- ANA SAYFAGiriş Noktanız
- BAŞKANLIKKurumsal Yapı
- BİR BAKIŞTA ABAB Yapısı ve İşleyişi
- AB İLE İLİŞKİLERTürkiye-Avrupa Birliği İlişkileri
- Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihçesi
- Temel Belgeler
- Anlaşmalar
- Protokoller
- Katılım Ortaklığı Belgeleri
- Ulusal Programlar
- Avrupa Komisyonu Tarafından Hazırlanan Türkiye Raporları
- Genişleme Strateji Belgeleri
- AB'ye Katılım için Ulusal Eylem Planı (2016-2019)
- AB'ye Katılım İçin Ulusal Eylem Planı (2021-2023)
- Ortaklık Konseyi Kararları
- Türkiye-AB Zirvelerine İlişkin Belgeler
- Kurumsal Yapı
- Gümrük Birliği
- Türkiye- AB Yüksek Düzeyli Diyalog Toplantıları
- VERİKaynaklar
- MEDYAHaber / Duyuru
- İLETİŞİMBize Ulaşın
2008-03-13 Haftalık AB - Türkiye Haberleri
2008-03-13 Haftalık AB - Türkiye Haberleri
ALMANYA BASINI
ALMANYA İLE FRANSA ARASINDA AKDENİZ BİRLİĞİ PROJESİ KONUSUNDA YAŞANAN GELİŞMELERİN ALMANYA BASININDA YANSIMALARI
BERLİN, 05/03(BYE)--- Almanya ile Fransa arasında Akdeniz Birliği Projesi konusunda yaşanan gelişmelerin Almanya basınındaki yansımaları şöyledir:
Franfurter Allgemeine Zeitung'da, "Denge" başlığı altında ve Günther Nonnenmacher imzasıyla yayımlanan yorumda şöyle denilmiştir: "Hannover'de yapılan Almanya ile Fransa toplantısının ardından, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin arzu ettiği Akdeniz Birliğinin Baltık Denizi Konseyi modeline uygun olarak şekillendirilmesi öngörülüyor. Bu, Baltık Denizi Konseyi büyük ölçüde bilinmeyen bir model olduğu için kamuoyuna fazla bir şey ifade etmiyor. Yapılan açıklamalar, Akdeniz Birliği projesinin, AB tarafından bu bölge için bugüne kadar izlenen politikayı değiştirmeyeceğine işaret ediyor. Bu durumda eski bir şişeye yeni bir etiket mi yapıştırılmış oluyor? AB içinde bu proje hakkındaki görüş farklılıklarının yeniden ortaya çıkacak olmasından endişe edilmelidir. Zira Fransa'nın stratejik hedefinde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Fransa hala, AB'nin doğu Avrupa'ya kaymış olan ağırlık merkezini güneye doğru kaydırarak denge sağlamak istemiştir. Ancak arada önemli bir fark vardır. Orta Avrupa ülkeleri AB üyesidir. Akdeniz Avrupa için önemlidir, ancak güney kıyısı bir başka kıtaya aittir.
Berliner Zeitung'da, "Sarkozy Sorunu... Avrupa Birliği, Paris Tarafından Yapılan Mantıksız Önerilere Karşı Çıkmak İçin Çok Fazla Güç Harcamak Zorunda Kalacak" başlığı altında ve Thorsten Knuf imzasıyla yayımlanan yorumda şu ifadeler öne çıkmıştır: "Sarkozy, Şansölye Angela Merkel'in girişimi sonucunda Akdeniz Birliği projesini AB çatısı altında gerçekleştirmeye ikna oldu. Sarkozy başlangıçta bu konuda çok farklı bir düşünceye sahipti. Akdeniz'e kıyısı olan ülkeler arasında kurulacak bir ittifakın nasıl bir işlev göreceğini Sarkozy hiçbir zaman mantıklı bir şekilde açıklayamadı. Kesin olan tek şey, Fransa'nın bu ittifak içinde lider rolü üstlenmek istemesiydi.
Almanya ve AB üyesi diğer ülkeler kendilerini haksızlığa uğramış hissettiler. AB, iyi komşuluk politikasını çok ciddiye almakta ve Kuzey Afrika ile Orta Doğu'da gerçekleştirdiği projeler için çok fazla para harcamaktadır. Rakip bir yapılanmanın hayata geçirilmesi, bu politikaya zarar verecektir. Olanları bir "Sarko şovu" diye nitelemek için konu çok ciddidir. Avrupa Birliği, "Akil Adamlar Komitesiyle ilgili garip çekişmeyi hala unutmamıştır. Esasen burada söz konusu olan, seçim kampanyasında Türkiye ile katılım müzakerelerini durduracağını ilan eden ve bundan bir şekilde geri adım atmak durumunda olan Sarkozy'in bu işi yüzü kızarmadan yapmasına yardımcı olmaktır.
Nicolas Sarkozy'nin enerji dolu olduğu tartışmasız bir gerçek. Ancak mesele, bu enerjiyi AB lehine nasıl kullanabileceğidir. Sarkozy düzenli aralıklarla AB Merkez Bankasının faiz politikasına karşı çıkarak bu kurumun itibarını zedelemiştir. Fransa bu yılın ortasında AB Dönem Başkanlığını üstlenecektir. Birçok AB bürokratı, Paris'in her gün yeni bir yangın çıkaracak olmasından endişe etmiştir. Yangın ateşi görmek Sarkozy'nin hoşuna gidiyor, ancak onu söndürmek zorunda kalacak olanlar başkaları olacaktır."
Financial Times Deutschland gazetesinde, "Almanya-Fransa... Güvensizlik Devam Ediyor" başlığı altında, imzasız yayımlanan başmakalede şu görüşlere yer verilmiştir: "Yüzeysel olarak bakıldığında, Şansölye Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı arasında gerçekleştirilen görüşme sonrası iki ülke arasındaki dostluğun pekişmiş olduğu gibi bir izlenim ortaya çıkıyor. Fransa'nın Avrupa Birliği projesi nedeniyle ortaya çıkan gerilimler bu aşamada ortadan kaldırıldı.
Ancak bu ilk izlenim yanıltıcı niteliktedir. Sarkozy, Avrupa Birliği projesini, Almanya'nın desteği olmaksızın gerçekleştiremeyeceğini idrak etmiş olabilir. Ancak ana sorun devam etmiştir. Sarkozy, Avrupa'da işlerin Paris'ten farklı yürüdüğünü anlamamıştır. Sarkozy, Avrupa politikasının kendi çıkarları ve egosunu mümkün olduğunca azami ölçüde tatmin edilmesi olduğu düşüncesindedir. Berlin'de Fransa'ya duyulan güvensizliğin ne kadar derin olduğu dün ortaya çıktı. Fransa Başbakanı tarafından yapılan açıklamada, Almanya'nın Akdeniz Birliği projesinde eşit haklara sahip olan bir ortak olarak yer almayacağı ifade edildi. Daha sonra bunun bir iletişim hatası olduğu söylendi. Ancak Berlin'de bunun Sarkozy'nin bir hilesi olabileceği düşünülüyor. Dostluk farklı bir şeydir.
Financial Times Deutschland gazetesinde, "Kaçamak Uzlaşma" başlığı altında ve Birgit Marschall imzasıyla yayımlanan yazıda şöyle denilmiştir: "Cumhurbaşkanlığı görevini üstleneli henüz bir yıl dahi olmayan Sarkozy ülkesinde zor durumda. Sarkozy kamuoyu yoklamalarında en alt seviyede yer alıyor. Merkel, Sarkozy'nin bu zayıflığını kullanarak Akdeniz Birliği projesinde Fransa'nın taviz vermesini sağladı. İki lider arasında varılan uzlaşmaya göre, Akdeniz Birliği'ne yalnızca Akdeniz'e kıyısı olan ülkeler katılmayacak. Söz konusu birlikte AB üyesi 27 ülkenin tamamı eşit söz hakkına sahip olacak.
Ancak Fransa Başbakanı François Fillon bu uzlaşmadan bir gün sonra yaptığı açıklamada, Almanya'nın Akdeniz Birliği'ne yalnızca gözlemci üye olarak katılacağını iddia etti. Alman Federal Hükümeti bu açıklamadan rahatsız olsa da, dışarıya karşı iyimser bir tablo sergiledi. Federal Hükümet Sözcüsü tarafından yapılan açıklamada, Merkel ve Sarkozy'nin Akdeniz Birliği projesinin yalnızca eşit haklara sahip ortaklar temeline dayalı olarak gerçekleştirilebileceği konusunda mutabakat sağladıkları, Fillon'un açıklamayı yaparken muhtemelen son gelişmelerden haberinin olmadığı belirtildi.
Ancak Merkel, Sarkozy'nin ülkesinde Almanya'da olduğundan farklı hareket ettiğini anlamıştır. Sarkozy ülkesinde Avrupa'yı kurtaran adam rolü oynamakta, basitleştirilmiş AB Anayasası sözleşmesinin yalnızca kendi kararlığı sonucunda kabul edilebildiğini iddia etmiştir.
Almanya ile Fransa arasında sağlandığı iddia edilen yeni dostluk her halükarda kırılgandır. Sarkozy Avrupa Merkez Bankası konusunda kendi politikasını savunmakta, Bankanın ekonomik büyüme için daha fazla gayret göstermesini ve euronun değerini düşürmesini istemiştir. Bu istek, Federal Hükümet tarafından bir felaket olarak görülmüştür. Ne yapacağı tahmin edilemeyen Fransa Cumhurbaşkanını Hannover'de yaptığı gibi yatıştırabileceğini düşünen Merkel ise, "Birlikte olduğumuz zaman daima mutabakat sağlamamız tabii bir durumdur" şeklinde konuşmaktadır.
Süddeutsche Zeitung'da "Rahatsızlık, Uzlaşma, Tekrar Rahatsızlık... Merkel ve Sarkozy, Akdeniz Birliği Konusunda Uzlaştılar. Paris, Yeni Şüphelerin Ortaya Çıkmasına Neden Oluyor" başlığı altında ve Stefan Braun/Claus Hulverscheidt imzalarıyla yayımlanan yazıda şu ifadeler öne çıkmıştır: "Fransa Başbakanı François Fillon'un dün bir radyo kanalına verdiği mülakatta, Paris tarafından kurulmak istenen Akdeniz Birliği'nin Baltık Denizi Konseyi örneğine uygun olacağını söylemesi, yeni bir güvensizliğin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu, Almanya'nın söz konusu birliğe tam üye değil, gözlemci ortak üye statüsünde dahil olabileceği anlamına geliyor. Fillon mülakatında ayrıca, Fransa'nın Akdeniz Birliği projesinde Almanya'dan farklı olarak, daha doğrudan çıkarları olduğunu ifade etti. Merkel ile Sarkozy arasında gerçekleştirilen zirve toplantısından sonra kullanılan açık ve net ifadelere rağmen, güvensizliğin devam etmesi iki liderin tutumları arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Bir yanda ortaklarını yeni projeler arcılığıyla sürekli olarak rahatsız eden Sarkozy yer alırken, diğer yanda ikili görüşmelerde muhatabını ikna ederek diplomatik bir tutum sergileyen Merkel yer almaktadır. Bu da, ikili görüşme sırasındaki görüşün, dışarıya yansıtılan görüşle uyumlu olmasını güçleştirmiştir."
WESTDEUTSCHE ALLGEMEINE: "İSLAM, ENTEGRASYONUN GERÇEKLEŞMESİNİ ZORLAŞTIRMIYOR"
ANKARA, 07/03/(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Westdeutsche Allgemeine gazetesinin 6 Mart 2008 tarihli internet sayfasında, Angelika Wölk'ün Yaşar Yakış ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın çevirisi şöyledir:
Almanlar ve Türkler arasında yaşanan hava üzerine, Westdeutsche Allgemeine gazetesinin redaktörü Angelika Wölk, TBMM AB Uyum Komisyonu Başkanı Yaşar Yakış ile görüştü.
WÖLK: Sayın Yakış, Başbakan Erdoğan'ın Köln'de yaptığı konuşmadan beri Almanlar ve Türkler arasındaki hava oldukça gergin. Erdoğan, Köln'de Türklere, "Hiç kimse sizden asimile olmanızı bekleyemez. Asimilasyon insanlık suçudur" dedi.
YAKIŞ: Türkiye'deki izlenim, Almanya'dakinden farklı. Erdoğan'ın yaptığı konuşmaya ilişkin söyleyebileceğim, bizim asimilasyonu yargılamadığımızdır. Aksine biz entegrasyona teşvik ediyoruz. Kim entegrasyona zorlanırsa, o zaman biz bu duruma karşı çıkarız. Ama bir Türk kendi hür iradesiyle entegre olmak isterse, bu durumu destekleriz. Eğer Türkler Almanya'da kalmak istiyorlarsa, yaşadıkları topluma entegre olmalıdırlar. Bulundukları toplumdan ayrı yaşayamazlar. Hatta biraz daha ileri giderek, Türklerin burada kazandıkları parayı, Türkiye'ye göndermeyip burada entegrasyon için harcamaları gerektiğini düşünüyorum. Biz Almanya'daki Türklerin Almanca öğrenmelerini teşvik ediyoruz. Almanya'daki Türklerin Almanca öğrenmemelerinin bir özrü olamaz.
WÖLK: Almanya'da, birçok Türkün paralel bir toplumda yaşadığı yönünde eleştiriler yapılıyor.
YAKIŞ: Biz, Türklerin kendilerini sınırlamalarına karşıyız. Paralel toplum kabul edilemez bir durumdur. Türkler, yaşadıkları toplumun içinde yer almalı, toplumun ilerlemesine katkı sağlamalı ve bundan da faydalanmalıdır. Biz, İslamın entegrasyonu zorlaştırmadığını söylüyoruz.
WÖLK: Ancak birçok Türk, İslam ve modernliği bir araya getiremiyor.
YAKIŞ: Hayır. Hem Türkiye'de hem de Almanya'da insanlar her ikisini de başarılı bir şekilde bir araya getirebiliyor. Buna örnek olarak, yönetmen Fatih Akın'ı gösterebiliriz. Ancak Almanya'daki Türkler her ikisini de birleştirmenin gerekli olduğunun farkına varmadı. Eğer bu insanlar Almanya'ya gelmeden önce İstanbul'da yaşamış olsalardı, şimdi farklı düşüneceklerdi. Ancak bu insanlar kırsal yerleşim yerlerinden doğrudan buraya geldiler ve alışkanlıklarını da beraberlerinde getirdiler. Eğer bu insanlar önce İstanbul'a gitmiş olsalardı, bu gerekliliğin farkına da varırlardı.
WÖLK: Bazı imamların, Türklerin modernleşmelerine engel oldukları izlenimi var.
YAKIŞ: Eğer imamları eleştirirseniz, papazları da eleştirmeniz gerekir. Aynı şekilde bazı papazlar da yaşlılara yönelik vaaz vermekte ve böylece gençlere hitap etmemektedir. İster Hristiyanlık ister Yahudilik ister İslam; bütün dinler dogmalardan oluşur ve dogmaların günlük yaşamla fazla bir ilgisi bulunmamaktadır.
WÖLK: Ancak bu bazen mümkün. Örneğin, Kuran'ın insan haklarını ihlal ettiği durumlarda olduğu gibi.
YAKIŞ: Din bir semboldür. Dinlerdeki temalar sembolik mahiyettedir. Bakire Meryem'in doğumunun bilimsel gerçeklerle açıklanamayacağı gibi. Aynı şey Kuran için de geçerlidir. Kuran'da söylenenler de sembolik anlam ifade etmektedir. Peygamberimiz Muhammed'in söyledikleri, çevresiyle ilişkilidir ve çöldeki yaşama yöneliktir. Kuran'da oruç, gün doğumuyla başlar ve gün batımıyla sona erer. Peki yaz aylarında güneşin hiç batmadığı Norveç'te yaşayan Müslümanlar bu durumda üç ay süreyle mi oruç tutacaklar? İmamın bunu böyle yorumlayıp yorumlamayacağını bilemiyorum. En azından ben bunu böyle düşünüyorum.
WÖLK: Son olarak başka bir konuya değinmek istiyorum. Türkiye, AB'ye katılım sürecinin gidişatından memnun mu?
YAKIŞ: Türkiye, Sayın Sarkozy ve Sayın Merkel'in önerileri doğrultusunda hareket etmemelidir. Türkiye, imtiyazlı ortaklığı tartışmayacaktır. Bu, bizim için tartışılmayacak bir konu. Biz tam üyelik istiyoruz. Türkiye ileriye doğru bakmalı. Türkiye bir uyum sürecinden geçmektedir. Ekonomiyi iyileştirip yolsuzluğu en aza indirerek Türkiye'yi liberal bir ülke haline getireceğiz. Buna ulaştığımızda -ki bunun 2014'te gerçekleşeceğini düşünüyoruz- AB'nin bize tam üyelik teklif edip etmemesinin bir önemi kalmayacak.
FRANKFURTER NEUE PRESSE: "TÜRKİYE KANUN DEĞİŞİKLİĞİ SÖZÜ VERDİ"
ANKARA, 12/03(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Frankfurter Neue Presse gazetesinin 12 Mart 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, tartışmalı "Türklüğe hakaret" maddesinin değiştirileceğini açıkladı. Bakan, maddenin Mecliste ne zaman görüşüleceği hakkında bir açıklamada bulunmadı. Eleştirmenler yazar Orhan Pamuk'un da yargılanmasına neden olan 301. maddenin düşünce özgürlüğünü kısıtladığı kanısında. AB, kanun değişikliğini katılım müzakerelerinde ilerleme kaydedilmesi açısından önemli koşul olarak addediyor.
SÜDDEUTSCHE ZEITUNG: "SÜRPRİZ BİR BİRLİKTELİĞİN SONU"
BERLİN, 12/03(BYE)--- Tirajı günde 429 bin olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 12 Mart 2008 tarihli sayısında, Kai Strittmatter imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
--İslamcı Hükümet Partisi AKP'den Çok Sayıda Reform Bekleyen Türkiye'deki Liberaller, Şimdi Hayal Kırıklığıyla Sırt Çeviriyorlar--
Türk hükümet partisi AKP ile ülkedeki liberaller arasındaki ilişki, zaten garip bir birliktelikti. Günün birinde kavga çıkacağı, her iki taraf için de çok açıktı: Bir yanda, yükselen muhafazakar burjuvaziden oluşan Anadolulu seçmenleri için Cumhuriyet'te yer kapma mücadelesi veren taşralı İslamcılar, diğer yanda ise Avrupalı bir Türkiye'nin hayalini kuran şehirli liberaller. Günün birinde ortak bir düşmanları olduğunu farkettiler: Otoriter devlet sistemi ve onun geriye dönük ideolojisi Kemalizm. Bu rakibe karşı en iyi silahın AB'ye üyelik ve demokrasi olduğu konusunda uzlaştıklarında ise, el ele vererek ona karşı birlikte direndiler. Ordunun ve milliyetçilerin tüm saldırılarına rağmen AKP genel seçimleri mutlak çoğunlukla kazandığında, liberallerin çoğu sevinmişti.
--Avrupa Dostlarının Uyarı Mektupları--
Şimdi ise liberal yazarlar, aydınlar ve insan hakları savunucuları AKP'yi desteklemekten vazgeçmekle tehdit ediyorlar. Eleştiriciler, AKP'nin artık reformlarla ilgilenmediğini söylüyorlar. Bir zamanlar AKP'ye sempati duyanlar, partiyi İslamizme yönelmekle de suçlamıyorlar. Örneğin insan hakları savunucusu Orhan Kemal Cengiz'e göre, sorun bundan çok daha büyük: Zira "AKP, eski sistemle uzlaşma arıyor". AB yönünde girişimde bulunulmuyor, vadedilen sivil anayasa dolapta bekliyor, Kürtlere yönelik reformlar görünürde yok. Hükümet bunun yerine orduya, Kuzey Irak'a müdahale için hareket serbestisi tanıyor. Tanınmış 100 Avrupa dostu mart ayının başında, hükümeti, "sözünü tutmamakla" ve AB projesini dondurmakla itham ettikleri bir uyarı mektubu yayımladı. Mektubu imzalayanlardan Mehmet Ali Birand, AKP'nin gerçi 2008 yılını "AB yılı" ilan ettiğini, ancak gerçekte AB'nin umurunda bile olmadığını söylüyor.
Today's Zaman, salı günü, reform kanadının yeniden derin bir darbe aldığını yazdı. Hükümete yakın gazete, AKP'nin keyfi olarak uygulanan, "Türklüğe hakareti" cezalandıran 301. maddenin reformunu, nihai olarak çekmeceye kaldırmayı planladığını duyurdu. Bu madde, Nobel ödülü sahibi yazar Orhan Pamuk'u ve daha sonra öldürülen Ermeni yazar Hrant Dink'i mahkeme önüne çıkarmıştı. Son yıllarda Türkiye'nin Avrupa'daki imajını neredeyse hiç bir şey 301. madde kadar etkilemedi. AB, bu maddenin kaldırılmasını veya reforme edilmesini, ülkenin demokratikleşmesinin sınavı olarak ilan etmişti. Today's Zaman'ın yazdığına göre, AKP'de halihazırda izlenecek çizgiyi belirleyen Cemil Çiçek gibi AKP'li politikacılar, "yasanın eleştirilecek bir yanı olmadığı" görüşündeler.
Tabii ki, AKP tek düşünceli bir bloktan oluşmuyor, aralarında liberaller de bulunuyor. İsmini vermek istemeyen bir AKP milletvekili Ankara'da gazetemize yaptığı açıklamada, aydınların yazdığı uyarı mektubunu iyi bulduğunu söylüyor ve "Mektup tam zamanında geldi. Arkadan esen bu rüzgar bizi harekete geçirecektir" diyor. Anlaşılan bu rüzgar, partideki Avrupa dostlarının acilen ihtiyaç duydukları şey. AKP ile liberaller arasındaki ittifak birkaç yıl boyunca her iki taraf için de oldukça verimliydi. Öncelikle de, AKP'nin Türkiye'yi Avrupa'ya ehil bir hale getirmek istediği 2003-2004 yıllarında Türkler, daha çok özgürlük ve insan haklarına sahip olabileceklerine sevindiler. AKP de, siyasi İslam kökenleri nedeniyle Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi politikacılara önceleri şüpheyle yaklaşan Avrupa'da, kendisini destekleyen liberallerle Avrupa yanlısı etkin sözcülere sahip oldu. Radikal gazetesi bir defasında, "liberallerin AKP'nin dilini Avrupa'nın anlayacağı şekilde tercüme ettiklerini" yazmıştı. Ayrıca bu dayanışma AKP'ye bir dönem boyunca ek bir avantaj daha sağladı. Bir yandan hükümet partisiyken, eş zamanlı olarak da kendisini ordu ve devletteki bürokratik tabaka tarafından takip edilen masum kurban olarak satabildi. Geçen yıl elde edilen seçim zaferinin ardından, bu bahaneler artık etkili olmuyor. Liberal İstanbullu siyaset bilimcisi ve AKP'ye yakın Zaman gazetesinde yazan Şahin Alpay, çoğunluğun "Şimdi değil de ne zaman? diye sorduğunu söylüyor ve seçimlerden beri 301. madde, Avrupa ve de en acil konu olan Kürt meselesi gibi konularda büyük beklentiler olduğunu dile getiriyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Türk kadınlarına çocuk doğurmaları çağrısında bulunması, hükümetinin mart sonunda yeni bir içki yasağı uygulamaya başlatma kararı, AKP'nin Danıştay'ın zorunlu din dersinin kaldırılması kararına uymak istememesi gibi gelişmeler, insanların çoğunu artık hiç şaşırtmıyor. Erdoğan'ın partisi uzun süre modernleşmenin arkasındaki güç olmuş olabilir, ancak koyu muhafazakar bir seçmen kitlesine sahip olduğu da unutulmamalıdır. Liberaller için bu tür çıkışlar reformların duraksamasıyla birleştiği için sorun olacak. Büyük kavga, hükümetin, başörtüsü yasağını kaldırmak için girişimde bulunduğu ocak ayında kopmuştu. Liberaller de yüksek okullarda başörtüsü yasağının otoriter dönemlerden kalma bir kural olduğunu düşünüyorlar. Ancak, AKP'nin bu işi yapış tarzı ve başvurduğu hile, birçoğunun tepkisine neden oldu. Daha öncesinde başörtüsü meselesini, kişisel özgürlükler paketinin bir parçası olarak, Türkiye'ye daha çok insan hakkı sağlaması öngörülen büyük anayasa reformu kapsamında çözmeye söz veren AKP, bunun yerine aşırı sağcı MHP'nin desteğiyle, üniversitelerde başörtüsüne izin verdi. Diğer özgürlüklerden ise artık hiç söz edilmez oldu. Ayrıca birçokları, ordunun başörtüsü kavgasında çekimser davrandığını saptadılar. Halbuki daha 2007 yılında generaller, AKP'nin en şiddetli eleştiricileriydiler ve sürekli olarak "laik Cumhuriyetin tehlikede olduğu" uyarısında bulunuyorlardı. Şimdi ise, hiç ses yok. Başörtüsünün serbest bırakılması kararından kısa bir süre sonra da Kuzey Irak'a harekat başladı ve bu kez de hükümetten ordu lehine övgüler yağmaya başladı. Bunun üzerine kimileri, ordu ile AKP arasında "gizli bir anlaşma olup olmadığını sormaya başladılar. Ahmet Altan oldukça hayal kırıklığına uğramış bir şekilde, "Özgürlüğü bir bütün olarak istemeyen hiç kimsenin partneri olmak istemiyoruz" diye yazdı.
--Çok Şey Bekledik--
AKP'nin duraksaması için birçok açıklama yapılıyor. Umudunu yitirmek istemeyen Şahin Alpay'a göre, AB, Türkiye'nin üyeliğini frenliyor, halk nezdinde AB'ye destek azalıyor. Milliyetçiler ve bürokrasinin sesleri yükseliyor. "AKP, etrafının düşman unsurlarla kaplı olduğunu düşünüyor. Yani parti içindeki muhafazakarlar frene basıyorlar" diyen Alpay, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı yolunu seçmesini üzüntüyle karşıladığını belirterek, "Gül AKP'nin reform motoruydu, şimdi temaslarını kaybetti" diye konuşuyor. AKP'nin bir tuzağa düştüğü görüşünde olan Ankara'daki Avukat Orhan Kemal Cengiz ise, "AKP, ordunun kışlaya dönmek zorunda olduğunu bildiği sürece, yollarımız kesişiyordu. Şimdi ise bu dürtüyü kaybettiler. Aynı zamanda artık güç sahibi olduklarını ve merkezi ele geçirdiklerini düşünüyorlar, oysa bu tehlikeli bir yanılgı" diye konuşuyor. AKP'nin geçmişten alınan dersleri unutmuş gözüktüğünü söyleyen Cengiz'e göre bu ders şu: "Eski güçleri güçsüz kılan tek şey, tüm vatandaşların demokrasi ve insan haklarının savunulmasıdır." Ancak liberallerin de yanıldığını belirten Cengiz, "Asıl mesele, her zaman koyu muhafazakar bir parti olan AKP'den çok şey beklemiş olmamızdır" diyor.
SÜDDEUTSCHE ZEITUNG: "HOLLANDALI YAZAR GEERT MAK: TÜRKİYE'NİN AB'YE ÜYE OLMASI 50 YIL SÜREBİLİR"
BERLİN, 12/03(BYE)--- Tirajı günde 429 bin olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 12 Mart 2008 tarihli sayısında, Franziska Augstein imzasıyla Hollandalı yazar Geert Mak ile yapılan mülakatın ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
--1946 Yılı Doğumlu Hollandalı Yazar Geert Mak, Leipzig Kitap Fuarında Avrupa Uyum Ödülünü Alacak--
AUGSTEİN: "İstanbul Köprüsü" adlı kitabınızı yazarken tercüman eşliğinde Galata Köprüsünde uzun süre vakit geçirdiniz. Sizce Türkiye AB üyeliğine kabul edilsin mi?
MAK: Ben bunun uzun bir süre taraftarıydım. Fakat artık öyle düşünmüyorum. Galata Köprüsünde ufak bir patlama meydana gelmişti. 5 kişi yaralanmış ve kimse ölmemişti. Ben ise olağanüstü bir gazeteci olduğum için olay yerine yarım saat geç gelmiştim. Köprüde bulunan bir Türk kameraman ile aramızda bir konuşma geçti. Kameraman bana, "siz Batılılar bizim toplumumuzun içinde ne gibi güçlerin mevcut olduğunu bilmiyorsunuz" demiş ve sözlerine, "Bu güçleri bir şişeden çıkartabilirsiniz, mesela askeri yöntemler uygulayarak, Irak'ta olduğu gibi" ifadesini eklemişti. Kameraman bana, Saddam Hüseyin döneminde Irak'ta baskı olduğunu, fakat ülkede düzenin bulunduğunu hatırlatmıştı. Hızlı ve düzensiz bir modernleşmenin şişe içindeki güçlerin dışarıya çıkmasına neden olabileceğini söyleyen Türk kameraman haklıydı. İkincisi ise, Türkiye çok fazla milliyetçi. Türkiye'deki elitler AB üyeliği için gerekli olan uzlaşıda bulunabilecek durumda değiller. Sanırım Türkiye'nin AB'ye üye olması daha 50 yıl kadar sürebilir.
AUGSTEİN: Batı eğilimli Türkler bu tür ifadeleri duymaktan pek hoşlanmıyorlar.
MAK: Hayır, zaten bu nedenle Avrupa ile Türkiye arasında, Türkiye'yi AB'ye almaksızın derhal özel bir ilişki kurulmalıdır.
AVUSTURYA BASINI
KRONEN ZEITUNG: "İSLAM SORUNU"
VİYANA, 10/03(BYE)--- Tirajı günde 847 bin olan bulvar gazetesi Kronen Zeitung'un 8 Mart 2008 tarhli hafta sonu sayısında, Kurt Seinitz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
--"Asimilasyon" "Şeriat" Gibi Sözcüklerin Yarattığı Karmaşa... Avrupa Bakanı Plassnik'in, Yararlı Bir Birlikteliğin Şartları Konusundaki Görüşleri--
"Genelde bizi korkutan şeylerden çok geçmeden nefret etmeye başlarız." (William Shakespeare'in "Antonyus ve Kleopatra" adlı yapıtından alıntı)
Viyana Eyalet Mahkemesinde çarşaf olayı, küstah nefret vaizleri, cami tartışması... Avrupa'da yaşayan Müslümanlara karşı alınacak tavır gün geçtikçe zorlaşıyor. Sayıları 20 milyonu (Avrupa nüfusu 500 milyon) buldu. Başbakan Erdoğan asimilasyon konusunda ateş püskürüyor, Canterburry Başpiskoposu Medeni Hukuka şeriat unsurları ekleyerek, Müslümanlara kolaylık sağlamak istiyor.
Müslümanlarla birlikte yaşamak için uygun bir yol bulma arayışı zihinleri giderek daha çok karıştırıyor. İslam Avrupa değerlerine uyum sağlayabilir mi? Dinle devletin sıkı sıkıya birbirlerine bağlı olması İslam'ın ilkelerinden biri değil mi?
Bu arada Avrupa'da uzun zamandır nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ve Avrupaî bir İslam uygulayan üç devletin bulunduğu unutuluyor: Arnavutluk, Kosova ve Bosna'nın Müslüman kesimi. Burası bir zamanlar Avusturya'nın da bir parçasıydı. Aslında tam şeriat kanunu denilemeyecek şeriat kanunları çeşitli Müslüman cemaatler tarafından zaten birbirinden farklı bir şekilde yorumlanıyor.
--İthal İmamlara Son--
Sözün kısası: Avrupa'da bu konuya acilen bir düzen getirilmesi gerekiyor. İşin zorluğu önce, çeşitli Avrupa ülkelerinin çeşitli kültür çevrelerinden gelen Müslümanlarla karşı karşıya olmasından kaynaklanıyor. İngiltere Pakistanlı; Fransa Kuzey Afrikalı; Almanya ve Avusturya ise Türk (ve Kürt) Müslümanlara karşı karşıya. Bunların hepsi sorunları kendi dünyalarından Avrupa'ya taşıyan, bu yüzden de genellikle nefret dolu vaazlar veren kendi imamlarını da birlikte getiriyor.
Öncelikle bu kısır döngünün kırılması gerekiyor. Saraybosna Başmüftüsü Mustafa Ceric, Slovenya'nın Lyubliyana kentinde yapılan "Avrupa'da Müslümanlar" isimli konferansta, "Avrupalı Müslümanların Avrupa kökenli, Avrupa'da eğitim görmüş imamlara ihtiyacı var" demişti. Avrupa Bakanı Plassnik konferansta bu sözleri şöyle tamamladı: "Ve vaazların Avrupa ülkeleri dillerinde verilmesi gerekir."
--Özel Haklar Yerine Avrupa Değerleri--
Plassnik "Kronen Zeitung" ile yaptığı söyleşide, gündemdeki şeriat ve asimilasyon gibi tahrik edici sözcüklere ilişkin olarak açık bir ifade kullandı: "Özel haklar tanınamaz. AB yalnız bir değerler topluluğu değil, aynı zamanda da hukuki bir topluluk, ki bunu bütün ülkelerin kabul etmesi gerekir. Eğer paralel toplumların oluşmasını engellemek istiyorsak, paralel hukuk sistemlerinin oluşmasına da izin veremeyiz. Bu yüzden Avrupa'daki hukuki standartları değiştirmeye yönelik her türlü teşebbüsün açıkça reddedilmesi gerekir. Çeşitlilik karşısında duyulan saygı, müşterek tabanımızın altını oymamalı."
"Avrupa'daki Müslümanların büyük bir çoğunluğu zaten şeriat yasalarını değil, bizim değerlerimize ve insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi temel özgürlüklere dayalı Avrupa toplumlarına, eşit haklarla katılabilmeyi istiyor."
"Kültürel ve dinî açıdan farklı olabilme hakkından, yalnız müşterek bu değerler temel alınarak başarılı bir şekilde yararlanılabilir. Bu en çok kadın haklarının muhafaza edilmesinde geçerli."
--Belediyelerde Çözüm Daha Kolay--
"Tecrübelerimiz, Telfs'teki minarenin de gösterdiği gibi, belediyelerde birlikte yaşamın daha verimli olduğunu gösteriyor."
"Müslüman gençlerin bizim yaşam modelimizi beğenmelerini sağlamalıyız. Bu onlara kendi içlerinden yetişmiş başarılı kişileri örnek olarak göstermekle başlar."
--Asimilasyon Baskısı Yok--
"Yurt dışında yaşayan Türkleri kendi politikamıza alet olarak kullanmak, onların sorunlarına büyük anlayış gösterildiğinin bir işareti sayılmaz. Avrupa ülkelerindeki toplumsal siyasi görevleri Türk politikası yerine getirmez, bu söz konusu ülkelerle bu ülkelerde yaşayan göçmenlerin görevidir. Kimse tarihini, kimliğini veya geldiği ülkeyi inkar etmeye zorlanmıyor. Bu yüzden 'asimilasyon' deyimiyle, yalnız sözde bile olsa, karanlık korkular uyandırmak, yapıcı bir tutum değildir."
--Graz Yönetmeliği Örnek Olma Özelliği Taşıyor--
Avrupa Bakanı Plassnik bu bağlamda, Avusturya'nın da ötesinde örnek alınan Graz'daki Avrupa İslam Rehberleri Konferansı 2003 Yönetmeliği'ne dikkati çekiyor. Bu yönetmeliğin içinde yer alan, Avrupa'daki İslam kimliğine ilişkin en önemli maddeler şunlar:
- İlahiyat fakültelerinin de yardımıyla, Avrupa toplumuyla uyum sağlayabilecek yeni bir hukuk sisteminin oluşturulması sağlanacak.
- İslam'ın mesajı ılımlılığa dayanıyor. Bunun neticesinde, her türlü fanatik ve aşırıya kaçan eylem reddedilmeli.
- Erkekle kadın İslam'da eşit. Bunun da ötesinde birbirlerinin sorumluluğunu da taşıyorlar.
- Daha İyi Bir İslam Eğitimi Gerekiyor
- Müslümanlar yasalara ve Anayasa'ya olan bağlılıklarını laik yapıda da göstermek zorunda.
- Kaliteli bir İslam eğitimi dar görüşlülüğün ve fanatizmin engellenmesi için bir güvence niteliğinde.
- Ancak yaşadığı ülkenin dilini bilen kişi, kendini bu ülkenin gerçek bir parçası olarak algılayabilir.
DIE PRESSE: "TÜRKİYE'YE ANAHTAR ROL"
VİYANA, 12/03(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 12 Mart 2008 tarihli sayısında, SPÖ'lü AB Parlamenteri Hannes Swoboda'nın imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye önemli gelişmeler ve sorunlar bağlamında, AB'nin yakın çevresinde yer alıyor. Türkiye'nin son Kuzey Irak harekatı, bakışların Kürt sorununa çevrilmesine yol açtı. Kıbrıs'ın bölünmüşlüğü hala kanayan bir yara. Avrupa'nın enerji ihtiyacı açısından önem taşıyan, Hazar Denizi ile Avusturya arasındaki Nabucco boru hattı ise, Ankara'nın desteği olmadan gerçekleştirilemez.
Türkiye'nin enerji politikası açısından giderek daha hassas ve önemli bir pozisyon aldığı ve bunun Türkiye'nin AB'ye katılımı lehinde olduğu bir gerçek. Bu yüzden ciddi müzakerelerin yapılması mantıklı. Öte yandan gerçekler karşısında gözleri kapamak da feci sonuçlara yol açabilir. Boğaz'daki reform süreci çok yavaş ilerliyor ve bazen geri adımlar da atılıyor. Kürt sorunu ve Kıbrıs konularında genellikle ordu tarafından dikte ettirilen, milliyetçi tutum ve geçen yüzyılın başında Ermenilerin sürülmesi konusunda işlenen feci suçun inkar edilmesi, Türkiye'nin AB'ye giden yolunu kalıcı bir şekilde bloke ediyor.
Ancak AB de büyük engeller çıkarıyor. Avrupa kamuoyunun geniş kesimleri Ankara'nın üyeliğine sıcak bakmıyor. Bu tarihi nedenlerden olsun, politika ve medyanın körüklediği antipati yüzünden olsun, özellikle Avusturya için geçerli. Halkın kuşkulu tutumunu ve kurumsal engelleri, örneğin Fransa Anayasası'na göre Türkiye'nin katılımı referanduma tabi, yalnız müzakerelerde bulunarak silmek mümkün değil. Tek şans Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin mantıklı olduğunu ispatlayacak, somut olumlu tecrübeler ile gözle görülür kanıtlar.
Bu yüzden bu şansı şimdi değerlendirelim. Avrupa'nın zaten acilen komşularıyla işbirliği alanında yeni tasarılar ve stratejiler geliştirmesi gerekiyor. Bazıları kapımızı çalıyor, bazıları ise mevcut komşuluk politikasından memnun değil. Bu hem Akdeniz hem de Karadeniz ülkeleri için geçerli. Fas'tan Ukrayna'ya kadar tüm ülkeler AB'nin güncel sorunlarının çözümünde önemli bir rol oynuyor. Bu özellikle de enerji kaynaklarının uzun süre güvence altına alınması, iç ve dış güvenlik ve göç konularında söz konusu. Bu sorunları kalıcı olarak ancak sıkı işbirliği sonucu çözebiliriz.
İkili ilişkilerin genişletilmesi yeterli değil. Örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından önerilen "Club Med" (Akdeniz Birliği) gibi yalnız belirli AB ülkelerini kapsayacak anlaşmalar da pek istenilen hedefe götürmüyor. Böyle bir işbirliğini kurumsal bir çerçeveye oturtabilmek için, daha çok AB ile Akdeniz ve Karadeniz ülkeleri arasında geniş toplulukların oluşturulması gerekir. Ardından tam üyelik imkanı doğsun doğmasın.
Böylece daire tamamlanmış oluyor. Her iki toplulukta da Türkiye'ye anahtar rol düşüyor. Türkiye, Karadeniz ülkeleriyle olan ilişkilerimizin belkemiğini oluşturmasının yanı sıra, Akdeniz kıyısındaki İslam ülkeleriyle ilişkilerimizde de önemli bir faktör teşkil ediyor. Burada kastedilen Türkiye'nin önemsiz bir pozisyona getirilmesi değil. Türkiye eğer bu fırsatı değerlendirirse, Avrupa'nın bölgesel çıkarları ve dış politikadaki rolünde başlıca faktör olabilir. Ankara bundan büyük yarar sağlayabilir ve bölgedeki konumunu güçlendirebilir. Bu durumdan her iki taraf da karlı çıkar.
Türkiye'nin gelecekteki AB üyeliği hakkında, müzakereler sonuçlandıktan ve Türkiye'nin Avrupa için öneminin olumlu somut tecrübeler sonucu tanınmasından sonra karar verilebilir. Ancak bundan sonra AB ülkelerinin tümünün katılımı onaylamaları ihtimali olabilir, ki bu üyelik için şart.
İNGİLTERE BASINI
THE MIDDLE EAST: "TÜRK RÜZGARI AVRUPA İLE BÜTÜNLEŞMEYE KARŞI MI DÖNDÜ?"
LONDRA, 09/03(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan aylık The Middle East dergisinin Mart 2008 sayısında, Jon Gorvett imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin AB'ye üyelik yolculuğunun pürüzsüz geçeceğini bekleyenlerin sayısı çok azdı. Ama ilişkilerin bugünkü kasvetli durumu, AB'nin katılım müzakerelerini başlatmaya karar verdiği 2004 yılında Türkiye ve Avrupa'ya şüpheyle bakanlar arasında en kötümserinin bile hayal edemeyeceği kadar kötü. Üç yılı aşkın bir zamandan sonra Ankara ve Brüksel'de yetkililer, Türkiye'nin bir zamanlar küresel çapta yankı yaratan AB'ye katılım sürecinde çok az kımıldama gözlendiği görüşündeler.
Yüzde 99'u Müslüman olan Türkiye'nin AB'ye katılımına, ya İslam ile Batı arasındaki "medeniyetler çatışması" tartışmasını sona erdirecek ya da eski Avrupa'da İslamın yayılması tehlikesine yol açacak bir vaka olarak bakılıyordu. Ancak hızla akan zaman her iki senaryonun da gerçekleşme ihtimalini zayıflattı. Zira iki tarafı ayıran ön yargılar, çıkarlar ve sorunlar uçurumu, başlangıçta gerçekleştirilen bazı gelişigüzel çalışmalar dışında pek bir şey yapılmadığı içindir ki hala yerli yerinde duruyor.
İlerleme takvimi hiç etkileyici değil. Aralık 2004'te kararlaştırılan katılım müzakereleri ancak Ekim 2005'te başlayabildi. O tarihte, nihai katılım anlaşmasını oluşturan 32 müzakere başlığının sadece altısı tartışmaya açıldı. En son 19 Aralık 2007 tarihinde toplanan Türkiye-Hükümetler Arası Katılım Konferansı'nın başlangıcında, -tüm başlıklar arasında en kolay kabul edilen bilim ve teknoloji başlığının "geçici" olarak kapatılması dışında- bu altı başlık hala açıktı.
Bu yavaşlamanın ardında bir kısmı konjonktürel, bir kısmı ise daha yapısal denebilecek birçok etmen yatıyor.
Konjonktürel etmenlerden biri, Fransa'da 2007'de Nicholas Sarkozy'nin cumhurbaşkanlığına seçilmesi. Yeni Fransız lider, selefi Jacques Chirac'ın aksine Türkiye'nin AB üyeliğine muhalefetini gizleme gereği duymadı. Bu durum, daha önce karşıtlıklarını açıklayan ancak engelleme yolunda hiçbir somut girişimde bulunmayan Avusturya ve Almanya başta olmak üzere, AB üyeleri arasında Türkiye'nin katılımı konusunda giderek büyüyen hoşnutsuzluğa katalizör etkisi yapmış gibi görünüyor.
Fransa'daki yeni yönetimin etkisi derhal hissedildi. Hızlı bir başlangıç yapan Sarkozy, AB'nin dışında kalan ülkeler için bir Akdeniz Birliği kurulmasını öngören bir "iki kademeli Avrupa" teklifi sundu ve daha sonra Aralık 2007'deki toplantının "katılım" değil, "hükümetler arası" konferans olarak tanımlanmasında ısrar etti. Fransa 2008 yılının ortasında AB dönem başkanlığını devralıyor ve çoğu uzman bu gelişmenin, zaten iyice soğumuş olan müzakereleri tamamen donduracağını düşünüyor.
Bu arada Manş Denizi'nin diğer tarafında bulunan, Türkiye'nin en güçlü AB müttefiki İngiltere de konjonktürel duraklamadan etkilendi. Ankara'da çoğunluk, Başbakan Gordon Brown yönetiminin Türkiye'nin AB üyeliği konusunda Tony Blair dönemindeki coşkuyu kaybettiği kanısında. Türkiye'nin daha çok Akdeniz ülkelerinden oluşan diğer müttefikleri de, -İtalya'da Romano Prodi hükümetinin ocak ayı sonlarında iktidardan düşmesi gibi- kendi sorunları ile uğraşıyorlar.
Yani, Avrupa'da Türkiye'nin müttefikleri zayıflarken düşmanları daha da güçleniyor.
Bu arada Türkiye için 2007 de, bir yandan Kürdistan İşçi Partisi'ne (PKK) bağlı milliyetçi Kürt gerillalarla çatışmaların yeniden tırmanması, diğer yandan hem cumhurbaşkanlığı hem de parlamento seçimleri derken, siyasi açıdan çok hareketli bir yıldı. Bu gelişmelerin birleşimi, Türk hükümetinin çok daha milliyetçi bir tavır takınmasına yol açarak, Avrupa ile müzakereler konusunda yeni bir olumsuz hava yarattı. Böylece AB üyeliğine verilen destek, Türk tarihindeki en düşük düzeye geriledi. Aralık 2007 Avrobarometre anketi, Türklerin sadece yüzde 53'ünün, ülkelerinin AB üyeliğinden yarar sağlayacağını düşündüklerini gösteriyordu. Halbuki bu oran 2007 baharında yüzde 63 idi ve 1990'larda ise dönem dönem yüzde 90'a kadar çıkmıştı.
Ancak, Türkiye-AB gözlemcilerinin çoğu, bu konjonktürel faktörlerin, bir dizi seçimle ve siyasi liderlerin esas programa geri dönmesiyle basit bir biçimde ortadan kalkıp kalkmayacağını merak ediyor. Daha sonra bunun değişmeden süreceği savının taraftarları ise, Türkiye'nin Avrupa için, Avrupa'nın da Türkiye için daima önemli bir kazanım oluşturduğunu ifade ediyorlar.
Ayrıca görünüşte, bu düşünceyi AB Komisyonu Genişleme Komiseri Olli Rehn ile AB diplomatları ve uzmanlarının çoğu paylaşıyor. Rehn, Ekim 2007'de, Türkiye'yi "demokratik standartlara saygısından" ötürü övmüş ve başka müzakere başlıklarının da bir an önce açılması çağrısında bulunmuştu.
Bu arada Türkiye ekonomisi, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü'nün (OECD) gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYİH) 2009'a kadar ortalama yüzde altı civarında büyümeye devam edeceği öngörüsüyle birlikte, etkileyici bir performans sergilemeyi sürdürüyor. AB'nin katılım sürecini başlattığını ilan etmesinden bu yana başlayan hatırı sayılır miktarlardaki doğrudan yabancı yatırımlarla birlikte ekonomi, son yıllarda büyük ölçüde serbestleştirildi. Halen meclisteki büyük çoğunluğuyla iktidardaki ikinci dönemini sürdüren Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) istikrardan ve iş dünyasından yana tutumu da Avrupalı şirketler ve uluslararası sermaye kuruluşları tarafından memnuniyetle karşılanıyor. Cep telefonlarından plazma TV setlerine kadar her alanda talebin yüksek olduğu ve çoğunluğu gençlerden oluşan 70 milyon nüfuslu bir piyasa, Avrupa'nın giderek düşen kar marjları açısından da büyük bir artı.
Gene de esaslardan kaynaklanan bir dizi sıkıntı hala devam ediyor. Birincisi, AB üyesi Kıbrıs ile ilgili ihtilaf. Bu sorun da Şubat 2008'de Kıbrıslı Rumların cumhurbaşkanlığı seçimi ile son günlerde konjonktürel sıkıntılardan etkileniyor. Zira, Kıbrıs'ta her seçimden önce tavırlar katılaşıyor. Tabii, Kıbrıs sorunu ayrıca bazı esastan kaynaklanan sıkıntılar da içeriyor.
Gerçekten de Türkiye'nin, AB'nin ticaret kurallarına karşı çıkarak Kıbrıs Rum bandıralı gemilerin Türk limanlarını kullanmalarına izin vermemesi, müzakere sürecinde sekiz ana bölümün askıya alınmasının ana nedeniydi. Bu müzakere bölümleri kapatılmadıkça Türkiye üye olamayacak. Türkiye, Kıbrıs Rum gemilerine liman hakları tanımayı reddederek, bunun, Kıbrıslı Rumların zımnen tanınması anlamına geleceğini savunuyor.
Bu ihtilaf, Türkiye'nin AB üyesi komşusu Yunanistan ile ilişkilerini de etkiliyor. Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis'in Ocak 2008'de Ankara ziyareti ve iki ülkenin doğalgaz şebekesini birbirine bağlayan boru hattının Kasım 2007'de açılmasının da gösterdiği gibi, son yıllarda bu ilişkiler epey dostane. Ancak başta Ege'deki sınırlar olmak üzere iki ülke arasındaki yapısal sorunlar devam ediyor.
Tüm bu uluslararası etmenlere ek olarak iç etkilenmeler de devreye giriyor. Ekim 2007'de yaptığı bir konuşmada Rehn, Türkiye'den yargı sistemindeki reformu sürdürmesini ve özellikle "Türklüğe hakareti" suç sayan tartışmalı bir kanun maddesinin iptal edilmesini istedi. Bir de Kürt sorunu var. AB, ülkede yaşayan az sayıda Hristiyanlar dahil diğer azınlıkların haklarını genişletecek bir şekilde Türkiye'nin daha uzlaşıcı adımlar atmasından yana. Ayrıca ordu da ülkenin siyasetinde hala AB'nin istediğinden daha büyük bir rol oynamaya devam ediyor.
Bu arada Türkiye'nin de talepleri var. Kıbrıs konusunda Ankara, BM gözetiminde adanın birleşmesi için 2004 yılında yapılan referandum öncesi AB'nin Kıbrıslı Türklere söz verdiği yardımın yapılmasını istiyor. Türkiye ayrıca kuzeydoğu Yunanistan'daki Türk azınlığına daha fazla hak verilmesini talep ediyor.
Öte yandan, ülkenin ekonomik açıdan giderek güç kazanması ve bölgesel statüsünün de daha fazla farkına varmasıyla, Türkiye'de, ülkenin AB olmadan da yoluna gayet güzel devam edeceği yönünde gittikçe büyüyen bir his var. Bazıları, büyümenin üyelik olmadan başarıldığını ve reformların da AB kriterlerini yerine getirmek için değil, ülkenin kendi iyiliği için sürdürüldüğünü savunuyor.
Diğerleri ise, ekonomik büyümenin önemli ölçüde AB üyeliği beklentisi nedeniyle artan yatırımlardan kaynaklandığı tezine sahip çıkıyor. Tam üyelik beklentisi ayrıca, ülkenin askeri ve laik düzenindeki reform karşıtlarına karşı hükümete bir koz sağlayarak, siyasi reform süreci için sağlam bir temel oluşturdu.
Ancak, hem yurt içinde hem de yurt dışında tırmanan milliyetçilik ortamında Türkiye ile AB arasındaki müzakereler açısından muhtemelen zor bir yıl yaşanacak. Şu sıralar, "2008 yılının getirecekleri" sorusuna yanıt olarak, gerek Ankara gerek Brüksel'de kafalar iki yana sallanıyor. Sonunda Türkiye'nin bir giriş yılı olacaksa, pek yakındaymış gibi gözükmüyor.
İSPANYA BASINI
ABC: "AB, TÜRKİYE'DEN, BAŞÖRTÜSÜNDE YAPTIĞI GİBİ DİĞER REFORMLARA DA HIZ VERMESİNİ İSTİYOR"
ANKARA, 06/03(BYE)--- İspanya'da yayımlanan ABC gazetesinin 6 Mart 2008 tarihli internet sayfasında, Enrique Serbeto imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
Türk siyasetinde sular tersine akıyor. Aynı zamanda açılmış son derece hassas birçok cepheyle Ankara'nın Avrupa Birliği ile olan ilişkileri, iç çalkantılar yüzünden donup kaldı. AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rehn'in, "Reformlar yolunda ilerleme olmaksızın zaman kaybetmeye devam edemezler" diyerek bu hafta sonu Ankara'ya açık bir mesaj göndermiş olması garip kaçmıyor.
Rehn, üniversitelerde başörtüsünün yasalaşmasına dair tartışmalı konuyla bunu özetledi. Avrupa Parlamentosundaki konuşmasında Rehn, Türklere, Türkiye açısından hiç şüphesiz tarihi bir değişiklik olan bu yasama reformunda gösterdikleri hızı, ceza yasası ve ifade özgürlüğü gibi askıda kalan diğer reformları ilerletmek için de gösterebileceklerini söyledi. Hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinde de tartışma konusu olan başörtüsü konusunda "İstedikleri değişiklikleri artık yaptılar. Şimdi de çalışmaya koyulmalılar" dedi.
Bununla birlikte Türkler, başörtüsü konusundan ve Türkiye'nin güneydoğu sınırındaki askeri operasyon ve sonuçlarından etkilenmiş bulunuyorlar. Askerler, ABD'nin baskısı sonucu çekilmiş olmakla suçlanmışlar ve bu da aşırı milliyetçi bir parti ile nüfuzlu Genelkurmay arasında sert tartışmalara neden olmuştu. Genelkurmay bunu yalanlamak için dün Irak'ın 40 kilometre içinde bulunan hedeflere yeni hava bombardımanları emri verdi.
Rehn, sözleriyle, Kürtlerin ekonomik durumunu iyileştirmek ve kültürel haklarına saygı duymak konusunda Türk Hükümetinden "bir an önce" çalışmasını aleni olarak isterken, ateşe bir odun daha attı.
Türkiye, ender fırsatlarda stratejik hedeflerine ulaşmaya yaklaşmıştır: Avrupa Birliğine giriş ve görüşmelerin gelecek ay başlayacağı Kıbrıs sorununun çözümü. Bununla birlikte ülke, bu konulara odaklanabilmek için gerekli olan iç dinginlikten yoksun.
Üniversiteler, tam bir karışıklığa gark olmuş durumda, çünkü laik güçler bu reformun hayata geçirilmesine karşı çıkıyorlar. Kürtlerin sancılı sorunu, öncekiyle hemen hemen aynı hızla su yüzüne çıktı (Ordu, fazlaca yumuşak olmaktan dolayı, yegane mücadele konusunda açık olarak ilk kez eleştirildi).
Türkiye, Brüksel'de tanıtıcı bir atak yürütmeye çalışıyor: İstanbul şehri, Avrupa başkentinin en özel bölgelerinden birinde bir tür kültürel büyükelçilik açtı dün mesela kadından sorumlu Devlet Bakanı (başörtüsüz) Nimet Çubukçu, Erdoğan hükümetinin imajını güçlendirmek için Avrupa Parlamentosunda bulunuyordu.
Bununla birlikte her şey, Türk toplumunun, sosyo-politik ve hatta dini yapısının ana konularında bu kadar değişikliği hazmetme sorunu olduğunu gösteriyor gibi. Artık basın, nüfusun üçte birini temsil eden, ancak asla kendilerinin tanınmasını kabul ettiremeyen Alevilere saygı konusunda Strasbourg İnsan Hakları Mahkemesinin bir kararını yerine getirmek için (İslami) din eğitiminin devlet okullarında zorunlu olmaktan çıkarılmasını hükümete öğütleyen Danıştay kararı hakkında haber yapıyor.
İTALYA BASINI
LIBERAZIONE: "ÖCALAN... AVRUPA KONSEYİ: TECRİT'E HAYIR"
ROMA, 07/03(BYE)--- Komünist eğilimli Liberazione gazetesinin 7 Mart 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
1999 yılı itibarıyla İmralı Adası hapishanesinde tutuklu bulunan, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan, kendisine uygulanan tecrit rejiminden çıkarılmazsa akli sağlığını yitirme riskiyle karşı karşıya bulunuyor. AB Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi, geçen yıl mayıs ayında ada-hapishaneye gerçekleştirilen ziyareti konu alan bir raporla alarm veriyor. Dün Strasbourg'da söz konusu raporu açıklayan bilirkişiler, 2001 ve 2003 yılında gerçekleştirilen ziyaretler sırasında gözlemlenene oranla Öcalan'ın akıl sağlığının "büyük ölçüde kötüleştiği" kanısına vardılar. Bunun nedenleri, "kronik stres ve tecrit" olabilir. Bu çerçevede, İşkenceyi Önleme Komitesi, Türkiye'den "Öcalan'ın durumunun yeniden gözden geçirilmesini" istiyor.
LA REPUBBLICA: "BİZLERİ BARBARLIKTAN AVRUPA KORUYOR"
ROMA, 11/03(BYE)--- Tirajı günde 725 bin olan la Repubblica gazetesinin 05 Mart 2008 tarihli sayısında, Antonio Cassese imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin özet çevirisi şöyledir:
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin temel hakların korunması yönünde oluşturduğu kontrol mekanizması, Avrupa ülkelerinde yaşayanların hayat standardına katkıda bulunuyor. Mahkemenin geçtiğimiz hafta, İtalya ve Türkiye aleyhine aldığı iki karar, terörle mücadele durumunda dahi insan hakları ile temel hak ve özgürlüklerin ihlal edilemeyeceğini göstermesi bakımından önemli.
1996 yılında PKK teröristi olduğu iddia edilen üç kişinin Kürt bölgesindeki bir köyde bulunduğundan haberi olan Türk özel kuvvetleri, bu terörist zanlılarından birinin evinin bahçesinde toplandılar. Mansuroğlu isimli şahsı, yaşlı annesini ve diğer komşularını yere yatırdılar ve onu tüfekleri sopa olarak kullanmak suretiyle dövdüler. Daha sonra genç, diğerlerinden uzaklaştırıldı ve öldürüldü. Türk hükümeti, üç teröristin çatışmalar sırasında öldürüldüğünü ileri sürdü.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türk yetkili makamlarınca açılan soruşturmanın neticelerini, otopsi ve balistik testlerin sonuçlarını yetersiz buldu. Böylece Mahkeme şikayette bulunan "teröristin" ebeveynlerini haklı buldu. Mahkeme ayrıca, bu terörist zanlısı karşısında şiddete başvurulmasının "gerçekten gerekli" olduğunu ve bu şiddetin terörizmle mücadeleye "doğrudan bağlantılı" olduğunu ispatlayamayan Türkiye'nin, kişinin "yaşama hakkını" ihlal ettiğine de karar verdi.
KIBRIS RUM BASINI
POLİTİS: "ÜÇ AVRUPA-TÜRKİYE SENARYOSU"
LEFKOŞA, 11/03(BYE)--- Tirajı günde 4.500 olan bağımsız liberal eğilimli Politis gazetesinin 11 Mart 2008 tarihli sayısında, Larkos Larku imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Gelişmeler önemlidir ve bunları görmezden gelmek akıllıca bir siyasi tutum değildir. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy 5 Şubat 2008 tarihinde partisi Halk Hareketi Birliğinin (UMP) toplantısında konuşarak, Türkiye'nin AB'ye bir "imtiyazlı ortaklık ilişkisi" ile bağlanabileceğini iddia etti ve şöyle devam etti: "Türkiye ile dost olmak istiyorum ancak Türkiye'nin Avrupa'da yeri yoktur derken, sadece Türkiye'nin küçük Asya'da olduğunu kastediyorum. Avrupa'nın bütün komşuları Avrupa'ya girecek diye bir şey söz konusu değildir. Avrupa'yı sonsuz biçimde genişleterek, Avrupa siyasetini öldürürüz."
Aynı toplantıda Almanya Başbakanı Angela Merkel iki partinin -UMP ve kendisinin partisi Hristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU)- "Türkiye'ye eşit bir üyelik değil, bir imtiyazlı ortaklık ilişkisi önermek istedikleri" konusunda anlaştıklarını belirtti.
Haberler net bir şekilde, Avrupa-Türkiye meselesinin yeni bir zemine konulması çabasını gösteriyor. Ben tartışmanın yakında kapanacağını düşünmüyorum. Bu konudan daha önemli şeyler var:
1. Yeni liderliğin seçme/seçilmesi (AB Başkanı, Komisyon Başkanı, AB Dış Politika ve Güvenlik Komiseri).
2. 2009 yılında uygulanması için, üye devletler tarafından yeni AB Anayasasının onaylanması.
Devamında 2010 yılında, belki de o zamanki konjonktürün biçimlendireceği yeni koşulların ışığı altında Türkiye ile yeni bir anlaşmayla ilgili olan konu tartışmaya açılacak. Bugün 3 Kasım 2005 metinlerini yeniden hafızalarımıza getiren yeni ilişkilendirmeler şekilleniyor.
AB-Türkiye arasında o zaman yapılan anlaşmada (bu anlaşmayla üyelik müzakereleri başladı, 7'inci paragraf) şunlar vurgulanıyor: "Avrupa bütünlüğünün dinamizminin korunması koşuluyla Türkiye'yi hazmedebilecek. Hedef üyeliktir, ancak müzakerelerin ucu açıktır ve bu görüşmelerin gidişatı konusunda önceden garanti verilemez. Uzun yıllar sürecek geçiş dönemleri, istisnalar, özel düzenlemeler ya da uzun süreli güvenlik koşulları söz konusu olabilir. Yani daimi güvenlik önlemlerinin alınmasında temel teşkil edecek kalıcı düzenlemeler vardır."
Bu metin, bu sorunlara hipotezlerle yaklaşmamıza yardım ediyor.
1. Senaryo: Türkiye'nin üyelik süreci ilerlemeye başladığında, diplomatik olarak net olmayan ya da iki şekilde de yorumlanabilen, 3 Kasım 2005 Anlaşmasının yeni bir yorumunun istenmesi. Böylece, AB yeni ülkeler "hazmedemezken", "devamlı müzakere" olsun. 2009 yılındaki Avrupa seçimleri, önemli ülkelerde (Almanya, Fransa, İtalya, İskandinav ülkeleri) devamlılığın ya da değişikliklerin boyutunu gösterecek olan önemli bir testtir. Kamuoyu da bu konuda kendi "işaretini" koyacak.
2. Senaryo: Bu senaryo, Türkiye için daha iyimserdir. Yani Türkiye'nin "ucu açık" çabasına devam etmesi. Eğer Türkiye, AB'ye girişi konusunda uyum hızını iyileştirirse en azından muhtemelen "imtiyazlı ortaklık ilişkisine" varacak. AB'ye katılacağı (örneğin ekonomi, kalkınma, gelişme) ve katılamayacağı (örneğin AB Parlamentosuna seçimler) noktaların aranması. AB, tarihi olarak farklı görüşleri memnun edecek çözümler yaratmasıyla bilinir.
3. Senaryo: Tartışma sık sık AB'nin Türkiye karşısındaki tutumuyla ilgilidir. Bunun tersinin de kendine has olasılıkları mevcuttur: Erdoğan hükümeti bu dönemde "tam uyum" taktiğini seçiyor.
Eğer aşırı "baskı" altında bulunursa, Türkiye'nin zor olanları bir sonraki siyasi döneme atarak sürecinin bir kısmının kabulü (ekonomik düzenlemelerde anlaşma) ve diğer kısmının reddedilmesi (demokratikleşme, düşünce/ifade özgürlüğü) ile iktidar sistemini memnun eden bir senaryo öne sürerek bu özel ilişkiyi istemesi muhtemeldir.
YUNANİSTAN BASINI
TA NEA: "KIBRIS SORUNU, YUNANİSTAN VE AB"
ATİNA, 07/03(BYE)--- Tirajı günde 63 bin olan Ta Nea gazetesinin 7 Mart 2008 tarihli sayısında, Atina Üniversitesi Profesörü ve Avrupa ve Dış Politika Vakfı (ELIAMEP) Yönetim Kurulu üyesi Panayotis İoakemidis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Kısa bir süre önce alınan olumlu seçim sonucundan sonra Dimitris Hristofyas'ın Kıbrıs Cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle Kıbrıs sorununun çözümü yeninden gündeme geliyor. Bu sonuç "iki toplumlu, iki kesimli federasyon" temelinde çözüme ulaşılması için en önemli "fırsat penceresini" yarattı. Bu konuda sorumluluk Kıbrıs'ın yeni siyasi yönetimindedir. AB'nin ve de Avrupa Para Birliği'nin bir üye-devleti olan Kıbrıs bugün istemesi durumunda ve aynı zamanda karşı tarafın da buna katkıda bulunması durumunda, müzakereleri başlatma ve sorunla ilgili bir çözüme varma konumundadır.
Son yıllardaki durağanlık nedeniyle hiç yol alınamadı. Bu sadece oldubittilerle "de facto" durumları artırması bir yana, Kıbrıs'ın Türkiye'nin üyelik beklentisinin etrafındaki tehlikeli AB-Türkiye çatışmasına sıkışmasına neden olmaktadır. Çözüm arama sürecinin yeniden yörüngeye girmesinde, Yunanistan önemli bir rol oynayabilir, ancak bu, yardımcı bir roldür. Yunanistan; birincisi, Lefkoşa'yı çözüm bulunması mantığı yönünde cesaretlendirebilir ve cesaretlendirmeye mecburdur, ikincisi de, Lefkoşa'ya uluslararası forumlarda ve özellikle AB forumunda çözüm bulunması yönünde katkıda bulunabilir ve katkıda bulunmaya mecburdur.
AB, çözüm çalışmaları için çerçeve olamaz. Bu çözüm çerçevesi BM'nindir. Ancak AB bu yönde kararlı bir şekilde birçok katkıda bulunabilir. Süreç başlarsa, Kıbrıs bir AB üyesi ülke olarak (kaybedilen fırsatlar tarihinde) ilk kez müzakere yapacak, bu da bir çözüm için önemli bir parametre olacak. Lefkoşa'nın belirli şartlar altında, Kıbrıs Türk tarafıyla doğrudan ticaret tüzüğünün uygulanmasını kabul etmesi ve buna paralel olarak Ankara'nın da Uyum Protokolünü (ortaklık anlaşması/gümrük birliği vb) uygulaması bir iyi niyet jesti olabilir. Böyle bir gelişme, AB-Türkiye üyelik müzakerelerinin sekiz bölümünün "raftan indirilmesini" de sağlayacaktır.
DİMİTRİS HRİSTOFYAS'IN YABANCI GAZETECİLER DERNEĞİNDEKİ BASIN TOPLANTISI
ATİNA, 07/03(BYE)--- GKRY Lideri Dimitris Hristofyas'ın Atina'da Yabancı Basın Muhabirleri Derneği salonunda, 6 Mart 2008 Perşembe günü saat 10.30'da düzenlediği basın toplantısının gazetecilerle olan soru cevap bölümünün çevirisi şöyledir:
FLORENCE: Sayın Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin Ankara Anlaşması'na uyum sağlamamasının Avrupa Birliği'ne üyeliği üzerindeki etkileri nelerdir? Kıbrıs baskı uygulamak için bu konuda ne yapmak niyetinde?
HRİSTOFYAS: Bu konu özellikle bu yıl AB'nin ve Türkiye'nin de önünde bulunuyor. Belirli bir tarih var, 2008 yılı. Bizce AB bu konularda daima kararlı olmalı. Aynı şekilde 2009 yılında da, Türkiye'nin ilerlemesine dair yapılacak genel değerlendirmede de kararlı olmalı.
Bunun ötesinde, bir basın toplantısında izin verirseniz tedbirli ve dikkatli olmalıyım, bunu anlayabilirsiniz. Türkiye'nin hem Ankara Anlaşması hem de üyelik sürecinden kaynaklanan diğer bütün yükümlülüklerini yerine getirmesini istiyoruz ve amaçlıyoruz. Avrupa Birliği'nin de bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi konusunda tutarlı olmasını istiyoruz.
ATHANASOPULOS (To Vima): Önceki sorunun devamı olarak sormak istiyorum; Türkiye'nin AB üyeliğini Kıbrıs konusuna bağlamak girişiminde bulunmasından endişeleniyor musunuz? Mademki sorunun çözümlenmesine ilişkin yeni bir süreç olacak, bazı konularda uzlaşma ve karşılıklar elde etmek isteyebilir.
HRİSTOFYAS: Politikada korku sana arkadaş olmamalı. Politikada risk alırsın, girişimlerde bulunursun, seçeneklerin vardır. Aksi halde halkın sana verdiği görevleri üstlenmemelisin. Tabii daima halkın ve memleketin çıkarları temelinde hareket etmelisin.
Türkiye'nin bilinen, çok iyi, çok yetenekli bir diplomasisi var ve bu diplomasi çerçevesinde her oyunu oynaması olasıdır. Elbette Türk diplomasisinin yeteneklerini göz önünde tutarak, biz de daima dikkatli olmalıyız.
Önemli olan Türkiye'nin Kıbrıs ile ilgili genel stratejisini değiştirip değiştirmeyeceğidir. Başka bir ifadeyle bir konfederasyonun resmi şemsiyesi altında birleşecek iki ayrı devlet amacına son verip vermeyeceğidir. Aynı zamanda sözde devletin statüsünü yükseltmek yönündeki politikasına son verip vermeyeceğidir.
Çünkü şu anda gündeminde bu hedef öncelik taşımaktadır.
Bunlara müzakereler ilerledikçe bakılacak, başlarlarsa eğer. Bakınız şimdi, birinci görüşmeden sonra ikinci ve üçüncü bir görüşmenin yapılacağına kesin gözüyle bakmamalıyız, gündemi ve bu gündemin ne anlamı olduğunu Sayın Talat ile birlikte belirlemeliyiz. Başka bir ifadeyle 8 Temmuz Anlaşması'nın uygulanmasının ne demek olduğunu belirtmeliyiz.
Çok iyimser düşünceler, öngörüler, umutlar olmasın. Neler olacağı ve her iki tarafın göstereceği tutarlılık sonucunda inşallah umut doğar. İnşallah.
Bu bağlamda Türkiye'nin genel politikasını daha iyi incelememiz gerekir. İncelemedik diyemem. Ancak sanırım bunu daha derinlemesine ve Yunan Hükümetiyle işbirliğinde yapmalıyız.
GİLSON (Athens News): Sayın Cumhurbaşkanı, ilk defa Avrupa Konseyi'ne katılıyorsunuz ve en önemli konulardan birisi bağımsızlığını ilan eden Kosova konusudur. Şunu sormak istiyorum; bu bağımsızlığa ilişkin görüşünüz nedir? Bu devleti tanımaya niyetli misiniz ve -birçok kişinin söylediği gibi- Kıbrıs'taki sözde devletin kalkınması çabasına yönelik olarak ortada bir içtihat olduğunu düşünüyor musunuz?
HRİSTOFYAS: AB'nin bu zirve toplantısının gündeminde Kosova konusunun bulunduğunu sanmıyorum. AB kararlarını aldı ve iyi ki üye ülkelere bu konuyu doğru olduğunu düşündükleri gibi ele almalarına yeşil ışık yaktı. Kıbrıs Hükümeti olarak biz de konuyu, doğru olduğuna inandığımız şekilde ele aldık. Biz, Kosova'nın hiçbir zaman bağımsızlığını tanımadık.
Biz, Uluslararası Hukuk yeteri kadar uygulanmadığı takdirde Helsinki bildirisine bağlı kalıyoruz. Bu bildiride, devletlerin toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin tanınması ve saygı gösterilmesi öngörülüyor. Dolayısıyla, Sırbistan'ın egemenliği ve toprak bütünlüğü çerçevesinde biz, Helsinki bildirisinin son bölümünde ifade edildiği şekliyle tezimize sadık kalıyoruz. Teşekkür ederim.
GAZETECİ: Sayın Cumhurbaşkanı, az önce yüzeysel bir şekilde Annan Planı'na değindiniz. Sormak istiyorum: Örneğin Amerika'dan söz konusu 'Plan'ın yeniden canlandırılmasına ilişkin bir baskı sezmediniz mi?
HRİSTOFYAS: Yalnızca bir kelimeyle cevap vermemi ister misiniz? Hayır. Gerçek budur. Tam aksine, Güvenlik Konseyinin beş üyesi de, Sayın Talat'ın Annan Planı'nın yeniden görüşülmesine ilişkin tezini, en azından şimdilik hoşnutsuzlukla karşıladı.
GAZETECİ: Tebrikler Sayın Başkan. Yolun uzun olduğunu herkes biliyor, birçok kişinin adını söylemek istemediği büyük güç var, küçük adımların atılması hiçbir adımın atılmamasından daha iyidir. Sizce bunlar ne tür adımlar olabilir ve ilgili ülkeler Türkiye ile anlaşma sağlayabilirler mi?
HRİSTOFYAS: Yani ne tür adımların atılabileceğini mi soruyorsunuz?
GAZETECİ: Evet.
HRİSTOFYAS: Bu adımlar, Kıbrıs sorunun çözümlenmesine ilişkin yönelik aynı dilin konuşulmasıdır. Yani bizim ve Kıbrıs Türk toplumunun ne istediğidir. Aynı şeyleri istediğimiz sonucuna varırsak, o zaman bu küçük değil, önemli bir adım olacak.
Eğer Ledra sokağının açılması gibi küçük, ancak aynı zamanda siyasi ve iyi niyet adımı, ayrıca güven artırıcı önlem oluşturan bir adım olan adımlardan söz ediyorsanız, biz hem Ledra Sokağının, hem Limnitis ve Tiliria'daki barikatların açılmasından yanayız.
Birbirimize gönderdiğimiz mesajlara dayanarak, hala askıda bulunan ufak tefek sorunları çözebileceğimize inanıyorum. Böylece, hem Kıbrıslı Rum hem Kıbrıslı Türk bütün Kıbrıs halkına, paylaştığımız siyasi tez ve fikirlerden bağımsız küçük bir adım atarak, Ledra sokağını açtığımızı ve kısa zamanda Limnitis'teki barikatların açılma olasılığının da olduğunu açıklayabileceğiz.
GAZETECİ: Sayın Cumhurbaşkanı, Kosova'ya ilişkin uluslararası koşullardan da söz edildiği üzere, acaba güçlü bir AB üye-ülkesi olan Kıbrıs'ın uluslararası çevrelerden bağımsız olarak yalnızca Kıbrıslı Türklerle esaslı müzakereler başlatmasının zamanı geldi mi?
HRİSTOFYAS: Keşke yalnızca Kıbrıslı Türklerle müzakere etmemiz mümkün olsaydı. Keşke Kıbrıslı Türk vatandaşlarımız yeterince bağımsız olsalardı da konuyu aramızda çözümleyebilseydik. Keşke böyle bir şey olabilseydi.
Ancak, dünyada bugünkü ortam ne kadar çelişkili, ne kadar haksız olursa olsun, düzen her ne kadar düzensizlikten ibaret olursa olsun, BM şemsiyesine ve uluslararası desteğe ihtiyacımız var. Kıbrıs için ve Kıbrıs sorununun çözümlenmesi için Avrupa Hukuku'nun, Uluslararası Hukuk Tüzüğü'nün temel ilkelerine, BM bildirilerinde yer alan ilkelere ihtiyacımız var.
Çünkü bize ve bölgenin başka ülkelerine kıyasla bir süper güç olan Türkiye ile baş etmemiz gerekiyor. Kıbrıs sorununun özü, yalnızca Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler arasındaki anlaşmazlıklar değil. Bu anlaşmazlıklar sorunun yalnızca bir kısmıdır. Biz buna "Kıbrıs sorununun iç boyutu" diyoruz.
Ancak, sorunun başka bir boyutu daha var. Bu da işgaldir. Uluslar arası Hukuk'un, BM ilkelerinin bize kıyasla süper güç olan Türkiye tarafından ihlal edilmesidir. Dolayısıyla her iki boyutun da çözümlenmesi gerekiyor. Hem Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler arasında iyi niyet olması, hem uluslararası toplumun ve AB'nin Türkiye üzerinde etkili olması gerekiyor. Böylece, Türkiye bu kabul edilemez işgal durumunun Türk halkının yararına olmadığının farkına varacak.
GAZETECİ: Sayın Cumhurbaşkanı, Kıbrıs bütün bu yıllar boyunca Sırbistan ile dostluk politikası izledi. Kamuoyuna rağmen, Sırbistan insanlığa karşı çağdaş tarihin en ciddi suçunu işledi. Göreviniz süresince, bu geleneksel dostluğun hatırına bu politikayı takip edecek misiniz? Yoksa Kosova'nın bağımsızlığını tanıyarak Kosova'daki Arnavutların haklı mücadelesi lehine bir tutum mu sergileyeceksiniz?
HRİSTOFYAS: Bazen hoşa gitmeyen cevaplar da vermemiz gerekiyor. Sırbistan ile ilişkilerimiz, Sırbistan içinde var olan bir iç çatışma ile bozulabilecek türden değildir. Çünkü tarih boyunca Sırbistan'a ait olan ve ayrılan bir bölgeden söz ediyoruz.
Sırbistan ile ilişkiler çok eski ve Sırbistan Eski Yugoslavya'nın kalbi olarak başta iken, Makaryos, Gamal Abdel Nasser ve Hindistan'dan Nehru ile birlikte Bağımsızlar Hareketinin kurucu üyesiydi.
Bu ilişkilerin ortak dini geleneklere dayanmadığı, bunun etkenlerden biri olsa da, asıl önemli olan etken olmadığına dair garanti veriyorum. İlişkilerimiz, hedeflerimiz ve geleceğe bakışımız tamamen siyasi düzeydeydi.
Bu bağlamda Arnavutluk veya Kosova'daki Arnavutların konumuna düşmek istemiyorum, bizim en başından beri savunduğumuz devletlerin egemenliği, birlikteliği ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmelidir. Azınlıkların olduğu yerlerde tabii ki azınlıklara da aynı saygı gösterilmelidir.
Avrupa Birliği'ne üye bir ülkeyiz ve Avrupa Birliği azınlıklarla iyi ilişkiler içindedir ve biz de genel olarak bu çizgiyi takip ediyoruz.
Arnavutluk ile iyi ilişkiler geliştirmememiz için hiçbir neden olmadığını da söylemek istiyorum. İki bağımsız devlet olarak diplomatik, ekonomik ve diğer alanlarda da ilişkiler geliştirmememiz için bir neden göremiyorum ve size bunun peşinden koşacağımı söylüyorum.
GAZETECİ: Sayın Cumhurbaşkanı, Kıbrıs-İngiltere ilişkileri konusunu nasıl ele almayı amaçlıyorsunuz? Görüşmenizde Gordon Brown'a ne söyleyeceksiniz? "Kıbrıs'ın askerden arındırılması" ilkesi İngiliz üslerini de kapsıyor mu?
HRİSTOFYAS: İngiliz üsleriyle ilgili bu soruya birçok kez cevap verdiğimi sanıyorum. İşimizi zorlaştıran ülkeler için daha yakın ilişkiler gerçekleştirmemiz gerektiğini düşünüyordum ve böyle de düşünmeye devam ediyorum. Bizim konuşmamız ve onların da bizi dinlemeleri gerekir.
İngiltere Kıbrıs sorununa iyi veya kötü, bir şekilde karışmış bir ülkedir ve bildiğiniz gibi şimdi Cumhurbaşkanıyım, bu nedenle daha önce kullandığım kelime ve terimleri kullanamam, daha dikkatli ve daha diplomat olmam gerekiyor.
Sayın Brown ile görüşmeyi ve ilişkilerin düzelmesi yönünde bir ilişki kurulmasını arzu ediyorum, çünkü samimiyetle, İngilizlerin işbirliği Protokolü veya Memorandumu imzalayıp Kıbrıs Türk Devleti ve sözde "yalıtımın" kaldırılmasıyla ilgili neler hissettiğimizi, görüşlerimizin ve şikayetlerimizin ne olduğunu İngiltere Başbakanı ve bütün İngiliz yetkilileri bilmelidir.
Kıbrıs'tan ok atıp İngiltere'ye ulaşmasını beklemek yeterli değildir. Oraya gitmeliyiz. İstesek de istemesek de İngiltere ile bizi bağlayan pek çok bağ vardır. Orada yaşayan Kıbrıslı Rum ve Türklerin sayısı 300 bin kadar ve bu kişiler İngiltere'de oy hakkına sahipler.
Turistik, ekonomik ilişkiler çok yüksek düzeylerde ve Kıbrıs, İngiliz Uluslar Topluluğunun bir üyesi olduğundan, bu bağlar bin bir tanedir. Evet, bizi dinlemeleri gerekir, gerektiğinde hem eleştiren hem öven görüşlere sahibiz. Bundan böyle ilişkilerimizi diyalogla destekleyeceğiz, ancak gerektiği noktada hem eleştirici hem talep edici olacağız.
Tabii bir süper güç gibi davranmak istemiyoruz, boyutlarımızı, olanaklarımızı biliyoruz, ancak bize göre karşımızdaki ne kadar dev olursa olsun, görüşümüzü söylemekten, egemenliğimizi, toprak bütünlüğümüzü ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını savunma hakkından kimse bizi alıkoyamaz.
GAZETECİ: Sayın Cumhurbaşkanı öncelikle yeni görevinizde tüm kalbimle başarılar diliyorum. İkinci olarak, hepimiz ne kadar ileri görüşlü ve insancıl birisi olduğunuzu biliyoruz. Ancak Bakanlar Kurulunuzda neden bir tek bayan üye bulunmuyor? Teşekkür ederim.
HRİSTOFYAS: Gözleminiz için çok teşekkür ederim, son derece adil bir gözlem. Bakanlar Kurulunda iki bayan bulundurmayı düşünüyordum ama yetenekleri doğrultusunda Bakanlar Kurulu üyesi olabilecek ikinci bayanı daha da yükseltmeye karar verdim ve kendisini Komiser olarak Avrupa Birliği'ne gönderdik: Bayan Vasiliyu. Bu durumda, Kıbrıs'ı bir bayanın Komiser olarak temsil etmesinin önemli bir ilk olduğunu düşünüyorum.
Tabii daha önce Anna buradaydı ve erkekler de var, şimdi biz doğulular için konuşuyorsunuz, bu bir adımdır. Bildiğiniz gibi ikinci turda beni farklı güçler destekledi, bende uzlaşmacı bir Bakanlar Kurulu oluşturmak zorunda kaldım, bu nedenle biraz kısıtlandım.
Bu aklımda olan bir konu ve önümdeki süreçte de aklımda olacak. Kadınlar, güzel oldukları, kadın oldukları için değil, ancak kadınlar zaman zaman aklen erkeklerden çok hazırcevap ve öncü olabildiği için kamuda süsleyebileceği birçok konum bulunuyor.
GAZETECİ: Sayın Cumhurbaşkanı, Kıbrıslı Türklerin sözde yalıtılmışlığının giderek arttığına dair çok şey söylendi. Magosa şehri hakkında bir öneri vardı. Magosa şehri ve nüfusu yoğun olan diğer şehirlere vatandaşların geri dönmesi konusu nasıl gelişecek? Ve bu Kıbrıslı Türklerin sözde yalıtılmışlığının kaldırılmasına katkı sağlayabilir mi?
HRİSTOFYAS: Her zaman söylüyorum, benim adamlarım her zaman en zor soruyu sorarlar. Bilginiz olsun diye söylüyorum, beyefendi "Haravgi" gazetesi muhabiridir. Şu an bu konuyu konuşmamamız gerektiğini düşünüyorum. Magosa konusunun bir düzene girmesi için her gün gündemde olması gerekir, çünkü bu konuda sorumluluğu BM üstlenmiş ve 1984'ten beri yaşama geçirmemiştir. Bütün hükümetlerin üzerinde çalıştığı, öncelik verdiği bir konudur, ancak ne yazık ki Magosa'yı geri vermeyi kabul etmeyen Türkiye buna bir engeldir ve geri verme konusunu maalesef Kıbrıs sorununun çözülmesine bağlamaktadır.
Sırası gelince konuyu ele alacağız. Bütün samimiyetimle söylüyorum, ilk yapacağımız istikşafi görüşmede bütün konuları ele alamayız. Magosa'ya, hatta Girne'ye karşı sevgimi hepiniz biliyorsunuz.
Hepimiz memleketin tümünün kurtulması için çalışacağız. Asıl ve temel hedefimiz budur. Umarım BM kararları temelinde Magosa konusuna öncelik verilir.
DİMİTİRİS KONSTANDAKOPULOS (Kosmos Tu Ependiti): Sayın Cumhurbaşkanı Yunanistan'a hoş geldiniz, çalışmalarınızda başarılar diliyor, size şunu sormak istiyorum: Sayın Papulyas'ın onurunuza düzenlediği akşam yemeğinde yaptığı konuşmayı ve dile getirdiği umudu; yani müzakereler sonucu oluşacak -müzakereler olursa eğer ve anlaşmaya ulaşılırsa- Kıbrıs Devleti'nin çalışma sisteminde, yabancı yetkililerin olmaması beklentisini izledim. Bu beklentiyi paylaşıyor musunuz? Müzakere teziniz nedir?
İzin verirseniz çok kısa bir soru daha: Uzun yıllara dayanan tecrübeniz nedeniyle size soruyorum. Bazı avantajları olan, fakat şimdiye kadar sonuç vermeyen belirli tezler ne olacak? Örneğin Kıbrıs Devleti'ni Avrupa ya da Akdeniz ülkelerinden farklı kılan orduların olması konusu; yani adanın askerden arındırılması konusuna ilişkin tezden uzaklaşılması söz konusu olabilir mi? Ya da müzakerelerden uzak bırakılmış olan toplumlar, gelecekteki devletin nasıl düzenlenmesini istedikleri hakkında fikirleri sorulmamış toplumlar arasında bir diyalog işlemi düşünülüyor mu?
HRİSTOFYAS: Sevgili dostum, 15 ayaklı bu soruya nasıl kısaca cevap verebilirim? Üstelik soruyu siz cevapladınız.
Bakınız, bizler Kıbrıslı Rumların ve Türklerin yeniden yakınlaşmalarından yanayız. Bu yeniden yaklaşım, en azından bizim için, halkımızın kaderi için görüşünü söyleyecek bir Kıbrıs hareketi yaratma manevrasıydı. Bu hareketin işgal karşıtı olmasını istiyorduk.
Birçok yabancı müdahale etti ve yoldan çıkardı, ancak bizim çabalarımız devam ediyor ve hatta ciddi şekilde kastediyorum ete kemiğe bürünecek, zamanla daha da gelişecek. "Bizim" dediğimde, bir parti başkanı olarak konuşuyorum ve tabii ki Cumhurbaşkanlığı tarafından da itiraz olduğundan dolayı değil, fakat biz bu Hareketin gelişmesine yardım edeceğiz.
Sayın Papulyas'ın konuşmasında, hiçbir yabancı olmamasını söylediğinin farkına varmadım. Eğer Birleşmiş Milletleri kastediyorsanız, yanlış anlamışsınız. Sayın Papulyas yabancıların katılmasına karşı konuştu ve ben de bu konuda Ona katılıyorum. Ne yargıçları ne avukatları ne de başka birini kastetti.
GAZETECİ: Türkiye'nin, Kosova'ya Avrupa'dan siyasi bir gücün gönderilmesini engelleme yönündeki kararını, engelleme çabasını nasıl yorumluyorsunuz?
HRİSTOFYAS: Türkiye'nin sürekli tahrik ettiğini ve Avrupa Birliği içinde de sorunlara neden olduğunu biliyoruz. Bunun dışında, söz konusu konuyu Avrupa Birliği ele alacaktır. Bu karar gün sonunda hayata geçmeyebilir, ancak hayata geçirileceğine inanıyorum. Teşekkür ederim.
SKY TV: "BAKOYANNİ'NİN ANKARA TEMASLARI"
ANKARA, 09/03(BYE)--- Yunanistan'ın özel Sky televizyonunun 9 Mart 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:
Kıbrıs konusu, Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni'nin cumartesi günü Ankara'da Türk mevkidaşı Ali Babacan ile yaptığı görüşmenin odağında yer aldı. Her iki taraf da, bir fırsat penceresinin açıldığı ve bunun değerlendirilmesi için katkıda bulunmaları gerektiği konusunda aynı görüşü paylaştılar.
Kıbrıs sorununda baş gösteren yeni hareketlilik ile ilgili konuşmasında Bakoyanni, özellikle 8 Temmuz anlaşmasından bahsetti ve bunun adanın tekrar birleşmesine yol açarak, Kıbrıslı Rumlar ile Türklere Avrupa ailesine katılım nimetlerinden faydalanma imkanını verecek, adil, yaşayabilir ve fonksiyonel bir çözüme götürebileceğini söyledi.
"Uluslararası hukuka saygı temelinde ikili ilişkilerin sürekli düzelmesi ve tam olarak normalleşmesi başlıca hedefimiz" diyen Dora Bakoyanni'nin ziyareti, Yunanistan ile Türkiye arasında ikili siyasi ve ekonomik ilişkilere yeni ivme kazandırılması ve "momentumun" korunması amacıyla ocak ayında yapılan Karamanlis ziyaretinin devamı niteliğini taşıyor.
Görüşmelerde Türkiye'nin Avrupa perspektifi de ele alındı. Yunanistan Dışişleri Bakanı, ülkesinin Türkiye'nin Avrupa sürecini desteklediğinin ve desteklemeye devam edeceğinin güvencesini verdi. Ayrıca, Türkiye'nin AB'nin kriterlerini ve taleplerini yerine getirmesi durumunda, üye olacağı günün Yunanistan için mutluluk günü olacağını ve tüm bölgenin barışı, kalkınması ve refahı için yeni bir döneminin başlangıcına damgasını vuracağını kaydetti.
Ali Babacan ise, iki hükümet arasında diyalog ve işbirliği ortamı olduğunu ve çözüm bulunması için tüm sorunları açıkça görüştüklerini açıkladı. Babacan da Kıbrıs konusunda bir "fırsat penceresinden" bahsederken, Ege ve azınlıklar konularını da görüştüklerini söyledi.
Bakoyanni, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile de görüştü.
--Başörtüsü Tehdit Oluşturmuyor--
Dora Bakoyanni, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin "Yerel Yönetimlerde Kadın Şurası"na katılmak üzere Ankara'ya gitmişti. Dışişleri Bakanı, birçok başörtülü kadının bulunduğu topluluğa hitaben yaptığı konuşmada, "İnsan hakları ve devletin laik yapısı başörtüsüyle tehdit edilmiyor" sözleri sonrasında alkışlandı.
İSVİÇRE BASINI
TAGES ANZEIGER: "LİBERALLER ERDOĞAN'IN ORDUYA AŞIRI YAKINLIĞINDAN ENDİŞELENİYOR"
BERN, 12/03(BYE)--- Tirajı günde 216 bin olan Tages Anzeiger gazetesinin 12 Mart 2008 tarihli sayısında, Kai Strittmatter imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye'deki reformcu kesim huzursuz. Bu kesim Tayyip Erdoğan hükümetini son olarak generallerle ve "eski sistem"le ortak işler çevirmekle itham ediyor.
Hükümet partisi AKP ve ülkenin liberalleri arasındaki, tuhaf bir romansdı. Günün birinde patırtı çıkacağını, iki taraf da biliyor olmalıydı: Bir tarafta Anadolu'daki taban için Cumhuriyette yer edindirmeye çalışan kentlerdeki hırslı muhafazakar burjuvazi, öbür tarafta Avrupalı Türkiye hayali kuran kentli liberaller. Bunlar bir şekilde ortak bir düşmanları olduğunun farkına vardılar: Otoriter devlet yapısı ve onun geriye dönük olan ideolojisi Kemalizm. Ve bu hasıma karşı en iyi silahın AB'ye üyelik ve demokrasi olduğu konusunda uzlaştıklarında ele ele verip ona karşı durdular. AKP geçen yaz mecliste -ordunun ve milliyetçilerin bütün saldırılarına rağmen- salt çoğunluğu kazandığında, birçok liberal de bayram etmişti.
Ancak şimdi bölünme tehlikesi var. Liberal köşe yazarları, aydınlar ve insan hakları savunucuları AKP'ye verdikleri desteği kesme tehdidinde bulunuyorlar. Hayal kırıklığı yaygınlaşmış durumda. Eleştirmenlerin dediğine göre, AKP artık reformlarla ilgilenmiyor. Bir zamanların sempatizanlarının suçlaması AKP'nin İslama yönelmesi değil, hayır. İnsan hakları avukatı Orhan Kemal Cengiz'e göre, sorun daha ziyade şu: "AKP eski sistemle uzlaşma içinde."
AKP, eleştirmenlerine yeterince malzeme sağlıyor. AB girişimleri: Olumsuz. Vadedilen sivil anayasa: Çekmecede. Kürtler için yapılacağı söylenen reformlar: Henüz görünürde yok... Hükümet bunların yerine orduya Kuzey Irak'a girme izni verdi. 100 ünlü Avrupa dostu, mart ayı başında hükümeti "sözünü tutmamak" ve Avrupa projesini dondurmakla suçladıkları zehir zemberek bir açıklama yayımladı. Açıklamayı imzalayanlardan biri olan köşe yazarı Mehmet Ali Birand, AKP'nin 2008 yılını "AB yılı" ilan ettiğini, ancak partinin gerçekte Avrupa'nın canı cehenneme tavrında olduğu şeklindeki şikayetini dile getiriyor.
Reformcu kesime bir darbe haberini de dün hükümete yakınlığıyla bilinen Today's Zaman verdi: AKP 301. maddenin reformunu çekmecede saklamaya karar verdi. 301, "Türklüğe hakarete" cezai müeyyide öngörüyor. Bu nedenle Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk ve sonradan öldürülen Türk-Ermeni gazeteci Hrant Dink mahkemeye çıkmışlardı. Hiçbir şey Türkiye'nin Avrupa'daki imajına 301 nedeniyle açılan çirkin davalar kadar zarar vermemişti. AB bu paragrafın kaldırılması veya reforma tabi tutulmasını ülkenin demokratikleşmesi için bir test olarak açıklamıştı. Today's Zaman'ın yazdığına göre, AKP'deki rotayı şu sıralar "yasada kusurlu hiçbir yan olmadığını" düşünen Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek gibi insanlar belirliyor.
AKP, tabii ki tek sesli bir bloktan oluşmuyor. Aralarında liberaller de var. Adını açıklamak istemeyen bir AKP milletvekili, Tages Anzeiger'e Ankara'da aydınların zehir zemberek açıklamasını memnuniyetle karşıladığını söylüyor: "Açıklama zamanında geldi, bize destek oluyor."
Öyle görünüyor ki, bu, partideki Avrupa dostlarının ihtiyacı olan destek. AKP ve liberaller arasındaki ittifak birkaç yıl boyunca iki taraf için de verimliydi. Özellikle de 2003-2004 yıllarında, AKP'nin Türkiye'yi AB uygunluğuna getirmeye çalıştığında, Türkler daha fazla özgürlük ve haklar konusunda sevinebilmişlerdi. AKP ise, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi siyasetçilere siyasi İslam kökenleri nedeniyle kuşkuyla yaklaşıldığı dönemlerde, liberaller sayesinde, Avrupa'da etkin yandaşlara sahipti. AKP ayrıca bir süre de bir dayanışma efektinden yararlandı: Bir yandan hükümet partisiydi, ama aynı zamanda kendisini ordu ve devlet içindeki eski güçlerin takibatı altındaki kurban olarak satabildi.
Geçen yılki seçim zaferinden sonra bu tür bahaneler artık tutmuyor. İstanbullu liberal bir siyaset bilimci ve AKP'ye yakın Zaman gazetesi köşe yazarı Şahin Alpay şöyle diyor: "Birçokları soruyor: Şimdi değilse, ne zaman? Seçimlerden bu yana büyük beklentiler var; 301 konusunda, Avrupa konusunda. Ve özellikle de yakıcı sorun, Kürt sorunu konusunda."
Başbakan Erdoğan'ın Türk kadınlarına çocuk doğurmaları çağrısında bulunması, hükümetin mart sonundan itibaren belediye lokallerinde yeni bir alkol yasağı çıkarması, AKP'nin Danıştay'ın zorunlu din derslerini kaldırmaya yönelik aldığı karara uymayacağını açıklaması, bütün bunlar birçokları için aslında sürpriz değil. Erdoğan'ın partisi uzun süre çağdaşlaşmanın gücü olmuş olabilir, ne var ki seçmenleri koyu muhafazakar. Liberaller için, bu tür girişimlerin, reformların durgunluk yaşadığı zamana denk gelmesi sorun teşkil ediyor. Büyük gürültü, ocak ayında hükümet başörtüsü yasağını kaldırmak istediğinde koptu. Liberaller üniversitelerdeki başörtüsü yasağını otoriter zamanların kalıntısı olarak görüyor, ancak AKP'nin bunu yapma şekli birçoklarını rencide etti. AKP daha önce başörtüsü sorununu kişisel özgürlükler paketinin bir parçası olarak görme vaadinde bulunmuştu, bu sorun aslında Türkiye'ye daha fazla vatandaşlık hakkı getirecek büyük bir anayasa reformu çerçevesinde çözülecekti. Bunun yerine AKP üniversitelerde başörtüsüne izni vermek için aşırı milliyetçi MHP ile anlaşma yoluna gitti. Birdenbire, başka özgürlüklerin esamisi bile kalmamıştı.
Bunun ardından birçok kişi ordunun başörtüsü kavgasında tuhaf çekimserliğini de tespit etti. Generaller daha 2007'de AKP'nin en sert eleştirmenleri olmuşlar ve "laik Cumhuriyetin yıkılması" uyarısında bulunmuşlardı ve şimdi: Hiç ses yok... Hemen ardından da hükümet içinden ordu yanlısı şakşakçılar eşliğinde Kuzey Irak harekatı geldi. Bunun üzerine bazılarının sorusu şu oldu: "AKP ve ordu arasında gizli bir uzlaşma mı var?"
AKP'nin hareketsizliği konusunda farklı yorumlar var. Siyaset bilimci Şahin Alpay şunları söylüyor: "AB, Türkiye üyeliğini frenliyor. Halk arasında AB desteği azalıyor. Milliyetçilerin ve bürokrasinin sesleri yükseliyor."
Alpay, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığına gidişine de üzülüyor: "Gül AKP içinde reform motoruydu. Şimdi ilişkisi kesildi."
Avukat Orhan Kemal Cengiz AKP'nin bir tuzağa düştüğü görüşünde: "AKP ordunun kışlaya geri dönmesi gerektiğini bildiği sürece yollarımız örtüşüyordu. Fakat şimdi yoruldular. İsteklerini kaybettiler. Aynı zamanda da gücü ellerine geçirdikleri ve merkezi zaptettiklerini sanıyorlar. Tehlikeli bir yanılgı. AKP geçmişin derslerini unutmuşa benziyor. Ders şu: Eski güçlerin karşısında çaresiz kalacağı tek şey var, o da demokrasiyi ve bütün vatandaşların insan haklarını savunmak."
Cengiz, liberallerin de hayale kapıldıklarını belirtiyor ve şöyle söylüyor: "Mesele şu: AKP daima koyu muhafazakar bir partiydi. Ondan fazla şey bekledik."
ABD BASINI
INTERNATIONAL HERALD TRIBUNE: "AVRUPA KONSEYİ İŞKENCEYİ ÖNLEME KOMİTESİ, KÜRT ASİNİN CEZAEVİNDEKİ TECRİT KOŞULLARINI PROTESTO ETTİ"
ANKARA, 07/03(BYE)--- International Herald Tribune gazetesinin 06 Mart 2008 tarihli sayısında Stephen Castle imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı makalenin çevirisi şöyledir:
Avrupa Konseyi'nden dün yapılan açıklamada, sekiz yılı aşkın bir süredir uzak bir adada televizyon veya telefon imkanları olmaksızın hapis kalmanın Kürt militan lider Abdullah Öcalan'ın akıl sağlığına zarar verdiği belirtildi.
59 yaşındaki Öcalan, Türk özel güçleri tarafından 1999 yılında yakalanmasının ardından kapatıldığı cezaevinde ömür boyu hapis yatacak. Öcalan'ın cezası Türkiye'nin 2002 yılında idam cezasını kaldırmasının ardından ömür boyu hapis cezasına çevrildi.
Bu karar Türkiye'de bir reform işareti olarak memnuniyetle karşılansa da Öcalan'ın içerisinde bulunduğu koşullarla ilgili Avrupa Konseyi'nin İşkenceyi Önleme Komitesi tarafından yapılan eleştiriler, Avrupa Birliği'ne üye olmak isteyen Türk Hükümeti için can sıkıcı oldu.
Tutuklu bulunduğu İmralı adasında Öcalan'ın ziyaret edilmesi konusu da bir uyuşmazlık kaynağı. Komite, 2006 yılının Temmuz ayından Ekim ayına kadar muhtemel 15 ziyaretin ancak altısının gerçekleştiğini belirtiyor. Komitenin protesto etmesinin ardından durum biraz daha iyiye gitti, ancak süreç sona erdikten sonra her şey yine kötüleşti.
Komite, Türk yetkililerinin tutukluya televizyon ve telefon, egzersiz yapması için de daha fazla alan sağlaması gerektiği sonucuna vardı, ancak Türk yetkililerin kendisini zehirlediğine dair iddiaları destekleyici herhangi bir kanıt bulamadı.
Komite raporunda, "Abdullah Öcalan'ın fiziksel muayenesi, 2001 ve 2003 yıllarından itibaren akıl sağlığının ciddi zarar gördüğünü göstermiştir. Bu durum, terkedilme ve hayalkırıklığıyla birlikte kronik stres ve uzun süren sosyal ve duygusal tecrit haliyle bağlantılıdır" denildi.
Komitenin açıklamasında, "Koşullar ne olursa olsun bir tutuklunun bu tecrit koşulları altında sekiz buçuk yıl hapis tutulması için hiçbir mazeret olamaz" ifadeleri yer aldı ve Türk yetkililere "Abdullah Öcalan'ın diğer tutuklularla iletişiminin ve daha fazla aktivitenin mümkün olduğu bir yere götürülmesinin düşünüleceği şekilde, durumunu tamamen gözden geçirmeleri" çağrısında bulunuldu.
Komite, tutuklunun avukatının geçen yıl mart ayında Öcalan'ın zehirlendiğine ilişkin iddiasını destekler yönde bir kanıt bulamadı.
Türk hükümeti bu rapora cevaben, Öcalan'a televizyon seyretme hakkının ve telefon kullanmasının ise "terör örgütünü doğrudan yönetmeye devam edeceği ve telefon görüşmeleri yoluyla örgütün terör faaliyetlerinde bulunması için talimat vereceği" gerekçesiyle engellendiğini bildirdi.
Ankara'da hükümet, Öcalan'ın 35 bin kişinin ölümünden sorumlu olduğunu ve işbirliği taahhüdünün kendisini misillemelerden koruyacağını açıkladı.
AP: "SARKOZY'NİN 'AKDENİZ KULÜBÜ' PLANI AB ZİRVESİNDE MASAYA YATIRILACAK"
BRÜKSEL, 11/03(AP)(BYE)--- Constand Brand bildiriyor:
Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin, Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerini buluşturacak bir Akdeniz Birliği kurma planının, perşembe günü başlayacak zirve toplantısında diğer AB liderlerince de masaya yatırılarak sıkı bir incelemeden geçirilmesi bekleniyor.
Sarkozy'nin ilk kez geçen yıl seçim kampanyası sırasında ortaya attığı plan, bugüne dek, başta Almanya olmak üzere AB içindeki muhalif cepheyi yatıştırmak adına pek çok değişiklik geçirdi.
Akdeniz Birliğinin haziran ayında Paris'te yapılacak bir zirvede kurulması bekleniyor. Böylece, Fransa'nın bu yılın ikinci yarısında AB dönem başkanlığını devralması ile eş zamanlı olarak Akdeniz Birliği de hayata geçirilmiş olacak.
Sarkozy, Güney Avrupa ülkelerini, Avrupa'nın güneyinde ve güneydoğusundaki Müslüman ülkelere bağlayacak bir girişim olarak gördüğü bu planla ticari ve siyasi bağlar tesis edip ticaret, göç ve güvenlik gibi meselelerin üstesinden gelmeyi umut ediyor.
Fransız lideri, Akdeniz Birliğinin, AB ile üye adayı Türkiye arasındaki bağları geliştirmenin de bir yolu olabileceğini düşünüyor. Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı.
Ne var ki bu fikir, pek çok AB ülkesini rahatsız ediyor. Sözgelimi Almanya Başbakanı Angela Merkel, Akdeniz Birliğinde sadece Fransa ve güneydoğu komşularına değil tüm AB ülkelerine katılım hakkı verilmesi gerektiği görüşünde.
Kimi diplomatlar, Sarkozy'nin, Akdeniz Kulübü diye adlandırdıkları planının perşembe günü 27 AB liderinden sadece bir ön onay alacağı tahmininde bulunuyor.
Türkiye'nin AB üyeliğinden yana olan ülkeler, Sarkozy'nin planının Ankara'nın yoluna taş koymak için kullanılacağı endişesindeler.
THE WASHINGTON TIMES: "AB, FRANSIZ GİRİŞİMİ KONUSUNDA TEMKİNLİ"
ANKARA, 12/03(BYE)--- ABD'de yayımlanan Washington Times gazetesinin 12 Mart 2008 tarihli sayısında, Andrew Borowiec imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan makalenin çevirisi şöyledir:
Fransa'nın, Akdeniz'i çevreleyen ülkeler arasında bir ekonomik birlik kurulması fikri diğer AB ülkeleri ile potansiyel üyelerin sert direnişiyle karşı karşıya.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin büyük bir özgüvenle ortaya koyduğu fikre yönelik eleştiriler AB üyelerini böldü: Üye ülkelerin bazıları, önerilen planın AB pahasına, bölgedeki eski Fransız kolonilerini kayırdığını düşünüyor.
Söz konusu plan, Avrupa'dan Fransa ve İtalya, Orta Doğu'dan Türkiye ve Mısır, Kuzey Afrika'dan Tunus ve Libya gibi çeşitli ülkeleri tek bir forumda biraraya getirecek. Dün Reuters haber ajansına konuşan kimi diplomatlar, Fransa ve Almanya'nın bu alana ilişkin görüş farklılıklarını giderdiklerini bildirdiler.
Sarkozy yarın Brüksel'deki AB zirvesinde planın gözden geçirilmiş son halini ana hatlarıyla anlatacak.
Sarkozy başından beri özellikle Akdeniz'e kıyısı olan devletler için bir birlik kurmayı tasarlıyordu, ama Almanya, kuzeydeki AB ülkelerini bu hayati önemdeki bölgenin dışında bırakacağı endişesiyle bu fikre pek de sıcak bakmıyordu.
Reuters'in dün bildirdiği üzere Almanya Şansölyesi Angela Merkel geçen hafta Sarkozy'yi, planladığı birliğin, AB ülkelerinin hepsine açık olması için ikna etmeye çalıştı ve nihayet iki ülke arasındaki görüş ayrılıkları tamamen giderildi.
Berlin'de Alman hükümetinin bir sözcüsü, "Almanya ve Fransa'nın Akdeniz Birliğinin kurulması konusunda anlaşmaya varabilmesinden dolayı mutluyuz" dedi.
Fransa, birlik önerisinin asıl amacının, AB'yle ilişkilendirilecek bir gruplaşma kılığında "havuç" teklif ederek Türkiye'nin AB'ye üyelik başvurusunu ötelemek olduğunu reddetti.
Sarkozy, bir Avrupa ülkesi olmadığı iddiasıyla Türkiye'nin AB üyeliğine resmen karşı çıkıyor. Ancak geçen hafta Türkiye, Sarkozy'nin bu fikrinin, Ankara'nın Avrupa emellerini hedef almadığı yönünde Fransa'dan güvence aldığını ileri sürdü.
Üst düzey bir Türk yetkili bu noktada, "Fransızlar, Akdeniz Birliği planının -AB'ye- bir alternatif olmadığı yönünde güvence verdi. O takdirde bölgedeki yeni projelere, işbirliğine ve dayanışmaya ılımlı bakarız" diye konuştu.
Sarkozy, Akdeniz bölgesi için "Gelin büyük bir barış ve medeniyet düşünün önünü açalım" dedi.
AB analisti Dorothee Schmid'e göre bu proje, "otoriter ve şeffaf olmayan pekçok Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz devletince" engelleniyor.
LÜBNAN BASINI
L'ORIENT-LE JOUR: "İŞKENCEYİ ÖNLEME KOMİTESİ ÖCALAN'IN TECRİDİNE SON VERİLMESİNİ İSTEDİ"
BEYRUT, 07/03(BYE)--- Fransızca yayımlanan liberal eğilimli L'Orient-Le Jour gazetesinin 7 Mart 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yer alan haberin çevirisi şöyledir:
Strasbourg'da önceki gün yayımlanan bir rapora göre, Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi, Türk hükümetinden PKK'nın eski lideri Abdullah Öcalan'ın akıl sağlığına zarar verebileceği gerekçesiyle tecridine son vermesini talep etti. Fakat Türkiye bu isteği reddetti.
Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi, Mayıs 2007 tarihinde İmralı adasına yaptığı ziyaret sırasında, Öcalan'ın cezaevi koşulları ve sağlığına ilişkin incelemelerde bulundu. Öcalan, 16 Şubat 1999 yılından bu yana yüksek güvenlikli bu cezaevinde tek başına bulunmakta.
Öcalan'ın taraftarları ve arkadaşlarının zehirlendiği yolundaki iddialarını saptamak amacıyla AİÖK uzmanları, Cenevre'de yapılan tahliller için Öcalan'dan saç ve göğüs kılı örnekleri almışlardı. Bünyesinde bulunan ağır metal yoğunlukları (baryum, magnezyum ve stronsiyum) 59 yaşındaki tutuklunun sağlığı için "tehlike teşkil etmiyor" denildi.
Buna rağmen uzmanlar, 2001 ve 2003 yıllarında yapılan ziyaretlerden bu yana Kürt liderinin akıl sağlığının önemli bir şekilde bozulduğunu vurguladılar. AİÖK uzmanları daha önce görünmeyen "terk edilmişlik ve hayal kırıklığı duygusuna bağlı kronik stres, sosyal tecrit ve uzun süreli heyecan" gibi ciddi belirtiler tespit ettiklerini ifade ettiler.