ENGLISH
  Güncelleme: 08/05/2008

2008-04-24 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

2008-04-24 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

ALMANYA BASINI

ALMANYA'NIN SESİ: "AVRUPA PARLAMENTOSU DIŞİŞLERİ KOMİSYONU TÜRKİYE RAPORUNU OYLAYACAK"

ANKARA, 21/04(BYE)--- Almanya'nın Sesi Radyosu'nun 10.30-11.00 Türkçe yayınından:

Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu, Hollandalı Hristiyan Demokrat parlamenter tarafından hazırlanan Türkiye raporunu bugün oylayacak. Reformların hızlandırılması çağrısı yapılan raporda, iki nokta dikkati çekiyor: AKP hakkında açılan kapatma davası ve Ergenekon soruşturması.
AKP'nin kapatılmasının sonuçlarından endişe duyulacağı ifade edilen raporda, Ergenekon soruşturmasının da derinlemesine sürdürülmesi isteniyor. Avrupa Parlamentosunda nihai olarak mayıs ayında oylanması beklenen raporla ilgili olarak Avrupa uzmanı Cengiz Aktar, Hilal Köylü'nün sorularını yanıtladı:

KÖYLÜ: Cengiz bey, uzun bir aradan sonra Avrupa Birliği sürecine ilişkin bir rapor hazırlandı. Bu raporu nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKTAR: Bu, Avrupa Parlamentosu raporu ve her yıl iki kere yayımlanıyor: Türkiye'nin hazırlık, uyum ve müzakere sürecini değerlendiriyor. Yalnız bunun bir özelliği var, bu kez hükümet partisinin kapatma davasına rastladı ve raportör bunu dikkate alacaktır. Avrupa Birliği kurumlarından gelen mesajlar da kapatma davasının dikkate alınacağı yönünde.

KÖYLÜ: Avrupa Birliği, AKP kapatılırsa, müzakerelerin etkileneceğini söylüyor. Diğer yandan, hukuki sürece ilişkin Avrupa Birliği içinde de farklı görüşler söz konusu. Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz?

AKTAR: Sürecin etkilenmemesi mümkün değil, çünkü burada bir fiili demokrasi sorunu var. AKP ve DTP'nin aldığı oylar seçmenlerin yüzde 52'sine karşılık geliyor. Bu, milli iradenin yarısının çöpe atıldığı anlamına gelir, ki hiçbir Batı demokrasisi, özellikle Avrupa'daki ortaklarımızın böyle bir süreci anlaması mümkün değildir. Yani ondan sonra müzakereler kesilir mi, kesilmez mi; ona bakmak lazım, ama ilişkiler şimdiki gibi olmayacaktır. Zaten çok soğuk olan ilişkiler, AKP kapatılırsa çok ciddi yaralar alacaktır.

KÖYLÜ: Bu arada Türkiye'de ceza kanununun 301. maddesi konusunda tartışmalar başladı. Ayrıca, Türkiye raporuyla birlikte Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik süreci de yeniden gündeme geldi. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, Avrupa Birliği reformlarını hızlandırabilir mi?

AKTAR: Hükümet maalesef üç yıldır Avrupa Birliği konusunda dişe dokunur performans gösteremiyor. Geçen yılki askeri muhtıra sonunda biraz canlanır gibi oldu. Şimdi bu kapatma davasıyla alakalı olarak tekrar AB işine rücu etmiş gözüküyor, ama parti bu davadan dolayı zaten son derece kırılgan. Dolayısıyla partinin cesur adımlar atabilmesi, 2003 ve 2004 yıllarında olduğu gibi siyasi reformları peşpeşe Türkiye'nin gündemine getirebilmesi çok zor oluyor. Avrupa Birliği'ne geri dönüş çok zor olacak, bu sözle olacak iş değil. AKP'nin bu konuda çok zorlanacağını düşünüyorum.

HAMBURGER MORGENPOST: "AB, TÜRKİYE İLE MÜZAKERELERİ HIZLANDIRMAK İSTİYOR"

ANKARA, 21/04(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Hamburger Morgenpost gazetesinin 21 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin/ Brüksel çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

AB, Türkiye ile 2005 tarihinden itibaren başlayan katılım müzakerelerini hızlandırmak istiyor.
AB komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, Die Welt gazetesine verdiği demeçte, Türkiye ile yürütülen müzakereler çerçevesinde temmuz ayında, "İşletme ve Sanayi" ile "Fikri Mülkiyet Hakları" olmak üzere iki yeni başlığı daha açmayı tasarladıklarını belirtti. Yılın ikinci yarısından itibaren, Fransa'nın dönem başkanlığında, enerji sorunlarına ilişkin başlıkların da açılması düşünülüyor.
Rehn, "AB'nin kritik zamanlarda Türkiye'nin katılımına destek vermesi önemlidir" dedi. Ankara hükümetinden reformları sürdürmesini isteyen Rehn, "Herkese ifade özgürlüğü istiyoruz. Ayrıca, kadın ve azınlık haklarının korunmasını bekliyoruz" açıklamasında bulundu.

DIE WELT: "KAPIYI SÜREKLİ OLARAK KAPAMAK YANLIŞ OLUR"

BERLİN, 21/04(BYE)--- Tirajı günde 264 bin olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 21 Nisan 2008 tarihli sayısında, Christoph Schiltz'in AB Genişleme Sorumlusu Olli Rehn ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın çevirisi şöyledir:

SCHİLTZ: Sayın Rehn, Avrupa Birliği'ne daha kaç ülke üye olacak?

REHN: AB, Batı Balkan devletlerine, gerekli şartları yerine getirmeleri halinde üyelik sözü verdi. Ayrıca, Türkiye'yle üyelik müzakerelerine devam ediyoruz. Ancak, Türkiye'nin önünde, üyeliğe kadar henüz uzun bir yolu var. Reform rotasında kararlılıkla devam ederse Türkiye'nin 10 ila 15 yıl arasında AB üyesi olabileceğini tahmin ediyorum.

SCHİLTZ: Birliğin sınırları nerede?

REHN: Yeni AB Reform Antlaşması uyarınca, demokrasi ve hukuk devleti gibi değerlere saygı gösteren her Avrupa ülkesi üyeliğe başvurabilir. Ancak bu, her ülkeyi kabul etmek zorunda olduğumuz anlamına gelmez. Diğer yandan, haritada bir çizgi veya önümüze bir perde çekerek kapıyı temelli kapatmamız da yanlış olur. Avrupa'nın sınırlarını ebediyen belirlememeliyiz. Bu şekilde AB stratejik seçeneklerini yitirir.

SCHİLTZ: Yani Rusya da günün birinde AB üyesi olabilir mi?

REHN: Rusya mı? Moskova'nın üyeliğe ilgi duyduğunu sanmıyorum. Rusya'nın süper güç olma hedefi AB üyeliğiyle bağdaşmaz. Ancak Rusya'yla daha iyi ilişkilere sahip olmak istiyoruz. Fakat sizin sorunuz yalnızca teorik, günümüze baksak daha iyi olur.

SCHİLTZ: Bakalım tabii... Rusya şu sıralar AİHM'in reforma tabi tutulmasını engelliyor. Bu da, şu anda bile 100 binden fazla davayla uğraşmakta olan hakimlere daha fazla yük binmesine yol açıyor.

REHN: Bu kabul edilebilir değil. Şansölye Merkel'in Rusya'ya AİHM'in reforma tabi tutulması için yardımcı olması yönündeki çağrısını kesinlikle destekliyorum. Avrupa'daki insan haklarının korunmasına ilişkin tüm sistem AİHM'e dayalıdır. Hakimlerin makul çalışma koşullarına ihtiyaçları var. Bu aynı zamanda AB üyeliğine aday olan veya olmak isteyen ülkelerin reform süreçleri için de önemlidir.

SCHİLTZ: AB'nin 10 yıl sonra kaç üyesi olacak?

REHN: Müneccim değilim, yalnızca genişlemeden sorumlu komiserim.

SCHİLTZ: Hırvatistan ne zaman AB üyesi olacak?

REHN: Hırvatistan önümüzdeki aylarda adalet reformunu, yolsuzlukla mücadelesini ve gemi inşaat sektörüne ilişkin reformunu hızlandırırsa, katılım müzakerelerini 2009 yılında tamamlayabiliriz. Bu durumda, Hırvatistan 2011 yılının sonunda Avrupa Birliği'nin 28. üyesi olabilir.

SCHİLTZ: AB, üye adayı Türkiye'den ne bekliyor?

REHN: Türkiye şu anda, katılım müzakerelerine başlandığı 2005 yılından daha kritik olduğu söylenemeyecek bir dönemden geçiyor. Her yanda yeni bir uzlaşı kültürü gelişir ve gerekli reformlar hızlandırılırsa, Türkiye bu dönemden güçlenmiş demokratik kurumlarla çıkabilir.

SCHİLTZ: Bu, somut olarak ne anlama geliyor?

REHN: Herkes için ifade özgürlüğü olmasını bekliyoruz. Kadın hakları ve azınlık haklarının korunmasını bekliyoruz. Bunun için çaba göstermek gerekiyor, kadercilik değil. Hiç kimsenin çözümün gökten düşeceğine güvenmemesi gerekir.

SCHİLTZ: Türkiye'deki başsavcının talep ettiği gibi, iktidar partisi AKP yasaklanacak olursa, AB nasıl tepki gösterecek?

REHN: Kötümser olmayalım. AKP'nin yasaklanması reform sürecine zarar verir.

SCHİLTZ: Türkiye'yle sürdürülen üyelik müzakerelerinde 2005 yılından bu yana 35 faslın yalnızca 6'sı açıldı. Müzakere başlıklarının açılmasına ne zaman devam edilecek?

REHN: AB, Türkiye'yle müzakerelerinde haziran ayında iki fasıl daha açmayı öngörüyor. Bunlar, ticari işletme hukuku ile fikri mülkiyet hukukudur. Yılın ikinci yarısında ise, Fransa'nın AB Dönem Başkanlığı sırasında özellikle enerji konularında daha başka müzakere fasıllarının açılması öngörülüyor. AB'nin kritik dönemlerde de Türkiye'nin üyelik perspektifinden yana olması önemlidir. Ancak bunun için de, Türkiye'nin inandırıcı bir şekilde reform rotasında devam etmesi şarttır.

SCHİLTZ: 27 AB üyesinden yalnızca 18'i Kosova devletini tanıdı. Avrupa Birliği Kosova'yla nasıl bir sözleşme imzalayacak?

REHN: Kosova'nın bir Avrupa perspektifi var. AB bu yeni devlete ekonomik ve sosyal gelişiminde yardımcı olmak istiyor. Bunun için örneğin Kosova'yla hangi şekilde ticari sözleşmeler imzalayabileceğimize dair yollar bulmalıyız.

SCHİLTZ: Sırbistan'la bir yakınlaşma sözleşmesinin mayıs ayında gerçekleştirilecek parlamento seçimlerinden önce imzalanması neden bu kadar önemli?

REHN: Sırbistan'ı Avrupa yolunda tutmak istiyoruz. İstikrar ve Ortaklık Anlaşması'nın (SAA) imzalanmasıyla, AB'nin Sırbistan'ın Avrupa perspektifinden yana olduğu yönünde güçlü bir sinyal verilmiş olur. Önemli olan husus şudur: SAA, ancak Sırbistan Lahey'deki BM Savaş Suçluları Mahkemesi'yle tam işbirliği gösterdiği takdirde imzalanacaktır. SAA'nın imzalanması, Belgrat'ın şartları yerine getirmemesi gerektiği anlamına gelmeyecektir.

DIE NEUE EPOCHE: "PLASSNİK ANKARA'DA AB ÜYELİĞİNİN YERİNİ ALACAK BİR ALTERNATİF'DEN YANA"

ANKARA, 22/04(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Die Neue Epoche gazetesinin 21 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan AP kaynaklı Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik, Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyelik dışında alternatifleri de göz önüne alması gerektiğini söyledi. Plassnik, pazartesi günü Türk mevkidaşı Ali Babacanla birlikte Ankara'da yaptığı basın toplantısında, iyi biçilmiş bir Türkiye-Avrupa toplumunu gerçekçi başka bir alternatif olarak düşündüğünü ve Türkiye'ye kapıların kapatılmaması gerektiği, ilişkilerin gerçek çerçevesini belirleyebilmek için müzakerelere ihtiyaç olduğunu söyledi.
Türkiye Dışişleri Bakanı Babacan, Türkiye'nin AB'ye katılımının medeniyetler ittifakı bağlamında çok önemli bir mesaj olacağını ve Türkiye'nin AB'ye katılımının 21. yüzyılın en önemli barış projelerinden biri olduğunu söyledi. Türkiye ile AB arasında üyelik müzakereleri 2005 yılında başladı. Fakat tartışmalı konulardan biri olan Kıbrıs sorununda bir ilerleme şu ana kadar gerçekleşmedi. Aralarında Fransa ve Avusturya'nın da olduğu birçok ülke Ankara'nın üyeliğine karşı olduklarını açıkladılar. Plassnik, Türkiye'ye reformlara devam etmesi yönünde çağrıda bulundu.

--Ali Babacan İlişkileri Normalleştirmek İstiyor--

Bu arada Ankara, Ermenistan'daki yeni hükümetle diyalog kurmaya çalışıyor. Ali Babacan, Plassnik ile birlikte yaptığı basın toplantısında, bu yolla iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilmeye çalışıldığını söyledi. Bunu Ermeni mevkidaşına yazdığı bir mektupta belirtti.
Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik hiçbir ilişki yok. Ermenistan, I. Dünya Savaşı'nda Türklerin 1.5 milyon Ermeniyi öldürdüklerini söylüyor ve bunu bir soykırım olarak nitelendiriyor. Türkiye ise, iddiaları reddediyor ve rakamların şişirildiğini söylüyor. Babacan "Herkesin kabul ettiği üzere sorunlarımız var, bazıları 100 yıl önceye dayanan sorunlar. Ama bu sorunların üstesinden gelmenin tek yolu diyalogdur" diyor.
Ermenistan'da şubat ayında yapılan seçimlerde Serge Sarkisyan Cumhurbaşkanlığına seçilmişti.

DIE TAGESZEITUNG: TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİ TARTIŞILDI"

BERLİN, 22/04(BYE)--- Tirajı günde 55 bin 340 olan sol eğilimli Die Tageszeitung'un 22 Nisan 2008 tarihli sayısında, AFP'ye atfen ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Paris çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

AB'nin genişlemeden sorumlusu Komiseri Olli Rehn'in, Türkiye'nin "10 ila 15 yıl içerisinde" AB'ye üye olabileceği öngörüsü, Fransa'daki iktidar partisi UMP'nin tepkisini çekti. UMP milletvekili Richard Mallie pazartesi günü yaptığı bir açıklamada, bu tür bir cesaretlendirmenin "bir skandaldan" ibaret olduğunu ifade ederken, sözlerine, "Rehn, Fransız halkının ve Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin konuyla ilgili yaklaşımını bilmektedir" cümlesini ekledi. Fransız milletvekili Mallie bir grup parlamenter ile birlikte Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkarken, Sarkozy gibi "imtiyazlı ortaklıktan" yana olduklarını belirtiyor.

SÜDWEST PRESSE: "ÖDÜLLENDİRİLEN KURAL İHLALİ"

ANKARA, 22/04(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Südwest Presse gazetesinin 21 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, Detlev Ahlers imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ulm çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu üyesi Olli Rehn, "kritik zamanlarda" Türkiye'nin AB katılımının desteklenmesi gerektiğini açıkladı. Söylediklerinde doğruluk payı var. Türkiye kritik bir süreçten geçiyor. Anayasa Mahkemesi, son seçimleri kazanan AKP'nin istikametini beğenmediği için kapatılmasını inceliyor. Bu, biçimsel bir hukuki darbe olarak nitelenebilir. "Türklüğe hakareti" içeren 301. maddede değişiklik yapılsa bile, madde, değişiklikten sonra da basın ve düşünce özgürlüğüyle; demokratik düşünce özgürlüğüyle bağdaşmayacağa, aksine bununla alay edeceğe benziyor. Çünkü bu değişiklik, AB devletlerinin yabancı olduğu milliyetçi devlet görüşünü yansıtacak.
Türkiye, Kıbrıs sorunu çerçevesinde hava ve deniz limanlarını Kıbrıs gemilerine ve uçaklarına açmayarak ve malları ülkeye sokmayarak AB sözleşmelerini ihlal ediyor. Daha da saçması ise AB'nin, Kuzey Kıbrıs'ı devletler hukukuna aykırı bir şekilde işgal eden bir ülkeyle katılım müzakereleri sürdürmesi.
Burada tehlikeli olan, Türkiye'nin, AB'nin ilgisini, değişmesi gerekmediği ve bunun yaptırımlarının olmayacağı yönünde yorumlaması. AB, beğenmediği tüm kuralları ihlal edebileceğini öğrettiği bir ülkeyi Birliğe almak üzere. Bu ülke, kalabalık halkıyla sübvansiyona muhtaç dipsiz bir kuyu olarak karşımıza çıkacak. Erdoğan hükümetinin reformlarda başarılı olması arzu edilse dahi katılım müzakerelerinin araç haline getirilmesinin önüne geçilmelidir.

DER WESTEN: "TÜRKİYE, 15 YIL İÇİNDE AB ÜYESİ OLABİLİR"

ANKARA, 23/04(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Der Westen haber portalının 22 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Bürüksel çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:

AB Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu üyesi Olli Rehn, Balkanlar'ın batısının ve Türkiye'nin 15 yıl içinde Avrupa Birliği'ne girme olasılığının yüksek olduğunu söylüyor.

SORU: Mayısta Sırbistan'da seçimler yapılacak ve seçimlere katılacak bütün partiler kendilerinin Avrupa yanlısı olduğunu iddia ediyorlar. Bu, AB Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu bir üyesi için sevindirici bir durum öyle değil mi?

REHN: Yapılacak bu seçimlerde söz hakkımız yok. Ama tabii ki gelecekte üye olacak bir ülkede yaşanan gelişmeler bizim ilgimizi çekiyor. Kim üye olmak istiyorsa, bunun koşullarını da yerine getirmeli. Sırbistan çok önemli bir karar alacak. Umarım kararını Avrupa yönünde alır. En son yapılan kamuoyu yoklamasına göre, halkın yüzde 70'i Avrupa'ya üyelikten yana.

SORU: Giriş nedeni olarak başka bir ülkenin üyeliğini bloke etmek söz konusu olabilir mi?

REHN: Hiçbir ülke Avrupa Birliği'ne, başka bir ülkenin üyeliğini engellemek için girmemeli.

SORU: Siz, Hırvatistan ile müzakerelerin 2011'de, Türkiye ile de 15 yıla kadar tamamlanacağını düşünüyorsunuz.

REHN: Hırvatistan ile yürütülen müzakerelerin 2009 yılında tamamlanmasını ve aynı yılın sonuna doğru da AB'ye girmesini istiyoruz. Türkiye'nin Birliğe girişi, demokratik ve mali koşulları yerine getirip getirmemesine bağlı. Türkiye'nin önünde çok dönemeçli bir yol var. Ama reform sürecinin devam etmesi halinde, gerekli koşulların 15 yıl içinde yerine getirilebileceği makul bir tahmin olur.

BERLİNER ZEİTUNG: "TÜRKİYE'YE YÖNELİK UYARILAR"

BERLİN, 23/04(BYE)--- Tirajı günde 174 bin olan liberal eğilimli Berliner Zeitung'un 23 Nisan 2008 tarihli sayısında, Thorsten Knuf imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Strasbourg çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

--AB İlerleme Raporunda Türkiye'deki Özellikle Yargı Alanındaki Eksikliklerden Söz Ediliyor--

Avrupa Birliği aday ülke Türkiye'yi devlet ve topluma yönelik reform temposunu belirgin bir şekilde hızlandırması yönünde bir kez daha uyardı. Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonunun kabul ettiği yeni raporda, ülkenin modernleşmesi çalışmalarının sürdürülmesinin Türkiye'nin kendi çıkarına olacağı ve üyelik müzakerelerine ciddi anlamda etki edeceği belirtiliyor. Hollandalı raportör AP milletvekili Ria Oomen-Ruijten dün yaptığı açıklamada, Başbakan Erdoğan'ın 2008 yılının reform yılı olacağını ilan etmesini gayet olumlu karşıladıklarını belirtirken, artık bununla ilgili icraatlar görmek istediklerini hatırlattı. Türkiye 2005 yılından beri resmen AB adayı bir ülke.
AP milletvekilleri somut olarak Türkiye'den TCK'nın 301. Maddesinin reforme edilmesini bekliyorlar. Milliyetçi hukukçular bu kanun maddesine istinaden yazar ve aydınları yargı önüne çıkartıyorlar. Ankara söz konusu maddeyi değiştirmek suretiyle artık "Türkiye'ye hakaret edilmesini" yasaklamak istiyor. Avrupalı milletvekilleri bu düzenlemeyi yeterli bulmayarak eleştiriyor.
Avrupa Parlamentosunun Dış İlişkiler Komisyonu ayrıca Türkiye'den, Kürtlere ve diğer azınlıklara daha fazla haklar tanınmasını ve kadın-erkek eşitliğine saygı gösterilmesini talep ederken, Türk ordusunun nüfuzunun azaltılması gerektiğini vurguluyor. Halihazırda yürürlükte bulunan İslami-muhafazakâr AKP'nin kapatılması davasını AP milletvekilleri büyük bir endişe içinde takip ediyor. SPD Avrupa milletvekili Vural Öger, yüzde 47 oy alan bir iktidar partisinin kapatılması isteminin Batı'nın demokrasi anlayışıyla bağdaşmadığını belirtiyor.
Türkiye raporu, Dış İlişkiler Komisyonunda yer alan tüm partilerce kabul edildi. Alman milletvekili Cem Özdemir de raporu bu şekliyle kabul ettiğini, fakat Türkiye'de yürütülen siyasi erk mücadelesi nedeniyle AP milletvekillerinin Türkiye'yi daha fazla cesaretlendirmelerini arzuladığını belirtti. Yeşiller milletvekili Özdemir, Türkiye'nin AB üyeliği karşıtı kesimin Türkiye raporunu koz olarak kullanabileceklerinden endişe duyuyor. 

AVUSTURYA BASINI

KURIER: "PLASSNİK: TÜRKİYE'NİN KENDİ İÇİNDE KİMLİĞİNİ BELİRLEMESİ GEREKİR"

VİYANA, 18/04(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal eğilimli Kurier gazetesinin 18 Nisan 2008 tarihli sayısında, Margaretha Kopeinig'in Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın çevirisi şöyledir:

Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik ile Türkiye gezisinin konuları hakkında konuştuk.

KURİER: Avusturya, Türkiye'nin AB'ye katılımını reddediyor. Ankara'da buna bir açıklama getirme gereği duyacak mısınız?

PLASSNİK: Hayır. Türkiye için bizim pozisyonumuz yeni bir şey değil. Biz güveni artırmak ve adım adım ilerlemek istiyoruz: Otomatikman üyelik olmayacak, ucu açık müzakereler yapılacak, AB'nin hazmetme gücü dikkate alınacak ve tam üyelik yerine Türkiye'nin üzerine göre biçilmiş bir ortaklığa öncelik verilecek. Türkiye'nin yüzüne kapının kapatılmaması da bunlara dahil. Diğerleri pozisyonlarını radikal bir şekilde değiştirse de biz aynı çizgide kalıyoruz. Buna Türkiye de saygı duyuyor.

KURİER: Avusturya, Türkiye'nin katılımı konusunda halk oylaması yapma kararında ısrar ediyor mu?

PLASSNİK: ÖVP ile SPÖ'nün hükümet programında, eğer günün birinde hedefi katılım olacak bir sonuca varılırsa, son sözü Avusturyalıların söyleyeceği belirtiliyor. Bu, siyasi bir yükümlülük.

KURİER: İmtiyazlı ortaklıkta ısrar ediyor musunuz?

PLASSNİK: Burada gerçekler ve pratik mantık önemli bir rol oynuyor. "Ya hep, ya hiç" gibi bir yaklaşımın yararı olmaz. Sınırlanmaya izin vermememiz, aksine karşılıklı anlayışın boyutlarını araştırmamız gerekir. Birbirinden çok şey istememek, başarılı ortaklıkların reçetesidir.

KURİER: İktidardaki AKP'yi kapatma davasına açıkça değinecek misiniz?

PLASSNİK: Türkiye'nin kendi içinde kimliğini belirlemesi gerekiyor. Bu, modern bir kişilik arayışı ve başörtüsünün konumundan tutun da laikliğin çağdaş tanımına kadar, ülkenin kendi içinde gerçekleştirmesi gereken oldukça zor bir süreç.
AB bu sürece siyasi bir polis olarak değil, ortak olarak eşlik edebilir. Biz Avrupa standartlarını açıklayabiliriz, ama iç politikada hakem rolü oynayamayız. AKP, 2007 seçimlerinde halkın güvenini kazandığını kanıtladı. Erdoğan hükümeti bir reform paketi sundu ve bunun karşılığında demokratik seçimlerde güç kazandı. Şimdi bu parti birdenbire kapatılacak mı?

KURİER: Türkiye'deki durum da Doğu'ya genişlemeye benziyor: Halk katılıma karşı, ekonomi katılımdan yana.

PLASSNİK: Tam üyeliğe karşı olmak bir halka karşı olmak anlamına gelmemeli. Avusturyalıları, Türklere karşı olumsuz bir yaklaşımları olmakla itham etmemek gerekir. İki ülke arasında tarihi, kültürel ve ekonomik ilişkilerden oluşan bir bağ var. Buna bir de Avusturya'da yaşayan ve ortak geleceğimize katkısı bulunan Türkler de ekleniyor. Ayrıca, sayıları yılda neredeyse yarım milyonu bulan Avusturyalı turist de cabası. Bu herhalde Türkiye'ye karşı duyulan antipatinin bir göstergesi değil.

KURIER: "BİR ÜLKEDE İKİ DÜNYA"

VİYANA, 18/04(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal eğilimli Kurier gazetesinin 18 Nisan 2008 tarihli sayısında, Margaretha Kopeinig imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

--Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik Ankara ve İstanbul'a Gidecek. Orada Onu Baş Döndürücü Gelişmeler Bekliyor--

Gergin bir hava hakim. Türkiye'de her gün binlerce kişi devletin kurucusu Kemal Atatürk'ün adına, modern ve laik bir ülkeyi savunan gösteriler yapıyor. Aynı zamanda da, kadınlar üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılmasını savunup Başbakan AKP'nin muhafazakar dinci AKP'si lehinde gösteri yapıyor.

--Dinamizm--

Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik'in Türkiye ziyareti işte bu gergin ortama rastlıyor. Plassnik pazartesi günü, meslektaşı Ali Babacan, Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile buluşacak.
Salı günü ise Avusturya Lisesi ile Avusturya Hastanesini ziyaret edecek, Fener Patriği ve İstanbul Müftüsü ile buluşacak. Geçen hafta da AB Komisyonu Başkanı Barroso ile Genişleme Komiseri Rehn Türkiye'deydi. AB politikacılarının ziyaretlerinin müzakerelere yeni bir dinamizm kazandırıp kazandırmayacağı, reformları hızlandırıp hızlandırmayacağı belli değil.
AB'ye girmek isteyenlerin oranı giderek azalıyor. Liberal, bağımsız Radikal gazetesinin yaptığı güncel bir ankete göre, ankete katılanların yalnız yüzde 55'i katılımı destekliyor, yüzde 37'si ise AB'nin Türkiye'yi üye olarak kabul etmesini bekliyor.
Ancak AB ön planda olan bir konu değil. Yargı, AKP'yi ve Kürt partisi DTP'yi kapatmak üzere. Kapatmanın doğuracağı sonuçlar hakkında birçok spekülasyon yapılıyor; iç savaştan, demokrasinin son bulmasından tutun da darbe söylentilerine kadar. AKP'nin kapatılmasından yana olanlar, İslamlaşma tehlikesini bertaraf etmek istediklerini iddia ediyorlar. Oysa birçok dindar Müslüman bunu, Batı'nın bu kadar övdüğü demokrasinin bir aldatmaca olduğunun kanıtı olarak görebilir.
Hükümet AB çizgisinde ilerlediğini temin ediyor. Nitekim, Türklüğü aşağılamaya ceza getiren 301. maddeye rötuş yapılacağı söyleniyor.
Hukukçuların ifadesine göre, 1980'deki askeri darbenin izlerini taşıyan anayasa hala reforma tabi tutulmadı. Yeni anayasa metninin taslağı dolapta bekliyor.

WIENER ZEITUNG: "TÜRKİYE'YE OLUMLU SİNYAL"

VİYANA, 21/04(BYE)--- Tirajı günde 27.500 olan ve devlet tarafından çıkarılan Wiener Zeitung'un 19 Nisan 2008 tarihli hafta sonu sayısında, Martyna Czarnowska imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

--Plassnik Önümüzdeki Hafta Ankara'ya Gidiyor... İç Politikadaki Sorunlar AB'nin İsteklerinden Önce Geliyor--

Sanem, "Avusturya'da hava nasıl? Bizi isteyenlerin oranı daha da düştü mü?" diye soruyor. Genç kadın İstanbul'da Avrupa Birliği için lobicilik yapan bir sivil toplum örgütünde çalışıyor ve birçok Batı Avrupa ülkesinin Türkiye'nin AB'ye katılımına şüpheli bakışı göz önünde bulundurulacak olursa, bunun her zaman kolay bir şey olmadığını belirtiyor.
Türkiye'nin üyeliğini isteyenlerin sayısının en az olduğu ülke Avusturya. Sanem, "AB'de istenilmediklerini hisseden insanlara AB'nin yararlarını açıklamak zor oluyor" diyor.
Halbuki iki ülke arasında şimdi bile birçok alanda ilişki mevcut. Avusturyalılar Türkiye'ye tatile gitmeyi çok seviyorlar. 2006 yılında Türkiye'yi ziyaret eden Avusturyalı turist sayısı yarım milyon kadardı. Ekonomik ilişkiler de sürekli geliştiriliyor. Avusturya'nın ihracatı geçen yıl yaklaşık yüzde 12 oranında artarak, 945 milyon avroya ulaştı. Türkiye'den yaptığı ithalat ise 861 milyon avro değerindeydi.

--Fischer Mayıs'ta Türkiye'yi Ziyaret Edecek--

Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik de Türkiye gezisi öncesinde bu gelişmeye işaret etti. Cumhurbaşkanı Heinz Fischer'in mayıs ortasında yapacağı resmi ziyarete hazırlık niteliğinde olan Plassnik'in iki günlük Ankara-İstanbul ziyaretinin, Türkiye'ye olumlu bir sinyal vermesi de düşünülüyor. Nitekim Plassnik, Türkiye'nin Avusturya ve AB'nin önemli bir ortağı olduğunu ve müşterek ilgi alanlarının bulunduğunu sık sık vurguluyor. Plassnik, Viyana'nın kesinlikle Türkiye karşıtı bir politika izlemediğini belirtiyor.
Ancak Avusturya'nın AB-Türkiye müzakerelerinin Ekim 2005'te başlamasından bu yana izlediği çizgi belli: Müzakereler "ucu açık" bir şekilde sürdürülecek, sonunda ille de AB üyeliği bulunmayacak. Avusturya da diğer ülkeler gibi, yargı sisteminde reformlar yapılmasını, demokrasinin sağlamlaştırılmasını ve azınlık haklarının daha çok güvence altına alınmasını istiyor.
Ancak Ankara birçok Batı Avrupa ülkesinin yeğlediği "Türkiye'nin üzerine biçilmiş bir ortaklığın" kendisi için söz konusu olamayacağını belirtiyor. Türkiye resmi çerçevede, AB'ye katılım dışında hiçbir şey için müzakerede bulunmak istemiyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hükümeti bunun için gerekli olan reformlara hız verildiğini söylüyor.
AKP'nin oyların nerdeyse yarısını aldığı yazın yapılan parlamento seçimlerinden bu yana pek bir gelişme olmadı. Hükümet şu sıralarda daha çok iç politikadaki sorunlarla mücadele etmek zorunda.


KRONEN ZEITUNG: "PLASSNİK TÜRKİYE'YE GİDİYOR: BOĞAZ'DA FIRTINALAR ESİYOR"

VİYANA, 21/04(BYE)--- Tirajı günde 847 bin olan bulvar gazetesi Kronen Zeitung'un 20 Nisan 2008 tarihli sayısında, Kurt Seinitz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Viyana çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

--Yeni Bir Askeri Darbe AB Hayallerinin Tamamen Gömülmesine Yol Açabilir. Avusturya'nın Dışişleri Bakanı Plassnik Pazar Günü Hassas Bir Ziyarette Bulunmak Üzere Türkiye'ye Gidiyor. Plassnik, Dışişleri Bakanı Babacan, Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül'e Federal Hükümetin Türkiye'nin AB'ye Katılımını Reddetmesine Rağmen, Neden Türkiye'de AB'ye Uygun Reformlar Yapılması İçin Israr Ettiğini Açıklayacak--

Türk ordusu nüfuzunu kaybetmekten korktuğu için AB'ye katılıma karşı. Ordu işte bu yüzden dinci Erdoğan hükümetini "ülkeyi yavaş yavaş İslamlaştırdığı" için görevden alması beklenen, Atatürk ilkelerine sadık Anayasa Mahkemesinin olası "hukukî darbesini" destekliyor.
Erdoğan, seçimlerde elde ettiği büyük zaferi kaybetmekten korkmaya başladığından beri AB'ye yeniden ilgi duymaya başladı. Dondurulmuş olan müzakereleri yeniden canlandırmak istiyor.
AB'nin merkezinde uzun zamandan beri Erdoğan'ın AB çizgisini ordu karşısında Avrupa kalkanı olarak kullandığı şüphesi hâkim. Erdoğan seçimlerde zafer kazanma sarhoşluğu içinde verdiği yeni bir anayasa çıkarılması ve "Türklüğü aşağılama" maddesinin kaldırılması gibi vaatleri yerine getirmedi, ama üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldırdı.

DIE PRESSE: "1,90 METRELİK TATLI İNATÇI"

VİYANA, 22/04(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 22 Nisan 2008 tarihli sayısında, Christian Ultsch imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

Türkiye ziyareti: Plassnik Ankara'da katılıma seçenek olarak Türkiye'nin üzerine biçilmiş bir Türkiye-Avrupa ortaklığından yana konuştu.
Pek popüler olmasa da Türkiye'de tanınıyor. Bir Türk gazetesi bir defasında onu "1,90 metrelik inatçı" diye adlandırmıştı. Bir Türk gazeteci pazartesi günü Ankara'da yapılan basın toplantısında bu kez ona, "Türkiye'nin AB'ye katılımı karşısındaki direnişin sembolü" unvanını yakıştırdı. Ursula Plassnik de bu unvana layık olabilmek için elinden geleni yaptı. Avusturya Dışişleri Bakanı müzakerelerin otomatikman tam üyelik ile sonuçlanmaması gerektiği konusunda ısrar etmeyi sürdürdü ve "Türkiye mümkün olduğunca AB'ye yakınlaştırılmalı. Ancak, hayal gücümüzü genişletip, Türkiye'nin üzerine biçilmiş bir Türk-Avrupa Birliği seçeneği oluşturmamız gerekiyor" şeklinde konuştu.
Türk Dışişleri Bakanı Ali Babacan da rotasını değiştirmedi ve hedefin Türkiye'nin AB'ye katılımı olduğunu vurguladı. Bu bağlamda Türkiye'nin şimdiki haliyle değil, gelecekteki haliyle düşülmesi gerektiğini söyleyen Babacan, geçen beş yıldaki gelişmelerin önümüzdeki beş-on yıl içinde beklenebilecek gelişmelere ölçü alınabileceğini belirtti. Ancak Babacan amaca giden yolun da amaç olabileceği görüşünü savunarak, "Sonuç ne olursa olsun AB ile müzakere süreci Türkiye'ye faydalı olacaktır. Sonunda hem Türkiye hem de AB'nin yarar sağlayacağı bir win-win durumu oluşabilir" dedi.
Türkiye gerçekten de Recep Tayyip Erdoğan'ın ılımlı İslamcı hükümeti yönetiminde 2002'den bu yana, siyasi ve ekonomik sisteminin modernleştirilmesi konusunda kısmi başarılar elde etti. Ancak, AB'de katılıma karşı Fransa ile Avusturya'nın öncülüğünde bir direniş şekillenmeye başladığından beri, Erdoğan'ın reform çabaları da yavaşladı. 35 müzakere başlığından ancak bir tanesi sonuçlandırıldı. Bu tam Avusturya'nın dönem başkanlığına rastladı. Türkiye limanlarını Kıbrıs Rum gemilerine açmamakta direnince, AB de en önemli sekiz başlığı dondurdu.

--Yeni Reform İsteği--

Ankara son zamanlarda AB'ye yeniden yakınlaşma yolları arıyor. Bu, martta bir savcının Anayasa Mahkemesine başvurarak, AKP'nin kapatılmasını ve aralarında Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül'ün de bulunduğu bazı önde gelen AKP'li politikacılara beş yıllık siyaset yasağı konulmasını istemesiyle bağlantılı. AKP üyesi Babacan, pazartesi günü "açık görüşlü Türk toplumunun" bu "sınavı" vereceği konusunda iyimser gözüktü. Plassnik, Anayasa krizine ilişkin olarak, Türkiye'nin müşterek değerleri yalnızca kabul etmek değil, aynı zamanda da uygulamak zorunda olduğunu söyledi ve Türkiye'nin şu sıralar laik kimliğini bulmaya çalıştığına işaret etti.
Babacan ile onun "sevgili arkadaşı Ursula", "AB'ye katılım" konusundaki tüm tezatlara karşın dostça bir hava oluşturmaya özen gösterdiler. Pazartesi günü Ankara'da açılışına birlikte katıldıkları bir seminerin, Balkanlar'dan Orta Asya ve Orta Doğu'ya kadar yeni işbirliği alanları bulunmasına yardımcı olacağını belirttiler. Her ikisi de birçok kez ekonomik işbirliğinin önemini vurguladı. Şu sıralar Avusturya 300 firması ile, Türkiye'ye yatırım yapan ülkeler arasında dokuzuncu sırayı alıyor. Ayrıca, Türkiye ile Avusturya'yı birleştirecek olan önemli bir konu daha var: Nabucco. Plassnik ile Babacan bu boru hattı projesi hakkında da konuştular.
Babacan, Türk kökenli 180 bin kişinin yaşadığı Avusturya'da neden Türkiye'nin AB'ye katılımını onaylayanların oranının yüzde beş ile Avrupa çapında en düşük oran olduğuna ve Türkiye'nin üyeliği konusunda neden halk oylaması yapılacağı vaadinin verildiğine şöyle bir açıklama getiriyor: "Bazen gerçek ile onun nasıl algılandığı arasında fark olabiliyor."

DIE PRESSE: "O ZAMAN AVUSTURYA TEK BAŞINA KALIRDI"

VİYANA, 22/04(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 22 Nisan 2008 tarihli sayısında, Wolfgang Böhm imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Fransa, Türkiye'nin katılımı konusunda halk oylamasına gitme planından vazgeçiyor. Bunun haklı nedenleri var.
Türkiye'nin katılımına karşı olanlar şimdiye kadar gayet rahattılar. Fransa yönetiminin AB'nin genişlemesi konusunda her halükarda halk oylaması yapacağı açıklamasının arkasına gizlenebiliyorlardı. Müzakerelerin Türklerin boşa harcadığı çaba olduğu ve üyelikle sonuçlanma şansının hiç olmadığı aşikardı. Çünkü Fransızların büyük bir olasılıkla katılıma karşı oy kullanacakları düşünülüyordu.
Ama şimdi iş değişti. Türkiye'nin AB'ye katılımına genelde şüpheli gözlerle bakan Cumhurbaşkanı Sarkozy, yön değiştirdi. Nesnel değil duygusal şekilde gerçekleşeceği önceden belli olan bir politika şekli istemiyor. Bu haklı nedenlere dayanıyor. Çünkü bir yandan aday bir ülkeden önce müzakerelerde önemli reformlar yapmasını isteyip sonra o ana kadar konuya uzak kalmış bir halk çoğunluğu tarafından üyeliğin reddedilmesini sağlamak pek adilce bir davranış olmaz. Öte yandan, politika bu noktada sorumluluğu üzerinden atamaz. Tam üyeliğe seçenek getirecek olan halk değil, politikadır.
Fransa'nın gerçekten Türkiye referandumundan vazgeçmesi halinde, Avusturya tek başına kalacak. O zaman federal hükümetin, eski Başbakan Schüssel tarafından geliştirilen halk oylaması planının gerçekten mantıklı olup olmadığını bir kez daha düşünmesi gerekecek.  

ORF2: "AB, TÜRKİYE İLE ÜYELİK MÜZAKERELERİNİ HIZLANDIRMAK İSTİYOR"

VİYANA, 22/04(BYE)--- Avusturya Dışişleri Bakanı Plasnik'in Türkiye ziyareti dolayısıyla Avusturya Televizyonu ORF'nin 21 Nisan tarihli saat 22.00 haber programında görüntü eşliğinde yapılan yayının çevirisi şöyledir:

AB'nin Genişlemeden Sorumlu üyesi Olli Rehn, Türkiye ile yürütülen üyelik müzakerelerinin hızlandırılmasını istiyor. Bunu duymak Türkiye'de memnuniyet yaratıyor. Oysa Türkiye'nin tam üyeliğine karşı büyük çekinceleri olan Fransa, Almanya ve Avusturya'dan ise protesto sesleri yükseldi. Avusturya Dışişleri Bakanı Plassnik'in bugün başlayan Türkiye gezisinin ana konusunu da işte bu ülkenin AB'ye tam üyeliği oluşturdu.
Ankara'dan Christian Stöger bildiriyor:

Başkent Ankara: Altı milyon nüfusu olan kent halkının AB üyeliğine ilişkin farklı görüşleri var. Halkın bir kısmı olumlu bir kısmı da farklı kültüre mensup olduklarından olumsuz bakıyorlar AB üyeliğine... Bizler iyi dost ve komşular olabiliriz ama aynı birliğin mensupları olarak değil diyorlar. Bazıları da haksızlıkların, olumsuzlukların ortadan kalkacağına inandıklarından AB'ye tam üyelikten yana olduklarını beyan ediyor.
Ülkenin AB'ye tam üyeliği Avusturya Dışişleri Bakanı Plassnik'in bugünkü Türkiye ziyaretinin de ana konusunu oluşturdu. Medyanın ilgisi de o derece büyük oldu. Zira Avusturya Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini isteyenler arasında yer almıyor. Türk Dışişleri Bakanı Ali Babacan, bugün ortaklaşa olarak düzenlenen basın toplantısında, bu sürecin sonucunun ne olacağına bakılmaksızın Türkiye'nin Avrupa yolunda ilerlemesini sürdüreceğini vurguladı.
Dışişleri Bakanı Plassnik ise, "burada önemli olan bugünden yarına gerçekleşecek tam üyelik konusu değil. 2005 yılında başlayan süreç içinde yürütülecek müzakerelerde nereye kadar gidilebileceğinin araştırılmasıdır. Ben Türklerin bu sürecin sonucunu bizden farklı gördüklerini biliyorum. Biz bu konuda bugüne kadar sürdürdüğümüz ve şunu da söylemek zorundayım, son yıllarda uygun olduğu kanıtlanmış tutumuzu sürdürmeye de devam edeceğiz" dedi.
Yani Avusturya'nın Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği konusunda ağırlıklı olarak söz sahibi olacağı anlaşılıyor. Ankara'nın AB yolunda katettiği mesafeyi devam ettirebilmesi için AKP Hükümetinin bazı iç siyasi sorunların üstesinden gelmesi gerekiyor. İslamcı AK Partinin kapatılması için Anayasa Mahkemesi nezdinde açılan dava bu sorunlardan birisini teşkil ediyor. Başbakan Erdoğan partisinin kapatılmasına engel olabilmek için bir anayasa değişikliğine gidilmesini düşünüyor. Bu konuda Avusturya Dışişleri Bakanına da bilgi verdi.

KURIER: "TATLI, AMA SERT"

VİYANA, 22/04(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal eğilimli Kurier gazetesinin 22 Nisan 2008 tarihli sayısında, Margaretha Kopeinig imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

Plassnik Türkiye'de: Dışişleri Bakanı Ankara'nın AB üyeliği dışında başka seçenekler bulunması, meslektaşı Babacan ise katılım konularında ısrar ediyor.
Türkiye'de, Avusturya'nın Türkiye karşısındaki kuşkulu tutumunun sembolü olarak kabul edilen Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik, Ankara'ya yaptığı resmi ziyarette, medyanın büyük ilgisini çekti. Bir Türk diplomatı, "Bir pop şarkıcısı gibi karşılandı" dedi.
Avusturyalı politikacıya gittiği her yerde düzinelerce televizyon kamerası ve fotoğrafçı eşlik etti. Başbakan Tayyip Erdoğan olsun, Cumhurbaşkanı Gül, ya da Dışişleri Bakanı Ali Babacan olsun, hepsi federal hükümetin Türkiye karşısındaki tutumunun değişip değişmediğini öğrenmek istediler.
Plassnik, meslektaşı Ali Babacan ile birlikte yaptığı basın toplantısında, "Pozisyonumuz değişmedi. Gayretli, ancak ucu açık müzakerelerden yanayız. Tek hedef AB üyeliği değil. Daha farklı şeylerin de tahayyül edilebilmesi gerekir, örneğin Türkiye'nin üzerine biçilmiş bir Türk-Avrupa Birliği gibi" dedi. Babacan ise duygusallığa yer bırakmaksızın, "Biz Avusturyalıların tutumunu biliyoruz. Ancak, Türkiye'nin üyeliğini destekleyen başka AB üyeleri de var" şeklinde cevap verdi.
Babacan ikili ilişkilerin iyileştirilmesi için umudunu, Avusturya'da yaşayan 200 bin Türke ve her yıl Türkiye'ye tatile gelen yüzbinlerce Avusturyalıya bağlıyor. Türk Dışişleri Bakanı, "Türkiye'nin aslında nasıl olduğu ile nasıl algılandığı arasında fark olmasına karşın, insanlar arası ilişkiler gelişiyor" dedi.
Babacan, Türkiye'nin reformlar ve AB standartlarına uyum konusundaki çalışmalarına devam edeceğine dikkat çekti ve "AB'ye katılacak olan Türkiye, bugünkünden farklı bir Türkiye olacak" dedi. Babacan bu bağlamda, Türklüğü aşağılamaya ceza getiren ve öncelikle de yazarlar ile aydınları hedef alan 301. Madde'nin reforma tabi tutulduğuna da değindi.

--Partinin Kapatılması--

Babacan iktidardaki muhafazakar-İslamcı parti hakkındaki kapatma davasına ilişkin olarak iyimser bir tutum sergiledi. "Kurier" gazetesinin kendisine yönelttiği, "AKP'nin kapatılması halinde, bunu ne gibi gelişmelerin izleyeceği?" sorusuna, Babacan, "Geçen yıl demokratik olgunluğumuzu kanıtladık. Bu vakada da bunu yeniden kanıtlayacağız" şeklinde cevap verdi. Babacan müzakerelerin durdurulmasını kesinlikle beklemediğini de belirtti.
Ursula Plassnik'in bu konuya yaklaşımı ise diplomatça oldu: Plassnik, "Türkiye'nin laiklik karşısındaki tutumunu kendi kendine belirlemesi gerekir" dedi ve böylece siyasi açıdan her türlü müdahaleden kaçınmış oldu. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler giderek düzeliyor. Şu sıralar Türkiye'ye yatırım yapan Avusturyalı şirketlerin sayısı yaklaşık 300. Plassnik, "Modern ve dinamik bir Türkiye istiyoruz. Ekonomik potansiyelden daha çok yararlanmak istiyoruz" diyerek, iş ilişkilerine dikkat çekti.
Plassnik enerji sektöründe Orta Asya ve Orta Doğu ülkeleri ile ilişkiler konusunda "yeni bir sayfanın açılmasını" sağlayacak olan Nabucco boru hattı projesinin de altını çizdi ve "Gelecekteki doğalgaz ihtiyacımız muazzam olacak. Nabucco'ya ihtiyacımız var. Türkiye bu konuda vazgeçilemeyecek bir ortak" dedi.  

KRONEN ZEITUNG: "PLASSNİK TÜRKİYE'DE: OTOMATİKMAN KATILIM OLMAYACAK"

VİYANA, 22/04(BYE)--- Tirajı günde 847 bin olan bulvar gazetesi Kronen Zeitung'un 22 Nisan 2008 tarihli sayısında, Kurt Seinitz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara/Viyana çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

--AB ile Türkiye'nin Üzerine Biçilmiş Ortaklık--

Plassnik resmi ziyareti sırasında "AB ile müzakereler konusunda pozisyonumuzu değiştirmeyeceğiz" diyerek açık görüş belirtmesine rağmen, Türk politikacılar tarafından son derece dostça karşılandı.
Bu, "otomatikman katılım olmayacağı", "Türkiye'nin üzerine biçilmiş ortaklık" ve öncelikle Türklerin de çıkarına olacak "reformların" yapılması anlamına geliyor. Plassnik, Türkiye'nin katılım arzusunun "yalnızca Avusturya için değil, herkes için hassas bir konu olduğunu" vurguladı.
Dışişleri Bakanı "başörtüsü" ve iktidar partisinin kapatılma ihtimali gibi iç politikayı ilgilendiren konulara, "hakem" ya da "siyasi polis" misali karışmak istemediğini ifade etti. Yalnızca, "Partilerin kapatılması her demokraside en hassas konulardan birini oluşturur" dedi.
Türk muhataplar ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini ve Türkiye'ye yapılan yatırımların giderek artmasını memnuniyetle karşıladıklarını belirttiler.

DER STANDARD: "TÜRKİYE OTOMASYONU"

VİYANA, 23/04(BYE)--- Tirajı günde 74 bin olan sol eğilimli Der Standard gazetesinin 23 Nisan 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Josef Kirchengast imzalı yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye ile AB artık otomatikman aynı anda anılıyor. Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik ise Ankara'ya yaptığı ziyarette, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne yakınlaşma sürecinde "otomasyon" olmayacağını söyledi. Bu sürecin sonunda tüm üye ülkelerin Türkiye'nin katılımını onaylamaları gerektiği gözönünde bulundurulacak olursa, Plassnik'in söylemi doğru.
Ama iş o raddeye gelinceye kadar otomasyon var. İşte bu otomasyon yalnız AB'nin genişleme şeklini belirlemekle kalmayıp, bağlayıcı bir hukuk birliği özelliğini de karakterize ediyor. Birliğe resmen aday olan her ülkenin müzakerelerde bulunma hakkı var. Şartları yerine getirmesi, yani AB müktesebatını kabul etmesi halinde, Birliğe alınmasını ancak siyasi bir karar engelleyebilir. Böyle bir kararın çok iyi nedenlere dayanması gerekir.
Türkiye olayında henüz bu aşamaya gelinmedi. Gerçek olan birşey varsa o da, bu ülkenin 2005 sonbaharından bu yana resmen AB adayı olduğu. Ülkenin günün birinde şartları yerine getireceğinden duyulan kuşku, müzakereler sonucu otomatikman ortadan kalkacak, ya da kalkmayacak. Bu otomasyonu reddedip, sürekli özel ilişkilerden bahsedenler, AB'nin inanılırlığının altını kazıyor demektir. Yalnızca dışa karşı değil, Birliğin içinde de.
Avrupa'nın birleşme tarihi, özünde hukukun birleştirilmesinin de tarihidir. Bu daha basitleştirilecek olursa, herkese eşit haklar anlamına gelir. Peki AB adayı Türkiye için birdenbire farklı bir hukuk mu geçerli oluyor? Bunu isteyen biri varsa, açıkça söylesin. Ve bunun AB için doğuracağı sonuçları bir düşünsün.

 

FRANSA BASINI

VALEURS ACTUELLES: "ANAYASA REFORMU... TÜRK KONUSU BÖLÜYOR"

PARİS, 18/04(BYE)--- Tirajı haftada 85 bin olan Valeurs Actuelles dergisinin 18 Nisan 2008 tarihli sayısında, Eric Branca imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

--Cumhurbaşkanı, AB'ye Her Yeni Genişleme İçin Referandumun Anayasal Zorunluluk Olması İçin Dayatmada Bulunmuştu. Şimdilerde Referandumu Öngören Maddeyi İptal Etmek İstiyor... Baskı had safhada... Ankara'da Avrupa'nın Renklerine Bürünen Bir Cami... Türkiye, Fransa'daki Anayasa Reformunu Yakından Takip Ediyor--

20 Mart'ta Danıştayın görüşüne sunulan anayasa reformu tasarısı 7 Temmuz'da yapılacak Versailles Kongresi'nde halihazırdaki şekliyle onaylanacak mı? Sosyalist Parti reform tasarısını şimdiki haliyle reddedeceğini açıklamış olsa da aralarından birkaç milletvekilinin desteği, Kongrede beşte üçlük çoğunluğun sağlanması ve 1958 Anayasası'na, 50 yıl içinde 23. kez değişiklik getirilmesi için yeterli olacaktır.
Ancak asıl sürpriz, değişiklik teklifinin 20 Mayıs'tan itibaren Mecliste, haziran ortalarında ise Senatoda inceleneceği sırada, belki de sağ cepheden gelebilir.
Söz konusu olan, "AB'ye katılacak her yeni ülkenin üyeliğinin onayının cumhurbaşkanı tarafından referanduma sunulmasını" öngören anayasanın 88. maddenin 5. bendidir.
Referandum kilidinin kaldırılmasını ilk olarak, Edouard Balladur başkanlığındaki Akil Adamlar Komisyonunun çeşitli konularda anayasa değişiklikleri önerdiği, 50. önerisi olarak da Türkiye'nin AB üyeliğinin onayı için referandum şartını getiren maddenin kaldırılmasının yer aldığı raporun sunulduğu 11 Eylül 2007'de, Sarkozy'nin Avrupa işlerinden sorumlu Bakan Yardımcısı Jean-Pierre Jouyet istemişti. UMP Genel Sekreteri Patrick Deveciyan'ın da bu öneriyi, Bakan Jouyet'nin geldiği Sosyalist Partinin "Türkiye lehine yönelimine" bağlaması merkez sağda ilk tartışmayı yaratmıştı.
UMP'de herkes, Avrupa Birliği anayasa taslağının onay sürecine öncelik olarak 88. maddenin 5. bendinin bir korkuluk olarak getirilmesini isteyenin bizzat Sarkozy olduğunu hatırlar. Amaç, o dönemde sağın seçmenlere Fransız halkının, Jacques Chirac'ın açıkça istediği Türkiye'nin üyeliğine hayır deme gücünün ellerinden alınacağından korkmaksızın anayasa taslağına evet denilebileceğini vurgulamaktı.
Chirac, son referandumu kazanma isteğiyle UMP Başkanı karşısında pes etmişti. Ancak bu, Fransızların anayasa taslağını reddetmelerine de engel olamamıştı... Üstelik Türk adaylığı konusundaki kararlı tutumunu sürdüren Sarkozy'nin imajı hiçbir şekilde zedelenmemişti.
Sarkozy, 19 Aralık 2004'te, UMP başkanlığına seçilmesinden bir ay sonra, UMP'ye katılan bin yeni üyenin karşısında evet oyu kullanmaya ikna edilmesi gerekliliğini vurgulamıştı: "Eğer Türkiye Avrupalı olsaydı, bunu herkes bilirdi... Jacques Chirac'a, Türkiye'nin AB'ye üye mi yoksa bir imtiyazlı ortak mı olacağı konusunda verilecek karar için referandumun anayasal zorunluluk olması önerisi için minnettar olmalıyız. Cumhurbaşkanı cumhuriyetçi ve demokratik bir tercihte bulunmuştur."
Ancak mesele Sarkozy'nin, anayasanın 18. reformu çerçevesinde AB'nin genişletilmesi konusunda halkın fikrine başvurulmasını talep etmesinin üzerinden üç yıl geçmeden, 23. reform fırsatını değerlendirerek söz konusu zorunlu maddenin ihtiyari olarak değiştirilmesini istemesidir.
Reform kabul edilirse, 88. maddenin 5. bendi yeniden yazılırken anayasa revizyonlarına ilişkin 89. madde örnek alınacaktır: "Revizyon projesi veya önerisi iki meclis tarafından onaylanmalıdır. Revizyon, referandumla onaylanmasının ardından kesinlik kazanır. Ancak cumhurbaşkanının, revizyonu kongre halinde toplanan parlamentonun oylamasına sunması halinde referanduma başvurulmaz." Kısacası, son sözü halkın mı yoksa temsilcilerinin mi vereceğini belirlemek cumhurbaşkanının elinde...
Nicolas Sarkozy, 19 Mart'ta toplanan Bakanlar Kurulu'nda tutumunu, "elini kolunu bağlamaya niyetli olmadığını" açıklayarak anlattı. Türkiye olsun veya olmasın, son sözün "siyasette" olması gerektiğini ve yeni bir üyeyi reddetmek için anayasanın bir maddesinin ardına gizlenmeyeceğini açıkladı. Peki o halde, kendi girişimiyle anayasaya getirilen bu maddeyi neden kaldırmak istesin ki? Selefi için kaçınılmaz bulduğu bu korkuluğun kendisi için bir fazlalık olduğu düşüncesinde olabilir mi?
Cumhurbaşkanlığı çevrelerinde Nicolas Sarkozy'nin fikrini değiştirmiş olabileceği şüphesini dile getirmek neredeyse hakaret sayılıyor ve üyeliğine karşı çıkmayı sürdürdüğü Türkiye'den çok, aslında gelecekteki genişlemeleri, yani Avrupalılıkları tartışılmayacak Hırvatistan, Makedonya hatta Sırbistan, Bosna ve Kosova'yı düşündüğü ifade ediliyor.
Avrupa kıtasında olmanın, Fransız halkının bir ülkeyi otomatik olarak kabul edeceği anlamına gelmemesinin ötesinde -yoksa Pompidou hangi nedenle İngiltere, İrlanda ve Danimarka'nın üyelikleri için referanduma gerek duysun ki- cumhurbaşkanının yetkisinden ötürü kendi isteğine bağlı olan bu talep bir başka soruyu da beraberinde getiriyor: Fransız halkı, Sarkozy'ye niçin Chirac, Mitterand, Giscard, Pompidou ve de Gaulle'den daha fazla güvensin ki?
Cumhurbaşkanının özgür iradesi adına "referandum kilidini" reddetmek, seçimlerin bir açık senet olarak algılandığı anlamına gelmez mi? Üstelik neden anayasaların gereksiz olduğu söylenmesin ki? Mezopotamya Kralı Hammurabi'nin yasalarından bu yana temel yasaların rolü, şartlar ve kişilere egemen olan kuralları belirlemektir.

--Sarkozy'nin Kongrede Uzlaşmış Sağın veya Solun Desteğini Alması Gerekecek--

Her halükarda UMP'de, Genel Sekreter Patrick Deveciyan başta olmak üzere, çoğu milletvekili, Fransız halkının kaderini kiminle paylaşmak istediğine karar verme egemenliğini hukuka yazdıran bu maddeyi kaldırmaya pek de hazır görünmüyor.
Genetik olarak değiştirilmiş organizmalar yasasının ikinci oylamasının yapıldığı 8 Nisan'da UMP'li ve Yeni Merkez mensubu 71 milletvekili, gerek ret oyu kullanarak, gerekse çekimser kalarak çağrıya olumsuz cevap vermişlerdi. Böyle bir durum oy çoğunluğu sistemiyle yapılan oylamada sonucu etkilemeyecektir, zira hükümetin elinde hala 10 oyluk bir payı bulunmaktadır. Ancak anayasa reformlarında olduğu gibi beşte üçlük çoğunluğun aranması halinde bambaşka bir sonuç elde edilecektir. Böyle bir durumda Kongrede gerekli oy sayısı 545'dir. Oysa UMP, iki mecliste toplam 480 vekile sahiptir. Dolayısıyla kazanması için hem çoğunluğun sağlaması, hem de -ki bu kazanılmış görünüyor- Yeni Merkez'in desteğini ve hiçbir gruba mensup olmayan ve radikal eğilimli Senato üyelerinin desteğini elde etmesi gerekiyor. Bu varsayımla hükümet, sadece beş oyla gereksinimi olan çoğunluğu elde edecektir. Dolayısıyla Nicolas Sarkozy kendi cephesinden katılmayacak olanlarla yaşanacak kaybı solda yeterli destek alarak kapatabilir.
Oysa sağ eğilimli milletvekilleri arasında, Bouches-du-Rhône bölgesi milletvekili Richard Mallie'nin, 2006 yılının sonunda Türkiye'nin üyeliğine karşı kurduğu ve dolayısıyla 88. maddenin 5. bendinin muhafaza edilmesini destekleyen Birliğe katılan en az 50'sinin çağrıya uymayacağı tahminler arasında.
Elysee Sarayı için bu durumda bir tek çözüm yolu görünüyor: Sosyalist Partinin anayasa reformu çerçevesindeki diğer taleplerine boyun eğmek. Ancak bu yola başvurulması da oldukça zor. Zira Türkiye'nin adaylığını ne kadar desteklese de, Sosyalist Partinin Genel Sekreteri François Hollande'ın arkadaşları, Sarkozy'nin aslında kesinlikle reddettiği gerçek bir parlamenter rejim talep ediyor.

AFP: "OLLİ REHN: TÜRKİYE '10-15 YIL' İÇİNDE AB'YE ÜYE OLABİLİR"

BERLİN, 21/04(AFP)(BYE)--- Genişlemeden sorumlu Avrupa Komiseri Olli Rehn, bugün yayımlanan bir mülakatında, Türkiye'nin, reformları sürdürmesi şartıyla "10-15 yıl" içinde Avrupa Birliği'ne üye olabileceği değerlendirmesini yaptı.
Rehn, Die Welt gazetesine verdiği mülakatta, Türkiye'nin üyelikten önce "katedecek uzun bir yolu olduğunu" belirterek, "Şayet reform programını sonuç verici biçimde sürdürürse Türkiye'nin 10-15 yıl sonra AB'ye katılabileceğini düşünüyorum" dedi.
Rehn'e göre, AB haziran ayında Ankara'yla şirket hukuku ve fikri mülkiyet konusunda iki yeni başlığı açmayı düşünüyor.
Rehn ayrıca, özellikle enerji konusundaki diğer başlıkların yılın ikinci yarısında açılabileceğini söylüyor.
Brüksel ile Ankara, ekim 2005'te görüşmelere başladıklarından bu yana 35 görüşme başlığından sadece altısı açıldı ve Aralık 2006'dan bu yana Kıbrıs sorunu nedeniyle sekiz başlık da donduruldu.
Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile kısa süre önce Ankara'yı ziyaret eden Komisere göre AB özellikle, Türkiye'nin daha büyük bir ifade özgürlüğü sağlamasını, azınlıkları ve kadınları en iyi biçimde korumasını arzuluyor.
İktidardaki AKP'nin Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklanması olasılığı konusunda Rehn, böyle bir önlemin, "reform sürecine zarar vereceği" değerlendirmesini yaptı.
Anayasa Mahkemesi kısa bir süre önce, 2002 yılından bu yana iktidarda olan AKP'nin cumhuriyetin laik temellerini tehdit ettiği değerlendirmesini yapan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının başvurusunu kabul etmişti.
Öte yandan Rehn, Zagreb'in "önümüzdeki aylarda hukuki reformları onaylaması durumunda" Hırvatistan'ın 2011 yılına kadar AB'nin 28'inci üyesi olabileceğini belirtti.
Sırbistan konusunda ise Rehn, AB'ye üyeliğe doğru ilk adım olan ortaklık ve istikrar anlaşmasının imzalanmasının, Belgrad'ın savaş suçları konusunda Uluslararası Ceza Mahkemesi ile işbirliğini taahhüt etmesine bağlı olduğu yorumunu yaptı.

AFP: "AB... PLASSNİK, REFORMLARI GERÇEKLEŞTİRMESİ GEREKEN ANKARA'NIN KATILIMININ 'OTOMATİK' OLMADIĞINI SÖYLEDİ"

ANKARA, 21/04(AFP)(BYE)--- Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik bugün Ankara ziyaretinde, Türkiye'yi demokratik reformları tamamıyla hayata geçirmeye çağırarak bu ülkenin Avrupa Birliğine katılımının "otomatik" olmayacağını belirtti.
Plassnik, mevkidaşı Ali Babacan ile yaptığı ortak basın toplantısında, "Avusturya'nın Türkiye'nin AB üyeliğiyle ilgili tutumu belli ve değişmedi" şeklinde konuştu.
Avusturya, Ankara'nın Avrupa dosyasına ilişkin olarak, Türkiye'ye AB'ye tam üyelik yerine "imtiyazlı ortaklık" teklif eden Fransa ve Almanya ile aynı görüşü benimsiyor.
Türkiye ile Birlik arasında 2005 yılı Ekim ayında başlayan müzakerelerin, sonucu önceden garantili olmayan "açık bir süreç" olduğu değerlendirmesinde bulunan Bakan, "otomatik katılım olmayacağını" vurguladı.
Plassnik, Türk Hükümetinden, Avrupa değerlerinin kabulü konusunda öncülük etmesini isteyerek, Türkleri şimdiye kadar "gündelik hayatta" kabul edilen demokratik reformları uygulamaya çağırdı.
Öte yandan Babacan, görüşmeleri sırasında Plassnik'e, "laiklik karşıtı faaliyetlerde" bulunduğu gerekçesiyle iktidar partisinin kapatılması talebiyle açılan davaya gönderme yaparak önümüzdeki aylarda ülkesini bekleyen zorluklara rağmen Türkiye'nin, Avrupa yanlısı "reformları sürdürmekteki kararlılığını" bildirdiğini ifade etti.

AFP: "TÜRKİYE'DE REFORMLAR... AVRUPALI PARLAMENTERLER ANKARA'YI ELEŞTİRDİ"

STRASBOURG (AVRUPA PARLAMENTOSU), 22/04(AFP)(BYE)--- Avrupalı parlamenterler dün akşam Türk Hükümetini cesaretlendirmeye çalışarak reformlara devam etme ve yeni bir anayasa hazırlama çağrısında bulundular.
Parlamenterler, Avrupa Parlamentosu Dışilişkiler Komisyonunun dünkü toplantısında, Ankara yönetimine, insan hakları ve temel özgürlüklerin korunması ve yeni sivil anayasa hazırlığının merkezine koyması çağrısında bulundular.
Parlamenterler ayrıca, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP'nin -2007 yılında düzenlenen seçimleri oyların yüzde 46.6'sını alarak kazanan- kapatılması talebini endişe verici bulduklarının da altını çizdiler.
Yargıtay Başsavcısı mart ayında laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olduğunu ileri sürerek AKP hakkında kapatma davası açtı.
Avrupalı parlamenterler, Yargıtaydan hukuk devleti ve Avrupa normlarına saygı duymasını istediler.
Öte yandan, parlamenterler, Türk toplumunun belli bir kesiminin, halkın görüşüne başvurulmadan üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması konusunda endişeli olduğunu ifade ettiler.
Dışilişkiler Komisyonu üyeleri, birçok aydın hakkında dava açılmasına yol açan Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesinin bir an önce değiştirilmesini de talep ediyorlar. Bu düzenleme AB tarafından ifade özgürlüğünü kısıtlayan bir unsur olarak görülüyor.
Parlamenterler, "İfade özgürlüğü konusunda hiçbir ilerleme kaydedilmedi. Hatta 2007 yılında şiddete başvurmadan fikirlerini ifade edenlerin hakkında açılan dava sayısında artış yaşandı" ifadesini kullandılar.
Bir yandan kadına yönelik şiddetle mücadelede Türkiye'nin sağladığı ilerlemeden övgüyle söz eden parlamenterler, diğer yandan da terör örgütü PKK'nın eylemlerini şiddetle kınayarak terör örgütüne ön koşulsuz derhal silah bırakması çağrısı yaptılar ve Türk Hükümetine, Kürt sorununa kalıcı çözümü amaçlaması tavsiyesinde bulundular.

AFP: "FRANSA HÜKÜMETİ ZORUNLU REFERANDUMU ORTADAN KALDIRAN YASA TASARISINI KABUL ETTİ"

PARİS, 23/04(AFP)(BYE)--- Fransız Hükümeti bugün, AB'ye yeni bir üyenin katılımının onaylanması için bir referandum zorunluluğunu ortadan kaldıran yasa tasarısını kabul etti. Bu düzenleme Türkiye'nin AB'ye muhtemel üyeliğinin yol açtığı kaygıları dindirmek için 2005 yılında kabul edilmişti.
Hükümet Sözcüsü Luc Chatel, bugün bakanlar kurulunda kabul edilen Fransız Anayasası reform tasarısının, bu değişikliği içerdiğini vurguladı.
Şayet bu reform oylanırsa, Fransa cumhurbaşkanı, AB'ye her üyeliği onaylamak için yeniden referandum ve Parlamento (Ulusal Meclis ve Senato) oylaması arasında seçim yapabilecek.
Fransa'nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Bakanı Jean-Pierre Jouyet, bu değişikliğin, Sarkozy'nin Avrupalı partnerleri karşısındaki "inandırıcılık sorununu" çözeceğini ileri sürdü.
Jouyet, "Şayet müzakereler bittikten sonra, sizinle iki yıl boyunca müzakere ettim, ancak yapabileceğim bir şey yok, kararı ben vermeyeceğim ve referanduma sunacağım derseniz, nasıl müzakere edebilirsiniz" şeklinde sorgulayarak, "Avrupa müzakereleri çerçevesinde artık inandırıcı olmazsınız" açıklamasında bulundu.
Anayasa reform tasarısını milletvekilleri 20 Mayıs'ta görüşmeye başlayacak, daha sonra haziran ayında da senatörler ele alacak.
İNGİLTERE BASINI

THE FINANCIAL TIMES: "ALİ BABACAN İLE MÜLAKAT"

ANKARA, 16/04(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times (FT) gazetesinin 14 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında yer alan ve Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile yapılan mülakatın özet çevirisi şöyledir:

FT: İzin verirseniz, ilk olarak katılım müzakerelerinde hangi noktaya gelindiğini sormak istiyorum. Biliyorum ki (Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel) Barroso ve (AB Genişleme Komiseri Olli) Rehn geçen hafta Ankara'da idi, dolayısıyla ne söyledikleri, sizin onlara neler dediğiniz ve müzakerelerde hangi noktaya gelindiğini öğrenmek arzusundayım.

BABACAN: 2004'ün sonu itibarıyla Türkiye, AB için sadece bir aday ülke olmaktan çıkmıştır, biz artık müzakere aşamasına gelmiş bir ülkeyiz. Bu statüyü de, 2003 ve 2004'te Kopenhag kriterlerini gereğince karşılamak için yaptığımız pek çok reformla elde ettik. Bu, ancak kritik eşiği aşmak için gerekli miktarda reformu yapmamızla edinilecek bir konumdu, biz de bunu yaptık. Müzakere çerçeve belgesinin, AB üyeleri ve Türkiye tarafından kabul edildiği Ekim 2005'te de müzakerelerimiz resmen başladı. Şimdi bir süreç içindeyiz: bu, yıllarca, Türkiye AB'ye tam üye olana dek devam edecek bir süreç. 2004 yılının sonu itibarıyla, yani Kopenhag kriterlerini gereğince yerine getirdiğimizi söylediğim tarih itibarıyla, bizim için artık reformlarımızı derinleştirme, bir bakıma, siyasi alandaki reformlarımızı geliştirme zamanı gelmişti. Siyasi reformlar derken kastettiğim, demokratikleşme, temel haklar, özgürlükler ve hukuk düzenidir. Türkiye bütün bu alanlarda çok önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Çok şey yapıldı, daha da yapılacak çok şey var. Bu, reformların siyasi bir yoludur, ama daha sonra, müzakerelerin başlamasıyla birlikte reformlarda, AB müktesebatını benimsemek adına yeni bir yol daha açtık. Türkiye 2013'e dek sürecek bir program beyan etti. Bu programı, aslında geçen yıl Nisan ayında açıklamıştık. Kapsamında 188 yasa ve 576 tali yasa var; tali yasa derken kastettiğim, Parlamento onayına gerek duyulmadan bakanlar kurulu veya bir bakanlık onayıyla yapılacak düzenlemelerdir. Bugüne dek 188 yasadan 20'si, 576 tali yasadan da 98'i yapıldı. Ancak dediğim gibi bu 2007-2013 arasını kapsayan bir takvim. Katılım için belirli bir tarih almadıysak da kendi takvimimizi ilan ettik ve 2013 yılı itibarıyla da hazır olduğumuzu söyleyebileceğimizi beyan ettik ki sonra da büyük olasılıkla AB'nin Türkiye için hazır olmasını beklemeye koyulacağız. Özellikle AB Anayasa Anlaşması'nın reddedildiği Hollanda ve Fransa'daki duruma bakınca bu, büyük olasılıkla her şeyin insanların beklediği gibi gitmediği AB'de bir bakıma çok önemli bir atmosfere işaret ediyordu. Son günlerde de AB'nin, Lizbon Anlaşması'nın kabulü ve üye devletlerin tek tek onayına bırakılması sayesinde bu sıkıntının üstesinden geldiğini görmekten dolayı mutluyuz. AB'nin daha öz güvenli, kendi meselelerini çözümlemede daha yetkin, daha dışa dönük olup daha güçlü bir duruş sergilediğini, genel olarak genişleme ve özelde Türkiye'nin katılım süreci konularında daha az endişeli olduğunu görmekten memnunuz. Dolayısıyla, asıl sorunuza, yani müzakerelerde hangi noktada olduğumuza gelirsek, dediğim gibi bir siyasi reform yolumuz var, süregelen ve 2013'e kadar da sürecek olan bir reform yolumuz var. Şimdi bir yol daha açıldı, müzakerelerin yasal veya formel evresindeyiz; başlıkların açılıp kapanmasıyla ilgili şeyler. Pek çok yeni üyeye, Doğu Avrupa ülkelerine, Romanya'ya veya Bulgaristan'a bakarsanız, bu örnekler salt teknik unsurlar bazında değerlendirildi, ama Türkiye'ye gelince görüyoruz ki, başlıkların açılması veya kapanmasını çok siyasi nedenler belirleyebiliyor. Örneğin: Kıbrıs meselesi. Şu anda sekiz başlığı açamıyoruz, Kıbrıs meselesi çözüme bağlanmadıkça başlıkların hiçbirini de kapatamayacağız. Bir başka örnek; Fransız hükümeti, Türkiye'yi tam üye yapacak beş başlık belirledi ve bu beş başlık, Türkiye'yi tam üyeliğe götüreceğinden "henüz bu başlıkları tartışmaya açmayalım, diğer 30 başlığa bakalım, bunları erteleyelim de ne olacak bir görelim" diyor. Neden bu beş başlık? Bunu anlamakta, bırakın bizi pek çok üye devlet de güçlük çekiyor. Ancak bu bir gerçeklik, dolayısıyla da bir başlığın açılması veya kapanması için 27 üyenin birden oyuna ihtiyacımız var. Bu nedenledir ki geçen yıl sözünü ettiğim programı ilan ettik, böylece kendi gerçek reform sürecimizle başlıkların formel açılış-kapanışından bağımsız ilerleyebilecektik. Şimdiye dek müzakerelerde altı başlık açtık, bir başlık kapattık. O bir başlığı kapatabildik, çünkü Kıbrıs meselesi henüz ortaya çıkmamıştı. Slovenya'nın AB Dönem Başkanlığı sırasında yeni başlıklar açılması da bekleniyor.

FT: Toplamda kaç başlık var? Hatırlayamıyorum.

BABACAN: Toplam 35 başlık var, ama bunlardan ikisi, 33 başlık tamamlanana dek müzakereye açılmayacak. Önceki üyelerde daha az müzakere başlığı vardı. Başlığın açılması 15 dakika sürüyor. Biliyorum, çünkü altı kez yaptım. Tıpkı bir nikah töreni gibi. Türkiye oturuyor, bütün AB üyeleri de oturuyor ve biz de, AB Başkanlığı da önceden yazılmış metinleri okuyor ve sonunda bütün üyelere "kabul ediyor musunuz?" diye soruluyor. Başlığın kapatılması da 15 dakika sürüyor. Dolayısıyla, biz, bu törenler bazı başlıklar için yapılmayacak diye durup bekleyemezdik, tam yol ilerlemeliydik, çünkü belgeleri incelediğimizde yapacaklarımızın çoğunun bize yararı olacağını gördük. Hiçbir şey kaybetmeyecek aksine çok şey kazanacağız, çünkü bu sayede ülkede yaşam kalitesi artacak. Standartlarımız yükselecek, çevre sorunlarımızın çözümü, gıda güvenliği, sağlık, ulaşım sistemi, enerji ve daha pek çok alanda bize katkısı olacağı içindir ki müzakereleri ilerletmeye bu denli odaklandık. Son bir-bir buçuk yıldır Türkiye'nin reformları yavaşlatıp yavaşlatmadığı, AB reformlarını daha az ciddiye alıp almadığı ve benzeri üzerine pek çok konuşma oldu. Bunun en önemli nedeni, büyük olasılıkla Ceza Kanunumuzun meşhur 301. Maddesi idi. Belki duymuşsunuzdur. Siz sormadan söyleyeyim. Bu madde, yeni Ceza Kanunumuzun bir maddesidir, yani AB reformları kapsamında çıkardığımız yepyeni bir kanunun maddesidir. Maddenin uygulanışına bir bakalım: Aslında Türkiye'de özgürlük, özellikle de ifade özgürlüğü anlayışımıza uymayan pek çok şey oluyor. Türkiye'de bugüne dek pek çok mesele tartışıldı ve bu madde, değiştirilmemesi reformların durduğuna, değiştirilmesiyse reformların yolunda gittiğine işaret olarak alınacak denli önemli bir mesele hâline geldi. İşte böyle bir algılama söz konusu. Bu değişiklik için Avrupa Komisyonu çok istekliydi, Avrupa başkentleri de öyle ve sembolik bir yasa maddesi oldu. Aslında geçen hafta değişiklik tasarısını Parlamentomuza sunduk ve bu hafta da Adalet Komisyonu inceledikten sonra çok büyük olasılıkla gelecek hafta bu maddeyle ilgili düzeltmeleri tamamlayabileceğiz.
Son bir buçuk yıldır her şey durdu mu, hayır, zira size verdiğim rakamlar, -20 yasa ve 98 tali yasal düzenleme- çok teknik, dolayısıyla da insanların dikkatini fazla çekmez. Örneğin: bir bakanlığın teşkilat yapısını değiştirirseniz veya diyelim ki bakanlığa AB'nin kurumsal standartlarına daha uygun kılacak bir birim eklerseniz bu gerçekten de insanların dikkatini çekmez, ama biz farklı farklı alanlarda o kadar çok değişiklik yapıyor ve yeni standartlar getiriyoruz ki. Dolayısıyla AB süreci devam ediyor. Her şey rayında.
Güçlüklerin çoğunun, özellikle de bir iki üye devletten kaynaklanan siyasi bir yanı var. İngiltere gibi ülkeler, -başka çok örnek verebilirim- sürecimizi çok sağlam biçimde destekliyor olsa da özellikle bazı AB üyesi devletlerin liderleri, Türkiye'nin üye olup olmayacağına dair konuşmalar yapınca bu Türk basınında çokça yer kaplıyor. Bazı üye devletlerden gelen olumsuz mesajlar Türkiye'deki kamuoyunu etkiliyor.

FT: Avrupa Birliği'nin bütünüyle iyi niyetle müzakere ettiğini düşünüyor musunuz?

BABACAN: AB hakkında konuştuğumuz zaman, şüphesiz bu, çok boyutlu bir yapıdır. Ben kesin olarak AB'nin şöyle veya böyle olduğunu söyleyemem. Ancak AB Komisyonu hakkında konuşabilirim. Örneğin: komisyonun çok profesyonel çalışması, bize teknik ilerleme açısından birçok yönden yardım etmesi gibi. Avrupa Komisyonunun bilgi paylaşımı ve teknik konulardaki hoşgörüsü üst düzeyde. Avrupa Parlamentosunda Türkiye'nin katılımından yana olan bir çoğunluk var ve başkentlere baktığınızda, hepsinden değil de, sadece bir iki ülkenin liderlerinden olumsuz yorumlar duyuyoruz. Ben kati olarak AB'nin adil veya adil olmadığını söyleyemem, ancak bazı üye ülkeler katılım yolunda bize zor anlar yaşattı.

FT: Buna başka bir açıdan da bakılabilir. Daha önce konuştuklarımıza dönecek olursak; evet 2003 ve 2004'te anayasal devrim niteliğinde büyük reform paketleri geçti ve katılım müzakereleri başladı -aslında siz de biliyorsunuz ki bunlar müzakere değil, uyarlamadır-. Zira müzakere edecek bir şey yok. Bu, bir süreç hem de uzun bir süreç, ancak AB Müktesebatının, son derece önemli siyasi meselelerde, özellikle de Türkiye'nin uluslararası ününe en çok zararı verdiğini düşündüğüm, sizin de bahsettiğiniz 301'e adım adım uyarlanmasıdır. -AB'nin- nasıl işlediğini, nasıl çalıştığını biliyorum. Çok büyük, kesinlikle çok büyük bir çoğunlukla, yüzde 12'lik bir artışla, anayasal krizin de üstesinden gelerek yeniden seçilen bir hükümet anayasal devrime hız vermek için kesinlikle benzersiz bir platforma sahiptir aslında. Ama ne oldu? -AB üyeliğine- ilgisini kaybeden bir Başbakan, 301. madde gibi meseleleri bir kenara bırakarak başörtüsü gibi meseleleri gündeme taşıdı; ülke içinde çıktığı gezilerde kadınlara üç çocuk yapmalarını telkin etti vs... Algılanan böyle. Dahası Kıbrıs'taki seçimlerin neticesinde Kıbrıs konusunda, hemen değilse de bir hareketlenme olasılığını tehlikeye sokabilecek ikinci bir siyasi durum hâkim. Bu durumdan ortaya çıkan, üzülerek söyleyeyim ki, Türkiye'deki yaygın kanıya göre, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün terfisiyle Avrupa yanlısı ivme geriledi. Bence bu genel algıyla ilgili olarak bu noktaların tamamını dikkate almalısınız. Tabii ki bazı Avrupa başkentlerinin yarattığı zorlukların farkındayız. Bence eğer Annan referandumu ve sonrasına bakacak olursak Türkiye'nin, Kıbrıs meselesindeki anlayışı bir hayli evrensel.

BABACAN: Sanırım 2003'te ve 2004'te yaptığımız reformların sadece o kritik başlangıç için yeterli olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerekir; dolayısıyla bu, her şeyi yaptığımız veya çok şey yaptığımız anlamına gelmez; böyle değil. Bu, daha önümüzde devasa bir reform gündemi olduğu anlamına gelir. Ama, sonra 2007'de...

FT: Ya uygulama?

BABACAN: Meclisten yasaları geçirmek önemlidir, ama uygulama da bizim çok dikkatli olmamız gereken bir konu, çünkü yasaları veya Anayasa'yı değiştirmek, maçın ortasında sahada aynı oyuncular olduğu hâlde kuralları değiştirmek gibidir. Aynı polis gücü. Aynı savcılar. O yeni yasaları bilfiil uygulamak için zihniyeti değiştirmek gerekiyor. Bu, insanların adapte etmeleri gereken yeni bir düşünme biçimidir ve bir gecede gerçekleşemez. Böyle bir şey için uyum süreci gereklidir. Kendi fikrimce bu sorun 301. madde meselesinin özünü teşkil eder, çünkü üye devletlerin ceza kanunlarında benzer maddeler var, ancak o ülkelerde bu yasaların yorumlanışı ve uygulanışı Türkiye'dekinden bütünüyle farklı.

FT: Doğrudan 301'i feshetmek daha kolay olmaz mıydı? Bunu yapma yetkiniz yok mu?

BABACAN: Asıl mesele onun oldukça hassas oluşudur. Madde, Türk milletine hakaret etmeyle ilgili, Türkiye kurumlarına, vs. hakaret etmeyle ilgili. Ondan tamamen kurtulmak o kadar kolay değil. Bu yüzden şimdi yaptığımız şey, gerekli değişiklikleri bir arada yaparak sadece ve sadece sonuç itibarıyla her ülkedekine benzeyen bir hakaret, ciddi ve çok açık bir hakaret olduğu zaman ceza verilecek. Özgürlükler insanlara başkalarına hakarete sevk etmez. Sanırım tartışmanın özü bu -özgürlükler sınırların nerede başladığıyla ve özgürlükler bağlamındaki bu yeni yasa ile hakaret edilmesine izin verip vermeyeceğimizle bir çelişki içinde. Bunun hakkında çok tartışıldı. Aslında AB, söz konusu maddenin ceza hukukundan tamamen çıkarılmasını talep etmiyor... Ancak birçok üye ülkede benzer yasa maddeleri olduğunu biliyorlar. Ancak bir şekilde...

FT: Türkiye'nin siyasi tarihine bakıldığında, ki siz benden çok daha iyi bilirsiniz; bu madde, var olduğu sürece kullanılacaktır ve sorun yaratmaya devam edecektir. Bundan anladığım ise burada, başka birçok yerden farklı bir tarih var.

BABACAN: Mesele şu ki aslında insanların bahsetmiş olduğum zihniyet değişiminden geçmesini mümkün kılacak bir şey yapamayız. Bu yüzden insanlara zorluklar yaşatacak başka bir düzine madde ve farklı yasa bulabileceklerinden eminim. Dolayısıyla bu, maddede aslında neyin söylendiğinden ziyade, ne yapacağımızın daha önemli olduğunun işaretidir. Bu yüzden maddenin değiştirilmesi, yargıya, Meclisin bu maddenin uygulanma şeklinden pek de memnun olmadığının işaretini veriyor. Halkın iradesi, yapılmakta olanla uyum içinde değil... Şüphesiz uygulamaya bakacağız. Bu, artık bir şeylere dokunmayacağımız anlamına gelmez. Elbette uygulamayı gözlemleyeceğiz ve ihtiyaç duyulursa gerekli değişiklikleri yapacağız.
Ancak asıl soruya gelince; aslında bana göre özellikle 2007'nin bizim açımızdan daha zor bir yıl olduğunu bilmek önemlidir, çünkü 17 Nisan'da, 2013'e kadar sürecek programı ilan ettik, 27 Nisan'da Türk Silahlı Kuvvetleri bir bildiri yayımladı ki o bildiriyi ve verdiğimiz cevabı hatırladığınızdan eminim.

FT: Çok çok iyi hatırlıyoruz.

BABACAN: 28 Nisan'da hükümet olarak verdiğimiz cevapta artık yeni bir Türkiye olduğunu, bazı şeylerin yapılabileceğini, ama yapılamayacak bazı şeylerin de olduğunu belirtmiştik. Bu, çok acele verilmiş önemli bir cevaptı, çok çok ciddi bir mesajdı. Ama sonra karar yeter sayısıyla ilgili şartlara dair Anayasa Mahkemesi bir karar verdi; 367 milletvekili koşulu yerine gelince Meclis, cumhurbaşkanını seçebilecekti. Mahkeme kararında oturum için öngörülen koşul nedeniyle cumhurbaşkanlığı seçimini yapmaya muktedir değildik. Ancak yine de bu krizi aşmak için bir erken seçim çağrısında bulunmak zorunda kaldık ve bu karar, Anayasa Mahkemesinin verdiği kararın birkaç saat sonrasında alındı. Mahkeme kararı saat, akşam altı civarında geldi ve biz erken seçime saat dokuzda erken seçim kararı aldık, çünkü o krizin üstesinden gelmeliydik. Bu seçimler bizim için büyük bir başarıydı ve sadece kendi partim için değil, Türk demokrasisi için de. Demokrasimiz geçen yılki seçimlerin sonucunda daha temsili ve daha katılımcı olduğunu ortaya koydu. Elbette Meclisimiz geçmesi beklenen birçok yasayı geçiremedi. Seçimlerden hemen sonra aralık ayına kadar süren bütçe konusu vardı ve halihazırda 2008'i AB yılı ilan ettik. Sizin de daha önce belirttiğiniz nedenler üzerinden devam edecek olursak; Türk milletinin büyük desteği arkamızda, tartışmalar yaşanacak bir koalisyon değil tek partili bir hükümetiz, Meclisteki sandalyelerin yüzde 62'sini elimizde tutuyoruz ve ayrıca reform yanlısı bir cumhurbaşkanımız var. Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olmasının reformlar açısından bir sorun teşkil edeceğini düşünmedim, tersine reformlara hız verir, çünkü önceki cumhurbaşkanımızın vetoları nedeniyle reform çabalarımızda çok sorun yaşadık. Dolayısıyla AB'nin Türkiye açısından önemine inanan reformcu bir cumhurbaşkanı ile, bence, biz büyük bir artıya sahibiz.
Sonra sizin de takip ettiğiniz üzere bu yıl bütün zorlukları yaşayacak gibiyiz. Şimdi partimiz hakkında Anayasa Mahkemesinde dava açıldı, bu yüzden tam olarak ne olacağını söylemek zor, ancak bu şüphesiz, -iz de öyle söylüyorsunuz- ülkeyi,olabileceklerin daha az öngörülebilir olduğu bir duruma getirir. Ancak bu dava açıldığında, reformlara ne olursa olsun devam edeceğimizi bildirdik ve böylece şimdi Mecliste 301. madde meselesi var ve bir başka önemli mevzuat olan Vakıflar Yasası'nı geçirmiş bulunmaktayız. Bu -Vakıflar Yasası-, Türkiye'de kurumların nasıl işlediğiyle alakalı ve özellikle bu Yasa kapsamında gayrimüslim azınlıkların vakıflarının nasıl işlediğiyle alakalı. Bu Yasada, vakıflara çok liberal ve çok modern bir bakış açısı hâkim. Ancak ironiktir ki biz bu Yasayı iki ay yahut yaklaşık o kadar süre önce geçirdiğimiz zaman muhalefet partisi bu vakıflar ile ilgili geçirdiğimiz Yasayı Anayasa Mahkemesine götürdü ve şimdi Anayasa Mahkemesinde, yani aynı Anayasa Mahkemesinde bu dava da var. Dolayısıyla bu yılın gerçekten kendine göre zorlukları olduğu görülüyor, ancak diğer yandan reformlarımıza devam etmek için her türlü nedenimiz var: 301. maddeyle ilgili ve siyasi reformlar gibi.

FT: Anayasal reform meselesi, o nerede?

BABACAN: Yeni hükümetin kurulmasından hemen sonra Anayasal reform aslında... Biz hemen Kopenhag kriterleri, Viyana Komisyonu, vs. ile uyum içinde olan bir anayasa taslağı üzerinde çalışmak için bir grup hukukçuyu davet ettik ve halihazırda elimizde bir taslak var. Biz bu taslak üzerinde siyasi bir parti olarak çalışıyoruz. Halihazırda dağıtmış olduğumuz bir taslak var- bence halkın onunla ilgili çok fikri oldu- ve şimdi aslında bu Anayasa ile ne yapacağımız hususunda karar vermek üzereyiz. Bütün yasaları içine alacak geniş çaplı anayasal reform üzerinde mi devam edelim? Yoksa, parti kapatılmasının koşullarını ve diğer acil meseleleri ele alabileceğimiz orta ölçekli bir değişiklikler paketi mi hazırlayalım ve ardından yine bunun gibi orta ölçekli bir anayasal değişiklik paketiyle mi devam edelim? Bunun zamanlamayla bir ilişkisi var, çünkü Meclisin tatile girmesinden önce iki buçuk aylık süremiz var. Gerçekten önemli bir bir gelişme olması hâlinde yaz tatili ertelenebilir. Haziran sonunda Meclise ara vermemiz zorunlu değil. Meclis her zaman çalışmasına devam etme kararı alabilir. Bu yüzden biz daha o tartışmaların ve çalışmaların ortasındayız.

FT: Ne zaman karar vereceğinizi düşünüyorsunuz?

BABACAN: Çok yakında, sanırım, birkaç hafta içinde karar vermek zorundayız, çünkü önümüzde çok fazla zaman yok.

FT: Bu, aynı zamanda Anayasa Mahkemesi tartışmalarıyla da bağlantılı değil mi? Mahkemeyle bir çeşit uzlaşma müzakeresi planlayabilirsiniz, böylece Anayasa'yı değiştirirsiniz ve Mahkeme vazgeçer... Bu konuyla da bağlantılı olmalı, değil mi?

BABACAN: Mahkemenin karar vermesinin ne kadar süreceğini tahmin etmek zor. Daha önceki parti kapatma davasında, bir karar için altı ila on iki aylık bir zaman çerçevesi vardı. Teoride daha da erken olabilir, ancak diğer yandan, söylediğim gibi, bu davanın sonucu ne olursa olsun, Türkiye'nin her halükârda anayasa değişikliklerine ihtiyacı var ve bu zaten bizim gündemimizdeydi. Muhtemelen anayasal değişiklikler yeterince erken yapılmış olsaydı, belki de bu dava masada olmayacaktı. Yani bu da başka bir bakış açısı. Ancak aynı zamanda sizin öne sürdüğünüz başörtüsü konusuna biraz değinmek istiyorum. Sanırım bu konuya eğilmek önemli, çünkü bu meseleye dini özgürlükler perspektifinden ve ayrıca eğitim hakkı, bir üniversite eğitimi alma hakkı perspektifinden bakıyoruz. Sonra bir insana neden başörtüsü taktığını soruyorsunuz ve eğer o kadın, "bunu yapıyorum çünkü bu inancımın gereği derse" o zaman bu bir devlet, hükümet veya bir okul yönetiminin kadından aksini yapmasını isteme hakkı olup olmadığı şeklinde büyük bir soruya dönüşüyor. Sanırım meselenin özü bu.
Bir diğer mesele, sadece giyiniş biçimleri nedeniyle öğrencilerin üniversitelerde eğitim alma hakkını kısıtlama hakkımız olup olmadığı. Çünkü bu, bir şahsi tercih meselesi. Özellikle bunu inançlarının gereği olduğu için yaptıklarını söyleyenler için. Onları diğer türlü davranmaya zorlama hakkımız var mı? Eğer Türkiye'de temel hak ve özgürlükler uygulamasını iyileştiriyorsak, bence meselenin özünde bu var. Avrupa Birliği, Türkiye'deki azınlıklar için bile bunu yapmamızı istiyor ve bunu sadece bizden istendiği için değil yapılması gereken doğru şey olduğuna inandığımız için yapıyoruz. Eğer Türkiye'de bir dinin veya bir mezhebin, diyelim üç bin mensubu var ve biz Türk Devletinin hükümeti olarak en küçük azınlığın bile haklarını korumak zorundaysak, o zaman çoğunluk ne olacak? Türkiye'deki dini çoğunluğun hakları ne olacak? Buna kısıtlama getirebilir miyiz?
Yani bu, pek çokları için eski ve yıllardır devam eden bir mesele ve bir gün bununla ilgilenmemiz gerekecekti. Bu meselenin sürüp gitmesine izin veremezdik.

FT: Eşitlik meselesi, genç kadınların eğitime erişimi meselesi olduğunu tamamen anlıyorum. Dinin, özgürlük meselesi olduğunu da anlıyorum. Anlamadığım ise taktikler. Dahası, bu partinizin ikincil konuma koyduğu bir mesele. Sanırım 41 bin kişinin katıldığı bir araştırma yapılmıştı ve öncelikli meselelerden birincisi, ekonomi, ikincisi Avrupa, dokuzuncusu başörtüsü falandı. İkincisi, eğer yanılmıyorsam, bu 1982 Anayasası'nda ordu tarafından eklenmiş bir mesele. Yani bu anayasal reforma girmiyor mu? Bu, bir at ve araba meselesi.

BABACAN: Yasak sadece 10 yıldır var. 28 Şubat süreci yaşandı ve yasak 1997'deki sözde darbe sırasında konuldu. Dolayısıyla Anayasa aynı ise de bu askeri darbe sırasında yeniden yorumlandı ve yasak o zaman konuldu. Ondan önce başörtüsü üniversitelerde yasak değildi. Yani bu son 10 yıllık bir mesele. Şundan haberiniz var mı bilmiyorum, ama bütün AB raporlarında geçen bir başka konu da, 20-30 öğrencinin bir Rum Ortodoks ruhban okulunda dini eğitim alabilmesiyle ilgili. Eğer bir kamuoyu araştırması yapıp insanlara bunun bir mesele olup olmadığını sorarsanız, bu dokuzuncu mu, 19'uncu mu, 900'üncü mü olur bilemiyorum. O hâlde özgürlüklerden ve temel haklardan bahsediyoruz. Bir uzlaşma veya başka bir yoldan bahsedebileceğimizi sanmıyorum, bunu yapmak zorundayız, hem de bir an önce. Çünkü bu çok, çok temel bir mesele. Zamanlama ve taktiklere gelince; politikada işleri en uygun biçimde sıraya koymak kolay değil, çünkü yaptığımız bazı şeyler zamanlama açısından bizim kontrolümüzde, oysa diğer bazı adımlar sadece oluyor ve sonradan gündeme geliyor. Bunları ertelemek veya bekletmek zor.

FT: Yöneltilen suçlamalardan biri, bu değişikliğin muhaliflerini yeterince hassasiyetle ele almadığınız konusunda. Kadınların er veya geç başörtüsü takmaya zorlanmayacağını temin etmek için yolu hazırlamadığınız, değişiklikle yabancılaşabilecek bütün insanlara erişmediğiniz konusunda.

BABACAN: Ancak başörtüsü için ne tür bir anayasal değişiklik yaptığımızı biliyor musunuz?

FT: Ne giydiğiniz önemli değil. Anayasa'da eğitim hakkı konusunda ne giydiğinizin önemli olmadığını söylediniz.

BABACAN: Hayır, öyle değil. Bizim dediğimiz anayasa değişikliği, hiç kimsenin üniversitelerde eğitim hakkının kısıtlanamayacağı.
Giyimden veya benzer bir şeyden bahsetmedik. Dolayısıyla çok liberaldi.
Başörtüsünün dayatıldığını veya takılabileceğini söylemedik. Bunu söylemedik.
Biz sadece üniversitelerde eğitim alma hakkından bahsettik. Ayrıca, Türkiye'de, Osmanlı döneminden beri birlikte yaşama kültürümüz var. Ötekine saygı gösterme kültürümüz var. İstanbul'un eski mahallelerine gittiğinizde sinagog, kilise ve camiyi yan yana görürsünüz. Nasıl oluyor da bu, toplumu bölen veya öğrenciler arasında kutuplaşma yaratan bir vaka olarak sunulabiliyor? Bunu başörtüsü meselesi veya bunun gibi bir şey için söylemiyorum, ama bence bu sorunun temelinde, Türkiye'deki iktidarın belli çevrelerden ülke halkına geçmiş olması yatıyor. Türkiye, eskiden kapalı bir ülkeydi. Bunu kabul etmek zorundayız. Türkiye, gümrük engellerinin olduğu, 1970'lerde sadece siyah beyaz tek bir kanalın olduğu bir ülkeydi. İlk renkli televizyona 1985'te sahip olduk. O zamana kadar tek bir kanalımız vardı. Şimdi 400'den fazla televizyon kanalımız, 1100 radyo kanalımız, neredeyse bütün ilköğretim okullarında internet erişimimiz var. Son birkaç yılda sadece ilköğretim okullarına 550 bin bilgisayar gönderdik ve şimdi yedi sekiz yaşındaki çocuklar bile dünya ile iletişim hâlinde. Köylerde, ülkenin çok ücra yerlerinde bile... Kasım 2002 seçimleri ve Temmuz 2007 seçimleri büyük bir iktidar değişimi yaşandığını gösterdi. Şimdi bireyler daha yetkili ve bu gerçek. Bu geri döndürülemez bir değişim. AB yolunda yürüyen bir ülke, demokrasisi ve toplumun temel ilkeleri bağlamında AB normlarını ve standartlarını hedefleyen bir ülke. Bu kaçınılmaz. Bu zaten olacaktı. Bazı çevreler ayrıcalıklarını kaybedecek. Şimdi yaşadığımız zahmetli bir dönüşüm ve pek çokları için kolay değil.

FT: Kimler hangi ayrıcalıklarını kaybedecek?

BABACAN: Keşke daha açık konuşabilseydim.

FT: Dolayısıyla bunu uzun soluklu bir hikaye olarak görmek yerinde olur: Seçimlerdeki zaferiniz ve mevcut yapıdaki belli unsurların sizin ilerleyişinizi engellemek ve gücünüzü kırmak için bir dizi taktik kullanması ve partiye karşı açılan bu dava.

BABACAN: Buna illa ki hükümetin veya partinin gücü dememeyi yeğlerim. Ben sıradan vatandaşlardan söz ediyorum. İnsanlar artık etraflarında neler olup bittiğinden daha çok haberdar. Gözlerini daha çok açıp gerçekleri görüyor. Ayrıca Internet ve yüzlerce televizyon kanalı yoluyla dünyadaki en iyiyi görüyor ve gelecekte nasıl bir ülke istediğine dair kendi başına karar verme yetisi gelişiyor. Bu, sadece Türkiye ile sınırlı değil. Bu, bir süreç, Kuzey Afrika, Orta Doğu, Orta Asya ülkelerince de yakından izleniyor. Dünyanın çok uzak bir bölümünden bir bakanla görüştüm. Ülkenin adını söylemeyeceğim, ama Türkiye'nin reform yolunda, AB yolunda ilerlemesinin kendi kültürleri yahut ülkeleri açısından çok önemli olduğunu söyledi. Neredeyse 3- 4 bin mil uzaklıkta. Neden? Çünkü Türkiye her geçen gün İslam, demokrasi ve laikliğin birlikte var olabileceğini ve birlikte iyi işleyebileceğini daha çok gösteriyor. Pek çok Müslüman ülkede pek çok reform yanlısı insan, genç aydın var ve bunlar bir anlamda, toplumsal ilhamlar, işleyen modeller arıyorlar. Şimdi Türkiye bunun mümkün olabildiğini gösteriyor. Geçen yılki olaylar ve bu yılki olaylar da bölgemizdeki pek çok ülke tarafından yakından izleniyor.
Elbette İslamî demokrasi ve laiklik hakkında konuştuğumuz zaman laiklik ile ne demek istediğimizi anlamak da çok önemlidir. Laiklik nedir? Anayasa'mızda hiçbir tanım yer almamasına rağmen hükümet olarak, AK Parti olarak laikliği nasıl gördüğümüz çok açık. Laiklik, devletle dinin birbirinden ayrılmasıdır. Bu, hiçbir dini yasanın, hükümetin ve devletin işleyişine hâkim olmaması gerektiği anlamına gelir. Ayrıca devlet, halkın günlük ibadetlerine
karışmamalıdır, bu yüzden -laiklik- ayrıca dinî özgürlükler hakkındadır. Ayrıca -laiklik-, devletin farklı dinlere, mezheplere, ateistlere, her kim olursa olsun eşit mesafede durmasıdır. Böylece devlet değişik dinî sistemlere hep mesafede durur. İşte bu,laiklikten ne anladığımızdır. Bu, bizim fiilen uygulamakta olduğumuz şeydir; dolayısıyla bu, Türkiye'deki başarımızın, bölgemiz ve hatta ötesi için hayati önem taşımamızın da nedenidir.
Avustralya ve Yeni Zelanda'dan bile insanlar bana, AB ilişkili reformlarda başarılı olmanın Türkiye için çok önemli olduğunu söylüyorlar. Ben bunun nedenini soruyorum? İstanbul'dan Avustralya'ya ve Yeni Zelanda'ya uçmak 24 saat alıyor, ama onlara göre bulunduğumuz bölgenin istikrarı, Türkiye'nin başarısıyla yakından ilişkili. Şimdi çoğunluğu Müslüman bir ülkenin, demokrasi, özgürlükler ve hoşgörü, farklılıkların zenginlik olarak algılanması, çoğulculuk gibi Batı değerlerini benimseyebileceğini kanıtlıyor. Şimdi bunun da fazlasını paylaşmaktayız. Türkiye'nin gelecekte AB'ye üyeliği, bunun mümkün olduğunu taahhüt edecektir ve bu olmaktadır. Bu yüzden bence içinden geçtiğimiz bu süreç çok, çok önemli ve başarılı olmak zorundayız.
Ancak, Türkiye'de ne olacak? Ben açık bir ülkenin, açık bir toplumun meziyetlerine güveniyorum: İnsanlar istediklerini konuşmakta özgür oldukları, ifade özgürlüğü, medya özgürlüğü olduğu sürece, elinde uzaktan kumandayla televizyon karşısında oturan bir Türk insanı farklı kanallarda birbirinden farklı 20, 30 tartışmayla karşılaştığı sürece sağlıklıyızdır. Ben bu erdemin üstün geleceğine inanıyorum. Sonunda sağduyu kazanacak. Geçen yıl zorluklar yaşadık, onların üstesinden geldik. Bu yıl başka tip zorluklarla karşılaşacağımız bir yıl olacak gibi görünüyor, ancak ben açık toplumun gücüne inanıyorum. Çünkü, özgürce tartışmak çok sağlıklıdır ve anlamlı sonuçlar doğurur. Olması gereken budur.

FT: Az zamanımız kaldı ve ekonomi hakkında hiç konuşmadık ancak... Hükümet olarak IMF'den ne beklediğinizi söyleyebilir misiniz? Önceki gibi bir çeşit stand-by yapılacağı ve kendinize ne kadar güvendiğiniz konuşuluyor çokça. Az zamanınız olduğunu biliyorum, dünya ekonomisinin şu günlerde içinde bulunduğu zor durumla Türkiye'nin başedebileceğine ne kadar güveniyorsunuz? Bu iki soru üzerinde açıklama yaparsanız size minnettar kalacağım.

BABACAN: Önce şunun altını çizmeliyim: 2002'nin sonundaki Türk ekonomisiyle 2007'nin sonundaki Türk ekonomisi arasındaki fark iki ülke ekonomisi gibidir. Maastricht yöntemiyle, yani AB yöntemiyle hesaplandığında 2002'nin sonunda kamu borcumuz yüzde 73.7 idi. 2007 yılının sonunda, yine AB yöntemiyle hesaplandığında yüzde 38.8 idi. Sizin de bildiğiniz gibi Eurozone için sınır yüzde 60'tır ve Eurozone'da bu, ortalama yüzde 60'tır ve hâlâ İtalya, Belçika, Yunanistan gibi -kamu borcu- yüzde yüzü aşanlar da var ve bizimki şimdi yüzde 38.8'dir.
Bütçe açığı açısından bakıldığında, geçen yılı gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 1.2'si oranında bir açıkla kapattık. Siz de biliyorsunuz ki Maastricht sınırı yüzde üçtür. Hazine sorumluluğunu üstlendiğim 2000, 2002'deki enflasyona, faiz oranlarına baktığınızda; Türk devlet hazinesi yüzde 66 oranında borç alıyordu, şimdi 2007'in sonunda vadeler daha uzun, ancak daha düşük oranda faiz ödüyoruz.
Dolayısıyla devasa bir ilerleme kaydedilmiştir ve bu yüzden IMF fonlarına bağımlılık da önemli ölçüde azaldı. Belki 2002'nin sonunda IMF'nin finansmanı gerekliydi. Ancak sadece finansman açısından artık o kadar gerekli değil. Ancak IMF ile çalışmaya ihtiyacımız var mı? Kendi inancıma göre evet, çünkü bu şeffaflığı getirmektedir. Ülkede, ekonomide güveni güçlendirmemize yardım etmektedir. Eğer IMF ile çalışarak faiz oranlarını biraz daha aşağıya çekebiliyorsak, neden bu fırsatı tepelim?
IMF ile ilişkilerimiz açısından iki önemli husus var: Bunlardan birincisi son gözden geçirmenin tamamlanması; çünkü 36 aylık yürürlükteki Stand-by Anlaşması'nın süresi mayıs ayında doluyor ve meslektaşlarım bu gözden geçirmeyi tamamlamak için sıkı çalışıyorlar.
İkinci sorunuza gelince; IMF ile çalışmanın değişik formatlarını inceliyoruz. Başka bir stand-by olacak mı? İhtiyati bir stand-by mı olacak?

FT: Ne zaman karar vereceksiniz, mayıs sonunda mı? Çok vaktiniz yok...

BABACAN: Çok önemli kararlar veriliyor. Hükümet, ekonomiden sorumlu bakanlar ve ayrıca Başbakan da yeni fikirler sunuyorlar ve muhtemelen yakın zamanda bir karara varacağız.

FT: Yavaşlamadan etkilenecek misiniz?

BABACAN: Küresel bağlamda olan bitenden bağışık bir ülke olduğunu sanmıyorum. Küresel piyasalarda çok çok büyük bir sarsıntı yaşanıyor.

FT: Ayrıca büyüme de yavaşladı.

BABACAN: Evet önceki yılki yüzde 6.9'luk büyümeyle karşılaştırıldığında geçen yılı yüzde 4.5 ile kapattık. Niçin geçen yıl? Şöyle ki: belki biraz küresel ekonomiden kaynaklı, ancak öte yandan Türkiye içinde olanlardan da kaynaklanıyor. Zira büyümemizin en önemli unsurları özel sektör kaynaklı ve özel sektör güvene dayanıyor. Özel sektör ülkede güven tesis edildiği müddetçe yatırım yapar. Dolayısıyla küresel dalgalanmaların üzerine bir de yurt içindeki siyasi durum eklendiğinde bunun Türkiye açısından büyüme anlamında sanıyorum kaçınılmaz bazı sonuçları oldu. Geçen yıl da bu böyleydi ve bu yıl da olacak. Ancak öte yandan mali sistemimize baktığınız da, mesela bankalarımıza ABD'deki bankalarda olan gibi bir sıkıntımız yok, çünkü mortgage sistemimiz çok güvenli.
Mortage Yasası'nı geçirdiğimizde Yasada yüzde 75'lik bir sınır koyduk; yani ev almak isteyen bir kimse maliyetin yüzde 25'ini, nakit olarak bulundurmalı ki borç alabilsin. Dolayısıyla borçlanma, mülkiyetin değerinin yüzde 75'ini geçemiyor; ayrıca mortgage portfolyomuz büyük oranda Türk Lirası'ndan oluşuyor ve sabit oranlı. Böylece döviz piyasalarında meydan gelen değişikliklerden etkilenmiyor ki bu gayet önemli, çünkü ABD'de yaşanan sıkıntıların bir kısmı yükselen faiz oranları ve yükselen piyasa ödemelerinden kaynaklandı. Örneğin: çok büyük baskı olmasına karşın mortgage borçlanması üzerine herhangi bir vergi teşviki koymadık. Herkes böyle yapıyor, biz neden yapmayalım. Çünkü inşaat sektörü zaten halihazırda patlama yaşıyordu ve mortgage'da da çok hızlı bir yükseliş yaşanıyordu ve zaten büyüyen bir piyasaya daha fazla teşvik vermek hiç makul değil. Dolayısıyla aldığımız önlemlerin şimdi karşılığını aldığımızı düşünüyorum ve ayrıca Türkiye bankacılık sektörü yüzde 19 ile, OECD ülkeleri arasında en yüksek sermaye yeterlilik oranına sahip, bunun yanı sıra bankaların açık pozisyona geçmesi yasak, bu onları döviz dalgalanmalarına karşı koruyor. Bunlara ilaveten bankalardan likidite pozisyonları ve kısa süre önce yürürlüğe koyduğumuz faiz oranı risk yönetimiyle ilgili olarak tedbirli bir tutum sergilemelerini istiyoruz. 2003, 2004 yıllarında bankalarda faiz oranı risk yönetimi gibi bir kavram yoktu, bunu biz yürürlüğe koyduk. Bankalarımız artık yalnızca kambiyo riskini değil, aynı zamanda faiz oranları riskini de daha iyi kontrol ediyor.
Cari işlemler açığına baktığımızda akılda tutulması gereken nokta şu ki fazlasıyla finanse ediyoruz ve beş yıldan bu yana rezervlerimizi oluşturuyoruz. İnanıyorum ki Türk mali sistemi daha sıkışık likidite koşullarını karşılayabilecek ölçüde sağlam, ancak elbette daha önce de dediğim üzere dikkate almamız gereken iki ana unsur söz konusu: Türk ekonomisinde yahut küresel piyasalarda çok parlak bir durum olduğunu söyleyemem.

FT: Hükümet bu yıl için Türk ekonomisinde ne kadar büyüme öngörüyor?

BABACAN: Resmi hedef yüzde beş. Şu an yorum yapmak için erkense de yüzde beş de büyük bir başarı olacaktır.

FT: Hükümetin, bu problemin bir parçası olan siyasi gerilimi azaltmak için yapabileceği bir şey var mı? Örneğin: Anayasa Mahkemesinin kararından önce Anayasa'yı değiştirebilir misiniz?

BABACAN: Bu kesinlikle mümkün. Üzerinde çalıştığımız konulardan biri de budur. Şeffaflık veya orta ölçekli bir anayasa değişiklik paketinden söz ediyorsak; bunu yapacaksak, Anayasa Mahkemesi karar almadan önce yapmalıyız ki kararına dayanak oluşturacak yeni bir yasal temele sahip olsun. Anayasa'mızda bazı problemler olabilir. AB de, Anayasa'mızı, şu anda karşı karşıya olduğumuz bir sistem hatası olarak değerlendiriyor. O hâlde sistem hatalarını onarmalıyız, bu da ne kadar çabuk olursa o kadar iyidir. Elbette nihayetinde karar verecek olan Anayasa Mahkemesidir ve her şeyi kuralına göre yapmak zorundayız.

FT: Bu, halkın iradesine pek de bakmayan bir yargı. Hiç umursamıyor.

BABACAN: Hayır, yargının, kuvvetler ayrılığı ilkesine göre halkın iradesini dikkate alması beklenemez. Yargı, yasal çerçeveye bakar ve yasa ne diyorsa ona göre kararlar alır. Aslında şu anda olup bitenler Parlamentonun konusudur ki AB de defalarca bu tür meselelerin mahkemede görüşülmemesi gerektiğini beyan etmiştir. Bunlar Parlamentoda görüşülmelidir, çünkü çok siyasi bir doğası vardır. Bu, özünde hukuki bir mesele değildir. Bence bunun hukuki bir mesele olmadığını görmek önemlidir. Bu, bir siyasi meseledir ve siyasi meseleleri parlamento çatısı altında görüşürüz ve seçim vakti geldi mi sandık başında çok önemli kararlar veririz. Ancak siyasi bir meseleyi mahkemelere taşıdığımızda mahkemelerin işini de oldukça zorlaştırırız. Kararlarını hangi koşullara göre alacaklar? Anayasa Mahkemesi için bu konuda karar almak kolay olmayacaktır. Dolayısıyla da Anayasa değişikliği ile, yasal çerçeveyi, karar vermelerini kolaylaştıracak şekle sokarak yaparak Mahkemenin işini kolaylaştırabileceğimizi düşünüyoruz.
Anayasa meselesine böyle bakıyoruz. Çünkü Türkiye'de ne yaparsak yapalım bu kurumun güvenilirliğini korumak önemlidir. Kurumlara ihtiyaç var. Kurumların varlığı zorunlu. Kuvvetler ayrılığı çok önemlidir. Mahkemelerin bağımsızlığı çok önemlidir. Mahkemelerin güvenilirliği çok önemlidir. Dolayısıyla bu kavramları çarpıtmamalıyız. Mahkemeler yerli yerinde olmalı ki daha sağlam bir şekilde ilerleyebilelim...

FT: Bazı partileri kapatan yasaları olan bir sürü AB ülkesi olduğu biliniyor. Bu hiç duyulmamış bir şey değil ama...

BABACAN: Ama kurallar var.

FT: Ama sizinki gibi bir merkez partisi için geçerli olamaz.

BABACAN: Hayır, biz bir merkez partisi değiliz. Önemli olan hangi koşullarda bir partinin kapatılabileceğidir ve bu, Venedik Komisyonu tarafından tanımlanmıştır. Venedik Komisyonu, Avrupa Konseyinin bünyesindedir. Komisyon, bir partinin şu koşullarda kapatılabileceğini söylüyor: Şiddeti savunmak, şiddet yoluyla demokratik anayasal rejimi yıkmaya çalışmak. Bu koşullar dışında hiçbir parti kapatılamaz. Bunlardır kapatma kriterleri.

REUTERS: "TÜRK YAZARLAR İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ REFORMU KONUSUNDA RAHAT DEĞİLLER"

İSTANBUL, 18/04(REUTERS)(BYE)--- Emma Ross-Thomas bildiriyor:

Yayıncı Ragıp Zarakolu, Türkiye'nin ifade özgürlüğünü kısıtlama gibi kötü bir üne sahip yasasını değiştirmesinden sonra bile "Türklüğü aşağılamaktan" hapse girebileceğini düşünüyor.
Avrupa Birliği'nin yıllar süren eleştirilerinin ardından Türkiye, Nobel ödülü sahibi Orhan Pamuk ve Ermeni yazı işleri müdürü Hrant Dink'in de Türk kimliğini aşağılamaktan yargılandığı 301. maddeyi değiştiriyor. Dink daha sonra militan bir milliyetçi tarafından öldürülmüştü.
Ne var ki, önerilen değişiklik öyle küçük ki Türkiye'deki yazarlar ve yayıncılar sık sık davalarla karşı karşıya kalmaya devam edeceklerinden korkuyorlar. Bu arada, ifade özgürlüğü üzerinde aynı şekilde baskı, diğer yasalar değiştirilmeden kalıyor.
AB adayı Türkiye uzun bir ifade özgürlüğünü kısıtlama geleneğine sahip; özellikle de, bazı kesimlerce halen modern cumhuriyete tehdit olarak görülen bazı meselelerde. Büyük Kürt azınlığın hakları, Ermenilerin Osmanlı Türkleri tarafından 1915'te katledilmesi ve İslamcılık gibi konuların hepsi birer tabu. Ordu, resmi güçlerinin kısıtlanmasına yönelik girişimlere rağmen dokunulmaz kalıyor.
Değişiklik tasarısı dahilinde Türklüktense Türk milletini aşağılamak suç olacak ve dava açabilmek için cumhurbaşkanının izni gerekecek. Azami ceza iki ila üç yıl arasında olacak. Ancak, AKP'nin Türk yargı sisteminde değiştirmek istediği büyük bir güç olan milliyetçi avukatlar, yine, Pamuk ve Dink gibi yazarları mahkemeye çıkarabilecekler.
Deneyimli bir gazeteci ve yayıncı olan Zarakolu, Reuters'e yaptığı açıklamada, "Bazı avukatlar ve yargıçlar, vatandaşların haklarındansa devleti ve devlet ideolojisini korumak gibi bir görevleri olduğunu düşünüyorlar" dedi. Onun davası, değişiklik geçirilene kadar beklemede. Zarakolu, Ankara'nın soykırım olduğunu reddettiği Ermeni katliamlarıyla ilgili bir kitabın çevirisini yayınladığı için dava edildi. Muhtemelen suçlu bulunacağını düşünen ve gazetecilikle ilgili bekleyen başka bir davası daha bulunan Zarakolu, sonunun hapis olduğunu söylüyor.
Uzun süredir, Türkiye'nin tabularıyla ilgili kitaplar yüzünden devleti kızdıran Zarakolu, son yıllarda hapse girdi ve bürosuna bombalı bir saldırı düzenlendi. Şu an hakkında yargılanmakta olduğu kitap George Jerjian'ın "Gerçek Bizi Özgür Kılacak" adlı eserinin çevirisi. Türklerle Ermenilere uzlaşma çağrısı yapılan kitapta bir Türkün, yazarın Ermeni büyükannesini nasıl kurtardığının hikayesi anlatılıyor.
Dink de uzlaşma çağrısında "Türklüğü aşağılamaktan" dolayı askıya alınan bir ceza almıştı.
İktidardaki genelde reformcu olan AKP'nin yetkilileri, diğer Avrupa ülkelerinin de benzer sınırlamalara sahip olduğunu söyleyerek, 301. maddeye yaptıkları değişiklikleri savunuyorlar. Tekrar tekrar, yazarların çoğunun beraat ettiğini vurgularlarken, bazı yargıçların ve avukatların kafa yapısının değişmesi gerektiğini de kabul ediyorlar.
International PEN adlı eylem grubundan Eugene Schoulgin, "Birçok Avrupa ülkesi benzer yasalara sahip, ama Polonya dışında hiçbiri bunları kullanmıyor. Ancak burada bu yasaları her zaman kullanıyorlar ve kullanmaya da devam edecekler" dedi.
İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından yansıtılan yorumlarında Schoulgin, "Bununla umarım kimse kandırılmaz, çünkü büyük bir değişiklik yok" dedi.
Mevcut yasa, yargıçlara neyin Türklüğü aşağılamak anlamına geldiği konusunda büyük bir güç tanıyan belirsiz ifadeleri yüzünden eleştiriliyor. Yeni yasa bu temel soruna hitap etmiyor.

--"Hiç Durmadan Yargılanıyor"--

Bugün parlamento komisyonunda tartışılan reform, AB adayının genç demokrasisini Avrupa standartlarına uygun hale getirme girişiminin bir parçası.
Mahkemeler, batı Avrupa'da siyasi meseleler olarak görülecek konulara müdahale etmek için geniş haklara sahip. AKP de, İslamcı emelleri yüzünden kapatılmasının ve Başbakan Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e siyaset yasağı getirilmesinin istendiği bir davayla karşı karşıya. Brüksel bu endişeyle, yeni ifade özgürlüğü yasasına ılık bir karşılık verdi. Türkiye'ye yeni gerçekleştirdiği bir ziyarette Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, bunun doğru yönde bir adım olduğunu söyledi.
301 tamamen kaldırılsa bile yazarların yine de belli görüşlerini ifade etmeleri yasaklanabilir. Modern Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e hakaret, hala bir suç sayılıyor.
Romancı ve köşe yazarı Perihan Mağden, kendisine karşı açılan davaların sayısını unutmuş, ama hiçbir zaman 301 yüzünden mahkemeye çıkmamış. Dink'in geçen yıl öldürülmesinden sonra kendisine iki koruma verilmiş.
Vicdani retçileri savunduğu bir makalesi yüzünden "insanları askerlik hizmetinden soğutmak" suçundan yargılanan ve 2006'da beraat etmesine rağmen temmuz ayında yine aynı suçtan mahkemeye çıkacak olan Mağden, şöyle diyor: "Bana karşı açılan 10 dava var, en az 10. Ne kadar olduğunu bilmiyorum. Sürüp gidiyor. Makalelerim silah ya da terörist eylem çağrısı ya da onun gibi bir şey değil. İstediğim sadece bazı demokratik haklar ve hiç durmadan yargılanıyorum."
Adalet Bakanı kısa bir süre önce, son beş yılda 301'e dayanan neredeyse 1500 dava açılmış olduğunu söyledi.
Devlet müessesinde bu maddeye destek güçlü ve her iki muhalefet partisi de değiştirilmesine sert bir şekilde karşı çıkıyor. Sadece, Kürt yanlısı partinin milletvekilleri tamamen kaldırılmasını istiyor.
Yasayla ilgili çekincelerini sayarken kıkırdayan Zarakolu, reformun en azından davasını bürokratik engellerle erteletmesini umuyor ve "Ya mahkumiyet ya da tozlu raflar" diyor.  

REUTERS: "AVRUPA PARLAMENTOSU TÜRKİYE İLE İLGİLİ ENDİŞELERİNİ AÇIKLAYACAK"

STRASBOURG, 21/04(REUTERS)(BYE)--- Avrupa Parlamentosundan bir yetkilinin bugün aktardığına göre, Parlamentonun, Türkiye'nin iktidar partisine karşı açılan dava ve AB'ye üyelik için gereken reformlarda yaşanan yavaşlamayla ilgili olarak endişelerini ifade etmesi bekleniyor.
Türkiye'nin AB'ye katılım müzakereleriyle ilgili olarak hazırlanan ilerleme raporunun ardından şimdi de Strausborg'daki parlamento toplantısında dış ilişkiler komisyonunda bağlayıcılığı olmayan bir kararın görüşülmesi ve kabul edilmesi bekleniyor.
Söz konusu yetkiliye göre, kararda, Türkiye Cumhuriyet Başsavcısının iktidardaki AK Partinin kapatılmasına yönelik açtığı dava ve İslami faaliyetleri nedeniyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasetten yasaklanması talepleriyle ilgili endişelere değinilmesi bekleniyor.
Yetkili ayrıca, mayıs ayında yapılacak toplantıda tartışılacak olan kararın, Türkiye'de reformların yavaşlaması konusundaki endişeleri de yansıtacağını ifade etti.
Parlamento, dış siyaset konusunda tavsiyelerde bulunabiliyor, ancak bu tavsiyelerin 27 üyeli birlik üzerinde bağlayıcılığı yok.
Geçtiğimiz hafta Türkiye'ye bir ziyaret gerçekleştiren Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barosso da reformların hızlandırılması ve AB üyeliğine daha fazla alaka gösterilmesi çağrısında bulunmuştu. Barosso ayrıca -Avrupa Komisyonunun bunun AB'ye üyelik müzakerelerini tehlikeye atacağını belirttiği- AK Partiye yönelik kapatma davasıyla ilgili AB'nin endişelerini de dile getirmişti.

REUTERS: "AVRUPA PARLAMENTOSU TÜRKİYE'YE REFORM KONUSUNDA BASKI YAPIYOR"

STRASBOURG, 22/04(REUTERS)(BYE)--- Avrupa Parlamentosu dün Türkiye'ye Avrupa Birliğine giriş için gerekli reformları hızlandırması için baskıları artırdı ve bir mahkemenin ülkenin iktidardaki partisine karşı açtığı davayla ilgili endişelerini dile getirdi. Bağlayıcılığı olmayan bir karar tasarısı neredeyse oybirliğiyle Strasbourg'da Parlamentonun Dışilişkiler Komisyonu tarafından onaylandı.
Kararda, Türkiye'nin başsavcısının iktidardaki AKP'nin kapatılması ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün siyasetten men edilmesi yönündeki girişimi hakkındaki endişeler dile getirilerek, hukukun üstünlüğüne ve Avrupa standartlarına saygı gösterilmesi çağrısında bulunuldu.
Tasarıda ayrıca Türk Parlamentosundan "gecikmeden" "Türklüğü aşağılamayı" yasaklayan ve yüzlerce entelektüel ile gazeteciyi mahkum etmek için kullanılan 301. maddeyi değiştirmesi istendi.
301. maddede "Türklüğün aşağılanması" yerine "Türk milletinin aşağılanması" ifadesinin konulmasının, bu maddenin kökten bir şekilde değiştirilmesine yönelik sadece bir ilk adım olduğu söylenen karar tasarısında, şiddet içermeyen fikirlerini ifade eden Türklere karşı açılan davaların 2007 yılında artış gösterdiği kaydedildi.
Parlamentodan bir yetkili, Avrupa Parlamentosunun kararının 4 çekimser, 2 hayır, 53 evet oyuyla onaylandığını söyledi. Tasarı mayıs ayındaki bir oturumda görüşülecek. Parlamento dış politika konusunda tavsiyelerde bulunabiliyor ama bunların 27 üye devlet için bağlayıcılığı bulunmuyor.
Tasarıyı hazırlayan Hollandalı milletvekili Oomen Ruijten, Reuters'e, "Bu, Türkiye'ye bir mesaj. Sözlerini tutmaları gerekiyor. 2008'in reform yılı olacağı sözü vermişlerdi, bu yüzden sözlerini tutmalarını sağlayacağım" dedi.
Erdoğan geçen salı günü milliyetçi partilerin muhalefeti yüzünden bir yıldan uzun bir süredir bekleyen siyasi reformları hızlandırma sözü verdi.

 

İTALYA BASINI

TEMPI: "TARİHİN SAÇMALIKLARI"

ROMA, 21/04(BYE)--- Tirajı 315 bin olan Il Giornale gazetesinin cuma günleri yayımlanan aktüalite dergisi Tempi'nin 17 Nisan 2008 tarihli sayısında, Rodolfo Casadei imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin geniş özet çevirisi şöyledir:

--Diplomatik Taktikler, Stratejik Hamleler Bir Yana, İnatlaşmalar ve Bürokratik Safsatalar Kuralları Yazmaya Başladığında Bakın Neler Oluyor--

--Tüm Paradokslarıyla Siyaset--

Bükreş'teki toplantılar sırasında Ukrayna ve Gürcistan'ın NATO'ya katılımları, sınırlarına kadar ulaşan bu askeri ittifakı bir tehdit olarak gören Rusya'yı üzmemek için ertelendi. Makedonya'nın katılımının ertelenmesinin nedeni ise, bula bula ülkenin adını kendine tehdit nedeni bulan Yunanistan'ın vetosuydu! Dahası, doksanlı yıllarda eski Yugoslavya'da meydana gelen insanlık karşıtı suçlardan hükümlü bir dizi Balkan kökenli lider de Lahey'de toplu halde beraat etme yolundalar. Soruşturmalarda ve savunma safhalarında kayda değer gelişmeler mi var? Hayır, sadece Avrupa Adalet Divanının bu dava için zamanı ve ekonomik kaynakları tükendi. Bu arada, Brüksel'de Avrupa, 30 yıldır Ankara hükümetleriyle silahlarla, süpermarketlere yerleştirdiği bombalarla ve "işbirlikçiler"in kısa yoldan infazları gibi yollarla çarpışan Kürdistan İşçi Partisi, PKK'yı terörist örgütler listesinden silmeye mecbur. Yoksa Avrupa Birliği aşırılık yanlısı Kürt bağımsızlığını benimsiyor ve Türkiye'nin AB'ye katılım müzakerelerini daha üç yılı bile dolmadan yarıda mı bırakıyor? Kesinlikle hayır. Olan şu: Teröristler, Avrupa Adalet Divanına yaptıkları bir itiraz başvurusunu kazandılar.
Buraya kadar sıraladığımız haberlerin her biri, hayal gücü ürünü saçmalıklar değil, gerçek ve hatta doğrulukları kanıtlanmış haberler. Mesela Makedonya'nın NATO içindeki durumunu ele alalım: 1991'den bu yana Yunanistan, Makedonya'ya karşı düşmanca tavır sergiledi ve Makedonya'yı Yunanistan'ın bir bölgesiyle aynı adı taşımakla suçladı. Atina'ya göre böyle bir seçimin arkasında bölgeyi, yeni kurulan devletin sınırları içine katma arzusu yatıyor. Yine bu nedenle Yunanistan ilk etapta kurulan yeni devleti tanımamış, ticari ambargo uygulaması başlatmış ve ismini değiştirmesini sağlamak için Makedonya ile savaş ihtimalini bile göz önüne almıştı. Daha sonra, 1995 yılında Makedonya ve Yunanistan arasında bir anlaşma imzalandı ve Makedonya toprak konusunda Yunanistan'dan bir talebi olmayacağına ve bayraklarından da vazgeçeceğine dair güvence verdi. İsimle ilgili bölüm ise daha sonraki müzakerelere ertelendi. Bu sırada Makedonya Birleşmiş Milletler listesine alındı (1993'ten itibaren) ve AB'ye katılım müzakerelerinde olsun, NATO ile görüşmelerde olsun FYROM adlı geçici isim kullanıldı. 13 senedir BM yetkilileri boş yere bu işe çözüm bulmaya uğraşıyorlar. Bu arada, Balkanlar'da doğacak dengesizlik tehlikelerine aldırmadan Yunanistan, Makedonya'nın NATO'ya girişini engellemek için veto koydu. Makedonya'nın nüfusunun dörtte birini, daha fazla otonomi elde etmek için 2001 yılında savaş çıkaran ve Arnavutluk, Kosova, Makedonya ve Sırbistan'ı birleştirerek Büyük Arnavutluk oluşturma hayalini taşıyan Arnavutlar oluşturmakta ki, bunun Büyük Makedonya tehditlerinden çok daha yakın bir tehdit olduğu kesin.
1922-23 senelerinde Türk ordusunun şehirdeki Yunan nüfusu boşalttığı ve İzmir'deki Yunan izlerinin kül olmaya bıraktığı da anımsanırsa, milli gurur adına küçük Makedonya'ya diş bileyen Yunanistan, tarihi ve politik bakımdan inanılması güç bir seçim yaparak EXPO 2015 için Milano'ya değil de Türk aday İzmir'e oy verdi. 1974'te Türk ordusunun adanın kuzey bölümünü işgalinin ardından Kıbrıs'ın ikiye bölünmesi konusu da ayrı bir mesele.
Uluslararası Adalet Divanı meselesi de pek o kadar anlaşılması güç bir olay değil. 15 sene önce Carla del Ponte gibi usta bir savcı öncülüğünde büyük ümitlerle kurulan Divan, şimdi de kuruluşunu isteyen hükümetlerin gönderdiği boşaltma emriyle karşı karşıya kaldı. Bu sene içinde birinci derece davalar, 2010 sonuna kadar da itiraz başvurularının sona ermesi gerekiyor.
Lüksemburg Asliye Mahkemesi ise hevesle çalışmaya hazır bir mahkeme olduğunu gösterdi. Geçtiğimiz 3 Nisan tarihinde, 2002 yılında AB Konsey kararıyla terörist örgütler listesine alınan PKK'yı bu listeden çıkarma kararı aldı. Terörizm yanlısı benzer kararlar, geçen sene de Hollanda'da bulunan aşırı dinci grup Stichting al Aqsa, Filipinler Komünist Partisi ve İranlı mücahitler hakkında da verilmişti. Kararların sonuçlarından biri uyarınca, adı geçen örgütlere ait dondurulmuş halde bulunan taşınabilir ve taşınmaz mal varlıklarının AB tarafından iadesi gerekiyor. Neden bu Mahkeme silahları bir yana bırakıp kendisine başvuruda bulunan bu teröristleri bu kadar sıklıkla haklı buluyor? Çünkü bütün o aklı selim insanlara haklarında çıkarılan önlemler konusunda resmi bir bilgi verilmedi ve çünkü AB, kararını resmi gerekçe göstererek açıklamadı. Uzun lafın kısası, eğer gerçekten suikast, pusuya düşürme ve kısa yoldan infaz yanlısı örgütleri yasa dışı hale getirmek istiyorsanız, bu örgütlerin adli merkezlerinin adresini bulmanız ve Tora Bora'ya, Kandil Dağları'na ve Luzon ormanlarına iadeli taahhütlü bir mektup göndermeniz gerekiyor. Mektubunuzda da bu örgütlerin methe layık faaliyetlerinin neden kırmızı kart görmeye layık olduklarını da bir güzel açıklamanız gerek. Sizinle dalga geçmeye başladığımızı mı düşünüyorsunuz? O zaman buyurun gidin karar metnini şu adresten okuyun: http://curia.europa.eu
. T-229/02 dava numarasıyla İngilizce olarak okunabilir.
Türk Adalet Bakanı kararı alan hakimler hakkında yaptığı açıklamada şunları kaydetti: "Buraya Türkiye'ye gelmelerini ve yaşadığımız tehlikeleri yerinde görmelerini isterdim. Tabii ki oturdukları yerde, gerçeklerden uzaklarda bu kararı aldılar." Hak vermemek elde değil.

 

KIBRIS RUM BASINI

FİLELEFTHEROS: "GELİN CESARET ALIN, GELİN ÜMİT EDİN... EKÜMENİK PATRİK BARTHOLOMEOS'TAN FİLELEFTHEROS'A ÖZEL AÇIKLAMA"

LEFKOŞA, 22/04(BYE)--- Bağımsız liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 20 Nisan 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Fener Rum Patriki Bartholomeos ile yapılan özel söyleşide, Patrikhanenin Türk Hükümetinden talepleriyle ilgili soruya Bartholomeos, "Hükümetimizden, dünyanın herhangi bir devletinde her vatandaşın hakkı olandan fazlasını istemiyoruz" yanıtı geldi ve Bartholomeos taleplerini şöyle sıraladı:

1. Patrikhanenin ekümenikliğinin ve hukuki yapısının tanınması.
2. Ekümenik Patrikin seçilmesine ilişkin kabul edilemez sınırlamanın kaldırılması.
3. Heybeliada Ruhban Okulunun yeniden faaliyete geçirilmesi.
4. Ekümenik Patrikhanenin mülküne el konulmasından, manastır ve hayır kurumlarının yabancılaştırılmasından vazgeçilmesi.

Avrupa Komisyonu, Türkiye ile ilgili ilerleme raporlarında, Ankara'yı, dini görevlerini ve misyonunu özgürce yerine getirebilmesi için Ekümenik Patrikhanenin taleplerine olumlu yanıt vermeye çağırmıştı. Söyleşide, Bartholomeos'un bazı ilgi çekici sözleri şöyle:
"İstanbul Rumlarının geleceğini ancak Tanrı bilir. Biz Tanrı'ya inanıyoruz. Bu nedenle ümitsizliğe düşmüyoruz. Uluslararası ilişkileri belirlemeye yetkili değiliz, ancak Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin ileri gitmesi için bütün gücümüzle çalışıyoruz.
Türkiye'nin, Avrupa Birliğinde, büyük Avrupa ailesi içinde yeri olduğuna inanıyoruz. Oldukça olumlu adımlar atıldı, daha gerekenlerin de atılmasını umuyoruz. Türkiye'nin üye olmaması ne kendisinin (Türkiye), ne de Avrupa'nın çıkarına olur."

 

YUNANİSTAN BASINI

ELEFTHEROTİPİA: "BALKANLAR VE AZINLIKLAR"

ATİNA, 17/04(BYE)--- Tirajı günde 52 bin olan Eleftherotipia gazetesinin 17 Nisan 2008 tarihli sayısında, Kira Adam imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Avrupa Parlamentosunda bugün "Yunanistan'da Azınlıklar: Batı Trakya Türkleri ve Makedonlar" konulu bir etkinlik düzenleniyor. Anılan yerde "azınlık haklarına baskılar" konulu bu tür bir etkinlik ilk kez düzenlenmiyor. Ancak aradan geçen zamanda "ortam" değişti.
Her şeyden önce "bağımsız" Kosova -şimdilik hala yürürlükte olan- özerklik, kendini yönetme hakkı ve bağımsızlığa kavuşma konularına dair uluslararası hukukun, aynı zamanda Güvenlik Konseyinin 1244 sayılı kararının ihlal edilmesiyle doğdu. Buna, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Yunanistan aleyhine, Lozan Antlaşmasını hiçe sayan ve belki de Yunanistan'da başka "hayalet" azınlıkların baş göstermesine yol açacak "Batı Trakya Türk dernekleri" ile ilgili kararı da ilave edilmeli. Bu sorunun, çeşitli azınlıkların bulunduğu Balkanlarda çözümlenmesi biraz zor görünüyor. Ortamın değişmesine rağmen, ya dikkatsizlik ya da planlı bir şekilde ihlal edilmeleri durumunda, patlayıcı sonuçlar doğuracak bazı kırmızı çizgiler de hala mevcut.
Lozan Antlaşması sadece Yunanistan'daki Müslüman (Türk, Çingene ve Pomak etnik gruplarından oluşan) azınlığın varlığını değil, Yunanistan ile Türkiye arasındaki sınırları da belirliyor. Bükreş Anlaşması ise Balkan ülkeleri arasındaki sınırları belirliyor ve bu çerçevede, farklı "ulustan" temsilcileri olan, tek bağlayıcı noktaları akraba dillerin konuşulduğu bir bölge olan Makedonya büyük coğrafi bölgesi de paylaştırılıyor.
Durum böyle iken, Yunanistan'da "etnik azınlıklar" olduğu iddiasıyla, net bir şekilde toprak taleplerinin ve belki de, neden olmasın, özerklik ve özerk yönetim taleplerinin de olduğu ima ediliyor.
Sorun, soğukkanlı bir politikanın uygulanması ve çeşitli grupların sosyal ve diğer taleplerine cevap olarak "baskı uygulamak" gibi gelişi güzel çözümlere başvurulmaması.
Yunan devleti bu tür konulara yönelik politikaları uygulamakta "cahil"; ancak, eğitilmesi artık bir zorunluluk olmaya başladı.

İMERİSİA: "AB PARLAMENTOSU: BİR ETKİNLİK İÇİN BOŞUNA KARIŞIKLIK"

ATİNA, 17/04(BYE)--- Tirajı günde 12 bin olan İmerisia gazetesinin 17 Nisan 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

Avrupa Parlamentosunda Yeşillerin ve Avrupa Özgür İttifakının girişimiyle bugün düzenlenen "Yunanistan'da Önemsenmeyen Azınlıklar: Batı Trakya Türkleri ve Makedonlar" konulu siyasi etkisi küçük bir etkinlik, Yunan siyasi partilerinde ve medyada çok büyük tepkilere neden oldu.
Kimsenin tanımadığı kişiler arasında "Uranio Tokso" Partisi Sözcüsü Pavlos Fillipov Voskopulos'un, Greek Helsinki Monitor sivil örgütünün Basın Sözcüsü Dimitras'ın ve merkezi Köln'de bulunan "Avrupa'daki Batı Trakya Türkleri Federasyonu" temsilcisinin konuşacağı bu etkinlik de aslında, geçmişte yapılan buna benzer diğer etkinlikler gibi hiç ilgi çekmeyebilirdi.
Merkezleri Yunanistan'da olan azınlık-Müslüman örgütlerinden temsilciler, Pomak ya da Roman azınlıklardan resmi temsilciler bu etkinliğe katılmıyor. Bu etkinliğin kasten düzenlenmiş olduğu, bunu düzenleyenlerin ülkemizde azınlık konularında fikir beyan edecek Yunanistan sivil örgütlerinden temsilcilerin davet edilmemesinden anlaşılıyor.

ATİNA HABER AJANSI: "HEYBELİADA VE KIBRIS KONUSUNDA ÇAĞRI"

ANKARA, 18/04(BYE)--- Atina Haber Ajansının (APE) 16 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Türk-Amerikan Konseyinin yıllık toplantısında yaptığı konuşmada, Ankara'ya, Heybeliada Ruhban Okulunu açma çağrısında bulundu. Ekümenik Patrikhaneye değinen Amerikan diplomasisinin lideri, Kıbrıs sorununun çözümünü Türkiye'nin AB üyeliği için "kilit" olarak niteledi. Ayrıca Türkiye ile Yunanistan'ı bağlayan ve gelecekte İtalya'ya uzanacak doğalgaz boru hattının öneminin altını çizdi.
ABD'nin, Türkiye'nin tüm dini ve etnik grupların siyasi haklarını tanıması ve koruması için bu ülkeyi cesaretlendirmeye devam ettiğini belirten Rice, "Bu, Ekümenik Patrikhanenin Heybeliada Ruhban Okulunun tekrar açılmasıyla olur" dedi.
Kıbrıs'a değinmesinde Rice, ABD'nin Türkiye'nin AB üyeliğine güçlü destek vermeye devam ettiğini vurguladıktan sonra, Ankara'nın bölünmüş Kıbrıs Adası'nda iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon çözümünü hedefleyecek yeni çabalara açık ve hazır olmasının, bu sürecin gerçekleşmesinin "anahtarını" oluşturduğunu belirtti.
Condoleezza Rice enerji konularına değinmesinde ise, Türkiye-Yunanistan-İtalya ve Nabucco boru hatlarıyla, Azerbaycan ve Hazar bölgesindeki doğalgaz rezervlerini ve Türkiye'yi diğer AB ülkelerine bağlayan yeni bir güney koridoru oluşturulduğunu kaydetti.

ELEFTHEROTİPİA: "ÜSKÜP PROPAGANDASI ŞİMDİ DE ORTAYA AVRUPA DİL HARİTASI ÇIKARIYOR"

ATİNA, 18/04(BYE)--- Tirajı günde 52.944 olan Eleftherotipia gazetesinin 18 Nisan 2008 sayısında, Kostas Moshonas imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Üsküplülerin hazırladığı dil haritasına göre Yunanistan Makedonya'sı kültürel olarak EYCM'ye ait. Bu harita dün, Yeşiller-Avrupa Özgür İttifak grubunun, kendisini "Yunanistan'daki Makedon Azınlığın" ve "Avrupa'daki Batı Trakya Türkleri Derneğinin" (ABTTF) "siyasi partisi" olarak tanıtan ve merkezi Köln'de bulunan "Uranio Tokso" (Gökkuşağı) temsilcilerinin de katılımıyla, AB Parlamentosunda düzenlediği "Yunanistan'da Kayıp Azınlıklar" konulu basın toplantısı sırasında gazetecilere dağıtıldı.
Dağıtılan "AB'de Kültürler ve Diller" haritasında, merkezi (adı "Makedonya" olarak geçen) EYCM olan büyük kırmız bir çember içine Yunanistan Makedonya'sının büyük bir kısmını da alıyor ve bu bölgeyi Üsküp'ün kültürel uydusu olarak tanıtıyor.
Düzenlenen basın toplantısı tam bir fiyaskoyla son buldu. Toplantıya, çoğu Yunanlı ve Üsküplü 50 gazeteci katıldı. Konuşmanın Yunanca tercümesi yapılmadı (yalnızca İngilizce ve Türkçe). Düzenlenen panele başkanlık eden Basklı AB Parlamenteri Mikel İruho'nun yanında "Uranio Tokso" (Gökkuşağı)'dan Patros Kazia, ABTTF'den Halil Habiboğlu isimli Türk ve bir eski Flaman AB Parlamenteri yer aldı.
Halit Habiboğlu yaptığı konuşmada Ankara'nın Batı Trakya'daki "Müslüman" değil, "Türk Azınlığa" ilişkin bilinen tezlerine değindi.

AEGEANTIMES: "MAKEDON VE TÜRK AZINLIK YANLILARININ BAŞARILI OLMAYAN BİR ORGANİZASYONDA TAHRİK EDİCİ TUTUMU"

ANKARA, 21/04(BYE)--- Yunanistan'ın elektronik haber sitesi Aegeantimes'ın 21 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, Yannis M. Negris imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:

"Yunanistan'da Kayıp Azınlıklar" konulu etkinlik, en nihayet dün Brüksel'de Avrupa Parlamentosu merkezinde yapıldı. Yunanistan'daki Makedon azınlığı temsil ettiğini iddia eden "Uranio Tokso" (Gökkuşağı) örgütü temsilcileri ve sözde "Avrupa Batı Trakya Türkleri Federasyonu" dün Avrupa Parlamentosunda Yunanistan'a karşı tahrik edici bir tutum sergiledi.
Avrupa Parlamentosundan sadece bir üyenin, Bask milliyetçisi Mikel Irujo Amezaga ve bir de Belçikalı eski Avrupa Parlametosu üyesinin katıldığı basın toplantısında, Uranio Tokso'nun temsilcisi Petros Kazias özellikle tahrik ediciydi. Çünkü, kendisini misafir eden siyasi grup vasıtasıyla, AB'nin resmi dili olmasına ve ücretsiz olmasına rağmen, Yunanca tercüme yapılmaması için çalıştı. Kendisi ise İtalyanca konuştu.
Kazias, Yunan vatandaşı olduğunu söylediği halde basın toplantısında neden Yunanca konuşmadığı sorulduğunda, "Yunan vatandaşı fakat Makedon olduğunu ve İtalyan kültürü aldığını" söyledi.
Basın toplantısından önce Avrupa Özgür İttifakı siyasi grubu tarafından, Batı Makedonya'nın Katerini'ye kadar uzanan birçok bölgesinde Makedonca konuşulduğu belirtilen "AB Kültürleri ve Dilleri" broşürü dağıtıldı. Esas itibarıyla bugün için Yunanistan'da 180 bin kişilik bir Makedon azınlığı olduğu iddia edildi ve Yunanistan bunu tanımadığı ve okullarda Makedonca okutulmadığı için suçlandı.
Sözde Avrupa Batı Trakya Türkleri Federasyonu sözcüsü Halit Habipoğlu yaptığı konuşmada, "Yunanistan bizi bir tehdit olarak görüyor ve bizimle diyalogu reddediyor. Batı Trakya Türkleri Federasyonunun amacı azınlıkların tanınması ve hep birlikte sorunlara çözüm bulmaktır" dedi.
Organizatörler tarafından baskı yapılmasına rağmen Batı Trakya Müslümanlarının etkinliğe katılmadıklarını belirtmek gerekir. Alınan haberlere göre, buna gerekçe olarak "Makedonlar ile karıştırılmak istemediklerini" gösterdiler.

KATHİMERİNİ: "TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNE İLİŞKİN VERİLER DEĞİŞTİ Mİ?"

ATİNA, 21/04(BYE)--- Tirajı pazar günleri 191 bin olan Kathimerini gazetesinin 20 Nisan 2008 tarihli sayısında, ELIAMEP Başkanı ve Atina Üniversitesi profesörü Lukas Tsukalis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Komşumuz ülkenin ismiyle uğraşmak başka önemli konuları, belki de bundan da daha önemli konuları unutmamıza neden olmamalı. Alt tarafı, kuzey sınırlarımızdaki bu küçük ülke, birçok acılar çekmiş bölgemizde ne en zorlu ne de en güçlü komşumuzdur. Türkiye'nin AB üyeliği, Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesiyle, aynı zamanda da Kıbrıs sorununun çözümlenmesiyle doğrudan ve yakından ilgili olan bir konudur. Bu nedenle, görüşlerin ve politikaların şekillenmesinde verilerin de göz önünde tutulduğu ilkesinden hareketle, bugüne kadar elde edilen verilerinde dikkate alınmasını öneriyorum.
Birincisi, AB üyesi ülkelerde Türkiye'nin tam üye olması yönündeki coşku ve belki de acelenin önemli derecede azalmış olması. En olumlu görüşler bile, Türkiye'nin AB ile müzakerelerinin çok uzun süreceği ve sonucun da yine belirsiz kalacağı yönünde. Durumu bilmeyenler ya da bilmezlikten gelenler, komşumuzun üyeliğin temel siyasi ve ekonomik ön koşulları yerine getirebilmek için büyük bir mesafe katetmesinin gerekli olduğunu kabul ediyorlar.
Türkiye'nin Avrupa'nın bünyesine tam olarak katılmasını kuşkuyla karşılayanlar sayıca çok olmasına rağmen, -sayıları çok arttı- üyelik müzakerelerinin durdurulmasını ve bilindiği gibi, Türkiye tarafından kabul edilmeyen bir nevi özel ilişkiyi alternatif çözüm olarak önermeye hazır olanların sayısı pek azdır. Özel ilişki fikri yok olmayacak, fakat büyük bir olasılıkla bir kenarda kalacak. Bu bağlamda ikinci veri, üyelik işlemleri çerçevesinin Türkiye açısından Avrupa yönünde çağdaşlaşması için çok önemli bir rol oynaması ve istikrar faktörü sayılması nedeniyle Türkiye ile müzakerelerin, çok ağır adımlarla da olsa, devam edeceği yönünde.
Üçüncü olarak, Sayın Erdoğan'ın etrafındaki siyasi güçlerin Türk toplumunun en önemli ve en dinamik bölümü olması. Genelde, Türkiye'nin geleneksel siyasi ve ekonomik çevrelerinden olmayan ılımlı İslamcılar, günümüzün Türkiye'sinde çağdaşlaşmaya karşı duvarları yıkmaya yönelik rol oynuyorlar.
Ilımlı İslamcıların gizli gündemi var mı? Demokrat birçok Türkün en büyük kaygısı budur. Fakat gizli gündem konusu, ünlü derin devletin İslamcıları durdurtmak için kullandığı yetersiz delillerle sahip en büyük iddiasıdır. Yeni siyasi güçlerin tehdit ettiği çok güçlü çıkarlar var. Güçlü bir muhalefet yok, sadece AB ile üyelik müzakerelerin durdurulmasını dahi göze alan, demokratik çoğunlukla açıkça sürtüşmeye hazır olduğu belirtileri veren bir askeri ve bürokratik bir güç var. Aslında, derin devletin birçok temsilcisi her yerde, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne karşı komplo olduğunu savunuyor, AB üyeliğini bir vaat olarak görmüyor, Avrupa'yı bir tehdit sayıyor. Siyasi ve ekonomik boyutlu ciddi bir kriz olasılığı artık reddedilemez. Bu da dördüncü veriyi oluşturuyor.
Türkiye'de bir krizin Yunan çıkarlarına nasıl hizmet edebileceğini çok zor anlayabilirim, fakat hayal gücünde bir sınır olmadığını da kabul ediyorum. Mademki diğer Avrupalılar Türkiye'de kökten değişiklikler olmadıkça üyelik çerçevesini olduğu gibi koruma kararı aldılar, itiraz etmemiz için herhangi bir neden görmüyorum. Elbette zorlu müzakereler yapılsın, fakat müzakere çerçevesinin değiştirilmesi yararımıza olmaz. Bu da beşinci veridir. Geçmişte, Yunanistan Türkiye'nin Avrupa üyeliğine karşı çıkmakla diğer Avrupalılara bahane sağlamıştı. 1999 yılında bunun yanlış olduğunu anladı ve Helsinki Anlaşmasıyla politikasını değiştirdi. Geriye dönmek için herhangi bir neden yok.
Son olarak, Türkiye ile ikili sorunlarımızın aynı zamanda da Kıbrıs sorununun çözümlenmesi için, Avrupa çerçevesinin bizim açımızdan daha olumlu olacağına inanmıştık. Bazıları zamanın lehimize çalıştığına inandı ve hala inanıyorlar. Ben bundan hiç emin değilim, tam aksini düşünüyorum. Bu tezin arkasında sık sık büyük ya da küçük bir uzlaşmanın siyasi maliyetinin ödenmesinin ertelenmesin başkalarına bırakılması niyeti gizleniyor. İnsanların zayıf noktası ve içgüdüsel siyasi tepkisi budur. Esaslı bir müzakere saati geldiğinde, sonunda Lahey'e gidilse de gidilmese de en fazlasını talep edeceğiz, fakat fazlayı talep ederken taleplerimizi elde etme olanaklarının sınırlı olduğunu da bileceğiz. Bu, altıncı veridir. Çünkü Türkiye ile sorunlarımızı çözümlemek yoluna girdiğimizde bazı ödünler vereceğimi anlamayanlar ya da anlamazlıktan gelenler, demek ki hiçbir şey anlamadılar. Ulusal çıkarları da öne sürerek demagojik açıklamalarda bulunmakla halkın neler olduğunu anlamasına yardımcı olmuyorlar.

TO VİMA: "AZINLIKLAR"

ATİNA, 21/04(BYE)--- Tirajı günde 44.784 olan To Vima gazetesinin 20 Nisan 2008 tarihli sayısında, Yannis Kartalis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Yunan dış politikasında tekel hâline gelen Üsküp konusunun kargaşası içinde Balkanlar'daki son gelişmelere, özellikle de Kosova'nın bağımsızlığını ilan etmesine paralel olarak, Yunanistan'da hassas olan azınlıklar konusunda karışıklıklara neden olabilecek ve ülkemizi bu sorunu ele alabilmek için kökten değişiklikler yapmaya iten bir olaya hiç önem verilmedi. Söz konusu olay, oy birliğiyle (Yunanlı Avrupa Mahkemesi Yargıcı Pararas'ın da katılımıyla), Yunanistan'da etnik Türk Azınlık değil, dini nitelikli Müslüman Azınlık bulunduğunu söyleyen Lozan Antlaşması'na dayanan Yunan tezini reddederek, Yunanistan'ı İskeçe Türk Birliğini kapatmaktan suçlu bulan AİHM kararıdır. Bu karar, Yunanistan'ın "Meriç Azınlık Gençlik Derneği"ni tanımayı reddettiği gerekçesiyle geçen ekim ayında, Avrupa Mahkemesi tarafından haksız bulunmasına ilişkin alınan benzeri bir karardan sonra alınmıştır.
İskeçe Temyiz Mahkemesi, Lozan Antlaşması'nın aksine, Yunanistan'da etnik Türk Azınlık olduğu fikrini ortaya koyup kabul ettirmek amacında olan söz konusu Derneğin bu hareketinin kamu düzenini bozduğu gerekçesiyle kapatılmasının yasal olduğu kararını almıştı. Avrupa Mahkemesi tam aksine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin özgürlüğe ve iş birliğine ilişkin 11. maddesinin çiğnendiği ve Derneğin amacının Yunanistan'da etnik Türk Azınlığın varlığını kabul ettirmek olsa dahi, üyelerin başka kişileri şiddet kullanmaya veya ayaklanmaya teşvik ettiklerine dair kanıt bulunmadığı için "Türk" teriminin kullanılmasının bir tehdit oluşturamayacağı değerlendirmesini yaptı. Mahkeme, ayrıca bir devlette azınlıkların ve farklı kültürlerin varlığının tarihi bir olay olduğunu ve demokratik bir toplumun bu tarihi olayı koruması gerektiğini vurguladı.
Ortada oldukça ciddi bir konu var. Çünkü Avrupa Hukuku çerçevesi dışında hareket ediyor gibi görünen Yunanistan, Ankara'ya Trakya'daki azınlığa baskı uygulandığına, Üsküp'e de "Makedon halkı aleyhine soykırım uygulandığına" dair iddialarda bulunmaları için tezler sunuyor. Bu tezleri kabul edilemez olarak değerlendirmek artık yeterli olmuyor. Çünkü Avrupa Mahkemesinin kararları kadar Kosova'nın bağımsızlığını ilan etmesiyle de azınlıklar konusu farklı bir yön kazanarak, bilinen Yunan tezleri için tehlikeli bir hâl almaya başladı. Bu da Atina'yı, geçmişin doktrinlerinden uzak başka politikaların arayışına itiyor.

HRONOS: "AVRUPA PARLAMENTOSUNDA PROPAGANDA AMAÇLI ETKİNLİK"

ANKARA, 22/04(BYE)--- Gümülcine'de yayımlanan Hronos gazetesinin 19 Nisan 2008 tarihli sayısında, Melahrini Martidu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin özet çevirisi şöyledir:

Brüksel'de perşembe günü Yeşiller Partisi, Avrupa Halk İttifakı, Avrupa Batı Trakya Türk Federasyonu (ABTTF) ve Uranio Tokso (Gökkuşağı) Partisinin katkılarıyla, "Yunanistan'da Yok Sayılan Azınlıklar: Batı Trakya Türkleri ve Makedonlar" konulu özel bir panel düzenlendi. Paneli düzenleyenler, ülkemizdeki insan hakları konusunda kara bir görüntü çizmeye çalışarak, "Yunanistan'ın temel demokrasi ve Batı Trakya Türkleri ile Makedonlar gibi etnik azınlıkların tanınması konularında geri kaldığı tezini" her türlü yöntemle sunmaya çalıştılar.
Paneli, Belçika'da Fransızca konuşan Valonlar ile Hollandaca konuşan Flamanlar arasındaki sorunlara destek veren Flaman Avrupa parlamenteri Nelly Maes düzenledi. Halil Habipoğlu da organizasyon komitesinde yer alanlar arasındaydı. Halil Habipoğlu, Almanya, İngiltere ve Hollanda'da 40 şubesi bulunan ve kendilerini "Batı Trakya Türkleri" olarak adlandıran Avrupa Batı Trakya Türk Federasyonu Başkanı. Bu federasyon, Türkiye'de yaklaşık olarak 40 şubesi bulunan "Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği" ile doğrudan bağlantılı. Her ikisi de, Türk Dışişleri Bakanlığının, hatta "derin devletin" tam kontrolü altında. Son dönemlerde bu federasyon Yunanistan'da "Makedon" ve diğer azınlıkların desteklenmesini üstleniyor. Böylece panelin konusu, "Yunanistan'da Makedonlar ve Türkler"di. Avrupa "Batı Trakya Türk" Federasyonu, azınlığın talep ettiği bütün haklarla, yani kendi kendini tanımlama, vatansızlar, şeriat ve diğer birçok konuyla ilgili onlarca broşür, dvd ve tam bir dosya hazırlamıştı. Bu dosya panele katılan herkese verilirken, daha önce de kısa bir basın açıklaması yapıldı.
Yunan tarafı, vatansızlar ve az kullanılan dillerin korunduğu Avrupa Parlamentosunun kalbinde yer alan bir mekanda düzenlenen toplantının önemini küçültmeye çalıştı. Ve bu mekanın nasıl bu organizasyon için kullanıldığı, akıl almaz bir konu. Gerek Kıbrıs, gerek ise Yunanistan'ın Avrupa parlamenterleri bu alanın ölçülü ve düşünceli kullanılması gerektiğini savunarak, konuyla ilgili Avrupa Parlamentosu Sekreterliğine başvuracaklarını açıkladılar. Bu etkinlik gayet güzel bir otelde veya bir sinema salonunda yapılabilirdi, ancak Avrupa Parlamentosunda çekilen ilginin onda birini çekmeyecekti.
Burada İskeçe'nin (Ksanthi) Yeni Mahalle (Drosero) Çingene kadınları temsilcisi bayan Sabiha'nın konuşmasına yer vermeye değer... İskeçe'de bulunan bölgeden bahseden Sabiha, kadınların ve çocukların konumlarını düzeltme yönünde sınırlı araçlarla mücadele ederek, derneğin çıkardığı küçük bir gazete de sundu.
Sabiha paneldeki konuşmasında şunları söyledi: "Sorunlarımız çok ve maalesef sadece yöneticilerin ilgisizliğiyle değil, özellikle sayıca bizden çok fazla olan, kendilerini "Türk" olarak tanımlayan ve bizi birçok kez şantaj hatta tehditlerle bünyelerine katmak isteyen Müslüman bir grupla mücadele etmek zorundayız.
Bizim çoğumuzun Müslüman olması, bu beyler için otomatikman Türk olduğumuz anlamına geliyor. Biz maalesef kendi vatanımızda bir başka büyük azınlık tarafından tehdit edilen bir azınlığız. Türkiye'nin Gümülcine Başkonsolosunun bizi ziyaret etmesi ve çocuklara 20 avro vermesi veya Türkiye'de Kemal Atatürk'ün anıtını ziyaret etmeleri için Türk devletinin, hemşerilerimin masraflarını karşılaması bizim için hoş bir durum olduğunu sanmayın. Şahsen ilkokulu, dördüncü sınıfta terk etmek zorunda kaldım. Çünkü Çingene olmayan diğer Müslüman arkadaşlarım bana kötü davrandılar ve defalarca acımasızca vurdular. Trakya Roman Dernekleri Federasyonu temsilcisi sayın Müfit de benimle birlikte ve size daha fazla açıklamada bulunabilir. Bugün burada yanımızda bulunan, durumları iyi olan ve çocukları iyi okullara ve üniversitelere giden beylere, tek talebimizin serbestçe nefes almak, dilimizi kullanmak ve öğretmek, çocuklarımızın kendi çocukları gibi olmalarını görmek istediğimizi söylemek istiyorum. Ayrıca kendilerinin Türk olarak adlandırılma tercihlerine saygımın tam olduğunu ve Türkiye'deki büyük müzisyenlerin çoğunun Çingene ve doğu Trakya'daki nüfusun büyük bir oranının Çingene olduğunu hatırlatmak isterim.
Türkiye'de hiç kimse kimliklerine şüpheyle yaklaşmıyor. En az siz de Türkiye'deki gibi bize saygıyla yaklaşın. Yakın zamanda Konstantinopolis'teki (İstanbul) Çingene semti Sulukule'yi ziyaret ettim ve kendileriyle konuştum. Dünyadaki Çingeneler aynı trajik kaderi paylaşıyorlar. Başkanlığınıza seslenerek, bu insanların bu geleneksel semtte evlerini kaybetmemeleri için müdahale etmenizi rica ediyorum. Avrupa Halkları Federal Birliğinin (FUEN) üye dernekleri arasına Trakya'daki bir Roman derneğini dahil ederse, bunu çok büyük takdirle karşılayacağım. Ayrıca Yunanistan'ın diğer bölgelerindeki ve Kosova'daki Romanların sorunlarını dile getirenlere çok teşekkür ederim."
Yeni Demokrasi (ND) Partisinin Avrupa parlamenterleri, Avrupa Parlamentosu salonunda bilinen çevrelerin etkinliğiyle ilgili gerçekleri ve geçerli olan hukuki statüyü anlattılar. Etkinliğe, -her ne kadar ülkemizi ilgilendirse de- sivil toplum temsilcilerinin katılımına izin verilmedi. Yeni Demokrasi Partisi parlamenterleri, çoğulculuğu, demokrasiyi ve ifade özgürlüğünü savunan bir grubun, ilgili ülkeyi, yani Yunanistan'ı elemelerinin görülmemiş bir durum olduğunu belirtiyorlar. Yeni Demokrasi (ND) Partisinin Avrupa parlamenterleri konuşmalarında Yunan vatandaşlarının etnik kimliğine ve dinlerine bakılmaksızın yasalar ve devlet önünde eşit olduklarını, eşit siyasi haklara sahip olduklarını ve uluslararası hukukta ve Avrupa hukukunda öngörüldüğü şekilde insan haklarına sahip olduklarını belirttiler. Anayasa'nın, Yunanistan'ın Müslüman azınlığın kültürel ve dil zenginliğini teşvik ettiği bu temel çerçevenin güvencesini oluşturduğunu söylediler.
Yunan devleti, Trakya'daki Müslüman azınlığın etnik oluşumunu göz önünde bulundurarak, Müslüman vatandaşların (Türkler-Pomaklar-Romanlar) dini, kültürel ve dil özelliklerini koruyarak, diğer Yunan vatandaşları gibi AB üyeliğinin bütün menfaatlerinden yararlanmalarını temin ediyor. Yunan devletince uygulanan bu aktif politika, belirli önlemlerle uygulanıyor ve bütün Müslüman azınlığın yararı yönünde elle tutulur sonuçlar alınıyor. Uluslararası anlaşmalarca kabul edilen tek azınlık Batı Trakya Müslüman azınlığıdır.
Florina'da yaşayan az sayıda kişi, Yunan dili dışında, yakın çevre ve aile içinde bir Slav lehçesini kullanıyor. Bu lehçe eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya'da kullanılan Slav-Makedonların diliyle akraba. Sınırlar arası iletişim, turizm, ticaret, eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya'nın güneyinde konuşulan Yunancanın olduğu gibi bu dili canlı tutuyor. Bu lehçeyi konuşanların tümü iki dillidir ve Yunan vatandaşlarıdır.
Uranio Tokso 1994 yılında kurulan bir partidir. Yunanistan'da var olmayan bir "Makedon" azınlığı temsil ettiğini savunuyor.
Yeni Demokrasi Partili parlamenterler, Avrupalı meslektaşlarını yanlış bilgilendirme ve aldatıcı imaj yaratmayı amaçlayan etkinliği kınadılar ve Yunanistan'ın kökenlerine ve sosyal sınıflarına bakılmaksızın bütün vatandaşlarına eşit haklar temin ettiğini söylediler.
Panele Rodop bölgesinden, azınlığın Yüksel Tahsiller Derneğinin eski Başkanı Cemil Kabza ile Pervin Hayrullah katıldılar, ancak ne söz aldılar, ne de herhangi bir soru sordular. Yunan tarafından ise LAOS Partisinin Avrupa parlamenteri Yorgos Yorgiu, Kıbrıs'ın Avrupa parlamenteri Marios Matsakis katıldı.
Panele Yunanistan'dan birçok grup temsilcilerinin katılması, ERT-3 televizyon gazetecisinin, "Yunanistan'da farklı milletlerin varlığıyla ilgili bu kadar çok şey duyduktan sonra gerçekten Yunanlılar kim ve bu ülkede Yunanlının var olup olmadığına şüpheyle yaklaşmaya başlayacağız" şeklinde tepkisine yol açtı.
Her halükarda Yunanistan, eğitim ve azınlıkla ilgili konularda özlü ve ciddi önlemler aldı. Ayrıca yetişkin Müslümanların okuma-yazma bilmemesi sorunlarının giderilmesi için bir dizi programlar uyguluyor. Bunun paralelinde azınlık mensuplarının kamuya memur olarak atanabilmeleri için özel kontenjan ayrılmış bulunuyor. Yakın zamanda çıkarılan bir yasayla da, vakıf yöneticileri seçimle belirleniyor.
Ancak daha örgütlü bir temsiliyet, 280 cami, 400 din görevlisi ve azınlığın bugün sahip olduğu diğer imtiyazların yer aldığı belgelere dayalı bir dosyanın hazırlanması gerekirdi. Çünkü bunları AB'de bilen yok. En azından bu panelde kendilerini Türk olarak adlandırmayan azınlık grubun temsilcilerini dinlediler.

IN.GR: "AVRUPA PARLAMENTOSU TÜRKİYE İLERLEME RAPORUNU KABUL ETTİ"

ANKARA, 22/04(BYE)--- Yunanistan'ın elektronik haber sitesi İn.Gr'nin 22 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Paris çıkışlı Yunanca haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa Parlamentosu Dış İşleri Komitesi, Hollandalı üye Ria Ruijten tarafından sunulan 2007 Türkiye ilerleme raporunu kabul etti. Rapor, Türkiye'nin bölge ve dış politikası konusunda "İyi komşuluk ruhu" ve içeride de "reformlara hız verilmesi" gibi iki temele dayanıyor. Nihai metinde, Türkiye Başbakanının 2008 yılını reform yılı olarak ilan etmesi memnuniyetle karşılanıyor ve Türkiye'ye, temel bir insan hakkı olan ifade özgürlüğünün egemen olacağı çağdaş bir demokrasiye dönüşmesi çağrısında bulunuluyor.
Kıbrıs konusunda ise komite üyeleri, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas ile Kıbrıs Türk lideri Mehmet Ali Talat arasında varılan 21 Mart anlaşmasından duydukları memnuniyeti dile getirdiler.
Komite ayrıca, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması ve Ekümenik Patrik Bartholomeos'un kilise sıfatının açıkça kullanılması çağrısını yineledi.

 

İSVİÇRE BASINI

DER BUND: "TÜRKİYE ÜYELİĞİ İÇİN HALK OYLAMASINA GİDİLMEYECEK Mİ?"

BERN, 23/04(BYE)--- Tirajı günde 58 bin olan Der Bund gazetesinin 23 Nisan 2008 tarihli sayısında, Rudolf Balmer imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Paris çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

--Sarkozy ve Jacques Chirac'ın Mirası--

Fransa Devlet Başkanı Sarkozy, bir anayasa revizyonu çerçevesinde gelecekteki AB genişlemesi için zorunlu halk oylaması öngören düzenlemeye dönmek istiyor.
Nicolas Sarkozy, selefi Jacques Chirac'ın mirasını tasfiye ediyor. De Gaulle, kendi adıyla anılan gelenek uyarınca NATO ve ABD politikası ile arasına sınır koyarken, şu anki Devlet Başkanı tüm NATO mercilerine dönüş yolu arıyor. Sarkozy, Chirac döneminin başka bir mirasından özellikle rahatsızlık duyuyor: Romanya ve Bulgaristan'ın Avrupa Birliği'ne alınmasının ardından her yeni üyenin onaylanmasında Fransız halkına referandumla danışılması konusunun anayasada yer alması. Chirac bunu 2005 yılında Fransızlar Anayasa sözleşmesini oylamak durumunda kaldıklarında, şüpheci vatandaşlara demokratik söz söyleme haklarını garanti altına almak adına vadetmişti. Böylece Türkiye'nin üyeliğine karşı büyük tepkinin Anayasa sözleşmesi konusunda yapılan referandumu etkilememesini umut etmişti. Bilindiği gibi bunun pek yararı olmadı, Fransızlar Avrupa Anayasası'nı belirgin oranda reddettiler. Ancak Türkiye gibi AB adaylarına karşı halk oylaması engeli Fransız Anayasası'na madde 88-5 olarak girdi.
Bir Devlet Başkanının kararlaştırdığını, bir sonraki iptal edebilir. Eski Başbakan Edouard Balladur başkanlığındaki bir uzmanlar kurulunun hazırladığı Fransız kurumlarının modernizasyonu konusundaki taslak, AB genişlemesi konusunda referanduma gidilmesinin zorunlu olmaktan çıkarılmasını öngörüyor. Bu taslağa göre, eskiden devlet sözleşmelerinin onaylanmasında olduğu gibi, Devlet Başkanı parlamenter yolla (çok daha riskli olan) halk oylaması arasında seçim yapabilecek.
Avrupa işlerinden sorumlu müsteşar Jean-Pierre Jouyet Sarkozy'ye referandum zorunluluğunun, tüm AB'nin Fransızların oylama sonucuna bağlı olacağı ve bir anlamda Fransız halkının keyfine tabi olacağı için Avrupalı ortaklar tarafından pek iyi karşılanmadığını söylemişti. Sarkozy, mütemadiyen Türkiye'nin AB üyeliğine karşı konuşmuş olsa da, bu fikre kulak vermişti.
Sarkozy, anayasa referandumu yenilgisinden sonra AB kenarında kalma durumundan kurtulmak istediği için de Balladur komitesine bu tartışmalı maddeyi anayasadan çıkarma önerisini getirmesini fısıldadı. Temmuz'da, Fransa AB dönem başkanlığını henüz devralmadan, bu revizyonun yürürlüğe sokulması hedefleniyor. Zira Sarkozy planlarının, her bir AB üyesinin tek taraflı vetosuyla bozulmasını istemiyor.
İktidar partisi UMP'nin parlamenterleri muhtemel bir Türkiye üyeliğine karşı olan bu kurumsal engelin sessiz sedasız kaldırılması fikrinden memnun değiller, zamanında Chirac'ın fikrini kuvvetle desteklemişlerdi. Normalde Sarkozy'nin girişimlerini gözü kapalı imzalayan Genel Sekreter Patrick Deveciyan tereddütlerini ortaya koydu: Bununla muhtemelen Ankara ile katılım müzakerelerinin yolu temizlenecekti.
Sarkozy, paradoksal olarak sol muhalefetten destek görüyor. Eski sosyalist Avrupa Bakanı Pierre Moscovici, "bir referandumla tek başına bir ülke ya da bir dini reddetme adına Türkiye'nin üyeliğini bloke etme hakkının istendiği rezil bir istismarın kaldırılması planını" memnuniyetle karşılıyor.

SIRBİSTAN BASINI

DANAS: "VİYANA TÜRKİYE'YE AB'YE ÜYELİK KONUSUNDA ALTERNATİF TEKLİF EDİYOR"

ANKARA, 22/04(BYE)--- Sırbistan'da yayımlanan Danas gazetesinin 22 Nisan 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında bir haber yer almıştır. İnternetten sağlanan haberin çevirisi şöyledir:

Avusturya Dişişleri Bakanı Ursula Plassnik dün, Türkiye'nin AB üyeliği konusunda kapıların kapatılmaması gerektiğini söyledi.
Plassnik, Türkiye-AB müzakerelerine devam edilmesi, ancak bununla beraber Ankara'daki yetkililerin istediği tam üyelik yerine alternatif çözümler üretmenin gerektiğini de vurguladı.
AB, Türkiye ile üyelik görüşmelerini 2005 yılında başlattı. Ancak AB ile Türkiye arasında Kıbrıs konusunda çıkan ihtilaf ve Fransa ile Avusturya gibi üye ülkelerin Türkiye'nin Bloka tam üyeliğine karşı olmaları bu süreci yavaşlatıyor.
Plasnik Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan'la düzenlediği ortak basın toplantısında, Türkiye'ye kapıları kapatmamak gerektiğini ve ülkeler arasındaki ilişkilerin çerçevesinin net olarak belirlenebilmesi için müzakerelerin devam etmesi gerektiğini ifade etti. İyi biçilmiş bir Türk-Avrupa toplumunu, tam üyeliğe rasyonel, gerçekçi bir alternatif olabileceğini açıklayan Plassnik, fikrinin detayları ile ilgili bilgi vermedi ve Türkiye'den siyasi reformlara devam etmesini istedi.
Türk siyasiler tam üyelik dışında herhangi bir alternatif kabul etmiyorlar.
Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Türkiye'nin AB'ye üye olması halinde, yeni bir medeniyetler ittifakının oluşabileceğini ve bu durumun, asrın en önemli barış projelerinden birinin gerçekleşmesi anlamına geldiğini söyledi.
Şu ana kadar AB yolunda yapılan reformlar çerçevesinde Türkiye'de idam cezası kaldırıldı, Kürtçe radyo ve televizyon programlarının yayınlanması ile Kürtçe eğitim veren özel dersanelerin açılmasına izin verildi.
AB, üyelik için Türkiye'den ifade özgürlüğü ve ordunun siyasete etkisinin azaltılması konularında da reform yapmasını talep ediyor.

 

ABD BASINI

AP: "AVUSTURYA: TÜRKİYE AB'YE TAM ÜYELİK DIŞINDAKİ ALTERNATİFLERE AÇIK OLMALI"

ANKARA, 21/04(AP)(BYE)--- Selcan Hacaoğlu bildiriyor:

Avusturya Dışişleri Bakanı bugün Türkiye'nin Avrupa Birliği ile üyelik dışında da bağlantıları gözönüne alması gerektiğini söyledi. Ursula Plassnik, Türkiye'nin 27 üyeli Blok ile üyelik müzakerelerinin sürmesi gerektiğini belirtti, ancak öte yandan üyelik hedefine bir alternatif önerisinde de bulundu. Plassnik Türk mevkidaşı Ali Babacan ile Ankara'da katıldığı basın toplantısında şunları söyledi: "Türkiye'ye kapılar kapatılmamalı; ilişkilerimizin gerçek çerçevesini belirleyebilmek için müzakerelere ihtiyacımız var."
Avusturya Dışişleri Bakanı ayrıca ayrıntılara değinmeksizin "İyi biçilmiş bir Türkiye-Avrupa toplumunu başka bir rasyonel, gerçekçi alternatif olarak düşünebiliyorum" dedi ve Türkiye'yi siyasi reformlara devam etmeye çağırdı.
Nüfusunun çoğunluğu Müslüman ancak laik bir ülke olan Türkiye, AB'ye tam üyelik dışında kalan her türlü alternatifi reddediyor.
Türkiye Dışişleri Bakanı Babacan "Türkiye'nin AB'ye katılımı medeniyetler ittifakı bağlamında çok önemli mesajlar iletecektir; biz Türkiye'nin AB'ye katılımını 21. yüzyılın en önemli barış projelerinden biri olarak görüyoruz" dedi.

AP: "SLOVENYA CUMHURBAŞKANI DANILO TÜRK: TÜRKİYE'NİN AB'YE ÜYELİK İHTİMALİYLE İLGİLİ NET BİR GÖRÜŞE İHTİYACI VAR"

STRASBOURG, 23/04(AP)(BYE)--- Slovenya Cumhurbaşkanı Danilo Türk, Türkiye'ye, AB üyeliği ihtimaline dair net bir görüş belirtilmesi gerektiğini söyledi ve AB'nin doğu kanadındaki ülkelerin blokla daha yakın ilişki kurmasını istedi.
Türk, ülkelerin AB üyeliklerinin siyasi engeller ve kültürel önyargıdan ötürü engellenmemesi gerektiğini belirtti. Slovenya Cumhurbaşkanı Türkiye'nin AB üyesi Kıbrıs ile ticareti reddetmesi nedeniyle dondurulan üyelik görüşmelerinin sürdürülmesini istiyor.
Türk bugün yaptığı bir açıklamayla, Avrupa Parlamentosuna, blokun yeni üyelerin kabulünde çıkarcı davranması gerektiğini söyleyerek, AB'nin Türkiye'ye ihtiyacı olduğunu ve yapılacak bir hatanın AB'nin güvenilirliğine zarar vereceğini belirtti.

INTERNATIONAL HERALD TRIBUNE: "TÜRKİYE AB GÖRÜŞMELERİNDEN SONUÇ ALMAK İÇİN BORU HATTINI KULLANIYOR"

ANKARA, 23/04(BYE)--- International Herald Tribune gazetesinin 22 Nisan 2008 tarihli sayısında, Celestine Bohlen imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Paris çıkışlı makalenin özet çevirisi şöyledir:

Türkiye, Avrupa'nın Rus doğalgazına olan bağımlılığını sona erdirmek üzere başlattığı sekiz milyar dolarlık boru hattı projesiyle ilgili sert oynuyor.
Türkiye, Avrupa ve Orta Asya arasındaki stratejik konumundan faydalanıp Avrupa'nın enerji planının önemli bir parçası olmaya çalışıyor. Bu strateji, Avrupa Birliği'ne katılma girişimi için yararlı olabilir; tabii Avrupa'nın sabrını taşırmazsa. Avrupa, Türkiye'nin 3300 kilometrelik Nabucco boru hattı projesinde transit geçiş noktası olmasını istiyor. Ancak Türkiye daha fazla kontrol sahibi olma peşinde. Türkiye, bölgesel enerji merkezi olarak hizmet vermek, doğudan gelen gazı biriktirip bu gazın bir kısmını kendi tüketimi için piyasa fiyatlarının altında alarak geri kalanını değişken bir fiyat karşılığı Avrupa'ya göndermek istiyor.
Avrupa Birliği'nin Nabucco müzakerecisi Jozias van Aartsen'in yardımcısı Brendan Devlin, "Nabucco, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılımının kanıtı olan bir projedir. Türkiye, bu projenin yürütülmesiyle açık şekilde Avrupa Birliği için öneminin altını çiziyor" diyor.
Türkiye'nin Nabucco projesinde daha fazla denetime sahip olma çabaları, AB'nin Türkiye'nin sadece taşıma ücreti alabileceğine yönelik planına ters düşüyor.
Altı ay öncesine kadar Türkiye Dışişleri Bakanlığında enerji koordinatörü olarak görev yapan Mithat Balkan, Türkiye'nin üyesi olarak kabul edilmediği bir blokun kararlarına uymak gibi bir zorunluluğu olmadığını söylüyor. Balkan, "Türkiye'nin AB'ye girip giremeyeceği hala belli değil. Bu durumda Nabucco'nun bir sınav olduğunu söylemek yersiz" diyor.
Londra'daki Avrupa Reform Merkezi Başkan Yardımcısı Katinka Barysch, Türkiye'nin daha fazla yetki istemekle ihraç boru hatları üzerinde ulusal kontrole sahip olmak istediğini belirterek şöyle diyor: "Türkler, Nabucco'nun bir Türk boru hattı olmasını istiyor."

 

LÜBNAN BASINI

AS SAFİR: "TÜRKİYE'DEKİ LAİK HAREKETLİLİK AVRUPA'DAKİ DİRENİŞLE YÜZLEŞİYOR"

ANKARA, 18/04(BYE)--- Lübnan'da yayımlanan as Safir gazetesinin 18 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, Nizam Mardini imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Ankara, türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasının kabul edilmesinden bu yana oldukça şaşkın görünüyor. Yargı, 7 Şubat'ta hükümete bir sürpriz yaptı ve Hasan Gerçeker Yargıtay Başkanlığına getirildi. Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın AKP'nin kapatılmasına ilişkin talebi ve Anayasa Mahkemesinin bunu kabul etmesi, Türk kamuoyunda şok etkisi yarattı. Başsavcı Yalçınkaya'ya göre parti "laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı" hâline gelmişti. Bahçeşehir Üniversitesinden Prof. Seyfettin Gürsel ise davanın mahkemenin yüzde yüz siyasi olduğu görüşünde. Gürsel'e göre olanlar, tamamen iktidar kavgasıyla ilgili. Bu adım, İslami geçmişi olan hükümetle laik kurumlar arasında yeni gerilimlerin alevlenebileceğinin habercisi. AKP ise, İslami bir ajandası olduğunu reddediyor. Belki de türban meselesinin siyasi boyutu, gerçekte, laiklikle dini eğilimli olmayı aşıyor. Bu durum, AKP'nin aslında, Türkiye'yi "Avrupalı" yapmakla ilgili özel stratejisini gerçekleştirme isteği şeklinde özetlenebilir. Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan da bunu vurgulamış ve Türkiye'nin, AB'ye yönelik hedefleri çerçevesinde türban yasağını kaldırması gerektiğini belirtmişti.
Bütün bunların ışığında Anayasa Mahkemesinin, AKP'nin kapatılmasına yönelik davanın görüşülmesi kararı, gündeme şimşek gibi düştü. Söz konusu karar, hukuk çevrelerinde çok tartışma yaratacak.
Son gelişme, hükümetle laikler arasındaki gerginliğin bir sonraki aşamasına işaret ediyor. Anayasa Mahkemesi yakında, CHP'nin, türbanı üniversitelerde serbest bırakan Anayasa değişikliğiyle ilgili talebi konusunda da karar alacak. Bu arada 2005'te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, Anayasa Mahkemesinin türbanla ilgili olarak aldığı kararını desteklediği hatırlatılıyor. Bu da AKP hükümetinin korkularını artırdı, ancak Barroso'nun son Türkiye ziyareti ve Erdoğan hükümetini destekleyen tavrı, bu korkuları giderdi. Barroso, Anayasa Mahkemesinin kararının, Avrupa kriterleriyle uyumlu olmasını istedi. Barroso'nun gelişinden önce Erdoğan, Meclise, ifade özgürlüğünün artırılmasına -özellikle de 301. maddeyle ilgili- ilişkin bir yasa tasarısı sunmuştu.
Bütün bunların arasında AKP, türbanlı öğrencilerin üniversitelere girmesine karşı çıkmayan ABD'nin sesini bekliyor. ABD laikliği, Avrupa'daki laiklikten farklı. Washington'da 15 Mart'ta yayımlanan bir rapor, ABD'de "ılımlı İslam'a" dönük bir yönelim olduğunu gösteriyor. Bu çerçevede AKP de "laik İslamcılığı" kuran ılımlı İslami partiler arasında sayılıyor. Ancak, Ankara, ABD'nin verdiği bu desteğin bedelinin, sınırlarının dışında; Suriye ve İran'da olduğunun da farkında. Türkiye'yi oluşturan unsurlar arasında Meclis ile Anayasa Mahkemesinin kararlarının tartışmaları sürerken, ordunun sessizliği dikkat çekici. Ancak ordu, Anayasa Mahkemesinin kararının arkasında durarak, türbana karşı olduğunu belli etti. Anayasa Mahkemesinin önemi, hükümetçe anayasa değişikliklerini reddedebilen tek merci olmasından kaynaklanmıyor. 1982 Anayasası, Anayasa Mahkemesini, ordu kurumunun hasımlarını yenebileceği bir yargı kolu hâline getirdi. Araştırmacı Halid Hrub'a göre Anayasa Mahkemesinin kararının en önemli tarafı, "kapalı bir aklın" ürünü olması. Bu durum kişisel özgürlüklere yapılan bir müdahale olduğu gibi Atatürkçülüğün askerî ruhunun bir yönünün yansıması. Bu yönün, ifade özgürlüğü ve dinle devlet işlerinin ayrılmasıyla ilgili laik özle bağlantısı her zaman dayanaksız oldu. Dolayısıyla ordu daha fazla bu tartışmaların dışında kalamaz, aksine bir sonraki dönemde, Anayasa Mahkemesinin kararına da dayanarak, güçlü bir biçimde bu tartışmalara girecek. Bu yasanın, ordu ile hükümet arasında gerginlik yaratacağına dair önemli işaretler var. AKP'nin iktidara gelişinden bu yana ordu, siyasete doğrudan müdahale etmemeye özen göstermiş olsa da bu kez bu geleneğini terk etti. Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Türk devriminin asıl amacının sivil bir devlet kurmak olduğunun altını çizmiş ve laikliğin, cumhuriyeti oluşturan bütün değerlerin temel taşı olduğunu söylemişti.
Ancak orduyla hükümetin karşı karşıya gelmesinde herhangi bir tehlike görmeyenler de var ve bunlar üç nedene dayanıyor: Birincisi, AKP'nin, geçmiş yıllarda, ordunun etkisini aza indirecek yasal değişiklikler yapmış olması. İkincisi, ordunun toplum içindeki gücünü korumasının bir nedeni halkla uyumlu olması. Şimdiki durum ise, halkın çoğunluğunun okullarda türban takılmasına karşı olmadığını gösteriyor. Üçüncüsü ise, eskiden cumhuriyeti tekrar rayına sokmak için başvurulan yegane yolun darbe olması, ancak ordu, şu anda böyle bir şey yapamayacağının farkında.

L'HEBDO MAGAZİNE: "İKİ TÜRKİYE'NİN ÇATIŞMASI VEYA KEMALİSTLERLE İSLAMCILAR ARASINDA KIRILMA NOKTASI"

BEYRUT, 21/04(BYE)--- Lübnan'da yayımlanan haftalık dergi L'Hebdo Magazine'in 18-25 Nisan 2008 tarihli sayısında, Emmanuel Lerqueil imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

--Türk Hükümeti ve Onun Meclis'teki Çoğunluğu, Hukuki Bir Süreç ile Feshedilme Tehdidi Altında. Başlatılan Hukuki Bilek Güreşinin Arkasında, Kemalist Kampı, Türk Siyasal İslamcılığının Mirasçısı AKP'den Ayıran Gerçek Bir Kırılma Noktası Vardır--

"Hukuki bir hükümet darbesi" -hiçkimse bunu böyle sunmakta tereddüt etmiyor- 14 Mart'ta başladı. O tarihte Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Anayasa Mahkemesine verdiği 162 sayfalık dava dilekçesinde, halen iktidarda olan AKP'nin (Adalet ve Kalkınma Partisi), "önünde sonunda hukuka dayalı olmaktan ziyade şeriata dayalı bir devlet kurmak istediğini" ve böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin laik temellerini tehdit ettiğini ifade etti. Bu fikirleri desteklemek için Yalçınkaya, AKP liderlerinin konuşmalarında Kur'an'a "çok fazla miktarda" atıfta bulunmalarını, bazı kamuya açık mekanlarda alkol satışı ve tüketiminin bu hükümet zamanında yasaklanmasını ve özellikle (uygulanması hala Anayasa Mahkemesinin bir kararına bağlı olan) üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasını delil olarak ileri sürüyor. Yalçınkaya yine, şimdiki Başbakan ve AKP'nin Genel Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan'ın 1990'lı yılların ortalarına kadar, kendisini "şeriatçı" olarak takdim ettiğini hatırlatıyor. Netice olarak Başsavcı, Anayasa Mahkemesinden, bu partinin kapatılmasını ve 71 yetkilisi için beş sene müddetle siyaset yasağı istiyor -ki bunlar arasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de bulunuyor!
31 Mart tarihinde Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Başsavcısının dilekçesini "şeklen kabul edilebilir" buldu ve partinin kapatılması ve Devletin en üst şahsiyetleri hakkındaki davayı resmen başlattı. Nihai karar altı ila yedi ay içinde verilecek. Savunmasını vermek için AKP'nin bir ay süresi var. Bu süre uzatılabilir. Mahkemenin Başkan Yardımcısı Osman Paksüt, bu kararın 11 hakimin oybirliği ile alındığını söyledi.
İktidar partisi tabii ki ortada bir skandal olduğunu söylüyor. Başbakan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat'a göre, "Hedef, AKP değil, demokrasidir ve Türk halkının iradesidir". Temmuz 2007'de yapılan son genel seçimlerde oyların yüzde 46.6'sını alarak çok geniş bir halk kitlesinin desteği ile iktidara gelen parti aslında kesinlikle ve de iftiharla hukuk sistemini ve Kemalistleri halkın iradesine karşı gelmekle suçlayabilir. AKP, İslamcı parti suçlamasını reddederek, Avrupa'daki "Hristiyan demokratlar" gibi kendisini "muhafazakar demokrat" olarak niteliyor. İktidar partisine göre bu dava, Kemalizmi savunan askerler tarafından kullanılıyor (çünkü hukuki mekanizma geniş ölçüde askerileşmiştir) ve hükümetin geçen ocak ayındaki kuvvet gösterisine cevaptan başka bir şey değildir. Son genel seçimlerden güçlenerek çıkan ve ilk defa kendi saflarından seçilen bir cumhurbaşkanına -ki Millet Meclisi üzerinde veto yetkisine sahiptir- dayanan AKP Hükümeti o zaman "derin Devlet" diye tarif edilen şeyin üzerine gitmeye karar vermişti.
Bu muğlak ifade, Kemalizme sıkı sıkıya bağlılığı savunan, aşırı sağın milliyetçi örgütleri ile müttefik, bazı mafya örgütleri ile karmaşık ilişkileri olan Devletin değişmez kuvvetlerini tarif ediyor. İşte ocak ayında yapılan bir polis operasyonu ile 30 kadar şahsiyet tutuklanmıştı, ki bunların arasında emekli generaller, aşırı sağcı bazı küçük grupların liderleri, etnik azınlıklara mensup veya onların haklarını savunan aydınları takipte uzman avukatlar, Türk Ortodoks Patrikhanesi temsilcisi de vardı. Bütün bu kişiler, katledilen Ermeni asıllı Türk gazeteci Hrant Dink'in öldürülmesi soruşturmasına adı karışan Ergenekon adlı bir gruba mensup olmakla suçlanıyorlardı. "Derin Devlete" sert bir darbe indirilmişti. Arkasından bir darbe de bütün laiklere indirildi: Üniversitelerde başörtüsü serbest bırakıldı, ki bu durum, AKP'nin toplumu İslamlaştırmayı ve yavaş yavaş devleti İslamlaştırmayı hedef alan "gizli bir takvimi" olduğu korkusu uyandırdı. Öyle ki, AKP liderlerine göre Kemalistler, AKP'yi destekleyen geniş çoğunluğun yoluna tahammül edemeyerek Başsavcı Yalçınkaya vasıtasıyla cevap vermeye kendilerini mecbur hissetmişlerdir.

--"Adli Darbe"--

"Adli darbe" usulü aslında Türkiye'de yeni bir şey değil. Zamanın Başbakanı Necmettin Erbakan da 1998'de istifaya zorlanmış, İslamcı partisi Refah kapatılmış, kendisine siyaset yasağı uygulanmıştı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu fesih kararını daha sonra 2003'te, "demokrasinin savunulması ihtiyacı" gerekçesi ile meşru bulmuştu. Demokratik olarak seçilmiş bu kuvvetlerin böyle meşru bir şekilde devrilmeleri, Türkiye'nin daha önce 1960, 1971 ve 1980'de yaşadığı askeri darbeler geleneğinin yerini aldı. Kemalistlere göre, halkçı veya İslamcı "sapmaları" düzeltmek için önce ordu, sonra yargı mekanizması her defasında müdahale etti. Bu miras, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün politikasının üç temel esasına dayanıyor: "Türkleşmek, modernleşmek, batılılaşmak." Mahiyeti değiştirilmiş ve geri götürülmüş bir İslamiyet ile Türklerin inanç cihetiyle çöküşünü izah eden bu sonuncusu (Batılılaşmak), devleti ve Türk toplumunu 1923'ten 1938'de vefatına kadar zorla laikleştirdi (dini okullara ve dini mahkemelere baskılar, her türlü dini kıyafetin yasaklanması, vs). Vefatından sonra, batılılaşmış burjuvaziye ve aydın kesimine dayanan ordu, bu politikasının devamının garantörü mevkiine oturacaktır -1946'da çok partili sisteme geçilmesine ve Türkiye'de kaydedilen demokratik ilerlemelere ve bu gelişmelerin 1973'te dindarlar üzerinde laik kıskacın gevşetilmesini ve siyasal İslamın geri dönüşüne yol açılmasını netice vermesine rağmen.
Geleneksel ve dini kültürünü reddetmeden modernleşmek isteyen Türk halkının büyük bir kesimi tarafından benimsenen İslamcı partiler 1990'lardan itibaren, özellikle Refah'ın 1995 genel seçimlerinde zafer kazanmasıyla -daha sonra 1998'de kapatıldı- gerçek bir siyasi kuvvet haline geldiler. Avrupa'yı "bir haçlılar kulübü" olmakla suçlayan Refah, Avrupa'ya karşı olduğunu ilan ediyordu. Ama özellikle dini okulların gelişmesine verdiği destek, laikler tarafından toplumu yeniden İslamlaştırma teşebbüsü olarak anlaşıldı ve Kemalistleri partiyi yasaklamaya itti. Parti, daha ılımlı bir şekilde küllerinden yeniden doğdu: Fazilet. O da 2001'de kapatıldı. Bundan da doğrudan doğruya AKP doğdu, hatta partiyi teşkil eden kişiler aynı kişilerdi. İlk defa 2002'de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, Avrupa'ya entegre olmanın katı taraftarı olarak, ülkenin ekonomik yapısını modernleştirerek ve şimdiye kadar Cumhuriyetin temel prensiplerine ve laikliğe riayet ederek bütün ılımlılığını gösterdi.
2007'de geniş bir halk kitlesi tarafından yeniden seçilmesi, halkın büyük bir kesimi bünyesinde yankısını bulan muhafazakar ve geleneksel değerler arasındaki başarılı kombinezon ve milletlerarası planda ve hatta bazı laik liberaller bünyesinde güven kazanmasına sebep olan siyasi ve iktisadi planda yenilikçi pragmatizm ile açıklanıyor. Bununla beraber laik liberaller AKP'yi son zaferinden sonra değişmekle suçluyorlar, "maskesinin düştüğünü" ve gerçek İslamcı yüzünün göründüğünü söylüyorlar. Bu partinin politikasından bağımsız bir şekilde de olsa İslamlaşan Türk toplumunun kalkınması, partinin yükselişi ile beraber geldi. Bütün bu başörtülü kadınlar karşısında ve başörtülü olmayanlara toplumun bakışı karşısında, kesinlikle değiştiğini düşündükleri ülkelerinin imajına atıfta bulunan toplum davranışlarının değişmesi karşısında, toplumlarının kamusal alanının laikliğine önem veren milyonlarca kişi tükendiklerini hissettiler ve şimdi AKP hakkında açılan kapatma davasını alkışlıyorlar.

--Nasıl Bir Gelecek?--

Bütçe büyük açık veriyor, büyüme yüzde 5'in altında (uzun zamandan beri ilk defa), işsizlik yüzde 10'un üstünde, çok yüksek bir enflasyon ve krizin kırılganlaştırdığı bankacılık sistemi ile oldukça berbat bir ekonomik tablo içinde Türkiye'nin siyasi geleceği belirsizlik arz ediyor. Böyle bir durumda hükümetin siyasi abluka altına alınması, Türkiye için tehlikeli olabilir.
AKP Hükümetine kesin destek veren, Avrupa Birliği oldu. Genişlemeden sorumlu Avrupa Komiseri Olli Rehn, "Normal bir demokraside bu siyasi problemler sandıklarda çözülmelidir, mahkemelerde değil" dedi. 10-12 Nisan tarihlerinde Türkiye'ye yaptığı resmi ziyaretinde Avrupa Komisyonu Başkanı José Manuel Barroso, Türk yetkilileri öncelikle "reform sürecinde ilerleme sağlayarak" AB üyeliğini kolaylaştırmaya çağırdı. Bu çağrı, Dışişleri Bakanı Ali Babacan tarafından havada kapıldı. Babacan aniden yaptığı açıklamada, 2008 yılının "Avrupa" yılı olacağını ve hükümetin bu meyanda bir dizi reformları gecikmeden çıkaracağını ilan etti. Bu reformlarla, Avrupa Birliği ile iyi geçinmek ve Kemalist tarafın elini zayıflatmak gibi bir taşla iki kuş vurulabilir. İşte böylece, Başbakan Erdoğan 10 Nisan'da yaptığı açıklamada, özellikle bütün etnik azınlıklar için ifade hürriyetini kısıtlayan Ceza Kanununun 301'inci maddesini değiştirme sözü verdi. Kemalistlerin hukuku kullanarak baskı ve kontrolleri bu maddeye dayanıyordu. Barroso'ya göre, "bu, doğru istikamette atılmış bir adımdı".
AB'ye üyelik süreci bahanesiyle hukuk sisteminde de bir reform yapılması göz ardı edilemez. AKP, siyasi partilerin kapatılmasını daha da zorlaştıracak bir anayasa değişikliği hazırladı bile. AKP Meclis Grubu Başkan Vekili Nihat Ergün, "Bir değişiklik ihtiyaç olmuştur" dedi. Feshedilen seleflerinden ziyade AKP'nin işine yarayan siyasi atmosfere yine de duyarsız kalabilecek olan Anayasa Mahkemesinin iradesini önlemeye yetecek mi bilinmez. Bazı yorumcular Anayasa Mahkemesi için bir orta yol buldular: Üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kanunu reddetmek ve aynı zamanda AKP'nin kapatılma davasını da reddetmek. Böylece herkes alnı ak çıkacak ve sürüp giden bir düelloda iki Türkiye yeniden karşı karşıya gelecek.

AS SAFİR: "TÜRBAN: YENİ FAŞİZMİN KARA GÖMLEĞİ"

ANKARA, 21/04(BYE)--- Lübnan'da yayımlanan as Safir gazetesinin 21 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, Muhammed Nurettin imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin özet çevirisi şöyledir:

Türkiye'deki son fırtınaların ardından, dışarıda da ses getirecek birtakım siyasi değişimlere hazırlanan şüpheli bir sessizlik hakim. Bunun ilk işareti de, AB Komisyonu Başkanı Barroso'nun Türkiye'ye yaptığı ziyaret oldu.
Belki de AKP'nin, Avrupa'nın desteğini alarak kapatma davasıyla baş etmek ve AB'nin en önemli isteklerinden biri olan 301'le ilgili değişiklikler yapmak yoluyla taktik değiştirmesi, bu dönemin en belirgin özelliklerinden biri. Şöhreti Türkiye sınırlarını aşan 301. madde ile ilgili değişiklik, komisyondan geçti; şimdi meclise sunulmayı bekliyor. Maddedeki en belirgin değişiklik, "Türklük" kelimesi yerine "Türk milletti" sözcüğünün getirilmesi oldu. Başbakan, soruşturma yetkisinin Cumhurbaşkanına verilmesi görüşündeydi; ancak kanundaki değişiklikte onayını alabileceği umuduyla, muhalefetin, yetkinin Adalet Bakanına verilmesi yönündeki talebini kabul etti. Muhalefet ise 301. maddeyle ilgili değişikliğin aceleye getirildiği, Türk milletine dil uzatmayı cesaretlendirdiği ve Avrupa'nın dikte etmesi sonucunda yapıldığı görüşünde. Önerilen değişikliğin kabul edilmesi halinde, Adalet Bakanlığının devam etmesini uygun göreceği bazı davaların haricinde, 301 üzerinden açılan davalar düşecek. Bu maddedeki değişiklik, AKP'nin kapatılmasını engelleyecek süreçte atılacak adımların ilkini oluşturuyor. Türk toplumunun yarısını, Kürt toplumunun ise tamamını temsil eden AKP ve DTP'nin kapatılması, seçmenlerin yarısının iradesinin hiçe sayılması anlamına geliyor; üstelik, genel seçimlerin üzerinden sekiz ay geçmişken bu durum çok tehlikeli görülüyor.
AKP çevreleri, Anayasa Mahkemesi'nde açılan davalarda ayrım yapıldığı görüşünde; zira 27 Şubat'ta türbanı okullarda serbest bırakan yasayla ilgili açılan davada halen rapor yazılmamasına karşın, 14 Mart'ta, AKP'ye karşı açılan davadan sadece iki hafta sonra raportör raporunu hazırlanmıştı.
Yargının taraflı davrandığını gösteren ve ses getiren bir diğer olaysa, Oramiral Yener Karahanoğlu ile ile Anayasa Mahkemesi üyesi Serdar Özgüldür arasındaki konuşmanın medyaya sızması oldu.
Öte yandan, CHP'nin ikinci adamı Onur Öymen, türbana karşı savaş açtı ve türbanı Nazilerin kahverengi veya faşistlerin siyah gömleklerine benzetti.

AN NAHAR: "BABACAN REFORMLARIN SÜRECEĞİNİ AÇIKLADI... ERDOĞAN: TÜRKİYE'DE DEMOKRASİNİN YERİNE GEÇEBİLECEK BAŞKA BİR ŞEY YOK"

ANKARA, 22/04(BYE)--- Lübnan'da yayımlanan an Nahar gazetesinin 22 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin özet çevirisi şöyledir:

Başbakan Erdoğan dün yaptığı açıklamada, Türkiye'de demokrasinin yerine geçebilecek bir şey olmadığını belirtti. Dışişleri Bakanı Babacan ise, ülkesinin, AB üyeliği için gerekli reformları sürdüreceğini açıkladı.
İstanbul'da düzenlenen parti toplantısında Erdoğan, "Demokrasinin yerine geçebilecek düzenlerden bahsetmek -sivil politikalar ya da liberal demokrasi gibi- Türk halkına verilebilecek en kötü şeydir" dedi.
Öte yandan, Avusturya Dışişleri Bakanı Plassnik, Erdoğan, Babacan ve Gül ile resmi temaslarda bulunmak üzere Ankara'ya ulaştı. Türkiye-Avusturya Komşuluk Çalıştayının açılışında konuşan Babacan, "Türkiye, AB'ye katılmak için gerekli reformları yerine getiriyor. Türkiye, Orta Doğu ve Balkanlar'daki gelişmeleri yakından takip ediyor" dedi.
Plassnik de, ülkesinin Türkiye'ye tam üyelik konusunda destek vermeyi sürdüreceğini belirtti ve Türkiye'nin reformlar açısından önemli bir dönemden geçtiğini sözlerine ekledi.
Berlin'de ise AB'nin Genişlemeden Sorumlu üyesi Olli Rehn, Die Welt gazetesine yaptığı açıklamada, "Türkiye, reform programını sürdürdüğü takdirde 10-15 yıl sonra AB üyeliğini kazanabilir" dedi.

 

RUSYA BASINI

VZGLYAD: "ŞARTSIZ DOSTLUK"

ANKARA, 22/04(BYE)--- Rusya'da yayımlanan Vzglyad gazetesinin 21 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, Yulia Malışeva imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Rusça yazının çevirisi şöyledir:

Türkiye, Ermenistan ile 15 yıl önce dondurulmuş ilişkilerin normalleşmesinden yana. Erivan karşı çıkmıyor ve Ankara ile dostluk uğruna, Osmanlılar tarafından yapılan Ermeni soykırımının tanınmasına vurgu yapmamaya bile hazır. Ancak uzmanlar, Türk-Ermeni niyetlerinin elle tutulur bir sonuç getirmeyeceğini düşünüyor. En azından, bu fikre Azerbaycan kesin olarak karşı çıkacak ve Türkiye de Ermenistan'a yönelik adımı kendi iradesiyle atmayacak.
Sınırların kapalı kaldığı ve diplomatik ilişkilerin olmadığı 15 yıllık suskunluktan sonra Türkiye, Ermenistan ile barışmaya karar verdi. Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan, "Ermenistan ile ilişkilerde yeni bir sürecin başlatılmasından yanayız ve bu ülkenin yeni hükümetine onlarla diyaloğa açık olduğumuzu belirttiğimiz bir mesaj yolladık" dedi.
Erivan ise buna karşı değil, hatta Türklerden Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki Ermeni soykırımının tanınmasını talep etmeyi dahi bırakmaya hazır. Daha önce bunu, soykırım gerçeğinin Ankara tarafından tanınmasının Erivan için önemli olduğunu, ancak bunun olmamasının iki devlet arasındaki ilişkilerde engel oluşturmaması gerektiğini belirten yeni Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan söylemişti.
Sarkisyan, "Ermenistan'ın herhangi ön şart olmadan Türkiye ile ilişkiyi hemen yarın kurmaya hazır olduğunu her zaman söylemiştik ve söylemeye devam ediyoruz. Diplomatik ilişkilerin kurulması için Türkiye'nin kendisi oldukça tuhaf talepler ileri sürüyor" demişti.
Cumhurbaşkanının sözlerini, ülkesinin, ön şart olmadan Türkiye ile ilişkileri normalleştirmeye hazır olduğunu söyleyerek Ermenistan Dışişleri Bakanı Edvard Nalbandyan da desteklemişti. Nalbandyan, "Soykırım, ortak tarihimizin kara sayfasıdır ve biz, ortaklaşa bu sayfayı çevirmeliyiz ve istikrarlı bir gelecek inşa etmeliyiz" diye konuştu.
Ermenistan ile barışma isteğinin, Avrupa Parlamentosunun geleneksel Türkiye raporunu açıkladığı gün dile getirilmesi dikkat çekici. Karar tasarısı, Ankara'yı ekonomik ambargoyu kaldırmaya ve Ermenistan ile sınırı açmaya çağırıyor. Soykırımın tanınması meselesine gelince; Ermeni Haber Ajansı Panarmenian'ın bildirdiğine göre, raportörler "soykırım" terimini kullanmamayı tercih ettiler ve Türkiye ile Ermenistan hükümetlerine "tarihi olaylar konusunda açık tartışmalar yapmak ve bugün ile yarının konularını görüşmek üzere bir sürecin başlatılması" yönünde çağrıda bulunmakla yetindiler.
Raporu yorumlayan Avrupa Ermenileri Federasyon Başkanı Hilda Çoboyan, "Bu ibare kesinlikle Ankara tarafından dikte edildi. Soykırımın hatırlatılmasını reddetmek, soykırımı reddetmektir" dedi.
AB'nin ileri sürdüğü talepler, Türkiye'nin AB'ye olası üyeliği için yerine getirmesi gereken kayıtsız şartsız taleplerdir. AB Komisyonu Genişlemeden Sorumlu üyesi Olli Rehn'in pazartesi günü söylediği gibi, Türkiye şu anda görüşmeler sürecinde kritik bir dönem yaşıyor, ancak eğer reformlara aktif bir şekilde devam ederse, onlarca yıl sonra Avrupa Birliği'ne girebilecek.
Rus Haber Ajansı Novosti'nin bildirdiğine göre, Rehn, "Her insanın özgürce söz hakkına sahip olmasını, kadın ve azınlık haklarının korunmasını bekliyoruz. Bunun için aktif bir şekilde çaba göstermek gerekir. Bu ve başka problemler kendiliğinden çözülmez" dedi.
Uzmanlara göre, AB'nin bir gün Türkiye ile entegre olması, Ankara ve Erivan arasında bir uzlaşmanın sağlanması kadar şüpheli.
Erivan ile Ankara'nın uzlaşmasının Dağlık Karabağ yüzünden Ermenistan ile sorun yaşayan Azerbaycan'ın itiraz fırtınasına yol açacağını söyleyen BDT Ülkeleri Enstitüsü Kafkasya Bölümü Müdürü Mihail Aleksandrov, "Türkiye, Ermenistan'a doğru adım atmaya karar verdiğine göre, anlaşılan Batı, Türkiye'ye iyice baskı uygulamış" dedi.
Uzmana göre, Türkiye ve Ermenistan'ın dile getirdiği niyetlerin, aslında, neler getireceği konusunda yorum yapmak için henüz erken.

NEZAVİSİMAYA GAZETA: "ANKARA, AB'YE ÜYELİK MÜZAKERELERİNİN SÜRÜNCEMEDE KALMASINDAN ZİYADE 301. MADDE KONUSUNDAKİ GELİŞMELERDEN DAHA ÇOK ENDİŞE DUYUYOR"

MOSKOVA, 23/04(BYE)--- Tirajı günde 40 bin olan liberal eğilimli Nezavisimaya Gazeta'nın 22 Nisan 2008 tarihli sayısında, Pavel Sarkisyan (Ermeni asıllı yazar) imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

Türkiye'de, Ceza Kanunu'nun 301. Maddesinin akıbeti konusunda yoğun tartışmalar sürüyor. Bu madde, Ankara'nın üye olmak istediği AB tarafından eleştirilmektedir. 301. madde, vatandaşların, devlete karşı hakarette bulunmalarını fiiliyatta yasaklıyor.
301. Madde dört bölümden oluşuyor. İlk iki bölüme göre; Türklüğü, Cumhuriyeti, Meclisi, Hükümeti, Yargıyı, TSK'yı ve güvenlik kurumlarını tahkir eden kişiler, bir buçuk ile üç yıl arasında değişen hapis cezasına çarptırılır. Üçüncü bölümde, bir Türk vatandaşının bunu yurt dışında bulunduğunda yapması halinde, cezasının üçte bir daha uzun olmasını öngörmektedir. İfadelerin hakaret yerine eleştirel karakterli olması durumunda, cezanın kaldırılmasını öngörüyor. Dördüncü bölüm ise, yasama organlarının liberal olduğunu sergiliyor. Ancak, Türk yasama kurumları çok politize olduğu için anılan iki kavram arasındaki fark, yalnızca hukuki mütalaalardan hareket edilerek yapılmıyor. Bu husus, özellikle Türkiye'de açıkça tartışılmayan konulara değinildiğinde hissediliyor. Örneğin, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Türk yazar Orhan Pamuk bir süre önce İsviçre'de çıkan Tages Anzeiger gazetesine verdiği demeçte, "30 bin Kürt ve yaklaşık bir milyon Ermeni bu topraklarda (Türkiye'de) öldürüldü ve benden başka hiç kimse bunu söylemiyor" demişti.
Bunun üzerine Orhan Pamuk, Türkçülüğe hakaret etmekle suçlandı. Ancak, yüksek görevli Avrupalı bürokratların ve sanatçıların itirazı sayesinde Pamuk, hapis cezasından kurtuldu. Özellikle yine 301. Madde gereğince şartlı olarak altı ay hapis cezasına çarptırılan gazeteci Hrant Dink'in, İstanbul'da bir Türk aşırı milliyetçi tarafından öldürülmesinden sonra Pamuk, vatanından ayrılmaya karar verdi. Öldürülen gazeteci Hrant Dink, Türk devletinin, topraklarında yaşamış çok sayıdaki Ermeni'nin öldürülmesinden suçlu olduğunu iddia ediyordu.
Geçenlerde, aynı yasayı ihlal ettiği gerekçesiyle Fatih Taş adındaki bir yayınevi sahibi de yargılandı. Taş, bir Amerikan yazarın romanını Türkçe'ye çevirmişti. Kitapta, Türk askerlerinin 1980-1990'lı yıllarda Kürt nüfuslu bölgelerde işlediği cinayetlerden söz ediliyordu. İstanbul'da dokuzuncu Bienal'i düzenleyen Halil Altındere de 301. Madde gereğince yargılandı. Zira Türk Savcıları, Altındere'nin fotoğraf sergisindeki fotoğrafların birisini "Orduya hakaret" olarak değerlendirdiler. Her yıl Türkiye'de buna benzer onlarca dava açılıyor. Birçok ülkede hükümete ve iktidar organlarına hakareti cezalandıran yasalar var, fakat Türkiye'deki yasalar çok hassas ve bazı konular etrafından bir nevi "enformasyon boşluğu" yaratıyor. Türkiye Hükümeti, uzun zamandır 301. Maddenin değiştirilmesi gerektiğinden söz ediyordu, fakat somut teklifler ancak şimdi yapılabildi. Birkaç yasa değişikliği ele alınmak üzere Meclise sunuldu. "Türkçülük" kavramının yerine Türk halkı kavramının kullanılması teklif edildi. Yani, şimdi yalnızca Türk kökenli Türk vatandaşlarının milli duygularına hakaret için ceza öngörülüyor, fakat gelecekte bu madde değişik kökenli Türk vatandaşlarını inciten açıklamalara da uygulanacak. Bilindiği üzere, Türkiye'de yaklaşık 15 milyon Kürt yaşıyor. Ayrıca Rum, Ermeni ve Yahudilerin küçük toplulukları var. Ancak, Kürt veya Rum kimliğine hakaret yine suç sayılmayacak. Teklif edilen yasa değişikliğine göre, Cumhurbaşkanının, 301. maddeye göre açılan her davayla ilgilenmesi öngörülüyor. Cumhurbaşkanının, tahkikat yapıldıktan sonra dava dosyalarını incelemesi gerekecek. Dosyalar kapatılacak mı, yoksa mahkemeye mi gönderilecek bu Cumhurbaşkanının kararına bağlı olacak. Bir yandan bu sistem mahkemenin kararlarını etkileyecek, çünkü Cumhurbaşkanı, yargıçlardan farklı olarak daha ziyade uluslararası topluluğun tutumunu göz önüne alarak karar verecektir. Diğer yandan da Cumhurbaşkanının, bu gibi önemli sorunlarla ilgilenmesi ne kadar doğru olur acaba? Meclisin ele alacağı diğer bir yasa değişikliği de "Cumhuriyete hakaret" teriminin "Türkiye Cumhuriyeti Devletine hakaret" olarak değiştirilmesidir. Teklif edilen yasa değişikliklerinin özelliklerine bakıldığında, Türkiye Hükümetinin, Avrupa Birliği'ne tam üyelik müzakerelerinin sürüncemede kalmasından ziyade, sansürün azaltılmasından tedirgin olduğu anlaşılmaktadır.


Güncelleme: 08/05/2008 / Hit: 5,172

Copyrights © 2023 Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
Directorate for EU Affairs
Copyrights © 2023 - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Avrupa Birliği Başkanlığı