Son Güncelleme: 01 Eylül 2009
ALMANYA BASINI
DEUTSCHE WELLE: "AVRUPA BİRLİĞİ'NE TÜRKİYE UYARISI"
ANKARA, 22/05(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Deutsche Welle Radyosunun 22 Mayıs 2009 tarihli Türkçe internet sayfasında, Duygu Leloğlu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı haber-röportaj şöyledir:
Avrupa Birliğinde dönem başkanlığını devralmaya hazırlanan İsveç'in Dışişleri Bakanı Carl Bildt, Fransa ve Almanya'nın Türkiye karşıtı söyleminin Avrupa'nın güvenliği açısından tehlikeli olduğunu söyledi.
1 Ocak 2009'da AB Konseyi Dönem Başkanlığını devralan Çek Cumhuriyeti, işe oldukça iddialı başlamıştı. Ancak hükûmet krizi de dâhil bir dizi iç siyasi sorunla uğraşan Prag yönetiminin, dönem başkanlığı hedeflerine ulaştığı pek söylenemez. 1 Temmuzdan itibaren bayrağı devralacak olan İsveç de yine zorlu ama iddialı bir dönem başkanlığına hazırlanıyor. Bu vesileyle İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt'in görüşlerine başvurarak, dönem başkanlığı ile ilgili planları hakkında daha ayrıntılı bilgi almaya çalıştık. Türkiye'nin AB'deki en önemli savunucularından olan İsveç'in dönem başkanlığında Ankara-Brüksel ilişkilerinin de yeniden ivme kazanması bekleniyor.
İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, Fransa ve Almanya'nın son dönemdeki Türkiye karşıtı söylemlerini, Avrupa'nın gelecekteki "güvenliği" açısından "tehlikeli" buluyor.
--Kıbrıs'tan Kürt Sorununa--
İsveç, 1 Temmuzdan itibaren altı aylığına devralacağı AB Konseyi Dönem Başkanlığı süresince Ankara ile en az iki müzakere başlığı açmayı hedefliyor. Ancak Bildt, önümüzdeki altı ayda, Kıbrıs ile limanlar sorununun çözümlenmemesi durumunda, diğer müzakere başlıklarının açılmasının da bir anlamı olmayacağını düşünüyor. Zira Brüksel üç yıl önce, Türkiye'ye, AB üyesi Kıbrıs Cumhuriyeti'ne hava ve deniz limanlarını açması için 2009 sonuna kadar süre tanımıştı. Türkiye'ye limanlar konusunda "ek süre" verilmesi ihtimalini dışlayan Bildt, Kıbrıs barış müzakerelerinin de yıl sonuna kadar bitmesi gerektiğini vurguluyor.
Satırbaşlarını bu şekilde özetleyebileceğimiz Bildt'in açıklamalarının ayrıntılarına, Türkiye konusuyla başlıyoruz. Almanya ve Fransa'nın Türkiye karşıtı son çıkışını ve Sarkozy'nin "Türkiye ve Rusya ile ortak bir ekonomik alan oluşturulması" önerisini değerlendiren İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, Ankara'nın üyelik sürecinin desteklenmesinden yana olduğunu söyledi:
"Sarkozy'nin bu önerilerini yaparken Türkiye'ye ve Rusya'ya danıştığını zannetmiyorum. Tabii bu ayrı bir konu. Ama geçmişte AB'nin gerçekleştirdiği genişleme süreçlerine baktığımızda, Birlik içerisinde hep sürece karşı çıkanlar olduğunu görüyoruz. Bu, Fransızların İngilizlere karşı olmasıyla başlar. 1960'lardan itibaren Fransızlar İngilizlerin uzunca bir dönem üyeliklerini engellediler. Tabii İsveç'in üyeliğini biz müzakere ederken, Birlik içerisinde yine İsveç'e karşı çıkan sesler çıkıyordu. İşte bu nedenle üyelik sürecinde bazılarının desteklerken, diğerlerinin karşı çıkması artık 'haber' olmaktan çıktı. Ama tabii AB ülkelerinin ve Avrupa parlamenterlerinin büyük bir bölümünün Türkiye'nin üyelik sürecini desteklediğini anlamak lazım. Biz bu sürecin sonuna geldiğimizde, tabii ki bambaşka bir dünyada, bambaşka bir Avrupa, bambaşka bir Türkiye olacak karşımızda. O zaman da bu tartışmaların gidişatı değişebilir."
--"AB Açısından İyi Olmaz"--
SORU: Peki, bu güçlü ülkelerin karşıt tutumu, Türkiye'nin AB sürecine nasıl bir etkide bulunabilir?
BILDT: Türkiye'deki süreci olumsuz etkileyebilir. Ama tabii ki, insanları düşünmeye sevk edecektir. Sonuçta Avrupa'da daha fazla insanın düşündükçe Türkiye'nin üyeliğini destekleyeceğini düşünüyorum. Çünkü bence Türkiye'nin üye olmamasının sonuçları, AB açısından iyi olmayacaktır.
Sözü Kıbrıs konusuna getirdiğimizde ise Carl Bildt "öncelik Kıbrıs'ta olmalı" değerlendirmesini yapıyor.
BILDT: Bence en kritik konu, Kıbrıs müzakereleri ve "de facto" Ankara Protokolü. Çünkü 8 müzakere başlığı, Ankara Protokolü yüzünden askıya alınmış durumda. Bizim önceliğimiz de bu konuda olacak. Çünkü eğer bu konuda bir ilerleyemezsek, o zaman diğer başlıklarda ne kadar ilerleme sağlarsak sağlayalım, hiçbir yarar sağlamayacaktır.
SORU: AB, Türkiye'nin Kıbrıs'a limanlarını açıp açmadığı konusundaki değerlendirmesi bu yıl sonunda, yani İsveç'in dönem başkanlığı sırasında yapacak. Eğer o tarihe kadar Kıbrıs'taki müzakerelerden bir sonuç alınamazsa, Ankara'ya yükümlülüklerini yerine getirmesi için ek süre verilmesi gündeme gelebilir mi?
BILDT: Ben limanlar konusunun çok da zor bir konu olduğunu düşünmüyorum. Limanlar konusundaki gelişmeleri gözden geçireceğimizi birkaç yıl önce, yani üç yıl önce, Aralık 2006 tarihinde belirlemiştik. Bu nedenle bir ilerleme bekliyoruz. Bu yıl sonunda da bir değerlendirme olacak. Bu kesin.
--Kıbrıs İçin En Kötü Senaryo--
İsveç Dışişleri Bakanına "Bu konudaki en kötü senaryo ne olabilir?" diye sorduğumuzda ise şu karşılığı alıyoruz:
BILDT: Bu konuda farklı senaryolara girmek istemiyorum. Ama hiçbir gelişme yoksa, o zaman bu durum olumsuz gelişmelerle sonuçlanır.
SORU: Peki barış müzakereleri 2010 yılında da devam ederse?
BILDT: Barış müzakereleri sonsuza kadar süremez. Sonsuza kadar sürerse de hiçbir sonuç alınamaz. Bu açıdan yıl sonuna kadar bir şekilde sonuçlanması gerekiyor.
Carl Bildt, ülkesi İsveç'in Türkiye'ye neden bu kadar önem verdiğini ise şöyle açıklıyor: "Türkiye önemli. Çünkü biz 'açık' ve 'kabul eden' bir Avrupa istiyoruz. Eğer ülkeler AB'ye girmek istiyorlarsa, kriterleri yerine getirdikleri takdirde Birliğe girebilmeliler. Türkiye'nin modernleşmesi de AB'nin çıkarına. Modern, başarılı ve dinamik bir Türkiye en fazla ülkenin kendi çıkarına. Ama bu aynı zamanda AB'nin dinamikliğini artıracaktır."
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin "Avrupa'nın belli sınırları olmalıdır!" ifadesine "Sınırları çizmek tehlikelidir" karşılığını veren Carl Bildt, bunu şöyle gerekçelendiriyor: "Tabii ki Avrupa'nın sınırları var. Bu sınırları sonsuza kadar uzatamazsınız. Biz kabaca Avrupa'nın neresi olduğunu biliyoruz. Ama bazı Avrupa'daki bazı ülkeler Birliğe giremez derseniz, o zaman bu tehlikeli bir yaklaşımdır. Çünkü bu ülkelere, 'başka yere gidin' diyorsunuz. Avrupa'ya gitmek yerine onları, milliyetçi yöne veya başka yönlere gönderiyorsunuz. Avrupa'nın güvenliği açısından bunun sonuçları ise olumsuzdur. Ülkelerin daha modern, daha başarılı, daha Avrupalı, daha hukukun üstünlüğünü savunan ve daha demokratik olmaları bizim çıkarımızadır. Eğer bizimle gelmelerini istemezsek, onlara başka yere gitmelerini söyleriz. Bu başka yer ise Avrupa'nın bütününe zarar getirir."
--Öncelikli Sorunlar--
AB sürecinin devamı için, Türkiye'nin halletmesi gereken en büyük sorunu nedir? Bu konudaki öncelikler ülkeden ülkeye farklılık arz edebiliyor. İsveç Dışişleri Bakanı ise "sorun bir tane değil ki" imasıyla yaklaşıyor konuya.
BILDT: Birden çok konu var. Bunları tabii ki Türkiye'nin kendi iç tartışmalarından da biliyorsunuz. Bu nedenle, bu konuda detaylara girmek istemiyorum. Birkaç gün önce Kürt sorunun birinci öncelik olduğunu gördüm. Bu konuda ilginç gelişmeler olabilir. Ortaklık Konseyinde de tabii bütün bu konular bir bir masaya geldi.
SORU: Peki Türkiye'de son aylara damgasını vuran Ergenekon konusunda AB neden suskun kalmayı tercih ediyor? Örneğin Ortaklık Konseyinde Ergenekon'dan neden hiç bahsedilmiyor?
BILDT: Evet bahsetmiyoruz. Çünkü bu konu Türkiye'nin iç meselesi. Tabii ki bu konuyu yakından takip ediyoruz. Ancak bu konu, AB ve Türkiye arasında resmî bir tartışma konusu olamaz. Ergenekon'a referans yapıyoruz ama müzakerelerimizin bir parçası değil. Tabii ki şu anda devam eden bir yasal süreç olduğu için bu konuda konuşurken dikkatli olmak gerekiyor. Mahkemenin bu yasal süreci tamamlaması biraz zaman alacak. Ama tabii ki şu ana kadarki bulgular çok "tehlikeli olayların" cereyan etmekte olduğunu gösterdi. Bize göre Türkiye'de bunun üzerine gidilmesi, sonuç ne olursa olsun, bizim açımızdan çok önemli.
DER TAGESSPİEGEL: "TÜRK CUMHURBAŞKANI YARGININ HEDEFİNDE"
BERLİN, 22/05(BYE)--- Tirajı günde 149.431 olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 21 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Susanne Güsten imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, İstanbul çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
--Türkiye'deki Kemalistler ile Hükümet Ararsındaki İhtilaf Yine Şiddetleniyor. Bir Hâkim, Kemalistlerin Nefret Ettiği Cumhurbaşkanı Gül'ün Yargılanmasını Talep Ediyor. Acaba Bu, Sadece Siyasi Motifli Bir Manevra mı?
Türkiye'de yargı, Cumhurbaşkanına yeni bir saldırı başlattı. Anayasa Mahkemesinin, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün ülkenin en yüksek makamına seçilmesini oldukça tuhaf bir kararla engelleme girişimin üzerinden iki yıl geçtikten sonra Gül, şimdi yeniden Kemalist eğilimli yargının hedefinde. Bir hâkim, Kemalistlerin nefret ettiği Gül'ün, anayasal koruma altında olmasına rağmen mahkeme önüne çıkması gerektiği görüşünü savunuyor. Hukuken oldukça müphem duruma rağmen, bu mesele Gül için tehlikeli olabilir.
Türk yargısı siyasi meselelerde hakem işlevi gören bir kurum değil. Hâkim ve savcıların çoğu açıkça, bazen de dürüst olmayan yollarla, seçmen tarafından iki genel seçimle iktidara taşınan ve onaylanan hükûmete karşı taraf oluyor. Yargıdaki keskin nişancılar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın dindar muhafazakâr hükûmet partisi AK Partinin gizli bir İslami ajanda izlediği inancıyla motive oluyor. Kendilerini, Mustafa Kemal Atatürk'ün düşüncesi doğrultusunda Cumhuriyetin savunucusu olarak görüyorlar, ancak bu davranışlarıyla demokrasiye zarar veriyorlar.
--Suçlama: Parti Paralarının Zimmete Geçirilmesi--
Bugün Cumhurbaşkanı olan Gül, yeni olayda, 90'lı yıllarda partinin parasını zimmetine geçirmekle suçlanıyor. O dönemde Gül, kapanan İslamcı Refah Partisinin önde gelen temsilcilerindendi. Sincan'daki bir hâkim şimdi Gül'ün bu skandal nedeniyle yargılanması gerektiğini savunuyor. Anayasa'da, Cumhurbaşkanının sadece vatana ihanet suçuyla yargılanabileceğinin yazıyor olması ise hâkimi ilgilendirmiyor. Başka zamanlar AK Partinin dostu olmayan Türk Barolar Birliği Başkanı bile, siyasi motifli bir manevradan söz ediyor.
Ancak burada küçük bir hâkimin intikam almasından çok daha fazlası söz konusu. Birincisi bu olay, bütün hukuki soru işaretlerine rağmen, Gül'ün mahkeme önüne çıkmasına neden olabilir. Zira, bu davada son sözü söyleyecek olan Yargıtay hâkimleri de Gül'den tıpkı Sincan'daki hâkim gibi hiç hoşlanmıyor. İkincisi, yargının Cumhurbaşkanına saldırısı Türk toplumunun kutuplaşmasını şiddetlendirecek ve yargıya olan güven daha da azalacaktır.
--Avrupalı Hâkimler İnsan Hakları Konvansiyonu'nun İhlal Edildiğini Tespit Etti--
Bir gazete, savcılar ve hâkimlerin sürekli siyasete müdahale etmek yerine, işlerini yapmalarının daha iyi olacağı eleştirisinde bulunarak, Türkiye ve diğer Avrupa Konseyi ülkelerinin hukuk sistemleri üzerinde bir nevi kontrol fonksiyonu olan Strasbourg'daki İnsan Hakları Mahkemesinin rakamlarına işaret etti. Strasbourg'un bilançosu Türkiye için çok kötü görünüyor. Strasbourg, Türk mahkemelerinin aldığı 1950 karardan 1700'ünde İnsan Hakları Konvansiyonu'nun ihlal edildiğini tespit ederken, 500'ün üzerindeki davada mağdurların adil bir şekilde yargılanmayışlarını kınadı.
Bu eksiklere rağmen Türk hâkimlerin çoğunun ideolojik bilincinin yakında değişmesi olası gözükmüyor. Ülkedeki en yüksek mahkemeler bile Avrupa normlarına uymak yerine, milliyetçilik duygusuyla hareket ediyor. Daha kısa bir süre önce Yargıtay, Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Orhan Pamuk hakkında Ermenilerle ilgili açıklamaları nedeniyle açılan manevi tazminat davasına yeşil ışık yaktı. Davalılar, Türk milletinin bir ferdi olmaları nedeniyle kişisel haklarına saldırıldığını iddia ediyor.
Böylesine zehirlenmiş bir iç siyasi atmosferde, AB reformlarının gerçekleşmesi beklenemez. Üst düzey hâkimler, -demokratik olarak seçilen- politikacıları, AB'nin uzun süreden beri yapılmasını talep ettiği anayasayı değiştirmemeleri yönünde uyardılar. Ülkenin önemli meselelerinde uzlaşı arayışı Türkiye'de giderek zorlaşıyor.
FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "BİRLİK PARTİLERİ: ŞİMDİLİK AB'YE YENİ ÜYE ALINMASIN"
BERLİN, 22/05(BYE)--- Tirajı günde 366.478 olan muhafazakâr eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 22 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Stephan Löwenstein imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:
CDU ve CSU, AB'nin genişletilmesine yönelik adımlardan şimdilik kaçınılmasını talep ediyor. CDU/CSU'nun ortak seçim çağrısında yer alan avronun istikrara kavuşması, bürokrasinin azaltılması, ortak bir güvenlik stratejisi oluşturulmasının yanı sıra NATO'yu tamamlayıcı bir dayanışma yükümlülüğü anlaşması üzerinde uzlaşılması yönündeki taleplerin, Birlik Partileri yönetim kurulları tarafından pazartesi günü düzenlenecek ortak oturumunda karara bağlanması öngörülüyor.
Dört sayfalık metinde, şimdiye kadar başarıyla yapılan AB genişleme sürecinin Almanya ve Avrupa'nın çıkarına olduğu, "şimdi ise artık AB genişleme sürecinde, AB'nin kimlik ve kurumlarının birleşme ve sağlamlaşmasının temin edilmesi için bir konsolidasyon dönemine girilmesinin istendiği" belirtiliyor. AB'nin alım kapasitesinin de, tıpkı aday ülkelerin kriterleri yerine getirmesi kadar önemli olduğuna yer verilen metinde, Türkiye'nin ön koşulları yerine getirmediği özellikle vurgulanıyor. CDU/CSU ayrıca, 7 Haziranda yapılacak Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarının, Komisyon Başkanı ve Alman Komiserin seçimi üzerinde etkili olması gerektiğini talep ediyor.
SÜDDEUTSCHE ZEİTUNG: "ESKİ VATANIN TALİMATI"
BERLİN, 25/05(BYE)--- Tirajı günde 448.411 olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 25 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Roland Preuss imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
--Ankara'daki Hükûmet, Göç Eden Türklerle Uyum Politikasını Tartışıyor--
Türkiye ve Türklerin AB'deki imajının kötü olduğu konusunda, Ankara'da görüş birliği hâkimdi. Kentteki üniversite ile Türk hükûmeti bu hafta ilk kez, Avrupa Birliğindeki 5,5 milyon Türk'ün uyumuyla ilgili olarak düzenlenen bir sempozyuma davet etti. Ankara'nın 15 ülkeden gelen 150 uzmanı ağırlamak için gösterdiği büyük gayret artık konuyu ne kadar önemsediğini gösteriyor. Ancak, Türklerin imaj sorunlarının nereden kaynaklandığı konusu oldukça tartışmalıydı. Çok sayıda Türk temsilci, ülkenin mağduriyetinin başlıca nedeninin Müslüman olmasından kaynaklandığı görüşünde. Onlara göre, hemşehrilerinin Avrupa'da ayrımcılığa uğraması da Müslüman oluşlarıyla yakından bağlantılı. Örneğin Almanya'daki yabancı düşmanlığı ve adil olmayan eğitim sistemi de onların yükselmesini engelliyor.
Bu izlenim boşuna oluşmadı. Türkiye 50 yıldan beri AB üyesi olmaya aday ve dolayısıyla da Brüksel tarafından oyalandığını düşünüyor. Ayrıca Türkler, göç yasalarının, Türkler ve AB üyesi olmayan yabancılar için 2001 yılından beri çok sayıda AB ülkesinde sertleştirildiğini dikkatle kaydediyor.
Tam da 3,3 milyon Türk kökenlinin yaşadığı Almanya'nın tutumu, Ankara'da tepkiye neden oluyor.
Kendi politikasının da uyumu engellediği, Ankara'da hâlâ tam olarak idrak edilmiş değil. Avrupa'dan sorumlu Devlet Bakanı Egemen Bağış gerçi Ankara'nın uyumu desteklediğini ve sorunların nedenlerinin kendi ülkesinde de yattığını söylüyor. Ancak Bağış, eş zamanlı olarak 5,5 milyon göçmen ile onların çocuklarını hâlâ geldikleri ülkeyle bağlarının kesinlikle kopmaması gereken Ankara'nın lobicileri olarak görüyor. Bağış'a göre, Türk hükûmeti onları unutmadığı için öncelikle de vatandaşlığa geçenlerin yani seçme hakkına sahip göçmenlerin sesleri her gün daha güçlü yükselecek.
Ankara'nun uzantısı olarak göçmenler.... Buna Avrupa'da pek hoş bakılmıyor. Türk hükûmeti dil konusunda da rahat vermiyor. Yurt dışındaki Türklerden sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik, "Almanca öğrenmek önemli ama bir göçmenin Türkçeyi unutmaması da aynı ölçüde önemli." diyor. Bu sözler bazı Türk göçmenlerin Türk pasaportundan vazgeçmenin veya dili unutmanın vatana ihanet olarak görüldüğü düşüncesinin bir teyidi. Çelik ve çok sayıda başka Türk için böyle bir şey, Bakan Bağış'ın bir kez daha üzerine basarak uyardığı asimilasyon anlamına geliyor.
Türk hükûmeti hiç değilse bilinçli bir şekilde eleştiricileri de davet etmişti. Türkiye gazetesi Almanya şefi Zeki Şahin itirazda bulunarak, yurt dışındaki Türklerin vatan özlemi çekmediklerini söyledi. Yurt dışındaki Türkleri Ankara'nın beşinci kolu olarak görmenin vahim bir hata olduğunu söyleyen Türk kökenli Alman Avrupa milletvekili Vural Öğer (SPD), bunun Almanya'daki yaşayan Türklerin kimlik krizi yaşamalarının nedenlerinden biri olduğunu ifade etti. Önce Öğer sonra da diğer göçmenler, göçmenlerin kendilerini de eleştirdiler. Almanya'da yaşayan Türklerin bir kısmının kendi içine döndüğünü, bu kesimin asimilasyon korkusunu yenmesi gerektiğini söyleyen Öğer, Almanya'daki kültür ve yaşam tarzına intibakın normal bir süreç olduğunu kaydetti. Hollanda'dan gelen bir Türk kökenli de hemşehrilerinin adının kötüye çıkmasının bir nedeninin de geldikleri ülkeye fazla bağımlı olmalarından kaynaklandığı belirtti.
BERLİNER ZEİTUNG: "TANRI İLE BİRLİKTE VE TÜRKİYE OLMAKSIZIN"
BERLİN, 26/05(BYE)--- Tirajı günde 165.900 olan liberal eğilimli Berliner Zeitung'un 26 Mayıs 2009 tarihli sayısında, "vat." rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:
--Birlik Partisi Avrupa Seçimlerine Katılım İçin Çağrıda Bulunuyor--
2004 yılında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde CDU yüzde 44 civarında oy toplayabilmişti. CDU ve CSU partileri dün yaptıkları ortak bir açıklamada, vatandaşlara, Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılmaları yönünde bir çağrıda bulunurken, AB vergilerine karşı olduklarını hatırlattı.
Bunun yanı sıra Birlik Partisi, AB sözleşmelerinde tanrıya atıfta bulunulmasını ve Türkiye'nin AB'ye üye olarak alınmamasını arzuluyor. CSU Avrupa çapında bir halkoylamasını talep ederken, CDU buna ısrarla karşı çıkıyor.
FRANKFURTER RUNDSCHAU: "ANKARA'NIN UZANTISI"
BERLİN, 26/05(BYE)--- Tirajı günde 153 bin 247 olan sosyal demokrat eğilimli Frankfurter Rundschau gazetesinin 26 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Canan Topçu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
--Ankara'nın Yurt Dışındaki Türklerden Ne İstediğine Dair--
Türk göçmenlerin, ne Almanya ne de diğer Avrupalı ülkelerde, tam da geldikleri ülkenin reklamını yaptıkları söylenemez. Genelde uyuma direnen, kendilerini kabul eden ülkenin dilini öğrenmeye hazır olmayan ve kültürel açılıma karşı olan bir kesim olarak görülürler. Ancak, tam da yurt dışındaki Türklerin, özellikle de AB sınırları içinde yaşayan 3.5 milyonun geldikleri ülkenin reklamını yapmaları isteniyor. Her hâlükârda, geçtiğimiz hafta sonunda Ankara'da düzenlenen "Yurt dışındaki Türkler; 50. Yılında Göç ve Uyum Sempozyumu"nda bir konuşma yapan Avrupa'dan Sorumlu Devlet Bakanı Eğemen Bağış, bunu ifade etti.
"Yaşadığınız ülkenin dilini öğrenin, hak ve yükümlülükleriniz konusunda bilgilenin ve uyum sağlayın. Yoksa hiçbir zaman AB'ye giremeyiz." Bakanın yaptığı konuşma böyle özetlenebilir. Bağış gerçi bu denli açık ifadeler kullanmadı, ancak yurt dışındaki kardeşlerinin, Türkiye'nin "elçileri" olduğuna işaret etti. Yaptıkları hata ve yanlışların Türkiye'nin imajını olumsuz etkileyeceğini söyledi. Bakan, ayrıca Türk göçmenlere, yaşadıkları ülkenin vatandaşı olarak siyasi alanda etkili olmaları çağrısında bulundu.
AB'ye üyelik çabaları söz konusu olduğunda, Türkiye'nin bir uzantısı olarak görülmek ve sorumlu tutulmak, bazı Türk kökenli göçmenin hoşuna gitmeyecektir. Buna rağmen, Yurt Dışındaki Türklerden Sorumlu Devlet Bakanlığının talimatıyla "yurt dışındaki Türk göçmenlerin tecrübelerini toplamak" amacıyla Hacettepe Üniversitesi tarafından düzenlenen konferansta, buna rağmen bazı göçmenler söz aldılar.
Bakanlık oldukça cömert davranarak, aralarında Avustralya, Belçika, Kanada, Almanya, İsveç ve ABD'nin de bulunduğu 15 ülkeden 130 uzmanın seyahat masrafını karşıladı. Türk kökenli politikacılar, bilim adamları, dernek temsilcileri ve yabancı politikacıların, göç fenomenini ilk kez katılımcıların görüşüyle tartışmaları ve çözüm önerileri üzerinde çalışmaları öngörülmüştü.
Çözüm önerileri gelmedi, bunun yerine analizlerin yanı sıra, çağrılar ve göç tartışmasında kimlik kontekstine yönelik eleştiriler yapıldı. Avusturya'dan gelen bir Türk kökenli bayan politikacı, "Göç eden kişi, ulusal kimlik sınırını aşmıştır." saptamasında bulunarak, önplanda göçmenin kökeninin değil, fırsat ve statü eşitliğinin olması gerektiğini ifade etti.
AVUSTURYA BASINI
WIENER ZEITUNG: "NEFRET VAAZLARI VERENLER"
ANKARA, 22/05(BYE)--- Tirajı günde 26.000 olan ve devlet tarafından çıkarılan Wiener Zeitung'un 19 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Robert Benedikt imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Klagenfurt/Viyana çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
Avrupa Parlamentosu seçim yarışı giderek kızışıyor. Özellikle kırmızı ve maviler arasında son günlerde şiddetli bir söz dalaşı yaşanıyor. Avusturya Başbakanı Werner Faymann, FPÖ'nün "Avrupa Hristiyanların elindedir" ifedelerinin yer aldığı afişleri nedeniyle, FPÖ Başkanı Heinz Christian Strache hakkında, "nefret vaazları yapan biri" şeklinde konuştu. Strache, pazartesi günü gerçekleştirilen bir seçim etkinliğinde "Faymann öfkeleniyor. Her hâlde Başbakan, en son yapılan anket sonuçlarından haberdar. Bu yüzden sinirleri bozuk" şeklinde açıklamada bulundu.
Strache, Türkiye ve İsrail'in muhtemel AB üyesi olmalarına şiddetli bir şekilde karşı çıkıyor. Bu tavır, uygun afişler aracılığıyla insanlara duyuruluyor.
Başbakan bunun üzerine, zaten bu iki ülkenin üyeliklerinin söz konusu bile olmadığını söyledi. FPÖ'lü Obmann ise pazartesi günü Klagenfurt'da tanıklara işaret etti. SPÖ'lü Avrupa Parlamenteri Hannes Swoboda'nın, Türkiye'nin 2012 yılına kadar AB üyesi olması yönündeki dileği bir sır değil. İsrail'e gelecek olursak, bu ülkenin Dışişleri Bakanı Avigdor Liberman, Viyana'ya yaptığı ziyarette, ülkesinin orta vadede AB üyesi olmayı çabaladığını vurguladı. Strache, "Faymann bilinçli olarak yalan söylüyor" diyor.
--Swoboda: Türkiye Üye Olacak Seviyede Değil--
Swoboda "Şimdilik Türkiye'nin üyeliği, Türkiye'deki reform süreci yeterince ilerlemediği için söz konusu bile değil." diyerek kendisiyle çelişkiye düşüyor. Swoboda, Türkiye'nin AB'ye üye olmasının kendisinin özel bir dileği olmadığı şeklinde açıklamada bulundu. Swoboda, Türkiye'nin AB üyeliğinin önümüzdeki beş ya da on yıl içerisinde söz konusu bile olamayacağını her seferinde vurguladığını söylüyor.
FPÖ'nün gözde adayı Andres Mölzer, Klagenfurt'da partisinin afişlerini savundu. Andres Mölzer "Avrupa Hristiyanların elindedir" şeklindeki sözün net bir ifade olduğunu söylüyor. Bugünlerde Avrupa'da İslamlaştırılmaya karşı bir kültür savaşı yaşanıyor. FPÖ'nün, bunu açıkça telaffuz etmeyi göze alan ve buna karşı mücadele veren tek demokratik güç olduğu belirtiliyor.
Yeşiller, FPÖ ile "bir daha asla faşizm" şeklindeki genel anti faşist fikrin Avusturya'da zedelendiği görüşündeler. Yeşiller Partisinin lideri Eva Glawischhing, bu yüzden, başta cumhurbaşkanı olmak üzere toplumun her kesiminde bir haykırışın yükselmesini bekliyor.
Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger de, Strache'nin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, Hristiyanlığın haçını kullanmasını eleştirdi. Spindelegger, seçim kampanyasında diğer grupları dışlayacak bir gişimde bulunulmaması gerektiğini düşünüyor.
SALZBURGER NACHRICHTEN: "TÜRKİYE AB İÇİN HAZIR DEĞİL"
ANKARA, 25/05(BYE)--- Avusturya'da yayımlanan Salzburger Nachrichten gazetesinin 25 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Viyana çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
--Şaşkınlık... ÖVP'li Strasser AB Genişlemesiyle İlgili Çizgisi İçin Mücadele Veriyor--
ÖVP'nin AB seçimlerindeki liste başı adayı Ernst Strasser, cuma günü Türkiye ile ilgili yaptığı açıklamalarıyla kendi partisi içerisinde şaşkınlık yaratmasının ardından, pazar günü Pressestunde adlı programda Türkiye ile "müzakerelerin" yapılması gerektiğini, ancak "katılım müzakerelerinin" yapılmaması gerektiği formülünü dile getirdi.
Strasser Eisenstadt'taki bir toplantıda katılım müzakerelerinin fiilen durdurulmasından yana açıklamalarda bulunmuştu. Bu açıklamalar, ÖVP'nin ikinci sıra adayı Othmar Karas tarafından tepkiyle karşılandı. Karas, Standard gazetesine "AB ile Türkiye arasındaki katılım müzakerelerinin kesilmesine karşıyım." şeklinde bir demeç verdi. Dışişleri Bakanlığı ise görüşmelerin durdurulmasının "güncel bir mevzu" olmadığını açıkladı.
Strasser pazar günü Karas ve kendi pozisyonu arasındaki tezatlığı ortadan kaldırmak için çaba sarf ederek "Karas ve ben bu konuda aynı görüşe sahibiz. Türkiye ile görüşmeler şu sıralar zaten dondurulmuş durumda, o nedenle de görüşmelerin durdurulması gerekmiyor. Türkiye şu sıralar bir üyelik için 'hazır değildir'." açıklamasında bulundu.
Ancak Türkiye'nin AB üyeliğinden yana olanlar da bu görüşü paylaşıyor; müzakereler Türkiye'yi AB'ye hazır duruma getirme amacına hizmet etmektedir.
Sadece ÖVP'nin AB adayları değil, SPÖ'nün de adayları arasında, parti çizgisine aykırı olan sesler duyulmaya başlandı. SPÖ'nün AB Milletvekili Herbert Bösch cumartesi günü ORF kanalında, partisinin seçmenlerini katı yabancı karşıtı rotaya sahip partilere kaptırma korkusuna sahip olduğunu açıkça dile getirdi.
WIENER ZEITUNG: "TÜRKİYE AB'YE YAKINLAŞMADA YERİNDE SAYIYOR"
ANKARA, 25/05(BYE)--- Tirajı günde 26.000 olan ve devlet tarafından çıkarılan Wiener Zeitung'un 23 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Wolfgang Tucek imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
Türkiye ile yapılan üyelik müzakerelerinde bir ilerleme kaydedilemiyor. AB Dönem Başkanı olan Çek Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanı Jan Kohout, 35 müzakere başlığından sadece birinin şeklen açılmasının sağlanabileceğini bu hafta içinde itiraf etti. Kohout, "Sanırım buna imkânımız var." dedi.
Wiener gazetesinin önünde duran, AB standartlarıyla ilgili ilerlemeyi gösteren AB raporu, karamsar bir tablo sergiliyor ve Kıbrıs sorunu yeniden ağırlık kazanıyor.
Bir diğer taraftan, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Almanya Başbakanı Angela Merkel, Türkiye'nin üyeliğine karşı söylemde bulunmaktan yorulmuyorlar. Avusturyalılar gibi Almanların da kafasında imtiyazlı ortaklık fikri dolaşıyor.
--Ya Hep Ya Hiç--
Yeni Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, AB Dönem Başkanı Çek Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanı Jan Kohout ve AB'nin genişlemeden sorumlu Üyesi Olli Rehn ile yaptığı ilk üst düzey toplantıda kararlı bir şekilde bu tavra karşı çıktı. Davutoğlu, "Türkiye 1957 yılından beri AB'nin tam üyesi olmaya çalışıyor. Biz başka bir hedefi kabul etmiyoruz." dedi.
Rehn, AB için büyük önem taşıyan Türkiye'nin üyelik müzakerelerinde, AB'nin kendisini sorumlu hissettiğini söylüyor. Ancak Rehn, Türk vatandaşlarının temel haklarının garantiye alınacağı, medya ile basın özgürlüğünü de içeren ilerlemelerin sağlanmasını talep ediyor. Örneğin, Aydın Doğan'a ait bir medya grubuna karşı vergi kaçırmayla ilgili açılan davanın ardında siyasi bir neden olduğu düşünülüyor. Ne de olsa kendisi ülkede en çok okunan Hürriyet gazetesinin sahibi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile aralarında kişisel bir husumet yaşanıyor.
--İthalat Yasakları Konusundaki Anlaşmazlık--
Anlaşılan AB'yi özellikle pratik şeyler tahrik ediyor. Nitekim, raporda en ağır ifadeler, AB'nin sığır etine ve diğer bazı tarım ürünlerine getirilen ithalat yasağıyla ilgili. Bunun kabul edilemez olduğu belirtiliyor.
Ordu üzerinde sivil kontrolün sağlanması, oldukça yaygınlaşan yolsuzluğa karşı mücadele ve yargı ile yönetimde reform yapılması gibi bilinen taleplerin yanında, bir enerji geçiş ülkesi olarak Türkiye'nin stratejik önemine vurgu yapılıyor. Türkiye'nin, AB üyesi olan Kıbrıs'ı hâlâ tanımaması ise eleştiriliyor. AB, Türkiye'nin bir an önce, Ekim 2005'te katılım müzakerelerinin başlamasından önce söz verdiği gibi tüm AB ülkeleri ile gümrük birliğinin uygulanması konusunda adım atmasını istiyor. Ankara, AB üyesi Kıbrıs'ı tanımadığı için, Kıbrıs bandıralı gemi ve uçaklar, Türk liman ve havaalanlarına giremiyorlar.
AB Dönem Başkanlığını devralacak ve genişleme yanlısı olan İsveç'in Dışişleri Bakanı Carl Bildt, soruna yeni bir boyut kazandırdı. Bildt'e göre, bölünmüş Kıbrıs Adası'nda yürüyen barış görüşmeleri bu senenin en önemli olayı. Bildt, Kıbrıs Rum kesimi hükûmetinin bulunduğu Lefkoşa'yı ima ederek, Berlin duvarının yıkılmasından 20 yıl sonra Avrupa'da hâlâ bölünmüş bir başkentin olmasını utanç verici bir durum olarak ifade ediyor.
Kıbrıs sorunu konusunda Türkiye'nin katı tutumu nedeniyle, 27 ülkenin devlet ve hükûmet başkanları oy birliğiyle, toplam 35 müzakere başlığından 8'inin yeni bir bildiriye kadar dondurulması kararını aldılar. Problem çözülene kadar hiçbir müzakere başlığı açılamaz. Ankara, üç buçuk yıldan fazla bir süredir AB ile müzakerelerde bulunmasına rağmen şimdiye kadar 10 müzakere başlığı açılmış ve bunlardan sadece bir tanesi geçici olarak kapatılabilmiştir.
DER STANDARD: "AVRUPA BİR İNANÇ MESELESİ DEĞİL"
ANKARA, 25/05(BYE)--- Avusturya'da yayımlanan Der Standard gazetesinin 25 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Thomas Mayer imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
--Tuhaf Seçim Mücadelesi: Acil Bekleyen AB Konuları Yerine Haç ve Türkiye Gündem Teşkil Ediyor--
AB'nin mevcut anlaşmalarında tanrıdan söz edilmez. Çünkü herhangi bir inanç grubunun -ister Katolik, Müslüman, Yahudi veya Protestan olsun- Birliğin gelecekteki statüsünde özel bir rolü olamaz.
Bu bağlamda içerik bakımından en ileri boyuttaki metni 2007 Lizbon Antlaşması oluşturuyor. Antlaşma henüz yürürlüğe geçmedi. Lizbon Antlaşması'nın -İrlandalıların ikinci referandumu sonbaharda kabul etmeleri durumunda- 2010 yılında yürürlüğe girmesi beklenebilir. Anlaşmada AB ve devletlerinin hangi kaynaklardan beslendikleri belirlenmiş durumda: "İnsanoğlu ve onun özgürlük, demokrasi, eşitlik ve hukuka bağlılık gibi sarsılmaz evrensel ilkelerinin oluşturduğu Avrupa'nın kültürel, dini ve hümanist mirasından..." İlk bakışta laf kalabalığı gibi görünse bile bu sözler, bu kıta üzerinde insanlık tarihinin tanık olduğu en vahşi suçu, nasyonal sosyalizm yönetimi altında Yahudilerin sistemli yok edilişlerine yol açan sürtüşmeyi, savaş ve barbarlıklarla beraber aslında oldukça fazla şeyi kapsamaktadır.
Fakat dine -hatta "Hristiyanlığa"- doğrudan daha fazla vurgu yapan bir gönderme bulunmuyor. Gerçi son yıllarda Hristiyan Demokrat çevreler yeni AB Sözleşmesine, tanrı inancını -"Hristiyan-Musevi geleneğine uygun olarak"- yerleştirmeye çalıştı. Ancak bu girişimler sadece laik Fransa tarafından reddedilmedi. Başka karşı çıkanlar da oldu.
Bir devletin dininin, Birlik içerisindeki ilişkiler veya üyelikler söz konusu olduğunda belirleyici olmamasından dolayı bu mesele, -sonuçta bütün AB ülkelerinin kabulüyle ve tabii (üstelik siyah-mavi iktidar altında) Avusturya'nın da onayıyla- Türkiye ile katılım müzakerelerine geçilmesinde de önem teşkil etmemiştir.
Bu bakımdan gerçekler göz önüne alındığında şu şüpheye yer yok: Avrupa Birliği, kuruluşundan bu yana hiçbir zaman "Hristiyan Batı"nın muhafazasına kendisini adamış bir proje olarak kalmamıştır. Aksine, Birlik, Avrupa'nın bütün ruhani köklerini barışçıl yollardan birleştirmesi bakımından tek tarihî örnektir. Bu ise yüzyılları aşan Alman-Fransız ezeli düşmanlığının, siyasi bir hamleyle ebediyen aşılması ve bu barışın bütün Avrupa'ya örnek olarak yayılmasıyla gerçekleşti. Bu kıtada "bir daha" soykırımlar olmasın. İşin özü budur.
Bu yüzden Avusturya'da devam eden AB seçim ortamı bir o kadar şaşırtıyor. Parti adayları, günlerdir adeta haçın Birlik içerisinde açıkça bir tartışma konusu olduğu ve sanki Türkiye ile üyelik müzakerelerinde herhangi bir değişiklik maddesi gündemde olduğu izlenimi uyandırıyor.
Borazanlığı yapan, iki meseleyi, şeytani bir biçimde birleştirip "haça karşı Türkiye" kampanyasına dönüştüren FPÖ'dür. Mavi kampanya çağdışı olduğundan alçakçadır. Ancak daha vahimi ise diğer partilerin bu meseleyi seçmenler nezdinde düzeltmeyi başaramıyor olması ve seçim mücadelesini kapıda bekleyen gerçek siyasi sorunlara yoğunlaştıramaması ve AB'den taraf çıkamamasıdır: İşsizlik nasıl giderilebilir, çevre sorunları nasıl halledilebilir, onu parçalamak yerine nasıl hareket kabiliyeti olan bir AB yaratılabilir? Bunlar inanç meseleleri değildir. Bunun yerine ÖVP birinci sınıf bir Türkiye karmaşası yaratıyor. Başbakan da eskiden İslamcıların Batı düşmanlıklarına atfedilen sert sözcüklere ("nefret vaizi") başvuruyor. Başbakan buna karşın Avusturya ile Avrupa için ve Avrupa'da neleri amaçladığına dair esaslı bir söylemde bulunmuyor.
OBERÖSTERREICHISCHE NACHRICHTEN: "TÜRKİYE AB'NİN HAYIR DEMESİNİ KABUL EDERDİ"
ANKARA, 26/05(BYE)--- Avusturya'da yayımlanan Oberösterreichische Nachrichten gazetesinin 23 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ülkesinin AB sürecinin sürekli tartışılmasından usandı. Gül, Slovenya'nın günlük Dnevnik gazetesine yaptığı değerlendirmede, Ankara'nın AB üyeliğine ilişkin olası olumsuz referandum sonuçlarını elbette ki saygıyla karşılayacağını belirtti. Gül, Ankara'nın "imtiyazlı ortaklıkla" aklının çelinmeye çalışılmasını, "Türkiye'nin üyelik müzakerelerindeki kesin kararlılığını kırmaya yönelik çabaları hiçbir suretle kabul edemeyiz." şeklinde değerlendirdi.
Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliğine açıkça karşı. Türkiye'nin eski Dışişleri Bakanı, Merkel ve Sarkozy'nin olumsuz yöndeki açıklamalarıyla ancak ve ancak kendi "hayatlarını zorlaştırdıklarını" ifade etmişti. Gül de "kendi iç politikalarına hizmet etmekle" itham ettiği iki lidere ilişkin olarak, "Bu denli önemli iki ülke lideri, oldukça ciddi zararlara yol açabileceği nedeniyle bu türden açıklamalardan kaçınmalı." yorumunu yaptı.
Gül, Türkiye için AB üyeliğine alternatif olarak "sayısız" seçeneklerin bulunduğunu, fakat Türkiye'nin "imtiyazlı ortaklık" teklifine sıcak bakamayacağını söyledi. Cumhurbaşkanı, "Bu türden özel bir ilişkiye veya imtiyazlı ortaklığa zaten sahibiz." sözleriyle Türkiye ve AB arasında hâlihazırda devam eden Gümrük Birliği'ne atıfta bulundu. Ankara'nın yavaşlayan müzakereler çerçevesinde havlu atacağı yönündeki bütün spekülasyonlara ilişkin ise "Türkiye üyelik müzakerelerini sonuçlandırma konusunda oldukça kararlı." sözleriyle meseleye açıklık kazandırdı.
Fransa'nın Türkiye'nin AB üyelik meselesini referanduma götürme -Avusturya'nın da öyle- kararlılığından ise Gül pek etkilenmiş görünmedi. Gül, "Eğer Türkiye Avrupa sürecini başarıyla tamamlar, Avrupa Komisyonu da Türkiye'nin Avrupa standartlarına uygunluğunu tespit eder, buna rağmen Fransa yine katılımı referanduma götürürse ve referandumdan olumsuz sonuç çıkarsa, buna elbette ki saygı duyacağız." dedi.
Gül, Türkiye'nin AB'ye uyumu konusunda henüz bazı "aksaklıklar" olduğunu kabul etti. Örneğin kamu yönetimi alanında belli başlı reformlara ilişkin karar verilmesine rağmen, "bunların tamamlanması gerektiğini" ifade etti. İfade özgürlüğü ve polis şiddeti konularında da henüz eksiklikler göze çarpıyor. İktidardaki İslami eğilimli AK Partili siyasi, "Bunların tümünü dikkatle takip ediyor ve yasaların tamamıyla uygulamaya geçmesi için çaba sarf ediyoruz." dedi.
Reformların gecikmesindeki en önemli etkenlerden biri olarak Kürt ayrılıkçı terör örgütü gösteriliyor. Gül, "Terörün yaşandığı koşullarda bir ülkenin demokratikleşmesi oldukça güç. Eğer terör olmasaydı Türkiye reformları elbette ki daha hızlı gerçekleştirebilirdi." dedi. Gül, Kürtlerin geniş kapsamlı hakların -örneğin kendi dillerinde ders görme ve Kürtçe medya gibi- tadını çıkardığının altını çizdi.
Osmanlı dönemindeki sözde Ermeni soykırımı sorununa ilişkin ise Gül, uzman ve tarihçilerin gerçekleri ortaya çıkarmasından yana olduğunu belirtti. Gül, kararı vermenin siyasilere düşmediğini söyledi. Cumhurbaşkanı Gül, "Bir şeyler için özür dilememiz gerektiği kanaatinde değilim. 1915 yılında bütün taraflar acı çekmiştir. Bu acı, Birinci Dünya Savaşı'nın bir parçasıydı." dedi.
DER STANDARD: "STRASSER'E ÖVP ELEŞTİRİSİ... POPÜLİZM SUÇLAMALARI: STRASSER'E KARŞI BUSEK"
ANKARA, 26/05(BYE)--- Avusturya'da yayımlanan Der Standard gazetesinin 26 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Anita Zielina imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:
--Eski ÖVP (Avusturya Halk Partisi) Lideri, Avrupa Parlamentosu Adayının Türkiye Karşıtı Çizgisi Üzerine Konuştu: "Dün Birisi Vurulduğu İçin Herhâlde Şimdi de Çıkıp Hindistan'ın da Katılamayacağını Söyler"--
Avrupa adayı Ernst Strasser'in, Türkiye'nin muhtemel AB üyeliği ile ilgili dün yaptığı sürpriz açıklamalar -Othmar Karas'ın aksine Strasser katılım müzakerelerine ara verilmesini istemişti-, sert eleştirilere ve popülizm yaptığı yönünde suçlamalara yol açtı. Eski ÖVP Lideri Erhard Busek, Standard ile yaptığı görüşmede, "Görüyorsunuz ki Strasser meslekte yeni. Herhâlde böyle şeylerle puan toplayabileceğini düşünüyor." değerlendirmesinde bulundu. Busek'e göre, Strasser "ses getiren konular arayışında".
Strasser'in açıklamaları ÖVP'nin AB politikalarında bir değişime mi işaret ediyor? Busek'e göre "kesinlikle hayır". Busek, Spindelegger ve Karas'ın ÖVP çizgisini her zaman açık ve net temsil ettiklerini ve ÖVP'nin Avrupa profilini "apaçık ortaya koyduklarını" belirtiyor. Ayrıca eski ÖVP Başkanı, Strasser'in popülizm kokan niyetleri hakkında bir de şunu belirtiyor: "O (Strasser), dün orada birisi vurulduğu için herhâlde şimdi de çıkıp Hindistan'ın da AB'ye katılamayacağını söyler." Busek, Türkiye'nin AB'ye katılım meselesinin güncel seçim ortamında konuşulmasını, tartışmayı ilerletmeyeceği gerekçesiyle pek yararlı bulmuyor.
Busek, Standard'a, "Zaten Türkiye'nin de katılmak istemediğinden eminim." diye konuştu. Bunu Türkiye'de AB'ye onayın sadece yüzde 30'larda seyrettiğini ortaya koyan kamuoyu yoklamaları da belgeler nitelikte. Busek, AB-Türkiye ilişkilerinin orta vadedeki geleceğini tam katılım olarak değil, "özel türden bir ilişki" olarak görüyor. Busek, "Öyle de olsa, Türkleri, şimdiden bunun gibi saldırgan açıklamalarla daha da geriye itmek de doğru değil." sözleriyle Strasser'in yaptığı çıkışlar karşısındaki şaşkınlığını ifade ediyor.
ÖVP merkezinde ise partililer, eski başkanlarının bu sert eleştirilerinden fazla hoşnut görünmedi. Genel Sekreter Fritz Kaltenegger, Busek'in Hindistan karşılaştırmasına ilişkin şunu dedi: "Dün, başarısız bir komik olma girişimi ve görevini layıkıyla sürdürmüş eski bir ÖVP liderine yakışmayan bir durum gözlemledik."
ÖSTERREICH: "KOALİSYON, TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNİ TARTIŞIYOR"
ANKARA, 27/05(BYE)--- Avusturya'da yayımlanan Österreich gazetesinin 26 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan haberin özet çevirisi şöyledir:
--Strasser Türkiye'nin AB Üyeliğine Karşı--
Türkiye'nin AB üyeliğinin, AB seçim sürecinin sonuna doğru tartışılması, konuyu yeniden iç politika gündemine taşıdı. Konu, Mecliste devam eden Bütçe görüşmeleri esnasında Meclis Grup Başkanı Josef Cap'ın başını çektiği SPÖ'nün, liberal BZÖ'ye katılarak, müzakerelerinin imtiyazlı ortaklığa dönüştürülmesi önerisiyle yeniden gündeme getirildi.
Eski Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik'in başını çektiği ÖVP'liler ise AP milletvekili adayları Ernst Strasser'in aksine Türkiye ile yürütülen görüşmelerin sonu açık bir şekilde sürdürülmesini savundu. Yeşiller de bu görüşe katıldı.
Yeşiller Partisinin Avrupa Parlamentosu (AP) milletvekili adayı Ulrike Lunacek ise Türkiye, AB'ye üye olmaya hazır olmasa dahi sürdürdüğü reformları olumsuz etkileyeceği gerekçesiyle müzakerelerinin derhal durdurulması önerisini reddetti.
--Avusturya-Almanya-Fransa İttifakı--
Bunun tersini savunan SPÖ üyesi ve Partinin Avrupa Sözcüsü Elisabeth Grossmann ile Josef Cap, Almanya ve Fransa'nın, Türkiye için önerdiği imtiyazlı ortaklık fikrini desteklediklerini açık bir şekilde dile getirdi. "SPÖ olarak Türkiye'nin AB üyeliğine karşıyız." diyen Grup Başkanı Cap, Hırvatistan ve Sırbistan dışında, AB'nin genişlemesini yersiz bulduklarını ifade etti. Hatta Plassnik'in, hükûmetin çizgisinden sapma niyetinin olmadığını, Türkiye ile yürütülen müzakerelerin büyük olasılıkla sonlanmayacağını ve bu konuda halk oylamasına dahi gidilebileceğini belirtti.
BELÇİKA BASINI
EUOBSERVER: "TÜRKİYE AB ÜYELİĞİ GİRİŞİMİ KONUSUNDA TEMİNAT ALDI"
ANKARA, 21/05(BYE)--- Merkezi Brüksel'de bulunan bağımsız haber sitesi Euobserver'ın 20 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Elitsa Vucheva imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
Görevdeki ve görevi devralacak AB dönem başkanlıklarının yanı sıra Avrupa Komisyonu dün, Fransa ve Almanya'nın sıklıkla tekrarladıkları muhalefetlerine rağmen Türkiye'ye, Avrupa Birliği ile tam üyelik için müzakerelerde bulunduğu konusunda teminat verdi.
Brüksel'de Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüşmesinin ardından AB'nin genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rehn, "Avrupa Komisyonu, Türkiye'nin AB katılım sürecinin Ekim 2005 tarihinde AB'ye üye tüm ülkeler ile Türkiye'nin oy birliğiyle kabul edilen müzakere çerçevesine dayalı olarak devamı konusunda kararlıdır." şeklinde konuştu.
Sürecin uzun olacağını belirten ve Ankara'dan gerekli reformları uygulamayı sürdürmesini isteyen Rehn sözlerine şöyle devam etti: "Türkiye'nin üyeliği AB'nin temel çıkarlarındandır. Ülke, ifade özgürlüğü, kadın hakları, sendikal haklar gibi hakların yanı sıra basın özgürlüğü gibi temel özgürlükleri sağlamalıdır."
AB Dönem Başkanlığını 1 Temmuz 2009 tarihinde Çek Cumhuriyeti'nden devralacak olan İsveç'in Dışişleri Bakanı Carl Bildt gibi Çek Dışişleri Bakanı Jan Kohout da Çek AB Dönem Başkanlığı adına Rehn'in açıklamalarının benzeri açıklamalarda bulundu.
Kohout, üye devletlerin verdikleri sözlere sadık kalmasının önemli olduğunu söylerken, Bildt, Temmuz 2008'de, "Üzerinde mutabakata varılan Avrupa katılım süreci programını gerçekleştirmeye kararlıyız." dedi.
Bu açıklamalar, Fransa ve Almanya'nın liderlerinin Türkiye'nin AB'ye üyelik girişimine muhalefet ettikleri ve bunun yerine "imtiyazlı ortaklık" için baskıda bulundukları pek çok açıklamayı takip etti.
Ankara geçen hafta bu tür açıklamaların "kabul edilemez" olduğunu ve AB'nin Türkiye'ye verdiği sözün ihlal edildiğini belirterek sert bir tepki verdi.
Ahmet Davutoğlu dün yaptığı basın toplantısında Ankara'nın, tam üyeliğin katılım müzakereleri sürecinin kabul edilebilir tek sonucu olduğu yönündeki tutumunu yineledi.
Kohout, Çek dönem başkanlığının sona ereceği haziran ayından önce en az bir müzakere başlığının daha açılabileceğine hala inandığını söyledi.
Kohout şöyle konuştu: "Çek dönem başkanlığının amacı (vergilendirme konusunda) en azından bir başlık daha açmaktır. Bunun yapabileceklerimiz arasında olduğunu düşünüyorum."
FRANSA BASINI
AFP: "TÜRKİYE, KIBRIS BARIŞ MÜZAKERELERİNİN HIZLANDIRILMASINI İSTEDİ"
ANKARA, 21/05(AFP)(BYE)--- Türkiye bugün, BM himayesi altında Kıbrıs'ta yürütülmekte olan barış müzakerelerinin hızlandırılmasını istedi ve Avrupa Birliğine üyelik ile Kıbrıs sorunu arasında her türlü bağı reddetti.
Kıbrıslı Türk mevkidaşı Hüseyin Özgürgün ile görüştükten sonra açıklamada bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, "Taktik oyalamalar, zaman kazanma çabaları ve Türkiye'nin üzerinde Avrupa Birliği baskısı oluşturma gayretleri iyi niyet göstergesi olarak görülemez" dedi.
Bakan sözlerine, "Eğer adada gerçek bir barış istiyorsak, en kısa sürede bu gerçekleşmelidir." diye devam etti.
Davutoğlu bugün, kendisini AB'ye bağlayan Gümrük Birliği Anlaşması'ndaki yükümlülüklerine rağmen, Türkiye'nin Kıbrıs Rum gemilerine limanlarını ve havaalanlarını açmayı reddetmesi konusunda kararlı bir tutum sergiledi.
Bakan, "AB'nin taahhütlerini yerine getirmede başarısız olduğu ortada iken Türkiye'ye baskı yapmak iyi niyet gösterisi olarak görülemez" diye konuştu.
Bakan, 2004'de BM barış planına desteklerinin karşılığı olarak AB'nin, Kıbrıslı Türklere uygulanan ekonomik yaptırımları hafifletme sözüne atıfta bulunuyordu.
LE FİGARO: "CARL BİLDT: AVRUPA'NIN DÜNYADA AĞIRLIĞINI KOYABİLMESİ İÇİN TÜRKİYE'YE İHTİYACI VAR"
PARİS, 25/05(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro gazetesinin 25 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Jean-Jacques Mevel/Pierre Rousselin imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt ile yapılan söyleşinin çevirisi şöyledir:
Deneyimli bir diplomat olan İsveç Dışişleri Bakanı ülkesinin 1 Temmuzda devralacağı AB Dönem Başkanlığında önemli bir rol oynamaya hazırlanıyor. Carl Bildt, Avrupa seçimlerine iki hafta kala eski kıtanın önemli gündem başlıkları hakkında konuştu.
SORU: Baltık ülkeleri, Orta Avrupa ve Balkanlar için tedirgin misiniz?
BİLDT: Ekonomik durum iki ay öncesine nazaran daha az tehdit oluşturuyor. Letonya'da durum kaygılandırıcı. Ukrayna'da aşılması gereken pek çok sorun var. Balkanlar'da savaş riski yok ancak kriz milliyetçilikleri yeniden canlandırabilir. Önlem olarak, bu ülkelerin üyelik için önlerinde uzun bir yol olsa bile Avrupa Birliğinin genişlemesini durdurmaktan kaçınmalıyız.
SORU: Bu durum Türkiye için de mi geçerli?
BİLDT: Evet. Kesinlikle. Türkiye'nin Avrupa'ya yönelmesinde Birliğin çok önemli bir stratejik çıkarı bulunmaktadır. Türkiye'ye kapıları kapatırsak, milliyetçi eğilimleri başka bir yöne teşvik etmiş, dünyanın geri kalanına ise olumsuz bir sinyal göndermiş oluruz.
SORU: Türkiye, üye olması hâlinde Avrupa'nın en kalabalık ülkesi olacaktır, dolayısıyla da önemli bir siyasi ağırlığa sahip olacaktır.
BİLDT: Bunun kaygı uyandırmasını anlıyorum. Tüm genişlemeler korku ve karşıt görüşlere sahne olmuştur. Ancak hepsi de başarıyla sonuçlanmıştır. Genişlemenin sonuna gelindiğini sanmıyorum. Avrupa, her genişlemeyle değişmiştir ancak bugün her zamankinden çok daha etkilidir.
SORU: Türkiye'yi kabul etmek, Fransa ve Almanya gibi başka ülkeleri Avrupa'daki etkilerini kaybetmeye mahkûm etmektir. Bütün bunlar komplo teorilerini besliyor.
BİLDT: Bu De Gaulle tarafından İngiltere konusunda kullanılan argümandır. Ancak dünyada ağırlığını koyabilmek için Avrupa'nın bir kısmının Birliği olmak yerine, Avrupa Birliği olmak gerekir. Önümüzdeki yıllarda Türkiye'nin ekonomik ve demografik dinamizmine ihtiyaç duyacağız. Türkiye sayesinde Avrupa, Müslüman dünyasıyla barış faktörü olabilir. Üstelik, Suriye açıklarındaki bir ada olan Kıbrıs'ın Avrupa'da olduğunu kabul ediyorsak, o halde Türkiye'nin Avrupa'da olduğunu kabul etmemek zordur.
SORU: Türkiye ile üyelik müzakerelerinde yeni başlıklar açacak mısınız?
BİLDT: Avrupa Konseyinin temsilcileri olacağız. Bu soru dönem başkanından çok 27 üye devleti ilgilendirir.
LE MONDE: "TÜRKİYE, ÖTEKİ AVRUPA"
PARİS, 26/05(BYE)--- Tirajı günde 314 bin olan Le Monde gazetesinin 25 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Nedim Gürsel imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
--Fransa'nın, Ankara'nın Üyeliğine Karşı Çıkmak Yerine Çevresiyle Zenginleşmiş, Genişlemiş, Çok Etnikli Bir Avrupa Birliği'ni Savunması Gerekir--
Aralık 1999'da, Türkiye'nin Avrupa kaderinin belirleneceği Helsinki Zirvesi'nden birkaç gün önceydi. Sanat tarihçisi Kamil Uzman'ın, resimler aracılığıyla Osmanlının izlerini sürdüğü "Resimli Dünya" ("Venedik Sarıkları") romanını yazmak için Venedik'teydim.
Correr Kütüphanesi'nde, Gentile Bellini'nin İstanbul seyahatini anlatan belgeleri bulmuştum. Venedik'in resmî ressamı, Bizans'ı fetheden II. Mehmet'in portresini yapmak üzere Osmanlı İmparatorluğu tarafından davet edilmişti. Romanıma, Bizans'ın çöküşünün ardından Avrupalıları saran korkunun mantıksız yanının altını çizerken, bu seyahatin hayalî öyküsünü eklemek istiyordum. Gentile, İstanbul'a Türkler hakkında birçok ön yargıyla gidecek, ancak orada Avrupa'daki gibi medeni insanlarla karşılaşacaktı.
Aslında beş asır arayla gerçekleşen bu iki seyahatle (Kamil Uzman'ın Venedik, Gentile Bellini'nin ise İstanbul seyahati) Batı ile Doğu'nun buluşmasını konu almak istiyordum. Kuşkusuz bu iki dünya arasında birçok çatışma yaşanmıştı, ancak bugün Londra'daki National Gallery'de sergilenen bir Venedikli ressam tarafından İstanbul'da yapılan Fatih'in portresi örneğinde paylaşımlar da olmuştu. Hava soğuktu, yalnızdım ve tıpkı romanımdaki başkarakter gibi, suların yükselmesi (acqua alta) ara sıra kiraladığım köhne daireden çıkmamı engelliyordu.
O sırada İtalya'nın güneyindeki küçük bir şehirden Türkiye ile ilgili bir toplantıya katılmak üzere davet edildim. Bu fırsatı, Avrupa Birliği'ne aday olan ülkemi savunmak için değil, güneşe kavuşmak için kaçırmak istemedim. Zira, Türkiye gibi Akdeniz'e kıyısı olan bazı Avrupa ülkeleriyle en azından bu güneşi paylaştığımızı düşünüyordum. Romalıların Mare Nostrum'unun bizim de denizimiz olduğuna inanıyordum.
Organizatörler, toplantıdan önce beni ve diğer katılımcıları Türkler tarafından katledilenler için bir anıtın kurulduğu Otranto'ya götürdüler. II. Mehmet'in Veziri Gedik Ahmet Paşa, İtalya'yı işgal etmek için bu kıyıya çıkarma yapmış, ancak başarılı olamamıştı. Barış anlaşması imzalandığında ise Sultan, İslamiyette resim yasağı olmasına rağmen portresinin yapılması için Venedik Cumhuriyeti'nden bir ressam istemişti.
Helsinki Zirvesi'nin arifesinde Bellini'nin seyahatinden mi, yoksa yerel dildeki "Anne! Türkler geldi!" (Mamma li Turchi...) yazısıyla bir vitrinde kemikleri sergilenen "Otranto masumlarının" katliamından mı daha fazla konuşmalıydık? Şahsen, ressamdan ve en sonunda düşman olmak yerine birbirini tamamlamayı başaran iki medeniyetin buluşmasının kinayesinden bahsetmeyi tercih etmiştim. Ancak herkesin bu niyette olmadığını söylemeliyim. Bazıları, sanki Avrupalılar birbirlerini hiç öldürmemişler gibi Türklerin korkunç hareketlerini konuşmak için ısrar etmişti. Ne ilginçtir ki Türklerin katliamcı olduğunun vurgulandığı konuşmalar, Türkiye'nin adaylığı, Avrupalıların gözünde kesinlik kazanmaya başladıkça dinmek yerine gündeme gelir oldu. Bir Avrupa komiserinin, Türkiye'nin üyeliğinin "Habsbourg'ların 1683 yılındaki zaferini sileceğini" söylediğini duyduk. Veya Jean-Claude Casanova'nın Aralık 1997'deki Avrupa Konseyi öncesinde Türkiye'ye aday statüsünün, sırf Türklerle Avrupalıların İnebahtı Deniz Savaşı konusunda aynı duygulara sahip olmamaları sebebiyle verilmemesi gerektiğini savunan satırlarını okumuştuk. Öncelikle bu savaşın 1571 yılında yaşandığını hatırlamalı, sonra Fransızlarla Almanların, Verdun'da aynı duygulara sahip olup olmadıklarını kendimize sormalıyız.
İkinci vatanım kabul ettiğim Fransa'nın bugün başka bir yüzü var: Siyasilerinin çoğunluğu ve kamuoyu aracılığıyla dışlamayı ve içine kapanmayı savunan bir ülkenin yüzü. Oysa Avrupa'da, ötekinin farklı olması sebebiyle dışlanmasına dayalı kimlik oluşturma çalışmaları daima büyük trajedilerle sonuçlanmıştır.
Kendinden emin olan, kimliğini kabul ettirme ihtiyacını hissetmez. Peki bu durumda Fransa kendine olan güveni yitiriyor olabilir mi? Amin Maalouf'un "Ölümcül Kimlikler" kitabında da yazdığı gibi, "kimlik ilk ve son kez verilmemiştir, yaşam boyunca yapılanır ve değişir." Kimliği saldırgan bir şekilde kabul ettirmeye çalışmak "öldürücü" olabilir. Zira kimlikler, hiçbir zaman noktalanmamaları sebebiyle karşılıklı dışlama sistemleri olamazlar.
Elbette Avrupa aşamalı olarak genişliyor ancak Türkiye'nin üyelik olasılığı, özellikle aydınları ve sanatçılarıyla yoğun bir Türk cemaatinin yaşadığı Fransa'da, sonsuza dek kaybolduklarını sandığım eski korkuları ortaya çıkarıyor. Sanki Türkiye, demokrasi ve insan hakları konusundaki eksikliklerinin üstüne korkutuyor, sanki Hristiyanları, Büyük Türk'ü geldiği yere, yani medeni dünyanın sınırlarına kadar itmeye çağıran eski Bizans efsanesi "yalnız ağaç" gibi toplumun bilinçaltındaki korkuları uyandırıyor. Oysa bana göre, çok kültürlü bir Avrupa fikri tam da bu sınırdan itibaren ilgi çekici. Bu dışlanmadan kurtulmak için derim ki bir Pessoa veya bir Andric olmasaydı Avrupa kültürü bugünkü düzeyine gelemezdi. Oysa evrensel edebiyatın bu önemli yüzleri varlıklarını Avrupa'nın merkezine değil, çevresine borçludur. Nazım Hikmet veya Yaşar Kemal gibi yazarların aracılığıyla, çok etnikli ve çok kültürlü, çevresiyle zenginleşmiş bir Avrupa rüyası bir gün gerçekleşir mi dersiniz? Türkiye'nin adaylığından yana olmayanları susturmak için bu soruya cevap vermek yerine "belki de bizleri gördüğünüz gibi değilizdir, ancak bizler, sizleri gördüğümüz gibiyiz." demeli.
Plantu'nün Le Monde gazetesinin 9 Kasım 2002 sayısında yayımlanan ve Fransız Akademisi üyesi Valerie Giscard d'Estaing'i akademisyen kıyafeti içinde, belinde bir kılıç ve çevresinde diğer üyelerle gördüğümüz karikatürü bu doğrultuda yorumlayıp değerlendirirdim. Karikatürde Giscard d'Estaing, Avrupai giyimli ancak bir cami önünde toplanmış Türkler hakkında "Bize benzemiyorlar." diyordu. Alt köşede ise atı üstünde neredeyse görünmeyen gururlu ve türbanlı bir Türk, bu garip Avrupalılara merakla bakıyordu. Nitekim her şey, en azından Fransa'da, Giscard'ın "Türkiye Avrupa'ya yakın bir ülkedir, önemli bir ülkedir, gerçek bir eliti olan bir ülkedir, ancak Avrupalı değildir (...) Başkenti Avrupa'da değil, halkının yüzde 95'i Avrupa dışında yaşamaktadır. Dolayısıyla Avrupalı bir ülke değildir." açıklamalarıyla başlamadı mı? Ancak öte yandan, artık Avrupalı olan bir ülkenin başkenti Lefkoşa da Ankara ile aynı boylamda, Beyrut'a hava yoluyla yirmi dakika uzaklıkta değil mi? Giscard d'Etsaing'in söyledikleri doğru değil, zira bir zamanlar sultanların, ancak Bizans'ın da başkenti olan ve 2010 yılında Avrupa'nın Kültür Başkenti olmaya hazırlanan en büyük kenti İstanbul ile Avrupa topraklarının bu yüzde 5'inde 20 milyon Türk yaşamaktadır.
Avrupa'da veya Asya'da olsun, Türkiye her şeyden önce benim için sıkça gittiğim aile evimizdir. Asya yakasında, Fatih adını verdiğimiz II. Mehmet tarafından inşa edilen Rumeli Hisarı'nın karşısındadır. Boğaz'a bakan balkonumdan ise daha yakın tarihte inşa edilen ancak İstanbul'u da simgeleyen bir başka yapıt görülür.
Bu yapıt, İkinci Boğaz Köprüsü'dür. Japonlar tarafından yapılmış olsa da adı "Fatih'tir" ve bir şehirde tam anlamıyla yaşamayan, ancak iki dili yaşayan yazarlığım gibi iki yakayı birleştirir. Bu çift kimliği yaşamak kolay değildir, tıpkı Asya'nın derinliklerinden bir türlü ulaşamadığımız Avrupa'ya doğru uzun yolculuğumuza devam etmek için gelen biz Türklerin içindeki "Avrupa isteği" gibi.
Köprülerin kutsal sayıldığı ülkem -zira İvo Andric'in "Drina Köprüsü" kitabında olduğu gibi temellerinin insan kanı ile karıldığına inanılır- bugün katılmak istediği Avrupa ile müzakereler sürdürüyor. Avrupa'nın kapısını çalıyor ve her fırsatta, her ne kadar daha çok ilerleme kaydetmesi gerekse de demokrasi ve ifade özgürlüğü ilkelerine bağımlılığını hatırlatıyor.
Türkiye'de Mart 2008'de çıkan son romanım olan "Allah'ın Kızları" hakkında bir dava açıldı. Türk Ceza Kanunu'nun 216 sayılı maddesine göre altı ila bir yıl hapis istemiyle "dini değerleri aşağılamak" suçundan yargılanıyorum. Laik olduğunu savunan bir cumhuriyette fikir özgürlüğüne getirilmiş bir sınırlandırmadır, ifade ve yaratıcılık özgürlüğünün ihlalidir. Ne olursa olsun, ülkemin adaletine güveniyorum ve Avrupa Birliği'ne katıldığı gün bu tür davaların artık kalmayacağını ümit ediyorum.
LE TELEGRAMME: "AVRUPA... TÜRKİYE MEVZUYU ZEHİRLİYOR"
ANKARA, 27/05(BYE)--- Fransa'da yayımlanan Le Telegramme gazetesinin 27 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
--Türkiye AB'ye Girmeli mi Girmemeli mi? Bu Gelecek Avrupa Seçimlerinin Önemli Konularından Biri. Müzakerelerin 2005 Yılından Beri Sürmesine Rağmen, Nicolas Sarkozy Bu Üyeliğe Açıkça Karşı Çıkıyor. Ankara'nın Daha Çok Çaba Sarf Etmesi Gerekiyor--
Kimse Nicolas Sarkozy'nin Ocak 2005'te ifade ettiği vecizeyi unutmadı: "Şayet Türkiye Avrupa'da olsaydı bu bilinirdi." Şimdiki söylemi de pek farklı değil. 5 Mayısta Sarkozy, "Avrupa'nın sonu olmayan bir genişlemede kendini eritmeyi bırakması gerek. Avrupa'nın sınırları olması gerek. Türkiye Avrupa Birliği üyesi olacak istidada sahip değil." dedi ve "Hristiyanlık mirasından" bahsetmekten çekinmedi.
--İran ve Suriye'nin Komşusu--
AB'de Türkiye konusu anlamsız bir tartışma değil. Çoğunluğu Müslüman olan 71 milyon nüfuslu, aralarında İran ve Gürcistan'ın bulunduğu ülkelerle sınırı bulunan bir ülkeyle ilgili konu muhakeme edilmeyi hak ediyor. Nicolas Sarkozy seçilmesinden önce yaptığı açıklamada, "Beni Avrupa'nın sınırlarının Irak ve Suriye'de bulunduğuna ikna etmek için büyük çaba sarf etmek lazım. Kapadokya Avrupa'da, bu tahayyül edilemez!" demişti. Kuşkusuz Avrupa Birliği üyelerinin çoğunluğu Türkiye'yi aralarında görmek istiyor. Fransız solu da, bu katılımı gönülden istiyor, parti Genel Sekreteri Martine Aubry, bunu "XXL bir Avrupa" için bir şans olarak değerlendiriyor.
--Sorunlara Gömülmüş Türkiye--
Bununla beraber, Türkler pek de diplomatik bir tavır benimsemiyor. Örneğin, Başbakan Recep Erdoğan, Danimarka'da peygamber karikatürleri yayımlandığı gerekçesiyle Başbakan Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliğine atanmasına bir süre için de olsa itiraz etmekten imtina edebilirdi. Türkiye, 1915-1916 yıllarında Ermenilere karşı soykırım gerçekleştirdiğini kabul etmek, ayrıca 1974 yılından bu yana adanın kuzeyini işgal etmesine rağmen AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını nihayet tanımak zorunda kalabilir. Türkiye'nin çözülmez gibi görünebilen başka bir sürü sorunu var. Bunlar arasında, ordunun devlet içerisinde aşırı varlığı, Kürt sorunu ve kadınların toplumdaki yeri bulunuyor.
--Üye Ülkeler Giderek Daha Çekinceli--
Birlik ile 2005 yılında başlayan müzakereler devam ediyor ve çok yakında tamamlanmayacak. Özellikle de, üyelik için AB ülkelerinin oy birliği gerektiği göz önüne alınırsa. Fransa ve Avusturya gibi Türkiye'nin üyeliğine en çok karşı olan ülkelere, bir de Almanya eklendi. Hollanda'da bu husus gelecek seçimin en önemli konularından biri. Ülkemizde, Cumhurbaşkanı Jacques Chirac millî tavrın bir referandumla belirlenmesine karar vermişti. Ancak, hâlihazırda bir referandum yapılacak olsa, "hayır" oyları kazanacaktır. Paris artık bir "imtiyazlı ortaklık" öneriyor. Bununla beraber, Ekim 2005'te başlamış olan müzakereler 2014'ten önce sonuca ulaşmayacak. O zamana kadar Türkiye, kendisi için belirlenen koşulları yerine getirmek durumunda. Yoksa...
İNGİLTERE BASINI
FINANCIAL TIMES: "TÜRKİYE'NİN AB'YE KATILIMI FRANSA SEÇİMLERİNE RENK KATTI"
ANKARA, 25/05(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 23 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Ben Hall imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Paris çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Fransa'daki siyasi partiler bu hafta Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği sorunu konusunda çarpışarak, aksi takdirde renksiz geçen bir Avrupa Parlamentosu seçim kampanyasına tartışmalı bir kıvılcım çaktılar.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, geçen yıl Fransa'nın AB dönem başkanlığı sırasında katılım müzakerelerinde yeni başlık açılmasına izin vermesine rağmen, muhalifleri tarafından Türkiye'nin bloğa katılmasına karşı kampanya yürüterek seçmenleri aldatmakla suçlanıyor.
Sarkozy'nin iktidardaki merkez-sağ UMP partisi, önde gelen adaylarının Türkiye'nin katılmasına izin vermeyecekleri sözü veren resmi açıklamalar yapmalarını sağlayacak şekilde, Türkiye'yi kampanyasının temalarından biri haline getirdi.
Bu ay Avrupa konulu bir konuşmasında Sarkozy, Türkiye'nin katılım "istidatına' sahip olmadığını söyleyerek muhalefetini ve "imtiyazlı ortaklık" çağrısını yineledi.
Türkiye'nin üyeliğinin destekleyen muhalif Sosyalist Partinin sözcüsü Benoit Hamon, Sarkozy'i, "müzakere sürecinin devam etmesine sistematik bir destek verdiği" için seçmenlere "yalan söylemekle" suçladı.
Fransa'nın AB dönem başkanlığı sırasında iki başlık müzakereye açıldı. Paris müzakere sürecinin devam etmesine olanak tanıyarak Ankara ve AB içinde Türkiye'nin üyeliğine destek verenlerle doğrudan bir karşı karşıya gelmeden kaçındı, ancak sadece tam üyelikle ilgili olan başlıkların açılmasına karşı çıkıyor.
AB karşıtı muhafazakar Philippe de Villier, Sarkozy'nin aynı zamanda geçen yıl yapılan anayasa reformuyla tüm yeni AB adayları için Fransa'da referandum yapılması gerekliliğini de ortadan kaldırdığını ve böylece Fransa'nın Türkiye'nin nihai üyeliği önündeki olası engelini de kaldırmış olduğunu söyledi.
Türkiye konusundaki tartışma, başlıca partilerin karşı karşıya gelmek konusunda gönülsüz göründükleri sakin kampanyaya renk kattı.
Son kamuoyu yoklamalarına göre UMP yüzde 28 ile önde giderken Sosyalistler yüzde 22 ile takip ediyor.
FINANCIAL TIMES: "TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞİ'NE KATILIMI KONUSU FRANSA SEÇİMLERİNİ RENKLENDİRİYOR"
LONDRA, 24/05(BYE)--- Financial Times gazetesinin 23 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Ben Hall imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Paris çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
Bu hafta, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılımı konusundaki fikir ayrılıkları nedeniyle Fransa'nın siyasi partileri arasında yaşanan tartışmalar, sıkıcı bir Avrupa Parlementosu seçimi dönemine renk getirdi.
Muhalifleri Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'yi, geçen sene Fransa'nın AB Dönem Başkanlığı sırasında Türkiye'nin üyelik görüşmelerinde yeni başlıklar açtığına dikkat çekerek, Türkiye'nin Birliğe girmesine karşı bir kampanya sürdürerek seçmenleri kandırmakla suçladılar.
Sarkozy'nin başkanlığını yaptığı iktidardaki Halk Hareketi Birliği (UMP) partisi, adaylarına Türkiye'nin Birliğe girişini engelleyecekleri yönünde bir resmî açıklama da yaptırma derecesinde, Türkiye konusunu seçim kampanyalarının ana teması olarak seçmişti.
Bu ay yaptığı bir konuşmada Sarkozy, Türkiye'nin üyeliği konusundaki karşı tavrını tekrar vurgulayarak Türkiye'nin Avrupa Birliğine girme "kabiliyetinin" olmadığını söyledi. Türkiye'ye "imtiyazlı ortaklık" verilmesini isteyen Sarkozy, bu statünün henüz aday bile olmayan Rusya ile de oluşturulmasından yana.
Türkiye'nin üyeliğini destekleyen muhalefetteki Sosyalist Partinin Sözcüsü Benoit Hamon Sarkozy'yi, "Türkiye'nin üyelik sürecini sistemli bir şekilde desteklediğini" ifade ederek, Cumhurbaşkanını yalancılkla suçladı.
Türkiye'nin AB müzakere sürecinin bir parçasını oluşturan iki yeni "başlık" Fransa'ın AB Dönem Başkanlığı sırasında açıldı. Paris, Ankara ve Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyen çevrelerle doğrudan çatışmayı önlemek için müzakere sürecinin devam etmesine izin vermesine karşın, para birliği gibi tam üyelikle doğrudan ilgili başlıkların açılmasına karşı çıkıyor.
AB karşıtı muhafazakâr lider Philippe de Villiers ise, Sarkozy'nin, yeni AB üyelikleri için Fransa'da referandum yapılması koşulunu geçen yıl AB Anayasası'nda yapılan reformlar sırasında kaldırdığını hatırlatarak, Türkiye'nin üyeliği önündeki muhtemel Fransa engelini kaldırdığını belirtti.
Türkiye'nin üyeliği konusundaki bu tartışmalar, partilerin birbirleriyle doğrudan çatışma yolundan uzak durduğu ve fazla çekici oamayan seçim kampanyalarını ilginç bir hale soktu.
Son yapılan kamuoyu yolakmalarına göre, UMP'nin oyları yüzde 28 ve Sosyalistlerin oyları ise yüzde 22 civarında.
REUTERS: "AB 'YENİ TÜRKİYE'Yİ' KUCAKLAMALI"
ANKARA, 27/05(REUTERS)(BYE)--- Ibon Villelabeitia bildiriyor:
İngiltere, Müslüman ülkenin bloğa uyum sağlamak için çok yoksul ve kültürel olarak çok farklı olduğunu söyleyen Fransa ve Almanya'daki liderlere rağmen Türkiye'nin AB üyeliğine desteğini yineledi.
İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, Reuters'a verdiği demeçte, Ankara'nın AB'ye tam üyeliğinin bloğa ekonomik canlılık getireceğini, bloğun enerji ile ilgili sorunlarını çözeceğini ve Batı ile Müslüman dünyası arasında yakın bağlar kurulmasına yardımcı olacağını söyledi.
Miliband dün yaptığı açıklamada, "İngiltere, Türkiye'nin AB'ye katılımına destek vermeye yönelik stratejik karara hiç olmadığı kadar inanıyor. (...) Türkiye'nin katılımı sadece kendisi için değil Avrupa için de iyi." dedi.
Müslüman ancak resmen laik olan Türkiye, AB ile katılım müzakerelerine 2005 yılının sonlarında başladı, ancak Ankara'nın katılım başvurusu, kimi üye ülkelerin kamuoyundan gelen düşmanca tepkiler nedeniyle muhalefet ile karşı karşıya.
Yıllarca sürmesi beklenen müzakereler, AB'nin insan hakları ile ilgili endişeleri, reformların ağır ilerlemesi ve Kıbrıs'ın bölünmüşlüğü ile ilgili anlaşmazlık nedeniyle duraklamış durumda.
İkisi de Türkiye'nin bloğa üyeliğine uzun zamandır karşı olan Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy haziran ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinden önce yaptıkları konuşmalarda, 27 üyeli birliğin Türkiye'ye "ayrıcalıklı ortaklık" teklif etmesi gerektiğini öne sürdüler.
Resmî ziyaret için Ankara'da bulunan Miliband, bloğun daha "açık bir perspektif" benimsemesi ve Türkiye'nin birliğe üyeliğinin uzun vadede getirilerini kabul etmesi gerektiğini söyledi.
Miliband, "Türkiye, Avrupa'nın enerji konusundaki geleceğine fayda sağlayacak özel bir konumda. Buna beş yıl önce Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu önem ve öncelik verilmezdi." dedi.
NATO üyesi Türkiye'nin kendine ait çok kısıtlı petrol ve doğal gaz rezervi var, ancak Avrupa ile Hazar Denizi ve Orta Doğu'daki enerji kaynakları arasındaki kilit öneme sahip enerji koridoru konumunda.
Miliband, Türkiye'ye AB kapılarını açmanın "İslam dünyası ile büyük bir köprü inşa etmek" anlamına geleceğini söyledi ve "Türkiye, Müslüman çoğunluk ve muhteşem bir demokratik birikimin bir kombinasyonunu barındırıyor. Bence bunları dengede tutabilirsiniz." dedi.
--Reform--
Brüksel, Türkiye'den; ordu tarafından hazırlanmış anayasasını gözden geçirmesini, azınlıklara daha geniş haklar tanımasını ve ifade özgürlüğü konusunda gelişme kaydetmesini istiyor.
Miliband Türkiye'nin AB reformlarına hız kazandırması gerektiğini söyledi.
Miliband, "Herkes Türkiye'nin reformlar konusunda adım attığını görmek istiyor (...) Ancak aynı zamanda biz doğru bir yönelim ve perspektife sahip bir AB, açık bir AB görmek istiyoruz. Bu, özellikle de ekonomik durgunluk döneminde üzerinde çalışmamız gereken bir konu (...) Şayet son 30 yıla bir bakarsanız muhteşem değişimler söz konusu. Bence yeni bir Türkiye inşa ediliyor. Gidilen yolun açık olduğunu düşünüyorum." dedi.
Miliband, Türkiye'nin AB üyeliği için avantaj sağlayan diğer bir unsurun ülkenin canlı pazar ekonomisi olduğunu söyledi. Türkiye'deki ekonomik hareketin, 2002- 2007 yılları arasındaki ortalama yüzde 7'lik büyüme ile karşılaştırıldığında, küresel ekonomik kriz nedeniyle yüzde 5 oranında küçüldüğü görüldü. Ekonominin 2010'da genişlemesi bekleniyor.
Miliband, "Türkiye bloğa önemli bir ekonomik canlılık getirecektir. Bence Türk ekonomisi konusundaki mülahaza önümüzdeki birkaç yıl içerisinde değişecektir" dedi.
REUTERS: "TÜRKİYE'DE BİR KİŞİ YAHUDİLERİ VE ERMENİLERİ AŞAĞILAMAKTAN MAHKÛM EDİLDİ"
ANKARA, 27/05(REUTERS)(BYE)--- Türkiye'de bir mahkeme bugün, iş yerinin önünde "Bu kapıdan Yahudiler ve Ermeniler giremez." yazılı pankart açan bir kişiyi "halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılama" suçundan beş ay hapis cezasına çarptırdı.
Yerel bir insan hakları örgütünün şikayetinden sonra verilen karar, AB adayı Türkiye'de kamunun azınlıklara yönelik tutumunda bir değişime işaret ediyor.
İnsan hakları örgütleri ve AB uzun süredir Türkiye'yi, azınlıklarına karşı ayrımcılık yapmakla suçluyor.
Eskişehir'de Osmangazi Kültür Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı Niyazi Çapa, İsrail'in bu yılın başında giriştiği ve çoğunluğu Müslüman olan Türkiye'de yaygın şekilde kınanan Gazze taarruzunu protesto etmek amacıyla söz konusu pankartı açmıştı.
Ancak, Ankara'nın Avrupa standartlarına ulaşmak amacıyla ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamaları hafifletmesi ve uyguladığı diğer liberal reformlar, daha önce tabu olan meseleri tartışmaya açtı.
Ermenistan ile ilişkileri kötü olan Türkiye nisan ayında, diplomatik ilişkiler kurmaya yakın olduğunu açıkladı. Türkiye ile Ermenistan arasında, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Osmanlı Türkleri tarafından öldürülmesiyle ilgili mesele, tarihsel bir anlaşmazlık kaynağı.
Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan cumartesi günü, 20. yüzyılda on binlerce Hristiyan Rum'un sınır dışı edilmesine yol açan devlet politikalarını "faşist" diye niteleyerek eleştirdi.
Erdoğan'ın, bir Başbakan tarafından sarf edilen türünün ilk örneği olan sözleri, milliyetçileri ve Türkiye'nin muhafazakâr yapısının diğer unsurlarını çileden çıkarttı.
İTALYA BASINI
LA PADANIA: "TÜRKİYE'NİN AVRUPA'YA GİRMESİNE HAYIR"
ROMA, 25/05(BYE)--- Yabancı düşmanı ve ayırımcı Kuzey Ligi Partisinin yayın organı La Padania'nın 24-25 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Dario Pederzani adlı okuyucu imzasıyla yayımlanan mektubun çevirisi şöyledir:
Padanyalı kardeşler, hepinize günaydın. Avrupa Parlamentosu seçimlerine iki hafta kaldı ama hiçbir parti Avrupa'ya ilişkin programlarından bahsetmiyor sadece zavallı İtalyan polemikleri... Anketlere göre İtalyanların yüzde 70'i, Türkiye'nin AB'ye girişine karşı. Kuzey Ligi, geçmişte bu olasılığa karşı olduğunu açıkladı, peki ama neden seçim kampanyası sırasında bu konuda ısrar etmiyor? Güzel bir afiş hatırlıyorum. Brescia'da neden "Türkiye'nin Avrupa'ya girmesine hayır" yazılı tek bir asılmış afiş görmüyorum? Bu, Kuzey Liginin çok fazla oy elde edebileceği bir konu! Sesinizi duyurun!
LA PADANIA: "TÜRKİYE AVRUPA İLE BAĞDAŞMIYOR"
ROMA, 25/05(BYE)--- Yabancı düşmanı ve ayırımcı Kuzey Ligi Partisinin yayın organı La Padania'nın 24-25 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Mariangela Mancuso'nun Orta Doğu ve radikal İslam Uzmanı yazar Alexander Del Valle ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın çevirisi şöyledir:
--Yazar Alexander Del Valle ile Mülakat: "Tarih, Kültür ve Jeopolitika, Türkiye'nin Avrupa Kıtasıyla Hiçbir İlgisi Olmadığını Teyit Ediyor"--
Orta Doğu, İslami köktencilik ve özellikle de jeopolitika yani uluslararası ihtilaf ve tehlikeler konusundaki en önemli uzmanlardan biri olan Alexandre Del Valle'nin son kitabının adı "Türkiye Neden Avrupa'ya Giremez?"
Kuzey Ligi Partisi geçen cuma günü Novara'da açık alanda, Puccini Meydanı'nda düzenlenen bir halk toplantısına söz konusu yazarı davet etti: Yazarı Novaralılara sunmak üzere Belediye Başkanı Massimo Giordano, il Sekreteri Mauro Franzinelli ve Belediye Sekreteri Massimo Vallo da hazır bulundu. "Kuzey Ligi Partisi, İslam'a bağlı sorunlar konusunda net şekilde fikrini savunan tek Avrupa partisi" olduğu için Del Valle, seçim kampanyası döneminde olunmasına rağmen, Kuzey Liginin davetini kabul etmekte tereddüt etmedi. "Sarkozy'nin partisinden" olduğunu söylüyor ama siyasi tutumları, siyasetten ziyade çağdaş ve aktüel tarih olay ve belgelerinin incelenmesi ve araştırılmasından kaynaklanıyor.
MANCUSO: Profesör Del Valle, Türkiye Avrupa olarak kabul edilebilir mi?
DEL VALLE: Size, Sarkozy'nin bir cümlesiyle cevap veriyorum: "Eğer Türkiye Avrupa olsaydı, bilinirdi." Bu ülkedeki turist rehberi, Boğaz'dan geçilirken, "İşte şimdi Asya'ya geldik." diyor. Türkler de Asyalı oluşlarından dolayı büyük gurur duyuyor ve Atatürk'ün başkenti İstanbul'dan Ankara'ya dolayısıyla daha da doğuya, Anadolu'nun ortasına taşıdığını unutmuyorlar.
MANCUSO: Kimliğe bağlı nedenlerin ötesinde hangi nedenler Türkiye'nin Avrupa'ya adaylığıyla ihtilaf içindedir?
DEL VALLE: Derin tarihî-kültürel nedenler: Türkiye'nin Batılı bir ülke olmadığını bundan da anlıyoruz: Batıda, öz eleştiri kapasitesi kimliğimizin belirtici niteliğidir. Almanya'da holocost kabul edilir ve bu konuda eleştiri yapılır ama Türkiye'de Kürtlerin soykırımından bahsetmek bir suçtur. Bu, Batı demokrasisi bağlamında ülkenin olgunlaşmadığının en bariz örneğidir. Ayrıca Kıbrıs'ı tanımıyorlar ve İslami partinin iktidarı ele geçirmesine karşı tek garanti, çok güçlü bir orduya sahipler ve nüfusun yüzde 90'ı Müslüman.
MANCUSO: O hâlde Türkiye'yi Avrupa Birliğine aday göstermekten neden bahsediliyor?
DEL VALLE: Karşılıklı ekonomik çıkarlar olduğu şüphesiz; Avrupa iç pazarını genişletebilir, Avrupa ile Asya arasında daha fazla altyapı bağlantılarıyla daha güvenilir ve daha fazla miktarda enerji tedariğini garanti altına alabilir. Ancak siyasi sonuçlar göz önüne alınmıyor: Bir ülkenin nüfus yoğunluğuna dayanarak Avrupa Parlamentosunda temsil gücü imkânı veren Lizbon Anlaşması'na göre, Türkiye 75 milyon nüfusuyla kayda değer bir siyasi ağırlığa sahip olabilir. Ancak, ırkçı görünmemek için yaptıkları açıklamaların ötesinde, Türkiye'nin adaylığına kalplerinde gerçekten inanan tek bir Avrupalı bakan ve milletvekili olmadığına dair sizi temin edebilirim.
MANCUSO: Obama, 5 Nisan 2009 tarihinde Türkiye'ye gerçekleştirdiği resmî ziyareti sırasında, Türkiye'nin AB'ye katılımını hızlandırma arzusunu açıkça ifade etti.
DEL VALLE: Evet ve bununla Sarkozy ile Merkel'de memnuniyetsizlik yarattı. Amerika, daha fazla jeopolitik kontrole bağlı faydalar elde edebilir: Nitekim ABD, 11 Eylül 2001 tarihinden sonra, Suudi Arabistan ile toplu imha silahları geliştirme programı hazırladığından şüphe duyulduğu için "düzensiz devletler" denilen gruba ait İran ile ilişkilerini yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı; İsrail ise stratejik olarak gittikçe daha az faydalı bir görüntü sergiliyor. NATO'nun Sovyet karşıtı fonksiyonu olan ileri kalesi Türkiye ise Amerikan strateji uzmanlarına göre şimdi Yakın Doğu'nun "düzensiz devletlerine" karşı olduğu kadar, Rusya ve Çin'e karşı da bir nevi doğal kalkan niteliği taşıyor. Ayrıca Türkiye, Kafkas ve Orta Asya'nın petrol ve gazının tedariğinde garantör rolü oynuyor ve Hazar Denizi ve efsanevi "Turan" bölgesinin petrol ve gazının batıya doğru naklinde de önemli bir role sahip.
MANCUSO: Türkiye'nin Avrupa'ya girişiyle biz Avrupalılar ne gibi tehlikelerle karşı karşıyayız?
DEL VALLE: Sadece şunu göz önüne alın: Papa 16. Benedict'in hatırlattığı gibi Türkiye, tamamen Müslüman bir kulübün üyesidir: İslam Konferansı Örgütü, Suudi Vahabiler tarafından kurulmuş ve finanse edilen bir örgüttür ve bu örgütün başkanı bir Türk'tür. Papa 16. Benedict'in Ratisbona'da yaptığı konuşmayı takiben bu örgüt, İslam fobisine karşı koymak için Avrupa mevzuatına İslami yasa şeriattan maddeler koymaya davet etti. Danimarka'da yayımlanan karikatürler hakkında yapılan polemiklerin ardından ise Erdoğan, kendi görüşüne göre aşırı din karşıtı olan Avrupa'ya "din konusunda ifade özgürlüğünü sınırlama" önerme hakkını kendinde gördü. Türkiye'nin Avrupa demokrasisine katılmak için olgunlaşmadığı açıkça görülüyor. Üstelik Türkiye'nin girişiyle, etkisi sonradan ortaya çıkacak bir jeopolitik bombayı kendi evimize almış oluruz; Bosna'dan doğuya, Çin Seddi'ne kadar uzanan, "devasa bir sonu gelmeyen endojen krizler arkı" ve jeopolitolog Gallois'nin dediği gibi "Yeni bir evrensel kargaşanın tüm tehlikeleri orada, tek bir ülkenin etrafında; Türkiye... Bu ülkenin güvenliği, 360 derece bir kâbus." Ayrıca Türkiye'de 50'ye yakın cihatçı grup bulunduğunu da unutmayalım.
IL POPOLO ON LINE: "TÜRKİYE'NİN AVRUPA'YA GİRMESİNE HAYIR: İŞTE NEDENLERİ"
ROMA, 26/05(BYE)--- Hristiyan Demokratlar Partisinin yayın organı olan Il Popolo on Line adlı internet gazetesinin 24 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Pietro Biscaldi imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin özet çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin Avrupa'ya girişi için 2004'te açılan müzakereler hâlâ sürmektedir. ABD Başkanı Barack Obama, Türkiye'nin katılımına büyük destek vermektedir. Obama'ya göre bu katılım, Müslüman ülke Türkiye'yi Batı'ya bağlayabilir. 5 Nisan 2009'da Prag'da düzenlenen ABD-AB Zirvesi'nde bu konuyu ısrarla öne sürdü. Ancak Fransa ve Almanya ile bu konuda bir çatışma yaşandı. Sarkozy bir kez daha muhalefetini açıkladı: "Başkan Obama ile yan yana çalışıyorum ama burada söz konusu olan AB'yi ilgilendiren konulardır ve karar vermek AB ülkelerine düşer." Sarkozy'nin bu tutumu, Alman Şansölyesi Angela Merkel tarafından da tam olarak desteklendi. Sadece birkaç hafta sonra, Davos Forumu sırasında Başbakan Erdoğan, İsrail Devleti'ne (üstelik Avrupa ile birlikte İsrail'in müttefiki) herkese açık şekilde hakaret ettiğinde (Avrupa, protesto için bu zirvede yoktu), ülkesinde Müslüman gururunun sembolü, "Yeni Selahaddin" olarak ilan edildi. Biz bu "Yeni Selahaddin"i Avrupa'ya, kendi evimize gerçekten kabul etmek zorunda mıyız? Onun demokratik anlamda bizlerden biri olduğunu ciddi olarak düşünecek kadar çılgın olabilir miyiz? Laik ve Batı yanlısı Türkiye mi?
Türkiye'nin tarihi süreci üzerine çok kısa bir inceleme yapalım. Yıl 1920 ve ülkeyi idare eden Mareşal Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları üzerinde laik bir cumhuriyet kurulmasını ısrarla istedi. Başörtüsünü, müezzinlerin ezan sesini ve İslam'ın ulusal siyasete haksız müdahalesini yasaklayarak gerçek bir mucize gerçekleştirmeyi başardı. İslam'ın gerçekten ne olduğunun bilincinde olan Kemal Atatürk, bir mülakatında şöyle uyarıyordu: "Devletin kontrolünden çekilen bir İslam, sivil toplum üzerindeki tesirini muhafaza edecek ve eninde sonunda siyasette sesini duyurmaya dönmek isteyecektir." Tarih, bu sözlerin acı gerçeğini ortaya koyuyor. Daha "70'li yıllardan itibaren, Müslüman Kardeşler'in büyük etkisiyle ülkenin yeniden islamlaştırılma süreci başlamıştı. Cumhuriyet'in laik karakterine ilk ciddi tehdit, açık hedefleri, "laik devleti, İran Cumhuriyeti modeli üzerinden inanca dayalı (dogmatik) bir devlete dönüştürmek" olan Refah Partisi etrafında toplanan islamcılar tarafından geldi. Nitekim bu parti Aralık 1995 siyasi seçimlerinde yüzde 21 oy elde eden ilk parti oldu ve ardından Refah Partisi lideri, İslam yanlısı olduğunu açıkça beyan eden Necmettin Erbakan, Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihinde ilk kez Başbakan oldu. Göreve gelir gelmez İslam yanlısı programını başlatan Erbakan, İstanbul'un en Kemalist semtinin ortasına, Taksim Meydanı'na bir cami yapılmasını ve Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesini önerdi. Gerçekleştirmeyi istediği hayali, "İslami bir ortak pazar" olan ve kendisine de "bütün İslam aleminin aydınlık lideri" rolünü biçen Erbakan'ın kim olduğunu anlamak için, o dönem verdiği mülakatlardan birkaçını okumak yeterli olacaktır. Siyaseti sadece şeriatın "toplumsal uygulaması" olarak tanımlayan Erbakan'ın takındığı tavır ve ülkeyi İslami fanatikliğe doğru sürüklemesi nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından 2010'a kadar kendisi ve partisine siyasi yasak getirildi. "Laik" Türkiye'nin Cumhurbaşkanlığına gelir gelmez Abdullah Gül'ün ilk resmî işlemi, Necmettin Erbakan hakkında af çıkarmak oldu. Nitekim Abdullah Gül, eski Başbakan Necmettin Erbakan'ın talebesi, sözcüsü ve sağ kolu olmuştu. Devletin en üst mertebesinde bulunan Gül, Erbakan'ı "manevi baba" olarak görüyor ve Erbakan'ın hem Türk halkını hem de Türklerin Batı ülkelerine göçünü de ilgilendiren yeniden islamlaştırma fikrine övgüler yağdırıyor. Bir diğer "örnek talebe" ve yıllar boyu sadık savunucu da Türkiye'nin hâlihazırdaki Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'dır. Yetmişli yıllardan beri Erbakan'ın ortaya çıkardığı İslam yanlısı politik oluşumlarda etkinlik gösterdi. Doksanlı yıllarda Refah Partisinin anahtar isimlerinden biri hâline geldi ve 1994'de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına seçildi. Erdoğan ve Gül'ün Danışmanı Mehmet Metiner, "Talibanlar gibiydik, bombalara başvurmaya hazırdık." dediği o dönemi gayet iyi hatırlıyor. Bugün artık bombalara gerek yok. Bombaların yerini siyaset almış (Avrupa'nın kalbine girmek ve İslami doktrini yaymak için kurnaz ama "yasal" bir yol) durumda. Türkiye'nin Müslüman ülkeler arasında tek laik ülke olduğu doğrudur, ama bugün artık Türkiye'de hiç kimsenin "laik" kelimesini Batılı anlamda kullanmadığı da doğrudur. Laik ve Batı yanlısı Türkiye mitosu parçalandı mı? Türkiye'de "Kemalist laiklik" deniliyor. Büyük bir Fransa hayranı olan Kemal Atatürk, reform hareketinin başlangıcında, "İslami bir ülkede laisisizmin imkânsız" olduğunun farkına varacak kadar gerçekçi davrandı. "Laik" Türkiye'de, İslami partiler seçimlerde en fazla başarıyı elde ediyor. "Laik" Türkiye, dünyada kişi başına düşen en yüksek sayıda yeni yapım cami bulunan İslami ülkedir; devletin maaş verdiği imam sayısı yaklaşık 90 bindir. Atatürk tarafından yasaklanan kamu yerlerinde ve üniversitelerde başörtüsü kullanımı ve müezzinlerin ezan sesi bugün gittikçe daha yaygın bir alışılmışlığı temsil ediyor. İslamlaşmaya tek fren, Kemalist mirasa sadık askerî idareden geliyor. Türkiye Cumhuriyeti'nde askerî sınıfın üstlendiği siyasi önem, "toplumüstü gücü nedeniyle çok büyüktür. Sivil toplumun koruyucusu niteliğindeki askerler, çok sayıda askerî darbe yapmış olmakla birlikte, her zaman ikitidarı en kısa sürede sivillere geri vermiştir. Aynı zamanda, modernleşme-batılılaşma birlikteliğine dayalı Kemalizm'in yeminli bekçileridirler. Bugün itibarıyla Erdoğan'ın menfaati, askerlerin gücünü yıkmak için AB'den faydalanmak gibi görünmektedir. Demografi, siyasi çözümlerin anasıdır. Anayasa Anlaşması Projesi, Avrupa ülkelerine orantılı bir siyasi ve demografik ağırlık veriyor. Tahminlere göre Türkiye 2015'de 90 milyonluk nüfusa ulaşacak. Böylece büyük ağırlığı İslami olan bir ülke, Avrupa Birliği'nin en kalabalık ve en fazla milletvekiline sahip ülkesi hâline gelebilir. Avrupa Parlamentosu ve Komisyonunu idare etmek hukuken Türkiye'nin üzerine düşecek. Gazeteci Alberto De Mattei'nin yazdığı gibi, bu tutum kendi siyasi vizyonunu başlatma ve zorla kabul ettirmek imkânını Türkiye'ye verecek. Ayrıca "İslam fobisi"nin her türlüsüne karşı baskıcı önlemler talep edebilir ve böylece Avrupa'nın Arabistan'a dönüştürülmesine fayda sağlayabilir. Alexander Del Valle, "Türkiye Neden Avrupa'ya Giremez?" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Erdoğan'ın projesi Türkiye'yi "Avrupalılaştırmak" değil, Bosna'dan Trakya'ya uzanan "yeşil kuşak"a dayanarak, Türk kimliğini Avrupa'da ve dünyada güçlü şekilde beyan etmektir. Avrupa, sahip olduğu ve inandığı en yüksek değerler aracılığıyla alt edilecek ve yok edilecek: Çoğulculuk ve demokrasi."
"Avrupalı" Türkiye'nin değerleri nelerdir? Türkiye, Avrupa Birliği'ne girebilmek için etik ve manevi bazı kriterlere, ülkelerimizde son derece yüksek olan barış ve adalet ideallerine sahip olduğunu göstermek zorundadır. Ne yazıktır ki Türkiye bu değerler yönünde en ufak alaka göstermemektedir. Hatta tam tersi Türkiye, Avrupa'da da aynı şekilde davranacağı tezini teyit eden vahim noksanlıklar göstermektedir. Bugün Türkiye, dinî azınlıklarını korumadığı gibi, fiilen bu azınlıklara baskı yapmaktadır. Avrupalı örgüt, birlik ve kurumların Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılımı aleyhine yaptıkları çağrının sözleri şöyledir: "Türkiye inkârcı bir devlettir: Kendi Güvenlik Konseyinin yüksek gözetimi altında Türkiye, utanç tezlerini kendi sınırları dâhilinde ve haricinde (özellikle de Avrupa'da) yaymaktadır. Böylece Türkiye'de Ermeni soykırımı hakkında her kim konuşursa, hapse girme tehlikesi yaşıyor ve kendisini fiilen işkenceye teslim ediyor. Nitekim 2002 tarihli bir hükûmet kararı, Ermeni soykırımının inkârını resmî kılıyor ve ilkokullarda ortaokullarda öğretilmesini öngörüyor. Üçte biri kıyıma uğramış Ermeni halkının cenazeleri üzerine kurulmuş bir devletin, soykırımı utanmadan saklayan bir devletin katılımını geri çeviriyoruz. İnsan hakları ve uluslararası hukukla her gün dalga geçen bu cuntayı geri çeviriyoruz." Her türlü pişmanlık fikrine yabancı modern Türkiye, 25 milyon insana "dil azınlığı" diyerek ve gerçek bir kimliği onlardan esirgeyerek, psikolojik baskıyla ve Kürt halkının fiziken katliyle soykırımı uzatmak suretiyle pozisyonunu daha da ağırlaştırıyor. Yunan adasını Türkiye'nin işgaliyle ikiye ayrılan Kıbrıs için Türkiye'den bir çözüm istemek, politik bir "naif" olur. Hristiyanlara yapılan zulüm ve katliam hiçbir zaman pişmanlık ve vicdan azabına neden olmayacak. Yine aynı şekilde Türkiye, hiçbir zaman bu olayı kabul etmeyecek ve Osmanlı İmparatorluğu'nun beş uzun yüzyıl süren kuşatması sırasında katledilen ve İslamlaştırılan milyonlarca insan için Balkan halkından asla özür dilemeyecek. Bu süreç önceki bir rejim tarafından planlanmış ve gerçekleştirilmiş olsa da uluslararası hukuk bağlamında önceki rejimi izleyen devlet olarak modern Türkiye olanların manevi, hukuki ve maddi sorumluluğunu taşıyor. "Modern" ve "laik" Türkiye, tolere edilemez ukalalığını sürekli olarak sergiliyor. Amerikalı araştırmacı Bernard Lewis, yirmi-otuz yıl sonra Avrupa'nın, "Kuzey Afrika ve Orta Doğu'nun bir uzantısı" hâline gelebileceği uyarısında bulundu. Lewis tarafından ortaya atılan bu uyarı, Joseph Ratzinger'in daha papa olmadan önce Fransız gazetesi Le Figaro'ya verdiği bir mülakatta söyledikleriyle uyum içerisinde. Ankara'nın Avrupa Birliği'ne girişine ilişkin konuşurken Ratzinger şunları söylüyordu: "Avrupa coğrafi değil, kültürel bir kıtadır. Ortak bir kimlik armağan eden kültürüdür. Bu bağlamda Türkiye tarih boyunca, Avrupa ile sürekli tezat içerisinde olan bir başka kıtayı temsil etti." Bu anlamda gerçek sorun, Türkiye'nin Avrupa'nın siyasi dengesine oluşturduğu tehditten önce, kıtamızın Hristiyan köklerinin kaybıdır.
KIBRIS RUM BASINI
KİPE: "KİPRİYANU: TÜRKİYE, KIBRIS İLE İLGİLİ YÜKÜMLÜLÜKLERİNİ YERİNE GETİRDİĞİ TAKDİRDE AB'YE ÜYE OLABİLİR"
ANKARA, 26/05(BYE)--- Kıbrıs Haber Ajansının (KİPE) 26 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:
Dışişleri Bakanı Markos Kipriyanu, yaptığı açıklamada, Türkiye'nin ancak ülke içi reform ve AB'ye karşı Kıbrıs ile ilgili yükümlülüklerini gerektiği şekilde yerine getirdiği takdirde, AB'ye üye olabileceğini söyledi.
Kipriyanu, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Büyükelçi Aristidis Agathoklis ile görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, "Bütün senaryolara, bütün olasılıklara, her türlü tepkiye hazırız. Ancak kararlar, durum daha iyi şekillendiğinde, uygun zamanda alınacak." dedi.
Kipriyanu, Türkiye'nin AB'ye üyelik süreci konusunda imtiyazlı ortaklıkla ilgili olarak Fransa-Almanya ittifakının tutumunun kabul görüp görmediğiyle ilgili bir soruya cevaben, "Bu iki üye devletin konuyla ilgisi, iki ülke liderleri tarafından ifade edildi. Ancak AB'nin her ülkesinin kendi yaklaşımı var. Türkiye'nin ülke içi reform ve AB'ye karşı Kıbrıs ile ilgili yükümlülüklerini gerektiği şekilde yerine getirdiği takdirde, AB'ye üye olabileceği Kıbrıs'ın görüşüdür." dedi.
Kipriyanu, Türkiye'nin yıl sonuna kadar ek protokolü uygulayacağına dair herhangi bir belirti olup olmadığıyla ilgili bir soruya cevaben, "Mevcut verilerle hayır, ancak hâlâ mayıs ayındayız." dedi.
Türkiye, Kıbrıs'a karşı yükümlülüklerini yerine getirmediği takdirde, Kıbrıs hükûmetinin tutumunun ne olacağıyla ilgili bir soruya cevaben Markos Kipriyanu, "Ne yapacağımızı biliyoruz. Ya 27'lerle ortak bir tutum içinde olacağız ya da diğer üye devletlerle birlikte bütün başlıklara kadar bunların açılmasını engelleyeceğiz. Bütün bunları sonbahara kadar düşünüp taşınacağız." dedi.
Kıbrıs Türk lideri Mehmet Ali Talat'ın BM'nin 2009 yılı sonunda Kıbrıs sorununa dair bir çözüm planı hazırlamasını beklediği şeklindeki açıklamalarıyla ilgili bir soruya Kipriyanu şöyle cevap verdi: "Geçen yıl başlayan müzakerelerin temel çerçevesinin bilindiğini ve bunun belli olduğunu düşünüyorum. Çözümün, bir Kıbrıs çözümü ve Kıbrıs'taki iki taraf arasındaki bir anlaşmanın ve müzakerenin sonucu olması gerektiğinden söz ediyoruz. Talat, soruna bir çözüm bulunması amacıyla ciddi olarak müzakere etme siyasi sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini anlamalıdır. Uzlaşmaz olmasının ve bu şekilde uluslararası faktörün müdahalesini sağlamayı umarak kabul edilemez görüşler öne sürmesinin yanlış yaklaşım olduğuna, geçen yıl anlaşılan hususlara aykırı olduğuna ve kesinlikle çözüm amacına hizmet etmediğine inanıyorum ve bunun kendisi kadar Türkiye'yi de zor duruma soktuğunu düşünüyorum."
Kipriyanu, Fileleftheros gazetesinde "İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt'in İngiliz üslerine inmeyi istediği, ancak Kipriyanu'nun müdahalesi sonucunda Larnaka Havaalanına indiği" şeklinde yer alan haberle ilgili bir soruya cevaben, "Bazı sorunlar olsa da siyasi düzeyde bazı sorunların ve özel koşulların olduğunun anlayışla karşılandığını ve Dışişleri Bakanlığı düzeyinde iş birliği yapıldığını vurgulamak isterim." dedi.
Kipriyanu, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Agathoklis ile görüşmesine değinerek, iki hükûmet gibi iki bakanlığın da gerek işlevsel gerek siyasi düzeyde gerekse bakanlık heyetleri düzeyinde her zaman yakın iş birliği içinde olduğunu belirtti.
Dışişleri Bakanı Kipriyanu, Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis'in Kıbrıs'a son ziyaretinde iki bakanlık arasında daha yakın ve samimi bir koordinasyon olmasının kararlaştırıldığını, şimdi bunun uygulandığını ve Kıbrıslı diplomatların Yunanistan'a gittiğini ve Yunanistan Dışişleri Bakanlığı yetkilileri tarafından benzer ziyaretler gerçekleştirildiğini ifade etti.
Markos Kipriyanu son olarak, diplomatların görüşmelerde koordinasyon dâhil bütün konuları görüştüklerini ancak "Kıbrıs konusunun, bugünkü müzakereler süreciyle çözüm bulma çabasının ve bütün ilgili konuların" özellikle önemli olduğunu ve Avrupa-Türkiye konularının, Türkiye'nin üyelik sürecinin, izleyeceğimiz tutumun ve alınacak kararların her zaman gündemde olduğunu kaydetti.
YUNANİSTAN BASINI
PONTİKİ: "KORKUSUZ DORA"
ATİNA, 21/05(BYE)--- Tirajı 14.714 olan haftalık Pontiki gazetesinin 21 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:
Tecrübeli Yunan diplomatlara göre, Yunan dış politikası Türk-Yunan ilişkileri açısından zorlu bir döneme giriyor. Amerikalı bir yetkilinin yanında poz verdiği zaman Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni'nin yüzünde beliren gülümseme diplomatları rahatlatmıyor. Bakoyanni, 20 Haziranda Türk meslektaşı Ahmet Davutoğlu ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan geldiği zaman da gülümseyecek. Kardeşlerin bizi neden tekrar hatırladıklarına bakalım...
Atina'daki diplomatik bürokrasi, özellikle de ABD Başkanı Barack Obama'nın Türkiye gezisinden sonra oluşturduğu görüntü, son derece kaygı vericidir ve kısaca şu şekilde özetlenebilir: Türkiye Obama yönetimi için (de) "stratejik bir ortaktır". Bu da -Yunanistan'a ilişkin olarak- Washington'un ilk olarak Türkiye'nin bölgedeki rolünü kabul ettiği (Obama'nın nasıl ve neden Irak'ta, İran'da, Suriye'de ve Afganistan'da açtığı işler konusunda Türkiye'ye güvendiğini yazmıştık), ikinci olarak da Türkiye'yi AB'ye itmek istediği anlamına geliyor.
Yukarıda ifade edilenler Yunan hükûmetinin Amerikalılara, Türkiye'nin kabadayılıklarına dair konular açma payına sahip olmadığı anlamına geliyor. Bilgilere göre, Savunma Bakanı Vangelis Meymarakis'in kısa süre önce yaptığı ABD ziyareti sırasında ihlaller konusunu gündeme getirdiği zaman, Amerikalı meslektaşı Meymarakis'e "bu durumu göz önünde bulunduracağız" tarzında bir cevap verdi.
Atina, Türkiye karşısında onlarca yıldır izlediği yatıştırıcı politikayı devam ettirmek (halk dilinde olanları görmezlikten gelmek) zorunda kalıyor. Yani, Yunan hükûmeti Ankara'nın Ege'de faal olarak inşa ettiği talepler çerçevesine "tahammül etmeye" ve -güçlü Avrupalı ortaklar değil de- Amerika öyle istediği için Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini desteklemeye devam etmeye davet ediliyor.
Dolayısıyla, Türk savaş uçaklarının Yunan adaları üzerinden de alçak irtifalı uçuşlarına devam etmelerine rağmen, Türkiye yeni Dışişleri Bakanının büyük bir sevinç içinde iki ülke arasında hiçbir sorun olmadığını açıklaması garip değildir. Davutoğlu aynı zamanda Bakoyanni ile görüşme ayarlamayı da ihmal etmedi. İlk olarak Bakanımızın Ankara'yı ziyaret etmesi için davetiye gönderdi.
Ancak "korkusuz" Dora dahi bu konuyu düşündü ve sonunda Türk meslektaşıyla ilk görüşmesinin Yunan topraklarında yapılmasının daha iyi olacağı değerlendirmesinde bulundu.
Her hâlükarda görüşme önümüzdeki ayın 20'sinde düzenlenecek. Aynı zamanda Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis ile Erdoğan arasında da görüşme yapılacak. Bu durum iki ülke ilişkilerinde yapay bir bulutsuz ortam oluşmasına yardımcı olacak.
--Gülümseyin Lütfen--
Bu demek oluyor ki gülümsemelerin yer alacağı fotoğraflar çekilecek, ilişkilerin daha da ilerletilmesi ve Kıbrıs sorununun çözülmesi yönünde içten çabalara dair açıklamalar yapılacak, ekonomik alanda yapılan iş birliğinde sağlanan gelişmeler vurgulanacak ve Atina'nın, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini destekleme niyeti ifade edilecek. Bütün bunlar gerçekleşirken ise Ankara, Ege'deki "gri bölgelere" dair tezini sürdürmeye, Yunan adaları (Eşek Adası) üzerine Türk savaş uçakları göndermeye, Yunanistan'ın hukuki hakkını uygulayıp kara sularını 12 mile çıkarması durumunda savaşla tehdit etmeye (casus belli), Kuzey Kıbrıs'taki işgalini yasallaştırılması konusunda ısrar etmeye devam edecek.
Türk-Yunan ilişkilerinin, Türkiye yeni Dışişleri Bakanının göstermeye çalıştığı gibi "harika" olmadığı ortada. Bu ilişkiler, konuya değinen Bakoyanni'nin gülümseyişlerini de haklı göstermeye yetmiyor.
Ayrıca Ankara'nın Yunanistan aleyhine gündeme getirdiği konulara rağmen, Atina'nın, Amerika'nın gemleri "gevşeteceğinden" ve Türkiye'nin Kardak krizinde başarmak istediğine devam etmesinden korktuğu için hiçbir şey yokmuş gibi davrandığı da ortada.
Amerikalılar ve Türk hükûmetinin bir bölümü bütün bunları AB halısının altına gizlemeye çalışıyor.
Yunan diplomatik çevrelerin ifadelerine göre, Türkiye'nin Avrupa hayallerinin yeniden gündeme gelmesi Obama'nın kısa süre önce Ankara'ya yaptığı ziyaretle ve Türkiye'nin AB'ye üye olması gerektiğine dair resmî olarak yapılan açıklamalarla bağdaştırılmalıdır.
Bilindiği üzere, Amerika'nın yeni Başkanının açıklamaları "büyük" Avrupa güçlerinin (Almanya, Fransa) hoşnutsuzluğuna neden oldu. Bu ülkeler en azından şimdilik Obama'nın istediği üzere, Türkiye'nin modernleşmesinin bedelini ödemenin onlara bir çıkar sağlamayacağını düşünüyor.
KATHİMERİNİ: "UFUKTA AVRUPA MAHKÛMİYETİ"
ATİNA, 22/05(BYE)--- Tirajı günde 56.978 olan Kathimerini gazetesinin 22 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Dora Antoniu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:
Güvenilir kaynaklardan edinilen bilgilere göre, olağanüstü bir değişiklik yaşanmazsa Yunanistan, Trakya'daki Müslüman azınlıkla ilgili olarak Avrupa Konseyi tarafından cezalandırılacak. Gelecek ay Avrupa Konseyinden bir heyet Yunanistan'a gelecek ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından alınan kararların uygulanıp uygulanmadığını kontrol edecek. Aynı kaynaklar, alınan kararların uygulanması yönünde herhangi bir adım atılmadığını ve bu nedenle AİHM heyetinin, AB Konseyi Genel Kurul toplantısına sunulacak bir rapor düzenleyeceğine kesin gözüyle bakıldığını belirtiyor. AİHM'in kararı Trakya'daki Müslüman azınlık tarafından kurulan derneklere "Türk" olarak adlandırılmasına olanak tanıyor. Konseyin Genel Kurul toplantısında Yunanistan büyük bir olasılıkla mahkûmiyet alacak. Bu durumlarda öngörülen cezalar sert bir uyarıdan para cezasına kadar değişiyor. Deneyimli bir diplomat yaptığı değerlendirmede, "Köşeye sıkışacağız ve bu konuda bugün uygulanan baskılardan çok daha büyük baskılarla karşılaşacağız." dedi.
Bu arada Ankara'nın Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasına izin vermek için bazı karşılıklar sağlamaya çalıştığı anlaşılıyor. Atina'yla doğrudan temaslarda başkaları, özellikle de Amerikalılar bu konuya yer vermemiş olmasına rağmen Türkiye, Heybeliada Ruhban Okulunun açılmasının "anahtarının" Trakya'da bir Türk üniversitesinin açılması olduğu mesajı gönderiyor.
Azınlık konusunda, Avrupa Konseyi heyetinin gelişi vesilesiyle Yunanistan'ın bazı kesin sonuçlar ortaya koyabilmesi yönünde çabalar sarf edildi. Örneğin, isminde Türk teriminin bulunmadığı "Evros Valiliği Azınlık Gençliği Derneği", tanınması için yeni bir dilekçe sunması konusunda cesaretlendirildi. Ancak söz konusu dilekçe de bölgedeki mahkeme tarafından kısa bir süre önce reddedildi. Başka bazı derneklerle de buna benzer çabalar sarf edildi. Bu hareketler, azınlık derneklerinin tanınması yönünde Atina'nın bazı girişimlerde bulunduğunu gösterme, böylece daha ılımlı izlenimler yaratma ve olumsuz etkileri, yani "Türk" olarak tanımlanan dernekleri tanımamaktan dolayı mahkûmiyeti geciktirme düşüncesi çerçevesindeydi. Böylelikle zaman kazanılacağı ve konunun daha rahat ele alınabileceği hesaplanmıştı. Sonunda bu yöndeki girişimler başarılı olmadı şimdi de mahkûmiyet kaçınılmaz bir gelişme sayılıyor. Avrupa Konseyi heyeti, özellikle Romanlarla ilgili olan tüm AİHM kararlarının uygulanıp uygulanmadığını da kontrol edecek. Bu alanda da fazla bir şey yapılmadı. Bu sayısız kararlar makamlar tarafından ayrımcılık yapılması, konut ve eğitimin sağlanmamasıyla ilgili. Ancak bir mahkûmiyet kararının etkileri Müslüman azınlıkla ilgili konularda belli olacak.
TA NEA: "TÜRKİYE'NİN AB DEĞERLENDİRME RAPORU"
ATİNA, 22/05(BYE)--- Tirajı günde 63.430 olan Ta Nea gazetesinin 22 Mayıs 2009 tarihli sayısında, P.K. Yoakimidis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Son zamanlarda gelecek sonbaharda AB Konseyinin Türkiye'nin ilerlemesini kapsamlı bir şekilde değerlendireceğine ve bunun çok önemli gelişmelere yol açacağına dair bir masal üretilmeye başlandığı izlenimini edinmiş bulunuyorum.
Bunun gerçek olduğunu sanmıyorum. Tabii, her sonbaharda normal bir şekilde olduğu gibi bu yıl da AB Konseyi aday ülkeleri bilinen "ilerleme raporlarıyla" değerlendirecek. Özellikle Türkiye için AB Konseyi ve 2006 yılının Aralık ayındaki Bakanlar Kurulu kararları, AB Komisyonunun 2007, 2008 ve 2009 yılları ilerleme raporlarında Türkiye'nin Ankara'nın Gümrük Birliği Anlaşması'nın ek protokolünü Kıbrıs yönünde uygulamayı reddetmesini göz önünde tutmasını da öngörüyor.
Söz konusu kararlarda diğerlerinin yanı sıra Türkiye ek protokolü uygulamadıkça üyelikle ilgili sekiz müzakere başlığının dondurulması da öngörülüyor. Kasım ayına kadar Kıbrıs konusunda gerçekten ilerleme kaydedilmezse, Türkiye'nin protokolü uygulamayacağı kesinlik kazanıyor, bu bağlamda da sekiz bölüm "buzdolabında" kalacak. Bunun dışında önemli herhangi bir gelişme kaydedilmeyecek. Aslında 2005 yılında başlayan Türkiye ile üyelik müzakereleri artık yörüngeden çıktı ve özel ortaklık ilişkisi müzakerelerine dönüştü. Kıbrıs, ek protokol nedeniyle dondurulmuş olan sekiz başlığın yanı sıra Fransa'nın talebi üzerinde dondurulmuş olan tam üyelikle ilgili beş başlık daha var. Kimse müzakerelerin durdurulmasına yol açacak bir değerlendirme istemiyor, ancak bu zaten özellikle İsveç'in dönem başkanı olacağı o aşamada mümkün de değil.
Siyasi veya başka bağlantılara veya da çeşitli taleplerin dile getirilmesine izin verecek daha radikal bir değerlendirme için uygun zemin yoktur. Bu bağlamda boşuna ümitlenmeyelim. Dikkatimizi başka yönlere doğrultalım.
ETHNOS: "ATİNA VE LEFKOŞA'NIN POLİTİKASI HAVADA"
ATİNA, 25/05(BYE)--- Tirajı pazar günleri 144.783 olan Ethnos gazetesinin 24 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Anthos Likavgis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin AB üyeliğine dair hem Lefkoşa hem de Atina'dan son zamanlarda yapılan resmi açıklamalarda dile getirilen görüşler nasıl yorumlanırsa yorumlansın birbiriyle çelişkilidir.
Avrupa'nın temel merkezleri (Avrupa'nın sert çekirdeği) bizleri ilgilendirmeyen ve kolayca anlaşılan nedenlerle Türkiye'nin Avrupa kurumlarının bünyesine katılmasına karşı çıkıyorlar, topraklarının yarısı Türk işgali altında olan Kıbrıs ise egemenlik hakları her gün tacize uğrayan Yunanistan'la birlikte Attila'nın üyelik perspektifini hararetle savunuyor. Bundan istifade şunu da hatırlatalım; Attila'nın Yunanistan'la sorunları çerçevesinde "casus belli" hala yürürlükte bulunuyor.
Lekoşa'nın, özellikle bu aşamada Ankara'nın gümrük birliği protokolüne uyum sağlamaması durumunda, müzakere sürecinin devamını kabul etmeyeceğini açıklaması gerekirken, Yunanlı Başbakanın son açıklamaları ve Kıbrıs Cumhurbaşkanının ona benzer açıklamaları Türkiye'nin AB üyeliğine destek verildiğini ortaya koyuyor. Lefkoşa, yeni bölümlerin açılmasını bu bağlamda ise eskilerinin kapatılmasını kabul etmeyeceğini bildirmeliydi. Bu, ne aşırı bir görüş ne de Kıbrıs konusunda bir uzlaşmaya varılması için gerekli gerçekçi yaklaşımlara aykırı. Türkiye'nin belirli bir ülkeye karşı Avrupalı tutum sergileme dersinden "sıfır" aldığı ve sınıfta kaldığı sıralarda, bu ülkenin bu şekilde davranması doğaldır. Türkiye, aday ülke olarak kabul edilmemeliydi. Ve de en kötüsü, ön şartları yerine getirmemiş olmasına rağmen Brüksel'e giden yola girdi.
Türkiye'nin orduları hala Avrupa topraklarını işgal altında tutuyor. Atina ile Lefkoşa gerçekçi stratejiler uygulamakla doğru hareket ediyor. Paranoyak davranış göstermeleri ya da kabadayılık yapmalarını isteyen de yok. Bunlar zaten günümüzde geçerli değil. Ancak her şeyin bir de sınırı olmalı ve öyle sanıyoruz ki Helenizmin iki devleti de bu sınırları artık aşmış durumda.
ELEFTHEROS TİPOS: "ÖNCE SANDIK SONRA ERDOĞAN"
ATİNA, 25/05(BYE)---Tirajı günde 38.183 olan Eleftheros Tipos gazetesinin 24 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Angeliki Spanu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:
AB seçimleri Türk-Yunan ilişkileri, Kıbrıs sorunu ve Üsküp konusundaki gelişmeleri frenliyor.
AB seçimlerinden sonra, bütün ulusal konular tekrar açılınca (Türk-Yunan ilişkileri, Kıbrıs sorunu, Üsküp isim konusu), şimdilik "seçim öncesi uykuda" bulunan Yunan diplomasisi tutumunu belirleyecek. Yunan Dışişleri Bakanlığı, Türkiye'nin, "Yunan ordusunun Anadolu'da gerçekleştirdiği vahşet" karşılığında tazminat talebini görmezden geldi (Türkiye'nin açıklamasında Kurtuluş Savaşı'na yer veriliyor). Ankara'nın bu girişimi, Pontus soykırımını anma günü vesilesiyle Yunanistan'da yapılan gösterilere bir tepkiydi. Atina, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Grigoris Delavekuras aracılığıyla yaptığı "Tarih değiştirilemez ve yeniden yazılmaz." açıklamasıyla bu ağır hakareti görmezden geldi. Yunanistan'ın "ılımlı tepkilerini", Türkiye'nin tepkilerinin artmasına yoran PASOK dışişleri gölge bakanı Andreas Loverdos, "Türkler fırsat bulduğu için bu şekilde davranıyor." dedi.
--Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Atina'da--
Birçok alanda yaşanacak hareketlilik, AB seçimlerinin sonuçları ve ulusal seçim hazırlıkları, 7 Hazirandan sonra Yunan diplomasisinin tutumunda belirleyici olacak.
Öncelikle (20 Haziranda) Akropol Müzesi'nin açılış töreni vesilesiyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Atina'ya gelecek. Bu resmî bir ziyaret olmadığı için Erdoğan şu ana kadar Trakya'yı ziyaret etmeye yönelik bir niyet belirtmedi. Öyle görünüyor ki Erdoğan, Türk-Yunan ilişkilerinde olumlu bir ortam olduğunu göstermek istiyor, çünkü Ankara, Atina'nın, Türkiye'nin AB üyelik sürecine verdiği desteğe büyük önem veriyor. Türkiye'nin, Ege'de "davranış kodu" oluşturulmasına ilişkin önerisi sürekli olarak gündeme geliyor ve bu öneri Avrupa ve NATO tarafından da olumlu karşılanıyor. Bu gelişmeden kazanacak hiçbir şeyi olmadığını bilen Yunanistan konulara dair konuşmaktan kaçınmak isterdi, ancak irade eksikliği göstermek istemiyor.
Yunan diplomasisi (resmî olarak kimse kabul etmese de) Türk-Yunan ilişkilerindeki asıl sorunun, Ankara'nın uluslararası anlaşmalarda net olarak ismi geçmeyen adalar (Eşek ve Bulamaç adaları) üzerinde Yunanistan'ın egemenliği olmadığını kabul ettirme yönündeki sistemli çabası olduğunu biliyor.
Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, haziran sonunda Korfu'da yapılacak AGİT Zirve Toplantısı'na katılacak, temmuz ayı sonunda ise Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni Ankara'ya resmî ziyaret yapacak. Diplomatik kaynaklar birçok konunun ele alınacağı, ancak çok azının açıklanacağı ve daha çok seçim sonrası döneme yatırım yapılacağını değerlendiriyor.
--İsim Konusuna İlişkin Baskılar--
BM Özel Elçisi Matthew Nimetz haziran ayı boyunca Atina'yı ve Üsküp'ü ziyaret edecek ve EYCM'nin isim sorununu çözmek için yeni bir girişim başlatılması için zemin hazırlamaya çalışacak. AB Dönem Başkanı İsveç yıl sonuna kadar Üsküp ile AB üyelik müzakerelerinin başlamasından yana ve bu da herhangi bir Yunan vetosu olasılığının iptal edilmesi gerektiği anlamına geliyor.
ABD Başkanı Barack Obama yönetimi, EYCM'nin NATO'ya üye olabilmesi ve istikrarsızlık sorunu yaşayan komşumuz ülkenin özgüveninin desteklenmesi için bu çıkmazın çözülmesini istiyor. Nimetz'in yeni önerisi müzakerelerin yeni turuna temel oluşturacak.
Korfu'da AGİT Zirvesi'ne ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton dışında EYCM Dışişleri Bakanı da katılacak. Bu görüşmede uzun süreden sonra buzların erimesi bekleniyor. Öte yandan Dışişleri Bakanı Bakoyanni AGİT Başkanı olarak Üsküp'ü ziyaret etmeye ilişkin taahhüdüne bağlı kalıyor.
Kıbrıs sorununun çözümü çerçevesinde yürütülen çalışmalar ise 2009 yılı sonuna doğru, yani Avrupa-Türkiye ilişkilerinin yeniden gözden geçirme döneminde daha büyük bir dinamik kazanacak. Çünkü AB Dönem Başkanı İsveç aralık ayında, önünde Kıbrıs sorununu bulmak istemediğini açıkladı. Dolayısıyla eylül ayında düzenlenecek olan BM Genel Kurul Toplantısı'na kadar birtakım gelişmelerin yaşanması bekleniyor.
Başbakan Karamanlis'in sonbahar başlarında Beyaz Saray'ı ziyaret etme isteği gittikçe daha fazla gündeme geliyor. Böyle bir ziyarette muhtemelen ABD'ye gitmek isteyen Yunan vatandaşlarına vize uygulamasının iptal edilmesine dair açıklamalar da yapılacak.
Böyle bir gelişmenin izlenim açısından hükûmete kazandıracağı faydalara rağmen ulusal seçimlerden önce Yunanistan-Amerika ilişkileriyle ilgili kararlar alınması beklenmiyor. Silahlanma ve Yunan Silahlı Kuvvetlerinin Afganistan'a güç göndermesi gibi konular yeni bir gelişmeye kadar "dondurulacak".
ETHNOS: "HERŞEY YOLUNDA"
ATİNA, 26/05(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 26 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
AB Parlamentosu seçimleri kaygısı taşımayan ve parti için sorumlulukları olmayan Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu işine devam ediyor. İslam Konferansı çerçevesinde Şam'ı ziyaret eden Bakan Davutoğlu konuşmasında "Batı Trakya'da yaşayan Türklerin" azınlık haklarından mahrum edildiklerini söyledi. Suriye'nin başkentinde ikili temaslarda bulunan Bakan Davutoğlu (NATO ve AB tarafından) terörist gözüyle bakılan Hamas lideri Halid Meşal'le de görüştü. Tabii ki konuyla ilgili hiçbir bilgi verilmedi. Atina'da Hamas üyesi bir kişiyi bırakın, Hamas'ın bir broşürünün dahi bulunması durumda olacakları siz düşünün.
ELEFTHEROTİPİA: "İNGİLTERE DIŞİŞLERİ BAKANI KIBRIS SORUNUNA KIBRISLILARIN BULACAĞI BİR ÇÖZÜM İSTİYOR"
ATİNA, 27/05(BYE)--- Tirajı günde 52.944 olan Eleftherotipia gazetesinin 27 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Kira Adam imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Kıbrıs'ta garantör güç olan Londra, müzakerelerde "Kıbrıslıların bulacağı" bir çözüm istiyor ancak "Garanti Anlaşması'nın ayrıntılarını" ve dolayısıyla adadaki üslerin statüsünün daha sonra görüşülmesini istiyor.
Dün Atina'yı ziyaret eden ve bugün Ankara'ya gidecek olan İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband'ın Kıbrıs Türk kesimine de "eşit değere sahip" ziyaret düzenleme isteğine Kıbrıs hükûmetinin yoğun tepki göstermesi üzerine Miliband Lefkoşa'yı da ziyaret etmeyecek.
(Önce Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis'i ziyaret eden) Bakan Miliband ile Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni arasındaki görüşmenin gündeminde Kıbrıs sorunu ve Avrupa-Türkiye ilişkileri süreci yer aldı.
Londra ve Atina, Türkiye'nin AB'ye tam üye olması yönünde aynı fikre sahip iki Avrupa ülkesidir. Ancak Dışişleri Bakanı Bakoyanni Türkiye'den Ankara Protokolü'nü uygulamasını bir kez daha isteyerek Türkiye'nin üyelik müzakerelerinin dondurulmuş olan sekiz başlığının açılması için bunun ön şart olduğunu söyledi. Londra ise aksine Türkiye'nin başarılı bir şekilde, önümüzdeki sonbaharda AB sürecinin yeniden değerlendirilmesi konusunun etkilerinden "arındırılması" gerektiğini savunuyor.
İngiltere Dışişleri Bakanı Miliband, Kıbrıs sorununa "Kıbrıslıların çözüm bulmasından" yana tutum sergileyerek, "iki bölgeli, iki toplumlu, ortak kimliğe sahip bir toplum temelinde bulunan bir çözümden" yana olduklarını ifade etti.
İki Bakan garantörlük konusunda şimdilik zıt fikirlere sahip.
Atina uzun yıllardan bu yana Kıbrıs'ın çözümden sonra, bir AB üyesi ülke olarak Avrupa güvenliğine gireceğini ve dolayısıyla Yunanistan, Türkiye veya İngiltere tarafından garanti statüsüne ihtiyaç duymayacağını savunuyor.
Aksine Bakan Miliband dolaylı ancak net bir şekilde çözümden sonra da garanti sisteminin uygulanmaya devam etmesinden yana tutum sergiledi ve "ayrıntıların" sorunun çözümünden sonra da görüşülebileceğini iddia etti.
İSVİÇRE BASINI
LE TEMPS: "AB, RUSYA'YI TÜRK VAATLERİYLE TEHDİT EDİYOR"
ANKARA, 22/05(BYE)--- İsviçre'de yayımlanan Le Temps gazetesinin 22 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Richard Werly imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan haberin özet çevirisi şöyledir:
--AB-Rusya... Zirve Habarovsk'ta Başladı. Brüksel, Moskova'nın Doğal Gazdaki Hakimiyetinden Kurtulmak İçin Ankara'ya Oynuyor--
AB'nin elinde nihayet sağlam bir kart var. Dün akşam Sibirya'daki Habarovsk'ta başlayan ve bugün de devam eden AB-Rusya zirvesinde 27'ler, Nabucco projesiyle son dönemde kaydedilen gelişmelere vurgu yapmaktan geri durmayacak.
11 Mayısta Prag'da, taşınan doğal gaz üzerinden yaklaşık olarak yüzde 15'lik bir "geçiş vergisi" talep etmek suretiyle, o zamana kadar, Rusya'yı Kafkasların güneyinden dolaşmayı sağlayacak 3000 kilometrelik bu boru hattının ilerlemesini engelleyen Türkiye ile Birlik arasında bir anlaşmaya varıldı. 25 Haziranda Türk başkentinde imzalanacak bir uzlaşma sağlandı.
Ankara ile Brüksel arasındaki yakınlaşma, Habarovsk zirvesinin görmezden gelemeyeceği bir ilerleme. Özellikle de, ocak ayında Rusya ile Ukrayna arasında ortaya çıkan doğal gaz krizi ve kış ortasında birçok Avrupa ülkesine yönelik aralıksız ikmal kesintisinden sonra.
--Çetin Rekabet--
Rus Senatör Mihail Margelov, "Enerji müzakereleri zor olacak" dedi. Avrupalı bir diplomat da senaryoyu tasdik etti: "Siyasi açıdan, Moskova Ukrayna'yı kendi fiyatını kabul etmeye zorlayarak üstünlük sağladı. Ancak mali açıdan, Rusya bunu sürdürecek ve olası bir altyapı yarışına girişecek imkanlara sahip değil".
Rus doğal gaz boru hattı South Stream ve Nabucco arasında Hazar doğal gazını taşıma konusunda çetin bir rekabet var. Gazprom yöneticisi Aleksey Miller, İtalyan petrol devi Eni'nin desteğini ve Sırp, Yunan ve Bulgar partnerleriyle anlaşmaların varlığını hatırlattı ve şantiyenin 2015'te başlayacağı duyurdu. Ancak akaryakıt fiyatlarının düşüşünün ve küresel ekonomik krizin etkilediği Rusya, devam edecek imkanlara sahip olmayabilir.
ABD BASINI
CHRISTIAN SCIENCE MONITOR: "TÜRKİYE'DE YÜZLERCE ÇOCUK TERÖR SUÇUNDAN MAHKÛM EDİLİYOR"
ANKARA, 27/05(BYE)--- ABD'de yayımlanan The Christian Science Monitor gazetesinin 26 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Yigal Schleifer imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Diyarbakır çıkışlı metnin çevirisi şöyledir:
--2006 Tarihli Terörle Mücadele Yasası, Yasadışı Kürdistan İşçi Partisini (PKK) Destekleyen Gösterilerde Yer Almayı Suç Sayıyor--
Genizden yüksek ses tonuyla konuşan, tavırları oldukça kibar olan 17 yaşındaki Hebun Akkaya'nın terörist bir örgütü savunmaktan ötürü hüküm giydiğine kimsenin inanası gelmez.
Ancak Diyarbakır'daki ağır ceza mahkemesinin hükmü bu yöndeydi. Hebun Akkaya'nın suçu şuydu: PKK lideri Abdullah Öcalan'ın hapishane koşullarını protesto etmek. Avrupa Birliği ve ABD'nin terörist bir örgüt olarak nitelediği PKK burada, Türkiye'nin Kürtlerin çoğunlukta olduğu güneydoğu bölgesinde, büyük desteğe sahip.
İlk duruşmasına kadar 10 ayını yetişkinler hapishanesinde geçiren Hebun şöyle diyor: "Bir taş atmaktan ötürü hapsolacağımı hiç düşünmemiştim. Bir taş atmaktan dolayı 28 yıl hapis talep edildiğini düşündükçe gerçekten öfkeleniyorum. Bu adil değil." Hebun şimdi kefaletle dışarıda ve öngörülen ceza yedi yıla indi.
Hebun, son birkaç yıldır çocukların yetişkinler gibi yargılanmasına ve hatta gösterilere katılmaktan ötürü "terörist örgüt adına suç işlemek"le suçlanabilmelerine olanak tanıyan terörle mücadele yasaları gereğince gözaltına alınıp tutuklanan -ve bazıları daha 13'ünde olan- yüzlerce çocuktan sadece biri. Eleştirmenler ve insan hakları savunucuları değişikliğe uğrayan terörle mücadele yasalarının yanlışlarla dolu olduğunu ve çocukların gözaltına alınmasıyla ilgili uluslararası sözleşmeleri ihlal ettiğini söylüyorlar.
New York merkezli İnsan Hakları İzleme Örgütünün Türkiye'deki araştırmacısı Emma Sinclair-Webb şöyle diyor: "Suç ile ceza arasında orantısızlık var. Bu çocukların taş atmalarının veya mülke zarar vermelerinin terör suçu olarak görülmesi bir sorundur. Sizi bir çocuk olarak görmeyen bir yargı sistemine maruzsunuz."
--1500'ü Aşkın Çocuk Hakkında Terörle Mücadele Yasası Kapsamında Kovuşturma Açıldı--
Türkiye AB'ye üye olma çabaları kapsamında ceza yasasını Avrupa ve uluslararası standartlara daha uygun olacak biçimde yeniledi. Ancak gözlemcilere göre Türkiye, terörle mücadele yasasında, 15 ila 18 yaşlarındaki çocukların -suçlarının terör suçu içerdiğine hükmedilmesi halinde- yetişkinler gibi yargılanmalarını mümkün kılacak bir değişiklik yaparak geri adım attı.
Aynı yıl Yargıtay, PKK'nın desteklediği gösterilerde yer alan çocukların, örgüt adına faaliyette bulunmak ve örgüte yardım etmek suçlarından yargılanabileceklerine hükmetti.
Türk yetkililere göre terörle mücadele yasası kapsamında 1572 çocuk hakkında kovuşturma açıldı ve bunlardan 174'ü 2006 ve 2007 yıllarında mahkûm edildi. O zamandan beri çocuklar hakkında yüzlerce davanın duruşması görüldü.
Hapsedilen birçok çocuğu müdafaa eden Diyarbakırlı avukat Tahir Elçi şöyle diyor: "Mahkemenin kararı, hukukun üstünlüğü ve bireysel özgürlükler açısından çok tehlikeli. Yüksek mahkemenin kararına göre savcıların birinin PKK adına suç işlediğini iddia etmek için delile ihtiyacı yok. Bir gösteriye katılmak yeterli bir delil olarak görülüyor. Bu çocukların taş atmış olabileceğini kabul ediyoruz, ancak bunu PKK adına yapmadılar. Onlar daha çocuk."
--Türkiye'nin Politikası BM ve AB'yle Çelişiyor--
1989 tarihli BM Çocuk Hakları Sözleşmesi özellikle çocukların gözaltı ve hapsedilmeleri hususunu ele alıyor. Türkiye'nin de imzaladığı sözleşmeye göre "Bir çocuğun gözaltına alınması veya tutuklanması -sözleşme- yasalarına uygun olmalıdır; bunlara sadece son çare olarak başvurulmalı ve süre mümkün olduğunca kısa tutulmalıdır.
Ankara'daki bir AB yetkilisi çocukların gözaltına alınması ve hapsedilmesinin "kaygılara" yol açtığını söyledi.
Konunun hassasiyetinden ötürü adının açıklanmasını istemeyen söz konusu yetkili şunları söyledi: "Onlar çocuk olarak yargılanmadılar ve bu, uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Onlar teröristmiş gibi yargılanıyorlar ve ne yapmış olduklarının farkında bile değiller."
Brüksel daha önce Türkiye'nin çocuk yargı sisteminde gördüğü eksiklikler hakkında endişesini dile getirmişti. Türkiye'nin üye adayı bir ülke olarak kaydettiği gelişmeyle ilgili geçen sonbaharda yayımlanan bir AB raporunda şöyle denildi: "Çocuk yargı sisteminde bir ölçüde gelişme kaydedilmiş olsa da, çocuk mahkemelerinin sayısı hâlâ yetersiz ve bu mahkemelerde sosyal hizmet görevlilerinin sayısı hem az, hem de yükleri ağır."
Örneğin Adana'da çocuk yargı hizmetlerindeki yetersizlik, çocuk mahkemesinde yargılanması gereken 15 yaş altındaki çocukların duruşmalarının yetişkinler mahkemesinde görülmesine yol açtı.
--Cezaevi PKK'ya 'Yatkınlık' Uyandırabiliyor--
Türk savcılar protesto gösterilerinde tutuklanan çocuklara verilen ağır cezaları savunuyor ve bunun PKK'nın Kürt gençleri devlete karşı örgütlendirme girişimine bir yanıt olduğunu söylüyorlar.
Ancak İnsan Hakları İzleme Örgütü'nden Sinclair-Webb çocukları cezaevine göndermenin ters tepki yaratabileceğini belirtiyor ve "Bu çocuklar için çok zorlu bir süreç. Psikolojik olarak da çok yaralayıcı. Eğlenmek için taş atan bir çocukken hapse girerseniz dışarı tam bir militan olarak çıkabilirsiniz. İnsanların kalbini kazanmanın, PKK'ya katılımı engellemenin yolu bu değil." diyor.
Bir protesto gösterisine katılmasının ardından 13 aylığına cezaevine konan ve şu an şartlı tahliyeyle dışarıda olan bir genç, cezaevi deneyiminin kendisini "değiştirdiğini" söylüyor.
İsminin açıklanmasını istemeyen ve suçlu bulunduğu takdirde yedi yıl mahkum edilebilecek genç sözlerini şöyle sürdürüyor: "Bazı şeylerin daha çok farkına vardım. Cezaevinde kendim hakkında, Kürtler hakkında öğrendiklerim adeta bir uyanış gibiydi."
AZERBAYCAN BASINI
ÜÇ NOKTA: "ORTAKLIK KOMİTESİ, TÜRKİYE'NİN TAM ÜYELİĞİNİ DESTEKLİYOR"
BAKÜ, 21/05(BYE)--- Tirajı günde 2.500 olan iktidar eğilimli Üç Nokta gazetesinin 21 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Cihan Haber Ajansı'nın yaptığı habere göre, Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin AB ile müzakerelerde asıl hedefinin tam üyelik olduğunu bildirdi.
Bu arada Türkiye-AB Ortaklık Komitesinin düzenlediği bir toplantıda, Türkiye'nin üyeliği konusuna AB'den destek geldi. Bu, Avrupa'da ilginç karşılandı. Alman yayın kuruluşu Deutsche Welle, AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn'in, Türkiye ile müzakerelerin hedefinin tam üyelik olduğunu ve bu yöndeki müzakerelerin devam edeceğini söylediğini yazdı.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Almanya Başbakanı Angela Merkel, geçen hafta Berlin'de katıldıkları bir toplantıda, Türkiye'nin tam üyeliğine karşı çıkmış ve imtiyazlı ortaklık teklif etmişlerdi. Deutsche Welle'de çıkan haberde, temmuzda AB Dönem Başkanlığı görevini devralacak İsveç'in de Türkiye'nin tam üyeliğinden yana olduğu ifade edildi. İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, Türkiye'yi desteklediğini vurgulayarak, bu yılın en önemli olayının, Kıbrıs barış müzakereleri olacağını ima etti.
YENİ MÜSAVAT: "GABİL HÜSEYİNLİ: ERDOĞAN, OLUŞAN BOŞLUĞU DOLDURMAKLA MEŞGUL"
BAKÜ, 22/05(BYE)--- Tirajı günde 11.000 olan muhalefet yanlısı Yeni Müsavat gazetesinin 22 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Elşat Memmedli imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Polonya ve Rusya ziyaretinden sonra Ermenistan'a sert çıkarak, kararlı bir şekilde sınırların açılmayacağını ve gerekirse Türkiye'de yasa dışı çalışan 40 bin Ermeni'yi geri gönderebileceklerini söyledi.
İşin ilginç yanı, bir süre önceye kadar Türkiye iktidarından, sınırların açılması konusuyla ilgili açıklama talep edildiğinde herkes konuşurken, Erdoğan susuyordu. Şimdi ise bu konuda Erdoğan'dan çok konuşan yok. Tabii ki, yalanlayıcı ifade ve açıklamalarla. Acaba Erdoğan'ın 180 derece değişmesinin nedeni ne?
Bunun birkaç nedeni olduğunu söyleyen Müsavat Partisi Genel Başkan Yardımcısı, siyaset bilimci Gabil Hüseyinli bu nedenleri şöyle açıkladı: "Birinci neden, Türkiye ile Ermenistan arasında imzalanan 'yol haritası'nın detayları ortaya çıktıktan sonra Ermenilerin anormal bir tavır sergilemesi. Belge imzalandıktan birgün sonra, sözde soykırımın araştırılması amacıyla uluslararası uzmanlardan oluşan ortak komisyonun oluşturulmasına karşı olduklarını söylediler. Sonra Kars Antlaşması'nın 'yol haritası'nda olmadığını iddia ettiler. Aynı zamanda Türkiye'ye, Karabağ konusuna, genel olarak bölgedeki süreçlere karışmama ve sınırları kayıtsız şartsız açma çağrısında bulundular. Tüm bunlar, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin kurulmamasına ve Türkiye'nin imajına zarar vermeye yönelikti. Türkiye ile Ermenistan arasında iki kez gizli müzakere süreci gerçekleşti. Birincisi 2000 yılında San Francisco'da başladı, iki yıl sürdü ve hiçbir sonuca ulaşılmadı. İkincisi ise 3 yıl önce İsviçre'de başladı. Söz konusu müzakerelerin başarılı bir şekilde sonuçlanmak üzere olduğunu iddia ediyorlardı. Bu, yeteri kadar inandırıcı görünüyordu. Bu nedenle Türkiye iktidarı susuyordu. Ancak, müzakerelerin sona erdiği bir dönemde Ermenistan tarafı, tekzipler vermeye başladı. Böylece hiçbir konuda sadık olmadıklarını göstermiş oldu. Ardından, Türkiye'nin Karabağ konusuna karışma hakkı olmadığını bildirdiler. Bu, Türkiye'ye yapılan en büyük kötülüktü. Söz konusu talimatlar Moskova'dan geliyordu ve Türkiye'nin dış politikasına, Ermenistan'la yapılan müzakerelere zarar vermek demekti. Türkiye iktidarı, bunu cevapsız bırakamazdı.
Erdoğan'ın sertleşmesinin diğer nedeni ise ABD ve AB'nin tutumuyla ilgili. Türkiye-Ermenistan yakınlaşmasında ABD'nin de tavsiyeleri vardı. Türkiye, ABD'nin eleştirilerine yakın bir tutum sergiliyordu. Ancak, bunun sonucu şöyle oldu; Barack Obama, 24 Nisanda Ermenice neredeyse 'soykırım' anlamına gelen bir ifade kullandı. AB'ye gelince ise söz konusu olaylar sırasında Fransa ve Almanya, Türkiye'nin AB üyesi olmayacağını, ancak imtiyazlı ortaklık verilebileciğini bildirdi. Türkiye-Ermenistan sınırının açılması konusu ile başlayan bu olaylar, Ankara'nın dış politikasında hoş olmayan durum oluşturdu. Ayrıca Erdoğan'ın değişmesinde, iç faktörlerin de rolü oldu. Çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Ermeni konusuna yönelik politikası, halkın milliyetçi kesiminde olumlu karşılanmıyordu. Ermenistan'la ilişki kurulmasına yönelik sürecin perspektifsizliği anlaşıldığında ise Erdoğan, sert tutum sergileyerek, bu süre zarfında oluşan boşlukları doldurmaya çalışıyor."
Ümit Partisi Genel Başkanı Milletvekili İgbal Ağazade ise Erdoğan'ın farklı tutum sergilemesinin, Adalet ve Kalkınma Partisinin politikasının değişmesi olarak görülmemesi gerektiğini ifade ederek şunları söyledi: "Sınırların açılması konusundan bahsedildiğinde, bunun, Türkiye'nin veya Azerbaycan'ın tutumundan dolayı değil, AB'nin ve Batı'nın bölgedeki süreçlere farklı yaklaşımından dolayı gerçekleşmeyebileceğini söylemiştim. Bu süreçte iç kamuoyu ve muhalefet, Erdoğan'ın üzerine fazla gitti ve bazı güçler bundan büyük avantajlar sağladılar. Sonuç olarak Erdoğan, sınırlar açılmadığında kaybettiği avantajları geri kazanmak istiyor. Şu anda sınırların açılması konusunda ortada herhangi bir süreç yok. Bu sürecin uzun süreliğine dondurulduğunu Erdoğan da biliyor. Bu nedenle şimdi üzerine gidenlere cevap vermek istiyor. Dikkat edin, rakiplerine 'Şimdi neden susuyorsunuz? Biz halka yönelik politika yürütüyoruz. Bugüne kadar farklı politika yürütmedik.' diyor. Bu, iç kamuoyuna yönelik. Ancak, bölgede yeni siyasi gelişmeler olması hâlinde, sınırların açılması konusunun yeniden gündeme geleceğini ve Erdoğan'ın, bugünkü tutumundan vazgeçerek, eski tutumuna döneceğini zannetmiyorum."
Bu arada AGİT Minsk Grubu'nun Fransız Eş Başkanı Bernar Fasie de, Türkiye'nin Karabağ konusuna karışmaması gerektiği şeklinde saçma bir açıklamada bulundu. Öyle görünüyor ki, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin kurulması perspektifi artık sıfır. Bu yüzden Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı, konuları analiz ederek, en azından bu süre zarfında zarara uğrayan imajını düzeltmeye çalışıyor.
Fasie'nin malum açıklamasında dikkati çeken bir diğer husus, Fransız Eş Başkanın, bir kez daha Ermeni yanlısı tutum sergilemesi. Türkiye, bölgenin en güçlü devleti olarak bölgedeki süreçlerin dışında kalamaz. Ancak, öyle görünüyor ki, Türkiye'nin, sorunu adil bir şekilde çözümlemekten yana olması, birilerinin işine gelmiyor.
Çok ilginç, acaba Erdoğan'ın açıklamalarından sonra Fasie'nin böyle bir açıklamada bulunması, neyin göstergesi olabilir? İgbal Ağazade'ye göre, bu, AB tarafından Türkiye'ye, "Ermenistan'la ilişki kurulması konusunda Dağlık Karabağ şartı olmamalı" mesajı verilmesiyle ilgili: "Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin kurulmasına yönelik şartlar arasında Dağlık Karabağ konusu yoktu. Bugün, 'Karabağ boşaltılmadan sınırlar açılmayacak' diyenler, bizim, sınırların aslında neden açılmadığını bilmediğimizi zannetmesinler. Sınırların açılması konusunda Azerbaycan'ın önemli olmadığını biliyoruz. Şimdi AB de Erdoğan'ın, Karabağ konusunu öne çekerek durumdan kurtulmaya çalıştığını anlıyor ve bir nevi Adalet ve Kalkınma Partisine hatırlatma yapıyor."
ÜÇ NOKTA: "KIBRIS RUM KESİMİ, TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNİ DESTEKLİYOR"
BAKÛ, 27/05(BYE)--- Tirajı günde 2.500 olan iktidar eğilimli Üç Nokta gazetesinin 27 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Novosti Armenia Ajansının yaptığı habere göre, Kıbrıs Rum kesimi Başkanlık Komiseri Yorgo Yakovu, Atina'da düzenlenen bir konferansta, Rum kesiminin, Türkiye'nin AB üyeliğini desteklediğini söyleyerek, "Rum kesimi, Avrupalılaşmasını ümit ederek, Türkiye'nin Avrupa perspektifini destekliyor." ifadesini kullandı.
Türkiye'nin AB üyeliğine yönelik müzakerelere 2005 yılında başlandı.
Yakovu'nun açıklamasına göre, şu anda bölünmüş adanın sorununun çözülmesi Türkiye'ye bağlı: "Top Türkiye'de. Rum kesimi, müzakere masasını terk etmeyecek."
RUSYA BASINI
RİA NOVOSTİ: "TÜRKİYE DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU: TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİ SÜRECİNDEN GERİ DÖNÜŞ YOK"
MOSKOVA, 21/05(BYE)--- RİA Novosti haber ajansının 20 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ülkesinin AB üyeliğine karşı tutum alan bazı Avrupa ülkelerinin liderlerini eleştirdi.
Türk medyası, Bakanın şu sözlerine yer verdi: "AB üyeliği ile ilgili müzakereler sürecinden geri dönüş yok. Bu tek taraflı bir ilerlemedir ve bundan geri dönüş veya sağa sola sapmak asla mümkün değildir." Davutoğlu'nun konuşması, Türkiye'nin AB'ye üyeliğini desteklemeyen Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin açıklamalarına cevap olarak yapıldı. Merkel, Türkiye'ye AB üyeliği yerine ayrıcalıklı ortak statüsü teklifinde bulundu, Sarkozy ise AB'nin Ankara'ya artık boş vaatlerde bulunmaması ve Türkiye ile ortak ekonomik ve kültürel alan kurması gerektiğini söyledi. Sarkozy daha önce de Türkiye'nin üyeliğine karşı olduğunu ifade ederek, Ankara'ya Akdeniz bölgesinin ülkelerini birleştiren Akdeniz Birliğine katılmayı teklif etmişti. Türk yetkililer ise imtiyazlı ortaklık ve Akdeniz Birliğine üyelik olasılığını AB'ye tam üyeliğe bir alternatif olarak kabul etmediklerini defalarca açıkladılar.
Davutoğlu, AB'yi, Ankara'ya verdiği vaatleri yerine getirmesi ve görüşmeler sürecinin dış politikaya alet edilmemesi çağrısında bulunarak, Türkiye'nin AB'ye üyeliği ile ilgili görüşmelerin sadece teknik bir süreçten ibaret olmadığını vurguladı. Dışişleri Bakanı, "AB'ye stratejik hedef gözüyle bakıyoruz, siyasi reformlara paralel olarak gerçekleşecek bütünleşme ise bizim için stratejik önem taşımaktadır." dedi.
Türkiye'nin AB üyeliği ile ilgili görüşmeler 2005 yılında başladı. Uzmanlar, Türkiye'nin, 10-15 yıl içinde AB'ye tam üye olabileceğini tahmin ediyor.