2009-05-07 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

Son Güncelleme: 18 Mayıs 2009

2009-05-07 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

ALMANYA BASINI

PRESSEPORTAL: "SİLBERHORN: TÜRKİYE KARŞISINDA AÇIK KONUŞMAK GEREKİR"

BERLİN, 30/04(BYE)--- DPA haber ajansının bir yan kuruluşu olan News Aktuel'in servisi Presseportal'ın 29 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, "ots" (orijinal metnin aynısı) ibaresiyle ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan açıklamanın çevirisi şöyledir:

Federal Meclis CSU Grubu Avrupa Politikaları Sözcüsü Thomas Silberhorn'un, AB'nin genişleme politikası konusunda hâlihazırda sürdürülen tartışma ile AB'nin doğuya genişlemesinin 1 Mayıs tarihinde kutlanacak 5. yıl dönümü vesilesiyle yaptığı açıklama şöyledir:
"Doğu Avrupalı 10 ülkenin 1 Mayıs 2004 tarihinde AB'ye alınması, Avrupa'nın tarihî bölünmüşlüğünün aşılmasında bir kilometre taşıydı. Genişlemenin AB'ye getirdiği refah ve ekonomik büyüme sayesinde elde edilen gelir, Avrupa'nın hâlihazırdaki ekonomik ve mali krizde geçimini sağlamaktadır.
Ancak, hâlihazırdaki AB-Genişleme Politikası, coşkuya kapılmak için bir neden oluşturmamaktadır. Genişlemeden sorumlu AB Komiseri Olli Rehn'in neredeyse her gün yeni aday ülkeleri gündeme getirmek yerine, Hırvatistan gibi hâlihazırdaki aday ülkelerin ikili anlaşmazlıklardan sorumlu tutulmamasına odaklanması gerekir. Yeni üyelerin AB'ye alınmasında, yalnızca ve yalnızca objektif kriterler esas alınmak zorundadır. Aksi takdirde, Bulgaristan ve Romanya'nın erken katılımıyla zaten ciddi bir dayanıklılık testine maruz kalan AB'nin inandırıcılığı zarar görmeye devam edecektir. Aynı durum, yeni üyelerin katılımını Lizbon Anlaşması'nın yürürlüğe girmesi şartına bağlayan tutumlar için de geçerlidir.
AB Komisyonu, Türkiye karşısında en kısa süre içinde açık sözlü bir politika izlemeye başlamak zorundadır. Türkiye'nin Avrupa standartlarından çok uzak olduğu ve AB'nin Orta Doğu bölgesine doğru genişlemesinin AB'nin stratejik çıkarları doğrultusunda olmadığını itiraf etmesi de buna dâhildir. Her iki taraf da tam üyelik hayaline kapılmak yerine, gerçekçi olan Türkiye'nin ayrıcalıklı ortaklık şeklinde AB'ye yakınlaştırılması hedefine odaklanmalıdır."

HAMBURGER ABENDBLATT: "AB GENİŞLEMESİ... DÜRÜSTLÜK ZAMANI"

ANKARA, 30/04(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Hamburger Abendblatt gazetesinin 30 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Jochen Gaugele imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:

Suç oranında artış, ucuz işgücü dalgası... AB'nin genişlemesine ilişkin "Big Bang" öncesinde nelerden korkulmamıştı ki; hem de on yeni üye birden alınarak. Beş yıl aradan sonraki sonuç: Genişlemeyle birlikte özellikle Baltık Denizi'yle Karadeniz arasındaki bölgeye istikrar geldi. Ayrıca hem eskiler hem de yenilerde olmak üzere, AB ülkelerinin refahı arttı. Bazı sorgulamalara yol açan ekonomik kriz de bu başarıyı gölgelemeye yetmedi.
Bu tür bir ara bilanço, gelecekteki adımların sakince atılmasını kolaylaştırıyor. 27 üyeli AB, hareket kabiliyetinin sınırlarına dayanmıştır. Ortak kararlar alma mekanizmasını kolaylaştıracak Lizbon Anlaşması askıda kaldığı sürece başka ülkeler kabul edilemeyecektir. Ayrıca dürüstçe sürdürmek gerekirse Türkiye'ye de üyelik müzakerelerinin başarısızlıkla sonuçlanabileceği açıkça anlatılmalıdır. Demokrasi ve hukuk yapısında eksikleri olan bir ülkenin AB'de yeri yoktur.

DER TAGESSPİEGEL: "TÜRKİYE AVRUPA İÇİN BİR KAZANÇ OLACAKTIR"

BERLİN, 04/05(BYE)--- Tirajı günde 149 bin 431 olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 4 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Thomas Seibert imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Dışişleri Bakanlığı görevine yeni atanan Ahmet Davutoğlu yıllardır Ankara'nın dış ilişkilerini belirleyen adeta perde arkası bir güç idi. Başbakan Erdoğan'ın 50 yaşındaki dış siyaset danışmanı, Türkiye'nin son yıllarda Orta Doğu ve bölgedeki diğer komşularıyla ilişkilerini geliştiren vizyonun mimarı konumundadır. Ahmet Davutoğlu, "yeni Osmanlı" ekolünün başı olarak nitelendiriliyor. Kendisi, Atatürk'ün kurduğu devletin, bir dünya imparatorluğunun varisi olarak uzun yıllar alçak gönüllü bir dış politika izlediğine inanıyor.
Türkiye'nin dış politikası uzun yıllar Batı'ya sıkı bir şekilde bağlı olmayı ve özellikle ABD ile iyi ilişkiler yürütmeyi hedeflemiştir. Davutoğlu ise Erdoğan'ın danışmanı olarak, "çok boyutlu" olarak adlandırılan yeni bir siyaset izlemeye başlamıştır. Davutoğlu, "Başka ülkeler dış politikalarını dünyanın sadece bir bölgesine odaklayabilirler fakat Türkiye Kafkaslar, Balkanlar, Orta Doğu ve Avrupa gibi çeşitli bölgelerin kesişme noktasında bulunması sebebiyle birçok alanda hareket etmek durumundadır." ifadesinde bulunmuştur. Siyaset bilimi profesörü olan Davutoğlu, bu düşüncelerini sadece teorik olarak ifade etmemiş aynı zamanda uygulamaya geçirmiştir. Kendisi üç yıl önce aşırı Hamas örgütünün temsilcilerini Ankara'ya davet ederek hem Batılı ortakları, hem de Türk Dışişleri Bakanlığındaki diplomatları şaşırtmıştı. Davutoğlu adım adım Orta Doğu ile olan ilişkileri geliştirmeyi başarmış ve Suriye ile İsrail arasındaki barış görüşmelerinde ara buluculuk girişimlerinde bulunmuştur.
Davutoğlu'nun vizyonu Türkiye'nin Batı'dan kopabileceği endişelerinin güçlenmesine neden olmuştur. Kendisi bu düşünceye katılmamakla birlikte, Orta Doğu veya Rusya ile ilişkilerin geliştirilmesini AB üyeliği gayretlerine bir alternatif olarak görmüyor. Davutoğlu, bunu kapsamlı dış politika anlayışının "uyumlu" bir unsuru olarak değerlendiriyor ve "Türkiye aktif dış politikasıyla Avrupa için bir yük değil, bir kazanım olacaktır." ifadesinde bulunuyor.
Fakat artık Ankara için AB'nin öneminin azaldığı görülüyor. Bu nedenle başkentte aksayan AB üyelik müzakerelerinden kimse büyük bir endişe duymuyor. Buna yeni Dışişleri Bakanı da dahil. Zira kendisi başka şeylerle meşgul.

DER SPİEGEL: "OBAMA'NIN SÖYLEDİKLERİNE KULAK VERİLMELİDİR"

BERLİN, 04/05(BYE)--- Tirajı haftada 1 milyon 27 bin 353 olan liberal sol eğilimli Der Spiegel dergisinin 3 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Petra Bornhöft/Michael Sauga'nın FDP Genel Başkanı Guido Westerwelle ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

SORU: Avrupa'nın entegrasyonunda ilerleme kaydedilmediğini hatırlatmak isteriz. Avrupa'nın, örneğin Almanya etrafında oluşturulacak bir çekirdek grupla yeni bir başlangıca mı ihtiyacı var?

WESTERWELLE: Buna gerek olmayacağını, Çek Cumhuriyeti ile İrlanda'nın Lizbon Anlaşması'nı onaylayacağını ümit ediyorum. Esas itibarıyla, doğudaki komşularımızla da tıpkı Fransa ile olduğu gibi benzer derinlikte toplumsal bir dostluk kurmanın kendi neslimin görevi olduğuna inanıyorum. Bu bağlamda yapılacak daha çok şey var.

SORU: Örneğin koalisyon ortağı olarak temenni ettiğiniz partiyi ikna etme konusunda olduğu gibi. Birlik Partileri, Hırvatistan'ın olası üyeliğinden sonra AB'nin genişleme sürecini durdurmak ve Türkiye'yi kalıcı olarak dışarıda tutmak istiyor. Bunu kabulleniyor musunuz?

WESTERWELLE: Türkiye hâlihazırda üye olabilecek durumda değil ve AB de üye almaya hazır değil. Ancak tabii ki Birlik Partileriyle kurulacak bir hükûmetten de yapılmış anlaşmalara uymasını beklerim. Türkiye ile AB üyeliği konusunun ucu açık bir süreçle ele alınacağı anlaşması yapılmıştır. Bu süreç daha yıllar sürecektir. Türkiye bir hukuk devleti olma, ekonomik kriterleri yerine getirme ve kökten dincilik yerine Batı'ya yönelmek için gayret gösteriyor. Tüm gerilemelerine rağmen bu bağlamda ülkeyi sadece destekleyebiliriz.

SORU: CSU'nun elinde olsa süreci hemen durduracak.

WESTERWELLE: Bu, akıllı bir dış politikanın sona erdirilmesi olur. Sonunda üyelik yerine ayrıcalıklı ortaklık söz konusu olabilir. Ayrıca Türkiye de zaten üyelik için bir tarih beklemiyor. Ancak haklı olarak, Avrupa'nın üye olma isteğini prensip olarak bugünden reddetmemesini diliyor.

DER TAGESSPİEGEL: "TEREDDÜT ETMEYE GEREK YOK"

BERLİN, 04/05(BYE)--- Tirajı günde 149.431 olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 3 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Edzard Reuter imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

--Türkiye Çekirdek Avrupa'ya Ait Bir Ülkedir. Bu Nedenle Bir An Önce AB Üyesi Olmalıdır--

ABD yeni Başkanı Barack Obama 90 yıl önce efsane lider Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin bir an önce Avrupa Birliği'ne tam üye olarak alınması çağrısında bulunurken, Şansölye Angela Merkel hâlâ "imtiyazlı ortaklık" önerisinde diretmeye devam ediyor. Şansölye ve partisi bu kavramla tam olarak neyi kastettiklerini açıklamıyor.
Türkiye Cumhuriyeti herhangi bir ülke konumunda değildir. Ülkenin büyüklüğü, jeopolitik önemi, ekonomik ve askerî potansiyeli, genç nüfusu Türkiye ile ilişkilerin ciddi bir şekilde yürütülmesini gerektirir. Türkiye'nin AB üyeliği konusunda popülist bir yaklaşım sergilemek başarılı bir siyaset örneği olamaz. Avrupa'daki seçmenler de bunun şüphesiz farkındadır.
Türkiye ile yürütülen AB müzakerelerinin başarılı bir şekilde sonuçlandırılması için çok sayıda geçerli argüman mevcuttur. Bu sürece birtakım yeni engeller ortaya atarak karşı çıkmak iki yüzlülük örneğidir. Şüphesiz Türk hükûmetinin yapması gereken ev ödevleri de vardır. Bunların arasında çok sayıda hukuksal düzenlemeler, insan haklarının sadece kağıt üzerinde değil aynı zamanda gündelik yaşamda da güçlendirilmesi, dinlerin eşitliği ve özgürlüğü ve Atatürk'ün laiklik ilkesine bağlı kalınması gibi hususlar bulunuyor.
Bütün bunlar Türkiye'ye bilinçli veya bilinçsiz baskı yapılmadığı sürece istisnasız yerine getirilebileceği kriterlerdir. Türk devleti demokrasi ile yönetiliyor. Siyasi yönetim dünyanın başka demokratik ülkelerinde olduğu gibi seçmenin oyları ile belirleniyor. İktidar partisi ise, köktendinci klasik bir İslamcı partiyi temsil etmediğini defalarca kanıtlamıştır. Erdoğan ve partisi ideolojiden arınmış bir şekilde küresel anlamda ülkesinin önemini ve konumunu güvenlik altına almayı ve güçlendirmeyi hedeflemektedir.
Türkiye'nin AB üyeliğine gerçekten engel teşkil edecek hususlar bulunmamaktadır. Türkiye, Avrupa için Orta Asya'dan gelen doğal gaz ve petrolün nâkil edilmesinde büyük bir öneme sahip güvenilir bir ülkedir. Aynı şekilde Türkiye, Orta Doğu'daki gelişmeler ve İran ile ilişkiler açısından Avrupa için büyük bir önem arz etmektedir.
Avrupa Birliği, Şansölye Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin de uyardıkları üzere yeni üye kabul etmeden önce kendi iç yapısını düzene sokmalıdır. Şayet bu yapılmaz ise, Avrupa Birliği'nin bu şekliyle uzun süre varlığını devam ettirmesi mümkün değildir.
Türkiye Avrupa Birliği'ne alınmazsa, bu dünyanın sonu anlamına gelmeyecektir. Tarih hiçbir zaman sona ermez. Sadece bu durumda Avrupa'nın gelişmesi farklı şekilde olacak ve bunun bir hata olduğu kısa bir süre içinde anlaşılacaktır. Zira Türkiye Avrupa tarafından sadece boş yere oyalandığını değil, aynı zamanda aldatıldığını düşünecektir.
Türkiye-AB ilişkilerinde tereddüte yer olmadığı gibi muğlak vaadlerde bulunmak da doğru değildir. Türkiye Cumhuriyeti AB için birtakım egemenlik haklarından vazgeçmeye hazır olup olmadığına ciddi bir şekilde karar vermek zorundadır. Avrupa Birliği de küreselleşme çağında uluslarası arenada ciddiye alınacak bir aktör olarak kalmaya devam edip etmeyeceği kararını vermelidir. Türkiye gibi önemli bir ülkenin AB'ye tam üye olarak alınması günün birinde hem Avrupa'yı hem de Türkiye'yi son derece memnun kılacaktır.
Ben şahsen bu ülkenin bana ve aileme Nazi vahşetinden kaçtığımızda kucak açmasını hiçbir zaman unutmayacağım. Türkiye benim ikinci vatanımdır.

FİNANCİAL TİMES DEUTSCHLAND: "TÜRKİYE BORU HATTI İNŞAATINI ENGELLİYOR"

BERLİN, 05/05(BYE)--- Tirajı günde 104.919 olan liberal eğilimli Financial Times Deutschland gazetesinin 5 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Marina Zapf/Nils Kreimeier imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

--Nabucco Anlaşması Gecikiyor. Uzmanlar Ankara'yı Abartılı Taleplerde Bulunmakla Suçluyor. Avrupa'nın En Önemli Doğal Gaz Boru Hattı Projesi Yavaş İlerliyor. Şimdi de Türkiye Zorluk Çıkarıyor. Eş Zamanlı Olarak Sıvı Gazın Önemi Artıyor. Bundan Avantajlı Çıkacak Ülke İran Olabilir--

Prag'da yapılması öngörülen, "Güney Koridoru" ile ilgili AB Enerji Görüşmelerine birkaç gün kala, haziran sonuna kadar Nabucco doğal gaz boru hattının inşaatına ilişkin bir siyasi anlaşma sağlanması şansı azalıyor. AB Dönem Başkanı Çek Cumhuriyeti başkanlığında hazırlanan toplantıda, yakında uzlaşı sağlanmasının önündeki başlıca engelin Türk hükûmeti olduğu görüşü hâkim. Doğal gazın Kafkaslar'dan Rusya'ya uğramadan Avrupa'ya ulaştırmasını sağlayacak olan Türkiye, bu projede kilit rol oynuyor. Çek Cumhuriyeti'nin enerji güvenliğinden sorumlu özel temsilcisi Vaclav Bartuschka, gazetemize yaptığı açıklamada, "Türkiye, Avrupa için enerji sevkiyatçısı olmak istiyor, yani bir nevi Gazprom light. Ancak bu yürümeyecektir ve Avrupa kendisine şantaj yapılmasına izin vermeyecektir." diyor.
Uzmanlar, Türkiye'nin, normal bir transit ülke rolünü aşmak için, Avrupa ile gaz zengini Azerbaycan, Türkmenistan veya İran arasındaki stratejik konumundan istifade etmek istediğini düşünüyor. Global İnsight'ın enerji analisti Andrew Neff, "Hükûmet, sevkiyatı kendi ihtiyacını garanti edecek şekilde kontrol etmek istiyor. Gazı ucuza satın alıp pahalıya satmak istiyor ve AB ile duraksayan katılım müzakerelerini canlandırmak istiyor." diye konuşuyor.
Ancak, Neff'e göre, Ankara, oynadığı poker oyunuyla daha şimdiden enerji partneri olarak inandırıcılığına zarar vermiş bulunuyor. Neff, "Türkiye öz güvensiz bir kanton gibi davranıyor ve Ukrayna'dan bir farkı olmadığını gösteriyor." diyor. Oysa, kışın Avrupa'ya gaz sevkiyatının bloke edilmesine neden olan Kiev ile Rus tekeli Gazprom arasındaki anlaşmazlık, Nabucco Projesi'ni yeniden canlandırmıştı. Öncelikle de güney Avrupalı AB ülkeleri Gazprom'a bağımlılıklarını azaltmak istiyor.
3000 km uzunluğundaki boru hattı, şimdiki duruma göre 2016'dan itibaren Kafkas doğal gazını Avrupa'ya taşıyabilir. Rusların Güney Akım adındaki rakip projesi 900 km ile daha kısa, ancak Karadeniz'den geçmesi gerektiği için muhtemelen daha pahalıya mal olacak. Bu arada Nabucco'nun bir zayıf noktası da gaz eksikliği. Şimdiye dek sadece Azerbaycan belirli miktarda gaz vermeye söz verdi. Ancak ülke, Türkiye'nin tutumu nedeniyle yeniden yoğun bir şekilde Rusya ile pazarlığa oturdu. Gaz zengini Türkmenistan, gerçi başlıca alıcısı Rusya'nın daha fazla gaz gönderilmesi talebine karşı koydu. Ancak Türkmen gazının batıya giden yolda önce Hazar Denizi'ni aşması gerekecek.
Avusturya, Almanya, Bulgaristan, Macaristan, Romanya ve Türkiyeli şirketlerin katılımından oluşan Nabucco Konsorsiyumu, siyasi güvence verilmeden yatırım kararı almak istemiyor. RWE Supply and Trading'den Jeremy Ellis, geçen hafta Sofya'da "Pokere son vermenin ve karar almanın zamanı gelmiştir. Avrupa ve Türkiye kartlarını açmalıdır. Sevkiyatçı ülkeler ve yatırımcılar ebediyen beklemeyecektir." diye konuşmuştu.
Resmen, yakında bir anlaşma yapılabileceğine olası bakılıyor. AB Enerji Komiseri Andre Piebalgs, anlaşmanın "Gerekirse yılın ikinci yarısındaki İsveç Dönem Başkanlığında" yani planlandığından daha sonra imzalanabileceğinden söz ediyor. Ankara ile yapılan, örneğin Türkiye'nin sadece birçok ülkeden biri olacağı ve başka ülkelerden fiyat farkı talep edemeyeceği bir Avrupa havuzu oluşturulmasına ilişkin yoğun müzakerelere rağmen, Güney Akım Projesi avantajlı olabilir. Rusya, boru hattı için öncelikle Güney Avrupa'da ortak arıyor. Başbakan Vladimir Putin, daha geçen hafta Bulgar Hükûmet Başkanını ziyaretinden sonra, "Hükûmetler arası bir siyasi anlaşmanın önümüzdeki haftalar içinde yapılmasının önünde hiçbir engel kalmamıştır." açıklamasını yapmıştı.
Brüksel'deki AB Komisyonu buna rağmen, Bulgaristan'ın Nabucco Projesi'ne katılacağından emin. Şayet bu gerçekleşmeyecek olursa, sonunda Türkiye zararlı çıkabilir. Zira, ya Nabucco ya da Güney Akım inşa edilecek. Uzman Vladimir Socor, Eurasia Daily Monitor'a verdiği demeçte "Eğer Türkiye, kendi depolarına sahip bir enerji kavşağı olmak amacıyla yüksek riske oynamaya devam ederse, sonunda transit rolünü kaybedebilir." diye uyardı.

DER TAGESSPİEGEL: "TEK BAŞINA HAREKET EDİLMEMELİDİR"

BERLİN, 05/05(BYE)--- Tirajı günde 149.431 olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 5 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Hans-Dietrich Genscher imzalarıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan yorumun ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

--ABD'nin Yeni Dış Politikası Avrupalıların Tavsiyelerde Bulunmalarını Gerektiriyor--

Dış politikada ABD'nin ağırlık vermesi gereken başlıca üç konu vardır: Birincisi, İsrail-Filistin sorunu, ikinci ve üçüncüsü ise Türkiye ve İran ile olan ilişkilerdir. Bu üç konu birbirleriyle yakından alakalıdır.
Türkiye 60'lı yıllardan beri AB ile ortaklık anlaşması imzalamış olmak suretiyle imtiyazlı bir ilişki sürdürmektedir. Ülke aynı zamanda NATO müttefiği olarak AB ile aynı temel değerleri paylaşmaktadır. Türkiye, Yakın ve Orta Doğu'da istikrar sağlama ve ortaklık olanaklarında önem arz eden bir unsurdur.
Türkiye'nin AB'ye muhtemel bir üyeliğinin umudu 40 yıl önce verilmiştir. Halihazırda yürütülen müzakereler sonucunda tüm üyelik kriterleri yerine getirildiği takdirde ülkenin AB'ye üye olabileceği teminatı verilmiştir. Bu kriterlerin yerine getirilmesi daha uzun yıllar alacaktır. AB ve Türkiye arasındaki ilişkiler seçimlere malzeme yapılmayacak kadar önemlidir. Avrupa ve küresel barış politikalarının erdemi gereği yapılan anlaşmalara sadık kalmak gerekir.

FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "FİKİR, HAYATTA KALMAYI BAŞARAMADI"

BERLİN, 05/05(BYE)--- Tirajı günde 366 bin 478 olan muhafazakâr eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 5 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Reinhard Müller imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

Avrupa Konseyinin görüşünü bildirmediği hiçbir insan hakkı ihlali ya da doğa felaketi yoktur. Konsey böyle davranmakla ciddiye alınmama tehlikesine maruz kalmaktadır. Ancak bu ona haksızlık olurdu. Zira, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan ilk Avrupa kurumu çok şey başarmıştır ve Avrupa'daki insan hakları ile azınlıkların korunmasının garantörüdür.
Daha sonra AB'nin yaptığı gibi, 60 yıl önce 10 Batı Avrupa demokrasisiyle start alan Avrupa Konseyinin ilk icraatı, o zamandan beri solcu öğretmenlerin olduğu kadar Kürt aşırılar ile Rus mahkûmların da başarıyla başvurdukları Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu oluşturmak olmuştu. Ancak, 50 yıl önce Strasbourg'daki İnsan Hakları Mahkemesi ile belirgin bir şekilde güçlendirilen insan hakkının korunmasını sağlayan bu emsali görülmedik sistem, kamuoyu tarafından uzun yıllar dikkate alınmadı. 80'li yıllara kadar hâkimler, yılda sadece bir avuç dolusu davaya baktılar.
Bu durum bir yandan Türkiye'de yaşanan değişimle değişti. Avrupa Konseyinin eski bir üyesi olarak ülke, 90'lı yılların başında vatandaşlarına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kapısını gerçekten açtı. Ardından, bugün hâlâ devam eden bir dava akını başladı. Bu durum, AB'ye üye olmaya çabalayan ülkede hâlâ insan hakkı açığı olduğunun göstergesidir. Eş zamanlı olarak, Avrupa Konseyinin oradaki duruma etkisinin de unutulmaması gerekir. Strasbourg'da görülen çok sayıda davada (örneğin PKK lideri Öcalan'la ilgili olan) Türkiye, kamuoyu önünde hesap vermek zorunda bırakılmıştır. Ülke gözlem altında tutulmuştur ve hâlâ da öyledir.
Avrupa Konseyinin Rusya ve Türkiye'yi kapsayan bir başarısı da ölüm cezasının kaldırılması olmuştur.
Avrupa Konseyinin insan haklarına ilişkin aktiviteleri aynı zamanda, aynı hedefi güden başka kurumlara ihtiyaç olmadığını göstermektedir. Bu nedenle AB'nin Avrupa Temel Haklar Ajansı yanlış bir yoldur. Bununla birlikte İnsan Hakları Mahkemesinin tam işlev görmesini sağlamak şarttır. Zira, insan haklarının uluslararası korunması fikri hayatta kalmayı başaramamıştır.
Avrupa Konseyinin bundan sonrasında da rolünün hakkını verip veremeyeceği sadece üyelerine değil kendi tutumunu da bağlı olacaktır. Önemsiz konularda bile sıkça görüş bildiren bir kuruma, günün birinde kulak verilmez.

FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "BİLGE KÖYÜ'NDE MEYDANA GELEN TOPLU KATLİAM NEDENİYLE TÜRKİYE ŞOK OLDU"

BERLİN, 06/05(BYE)--- Tirajı günde 366 bin 478 olan muhafazakâr eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 6 Mayıs 2009 tarihinde, Michael Martens imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Frankfurt çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:

--Aileler Arasındaki Düşmanlık Nedeniyle 44 Kişi Öldü. Başbakan Erdoğan Mantalite Değişikliğine İhtiyaç Olduğunu Söyledi--

Türkiye'nin güneydoğusundaki bir düğünde meydana gelen toplu katliam çok sayıda yabancı ve Türk siyasetçisini hayretler içinde bıraktı. Türkiye'nin Başbakanı Tayyip Erdoğan, "Hiçbir töre bu tür bir suçun işlenmesine gerekçe olamaz." şeklinde konuşurken, üniversitelere ve eğitim kurumlarına ülkede mentalite değişikliğinin gerçekleşmesini desteklemeleri çağrısında bulundu. Cumhurbaşkanı Gül ise, günümüzde hâlâ töre, kan davası veya düşmanlık gibi kavramların insan hayatından daha önemli olabileceğinin düşündürücü olduğunu ve bu durumun toplumca ciddi bir şekilde irdelenmesi lazım geldiğini ifade etti.
AB'nin genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn olayla ilgili Brüksel'de yaptığı bir açıklamada, faillerin bir an önce mahkeme karşısına çıkartılmaları gerektiğini belirtirken, katillerin hesap vermek zorunda kalacaklarına inandığını hatırlattı.
Olay, Türkiye'de Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bir bölgede meydana geldi. Bölgede aileler arasında sık sık kanlı çatışmalar yaşanıyor. Son olarak mart ayında yapılan muhtarlık seçimlerinde çok sayıda insan hayatını kaybetmişti.

NÜRNBERGER NACHRICHTEN: "KANLI İNTİKAM, ÜYELİĞİ ENGELLER Mİ?"

ANKARA, 06/05(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Nürnberger Nachrichten gazetesinin 6 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Susanne Güsten imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:

--Türkiye'deki Katliam, Avrupa'da Yeni Bir Tartışmanın Fitilini Ateşliyor--

Kanlı intikam Avrupa dışı mıdır? Mardin'deki katliam sonrası Türkiye'nin AB'ye uygun olup olmadığı sorusu gündemden eksik olamazdı. Mars'tan Anadolu'ya uzaylılar da inse Türkiye'nin AB üyeliğiyle bunu ilişkilendirecek bir Alman politikacısı çıkıp fırsatı kollardı. Elbette ki zaman zaman Türkiye'nin üyelik için gerekli koşulları sağlayıp sağlamadığı sorusu, siyasi ve ekonomik ilerlemeler bakımından Avrupa'ya yakınlaşmada bardağın yarı yarıya dolu mu, yoksa hâlâ boş mu olduğu sorusu gündeme getirilebilir.
Türk devletine, kan davası illetiyle yeterince etkin mücadele vermediği veya Kürt bölgesindeki insanlar için de yeterince bir şeyler yapmadığı suçlaması yöneltilmeli hatta yöneltilmek zorunda. Ankara'da son yıllarda Kürtlere yönelik birçok yeni açılım sözü verilmesine karşın bir hususta esasen hiçbir şey değişmedi: O da her gelen iktidarın çok sayıda oy hesabı yaparak hâlâ Kürt aşiretlerine bel bağlaması ve karşılığında aşiretleri, güçlerini zayıflatabilecek her tür etkiden uzak tutması.
Bu nedenle, örneğin, çokça talep edilen toprak reformu bir türlü hayata geçirilemedi. Devletin bu tutumu, Kürt bölgelerinin Türkiye'de en geri kalmış sosyal bölgelerin başında gelmesinin nedenlerinden birisini oluşturuyor. Bu bölgelerde yasalar, töre ve aşiret liderinin gücünün üzerine çıkamıyor.
Fakat bir suçun -ister bu kadar mide bulandırıcı olsun- üyeliğe uygun olup olmamakla ne ilgisi var? Avusturya, ülkede çocuk istismarcıları kötü emellerine ulaştıkları gerekçesiyle AB'den çıkarılmalı mıdır? Yoksa çocuk istismarcılığı veya okullardaki toplu katliamlar bir yandan Avrupai suçlar, kanlı intikam eylemleri de öte yandan "Avrupa dışı" suçlar olarak mı ayrılıyor?
Eğer böyleyse ve hukuksuzluktan dem vuruluyorsa, Sicilya'daki kan davaları ve mafya gücü nedeniyle İtalya'nın AB üyeliği de bir kez daha gözden geçirilmelidir. Her barbarca olay her ülkenin AB'ye uygunluğunu sorgulatıyor olsaydı Birlik içerisinde herhâlde üye kalmazdı.

HAMBURGER ABENDBLATT: "WESTERWELLE: TÜRKİYE, AB'YE KATILMAYA HAZIR DEĞİL"

ANKARA, 06/05(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Hamburger Abendblatt gazetesinin 6 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Berlin çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

--FDP Lideri Guido Westerwelle Orta Vadede Türkiye'nin AB'ye Dâhil Olmasını Mümkün Görmüyor--

Phoenix televizyon kanalına verdiği demecinde Westerwelle, "Kendisi bile üyeliğe hazır olmadığını iddia ediyor. Bugün Türkiye üyeliğe hazır olmadığı gibi Avrupa Birliğinin de buna hazır olmadığı buna eklenmelidir." diye konuştu.
Westerwelle, açıklamalarını "Buna rağmen Türkiye'nin Doğu'ya yönelmemesinde veya dinî bir çizgiye hatta kökten dinciliğe kaymamasında hepimizin çok büyük çıkarları bulunuyor. Aksine Türkiye'nin NATO'da önemli müttefikimiz olmaya devam etmesi, aramızın iyi olması ve ekonomik açıdan iş birliği içinde olmamız; sağlam, iyi, mükemmel ilişkilerimizin olması önemli." sözleriyle sürdürdü.
FDP Başkanı, bu sebeplerden ötürü Türkiye'de örneğin hukuk düzeni ve toplumsal reformları ilgilendiren çabaların frenlenmesi değil, bütünüyle teşvik edilmesi gerektiğini ifade etti.
Avrupa örneğinde bazı ucu açık müzakere örnekleri mevcut. Westerwelle, "Türkiye, hukuki, toplumsal, demokratik ve ekonomik bakımdan doğru yolda olduğunu göstermek zorunda. Sonuçta Avrupa olarak bizim Türkiye'nin Batı yolunda ilerlemesinde devasa çıkarlarımız söz konusu." diye aktardı.
Westerwelle, "Herhâlde ancak 8-10 yıl sonra cevaplandırılması mümkün olabilecek bir sorunun bugünden sorularak, Türkiye'de reformlar konusunda gayret edenlere, 'istediğiniz kadar çabalayabilirsiniz, bizim sizlerle zaten işimiz olmaz' denmesine" karşı çıkıyor.

DEUTSCHLANDRADIO: "YENİ UFUKLARA AÇILMAK MI?"

ANKARA, 06/05(BYE)--- Almanya'da ulusal yayın yapan Deutschlandradio'nun 3 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Gunnar Köhne imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yazının özet çevirisi şöyledir:

--Türkiye'nin Dış Politika Çizgilerine Dair--

Kıbrıs sorunun çözümü, Ermenistan ile yakınlaşma, Irak'ın kuzeyindeki kısmi Kürt devletinin tanınması... Türkiye, dış politikadaki sorunlarıyla yüzleşmeye kararlı görünüyor. Ancak, AB'ye üyelik konularında işler pek yolunda gitmiyor gibi; oysa Türkiye'nin dış politikasındaki asıl mücadele alanı AB üyeliği.
1985'ten bu yana İstanbul'da yaşayan İngiliz Hugh Pope, Türk politikasını iyi tanıyanlardan. Pope, Reuters ve Wall Street Journal için çalıştı. Bugünse Brüksel merkezli Uluslararası Kriz Grubu'nun temsilciliğini yapıyor. Pope, Türkiye'nin son on yıllık sıra dışı dış politikasına ilişkin şu tespitlerde bulunuyor:
"1999, Yunanistan ile yakınlaşmayla başladı; çoğu kimse buna 'deprem diplomasisi' demişti. İki ülkede ardı ardına meydana gelen -önce Türkiye, sonra Yunanistan'da- iki deprem sonrasında karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma çerçevesinde iyi bir hava oluştu. Sonraysa Şam'ın PKK Lideri Abdullah Öcalan'ı sınır dışı etmesiyle Suriye ile ilişkiler normalleşti. Ayrıca 1999, AB'nin, Türkiye'ye, 'Sen resmen aday oluyorsun!' dediği yıldı da. Türkiye'ye bu gelişme büyük bir güven verdi. Bu güven Türkiye ile tüm komşu ülkeler arasındaki ilişkilere yansıdı."
Son on yıllık dönem gibi 2009 yılı da, Türkiye'nin dış politikasında çok özel bir yer tutacağa benziyor: Ya çok iyi ya da çok kötü olacak.
Sözgelimi, AB ile ilişkiler. Hatalar, yanlış anlaşılmalar ve iki tarafın hassasiyetleri de Türkiye ile AB arasındaki üyelik sürecine bugüne kadar hep damgasını vurdu. 33 müzakere başlığının dokuzu ancak açılabilmişken bunlardan sadece biri kapatılabildi. İçler acısı sonuçtan ötürü de Ankara ve Brüksel birbirini suçluyor.
Türk hükûmeti, Başbakan Merkel ve Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin, Türkiye'nin AB üyeliği karşıtı tutumlarından şikayetçi. Birçok Türk vatandaşı, "Bu iki güçlü ülke hükûmetleri, müzakerelerin sonucuna bakmaksızın üyeliğe karşı çıkıyorsa müzakereleri sürdürmek niye?" diye soruyor. Fakat Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyen Avrupa Parlamentosu'nun İngiliz üyesi Richard Howitt, Türklerin bu türden yan çizmeleri dikkate almayıp reform konusundaki azimleriyle inandırıcı olmaları gerektiğini söyleyerek, "Geçen son iki üç yıl zarfında Türkler reform sürecini pek de kararlılıkla sürdürmeye hevesli görünmediler. Bize dediler ki genel seçimler var. Ardından cumhurbaşkanı seçimi var dendi. Sonrasındaysa AK Partinin kapatılma davasının sonucu beklenmeli, dendi... Her defasında da reform sürecine sonra devam edileceği bildirildi. Ancak Brüksel'in de sabrı tükendi tükenecek. Türkiye artık doğru yolda yürümeye başlaması gerektiğini idrak etmek zorunda." diyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki hükûmet en azından artık "Ulusal Program"ı ortaya koydu. Bu, AB üyeliğinde gerekli reformlar için bir nevi yol haritası olacaktır. Programda, ülkenin AB uyum süresinde aşağı yukarı ihtiyaç duyacağı her şey, vergi yasasından balıkçılığa değin her şey bulunuyor. Fakat Brüksel ile Ankara arasındaki üyelik müzakerelerinin bu yıl askıya alınması, hatta tümüyle sonlandırılması tehlikesi söz konusu. Zira eğer Türkiye limanlarını -anlaşmayla taahhüt ettiği halde- bu yıl da Kıbrıs Cumhuriyeti uçak ve gemilerine açmayacak olursa böyle bir ihtimal doğacak.
Ne var ki Türkiye, limanlarını, ancak Kıbrıs Türk kesimine uygulanan ticaret ambargosunun kaldırılması kaydıyla Kıbrıs Rum gemi ve uçaklarına açmaya yanaşıyor. Hükûmet lideri Erdoğan, burada büyük bir haksızlık yapıldığını düşünüyor. Sonuçta Kıbrıs Rum tarafı 2004 yılındaki BM Birleşme Planı'nın oylandığı referandumda "hayır" derken kuzeydeki Türk tarafı kabul etmişti.
Erdoğan bu noktada, "Adadaki Türk kesiminden tek taraflı ödün verilmesi beklenmesin. Kıbrıslı Türklere yönelik ambargo niçin hala sürdürülüyor? Kuzey Kıbrıs bir uyuşturucu diyarı mı, yoksa suçluların cirit attığı bir ülke mi? Hayır! AB verdiği sözü tutmak ve ambargoyu kaldırmak zorunda." diyor.
Gerçi adanın sözde iki halk kesimi lideri Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas şu sıralar iki bölgeli bir devlet çözümü üzerinde görüşüyor. Ancak müzakereler öylesine ağır ilerliyor ki kimse yılın sonuna kadar çözüm bulunmasını beklemiyor.
Ayrıca, Kuzey Kıbrıs'taki meclis seçimlerinden milliyetçi muhalefet partisinin galip çıkması barış sürecini daha da zorlaştıracak. Yeni hükûmet, birleşmiş bir adaya karşı çıkmakla birlikte birleşme yanlısı Cumhurbaşkanı Talat müzakerelere devam ediyor. Ankara'nın altını çizdiği üzere Talat'a destek sürecek. Siyaset Bilimci Mensur Akgün'ün deyimiyle Türkiye'de hükûmet yoluna çıkan "Kıbrıs" taşından kurtulmak istiyor. Ancak, Türk limanlarını Kıbrıs Rum gemilerine açmak siyasi bir intihar olur:
Akgün, "Bunun imkanı yok. Çünkü bu durumda Erdoğan muhtemelen kendi parti liderliğinden alaşağı edilir. Muhalefet ve toplumun diğer kesimlerden gelecek yoğun tepkiler bir yana Kıbrıs meselesi Türkiye'de milli öneminden ötürü rasyonel değil, duygusal bir mesele niteliğinde." diye yorum yapıyor.
Türkiye, AB ile ilişkilerinde isteksiz ve rahatsız olmasına karşın ABD ile ilişkileri altın çağına giriyor. ABD Başkanı Barack Obama'nın sürpriz Ankara ve İstanbul ziyaretleri sayesinde iki NATO müttefiki arasındaki buzları eritti. Türkiye'de ABD karşıtı eğilimleri artıran, komşu Irak'ta cereyan eden savaştı. Türklerin çoğunluğu, Iraklıları saldırıya uğrayan mağdurlar olarak görmüştü. Geçen yıl yapılan bir kamuoyu yoklaması, Türklerin yüzde 70'inin, ABD'yi bir düşman olarak görürken sadece yüzde sekizinin müttefik olarak algıladığını ortaya koydu. Fakat bu durum, ABD Başkanının Ankara'da Mecliste yaptığı konuşma sonrasında değişti:
Obama, "Birleşik Devletler ile Türkiye her zaman hem fikir olmadır. Ama başka bir şey de beklenemez zaten; iki ülke arasında her zaman uyuşmazlıklar olabilir de. Ancak, Türkiye ve ABD son 60 yılda birlikte çok sıkıntıların üstesinden gelmeyi başarmıştır, salt ittifakımız güçlü, dostluğumuz kalıcı olduğundan. Birleşik Devletler ve Türkiye bugün daha güçlüler ve dünya daha güvenli. Günümüzde iki demokrasimizin yüz yüze kaldığı tehlikeler olağandışı. Kesin olan bir husus var: Hiçbir ülke tek başına bu tehlikelerle tek başına baş edemez. Fakat tüm ülkelerin bu sıkıntılarla başedilmesinde çıkarı olacağından birbirimize kulak vermeli ve ortak noktalarımızı öne çıkarmalıyız." diye konuştu.
Obama'nın erken Ankara ziyaretiyle bir nokta netleşti: ABD ve Batı, Türkiye'ye ihtiyaç duyuyor, hem NATO'da, hem de Orta Doğu ve Kafkaslar'da. Türkler de bunun farkındalar, dolayısıyla tam da bu hususta vazgeçilmezliklerini sınamaya girişmiş durumdalar ki böylece Brüksel'deki şüphecilerin gözleri açılır diye düşünüyorlar.
Örneğin Afganistan; İstanbul'da üç yıl önce Pakistan ile Afganistan Cumhurbaşkanları ilk kez yakınlaştı. Neredeyse tüm ISAF birliklerine ikmâl Türk hava sahası üzerinden sağlanıyor ve Türkiye'nin kendisi de başlangıcından itibaren oradaki NATO misyonunda yer alıyor.
Eğer önemli ve güven veren Müslüman Türkiye faktörü olmasaydı, NATO ile Batı, bölgede büyük ihtimalle şimdikinden daha kötü durumda olurdu. Böylelikle, uzun zamandır Doğulu komşularıyla ilgilenmemiş olan Türkiye, Orta Doğu'da kendisine yeni bir rol keşfetmiş oldu. Başka hiçbir ülke, neredeyse bölgenin bütün ülkeleriyle eş değerde iyi ilişkilere sahip değil: Bir Türk devlet lideri eğer isterse bir günde Moskova'dan Riyad'a, oradan da Tahran ve Tel Aviv'e geçebilir. Türkler, Suriye ile Mısır arasında; Hamas ile el Fetih arasında; Pakistan ile İsrail arasında; Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk ediyor. Ayrıca İsrail gibi Türkiye de bir parlamenter demokrasi.
Gerçi İsrail ile olan ittifak dindar-muhafazakar Erdoğan iktidarı döneminde birçok yara aldı. Bu bağlamda özellikle Gazze'deki savaş Ankara'da yoğun tepki topladı. Ayrıca Gazze savaşından ötürü Türkiye aracılığında yürütülen Suriye-İsrail görüşmeleri de sonuçsuz kaldı. Ancak İsrail medyasında önceleri boykot çağrıları yükselse de Türkiye'nin Akdeniz sahillerindeki oteller, şu sıralar yeniden İsrailli turistlerin rezervasyonlarında artış kaydedebiliyor. Zaten Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de yaz sona ermeden İsrail'i ziyaret etmek istediğini duyurdu.
Gül'ün mart sonundaki Bağdat ziyareti ise tarihi öneme sahipti. Çünkü Türkiye Irak'a daha yoğun eğilmek istiyor; Amerikan askerlerinin çekilme tarihinin yaklaşmasıyla zaten zorlukla sağlanan düzenin yeniden bozulup ülkenin kaosa sürükleneceği endişesi söz konusu.
Bir de Türkler artık, Kuzey Irak'taki Kürt oluşumunu müzakere tarafı olarak kabul etmeye hazır görünüyor. Yılın başlarında Erbil'de toplanan ve yüzün üzerinde Türk subayı ile akademisyenin katıldığı bir konferansta Türkler, Iraklıları da şaşırtan bir çıkışla kendilerini, "Irak'ın Avrupa'ya açılan kapısı" olarak takdim ettiler. Erbil'de bir konsolosluğun açılması da gündemde. Sonuç şu ki Türkiye, Iraklı Kürt partnerinin bölgesinde ayrılıkçı PKK'nın varlığına daha fazla tahammül edemeyecektir.
Türkiye, sadece Orta Doğu diplomasisiyle Batı'yı etkilemekle kalmıyor, kendi çıkarlarının takipçiliğini de yapıyor. Kısa bir süre önce Cumhurbaşkanı Gül, Tahran'ı ziyaret etti ve böylelikle ilk kez bir NATO ülkesi lideri, İran dini lideri Ayetullah Hamaney tarafından karşılandı. AK Partinin bir dış politika danışmanı, özellikle Türk ordusunun İran'ın bölgede artan etkisini ve nükleer programı etrafındaki tartışmaları kaygıyla izlediğini söyleyerek "İran ile Türkiye arasında eskilere dayanan bir rekabet var. Ayrıca Türkiye çevresinde, -bir tarafta İran ve Suriye, diğer tarafta da Körfez ülkeleri, Ürdün, İsrail ve ABD- gelişen gerilimlerin artması karşısında seyirci kalmak istemiyor. Irak savaşının ardından yeni bir savaş felaket olur, hem bölge hem de Türkiye için."
İngilizcesi "Roadmap" olan yol haritası ifadesi bugüne kadar sadece Orta Doğu münasebetleri bağlamında duyuluyordu. Fakat son olarak "Roadmap" artık çok eski bir sorunla da anılır hale geldi: Türkiye-Ermenistan anlaşmazlığı. İki ülkenin -geçen hafta gelen sürpriz bir açıklamayla- bir "Roadmap" üzerinde anlaştığı ve neticede diplomatik ilişkilerin kurulacağı, karşılıklı sınırın açılacağı duyurusu yapıldı. Böylelikle Türkiye dış politikada sürpriz bir çıkış yapmış olacak ki bu da, onun yeni dış politikasındaki hareketliliğin kanıtı sayılacak.
Türkiye ile Ermenistan arasındaki sıkıntılar üç ana hatta toplanıyor: İlki, Osmanlı İmparatorluğu'nun Ermenilere 1915'te yaptığı katliamın değerlendirildiği tarihsel mesele. İkincisi, iki ülke arasındaki günümüz ikili ilişkilerini ilgilendiren bir durum. Üçüncüsü de, Ermenistan'ın işgal ettiği, fakat ağırlıklı olarak Azeri Türklerinin yaşadığı Karabağ.
1915 olaylarının değerlendirmesine ilişkin son on yılda Türkiye'de belirgin bir değişim gözlendi. Daha dört yıl önce sayısız aydın - hepsi "soykırım" tanımını kabul etmese bile- bir konferansta bir araya gelip isnat edilen her türlü suç iddialarını reddeden resmi tarih tezini daha fazla kabul etmek istemediklerini açıkladı. Yani bu bakımdan konu çoktan masaya yatırılmış durumda.
Paralelinde de Türkiye, Ermenistan ile yavaş yavaş yakınlaşmaya başladı. Geçen sonbaharda Gül, iki milli takım arasındaki bir futbol müsabakasını izlemek üzere Erivan'a gitti. O dönemlerde gizliden gizliye İsviçre'nin himayesinde uzlaşma görüşmeleri yürütülüyordu. Bugünse bunların sonuçları belli oldu: İki ülke de, yeniden diplomatik ilişkiler kurmayı, ortak sınırları açmayı ve 1915 olaylarının irdeleneceği bir ortak tarihçiler komisyonu kurmayı istiyor.
Bilinen bir husus da bu "Roadmap"in ne zaman hayata geçeceğidir, zira burada rahatsızlık veren üçüncü sorun devreye giriyor: Azerbaycan, Türkiye'nin Ermenistan ile sınırları açmasına şiddetle karşı çıkıyor. Nedeni, Türkiye'nin 16 yıl önce Ermenistan sınırını Karabağ'daki Azeri Türklerle dayanışma gerekçesiyle kapatmasıydı. Şimdi birden sınırların Karabağ sorunu çözülmeden tekrar açılması Bakü'yü küstürdü. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev aniden, ülkesinin Türkiye'ye verdiği doğal gaz fiyatında artışa gidileceğini duyurdu. Bunun üzerine Türkiye Meclisinde Başbakan Erdoğan, ana muhalefet partisi lideri Deniz Baykal'ın, ulusal çıkarlara ihanet edildiği suçlamalarına karşılık vermek zorunda kaldı. Baykal, "AK Parti hükûmeti, salt kibrinden dış politikadaki en önemli alanlarımızdan birinde tamamen gereksiz bir soruna yol açtı. Bu, Türkiye Cumhuriyeti tarihine en büyük diplomatik hata olarak yazılacaktır" derken Erdoğan'ın yanıtı, "Hükümetimizin Azerbaycan'a karşı tutumu her zaman açıktı. Şimdi birilerinin çıkıp bunu sorgulamaları bayağıdır. Azeri kardeşlerimizi hiçbir zaman yalnız bırakmadık." şeklinde oldu.
Ancak uzmanlara göre, Ankara'nın yeni Ermenistan siyasetinin başka hedefleri de var: Rusya'nın geçen yaz Gürcistan savaşı sonrası Kafkaslar'da artan etkisini dizginlemek istiyor. Hala Ermenistan'ın Türkiye sınırında Rus askeri var. Moskova, Rusya'ya bağımlılığından giderek uzaklaşan Batı'nın, Hazar Denizi'nden Türkiye yoluyla petrol ve doğal gaz tedarik edişini sıkıntıyla izliyor. Sınırın açılmasıyla Ermenistan da Batı'ya açılmış olacak. Hugh Pope, Türkiye'nin ilişkilerin normalleşmesinden hem siyasi hem de ekonomik kazanımı olacağını söyleyerek "Öncelikle Türkiye'nin tekrar tekrar karşısına çıkarılan ve göğüslemek zorunda kaldığı -özellikle ABD menşeli- soykırım iddialarına karşı sarfettiği siyasal irade çok enerjiye mal oluyor. Eğer Ermenistan ve Türkiye bu veya başka sorunlar üzerinde konuşmaya başladığında ağırlık azalacak. Bu işin siyasi kazanım yönü. Bir de ekonomik kazanım söz konusu: Türkiye'nin doğusundaki kentlerin aşağı yukarı tümü yoksul ve burada komşuyla ticaret imkanı gören halk sınırın açılmasını dört gözle bekliyor. Sayısız eski Ermeni kilisesi ve tarihi yerler sayesinde birçok Ermeni turistin de gelmesi bekleniyor. Yani bu işten iki taraf da kazançlı çıkabilir. Ama iki tarafta da, milliyetçilere ve onların söylemlerini altetmek için siyasi cesarete gereksinim duyuyor. Demem o ki herkes, Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan'a bu yolda cesaret vermelidir."
ABD'nin Irak'ta nispeten zayıflayan rolü, Rusya'nın Kafkaslar'daki egemenlik ihtirasları ve sürekli baş ağrıtan İran merkezli nükleer kavgalar... Türkiye, bunun gibi dış politik gelişmeleri fark etti ve öyle görünüyor ki bunlarla yüzleşmeye hazır. Sadece Türklerin 40 yıldır arzuladığı AB üyelik meselesinde işler pek yolunda gitmiyor. Hugh Pope'ye göre, Türkiye'yi bu yıl dış politikada zorlayacak asıl mesele budur:
Pope, bu noktada şunları söylüyor: "Türkiye açısından AB, geri kalan tüm vagonları çeken bir tür lokomotif. AB sürecini ilerleten enerjinin tükenmesi halinde Türkiye inandırıcılığını kaybedecektir. Kıbrıs sorununda her şey yıl sonunda verilecek bir karara bağlı. Bu karar, AB üyelik müzakerelerinin devam edip etmeyeceğini belirleyecek. Bu durumda 2009 yılı, Türkiye açısından dış politika alanında daha pek çok mücadeleye gebe. Tüm bunlar, ülkenin ileriki yıllarda nereye yol alacağını da tayin edecek."

 

AVUSTURYA BASINI

SALZBURGER NACHRICHTEN: "SPÖ İLE ÖVP BAŞARILI OLAMADILAR"

VİYANA, 30/04(BYE)--- Tirajı günde 70 bin olan liberal eğilimli Salzburger Nachrichten gazetesinin 30 Nisan 2009 tarihli sayısında, Alexandra Parragh'ın Yeşillerin AB seçimlerindeki bir numaralı adayı Ulrike Lunacek ile yaptığı yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

SN: Türkiye'nin katılımı konusunda ne düşünüyorsunuz?

LUNACEK: Biz Yeşiller katılım opsiyonunu her halukarda açık tutmak istiyoruz. Bu 1999'da Klima/Schüssel hükümeti döneminde Türkiye'ye vadedildi. Ayrıca Türkiye'deki reformlar açısından da motor işlevi görüyor. Bu sayede örneğin azınlıklar konusunda bazı değişiklikler oldu. Bugün Kürtçe radyo ve televizyon programları var. Öte yandan örneğin insan hakları konusunda yapılması gereken daha çok şey var. Türkiye'nin bunu başarabileceğinden, o aşamaya gelinse bile katılım isteğinin hala olup olmayacağından pek emin değilim.

DER STANDARD: "YENİ OSMANLI İMPARATORLUĞU HAYALİ"

VİYANA, 04/05(BYE)--- Tirajı günde 76 bin olan sol eğilimli Der Standard gazetesinin 4 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Jürgen Gottschlich imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

O karar da sürpriz olmadı. Başbakan Tayyip Erdoğan büyük bir kabine değişikliği yapacağını açıkladığında, medya zaten Ahmet Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanı olmasını bekliyordu. Böylece, uzun zamandan beri uygulanan şey resmiyet kazanmış oldu. Geçen haftanın sonuna kadar kağıt üzerinde Başbakanın Dış Politika Danışmanı olan Ahmet Davutoğlu, aslında yıllardan beri Türkiye'nin dış politikasının ana hatlarını belirleyen kişiydi.
Türkiye şimdi, 50 yaşındaki politika ve ekonomi profesörüyle, son yıllarda gerçekten de yeni bir dış politika çizgisi çizip bunu kabul ettiren bir Dışişleri Bakanına sahip oluyor. Klasik tarafsızlık politikası ve onu izleyen yalnızca Batı'ya yönelik bir dış politikanın ardından şimdi sıra Davutoğlu'nun "çok boyutlu politikasında". Davutoğlu'nun yükselişi, AB ile ilişkilerin çöküşüne paralel olarak gerçekleşti. Türkiye, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanlığı döneminde tamamıyla AB'ye yakınlaşmaya ağırlık veriyordu.
Ancak Türkiye'yi AB'de görmek istemediklerini söyleyen Avrupalıların sayısı arttıkça, Davutoğlu da Türkiye'yi bölgede AB'den bağımsız, güçlü bir ülke yapma planıyla popülerlik kazandı.
"Stratejik Derinlik" isimli kitabıyla daha profesörken gidilecek yönü gösteren Davutoğlu, bunun ancak Orta Doğu, Kafkasya ve Balkanlar'a daha fazla ağırlık verilerek, bu bölgelerde bağımsız bir politika izlemek suretiyle mümkün olabileceği görüşünde. Davutoğlu, Erdoğan tarafından hassas görevlerle Suriye, İran ve Irak'a gönderildi. Bu strateji Suriye ile İsrail arasındaki ilk ara buluculuk çabalarına kadar oldukça başarılı olmasına karşın, Erdoğan'ın Davos'ta İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres ile takışması üzerine, Türkiye'nin çoktan Batı'ya sırt çevirmekte olduğu izlenimi uyandırdığından, eleştirici bir şekilde sorgulandı.
Davutoğlu'nun planını anlatmak için o kadar uzağa gitmeye gerek yok. Anadolu'daki Konya'dan gelen Davutoğlu'nun, Türkiye'nin yakında AB'ye bağlanmasından daha farklı hayalleri var. Osmanlı İmparatorluğu'nun politikasını devam ettirerek Türkiye Cumhuriyeti'nin, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar hâkim olduğu topraklarda yeniden nüfuz kazanmasını istiyor.  

ÇEK BASINI

RFE/RL: "AB GÜNEY ENERJİ KORİDORU KONUSUNDA CİDDİYETİNİ TAKINDI"

ANKARA, 06/05(BYE)--- Prag merkezli Radio Free Europe/Radio Liberty'nin (RFE/RL) 5 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Ahto Lobjakas imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Brüksel çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:

8 Mayısta yapılacak Güney Koridoru enerji zirvesi öncesinde Brüksel'den yükselen sesler, AB'nin enerji teminini çeşitlendirmeyi en sonunda ciddiye aldığını gösteriyor.
AB, Prag zirvesine Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Azerbaycan, Gürcistan, Irak, Mısır ve Türkiye'den temsilcileri davet etti. Davet edilenlerin hepsi, ya anahtar doğal gaz tedarikçisi ya önemli bir transit ülke ya da her ikisi.
Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye ve Mısır'ın devlet ve hükûmet başkanları düzeyinde, diğer ülkelerin ise bakanlık düzeyinde temsil edilmesi bekleniyor.
Rusya ise ABD ve Ukrayna ile birlikte gözlemci ülke olarak davet edildi. Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve Slovenya, zirvenin hazırlıkları boyunca Moskova'nın da zirvede hazır bulunması gerektiği konusunda ısrar ettiler, ancak Güney Koridorunun gündeminde dikkat çekici biçimde Rus doğal gaz projeleri yer almıyor.

--Somut Konular--

Öncelikle AB, olası tedarikçi ülkelerden belirli taahhütler almak için çabalayacak.
Bir yetkili, "Zirvenin somut konuları ele almasını bekliyoruz. Sizlere şu anda ne kadar metreküp doğal gaz talep edeceğimizi söyleyecek durumunda değilim, ancak bu konu ele alınacak (...) Boru hattı inşa etmeden önce, üreticinin pazarın güvenliğini sağlaması gerekmektedir." şeklinde konuştu.
Güney Koridoru projesinin belirgin siyasi hassasiyetine rağmen, Brüksel'deki yetkililer gazetecilere ısrarla, Prag Zirvesi'nin "siyasi bir organizasyon değil, bir iş fırsatı olduğunu" söylediler.
Ancak aynı yetkililer, AB'nin projeye olan tam desteğinin de altını çizdiler. Bir yetkili, "Blok, şayet ihtiyaç olursa, gerekli siyasi, ekonomik ve mali desteği sağlayacaktır." dedi.

--Ödünç Alınan Zaman--

AB yetkililerine göre, Güney Koridoru projesi, hepsinin planlaması "ileri aşamada" bulunan üç önemli boru hattını kapsıyor. Bunlar; Türkiye'nin doğu sınırından Avusturya'ya uzanan Nabucco, Gürcistan'dan Karadeniz'in altından Romanya'ya uzanan Beyaz Akım ve Türkiye-Yunanistan-İtalya arasındaki Interconnector.
Üç boru hattının tümü, 2020'ye kadar AB'nin toplam doğal gaz ihtiyacını yüzde 10'a kadar karşılayabilecek.

--Açık Destek--

AB ilk defa, Türkmenistan'dan Azerbaycan'a uzanan bir trans Hazar boru hattının inşa edilmesi fikrini destekliyor.
Trans-Hazar bağlantısıyla birlikte güney koridorundaki üç boru hattı, özel şirketler tarafından inşa edilen ve işletilen tamamıyla ticari projeler olacak. AB yetkilileri, doğal gaz temini kârlı fiyatlarla garanti edildiği sürece, üç boru hattı için de sağlanacak finansmanın sorun olmayacağını söylediler.
AB için önemli bir tehlike ise Türkiye'nin transit geçiş anlaşması konusunda ayak sürümesi. Türkiye, dolaylı yoldan AB'nin uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini ihlal edeceğine inandığı koşullar talep ediyor. Türk liderlerin belirli aralıklarla anlaşmanın, ülkenin ertelenen AB üyeliği görüşmeleriyle bağlantısı olduğunu ima etmeleri sebebiyle bu sorunun siyasi sonuçları bulunuyor.

 

FRANSA BASINI

LE MONDE: "İSTANBUL YAKINLARINDAKİ HEYBELİADA ORTODOKS RUHBAN OKULU HALA YENİDEN AÇILMAYI BEKLİYOR"

PARİS, 30/04(BYE)--- Tirajı günde 314 bin olan Le Monde gazetesinin 30 Nisan 2009 tarihli sayısında, Guillaume Perrier imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

ABD Başkanı Barack Obama nisan ayı başında Türk meclisindeki konuşmasında, 1844'de kurulan ve Türk devleti tarafından 1971'de kapatılan Rum Ortodoks ruhban okulunun durumuna değinmişti.
Ümit Tepesi'ndeki yüksek duvarlar ve yeşil bir bahçenin ardında görülen dev bina, Rumca "Halki" olarak adlandırılan, İstanbul'a birkaç kilometre ötedeki adalar arasında bulunan Heybeliada'nın huzurlu havasında tüm heybetini koruyor: Taş döşemeli kusursuz koridorlar, tam hizalanmış ağaçtan masalarla dolu sınıflar... Buradaki tek eksik, öğrenciler.
Türk devleti tarafından 1971 yılında kapatılmadan önceki görkemli yıllarında Ruhban okulunda 120 öğrenci bulunuyordu. Bugün binada sadece komşu manastırdan üç papaz ve Ortodoks Patriği I. Bartholomeos tarafından görevlendirilen bir rahip kalıyor. Yannis adlı kütüphaneci, 60 bin kitabı düzenlemek ve tozunu almak için her gün kara ile ada arasında bir saat yolculuk yapıyor. Ara sıra çoğunlukla Yunanistan'dan gelen ziyaretçi ve turistlere rehberlik yapıyor. Akşam saatlerinde ise çevreyi gözetleme sırası Hector adlı köpeğin oluyor. İstanbul'daki Ekümenik Patrikhaneye bağlı olan 1844 yılında kurulmuş Rum Ortodoks ruhban okulu, 38 sekiz yıllık bir duraklama ardından unutulmaktan kurtulmaya çalışıyor.
Türkiye'de bu hassas konuda konuşma hakkı olan tek insan olan, Patrikhanenin sözcüsü Dositheos Anagnastopulos, "hiçbir okul buranın yerini tutamaz. Buradaki varlığı korumalıyız" açıklamasında bulunuyor. Her fırsatta Heybeliada Ruhban Okulunun açılmasını talep eden uluslararası camia bu meseleyi, AB adayı Türkiye'nin demokratikleşmesinin sembollerinden biri haline getirdi.
Okulun durumu hakkında Ankara'ya öğüt veren son yetkili Barack Obama oldu. Nisan ayı başında geldiği Türkiye'de mecliste milletvekillerine yaptığı konuşmada, laik Türkiye'nin dini azınlıklara daha fazla tolerans göstermesini ve Ortodokslara, ruhban okulunu açabilme fırsatının verilmesini istedi.
"Obama'dan önce kimsenin mecliste bu konudan bahsetmediğini" sevinçle belirten Anagnastopoulos, yine de "Amerikalıların Türkiye'deki çıkarlarının çok önemli" olması sebebiyle "bu ziyaretin hiç bir şeyi değiştirmeyeceğinden" emin. AB de yıllardır bu yönde ısrarcı. Hatta Brüksel, ruhban okulunun açılmasını Türkiye'nin katılım müzakerelerindeki demokratik önlemlerin simgesi haline getirdi.
Türkiye'nin yeni Başmüzakerecisi ve AB işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Egemen Bağış, sene başından bu yana Patrik I. Bartholomeos'u iki kez ziyaret ederek konuyu inceleyeceğine dair söz verdi. Ancak bunun için anayasanın gözden geçirilmesi gerekiyor. Anagnastopoulos, sürekli olarak aynı retle karşılaştıklarının altını çiziyor: "Şu an iktidarda olan hükümet öncekiler kadar milliyetçi değil, AB'nin desteğini almak için Hristiyanlara dikkat etmesi gerektiğini biliyor. Türkiye'nin elinde bir koz var: Heybeliada Ruhban Okulunu açması mümkün, ancak karşılığında istekleri de olacak..." Burada istenilen, Yunanistan'daki Batı Trakya Müslüman Türk azınlığı için seçilmiş bir temsilci. İstanbullu Ortodoks Rumlar, Türkiye'nin AB'ye üye olmadığı sürece bu meselenin çözümlenmeyeceğine inanıyor.
Türkiye'nin tereddütleri aslında Patrikhanenin özel statüsüyle ilgili. Zira Ankara, Ortodoks dünyasının manevi liderini sadece küçük yerel bir topluluğun lideri olarak kabul ediyor. Bir asır önce 150 bin olan İstanbullu Ortodoksların sayısı bugün 2500'e düştü. Ayrıca Kilisenin bulunduğu Haliç kıyısındaki Fener mahallesinde bir "küçük Vatikan" istemeyen laik Türk Cumhuriyeti'nin şüpheyle baktığı Rum Patriği mutlaka Türk vatandaşı olmalı.
Anagnastopoulos sözlerine, "1940'lı yıllardan beri her yolu denediler. Patrikhaneyi etkisiz hale getirme isteği var ve bunun en iyi yolu papazların eğitilmesini önlemek. 69 yaşındaki Patriğe bir şey olursa, yerine geçecek isim konusunda bir sorun yaşanacaktır. Zira sadece 14 metropolit bu göreve talip olabilecek durumda ki zaten çoğu ondan çok daha yaşlı." açıklamasıyla devam ediyor.
Adada neredeyse Ortodoks papaz kalmadı. Heybeliada'yı askerler doldurdu. Türk Deniz Kuvvetlerine ait önemli bir garnizon bulunuyor. Ordu, askeri liseyi kurabilmek için Aya Triada Manastırına el koydu. Sadece mihrap ile dev bir tablo geri alınabildi.

AFP: "SARKOZY: AVRUPA'NIN 'SINIRLARI OLMALI'. TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNE HAYIR"

NİMES, 06/05(AFP)(BYE)--- Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy dün Nimes'te (Fransa'nın güneyi), Türkiye'nin AB'ye girme "istidadı" olmadığını yineleyerek "Avrupa'nın 'sınırları' olmalı." dedi.
Fransa Cumhurbaşkanı Avrupa Birliği ile ilgili konuşmasında, "Avrupa ne yapabilir" sorusunun yerine "Avrupa ne yapmak istiyor" sorusunu yerleştirmek gerektiğini belirtti. Sarkozy, Avrupa'nın istemesi için ise sonu olmayan bir genişleme içinde yayılmayı bırakması ve Avrupa'nın sınırlarının olması gerektiğini söyledi.
Sarkozy, "Türkiye gibi, Avrupa ile aynı kaderi paylaşan, Avrupa ile imtiyazlı bir ilişki kurma eğiliminde olan, Avrupa'ya mümkün olan en yakın şekilde ortak olma eğiliminde olan ancak Avrupa Birliği'ne üye olma istidadı taşımayan ülkeler var." dedi.
Cumhurbaşkanı, "büyük bir ülke, büyük bir medeniyet" olan Türkiye ile ortak güvenlik ve ekonomi alanı kurulması için şu andan itibaren, müzakerelerin başlatılması gerektiğini söyledi.
Sarkozy, bu büyük hedefin, Avrupa'nın düşmanı değil ortağı olarak düşünülmesi gereken Rusya'ya da teklif edilebileceğini düşünüyor.
Sarkozy'e göre, böylelikle aynı güvenliği, aynı refahı paylaşan 800 milyonu aşkın bir nüfus alanı yaratılmış olacak.

 

İNGİLTERE BASINI

THE GUARDIAN: "BUZ TUTAN İHTİLAFLAR ÇÖZÜLMEYE BAŞLADI"

ANKARA, 30/04(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Guardian gazetesinin 29 Nisan 2009 tarihli internet sayfasında, Simon Tisdall imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

AB'nin Beyaz Rusya'yı gelecek hafta Prag'da yapılacak özel bir zirveye davet etmesi Avrupa'nın "vahşi doğusunun" düzensiz, sorunlu sınırlarında buzların çözüldüğünün son işaretlerinden biri. Bölgeyi soğuk savaşın sonundan beri çirkinleştiren bu donmuş ihtilaflar kenarlarından erimeye başladı. Brüksel'in baskısı altında buzlar kaymaya başlıyor.
Stratejik ve ekonomik açıdan en önemlisi, geçen hafta neredeyse bir asırlık düşmanlıktan sonra ilişkilerini normalleştirmek için bir ortak yol haritası açıklayan Türkiye ile Ermenistan arasında filizlenen uzlaşı. Plan, Ermenistan'ın Azerbaycan'ın Dağlık Karabağ üzerindeki kontrolüne karşı koyan ayrılıkçıları desteklemesini protesto etmek için 1993'te Türkiye tarafından kapatılan sınırın açılmasını da içeriyor.
Etkili bir şekilde üyelik girişimini durdurmasına karşın AB kendi amaçları için Türkiye'nin Kafkaslar, Karadeniz ve Hazar Denizi bölgelerindeki kayda değer nüfuzunu kullanmaktan mutlu görünüyor. Bu amaçları arasında ortak ticareti ilerletmek, kalkınma, güvenlik ve insan hakları gündemleri ve belki de en önemlisi Orta Asya'dan Rusya'nın kontrolünde olmayan bir enerji tedarikçisini güvence altına almak bulunuyor.
Şimdi Ankara ile Erivan arasında gelişmekte olan barışma senaryosu bu yüzden Brüksel'de ve ABD'de sıcak karşılanıyor. Bunun, uzun süre Moskova'nın gölgesinde yaşayan tecrit edilmiş Ermenistan'ın Batı'ya yakınlaştırmasını kolaylaştırması bekleniyor. Ve bu da karşılığında, Gürcistan ve Ukrayna gibi diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinin Batı ile bağlarını geliştirmesine yol açacak.
Buna paralel olarak yaşanan başka bir çözülme de, Dağlık Karabağ konusunda görüşmelere başlayan Ermenistan ile Azerbaycan arasında. Hazar kıyısındaki petrol üreticisi Azerbaycan Avrupa enerjisinin gelecekteki tedarikçisi ve geçiş yolu olması açısından önemli bir oyuncu. Yine AB, Türkiye ile birlikte yeni ortaya çıkmakta olan barış sürecini desteklemede aktif. Ayrıca AB'nin Prag zirvesi iki ülke devlet başkanlarının karşılaşacağı bir sonraki yer olacak.
Gürcü yetkililerle Rus ve Güney Osetya temsilcileri arasında geçen hafta yapılan AB himayesindeki başka bir eski düşmanlar toplantısından da çok fazla anlam çıkarmak mümkün. Bir çadırda yapılan görüşmelerden sonra Gürcüler, Rusların acil bir telefon hattı kurup onlara numarasını vermemelerinden yakındılar. Yine de, ihtilaflar bölgesindeki bu tip toplantıların ilkiydi. Ve taraflar yine görüşmeye karar verdi. Bu da bir çeşit gelişmedir.
Daha karmaşık donmuş ihtilaflardan biri olan Moldova'daki son siyasi ayaklanmalar Brüksel'e gündemini ve çıkarlarını ilerletmesi için bir fırsat sundu. Ve bu açılım AB'nin dışlanmış Beyaz Rusya'ya Prag zirvesi için yaptığı tartışmalı davetle aynı zamana denk geldi.
Bir zamanlar "Avrupa'nın son diktatörlüğü" olarak kınanan Devlet Başkanı Alexander Lukaşenko'nun rejiminin iç karartıcı bir kötü yönetim sicili vardı ve Brüksel tarafından kara listeye konmuştu. Ancak Beyaz Rusya'yı soğuktan çıkararak AB yine, aydınlanmacı kişisel çıkar tezine dayanan bu bağlanmanın karşı karşıya gelmekten iyi olduğunun işaretlerini veriyor. Şimdiye kadar olumlu yanıt veren Luşçenko, işi ülkesini Doğu ile Batı arasında bir "köprü" olarak tanımlamaya kadar götürdü.
27 AB hükûmet başkanı, Prag'da altı eski Sovyet bloğu devletiyle -Beyaz Rusya, Gürcistan, Ukrayna, Moldova, Azerbaycan ve Ermenistan- yeni bir "doğu ortaklığı" başlattıklarında 21. Yüzyıl tarzı bir "Ostpolitik"e onaylarını vermiş olacaklar. Ancak bütün bu olumlu işaretlere rağmen girişimin tamamını yolundan çıkarabilecek çok sayıda büyük ve küçük engel bulunuyor.
Örneğin, Azerbaycan Türk-Ermeni uzlaşısına karşı çıkarken Dağlık Karabağ ihtilafı hâlâ çözülemedi. Bu gerginlik, üç ülkedeki aşırı milliyetçilerin muhalefeti de eklenince her iki görüşmeyi de baltalayabilir. Bir de bunların ne kadarının lafta kaldığı ve AB'nin ihtiyaçları çok büyük ve artmakta olan bu ülkelere mali ve kalkınmayla ilgili yardım, güvenlik, barış tesisi ve siyasi reform açısından neler verebileceği gibi daha büyük bir sorun var. Bu altı ülke, yeni ortaklığın AB üyeliğine değil de onun ikamesine giden yol olduğunun farkına vardığında iyi niyet hemen boşa harcanabilir.
Ancak en büyük bilinmeyen, mevcut eğilimlerle şimdiden kendini tehdit altında hissetmeye başlayan ve kullanmayı tercih ederse sağlam bir yıkıcı güce sahip olan Rusya'nın tavrı. Mesele ister Güney Osetya'nın "Pimlico'ya Pasaport"u hatırlatan ayrılıkçılar meselesi, Ukrayna'nın gaz boru hatları, Gürcistan'daki NATO tatbikatları olsun, ister Moldova'nın Transdniestria bölgesi veya Azerbaycan ve Ermenistan'ın jeopolitik yönelimleri olsun Rusya, hâlâ kendi nüfuz alanı içinde gördüğü bu bölgede söz sahibi olmaya devam edecek.
Aslında Rusya her şeye rağmen bir veto hakkı olduğunu düşünüyor gibi duruyor. Şu anda AB durumun bu olmadığını göstermeye çalışıyor.

REUTERS: "TÜRKİYE: AVRUPA ADALET DİVANININ KIBRIS KARARI MÜZAKERE SÜRECİNİ BALTALAYABİLİR"

ANKARA, 30/04(REUTERS)(BYE)--- Türkiye bugün, Avrupa Adalet Divanının, Kıbrıs Rum mahkemelerinin aldığı kararların, blok ülkelerinin tamamı için bağlayıcı olduğuna ilişkin hükmünün, Kıbrıs'ın yeniden birleşmesi için yapılan müzakerelere zarar verebileceğini bildirdi.
Avrupa Adalet Divanı dün verdiği bir kararla, bir şahsın, Türk ordusunun 1974'te Kuzey Kıbrıs'ı işgaliyle ada bölündüğünde terk ettiği toprağının iadesi için yaptığı başvuruyu destekledi.
Rum kesimince memnuniyetle karşılanan, ancak Kıbrıs Türk kesimi tarafından kınanan karar, Rumları, Kuzey Kıbrıs'taki ihtilaflı mülklerde yaşayan yabancılara karşı yasal takip başlatma konusunda cesaretlendirebilir.
Türkiye Dışişleri Bakanlığından yapılan bir açıklamada, "Bu karar, müzakere sürecinin parametreleriyle çelişiyor ve Kıbrıs Rum yönetiminin haksızlıkla elde ettiği AB üyeliğini nasıl istismar ettiğine bir örnek teşkil ediyor. (...) Kararla ilgili olarak, kapsamlı, adil ve kalıcı bir Kıbrıs anlaşmasına vurgu yapacak uygun bir tepki, Kuzey Kıbrıs'taki otoritelerle birlikte değerlendiriliyor." denildi.
Kıbrıs 2004'te AB'ye girdi ve sadece Kıbrıs Rum toplumunca temsil ediliyor. Kıbrıslı Rumlar ve Türkler adada ayrı bölgelerde yaşıyor.
Yunanistan'ın desteklediği bir darbe girişiminin ardından Kıbrıs'ın kuzeyini işgal eden Türkiye o günden beri askerlerini Adada tutuyor.
İki taraf Adanın yeniden birleştirilmesi için geçen yıl barış görüşmelerini başlattı. Türkiye'nin AB'ye katılımı için bu görüşmelerin geleceği kilit rol oynuyor.
Kıbrıs Rum kesimi, Ada bölünmüş kaldığı müddetçe Türkiye'nin katılımını engelleyeceğini ileri sürüyor.

REUTERS: "AB: SEYAHAT YASAKLARI ÜYE DEVLETLERİN AYRI AYRI KARAR VERMESİ GEREKEN BİR MESELEDİR"

LUKSEMBURG, 01/05(REUTERS)(BYE)--- Avrupalı sağlık bakanları dün, domuz gribi salgınına önlem olarak seyahat yasakları getirilmesi kararının AB üyesi devletlerin kendilerine bırakılması gerektiğinde anlaşmakla birlikte Fransa'nın, AB'den Meksika'ya uçuşların hepsini askıya alma önerisini kabul etmediklerini açıkladılar.
Çek Cumhuriyeti Sağlık Bakanı Daniela Filipiova Luksemburg'da basına yaptığı açıklamada, "Hava yoluyla seyahatlerde hastalığın daha fazla yayılmasını önlemek için benimsenecek önlemlerle ilgili kararın tek tek üye devletlerce alınması gerektiğinde karar kıldık" dedi.

THE GUARDIAN: "AVRUPA'NIN GENİŞLEMESİ İNGİLTERE'NİN YARARINA OLACAK"

ANKARA, 04/05(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Guardian gazetesinin 1 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Caroline Flint imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:

AB beş yıl önce 12 yeni üye ve bu ülkelerin 104 milyondan fazla vatandaşını sınırlarına dahil ederek bir gecede genişleyiverdi. Ama bundan herkes memnun kalmadı. AB'nin nüfuzunun çok fazla -belki de çok az- olacağı öne sürüldü. Bazıları milyonlarca yeni AB vatandaşının iş piyasasını çökerteceği paniğine kapıldı. Bazılarıysa daha güçsüz ekonomilerin zengin AB üyelerinin fonlarına el koyacaklarından endişe etti. Masanın etrafından çıkan bunca sesle her şeyin mümkün olabileceği düşünüldü.
Aradan geçen beş yıl bu şüphelerin yanlış olduğunu açıkça gözler önüne serdi. AB genişledikçe daha da güçlendi. Genişleyen AB, İngiltere'yle ticaret fırsatlarını ve ülkemiz ile çevresinde güvenliği artırdı; bir Avrupa süper devleti kurma ihtimalini zayıflattı.
Ancak genişlemeyi ve hareket serbestisinde artışı savunabilmek, işsizliğin arttığı ve hizmet sektörü üzerindeki baskının yoğun olduğu bu mali kriz döneminde hiç şüphesiz daha zor.
Genişleme hakkındaki algının çok da anlaşılır olmadığını kabul etmek gerekiyor. Şiddetin, işsizliğin ve nüfusun büyük oranda artmasından endişe duyuluyor. Ancak efsaneyle gerçekleri ayırmak gerekli. İyi yöndeki gelişmeleri belirleyip AB'nin -özellikle Balkanlar'ın batısı ve ABD Başkanı Obama'nın da son günlerdeki ziyareti sırasında belirttiği üzere Türkiye'yle- genişlemeye devam etmesinin neden gerekli olduğunu açıklayabilmek büyük önem taşıyor.
Genişleme meselesi, büyüme ve ticaretteki artışı gösteren çizelgelerden - ki bunlar İngiltere ekonomisi açısından büyük önem taşıyor- daha fazlasını değerlendirmeyi gerektiriyor. Suçun gitgide sınır tanımaz bir hale dönüştüğü şu dönemde, genişlemenin bölgesel istikrar ve güvenlik açısından faydaları konusunda net olmalıyız.
Genişleme, Doğu Avrupa ülkelerini onlarca yıllık komünizmin ardından değişikliğe sürükledi. Demokrasi ve piyasaya dayalı ekonomik sistemlere geçildi, toplumsal gelişme sağlanıp insan haklarına önem verildi.
Bir yanda Türkiye'nin katılım müzakerelerinin sürmesini de sağlamalıyız. Türkiye büyük bir ekonomik potansiyele sahip. Avrupa'nın kesiştiği noktada yer alması, ülkeyi, Orta Doğu ile Orta Asya'dan gelen enerjinin transit güzergâhı haline getirip bölgede istikrar ve refahın sağlanması için kilit bir konuma taşıyor. AB'nin ortak değer ve standartlarının sınırlarını aşıp tarihte ilk kez çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeye ulaşması bizim yararımıza olur.
Genişleme beraberinde risk getirir ve çok da kolay gerçekleşmez. AB'ye katılmak parkta yürüyüşe çıkmaya benzemez. Benzememelidir de. İngiltere'nin üyelik başvurusu 1970'lerde iki kez geri çevrildi. İspanya ve Yunanistan'ın başvurusuna protestoların üzerinden de çok zaman geçmedi.
Ancak geçmişte bazı ciddi standartlar getirerek risklerin üstesinden gelinebileceğini gösterdik. Bunu yine yapabilir, suç ve yolsuzlukla mücadele ve insan haklarına saygı için standartlar getirebilir; AB'ye katılan ülkelerin bu meselelerle başa çıkabilecek siyasi ve ekonomik alt yapılarının olmasını, Birliğin gücüne katkıda bulunabilecek ülkeler olmalarını garanti edebiliriz.
Avrupa'nın geleceği henüz belirlenmedi ama büyüyen ve genişleyen bir AB'nin İngiltere'nin çıkarına olacağı ortada. İngiltere'nin büyümesini sağlayacak, İngiltere halkı için önem taşıyan meselelerin diğer ülkelerle de müzakere edilebilmesi için güçlü bir platform yaratacaktır. Avrupa'nın genişlemesi bu iki hedefe de ulaşılmasını sağlayacaktır.

FINANCIAL TIMES: "YIL DÖNÜMÜ ŞARKILARI"

ANKARA, 04/05(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 3 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan başyazının çevirisi şöyledir:

Avrupa Birliğinin doğuya doğru genişlemesinin 5. yıl dönümü, bu zor zamanlarda tadını çıkardığından daha coşkulu bir kutlamayı hak ediyor. Eski komünist devletlerin Birliğe katılımı, soğuk savaştaki bölünmelere şifa oldu ve Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomik modernizasyonlarını geliştirmelerine yardımcı oldu. AB üyeliğinin yararları şu anda 500 milyon kişiye ulaşıyor. Genişlemeye itiraz edenlerin korkuları yenildi: Birlik 27 ülkeye genişlemesiyle bir duraksamaya izin vermedi, Batı refahı beleşe kullananlara yenilmedi; Doğu Avrupa'nın çiftçileri henüz iflas etmedi.
Buna rağmen genişleme halk tarafından fazla kabul görmüyor. Eurobarometer'in anketine göre, AB vatandaşlarının sadece yüzde 48'i doğuya doğru genişlemenin Birliği güçlendirdiğini düşünüyor. Yüzde 36'sı -Fransa ve Almanya'daki çoğunluklar dâhil- tersini kabul ediyor.
Şayet, AB liderleri bir an evvel bu endişeleri gidermede başarısız olursa, Birliğin Batı Balkanlar ve Türkiye'ye doğru planladığı genişleme tehlikeye düşecek. Öncelikle, ekonomik krize müdahale etmede, büyük bir birlik olmanın küçük bir birlik olmaktan daha iyi olduğunu göstermeliler. Genişleme, daha büyük pazarlar ve daha derin yetenek havuzları anlamına geliyor. Evet, genişleme özellikle iş için daha fazla rekabet getiriyor. Batı Avrupa'daki işçiler zaman zaman Doğu Avrupa'daki işçilere veya fabrikalara işlerini kaptıracaklar. Ancak Birlik içinde bu rekabet olmadan, Avrupa küresel pazarlarda başarıyla rekabet etmeyi düşünemez.
Ayrıca, AB liderleri ekonomik krize, komşulara zarar veren bencil politikalarla müdahale etmeyi engellemeliler. Korumacılık, ne AB içinde ne de başka bir yerde krize bir cevaptır.
Enerji konusunda da dayanışmaya ihtiyaç var. Son olarak Rusya'nın doğal gaz akışını kesmesi, Avrupa'nın bu konudaki acizliğini gösteriyor. Birlik kendi enerji bağlantılarını takviye etmeli ve Moskova'ya karşı birleşmiş bir cephe oluşturmalı.
Aynı zamanda AB liderleri, seçmenlere, onların demokratik olarak dile getirdikleri isteklerine duyarlı olduklarını kanıtlamalılar. Lizbon Anlaşması'nda daha büyük bir AB'nin daha iyi faaliyet göstermesi için yapılan düzenlemeler hayata geçirilmeli. Anlaşmanın referanduma sunulduğu İrlanda'daki seçmenler özellikle ekonomik kriz boyunca güçlü bir AB'nin yararlarına olduğunu anlamalılar.
Son olarak, olası yeni üyelerin, özellikle suç ve yolsuzluklar konusunda AB standartlarını karşılamak için büyük sorunlarla karşı karşıya oldukları gerçeğini saklamaya gerek yok. 2007 yılında Romanya ve Bulgaristan'ın katılımı, bu konuların üyelik öncesinde çözülmesi gerektiğini gösteriyor. Reformlar yıllar süren bir çabayla gerçekleşecek ancak kestirme yollar olmamalı. AB, vatandaşlarının Birliğe olan bağlılığını muhafaza etmek istiyorsa standartlarını korumalıdır.

THE GUARDIAN: "REZİL BİR GEÇMİŞTEN KAÇMAK"

ANKARA, 04/05(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Guardian gazetesinin 3 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Christopher de Ballaigue imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:

--Ermenistan ile Yumuşama Girişimi Tabuları Yıkacak ve Türkiye'nin AB Üyeliği Yolunu Kolaylaştıracak--

Geçen hafta 10 Türk askeri Kürt milliyetçi PKK militanlarıyla çatışmada hayatını kaybetti, ülkenin Genelkurmay Başkanı ılımlı İslamcı hükûmeti devirme komplosuna karıştığını inkâr etti ve başbakan Türkiye'nin doğudaki eski düşmanı Ermenistan ile daha iyi ilişkiler ihtimalini küçümsedi. Bu eski kötü günlerden bir enstantane gibi görünüyorsa tekrar bir bakın: Türkiye'nin şeytanları olan militarizm ve etnik nefret kaybolmaya başladı.
Başkan Barack Obama'yı Avrupa turunun sonunda Türkiye'ye getiren ve Türkiye'nin Avrupa Birliğine kabulünü istemeye, üst düzey bir Kürt milliyetçiyle görüşmeye ve ülkenin Rum azınlığına imtiyazlar verilmesini savunmaya teşvik eden bu umuttu. En önemlisi Obama, Ermenistan ile bir müzakere sürecini destekledi. 23 Nisanda Türklerle Ermeniler ilişkileri normalleştirmek için bir plan üzerinde anlaştıklarını ilan ettiler. Planın ön taslağının, resmî ilişkilerin yenilenmesi ve kara sınırının açılmasını ele alması gerekecek. İlerleme, Ermeniler ile Ankara tarafından desteklenen Türk bir devlet olan Azerbaycan arasındaki paralel toprak anlaşmazlığına takılabilir. Türk ve Ermeni hükûmetleri şahinlere karşı hassaslar ancak asıl engel geçmişte yatıyor.
Türkiye, Kürt diye bir şey olmadığı sadece "dağlı Türk" olduğunda ısrar etmekten vazgeçti. Eski Ege'li düşmanlar olan Rumlar artık dost ama bir tabu hâlen duruyor: 1915'te işgalci Rusların beşinci kolu olacakları korkusuyla Osmanlı Türkleri tarafından güneye sürüldüklerinde Anadolu Ermenilerinin yaşadıkları acı. Süreç en az bir milyon Ermeninin ölümüne neden oldu ki dünyanın büyük bir bölümü bunu soykırım olarak kabul ediyor. Osmanlıların halefi olan modern Türkiye de bu suçlamayı reddediyor ama büyük bir bedel pahasına.
Kısa süre öncesine kadar bu süreç, Ermeni teröristlerin Türk diplomatlara yönelik intikam saldırılarıyla, Türkiye'deki Ermeni karşıtı tiratlarla ve Türkler için en sinir bozucu olarak da Ermenilerin birkaç ülkeyi soykırımı tanımaya ikna eden etkin kampanyasıyla fark ediliyordu. 2007 yılı kadar kısa bir süre önce İstanbul'un küçük Ermeni azınlığının önde gelenlerinden Hrant Dink bir Türk milliyetçi tarafından vuruldu ve Türkiye'nin Nobel ödüllü yazarı Orhan Pamuk, Ermeni trajedisi hakkındaki görüşlerini söylediği için sürgüne zorlandı. Türkiye yeniden kendini tecrit ediyor gibi görünüyordu. Bu olmadı. Türkiye, ticari ve bölgesel bir güç. Komşusuyla yumuşamasından daha doğal ne olabilir? Bu birçok Türk'ün istediği şey; 30 bin kişi 1915 için özür dileyen dilekçeye imza attı ve bu gönül alma hareketi yasal soruşturmaya tabi tutulabilir. Böylece bugün ve gelecek rezil geçmişe karşı saf aldı.
Son üç yıl boyunca, Türkiye'nin doğusunda ücra Varto ilçesinde dolanırken bana eşlik eden bu kepazelik oldu. Kürtlere, Türklere, Ermenilere ve Alevilere yuva olan Varto sadece Ermenilerin 1915'te korkunç bir şekilde katledilmesine sahne olmakla kalmadı; Alevi nüfusu da Ermeni intikam mangaları tarafından kırıp geçirildi ve yerel halk da o zamandan beri Kürt milliyetçi hareketinde aktif konumda. Tarih susturuldu ve güvensiz halkından bilgi edinmem benim aylarımı aldı. Ancak bu sürecin Anadolu'da tekrarlanması gerekiyor ve yolu açması gerekenler de yabancılar değil Türklerdir.
Bu, AB üyeliği için zaten güçlü bir yarışmacı olan Türkiye'yi karşı konulması güç bir devlet hâline getirecektir. Dünyanın bu ihtilaflı bölümündeki halk için geçmişi bilmek ondan kurtulmanın en iyi yolu olabilir.

REUTERS: "AVRUPA'NIN 'YENİ İPEK YOLU' ZİRVESİ'NDE IRAK İLE ENERJİ BAĞLARINA ODAKLANILACAK"

BRÜKSEL, 04/05(REUTERS)(BYE)--- Pete Harrison ve David Brunnstrom bildiriyor:

Liderler ve enerji bakanlarınca bu haftanın sonuna doğru, "doğal gaz ithalatı için yeni bir güney koridoru" arayışı, dolayısıyla Avrupa'nın, Irak ile enerji bağlarını hızla kuvvetlendirip haziran ayında da Türkiye ile bir anlaşma imzalaması gerektiği konusunda mutabakata varmaları bekleniyor.
Çek Cumhuriyeti AB Dönem Başkanlığı sıfatıyla, Avrupa'yı büyük oranda Rusya'ya bağımlı olmaktan kurtarmak amacıyla Orta Asya'dan doğal gaz ithalatına ilişkin projenin yolunu açmak için gerekenleri tartışmak üzere 8 Mayıs'ta Prag'da Avrupa ve Orta Asya ülkelerini ağırlayacak.
Prag'da yapılacak "Yeni İpek Yolu" görüşmelerinde, Azerbaycan ve Türkmenistan gibi tedarikçi Orta Asya ülkelerinin liderlerini AB'nin ciddi bir doğal gaz müşterisi olduğuna ikna etmek amaçlanıyor.
AB Dönem Başkanlığından bir yetkili, "Bu ülkelere göre, AB 15 yıldır sadece konuşuyor, ciddi değil, (...) AB'deki insanları, ellerini ceplerine atmaya ikna etmeye çalışacağız." dedi.
Cuma günü liderlerin onayına sunulmak üzere hazırlanan bildiri metninin ilk hâlinde şu ifade yer alıyor: "AB ile Irak arasında enerji konusunda olabildiğince çabuk bir mutabakat tutanağı imzalamak konusunda anlaştık."
Irak'a, Nabucco Boru Hattı Projesi için umut vadeden yeni doğal gaz kaynaklarından biri gözüyle bakılıyor.

--Kaybedecek Zaman Yok--

Azeri tedarikçiler geçen ay, doğal gazın Avrupa'ya geçişiyle ilgili pazarlıklar yüzünden Nabucco için gereken Azeri doğal gazının bir kısmının çıkarılmasının 2016'ya, yani hattın faaliyete geçirileceği tarihten iki yıl sonraya ertelenebileceğini bildirdiler.
Bildiri taslak metninde, Nabucco Projesi'nde yer alan AB üyesi devletlere, bu çekişmeyi bir yana bırakıp geçiş ülkesi ve AB adayı olan Türkiye ile haziran sonuna dek bir devletler arası mutabakat metni imzalamaları için çağrı yapılıyor.
Bu adım, muhtemel yatırımcıların Nabucco için planlama aşamasında karşılaştıkları başlıca engellerden birini ortadan kaldıracak, doğal gazı Yunanistan ve İtalya yoluyla Türkiye'den Avrupa'ya getirecek olan rakip ITGI Projesine de netlik kazandıracaktır.
Zirveye daha vakit olduğundan üzerinde değişiklikler yapılması muhtemel olan metinde ayrıca, ITGI için de bir devletler arası anlaşma imzalanması gerektiği ifade ediliyor.
Zirveden bir gün önce AB'nin, Ukrayna, Moldova, Beyaz Rusya ve diğer enerji geçiş ülkeleri ile Doğu Ortaklığı projesi başlatılacak.
Dönem Başkanlığı yetkilisi, yıllar süren çekişmeden sonra kaybedecek zamanı kalmayan Avrupa'nın Rus doğal gazına alternatifler bulması gerektiğini belirterek "Risk gayet açık: Azerbaycan doğal gazını Rusya'ya satar, Türkmenistan da ya Rusya'ya ya da İran'a satmaya zorlanır. (...) Bir veya iki kaynağınız varsa nasıl bir doğal gaz pazarı veya herhangi bir pazar yaratabilirsiniz ki? (...) Olup olacağı şudur, fiyatlar fırlar." dedi.

FINANCIAL TIMES: "BEŞİNCİ YIL DÖNÜMÜ KAYGILARI DİNDİRMEYE YETMEDİ"

ANKARA, 05/05(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 4 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Stefan Wagstyl imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan haberin özet çevirisi şöyledir:

AB, eski komünist bloktaki tarihî genişlemesinin beşinci yıl dönümünü kutladı.
Doğuya doğru genişleme soğuk savaş döneminden kalma anlaşmazlıkları giderdi ve eski komünist ülkelerin Marks'tan piyasa ekonomisine giden yolculuğu tamamlamalarına yardımcı oldu. Mayıs 2004'te Polonya'nın da dâhil olduğu 10 ülkenin ve bunu takiben 2007 yılında Bulgaristan ve Romanya'nın da katılımıyla Birlik, 27 ülkeye genişlerken doğu sınırları da Baltık'tan Karadeniz'e ilerledi.
AB'li politika üreticileri geçtiğimiz yıllardaki en büyük başarılarının kamuoyundaki karışık hislere sebep olduğunu farkettiler.
Eurobarometer tarafından yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre, AB vatandaşlarının yüzde 48'i genişlemenin Birliği güçlendirdiğini düşünüyor, yüzde 36'sı ise bunun aksini. Genişlemeye destek doğuda daha güçlüyken batıda zayıf, özellikle de Fransa, Almanya ve Avusturya'da.
Makro ekonomik göstergeler güçlü. 1999 ila 2008 yılları arasında yeni üye ülkelerin kişi başına düşen milli gelirleri, eski üyelerin ortalamasının yüzde 40'ından yüzde 52'si seviyesine yükseldi. Avrupa Komisyonu, genişlemenin, yeni üyelerin 2000-2008 yılları arasındaki ekonomik büyümelerini yıllık yüzde 1,75 oranında artırdığını ve bunun da eski üyelerin gayri safi yurtiçi hasılasına kümülatif toplamda yüzde 0,5 oranında katkı sağladığını tahmin ediyor.
Bunun yanı sıra doğudaki istikrarın artışı sadece doğuya değil aynı zamanda batıya da fayda sağladı.
Yorumcular genellikle genişleme prensibini tartışmıyor ancak bunun özellikle sıradan Batı Avrupalıların çıkarları hususunda daha dikkatli uygulanması konusunu tartışıyorlar.
En büyük endişe ise hem göçmenler hem de Doğu Avrupa fabrikalarındaki işçilerden kaynaklanan iş olanakları konusundaki rekabet. Komisyon tarafından desteklenen ve geçen hafta yayımlanan bir rapora göre 2,2 milyon Doğu Avrupalı 2004'ten sonra Batı'ya taşındı ve Batı Avrupa'daki toplam nüfusları 3,8 milyona yükseldi.
Batı Avrupalı işçiler ise bundan olumsuz yönde etkilendi. Ekonomik genişleme döneminde durağan seyreden işsizlik oranı krizde patlama yaptı.
Kriz, Doğu Avrupalıların, Batılı ülkelerin kendilerine karşı ayrımcılık yapabileceklerine ilişkin korkuları yüzünden genişleme sonrası AB'deki dayanışmaya bir sınav niteliği kazanmaya başladı.
Bunun yanı sıra Birlikteki üye sayısının 15'ten 27'ye çıkması karar alma sürecini de karmaşık hale getirdi.
Genişleme aynı zamanda ortak bir dış politika belirlemeyi de güçleştirdi, özellikle de Avrupa'nın en büyük komşusu Rusya konusunda.
Yorumcular genişleme konusunda Batı Balkanları ve Türkiye'yi kapsayan gelecek planlarına odaklanmış durumdalar. Batı Balkanlar konusundaki endişe, bu hassas ülkelerin AB standartlarını yakalamalarıyla ilgilidir, özellikle de suç ve yolsuzluk konularında. Türkiye konusundaki endişe ise Ankara'nın Birliğe katılımını sorgulayan önde gelen AB liderleri nedeniyle daha derin görünüyor.
Genişlemeye destek verenlere göre müzakereler devam edecek. Doğu genişlemesi nihayetinde tamamlanmadan önce birçok kez ertelenmişti.

FINANCIAL TIMES: "TÜRKİYE'DEKİ KATLİAM SONRASI SİLAHSIZLANMA ÇAĞRISI"

ANKARA, 06/05(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 6 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Delphine Strauss imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Ankara çıkışlı yorumun çevirisi şöyledir:

Nüfusunun çoğunluğu Kürt olan Türkiye'nin güneydoğusundaki katliam, hükûmetin, ayrılıkçı gerillalarla savaşmaları için köylüleri silahlandırma politikasına ilişkin yeni eleştirilere sebep oldu.
Olayın tanıkları Türk medyasına, tam otomatik silahları olan bir grup maskeli adamın dün akşam Suriye sınırına yakın Bilge köyünde, içlerinde gelin, damat ve imamın da bulunduğu 44 kişiyi öldürdüğünü söylediler.
Üniversiteleri, medyayı ve sivil toplum kuruluşlarını, kan davalarının sık sık şiddet olaylarına yol açması konusunda bir şeyler yapmak üzere harekete geçmeye çağıran Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Bu, törelerin acı maliyeti. Bölgedeki eğitimsizliğin bir sonucu." dedi.
Ancak bazı yorumcular -modern Türkiye tarihindeki en feci sivil katliamlardan birisiyle sonuçlanan- saldırının boyutlarından, Bilge köyündeki birçok insanın, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) asileriyle savaşmaları için devlet tarafından silahlandırılan köy korucusu olmasını sorumlu tutuyor.
Silah taşımalarına izin verilen 60.000 korucudan oluşan bir milis gücü, PKK saldırılarından köylerini korumaları, devriye gezmeleri, savaşmaları ve ayrılıkçı olduğundan şüphelenilenler hakkında bilgi vermeleri için hâlihazırda devlet tarafından destekleniyor.
Diyarbakır'da avukatlık yapan Sezgin Tanrıkulu, "Bunun en korkunç yanı, hiçbir eğitim, hiçbir kontrol olmaksızın devletin (koruculara) güvenlik görevi veriyor olmasıdır." dedi.
Hükûmet, Türkiye'nin AB üyeliği konusunda kararsız olan Avrupa ülkeleri nezdindeki imajına zarar veren "namus cinayeti" diye tabir edilen olaylara karşı güneydoğuda kadın hakları ve eğitim konularında aşama kaydetmek için çabalarını yoğunlaştırdı.
Dünkü katliam, PKK ayrılıkçılarıyla yaşanan çatışmadan bağımsız olsa da hükûmeti, örgütün bölgede tansiyonu yükseltmeye çalıştığı yönünde endişelendirecektir. Geçenlerde Irak'ın kuzeyindeki Kürt otoritelerle ilişkilerdeki iyileşme, bir dönüm noktasına gelindiğine ilişkin umutları artırmıştı, ancak geçen hafta 10 asker öldürüldü ve dün de bir asker mayına basarak hayatını kaybetti.

 

İSPANYA BASINI

EL MUNDO: "ROCCO BUTTIGLIONE: AVRUPALILAR TÜRKİYE'Yİ AB İÇİNDE İSTEMİYOR"

ANKARA, 06/05(BYE)--- İspanya'da yayımlanan El Mundo gazetesinin 5 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Amanda Figueras imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan, İtalyan siyasetçi Rocco Buttiglione ile yapılan röportajın Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

Rocco Buttiglione, şu anda Hristiyan Demokratlar Birliği (UDC) Partisine başkanlık ediyor ve Silvio Berlusconi hükûmetine gerçek bir muhalefet görevini yürütüyor.
2004 yılında eş cinsellik karşıtı açıklamalarda bulunarak kendisini Kamu Özgürlükleri, Adalet ve İçişleri Komiserliğine aday gösteren Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Durao Barroso'yu zor duruma sokmuştu.

FİGUERAS: Türkiye'nin katılımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Mümkün olacak mı?

BUTTIGLIONE: Tutamayacağımız sözler verdik ve açıkça bunu kendisine söylemeyerek daha da fazla zaman kaybedersek hayal kırıklığı kötü olacaktır. Avrupalı halklar bugün, Türkiye'nin Avrupa'ya girmesini istemiyor. Dahası başka bir genişleme de istemiyorlar. Avrupalı olan ve ayrıca durumu çok uygun küçük bir ülke olan Hırvatistan hariç, 20 yıllık bir erteleme dönemi olmalıydı.

FİGUERAS: Hristiyanlığın Avrupa'da hak ettiği yere sahip olduğuna inanıyor musunuz?

BUTTIGLIONE: Dün Avrupa'nın Hristiyan olup da bugün olmadığını düşünenlerle aynı fikirde değilim. Avrupa asla Hristiyan değildi, her zaman Hristiyanlık ve diğer eğilimler arasında mücadele yaşadı. Faşistler, İtalyanlar olarak bize bir şey yapmamış bir yığın insanı öldürdüğümüz zaman Avrupa daha da mı Hristiyandı? Bilmiyorum.

FİGUERAS: İslam bir tehdit mi?

BUTTIGLIONE: İslam'ın büyük bir sorun olduğunu sanmıyorum. Müslümanlar, çocuklarımız olmadığı için boş bıraktığımız bir toprağı işgal etmeye gelirlerse sorun bizdedir. Mesele, Avrupalıların kendi kültürlerine güvenlerinin olmamasıdır. Gerçek sorun, Avrupalıların kendi kendilerine olan bu büyük nefretidir.

 

İTALYA BASINI

LA REPUBBLICA: "SAHTE GIDA ÜRÜNLERİ... SORUN ABD VE TÜRKİYE'DE"

ROMA, 04/05(BYE)--- Tirajı günde 532.241 olan merkez sol eğilimli La Repubblica gazetesinin 4 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Ersilia Di Tullio imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin özet çevirisi şöyledir:

Sahte gıda ürünlerinin haczedildiği operasyonların sayısında net bir artış kaydedildi. 2007 yılında AB ülkeleri gümrüklerinde 2 milyondan fazla sahte ürüne el konulurken, operasyonlar 2006 yılına kıyasla yüzde 62 oranında artış gösterdi.
El konulan sahte besin ürünlerinin yüzde 46'sı, AB'ye katılmak için müzakerelerde bulunan ve kurallara saygı konusunda bir dizi sorun yaşanan Türkiye'den geliyor. Sıralamada Türkiye ilk sırada yer alırken, Türkiye'yi yüzde 38 ile Çin'in izliyor. İtalya'da ise haczedilen sahte gıda ürünlerinin oranı toplam yüzde 5.

CORRIERE DELLA SERA: "TÜRKİYE AVRUPA'DA... BENZERLİKLER VE FARKLILIKLAR"

ROMA, 06/05(BYE)--- Tirajı günde 641 bin olan Corriere della Sera gazetesinin 6 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Alberto Mesture imzalı okur mektubu ve emekli Büyükelçi Sergio Romano'nun mektuba verdiği yanıtın çevirisi şöyledir:

Sevgili Romano,

Türkiye'nin AB'ye olası katılımına ilişkin bir okuyucuya cevap verirken, bu tür bir gelişmeden doğabilecek ekonomik ve politik sorunların, genel anlamda İtalya'da pek bilinmediğine atıfta bulunuyorsunuz. Böyle olduğundan eminim, ancak konunun bu bakış açılarına ilişkin olarak kültürel açının ilk sırada geldiğini düşünüyorum. Üye ülkelerin çoğunluğunun isteği sonucu, Hristiyan kökenlere atıfa (muhtemelen topluluğu birlikte tutma faktörü olarak) AB Anayasasında yer verilmemesi gibi Türkiye dâhilinde şu an üye durumunda bulunan 27 ülkeyi farklılıklarına rağmen ince ama şüpheye yer vermeyecek şekilde yakınlaştıran şeyden, kültür, gelenekler, dinin üstünlüğü bakımından kesinlikle uzak bir ülke göze çarpıyor. Kanımca, konu ne şekilde sunulursa sunulsun, bu başlıca ihtiyatlar İtalya'da üstün gelecektir ve Fransa'da da olduğu gibi ne görmezlikten gelinmeli ne de önemi küçümsenmelidir."
Alberto Mesture-Pesaro

Avrupa Birliğinin 27 üye ülkesi arasında büyük bir uyumun varlığına kesin gözüyle baktığınız için, Türkiye'nin Avrupa'ya yabancı olduğunu düşünüyorsunuz. İtalya'nın bazı bölgeleriyle İskandinav ülkeleri arasındaki farkların, genel anlamda İtalya'yı Türkiye'den ayıranlardan çok daha önemli olduğu fikrindeyim.
Sergio Romano

 

KIBRIS RUM BASINI

KİPE: "HRİSTOFYAS: ATAD KARARININ MÜZAKERE MASASINDA DA DEĞERLENDİRİLMESİ GEREKİR"

ANKARA, 04/05(BYE)--- Kıbrıs Haber Ajansının (KİPE) 4 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:

Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas yaptığı açıklamada, Kıbrıs Türk tarafının tepkisini yakışıksız olarak niteleyerek, Avrupa Topluluğu Adalet Divanı (ATAD) kararının, aşırı tutumlar olmadan ve etkili bir şekilde müzakere masasında da değerlendirilmesi gerektiğini belirtti.
Hristofyas, İngiltere Ulusal Kıbrıs Federasyonu Sekreterliğinin onuruna verdiği yemek sırasında yaptığı konuşmada şöyle dedi: "Kararın bir sonucu olarak birçok verinin Kıbrıs Rum tarafının lehine olmasından ve Kıbrıslı Rumların mahkemeye başvuru yapmaya başlamasından endişe ediyorlar. Mülkiyet konusu ve Kıbrıs sorunu mahkemede çözülecek değerlendirmesi kesinlikle bizim düşüncemiz değil. Titina Loizidu davası ve devlet başvurusu gibi kararların değerini hafife almamalıyız. Mahkemeye her gidişimizde yeni bir şeyler ortaya çıkacak. Çünkü mahkemeler mevcut şartların dışında faaliyet göstermez. Üstte olan mahkemede de etkili olur."
Hristofyas, tarihler konusuna atıfta bulunarak, aralık ayındaki Türkiye'nin AB'ye hesap vermesi ve 2010 yılının Nisan ayında Kıbrıs Türk lideri Mehmet Ali Talat'ın toplum liderliğinin devam edip etmeyeceği gibi belirli tarihler olduğunu söyledi. Kıbrıs Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin sınavlarda iyi bir not almasının kendi sorumlulukları olup olmadığını veya kendilerinin Kıbrıs sorununu Türkiye kurtulsun diye mi çözmeleri gerektiğini kendi kendine sordu.
Hristofyas şöyle devam etti: "Kendi yararına olmayan bir politika izleyen bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Türkiye'nin bunu anlaması gerektiği gibi kesinlikle kendisinin kendisine yardımcı olması gerektiğini destekleyenlerin de bunu anlamaları gerekir. Biz, Yunanistan ile birlikte Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini, Kopenhag Kriterlerini uygulamasının yanı sıra AB'ye tam üye bir devletin yüzde 37'sini ceza almadan işgal etmeye devam etmemesi ve Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tanıması, limanlarını Kıbrıs gemilerine ve havaalanlarını Kıbrıs uçaklarına açması şartıyla destekliyoruz."
Kıbrıs Cumhurbaşkanı, ATAD'ın kararıyla ilgili olarak Talat'ın tepkisini bilgece olmayan bir davranış olarak niteledi.
Hritofyas son olarak şöyle dedi: "Bizim, 'Mahkemenin Kıbrıs'ın işgal altındaki bölgesinde Kıbrıslı Türklerin, işgal rejiminin ve yabancıların gasbettiği bir mülk sahibi olan bir Kıbrıslı Rum vatandaşını haklı bulması kötüdür." diyebilmemiz mümkün müdür? Elbette Talat'ın açıklamalarla ve tehditlerle bilgece olmayan tepkisine rağmen, bu karara seviniyoruz."

 

YUNANİSTAN BASINI

ELEFTHEROS TİPOS: "WASHİNGTON ATİNA'YA SESLENİYOR"

ATİNA, 04/05(BYE)--- Tirajı pazar günleri 105.379 olan Eleftheros Tipos gazetesinin 3 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Angeliki Spanu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

Savunma Bakanı Evangelos Meymarakis'in Washington ziyaretiyle Yunan hükümeti ile ABD'nin yeni yönetimi arasındaki temasların birinci turu tamamlandı. Bundan önce Strasbourg'daki NATO zirvesi sırasında Başbakan Kostas Karamanlis ile Amerikan Başkanı Barack Obama arasında görüşme ve Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni'nin ABD ziyareti gerçekleşmişti.
Aslında "istikşafi" olan bu görüşmelerin sonuçları olumlu sayılamaz. Savunma Bakanı Meymarakis'in ziyareti sırasında Dış Politika Analiz Enstitüsü, Savunma Analizleri Enstitüsü ve "Konstantinos Karamanlis" Vakfı tarafından düzenlenen Yunanistan-Amerika iş birliği konferansına sadece Amerikalı yetkililerin değil milletvekili ve senatörlerin de katılmaması, ikili ilişkilerin hangi düzeyde olduğunun güçlü bir göstergesidir.
ABD Dışişleri Bakanlığının terörizmle ilgili yayınladığı rapor, Yunanistan'ın, yasa dışı göçmenler ve onlarla birlikte Orta Doğu'dan ve Güney Asya'dan Batı'ya geçen aşırıcı örgüt mensupları için bir kavşak ülke olma olasılığını ortaya koyuyor. Raporda aynı zamanda son yıllarda ortaya çıkan örgütlerin 17 Kasım terör örgütünün "kalıntıları" olduğu görüşü üzerinde ısrar ediliyor, anarşist ve iktidar karşıtı grupların faaliyetleri vurgulanıyor.
Ankara'nın, Türk basınına bazı haberler sızdırarak Türkiye'de faaliyet gösteren teröristlerin Yunanistan'da eğitim gördükleri konusunu yeniden gündeme getirme girişimi, Atina'nın yasa dışı göçmenler konusunun sadece ortak Avrupa politikası çerçevesinde etkili bir şekilde ele alınabileceği yönündeki ikna çabalarını zorlaştırıyor. Resmi açıklamada, Dışişleri Bakanı Bakoyanni'nin Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ı (kabine değişikliğinden ve Ekonomi Bakanlığına atanmasıyla Türk hükümetinin iki numaralı adamı olmasından çok kısa bir süre öncesinde) telefonla arama nedeninin, Türkiye'nin Ege'de tahrik edici tutumuna karşı Yunanistan'ın hoşnutsuzluğunu dile getirmek olduğu bildirildi. Ancak diplomatik kaynaklara göre, bunun yasa dışı göçmenler konusuyla da ilgili olabileceği ifade ediliyor.
Edinilen ilgilere göre, Amerika Yunanistan'a belli bir süreden bu yana ısrarla şu mesajı gönderiyor: "Üsküp, Kıbrıs ve Türk-Yunan konularını gündemden çıkarın ve bir anlaşma temelinin oluşması için Atina-Washington arasında Afganistan'da sarf edilen istikrarı sağlama çabaları gibi konularda işbirliği alanları arayın."

--Ortak Dil--

Başka bir ifadeyle Washington Atina'ya, ciddi müttefikler çerçevesine katılmak için Yunanistan'ın ABD'yle konuşmak için ortak bir dil bulması yani ortak bir konu bulmasının gerekli olduğu mesajını gönderiyor. Bu, EYCM'nin ismi ya da Ege konuları olamaz.
Atina'nın Ankara'nın AB'ye üyeliğini desteklemesi, temaslardaki ortamı biraz düzeltiyor. Fakat yine de, ABD içinde ve dışında herkes, Karamanlis hükümetinin üyeliği destekleyeceğini ancak özel ilişkiden yana olan Almanya ve Fransa'nın itirazlarına karşı sarf edilecek çabalarda başrol oynamayacağını biliyor. Diplomatik kaynaklara göre, iç politikadaki bu belirsizlik, yabancı hükümetlerin Yunan tarafıyla uzun sürecek görüşmeler yapmasına ya da anlaşmalar imzalamasına engel oluyor.

TO VİMA: "KARAR"

ATİNA, 04/05(BYE)--- Tirajı pazar günleri 201.086 olan To Vima gazetesinin 3 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Yannis Kartalis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

Skandalların ülkenin siyasi yaşamını neredeyse tamamen sardığı bir ortamda, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Avrupa Birliği üyesi olmasının önemini ortaya çıkaran ve Kıbrıs sorununun çözümüne dair Hristofyas-Talat arasında devam eden müzakerede, Kıbrıs Rum tezlerini kararlı bir şekilde güçlendiren Avrupa Birliği Adalet Divanının (ABAD) aldığı çok önemli bir karar yeterince önemsenmedi. Söz konusu karar, işgal kesimindeki Kıbrıs Rum servetlerine dair "Apostolidis Orams'a karşı" adıyla bilinen davanın sonuçlanması sonunda açıklandı. ABAD Kıbrıs Cumhuriyeti mahkemeleri tarafından alınan kararların, AB müktesebatının Türkiye tarafından yasa dışı olarak işgal altında tutulan kesimde geçici olarak uygulanmamasına rağmen, dava konusu işgal kesimindeki servetlerle ilgili olduğunda dahi diğer AB üyesi ülkeler tarafından tanınması ve uygulanması gereğini ortaya koyuyor. Bu sonuç, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin işgal kesimini de içeren bir tek ülke olduğu ve bir bütün olarak AB üyesi olduğunu savunan Yunanistan'ın tezini doğruluyor.
ABAD kararı, Türkiye'nin ve Talat'ın tepki göstermesine yol açtı. Hatta Talat aşırı milliyetçilerin ve "Başbakan" Derviş Eroğlu'nun baskısı altında müzakerelere ara verilebileceğini ifade etti. Bu tür bir gelişmenin zaten sorunlar bulunan Avrupa yolunda yeni engellere yol açacağını anlayan Ankara müzakerelere ara verilmesini istemiyor. Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs sorunu çözülene kadar adanın Türkiye'nin işgali altında olan kesiminde Kıbrıs Cumhuriyeti hukukundan farklı olarak kendi hukuklarının uygulanacağını, servetler konusunun duruma göre değil kapsamlı bir şekilde çözülmesinin gerekli olduğunu öne sürüyorlar. Ancak ABAD kararı duruma kesinlik kazandırarak, Türk tarafının bütün hukuki argümanlarına son veriyor.

DİPLOMATİA: "OBAMA ZİYARETİNİN ERTESİ GÜNÜ"

ATİNA, 06/05(BYE)--- Aylık Diplomatia dergisinin Mart 2009 tarihli sayısında, Antonis Furlis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Barack Obama, Londra'dan başlayan ve Türkiye ile Irak'ta son bulan ilk büyük gezisini İslam'a derin bir reveransla tamamladı. Obama'nın Strasbourg'dan İstanbul'a kadar süren Avrupa "macerasını" izledik. Amerikalı Başkan birçok açıklamalar yaptı ve birçok imalarda bulundu.
Bu açıklamalar yorumlanarak, Washington'un "Obama döneminin" amaçları ve taktikleri hakkında belirli sonuçlara ulaşılabilir. İlk elde edilen ve itiraz kabul etmeyen sonuç dış politikanın yeni bir "ritimde" hareket ettiğidir. Avrupa (ilk aşamada) ve müttefik Müslüman ülkelerle (Türkiye) ilişkilerinde "Obama dogması" şu sloganla özetlenebilir: "Dükkânı açtık ve sizi bekliyoruz. Fikir ve önerilere açığız. Bush dönemi, o dönemin 'kararı biz veririz, uygulama emrini biz veririz' taktiği de geçmişte kaldı. Uluslararası sorunlar sadece Amerika'nın sorunları değil ve çözümlenmeleri için çok taraflı iş birliğine ihtiyaç var."
Bütün bunlar ABD'nin başrolü başkasına vereceği ya da paylaşacağı anlamına gelmiyor. Başkan Obama ile görüşenlerin hepsi kendisinin dinlemeyi çok iyi bildiğini vurguladılar. Obama ise gücünü nasıl göstereceğini çok iyi bildiğini belli etti. Türkiye'ye Avrupa'da bir gelecek talep etme şekli de bu konuda şüpheye yer bırakmıyor. Obama gücünün ne kadar büyük olduğunu biliyor ve bu gücü kullanmaya kararlı. "Balayı", Avrupa'ya ayak bastığı anda son buldu. Başkan Obama çok zor bir dönemde hâlâ bir ümit sembolüdür fakat her şeyden önce Amerika'nın Başkanıdır.

--Süper Müttefik Türkiye ve İslam'a Reverans--

Economist dergisinin 11 Nisan tarihli sayısında yer alan analizde, "Bir öpüşle damgaladı. Obama TBMM yönündeki çok boyutlu mesajını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı öperek tamamladı." deniliyor.
Gazetecinin tiyatro üsluplu ifadesi gerçeği değiştirmiyor. Uluslararası sakin bakışıyla Amerikalı Başkanın görevinin ilk yüz günü içinde Ankara'yı ziyaret etmesini Türkiye yönünde bir jest olarak, buna paralel olarak da Müslüman dünyaya büyük bir açılım olarak gördü. Özellikle ikincisi; Obama'nın TBMM'deki konuşmasının bir tek cümlesi bir dönemin sonunu simgeliyor: "ABD, İslam ile savaşmıyor."
Bu konuşma Arap "El Cezire" kanalından yayımlandı ve Müslüman dünyasından milyonlarca insan bunu canlı olarak izledi. Bu konuşmanın arkasında Amerika'nın yeni liderinin büyük hedefi, Müslüman dünyasının kapısını açma hedefi bulunuyor:
- Müslüman ülkelerle Washington'a bu ülkeleri kendisine doğru çekerek Orta Doğu, Irak ve Afganistan'da politikasını uygulamasını kolaylaştıracak bir ilişkiler ağı kurmak.
- Tahran ile bir diyaloga başlamak ya da bu mümkün olmazsa diğer Müslüman ülkelerin hoşgörüsünü kazanarak tamamen yalnızlığa itmek.
- Batı'ya yönelik hemen hemen bir enerji tekeli kurmuş olan Moskova'nın elinden bu avantajı alacak bir enerji politikası başlatmak.
Bunların yanı sıra Obama, Ankara'ya çeşitli cephelerdeki imtiyazlı rolünü tanıyarak bilinçli olarak büyük bir hediye sunuyor. Onu elinden tutarak dünyanın "güçlü oyuncuları" kulübüne değilse de kulübün kapısına kadar getiriyor. Amerikan Başkanı Obama'nın çalışma arkadaşları bunun nedenini şöyle açıkladılar:
- Türkiye'nin NATO'daki rolü Afganistan'daki operasyonların genişletilmesi kararı nedeniyle güçleniyor. Obama, Abdullah Gül'den, Afganistan'da savaşmakta olan 900 Türk askerinin sayısının artırılması talebini defalarca dile getirdi. Buna paralel Amerikalıların Irak'tan askerlerin geri çekilmesinin kolaylaştırılması amacıyla İncirlik üssünün kullanılması talebine tatmin edici cevap verdi. Erdoğan'ın operasyon başlarken üssün Amerikalılar tarafından kullanılmasına izin vermediğini hatırlayalım.
- ABD ile İran arasındaki Türk ara buluculuğunun sonuçları pek de önemli olmayabilir -hem Washington hem de Tahran gelecekte doğrudan temas kanalı açma eğilimindeler- fakat Amerikalılar Ankara'nın da rol oynayabileceğini kabul ettiler.
- Aynı zamanda Türkiye'nin İsrail ile güvenirlilik ilişkileri kurmuş olduğunu ve -Davos'tan sonra- Erdoğan'ın Arap dünyası ile Filistinliler arasında puan kazandığını kabul ettiler.
- Ankara, Obama vasıtasıyla Kürt PKK'nın kınanmasından memnun oldu çünkü böylelikle "terörizme karşı Türk savaşı" teorisi yasallık kazandı.
- Ve en önemlisini sona bıraktık. Obama'nın Türkiye'nin AB üyeliği lehine Prag'daki müdahalesi. Amerikalı Başkan, Merkel ve Sarkozy'nin olumsuz tepki gösterdiklerini gördü fakat argümanlarını Türkiye'de tekrarlamakla "rölans" yapmaktan çekinmedi. Ankara'da herkesi; hükûümeti, muhalefeti ve silahlı kuvvetleri memnun eden bir hareketti.
Buna rağmen, Obama'nın Türk tarafını elbette kaygılandıran iki açıklaması da oldu:
- Amerikalı Başkan, Ermenilerle ilgili seçim öncesi tezini unutmadığını gösterdi. TBMM'deki konuşması çok iyi yazılmıştı, "sert bir eleştiriyle tarihe farklı bir yaklaşım çağrısı" arasındaydı. Gül ve Erdoğan rahat birer nefes aldılar çünkü belirtilere göre zaman kazanıyorlar. Obama'nın Ermenistan ile ilişkilerin düzeltilmesine yönelik teşvik edici tutumu Türk liderliğine sınırların gelecekte açılması durumunda soykırımın tanınması tehlikesinin de belki aşılacağına dair ümitler verdi. Ancak komşularımız ABD Başkanının aynı konuyla ilgili ikinci açıklamasını yani 1915 soykırımının tanınmasına ilişkin tezini değiştirmediğini derin bir endişeyle anladılar. Bu açıklama Washington-Ankara ilişkilerinde bir şeylerin düzenli gelişmemesi durumunda neler olabileceğine dair bir mesajdı. Bu gelişmelerden kazanım sağlayan taraf kesinlikle Ermenistan çünkü Ankara, Karabağ sorununu unuttuğuna dair Türkiye'yi suçlayan Azerbaycan'a karşı beklenmedik bir avantaj sağlıyor.
- Obama'nın Heybeliada Ruhban Okulunun yeniden açılması yönündeki teşviki de Ankara için hoş olmadı. Bu açıklamanın ayrı bir önemi var çünkü TBMM'deki konuşmasında bu konuya yer verdi. Öte yandan Obama'nın Ekümenik Patrik Bartolomeos ile baş başa görüşmesinin küçümsenmesi Türkler yönündeki ortamı değiştirdi. Bartolomeos, Fener'in zor durumda kaldığını göstermemek için resmî olarak çok memnun olduğunu açıklamış olabilir fakat yakın çevresi Patrikin Amerika'nın tutumundan dolayı duyduğu memnuniyetsizliği dile getirdi.

--Avrupa-Amerika Sürtüşmeleri ve Atina'nın İkilemi--

Atina, Yunan dış politikasının başka ülkeler yönündeki politikalara göre değişmediğini açıklamaya özen gösterdi. Ancak Başbakan Kostas Karamanlis'in ABD Başkanının Ankara ziyaretinden önce Başkan Obama ile görüşmesi gerekirdi. Hem iç tüketim için hem de Amerikalı Başkanın Türk liderliğiyle görüşmeden önce Yunan tezlerini bilmesi gerektiği için zorunluydu.
Başbakanın Obama'yı Ege'deki gerginliğin azaltılması gerektiğine dair Türk yönetimiyle konuşmasını talep etmesi bir nevi test oldu. Mademki Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ve diplomatlar söz konusu ziyaretin Yunanistan ile ilgisi olmadığını söyledi, Dora Bakoyanni de İstanbul'da Ali Babacan ile görüşmesinde mademki Obama ile aynı konuları gündeme getirdi, o zaman bu testin ne anlamı vardı sorusu gündeme geliyor.
Yunan tarafı aslında köşede sıkışmış gibi. Bir yandan Washington ile ilişkilerinde güven ortamı -bunun Kıbrıs ve Üsküp konuları için kritik bir aşamada çok önemli olduğunu düşünüyor- sağlamaya çalışıyor, öte yandan da güçlü Avrupalı ortaklarıyla koordineli bir şekilde adım atmak zorunda olduğunu anlıyor. Bunların ikisi de hâlâ başarılmadı. Amerikalıların güveni sadece ABD Büyükelçisi Daniel Speckhard'ın Obama'nın Avrupa'ya gelişinden önce talep ettiklerini yerine getirmesi yani Atina'nın bölgesel konuları bir kenarda bırakarak uluslararası konular üzerine dikkatini toplaması yönündeki teşvikini yerine getirmesi durumunda sağlanabilir. Bakoyanni'nin Irak'ı ziyaret etme kararı ve AGİT'in gayriresmî bir bakanlar kurulu toplantısı düzenleme çabası da bu düşünce çerçevesinde yer almaktadır.
Öte yandan Yunan hükûmeti, Başkan Obama'nın Türkiye'nin AB üyeliğinin ilerlemesine verdiği desteğe, Sarkozy'nin ve Merkel'in karşı çıkmasını da izledi. Bu sürtüşmeler ve Ankara'nın NATO yeni Genel Sekreterinin seçilmesini engelleme tehdidi (Obama ile anlaşarak geriye doğru adım atmasına rağmen) AB-Türkiye arasında özel ilişki senaryosunu daha da yakınlaştırdı. Yunan Dışişleri Bakanlığındaki yetkililer bu senaryo üzerinde çalıştıklarını, tam üyelikte öngörülen şartlara benzer şartların konmasına çalıştıklarını söylüyorlar. Ancak bu senaryo sonunda Atina için en kötü senaryo olabilir. Çünkü tarihteki olaylardan da belli olduğu üzere ortaklarımız bizim şartları değil kendi çıkarlarını tercih ediyorlar.

--Obama, Sarkozy ile Karamanlis'i Yakınlaştırıyor--

Hükûmetin Dışişleri ve Savunma Konseyinin 2009 yılı başlarında "FREMM" tipi 6 Fransız firkateynin satın alınmasıyla ilgili kararı AB'de Fransa-Yunanistan ortak rotasını belirledi. Fransa'nın Lefkoşa'ya desteği bundan da daha etkili oldu. Aynı zamanda Paris, Üsküp konusunda sabit bir şekilde Atina'yı desteklemeye devam ediyor, bu da geçen yıl Bükreş'te açıkça belli oldu. Fransız tarafının iştahı açılınca, görüşme masasına "Rafale" tipi savaş uçaklarının satın alımı konusu da getirildi. Başbakan Kostas Karamanlis uçaklar için herhangi bir karar alınmadığını söyledi fakat kapıyı da kapatmadı. Sarkozy'nin uygun zamanı dikkatle seçeceği ve konuyu tekrar ön plana getireceğini anlamak zor değil. Bunu belki de Yunanistan'ın AB'de baskı altında olacağı bir aşamada yapmayı seçer.
Her halükârda şimdilik Fransız Cumhurbaşkanı ve Yunan Başbakanı "aynı teknede" olduklarını biliyorlar. Sarkozy, NATO Zirvesinin iletişim açısından başarısını Fransa-ABD arasındaki sorunlu ilişkilerin düzene girmesine dayanarak sağladı. Obama çiftini Strasbourg'da güzel eşi Carla Bruni ile birlikte karşılayarak, rolünü mükemmel bir şekilde oynadı, Washington'a da Fransa'nın İttifak'ın askeri kanadına geri dönüşünü hediye etti. Ancak sonunda hiç memnun olmadı ve Amerikalı Başkan Avrupalıların Türkiye'ye AB kapılarını açmalarını isteyerek "nasırına basınca" Obama ile çatışma noktasına kadar geldi. Bu noktada Sarkozy ve Merkel ortak sesle "özel ilişki" senaryosunu yeniden masaya getirdiler.
Karamanlis ile Obama arasındaki randevu Amerikalı Başkanın Ankara ziyareti arifesinde zevahiri kurtarma amacıyla belirlendi. Atina için en önemlisi Başbakanın yazın Washington'u ziyaret etmesi için davet almış olmasıydı. Yunan tarafı, Obama'nın Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin tezine katıldığını söylemek zorunda kaldı. İki tez arasında önemli bir fark var; Obama bizim ısrarla istediğimiz şartlar hakkında konuşmadı. Ankara'da Heybeliada için konuşmuş olabilir fakat bu konu Atina'nın gündeminde en alt sıralarda yer alıyor.

ETHNOS: "KIBRIS'IN İŞGAL DURUMU KABUL EDİLEMEZ"

ATİNA, 06/05(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 6 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Yorgos Delastik imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Helsinki çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:

İyi ki Cumhurbaşkanı Karolos Papulias var. Cumhurbaşkanı her ziyaret ettiği yabancı ülkede yaptığı açıklamalarda Kıbrıs'tan Türk askerlerinin geri çekilmesi konusunu ortaya koyuyor çünkü ülkenin siyasi liderleri artık bu konuyla uğraşmıyor. Cumhurbaşkanının bu tutumu ne yersiz ne de boşuna çünkü uzaktaki Finlandiya gibi ülkelerde dahi siyasi sonuçlar veriyor. Finlandiya Cumhurbaşkanı Tarya Halonen'in iki günden bu yana Helsinki'de bulunan Yunanlı Cumhurbaşkanının onuruna dün verdiği akşam yemeğinde yaptığı konuşmada Karolos Papulias, "Kıbrıs'ın; AB üyesi bir ülkenin bugün hala Avrupa ailesine girmek isteyen bir ülkenin askeri işgali altında olması, duvarlarla ikiye bölünmüş bir Avrupa başkentinin, Lefkoşa'nın olması kabul edilemez." dedi.
Finlandiya Cumhurbaşkanı, iki ülke Cumhurbaşkanının ortak basın toplantısında, Lefkoşa'nın Türkiye'nin işgali altında olmasını doğru bulup bulmadığına dair bir soruya tereddütsüz, "Elbette bu durum kabul edilemez." dedi ve Kıbrıs'ın iyi bir AB üyesi olduğunu vurgulayarak, iyimserlikle Kıbrıs sorununun çözümleneceği günün yakın olduğunu ümit ettiğini sözlerine ekledi. Bir yabancı devlet başkanının tezini bu kadar net bir şekilde ifade etmesine alışık değiliz.
Öte yandan Finlandiya Cumhurbaşkanının Türkiye'nin AB üyeliği konusuna ilişkin açıklaması pek de net değildi: "Finlandiyalıların Türkiye'nin AB üyesi olmasından yana olduklarını" vurgulamasına rağmen, "Türkiye'nin AB üyesi olup olmayacağına dair kararın kimler tarafından alınacağını şimdiden bilemeyiz" şeklinde konuşarak bu konudaki herhangi bir gelişmeyi gelecek bir zamana erteledi.
Cumhurbaşkanı Tarya Halonen'in açıklaması ayrı bir ağırlık taşıyor çünkü Mecliste şu anda cumhurbaşkanının yetkilerinin kısıtlanması tartışılmasına rağmen, Finlandiya Anayasasına göre halk tarafından doğrudan seçilen cumhurbaşkanları ülkenin dış politikasının temel rotasını belirlerler.
Bu bağlamda bugün öğle saatlerinde Mecliste Karolos Papulias ile Finlandiya Başbakanı arasında yapılacak görüşmede, Merkez Partisinden gelen ve Merkez-Sağ hükümetin başında bulunan Matti Vanhanen'in de Sosyal-demokratlardan gelen Cumhurbaşkanının Kıbrıs'ın Türk işgali altında bulunmasının kabul edilemez olduğuna dair görüşlerine katılıp katılmayacağı merakla bekleniyor.
Finlandiya elbette AB kararlarını etkileyebilen büyük bir ülke değil. Ancak Fin Cumhurbaşkanının Yunan ve Kıbrıs yanlısı tezlerin önemini artıran iki önemli faktör var. Birincisi, Türk yanlısı tezlerin hâkim olduğu, Yunanistan için zorlu siyasi bir alan olan İskandinavya'daki ortamda Yunan yanlısı bir yol açılıyor.
İkincisi, Finlandiya'nın merkez-sağ hükümeti güçlü ittifaklar kurarak, Lizbon Anlaşması oylandığında Olli Rehn'in AB Dışişleri Bakanı görevine tayin edilmesini istiyor öte yandan da Rehn'in Komisyondaki görevi bittiğinde ülkesinin cumhurbaşkanlığına getirilmesini destekleyen çevreler var. Bu konuda yakın gelecekte bir gelişme beklenmiyor çünkü Finlandiya'da cumhurbaşkanlığı seçimleri 2012 yılında yapılacak fakat yine de Olli Rehn vatanındaki siyasi ortamı da göz önünde tutmak zorunda.
Bu ziyarette kesin olan tek şey, Cumhurbaşkanı Papulias'ın Finlandiya'ya resmi ziyaretinin ve Fin Cumhurbaşkanı Halonen ile 1990'lı yıllarda her ikisinin de ülkelerinin Dışişleri Bakanı oldukları dönemden bu yana süren kişisel ilişkisinin, Yunanistan'ın ve Kıbrıs'ın tezlerinin güçlenmesine yardımcı olduğudur.

 

ABD BASINI

NEW YORK TIMES: "ERMENİSTAN-TÜRKİYE GÖRÜŞMELERİNDE BAHİSLER YÜKSEK"

ANKARA, 01/05(BYE)--- ABD'de yayımlanan New York Times gazetesinin 29 Nisan 2009 tarihli sayısında, "Avrupa'dan Mektuplar" köşesinde, Judy Dempsey imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Berlin çıkışlı makalenin çevirisi şöyledir:

Birkaç aydır Türkiye ve Ermenistan liderleri, hayli değişken seyirdeki bir bölgede yaşanan anlaşmazlığı sona erdirmek amacıyla, hem de muhtemel milliyetçi tepkilere rağmen, İsviçre'de gizli görüşmeler yapıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun 1915'te bir buçuk milyon kadar Hristiyan Ermeni'yi katledişinden yaklaşık bir asır sonra Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Ermeni mevkidaşı Serj Sarkisyan son derece hassas görüşmelerinde önemli bir ilerleme kaydettiler.
Geçen hafta iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin yeniden başlamasını sağlayacak bir yol haritası üzerinde anlaştılar. Anlaşma hayata geçirilebilirse bölge açısından çok büyük bir adım atılmış olacaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Dışişleri Komisyonu Sözcüsü Milletvekili Suat Kınıklıoğlu, "Güney Kafkaslar sonunda istikrara kavuşup yatırımcılar için cazip hâle gelebilir." dedi.
Öyleyse bölgede hâkimiyet kuracak güç, barış sürecini teşvik edecek pek de bir şey yapmadıklarına göre ABD de AB de değildir. O güçler, doğal gaz ve petrol zengini, Avrupa'ya uzanan önemli bir geçiş rotası olan bir bölgede nüfuzlarını yeniden kurmaya çalışan iki eski imparatorluk, yani Türkiye ve Rusya olacaktır.
En kazançlı çıkan da Türkiye Başbakanı ve İslam yanlısı Adalet ve Kalkınma Partisinin lideri Recep Tayyip Erdoğan olabilir. 2003'te iktidara gelişiyle birlikte Erdoğan, Türkiye'yi AB üyeliğine hazırlayacak reformlara hız verdi. Siyasi rolünü yitirme korkusuyla reformlara engel oluşturan ordunun etkisini büyük oranda sınırladı. Generaller, komşularıyla ilişkileri bozma pahasına hararetle ABD yanlısı bir dış politikayı destekliyordu ki bu, Türkiye'nin Avrupa ile Orta Asya arasında sıkışmış bir bölgedeki stratejik rolünü değersiz gören bir tavırdı.
Erdoğan bu durumu tamamen değiştirdi. Türkiye'nin ulusal çıkarlarının komşularıyla ilişkileri üzerinden tanımlandığı bir "Komşuluk Politikası" oluşturdu. Komşular arasında en çetini Ermenistan.
Erivan merkezli Ermeni Ulusal ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi Direktörü Richard Giragosyan, "Ermenistan ile ilişkileri normalleştirme kararı bir Türk girişimidir, (...) Türkiye'nin ulusal çıkarları konusunda ABD'yi memnun etme veya AB'yi tatmin etme planı değildir." dedi.
ABD, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin yeniden başlatılması çağrısını uzun zamandır yapıyordu. Ancak, ABD başkanları daima, etkili Ermeni diasporasının ve milliyetçilerin ilişkileri düzeltmek için öncelikle Türkiye'nin Ermeni katliamını soykırım olarak tanımlamayı kabul etmesi yönündeki baskılarıyla karşı karşıya kalmıştır.
Ancak, Türkiye'de ordunun da etkisiyle hükûmetler, bırakın soykırım ifadesini kabulü, Ermeni katliamlarından bu şekilde söz etmeyi bile suç ilan etmiştir. Erdoğan Ermenistan ile özel bir tarih komisyonu kurmayı kabul ederek çok büyük bir adım atmak durumunda kalmıştı ki bu sayede meselenin diplomatik çabaları zora sokmaması sağlanacaktı.
AB, Türkiye'nin Brüksel ile katılım görüşmeleri karşılıklı suçlamalarla çıkmaza girdiğinde yapıcı bir rol oynamadı. Fransa ve Almanya, Türkiye'nin AB'ye girmesine, hem de Avrupa'nın bu parçasındaki stratejik rolüne ve yaptığı reformlara rağmen şiddetle karşı. Sonuç olarak Kınıklıoğlu, "AB burada giderek desteğini yitiriyor ki bu durum reformlar konusunda ciddi olan bir yönetim kadrosu için son derece can sıkıcıdır." dedi.
O hâlde ABD ve AB'nin dışlayıcı tutumu karşısında Erdoğan Türkiye'nin ulusal çıkarlarını yansıtmakla birlikte riskler de taşıyan bir strateji benimsedi.
Erdoğan içeride, ateşli milliyetçileri ve Ermenistan ile yakınlaşmaya muhalefet eden, ancak tehlikeli bir biçimde rahatsız edilen orduyu idare etmek zorunda.
Bölgedeyse Türkiye, Azerbaycan ile ilişkilerini berbat edebilir. Türkiye'nin dış politikasındaki değişim Azerbaycan'ı tedirgin etmeye başladı, zira bu petrol ve doğal gaz zengini ülke, Türkiye ile Ermenistan'ın, Dağlık Karabağ sorunu çözülmeden ilişkilerini normalleştirmesinden endişeleniyor.
Dağlık Karabağ savaşı sırasında Ermenistan'a destek veren, hatta Ermenistan'ın telekomünikasyon, enerji ve demir yolu ağlarını kontrol eden Rusya çoktandır kendini bir ara bulucu olarak konumlandırma çabasında. Nitekim Türkiye'nin de desteğiyle, Azerbaycan'ın işgal altındaki topraklarından Ermeni güçlerinin çekilmesiyle Azeri mültecilerin geri dönüşlerinin müzakere edileceği süreci başlattı.
Son olarak Ermenistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin normalleşmesi Gürcistan'ı da zayıflatabilir. Richard Giragosyan'a göre, sınırlar bir kez açıldı mı Ermenistan, enerji ve diğer mallar için yeni bir geçiş rotası olabilir, böylece Gürcistan önemini yitirebilir, tam da Rusya'nın hedeflediği gibi.
ABD ve Avrupa açısındansa sürecin neler getireceği belirsiz. İstikrarsız hâldeki Güney Kafkaslar daha barışçıl ve müreffeh bir yapıya kavuşabilir. Ama, Avrupa ve ABD Türkiye'nin geçirdiği büyük değişiklikleri takdir etmedikçe Türkiye ve Rusya yeni bölgesel süper güçler olarak tarihî nüfuz alanlarına yeniden dönerken onlar nüfuzlarını fazlasıyla kaybedebilirler.

AP: "FİNLANDİYA DIŞİŞLERİ BAKANI, TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNİ DESTEKLEDİ"

LEFKOŞA, 04/05(AP)(BYE)--- Finlandiya Dışişleri Bakanı Alexander Stubb, katılım konusundaki engellere rağmen Türkiye'nin bir an önce AB'ye dâhil olmasını umduğunu söyledi.
Ancak Stubb, aynı zamanda Türkiye'nin, AB üyesi olan Kıbrıs'ı tanımayı reddetmesinin büyük bir ayak bağı olduğunu sözlerine ekledi.
Kıbrıs, Yunanistan'ın desteklediği bir darbe girişimine yanıt olarak Türkiye'nin işgaline uğradığı 1974'te etnik olarak ikiye bölündü.
Stubb, bu görüşünü Kıbrıslı mevkidaşı Markos Kypriyanu ile bugün yaptığı görüşmenin ardından dile getirdi.

AP: "FRANSA CUMHURBAŞKANI, AB VE TÜRKİYE'NİN ORTAK BİR FORUMA İHTİYAÇ DUYDUĞUNU SÖYLEDİ"

NİMES, 06/05(AP)(BYE)--- Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, AB'nin ortak bir ekonomik ve güvenlik forumu oluşturmak üzere Türkiye ile görüşmelere başlaması ve daha sonra aynısını Rusya'ya da teklif etmesi gerektiğini söyledi.
Sarkozy bunu, Türkiye'nin AB üyeliğine bir alternatif olarak sundu.
Sarkozy, Türkiye'nin Birliğe üyeliğine karşı, ancak 2008'in ikinci yarısındaki AB Dönem Başkanlığı sırasında ülkenin AB ile yürüttüğü müzakereleri durdurmamıştı.
Sarkozy bugün yaptığı açıklamada, AB'nin "sonu gelmez genişlemeye son vermesi" ve "şu andan itibaren" Türkiye ile ortak bir ekonomik ve güvenlik forumu konusunda görüşmeye başlaması gerektiğini söyledi.
Fransa Cumhurbaşkanı, bu "büyük isteğin" Rusya'ya da teklif edilmesi gerektiğini, çünkü Rusya'nın, Arupa'nın düşmanı değil ortağı olarak düşünülmesi gerektiğini söyledi.

 

AZERBAYCAN BASINI

HAFTA İÇİ: "AZERBAYCAN, KENDİSİ SEÇİM YAPMALI"

BAKÜ, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 5.000 olan iktidar yanlısı Hafta İçi gazetesinin 2 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Azad imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa Politika Etüdleri Enstitüsü uzmanı Michael Emerson, Azerbaycan'ın "Doğu Ortaklığı Programı" çerçevesinde AB ile iş birliğine yönelik görüşlerini, "Azerbaycan, Batı toplumunun bir parçası olup olmayacağı konusunda kendisi seçim yapmalı" ifadesini kullanarak açıkladı.
Bunun, Azerbaycan'ın üstleneceği yükümlülüklere bağlı olduğunu ve AB tarafından açılan bir kapı olduğunu söyleyen Emerson, "Tabii ki, enerji konusu da çok önemli. Bilindiği gibi, doğal gaz boru hattıyla ilgili çeşitli teklifler var" dedi.
Emerson, Rusya'nın, Nabucco projesinin gerçekleşmesini engellemek için bölgede yürüttüğü politikaya da değindi ve "Bu konuda Türkiye, AB ve Rusya arasında rekabet var. Söz konusu doğal gaz hattının finanse edilmesiyle de ilgili çeşitli fikirler var. Bu bir rekabet, ama onun nasıl sonuçlanacağını bilmiyoruz. Türkiye'nin bu konuda hangi rolü oynayacağı da çok önemli. Bir süre önce Türkiye, Azerbaycan doğal gazının onun toprakları üzerinden nakli konusunda çok fazla şart koşmasından dolayı AB ve Bakü tarafından ciddi eleştirilere maruz kalmıştı. Ankara, bu konuyu çok abartırsa, doğal gaz boru hattı Rusya'dan geçebilir. Moskova da bunu istiyor zaten. Ancak, bu, gerçekleşebileceğe benzemiyor. Gerçek şu ki, Türkiye'nin tutumu, müzakere sürecini geciktirecek." dedi.
Türkiye'nin sınırları açması halinde, Azerbaycan'ın olası tepkisiyle ilgili görüşlerini de açıklayan Emerson, "Ankara'nın Erivan ile ilişkilerinin normalleşmesi, Türkiye'nin Azerbaycan ile ilgili tutumunda değişikliklere neden olabilir. Ancak, Azerbaycan buna, Karabağ ihtilafının çözümü ve Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan ilişkilerinin normalleştirilmesi yönünde atılan adım olarak bakmalı. Bu, herkesin arzu ettiği bir sonuç" dedi.
Emerson, Türkiye'nin, Azerbaycan'ın çıkarlarına ters düşen bir adım atabileceğine dönük fikirleri şöyle değerlendirdi: "Ankara, Karabağ ihtilafının mantıklı çözümlenmesini sağlamalı ve Bakü'de sorunun çözümlenmesiyle ilgili savaş ruhu halinin azalması için çaba göstermeli. Çünkü Azerbaycan parlamentosu ve siyasi sisteminde ihtilafın savaş yoluyla çözümlenmesi gerektiği şeklinde ruh hali çok fazla."

Bu döküman ab.gov.tr sitesinde bulunan makaleden otomatik üretilmiştir