2009-03-05 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

Son Güncelleme: 21 Mayıs 2009

2009-03-05 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

 

ALMANYA BASINI

FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "AB-REFERANDUMLARIYLA İLGİLİ KAVGA"

BERLİN, 02/03(BYE)--- Tirajı günde 366 bin 478 olan muhafazakâr eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 2 Mart 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan DPA kaynaklı haberin çevirisi şöyledir:

CDU ve CSU, Avrupa Parlamentosu seçimlerine üç ay kala önemli AB meselelerinde halk oylaması yapılıp yapılmaması gerektiğini tartışıyorlar. CSU Genel Sekreteri Alexander Dobrindt, Der Tagesspiegel'e dün verdiği bir mülakatta, halk oylaması yapılması yönündeki taleplerine gerekçe olarak "insanların, örneğin Avrupa'nın siyasi veya coğrafi açıdan nereye doğru gittiği gibi önemli siyasi kararlar üzerinde daha fazla etkileyici olmalarının şart oluşunu" öne sürdü. Buna karşın, CDU Genel Sekreteri Ronald Pofalla, Neue Osnabrücker Zeitung'a verdiği demeçte, Türkiye'nin AB üyeliğinin halk oylamasına tabi tutulması talebini gereksiz bulduklarını; zira, Birlik Partilerinin zaten Türkiye'nin üyeliğine karşı olduklarını ve CDU'nun federal düzeyde halk referandumları yapılmasını reddettiğini açıkladı.

KÖLNER STADT-ANZEIGER: "TÜRKİYE'NİN REFORM SÜRECİ HEMEN HEMEN ÖLÜ"

ANKARA, 03/03(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Kölner Stadt-Anzeiger gazetesinin 2 Mart 2009 tarihli internet sayfasında, Doğan Michael Ulusoy imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan mülakatın çevirisi şöyledir:

--Hessen Barış ve İhtilaf Araştırmaları Vakfından Türk-Alman Siyaset Bilimcisi Cemal Karakaş, Kemalist Muhalefetle Günden Güne Sertleşen Çatışmalar Nedeniyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın AB Reform Sürecinin Hemen Hemen Durma Noktasına Geldiğini Belirtiyor--

ULUSOY: Sayın Karakaş, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın geçen yılların reform azminden neredeyse eser yok. Bu yanıltıcı bir izlenim mi?

KARAKAŞ: Hayır, AB reform azmi gerçekten de tehlikede. Erdoğan'lı ilk yılların coşkusuyla kıyaslandığında hatta deyim yerindeyse hemen hemen ölü. Bunun nedeni, ülkedeki Kemalist muhalefetin Erdoğan'ın üzerine daha önce hiç olmadığı kadar sert yüklenmesidir. Ordu ve CHP, AB sürecinin devam etmesinden birçok nedenle çekiniyor. Onlar açısından Kürt azınlık haklarının daha fazla genişletilmesi, işi özerklik talebiyle sınırlı bırakmayıp kendi federasyon isteğine vardıran milliyetçi Kürt hareketinin güçlenmesi sonucunu doğurur. Buna izin verilmemeli. Ayrıca Kemalistlerde, toplumsal liberalleşme sürecinin devamında devletin İslamcılar ve radikal uzantılarıyla içli dışlı olması endişesi var. Böyle bir yakınlaşma, söz konusu bu grupların siyasal meşruiyet kazanması ve onların kökten dinci karakterine demokrasi gereği artık karşı çıkılamaması sonucunu doğurabilir. Bunun bir adım ötesindeyse Türkiye'nin dinî ve etnik fay hatlarıyla bölünmesinden korkuluyor ki bu da Kemalistlerin uykularını kaçırıyor.

ULUSOY: Fakat artık ülkenin liberalleşmesinin önüne geçilemez. Hükûmeti devirme amacıyla darbe planları yaptığı gerekçesiyle Ergenekon komplocularının üzerine devasa bir dava süreciyle gidiliyor olması büyük bir toplumsal ilerleme değil midir? Düzinelerce asker tutuklandı. Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye'de ordu unsurları üzerine bu denli sertlikle gidilmesi düşünülebilir miydi?

KARAKAŞ: Bu doğru. Fakat "Ergenekon" gerçekten nedir, kimdir? İtalya'daki mafya örneğini hatırlayalım: İplerin kimin elinde olduğu ve işlerin tek tek nasıl yürüdüğü, nasıl organize edildiği gerçekten tamamen muamma. Devletle yeraltından mücadele eden birtakım nüfuz sahibi sözcü ve destekçilerin varlığı biliniyor. Bunlar şiddet uygulamaktan da çekinmeyen kimseler. Bunların kollarının yargı ve devlet erkinin içlerine ne kadar uzandığına dair kanıt bulmak çok zor. Gri bir hareket alanında ilerleyebiliyoruz ancak.

ULUSOY: Şu noktada, ünlü "derin devlet"ten mi söz ediyoruz?

KARAKAŞ: Evet, sözüm ona "derin devlet" eski askerî liderlerden, bir kısım medyadan ve yargının yanı sıra siyasilerden oluşan bir konglomerat (bir ticaret kuruluşu şekli). Gerçi bu kişiler kendilerini Atatürk'e sadık kimseler olarak tanımlıyor. Fakat gerçekte bunlar, modern Türkiye'nin kurucusunun hiç olmadığı kadar radikal ve milliyetçi kimseler. Kanımca bunlar Kemalist olmayıp Atatürk ve onun devlet ve toplum ideallerine layık olamayan kişiler.

ULUSOY: Peki bu "derin devlete" karşı savaşın kazanılması mümkün müdür?

KARAKAŞ: Bu, çok zor. Çünkü söz konusu bu kimselerin kaybedecekleri çok şey var. Karşımızdaki adeta bir Hydra (yedi başlı ejderha): Kesilen bir başın ardından iki yeni baş türüyor. Sanırım İtalya da mafyaya karşı verdiği savaşı hiçbir zaman kazanamayacak.

ULUSOY: Diğer bir konuya geçelim. Erdoğan son olarak İsrail karşıtı vurgulu söylemiyle adından söz ettirmişti ki bunu da Türkiye ve İsrail'in yıllardan beri siyasi ve askerî alanlarda sıkı iş birliği içinde olmasına rağmen yaptı. Başbakanın buradaki amacı ne?

KARAKAŞ: Davos'taki moderatörün birkaç kez sözünü kesmesi Erdoğan'ın çok işine yaradı. Öfke patlaması hesaplıydı. Çünkü böylelikle Türkiye'ye böyle davranılamayacağını bildirebilecekti. Önümüzdeki seçimlerde milliyetçi eğilimli seçmenlerin oyunu kazanmış sayılır. Erdoğan, milliyetçi MHP'nin suyunu kesmek istiyor. Ayrıca İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın konuşma süreleri arasında kıyaslama yapıldığında, Erdoğan'ın sadece birkaç dakika daha az konuşabildiği görülüyor; yani boşu boşuna koparılan bir yaygara.

ULUSOY: İnsan yine soramadan edemiyor, bir devlet adamı kendini nasıl bu kadar kaybedebilir?

KARAKAŞ: Önemli bir neden daha ekleniyor burada. Erdoğan incinmişti. Türkiye'yi ve her şeyden evvel kendisini İsrail ile Hamas arasında dürüst bir arabulucu olarak görmüştü. Ancak sorun şu: İsrail Erdoğan'ın arabuluculuk çabalarından memnuniyetini gizlemiş olsa da ona resmen böyle bir işlevi yüklemiş olmamasıydı. Erdoğan, bazı anlaşmalarda Türkiye'nin devre dışı bırakılmasını ve Peres tarafından Hamas ile İsrail arasındaki barış müzakerelerinin son gelişmeleri hakkında bilgilendirilmemesini kendisine kabalık olarak algılayıp hoşnutsuzluğunu alenen Davos'ta ortaya döktü.

ULUSOY: Türkiye, Orta Doğu sorunlarının daima dışında kalırdı. Niçin şimdi dâhil olmak istiyor?

KARAKAŞ: Bunun ardında siyaset bilimci Ahmet Davutoğlu'nun ortaya koyduğu "Stratejik Derinlik" adlı AK Parti hükûmetinin dış politika doktrini yer alıyor. Doktrin, Türkiye'nin doğrudan doğruya kendisini ilgilendirmeyen Orta Doğu meselelerinde -bugüne kadar olduğu gibi- kenarda kalmayı değil, aksine çıkar politikalarının takipçisi ve bölgesel hegemon (ÇN: hegemonik iktidarın tatbik edicisi) olarak ortaya çıkmasını öngörüyor, ayrıca Türkiye'nin -soğuk savaş döneminde olduğu gibi- Doğu ile Batı, daha doğrusu Avrupa ve Asya arasında, set oluşturma yerine köprü işlevi üstlenilmesini içeriyor. Türk Anayasası'na göre İslami bir ülke olmamasına karşın Müslüman bir ülke olan Türkiye, aynı zamanda İsrail ile dost. Üstelik Türkiye'nin Filistin sorununda arabuluculuk yapma arzusu ABD tarafından da destekleniyor.

ULUSOY: O hâlde Erdoğan'ın Davos'taki öfke patlaması sonuçta yine ters tepti.

KARAKAŞ: Dış politikaya ilişkin yeni doktrin mantığına göre öyle değil. Dürüst bir arabulucu olarak sahne alabilmesi için Türkiye -AK Partiye göre öyle-, önceki yılların İsrail yanlısı tutumunu epeyce daraltmak zorunda. 1996 yılından itibaren İsrail ile Türkiye arasında başlayan stratejik ittifaka İslam dünyasında -özellikle Suriye, İran ve Irak'ta- her zaman şüpheyle yaklaşılmıştır. Şimdiyse AK Parti kendisine yeni bir hareket alanı oluşturmak istiyor.

ULUSOY: Bu yeni siyasi hamleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

KARAKAŞ: Türkiye'nin dış politikadaki yeni felsefesini çok sorunlu buluyorum. Sorun, Türkiye'nin tarihinden kaynaklı Orta Doğu ve Kafkaslarda arabuluculuk yapması için gerçekten uygun olup olmadığıdır. Ülkeyi Batı yanlısı bir rotada tutmasını ve AB üyelik müzakerelerini ilerletmesini daha çok önemsiyorum. Ancak gerçek demokratik bir Türkiye, demokrasi ve barış ihracıyla inandırıcı olabilir.

 

AVUSTURYA BASINI

DER STANDARD: "AB'DE TÜRK KADINLARI İŞ PİYASASINDAN ÇOK UZAKTA"

VİYANA, 04/03(BYE)--- Tirajı günde 76 bin olan sol eğilimli Der Standard gazetesinin 4 Mart 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Başka hiçbir grup iş piyasasından bu kadar uzak değil. AB sınırları içinde Türk kadınlarının yalnızca yüzde 30'u çalışıyor. Bu toplam çalışan kadın oranının yarısı oluyor. Gerçi AB Komisyonunun geçen sonbaharda yaptığı bir araştırma sonucunda, kadınlarla erkeklerin çalışma oranları arasındaki farkın, yurt içinde yurt dışında doğanlar arasındaki farktan daha büyük olduğu ortaya çıktı, ama Türk kadınlarında doğduğu ülke de oldukça belirgin bir rol oynuyor.
Eğitim alanında kadın erkek arasındaki farklılık Türklerde daha gençlik yıllarında kendini gösteriyor. Bu farkın son yıllarda giderek arttığı görülüyor. 1995'te, 15-24 yaşındaki Türk kadınlarının yüzde 30,5'inin okula gitmesine karşın, 2001 yılında bu oran yüzde 21,8'e düştü. Kadınların geri kalan kısmı evde oturduğundan neredeyse "görünmez oluyor". Genç kızların iş alanında genelde daha kötü durumda olmasının pek vasıflı olamamalarından kaynaklandığı söylenebilir. Bazı Türk kızları evden ayrılmak zorunda kalmaları söz konusu olduğundan çıraklık eğitimi alamıyorlar.
Ancak bu Türk kadınlarının diğer göçmen gruplar ile karşılaştırıldıklarında neden meslek alanında yükselemediklerini açıklamaya yetmiyor. Eğitimleri mi yetersiz? Ekonomi uzmanı Gudrun Biffl, "Hayır" diyor, "Gerçi Avusturya'da yaşayan Türk kadınlarının eğitim oranının giderek azaldığı doğru, ama bunun asıl nedeni, Türk kızlarının çoğunun aile birleşimi sonucu Avusturya'ya getirilmeleri. Böylece Türk göçmen kadınların ilk kuşağı devamlı yenileniyor. İkinci kuşak ise çok farklı bir tutum sergiliyor."
Biffl, baştan beri Avusturya'da okula gitmiş olan kadınların eğitiminin daha iyi olduğunu belirtiyor ve "Bunlar daha geç evlenip, daha geç çocuk sahibi oluyor." diyor. Biffl Türk kadınlarının "toplumsal alanlara" dâhil edilmesi için çağrıda bulunuyor ve kadınların kendi dört duvarları arasında eğitim açığını kapatabilmelerinin çok güç olduğuna işaret ediyor.
Buna rağmen tıpkı Avusturyalılarda olduğu gibi, okulda Türk kızları Türk erkeklerinden daha başarılı. Ancak Avusturya üniversitelerinde okuyan kız öğrencileri ikinci kuşaktan yükselmeyi başaran kız öğrencilerle karıştırmamak gerekiyor. Biffl, "Bunlar genellikle Türkiye'den gelen kız öğrenciler. Burada üniversitede başörtüsü takabildikleri için Viyana'da okuyorlar." diyor.

 

İNGİLTERE BASINI

THE DAILY TELEGRAPH: "AB İÇİN GENİŞLEME MESELESİ: DAHA BÜYÜK, NEDEN DAHA İYİ OLABİLİR?"

ANKARA, 03/03(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Daily Telegraph gazetesinin 2 Mart 2009 tarihli internet sayfasında, Avrupa Bakanı Caroline Flint imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:

Beş yıl önce Avrupa Birliği bir gecede genişledi. 1 Mayıs 2004'te 10 yeni üyenin kabulü, İngiltere'ye Polonyalı tesisatçı olgusunu getirdi ve Belarus, Ukrayna ve Karadeniz sınırlarıyla dünyanın en büyük entegre ekonomik bölgesini oluşturdu.
Her iki renkten İngiliz hükûmetleri AB genişlemesinin güçlü destekçisiydiler zira siyasi gruplar tarafından, genişlemenin hem mevcut AB üyesi ülkeler hem de AB adayı ülkelerin halklarının yararına olduğu anlaşılmıştı.
Geçen hafta Daily Telegraph'ta AB üyesi devletlerin, İngiltere'deki Lindsey Petrol Rafinerisindeki son tartışmaları ve işçilerin serbest dolaşımıyla ilgili tartışmayı, genişlemeyi askıya almak için kullanmayı istediğine dair bir haber yer aldı. Dün AB Dışişleri Bakanları Toplantısı'nda Karadağ'ın başvurusu bağlamında ilerlemenin yeni aşamasına ilişkin bir tartışma olduğu doğru.
AB üyelerinin tamamının defalarca, Balkanların batısının geleceğinin AB'de olduğunu söyledikleri ve bu konuda hemfikir oldukları bir gerçektir. 1990'lardaki çatışmayla paramparça olan bölgede, barış, demokrasi ve ekonomik büyümeyi destekleyebilmemizin en iyi yolunun, üyelik ihtimali olduğu hususunda hemfikiriz. Dün toplantıda İngiltere hükûmetinin genişlemenin beklemeye alınması gerektiğine inanmadığı ancak sürecin ivmesini devam ettirirken aynı zamanda ülkelerin ancak hazır olduğunda üye olabilmesi konusunda ihtimam göstermemiz gerektiğine açıklık getirdim.
AB'ye katılım parkta yürümek değildir, olmamalıdır da. Aslında İngiltere 1973'teki üyeliğinden önce iki defa reddedilmiştir. AB'nin 1973'ten bu yana evrimleştiği ortada. Bugün AB'nin büyük gücü, aday ülkelerin üyeliğin cazibesinin gerektirdiği ve üyelikle sabitlenen refomları gerçekleştirmesini sağlayacak bir maniveladır.
Hırvatistan, Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya ve Türkiye gibi aday ülkelerin üyelik ihtimali onlar için fırsatlar ve bizim için avantajlar yaratmaktadır. Üye devletler kendi farklı kültürleriyle gurur duymakta ancak ortak değerleri paylaşmakta ve yüksek standartlar koymaktadır. Yani, bu standartların ve değerlerin AB'nin hâlihazırdaki sınırlarının ötesine geçtiğini görmek çıkarımızadır. Örneğin: İngiltere, güvenlik konusunda şüpheli suçluların üye devletler arasında transferini kolaylaştırmak için AB Tutuklama Emri'nin yürürlüğe konmasını desteklemektedir. Ulusal sınırların ötesinde suç artarken, hepimiz için bu daha iyi olacaktır.
Balkanlar'daki organize suçlar, eroin ve fuhşu İngiltere sokaklarına getirmektedir dolayısıyla polislerinin, savcılarının ve mahkemelerinin, kaçakçılık ağlarının çökertilmesinde bizimle çalışmalarını sağlamak için genişleme manivelasını kullanmak anlamlıdır.
Avrupa çapında İngiltere dâhil AB vatandaşlarının diğer üye devletlerdeki iş haklarına ilişkin gösterileri ve tartışmaları göz ardı etmek tabii ki yanlış olur. Ancak tartışmanın başka bir tarafı da var. 2004'den bu yana Ortak Pazara 100 binden fazla yeni tüketici katıldı. Bu da örneğin, İngiltere'nin Doğu Avrupa'daki yeni sekiz üye ülkeye yaptığı ihracatta önceki on yıla oranla yüzde 150'lik bir artışa neden oldu.
Genişleme sürecinin uzun olduğu ve bize ülkelerin katılımlarından önce hazır olmalarını sağlayacak araçlar sağladığında net olabiliriz. AB, Türkiye'nin katılım arzusunu ilk olarak 1963'te tanıdı. Hırvatistan ile müzakereler şimdiden 4. yılında. Bulgaristan ve Romanya'dan işçilere kontroller uyguluyoruz ve o aşamaya geldiğimizde diğer yeni üye devletler için de ihtiyaç duyduğumuz kontrolleri uygulayabileceğiz.
İngiltere genişleme için sabit bir takvimi desteklemiyor. Müzakerelerin gidişatı reformların gidişatına bağlı olmalıdır. Ancak mevcut ekonomik atmosfere popülist bir cevap olarak prensipte genişlemeden de vazgeçmeyeceğiz. AB'nin ileri ve dışarı hareket ihtiyacını savunmayı sürdüreceğiz. Başarılı genişlemeyle İngiltere, AB ve katılan ülkeler çok önemli faydalar sağlayacaktır.

 

KIBRIS RUM BASINI

SİMERİNİ: "TÜRKİYE'NİN AB'YE KATILIMI KIBRIS'TAN GEÇER"

LEFKOŞA, 27/02(BYE)--- Tirajı günde 17 bin olan fanatik sağ eğilimli, EOKA-B çizgisinde Simerini gazetesinin 27 Şubat 2009 tarihli sayısında, Sava Yakovidi imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Dimitris Hristofyas, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Türkiye'nin AB'ye katılımını desteklediğini yeniden vurguladı. Fakat bu desteğin "şartsız olmayacağını" da dile getirdi. En küçük şart olarak da, Ankara Protokolü'nden ve Birliğin 21 Eylül 2005 tarihindeki açıklamasından kaynaklanan, Ankara'nın AB'ye ve Kıbrıs'a karşı sorumlulukları üzerinde durdu.
Hristofyas, "Türkiye eğer, işgalci orduyu ve yerleşikleri, Kıbrıs'tan uzaklaştırmazsa AB üyesi olamaz" dedi. Yani, Kıbrıs sorununun çözümü tamamen Türkiye'nin elinde değil, önemli bir bölümü de Lefkoşa'nın elindedir.
İşgalci gücün değerlendirmesine göre, kimsenin cevap veremediği yıl sonunda şekillenecek kritik soru şudur: Dimitris Hristofyas, Türkiye'ye karşı veto kullanacak mı? Ve bunun ne gibi sonuçları olacak?
Tasos Papadopulos, vetonun küçük halklar için olmadığını savunuyordu. Biz, küçük halkların güçlülerin keyfiliklerine karşı çıkmaları için vetonun tek silah olduğunu düşünüyoruz.
Dimitris Hristofyas'ın, AB'ye ve Kıbrıs'a karşı üstlendiği sorumluluklara ve taahhütlere uymadığı takdirde, Lefkoşa'nın, Türkiye'nin AB'ye katılım sürecini durduracağı yönünde Türkiye'yi haberdar etmeyi arzuladığı açıktır. Bunu yapacak mı?
Eskiden Cumhurbaşkanı diğer liderler gibi veto kullanmanın amaca ulaşmak için bir araç olmadığını savunuyordu. O zaman amaç ne? İşlevsel, yaşayabilen ve karşılıklı benimsenmiş bir Kıbrıs sorunu çözümünü zorla kabul etmesi için Türkiye'yi korkutalım mı?
Cumhurbaşkanına, bildirisini nasıl hayata geçireceğini sunmak istiyoruz: İlk olarak, aralık ayına kadar, dostlukları geliştirmek, iş birlikleri yapmak ve ortaklarımızla güç birliğini güçlendirmek için sıkı çalışmaya çağrılıyor.
İkincisi, Türkiye'ye hizmet edilmesi için zemin hazırlayan bazılarının yeni çabalarını ateşlemeye çağrılıyor. İngilizler ve İsveçliler ve Uluslararası Kriz Grubu, görüşmelerin havasının bozulmaması için, Türkiye'nin aralık ayında değil daha sonra değerlendirilmesini öneriyorlar. Kısaca, bu "dost" görünen düşmanlar, Cumhurbaşkanının, Türkiye aleyhine değerlendirme yapabileceği silahını etkisizleştirmeye girişiyorlar.
Üçüncü bir unsur daha var: Kıbrıs Rum tarafının uzun zamandır var olan küçük politikası nedeniyle, katliamcı Türkiye bir kenara konuluyor. Zaman zaman Kıbrıs sorununa gönüllü hizmetleri talep edilen bir gözlemci olarak varsayılıyor. Fakat öngörülemez Erdoğan'ın Türkiye'si ilk olarak Kürt sorunu için endişelendiğinden ve artık büyük bir güç olduğu yönünde böbürlendiğinden bu sorunu önemsiz olarak varsayıyor.
29 Mart 2009 tarihindeki seçimlerden ve haziran ayındaki Avrupa seçimlerinden sonra, sonbahardan itibaren gelişmelerin ve baskıların gerginliği beklenilmelidir. Görüşmeler yavaş ilerliyor, yabancılar sabırsızlanıyor, Türkiye, Kıbrıs sorunu için taviz vermiyor, Avrupa normlarına uymuyor öte yandan tereddütsüz bir şekilde Ege'yi, Batı Trakya'yı ve Kıbrıs'ı rahatsız ediyor.
Dimitris Hristofyas şimdiden maliyetini ve çıkarını da hesaba katarak, her durumda nasıl tepki vereceğini ve faaliyet göstereceğini bilmek zorundadır.

 

YUNANİSTAN BASINI

ETHNOS: "TÜRKİYE-AVRUPA VE DEĞİŞİKLİKLER"

ATİNA, 26/02(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 26 Şubat 2009 tarihli sayısında, AB'nin PASOK Parlamenteri Marilena Kopa imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye ve yeni bölgesel rolüne ilişkin son gelişmeler, dış politikamızın temellerini yeniden gözden geçirmemizi gerekli kılıyor, çünkü 1990'lı yılların teorik bilgileri bugünkü gerçekleri yorumlayamıyor.
Birkaç yıl önce Erdoğan hükümeti için Avrupa sadece bir slogan değildi. Avrupa demokratik reformları yasallaştıran bir güç, AKP de değerler düzeyinde Kemalistlerden daha Batılı Hıristiyan-Demokratlara benzer bir İslam-Demokrat güçtü.
O günden bu güne durum kökten değişti. Reformların gerçekleşmesindeki büyük gecikmeler, Ankara'nın verdiği ancak yerine getirmediği vaatler, Avrupa'da Türkiye'yi istemeyenlerin lehine rol oynadı. AB Parlamentosunun ilk baştaki metninde "üyelik" kelimesinin yer almaması, uzun ve ucu açık bir yakınlaşmadan söz etmesi önemli bir nokta.
2007 yılının yaz aylarında Türkiye kritik bir aşamadaydı. Anayasa Mahkemesi, Erdoğan ve partisinin Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde çalışıp çalışmadığına dair karar almaya davet edildi. Erdoğan kazandı ancak bu, sadece "demokrasinin bir zaferi" olarak tek yönlü yorumlanmamalı. Gerek ordu gerekse hükümet bu dakikadan sonra aralarındaki sınırları yeniden belirlemeye yönelik görüşmelerde bulunuyor dersek, ortamı daha iyi yansıtmış oluruz. Hükümetin derin devlete darbesi sayılan Ergenekon konusu ordunun artık gelişmeleri yönetemediğini ortaya koydu. En kaygı verici senaryo ise askeri ve siyasi düzenin "yeniden oluşması" ve dış politikada hâkim dogmasının Türkiye'nin Avrupa üyesi olması yönünde değil de, Avrupa, Kafkasya ve Orta Doğu arasında "bölgesel bir güç" olarak ortaya çıkması yönünde olmasıdır.
Bu yöndeki değişikliğin bir belirtisi, -Erdoğan'ın Davos'taki kabadayılıklarına kadar- Türkiye'nin Orta Doğu'da arabulucu rolü. İran ve Azerbaycan'dan Avrupa'ya doğal gaz sevkiyatının en önemli kapısı olan Türkiye'nin enerji güvenliği alanındaki statüsü yükseldi. Aynı zamanda Türkiye İsrail-Suriye arasında en önemli temas kanalı durumunda, söylentilere göre Gaze'ye gönderilecek uluslararası güç de, Türk gücü olacak. Gürcistan krizi sırasında Türkiye Kafkasya'da büyük bir hareketlilik gösterdi, Karadeniz'de ana rolü kendisinin oynayacağı bir istikrar planı önerdi.
Türkiye'nin Avrupa vizyonu kesin olarak yıkılırsa, böyle bir gelişmenin Yunanistan aleyhindeki maliyeti çok büyük olacak. Bölgesel bir güç olarak Türkiye, bir demokratik müktesebat adına denetlenemeyecek. Avrupa ile yabancılaşmış bir Türkiye, "barış yönündeki hayallerin" sonu demektir. O zamanda tek alternatif büyük harcamalara neden olan bir stratejik korunma olacaktır.

PONTİKİ: "TÜRKİYE'YE BOYUN EĞDİLER"

ATİNA, 26/02(BYE)--- Tirajı haftada 14.714 olan Pontiki gazetesinin 26 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

AB Parlamentosu Genel Kurulu, Fransız Hristiyan- Demokrat AB parlamenteri Vatanen'in, AB-NATO işbirliği kalkınmasına yarattıkları sorunlar açısından Kıbrıs ve Türkiye'yi aynı kefeye koyan raporunu -sınırlı oy çokluğuyla da olsa- onaylayarak, siyahın nasıl beyaz yapabileceğini bir kez daha gösterdi.
AB parlamenterleri, Türk ordusunun uluslararası kuralları ve BM bildirilerini ihlal ederek 34 yıldır Kıbrıs'ın bir bölümünü işgal ettiği gerçeğine değinmeden, iki ülkeyi aynı kefeye koyarak, "Kıbrıs-Türk sorununun AB-NATO işbirliği kalkınmasında ciddi sorunlara neden olduğunu" kabul ettiler.
Hafızaları zayıf olan AB parlamenterleri, Türkiye'nin AB'ye tam üye olmadığını, dolayısıyla Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına (AGSP) katılma hakkı bulunmadığını bilmezden gelerek, raporda Kıbrıs'ı, "Türkiye'nin, Avrupa ve Atlantik-ötesi ittifak açısından sahip olduğu askeri ve stratejik öneme orantılı olarak, AGSP kalkınmasına katılmasını reddetmekle" suçladılar.
Hatta AB üyesi-ülke olarak Kıbrıs'tan, "NATO'da Barış Girişimi'ne katılımı konusundaki siyasi tezini yeniden incelemesini" talep ettiler. Türkiye için ise, "Kıbrıs'ın AGSP'nin görevlerine katılmasını kabul etmeyi reddettiğini" söylemekle yetindiler.

--Çabalar Boşa Gitti--

Yunanlı ve Kıbrıslı AB parlamenterleri konunun kurnazca başka yöne çekilmek istendiğini hemen "anladılar" ve girişimde bulunarak her şeyi yerli yerine oturttular. Ancak Genel Kurulun bu gerçek dışı bildiriyi oylamasına engel olamadılar.
AKEL AB parlamenteri Adamos Adamu, "NATO'nun AB'deki rolüne ilişkin rapor, Kıbrıs'ın NATO'da Barış İşbirliği girişimine katılması konusunun açılmasına bahane olmuştur. Kıbrıs Cumhuriyeti'nin tezine saygı gösterilmesi gerekiyor. Hiçbir anlaşmanın öngörmediği bir üyelik için egemen bir üye-devletin iç konularına müdahale edilmesi doğru değildir" dedi.
Kıbrıs sorununun çözümüne dair görüşmelerin devam ettiği sırada, süreci son derece olumsuz etkileyen cephelerin açıldığını savunan Adamu, "Türkiye tarafından işgal edilmiş olan bir vatanın tamamıyla askersizleştirilmesi ve yaşamsal bir çözüm bulunması tek hedef olmalıdır" ifadelerini kullandı.
PASOK AB parlamenteri Marilena Koppa'nın, devletlerin tarafsız kalma haklarına saygı gösterilmesi çerçevesinde istediği, Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yapılan "Barış Girişimi işbirliğine katılması" yönündeki çağrının iptali çabası da suya düştü.
Kıbrıslı AB parlamenteri Amrios Matsakis ise daha ağır konuşarak ve AB'nin Ortak Dış Politika ve Savunma Yüksek Temsilcisi Javier Solana'ya dönerek, "Türk ordusunun Kıbrıs'tan hemen gitmesi gerektiğine katılıp katılmadığını" sordu.
Bütün bunlara rağmen Bildiri sınırlı oy çokluğuyla onaylandı. Böylece, AB ve NATO işbirliğinde daha fazla gelişme sağlanamamasından Kıbrıs'ın sorumlu olduğu yönünde yanlış bir izlenim oluştu.
Hiç utanmıyorlar mı?

SKY TV: "AVRUPA BİRLİĞİ'NDE TÜRKİYE'NİN ÜYELİĞİ ÜZERİNE TARTIŞMA"

ANKARA, 27/02(BYE)--- Yunanistan'ın özel Sky televizyonunun 27 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Prof. H. Rozakis, Th. Kulumbis, P. Ioakimidis ve Fahri Büyükelçi K. Zeppos, konuyla ilgili kamuoyuna açıklama yapan ve AB ile Türkiye arasındaki bir "özel ilişkiyi" savunan eski Başbakan Kostas Simitis'in katılımıyla, "Türkiye'li ya da Türkiye'siz Avrupa bütünleşmesi" konusunu tartıştılar.
Toplantının koordinatörü, gazeteci R. Someritis açılış konuşmasında, Türk-Avrupa yakınlaşmasının Avrupa ve Yunanistan'ı düşündürdüğünü ve birçok kimsenin bunu ulusal konularımıza bağladığını söyledi.
Someritis, konuyla ilgili başlıca iki farklı görüşü irdeleyerek, Türkiye'nin katılımını isteyen görüşe göre, Avrupa sınırlarının Ege'den uzaklaştığını ve bu şekilde komşuyla ilişkilerin normalleştiğini, diğer görüşe göre, Türkiye'nin, Avrupa kültürüne adaptasyon belirtileri göstermediğini ve Avrupa'nın büyük bir İslam ülkesinin katılımıyla karakterini değiştireceği korkularının ifade edildiğini belirtti.
Gazeteci H. Rozakis, Lizbon Anlaşması'nın onaylanacağını söyledi ve "Avrupa'nın, bu asimetrik coğrafya çerçevesinde, bir bölgesinde Türkiye'nin üye konumunda olmasına izin verebileceğini" vurguladı.
Rozakis, Türkiye'de gerçekleştirilen reformların yavaşlamasına atıfta bulunarak, bunda Avrupa'nın da payı olduğunu ve Avrupa'nın Türkiye'yi kabul etmeye hazır olmadığı mesajını göndererek, ülkeyi yeni jeostratejik yönlere sevk eden ve Ege'de öncelikleri geri getiren kesimleri güçlendirdiğini söyledi.
Gazeteci Th. Kulumbis, Türkiye'nin Avrupa sürecinde Yunanistan'ın desteğinin devam etmesini savundu ve Türk generallerin, AB ile ilgili olarak bir "hayır" duymaları halinde, Yunanistan ve Kıbrıs ile daha az uzlaşıcı olacaklarını vurguladı.
Gazeteci P. Ioakimidis, Türkiye'nin AB'ye katılma umudunun "öldüğünü" açıkça söyledi.
Fahri Büyükelçi K. Zeppos, Türk diplomasisinin her zaman her yerde olduğunu, ancak Avrupa; Kafkasya, Filistin ve küresel ekonomik kriz gibi büyük uluslararası konularda rolünü üstlendiğinde ve bir ABD-Rusya anlaşması olduğu takdirde, Türkiye'nin rolünün sınırlanacağını kaydetti.

 

AZERBAYCAN BASINI

HALK CEPHESİ: "ERDOĞAN, PUTİN'DEN DAHA FAZLA ERMENİ YANLISI OLDU"

BAKÜ, 26/02(BYE)--- Tirajı günde 3.000 olan muhalefet eğilimli Halk Cephesi gazetesinin 26 Şubat 2009 tarihli sayısında, Ramiz Mikayıloğlu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Geçen hafta Azadlık Radyosunun Ermenistan bürosu, Türkiye'nin, Erivan ile ilişkileri normalleştirmek için Dağlık Karabağ şartından vazgeçtiği şeklinde bir haber yaptı. Ankara'nın konuyla ilgili somut ve olumlu açıklamada bulunmaması, toplumumuzda, basınımızda ve siyasi çevrelerde endişeye yol açıyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da birkaç gün önce yaptığı açıklamada, bu konuda net bir tutum ortaya koymaması, endişeleri daha da artırdı.
Konuyla ilgili görüşlerini aldığımız Azerbaycan'ın AKPM Heyeti üyesi Aydın Mirzezade, Azerbaycan ile Türkiye arasında herhangi bir sorun olduğunu zannetmediğini bildirdi. Ülkemiz ikinci kez bağımsızlığını kazandıktan sonra da Azerbaycan ile Türkiye her zaman birlikte hareket etmiş ve çıkarları aynı olmuştur. Aynı zamanda uluslararası camiada da birlikte hareket etmeye çalışmışlardır. İki ülke arasındaki ilişkileri kötüleştirme ve nifak sokma çabaları çok oldu. Bu konuda tabii ki Ermeni çevrelerinin rolü büyük. Aynı zamanda Ankara'nın Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmek için attığı adımları da çeşitli şekillerde değerlendirmek mümkün. Şunu da belirtmek gerekir: Ermenistan-Türkiye ilişkileri, müzakerelerin ötesine geçmiyor. Ancak, basın ve insanlar, söz konusu müzakerelerin nasıl sonuçlanabileceğiyle ilgili çeşitli tahminlerde bulunuyor. Ne yazık ki bu tahminlerin Azerbaycan ile ilgili bölümünde, söz konusu müzakerelerde Türkiye'nin, Azerbaycan'ın çıkarlarını unutacağı ve Ermenistan ile ilişkilere önem vereceği şeklinde fikirler öne sürülüyor. Bu tahminlerin asılsız olduğunu düşünen Aydın Mirzezade, "Çünkü Azerbaycan ile dostluğun, Ermenistan ile ilişkilere kurban edilmesi, öncelikle kardeş ülkenin çıkarlarına ters düşüyor. Türkiye, bu adımla etkin devlet statüsünü ve Azerbaycan gibi bir dostunu, müttefikini kaybedebilir. Türk toplumunda Azerbaycan'a olan ilgiden ve Azerbaycan ile dostluğa büyük önem verilmesinden dolayı, Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmeti, toplum tarafından kınanabilir. Eğer birileri, bugün böyle bir girişimde bulunursa, bunun sonucunu, öncelikle siyasi sonucunu Türkiye'nin içinde görür. Ayrıca Türk yetkilileri de zaman zaman Azerbaycan ile ilişkilerin hiçbir zaman soğumayacağı ve Dağlık Karabağ konusunun unutulmayacağına dir açıklamalarda bulunuyor. Birkaç gün önce Başbakan Erdoğan'ın konuyla ilgili açıklaması oldu. Dışişleri Bakanı Babacan, zaman zaman açıklamalarda bulunuyor. Türkiye'nin Bakü Büyükelçiliği de bu konuda herhangi bir tavizin, herhangi bir geri çekilmenin söz konusu olamayacağını açıkladı. Türk resmî çevrelerinin de Azerbaycan'ın endişesini anlaması, somut ve olumlu tutum ortaya koyması gerektiğini düşünüyorum. Eğer endişeye neden olacak bir şey varsa, bunu ortadan kaldırmaya çalışmalılar. Çünkü Azerbaycan, Türkiye'yi dost olarak görüyor ve birçok konuda Türkiye ile birlikte hareket ediyor. Bununla birlikte Azerbaycan kamuoyunda, Türkiye hükûmetinin, herhangi kısa süreli siyasi çıkarlar için Azerbaycan gibi bir dostunu kaybetmeyi göze aldığı şeklindeki fikirler, Türk yetkililerce tekzip ediliyor." dedi.
Türkiye hükûmetini, bu şekilde istenmeyen adımlara AB'nin tahrik ettiği şeklinde fikirler de yürütülüyor. Mirzezade, Türkiye'nin, AB üyesi olmak için defalarca başvuruda bulunduğunu, toplum hayatını ve siyasi sistemini adı geçen kurumun istekleri üzerine kurduğunu ifade ederek şunları söyledi: "Ancak, AB'de, Türkiye'nin üyeliğiyle ilgili oy birliği yok. Zaman zaman herhangi bir bahaneye takılıyorlar. Ermenistan ile ilişkilerin düzelmesi de Türkiye için öne sürülen konulardan biri. Nedense kimse AB'ye, Ermenistan'ın neden Türkiye'ye karşı toprak iddiasında bulunduğunu, neden Türkiye hükûmetinden tazminat istediğini ve Türkiye'yi yapmadığı olaylarla suçlamaya çalıştığını sormuyor. Nedense AB'deki bazı çevreler, bu soruları sormayı unutuyor. AB üyesi olması için Türkiye'nin Ermenistan'la ilişkileri normalleştirmesi talebine gelince, söz konusu talep yerine getirilecek, ardından başka bir talep gelecek. Ermenistan'la ilişkilerin normalleşmesi, Erivan'ın toprak iddialarından vazgeçmesi ve işgal altındaki toprakları boşaltmasıyla mümkün ve AB, Ermenistan'a bu şartı koşmalı."  

 

ÖZBEKİSTAN BASINI

DELOVOY PARTNER UZBEKISTANA: "RUSYA İLE TÜRKİYE, AB'NİN DOĞU ORTAKLIĞI PROGRAMINA DAVET EDİLDİ"

TAŞKENT, 26/02(BYE)--- Tirajı günde 1.377 olan Delovoy Partner Uzbekistana gazetesinin 26 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Rusça haberin çevirisi şöyledir:

AFP, AB'nin, Rusya ile Türkiye'yi Doğu Ortaklığı Programına gözlemci olarak katılmaya davet ettiğini duyurdu.
Bu davet konusunda görüş belirten Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, NATO'nun genişlemesiyle ortaya çıkan durumun tekrarlanmasını, yani Rusya'nın her taraftan kuşatıldığı gibi görüşlerin ortaya çıkmasını istemediklerini söyledi. AB Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un daha önce söz konusu programa iştirak etme girişiminde bulunduğunu söyledi.
Doğu Ortaklığı, AB ile Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldova, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi amacıyla hazırlandı. Beyaz Rusya'nın program kapsamına alınmasına son aşamada karar verildi. Programa katılım, AB üyeliğini öngörmüyor. Program, ekonomik ve siyasi açıdan yakınlaşmayı sağlayacak. Bu kapsamda 2013 yılına kadar söz konusu altı ülkede, demokratik reformlar için 350 milyon avro tutarında kaynak sağlanması planlanıyor.
Program, Prag'da yapılacak AB doruk toplantısı sırasında başlatılacak.

 

SIRBİSTAN BASINI

DANAS: "AVRUPA TÜRKİYE'YE KAPILARINI KAPATAMAZ"

ANKARA, 26/02(BYE)--- Sırbistan'da yayımlanan Danas gazetesinin 26 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Dominik Moasi imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Geçmişte çok sık sorulan "Türkiye'yi kim kaybetti?" sorusu, geçenlerde Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın yoğun duygular içerisinde terk ettiği Davos zirvesinden sonra tekrar gündeme geldi.
Eğer, Türkiye kaybedilmişse, bunun sorumlusu ABD, İsrail ve Türkiye'nin kendisidir. AB'nin Türkiye'nin üyeliğine kuşkuyla bakmasına kesinlikle Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy sebep olmuştur. ABD'de suçun bir kısmı Irak'a savaş açtığı için Başkan George Bush'a atılıyor. Türkiye'nin Batı'dan uzaklaşmasında, 2006 yılındaki Lübnan savaşının, yakın geçmişteki Gazze operasyonlarının ve İsrail'in etkisi var.
Türkiye'de elit ve Batı eğilimli kesim, AB ve ABD'yi belki şart olarak değil ama hâlâ önemli müttefikler olarak görüyor. Diğer yandan, Hamas Hizbullah'ı ve İran'ı da gerçek veya potansiyel ortak olarak görmeleri de mümkün olabilir. Hatta bunlar Avrupa'nın Türkiye'ye çifte standart uyguladığını düşünüyorlar.
Şüphesiz Türk sorunu karmaşık bir sorun. Ülkenin büyük bir bölümü Asya kıtasında yer alıyor. İsrail-Filistin çatışması söz konusu olduğunda, Türk halkı daha çok Orta Doğu'ya, Müslümanlara sempati duyuyor. Diğer yandan ise Türk elit kesim hâlâ kararlı bir şekilde Batı'yı, Avrupa'yı destekliyor. Ancak bu daha ne kadar böyle devam edecek?
Avrupa, İslam ile diyalogun Batı'nın kilit zorluklarından biri olduğu 21. Yüzyılın başında, şayet kapılarını Türkiye'ye kapatırsa tarihi bir pot kırmış olur. Böyle bir adım Osmanlı'nın mirasçılarını Asya, Müslümanlık ve Orta Doğu'ya dayanan tarihi bir yörüngeye geri itecektir.
Türkiye'nin AB'ye girmesi çok önemli bir husus olarak görülmelidir. AB üyeliğine aday Türkiye'nin çok kısa bir sürede gerçekleştirdiği reformlar çok etkileyici. Bizim Avrupa'da çok net bir "hayır" diyerek, böyle bir gelişmeyi gerçekten de riske atmamız mı gerekir?
AB'nin Orta Doğu'da etkisini güçlendirecek bir stratejik ve diplomatik ortağa acilen ihtiyacı var. Avrupa'nın ise nüfusunun çoğunluğu genç olan Türkiye'nin dinamizmine ihtiyacı var. Her şeyden önce, Türkiye'nin Birliğe katılımının ifade edeceği bir mesajın İslam dünyasına verilmesi gerekiyor.
Çoğu Avrupalı, Türkiye'yi, "Avrupalı öteki"nden ziyade, "Avrupalı olmayan öteki" olarak algılıyor. En batılılaşmış Türk kenti İstanbul'da dahi, anayolların dışına çıkılır çıkılmaz bir Orta Doğu ya da Asya kültürünün içine dalmış gibi olunuyor.
İsrail, AB'ye dahil değil, ancak o da Türkiye'yi kaybetme tehlikesi yaşıyor. Yanlış güvenlik politikaları sonucu İsrail -Lübnan ve Gazze savaşında olduğu gibi- daha çok yalnızlık yaşamak zorunda kalacak.
Obama'nın Türkiye'ye karşı yürüteceği siyasetten bahsetmek için henüz çok erken. Ancak, İslam dünyasıyla diyalog başlatmaktan yana olduğunu söylemesi iyi bir başlangıç olur.
Bu giderek tırmanan soğukluk sürecinden Türkiye'nin kendisi de sorumlu. Erdoğan'ın Davos'taki davranışı en basitinden sorumsuzcaydı. Ülkesinde yeniden popülerlik kazanmış olabilir, ama günümüzün zorlu ekonomik koşullarında ucuz popüler eğilimler her zaman olduğundan daha da tehlikeli. Benzine ateşle gitmemek gerekir.

 

ULUSLARARASI ARAP BASINI

EL KUDS EL ARABİ: "YUNANLI UZMAN: AMERİKA VE AVRUPA, KIBRIS SORUNUNU ERDOĞAN'A BASKI ARACI OLARAK KULLANDI"

ANKARA, 03/03(BYE)--- Londra'da Arapça olarak yayımlanan el Kuds el Arabi gazetesinin 3 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Semir Nasif imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Londra çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Kıbrıs sorunu son dönemde, bazı Avrupa ülkelerince ve Amerikan yönetimindeki bazı taraflarca, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılmaya başlandı. Bunun nedeni, Erdoğan'ın Orta Doğu'da yaşanan çatışmaların çözümündeki girişimlerini ve olumlu müdahalelerini sınırlandırmasını sağlamaktır.
Erdoğan, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olması için, büyük uğraşlar vermektedir. Ancak Kıbrıs krizinin devam etmesi, söz konusu üyeliğin gecikmesine neden olmaktadır. Kıbrıs sorunu, Güney Kıbrıs'ın AB'ye girmesiyle, daha komplike bir hâl almaya başladı.
Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulunda (SOAS) düzenlenen "Çözüm İçin Son Fırsat: Kofi Annan Planı'ndan Beş Yıl Sonra Kıbrıs Sorunu" konulu toplantıda, Atina Üniversitesi öğretim elemanı Dr. İvans Gregoriadis, uzmanlara ve öğretim üyelerine bir konuşma yaptı. Bu toplantıya, Türkiye'nin Londra Büyükelçisi de katıldı.
Gregoriadis, Kıbrıs sorununu çözmek için, Annan Planı'na dayalı yeni bir planın yakın bir zamanda yapılması önerisinde bulundu. Kıbrıs'ın Kuzey ve Güney yönetimleri arasında 2008 yılında yapılan müzakerelerin yararlı, ancak yetersiz olduğunu belirtti. Bunun en önemli sebebini de, Amerika'nın (George W.Bush ve Barack Obama yönetiminin), Kıbrıs krizine önem vermemesine bağladı. Çünkü George W.Bush yönetimi, başka sorunlara önem veriyordu; Obama ise daha fazla önem atfettiği dış sorunlarla ilgileniyor. Örneğin: Afganistan sorunu, Irak'tan çekilme, Orta Doğu'daki çatışmalara son verme ve Amerika'daki ekonomik kriz.
24 Nisan 2004 yılında yapılan referandumda, Kıbrıs Türklerinin üçte ikisi, adanın birleştirilmesine "evet" dedi, ancak Kıbrıslı Rumların dörtte üçü birleşmeye "hayır" dedi. Bush yönetimi, bu konuyu adaletsiz bir şekilde çözmeyi seçti, çünkü Ankara ile ilişkileri kötüydü (konuşmacının anlatımına göre). Bu nedenle de birçoğumuz, Kofi Annan Planı'nın rafa kaldırıldığını düşündü; ancak konuşmacının kanaatine göre bu plan yeniden canlandırılabilir. Konuşmacıya göre bu konuda önemli olan, bütün tarafların tek bir şemsiye altında bir federal yapı hususunda birleşmesidir. Gregoriadis, Kıbrıs Türk kesimi lideri Mehmet Ali Talat'ın, karşı tarafa bazı ödünler veren bir ortak çözüm imzalamaya en uygun kişi olduğunu, ancak Avrupa ve Dünyanın Kuzey Kıbrıs'ı boykot etmesinin bu konuda bir engel oluşturduğunu söyledi. Konuşmacı, durum böyle devam ederse, Talat'ın, bu ılımlı tutumundan vazgeçerek adanın bölünmesini talep edebileceğini ve Birleşmiş Milletlerin tutumunun, bekle ve gör politikasından ibaret olduğunu söyledi. Konuşmacı, Erdoğan hükûmetinin, bölgedeki barışın sağlanması için ne yaparsa yapsın ve Kıbrıs sorununda ne kadar fedakârlıkta bulunursa bulunsun, bunun kendisine bir getirisi olmadığını hissetmeye başladığını belirtti.
Konuşmacı, Amerika'nın yeni Başkanı Obama'nın, Kıbrıs konusunda olumsuz bir tutum sergilemeyeceğini ancak Obama için öncelikli olan konuların Orta Doğu, İran ve Afganistan olduğunu ve bu konularda bir ilerleme kaydederse, Kıbrıs sorununa daha çok odaklanabileceğini vurguladı.
Konuşmacıya, Rusya'nın Kıbrıs sorunu ile ilgili tutumu sorulduğunda cevabı şöyle oldu: "Putin, Kıbrıs'ın Türk kesimini tanımadıkları için, Avrupa ülkelerini büyük bir hata işlemekle suçlamıştı; Putin ayrıca, Kosova'nın bağımsızlığını tanırken nasıl oluyor da Avrupa ülkeleri, Kuzey Kıbrıs'ı tanımaktan imtina ediyorlar sorgulamasını da yapmıştı. Ancak bu sözler, kendisinin Abhazya ile ilgili tutumu konusunda bir çelişki oluşturmaktadır. Buradaki olay, siyasi manevralardan ibarettir. Kıbrıs sorununa en uygun çözüm, Annan Planı'na dayalı, âdil bir federal yapı planının geliştirilmesidir."

Bu döküman ab.gov.tr sitesinde bulunan makaleden otomatik üretilmiştir