mi?
Türkiye'ye dikkat ediniz. Ben o ülkeyi 1951'de otobüsle gezdim. O zamanlar açık camiler, Kuran kursları yoktu. Şehirde başörtülü kadın göremezdiniz. Ordu laikliğe uyulmasını gözetiyordu. Hiçbir müezzin ezan okuyamıyordu. Buna karşın günümüzde Türkiye'de her tarafta minareler yükseliyor. Türkler İslamı keşfettiler ithamında bulunulamaz, ama bu konuda daha çok tavizler verilecek.

--Türk Ordusunun Rolü Nedir?--

Türk ordusu eskiden Türkiye'nin yönünü Avrupa'ya çevirmesinin garantisiydi. Bir subay camide göründüğünde ordudan atılırdı. Aynı şekilde eşi başörtüsü takan subay da atılırdı. Ancak, Türk generallerinin Milli Güvenlik Kurulundaki etkinlikleri, bizim demokrasi anlayışımızla bağdaşmıyor. O yüzden AB habire askerlerin gücünün elinden alınması talebinde bulunuyor. Halbuki ordu Türkiye'nin yeniden İslamlaştırılmasına karşı koyacak son unsurdur.

--Bunun Önüne Geçmek İçin Türkiye AB'ye mi Entegre Edilmeli?--

Ben Türkiye'nin katılımına karşı olduğumu deklare etmiş birisiyim. Bugün 70 milyon Türk var, pek yakında da 100 milyon olacak. Böyle bir durumda Türkiye büyük farkla Avrupa'nın en büyük devleti olur. Oysa Türkiye Avrupa'ya dahil değil ki. Ben bunu Türklere söylerken asla zorluk çekmedim. Sadece bazı Amerikalılar ve Avrupalılar gibi, çok bilmiş bir tavırla ortaya çıkmamalı. Bayan Merkel bu konuda çok becerikli. Parmağı havada, hep insan haklarına işaret ediyor.

--Türkiye'nin Geleceğini Nasıl Görüyorsunuz?--

Türkler büyük bir imparatorluğun mirasçıları. Bir zamanlar Viyana önlerine dayanmışlar, Malta'yı kuşatmışlardı. Tüm şarka hükmettiler. Nüfuzları Çin'e kadar uzandı. Uygurlar da Türk. Onlara hep söylüyorum, hele de Avrupa zaten doğuya genişlemeden ötürü zayıf düşmüşken, Avrupa'ya yaslanmaya ihtiyacı olmayan, kendilerine ait bir imparatorluğa sahipler. Bunun daha olası olanı Türkiye'nin bir AB partneri olmasıdır. Ama Angela Merkel'in ifade ettiği gibi imtiyazlı ortaklık falan gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Türkler artık bunu duymak istemiyor. Ben bir ittifak düşünüyorum.

--Türkiye'nin Haklarını Talep Ettiği Kuzey Irak'ta Neler Bekliyorsunuz?--

Kürtler Kuzey Irak'ta ABD'nin müttefiki oldukları için durum çok hassas. Ancak ABD, hassas bir konuma eriştiğinden Türkiye'deki İncirlik hava üssüne de bağımlı, ikmalin büyük bir kısmı o ülkeden geliyor. Ürdün Akabe'den fazla bir şey gelmiyor. Güney Irak'taki Basra neredeyse kapalı gibi, İngilizler sadece havaalanındalar, artık limanı kontrol etmiyorlar.

--Kuzey Irak'taki İhtilafın Artmasını Bekliyor musunuz?--

Irak Kürtleri büyük petrol yataklarına sahip Kerkük'ü elde ederlerse Türkiye askeri olarak müdahale edecektir. Ve ABD de, hem Türklerin, hem de Kürtlerin dostu olunamayacağını kesinlikle ortaya koyacaktır.


İRAN BASINI

FARS: "AB'NİN, YENİ YILDA TÜRKİYE'DEN İLK TALEBİ"

TAHRAN, 02/01(BYE)--- Muhafazakar eğilimli Fars haber ajansının 2 Ocak 2008 tarihli internet sayfasında yer alan haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Ria Oomen, AB'nin yeni yılda Türk Hükümetine mesajının reformların sürdürülmesi olduğuna değinerek, "Ankara'nın, kadın ve erkek haklarının eşitliği ve TCK'nın 301. Maddesi konularında pratik adımlar atmasını bekliyoruz" dedi.
Fars haber ajansının Türkiye'de yayımlanan Yeni Şafak gazetesine atıfta bulunarak duyurduğuna göre, Avrupa Parlamentosu Hristiyan Demokrat grubunun Hollandalı üyesi Ria Oomen, bir Türk haber ajansına verdiği demeçte, Türkiye-AB ilişkilerindeki gelişmelerin tiyatro olmadığını söyleyerek, Türkiye ile müzakerelerin kaldığı yerden devam edeceğini belirtti.
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin karşı çıkmasına rağmen Türkiye ile müzakerelerin süreceğini vurgulayan Oomen, AB'nin Türkiye ile müzakere sürecini iki başlık altında sürdürmeyi amaçladığını bildirdi. Oomen, AB-Türkiye müzakerelerinin tüm üye ülkelerinin talebi üzerine ve söz konusu ülkeler arasında görüş birliğinin sağlanması durumunda mümkün olduğunu da kaydetti.
Türkiye'nin AB açısından stratejik bir konuma sahip olduğunu hatırlatan Ria Oomen, Türk Hükümetinden temel reformlar konusunda pratik adımlar atmasını istedi. Söz konusu parlamenter, Türkiye'de enerji sektöründe de reformların gerçekleştirilmesini istedi.
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliğine şiddetle karşı çıkıyor. O kadar ki, AB'den, Türkiye ile müzakerelerini durdurmasını bile istedi.

MISIR BASINI

EL AHRAM: "ERDOĞAN'IN DEMOKRASİSİ ATATÜRK LAİKLİĞİNİ EZERKEN"

KAHİRE, 31/12(BYE)--- Tirajı günde 1,5 milyon olan hükümet yanlısı el Ahram gazetesinin 31 Aralık 2007 tarihli sayısında, Mohammed Kassem imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Geçen yıl neredeyse Türkiye'yi alıp götüren şiddetli siyasi krizi izleyen herkes, başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, Türk siyasi yöneticilerinin zekasını hayranlıkla olmasa bile takdirle karşıladı. Erdoğan ile Gül, tüm bir orduyla girdikleri savaştan zaferle çıktı ve hatta Gül cumhurbaşkanı oldu.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in görev süresi dolmadan önce AKP lideri Erdoğan bu makama aday olmaya hazırlandı. Ancak ordu, muhalefet ve Cumhurbaşkanı Sezer'in itirazı karşısında hemen geri adım atan Erdoğan, o sırada Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül'ü aday gösterdi.
İçeride popüler olan, Ankara'nın AB'ye katılım müzakerelerinde gösterdiği çabalarıyla bilinen, deneyimli bir dışişleri bakanı olarak bölgede ülkesine öncülük rolünü yeniden kazandıran ve eski bir başbakan olarak bölgesel ve uluslararası desteğe sahip olan Gül'ün aday gösterilmesi, Erdoğan'ın ilk zekice adımıydı.
Ancak, kendisini Mustafa Kemal Atatürk'ün laikliğinin hamisi olarak tanıtan ordu, önceki İslami temayülleri nedeniyle Gül'ün adaylığına karşı çıktı. Çünkü, Türkiye'de laik kimliği koruma savıyla geçen 50 yıl boyunca dört hükümeti düşüren güçlü ordu, Erdoğan'ın iktidarı elinde tutması ve ardından Gül'ün Çankaya'ya çıkmasıyla ülkenin mutlaka avucunun içinden kayacağını hesaba katıyordu.
Parlamento içindeki muhalefet partileri, AKP adayının Anayasa gereği cumhurbaşkanı seçilebilmesi için istenilen üçte ikilik oy nisabına ulaşılmasını engelleyerek krizin daha da sertleşmesine neden oldu.
Fakat Erdoğan, ordu ve onun tekelinde dönen muhalefetle açıkça karşı karşıya gelmektense akıllıca bir adım atarak partisinin kazanacağından emin olduğu erken genel seçimlere gidilmesini önerdi. Çünkü Erdoğan, AKP'nin iktidarı boyunca yaptığı icraatlara güveniyordu.
Seçimlerde beklenen büyük başarıyla parlamentoda sandalyelerin çoğunun kazanılması ve Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından ordunun dişlerini gıcırdatmaktan başka yapacağı bir şey kalmadı. Özellikle ordu, Erdoğan'ın 2002 yılında başına geçtiği iktidar öncesi Türk ekonomisinin İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana yaşadığı en büyük çöküntüden sonra, ekibiyle gerçekleştirdiği sıçramayı mahvetme sorumluluğunu göze almadı. Çünkü ordu, daha yeni seçilmiş bir hükümeti, salt İslami eğilimlerinden dolayı devirme sorumluluğunu halka açıklayamazdı.
Ayrıca, demokrasinin getirdiği bu hükümeti devirmek, Türkiye'nin AB'ye katılma umutlarını tamamen ortadan kaldırır. Bir Müslüman ülkenin aralarına katılmasına zaten karşı çıkan AB liderlerinin, askeri darbeyle gelen bir iktidar tarafından yönetilen bir ülkeyi üye kabul etmeleri asla düşünülemez.
Türkiye'de, laiklerin geçilmez kalesi olarak algılanan Cumhurbaşkanlığı Köşküne Gül'ün çıkmasının ardından, resmi münasebetlerde türbanlı eşiyle birlikte görünmekten kaçınmasına rağmen yeni Cumhurbaşkanı ile el sıkışmayı ve selamlaşmayı bile reddeden ordu komutanlarının öfkesini yatıştırmak gerekiyordu.
Bunun için iki lider (Erdoğan ve Gül), Türkiye'den bölünme beklentisi taşıyan ve çeyrek asırdır silaha sarılmaya yönelerek Türkiye'ye ağır zararlar veren PKK'ya karşı saldırıların tırmandırılmasını en elverişli fırsat bildi. Böylece, Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın kontrolündeki Meclisin, asi Kürtleri ortadan kaldırmak için ordunun elinin serbest bırakılmasını onaylaması, halkın isteğini yerine getirmek bile olsa, ordunun hoşnutsuzluğunun şiddetini başka yöne kaydırmak yolunda atılan başarılı bir adımdı.
Orduya Kuzey Irak'a girmek için yeşil ışık yakıldıktan sonra Erdoğan ve beraberinde güçlü müttefiki Gül, Kürtlere karşı askeri operasyonlara uluslararası destek toplamak için hummalı bir kampanya başlattı. Bu kampanyaya ABD Başkanı George Bush'tan gelen tam destek ve Türkiye'nin asi Kürtleri ezme hakkını tanıyan AB'den olumlu yaklaşım doğdu.
Kürtlere karşı askeri operasyonların, orduya seçim krizi sırasında sarsılan heyetini henüz geri getirmezse bile, askeri komutanların dikkatini Gül ve Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Türk yazar Orhan Pamuk'un Atatürk'ün laikliğinden daha "çok demokrat" olarak nitelediği Erdoğan ile partisinden uzak bir yöne çevirdiği muhakkaktır.

RUSYA BASINI

RBC DAİLY: "TÜRKİYE, AB ÜYESİ OLABİLMEK İÇİN CEZA KANUNUNDA BAZI DEĞİŞİKLİKLER YAPMAYA HAZIR"

MOSKOVA, 27/12(BYE)--- Tirajı günde 60 bin olan liberal eğilimli RBC Daily gazetesinin 27 Aralık 2007 tarihli sayısında, Alina Lyubimskaya imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

Türkiye Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, dün yaptığı açıklamada, Türk makamlarının ifade özgürlüğüne ilişkin yasada bazı değişiklikler yapmayı planladıklarını söyledi. Burada, Türk Ceza Kanununun "Türklüğe hakaret"i suç sayan maddesinde değişiklik yapılması öngörülüyor. Zira, Türk Ceza Kanununun 301. maddesi Türkiye'nin AB üyeliğini engelleyen bir konu haline geldi. Uzmanlara göre, Ankara bu "fedakarlık" sayesinde istediğini elde edebilir.
Adalet Bakanlığı, değişiklik tasarısını 15 gün içinde Başbakanlığa gönderecek. Yeni 301. maddede "Türk milletine, Cumhuriyete veya TBMM'ye hakaret" edenlerin altı ay ila üç yıl arasında değişen hapis cezasına çarptırılması öngörülüyor. Ayrıca Türkiye hükümetine, yargı organlarına, TSK'ya veya güvenlik kurumlarına hakaret edenlere altı ay ila iki yıl arasında değişen hapis cezası verilebilecek. Bu suçların yurt dışında işlenmesi durumunda cezaların üçte bir arttırılması söz konusu. Anılan madde gereğince, eleştiri amaçlı ifadeler suç kapsamından çıkarılıyor.
Türkiye'de, 20. yüzyıl başlarında Ermeni soykırımı olduğunu kabul eden birçok gazeteci ve yazar, 301. maddeden yargılanmıştı. Örneğin, geçen yıl Nobel Edebiyat Ödülü alan Türk yazar Orhan Pamuk da bu madde uyarınca yargılanmış, ancak daha sonra beraat etmişti.
301. maddede değişiklik yapılması konusu, Ankara'nın AB ile bütünleşmesi için önemli şartlardan birini teşkil ediyor. AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, AB'deki meslektaşlarına hitaben yaptığı konuşmada, Türkiye'nin AB'ye katılım sürecinde "Yargı ve Temel Haklar" konulu başlığın askıya alınmasını teklif etti.
Rusya Federasyonu Siyasi Teknolojiler Merkezi Başkan Yardımcısı Aleksey Makarkin, konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada, "Türkiye'deki ılımlı İslamcı elit, AB yolunda sonuna kadar yürümede kararlı görünüyor. Türkiye, AB'nin bütün şartlarını yerine getirirse, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin, Türkiye'yi AB'nin içinde görmek istememesi pek de önemli değil."
Ancak, Ankara'nın bir fedakarlık daha yapması; yani, AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerini düzene sokması gerekiyor.

 


Güncelleme: 08/02/2008 / Hit: 3,590

Copyrights © 2023 Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
Directorate for EU Affairs
Copyrights © 2023 - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Avrupa Birliği Başkanlığı