Son Güncelleme: 16 Nisan 2009
ALMANYA BASINI
FRANKFURTER RUNDSCHAU: "UYDURMA MI, YOKSA GERÇEK Mİ?"
BERLİN, 30/01(BYE)--- Tirajı günde 153 bin 247 olan sosyal demokrat eğilimli Frankfurter Rundschau gazetesinin 30 Ocak 2009 tarihli sayısında, Gerd Höhler imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
--Bir Türk Tiyatro Sanatçısı Kıbrıs'taki Savaş Suçlarını Anlattı--
Atilla Olgaç'ın geçenlerde bir televizyon kanalında yaptığı açıklamalar Kıbrıs Rum Kesimi'nde büyük bir tepkiye neden oldu. Kıbrıs Rum Yönetimi Sözcüsü Stefanos Stefanu, bu konuyu Avrupa Parlamentosunda dile getireceklerini ve böyle bir olayın yalnızca Türkiye'nin AB üyeliğini gölgelemekle kalmayıp, aynı zamanda Kıbrıs Adası'nın bölünmüşlüğüne çözüm bulunmasına ilişkin olarak sürdürülmekte olan toplumlararası görüşmeleri de olumsuz etkileyeceğini söyledi. Bu gelişmeler karşısında korktuğu anlaşılan Olgaç anlattıklarının yalnızca bir senaryodan ibaret olduğunu söyledi. Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni açıklamayı "Şok edici bir itiraf" diye nitelendirirken, Olgaç'ın açıklamasını bilahare değiştirmiş olmasının, "Kıbrıs'ın Türkler tarafından yasadışı işgali sırasında" vahşi insan hakları ihlallerinin meydana gelmiş olduğu şeklindeki bilinen gerçeği değiştirmeyeceğini vurguladı. Kıbrıs Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Kipriyanu, Olgaç'ın sözlerini ya baskı altında kaldığı ya da bunun doğuracağı sonuçları sonradan idrak etmiş olduğu için bilahare düzelttiğini tahmin ettiğini belirtiyor.
BERLİNER ZEİTUNG: "ERDOĞAN'A KAPILARI AÇAN"
BERLİN, 30/01(BYE)--- Tirajı günde 165.900 olan liberal eğilimli Berliner Zeitung'un 30 Ocak 2009 tarihli sayısında, Günter Seufert imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
AB Başmüzakerecisi olarak atanan Devlet Bakanı Egemen Bağış Brüksel'e yaptığı ziyaretteki bir açıklamada, "AB bizim diyet uzmanımız" ifadesini kullandı. Bağış, Türkiye'nin sağlıklı yaşaması ve hasta olmaması için AB'nin tavsiyelerine uyması gerektiğini belirtti.
Egemen Bağış, realist yaklaşımlar içinde olan girişken bir siyasetçidir. Bu yıl içinde Türkiye'de AB'ye uyum kapsamında 67 yeni yasanın yürürlüğe girmesi bekleniyor. Bunlar ekonomi, çevre koruma, sermaye piyasası ve bankacılık sektörüyle ilgili kanunlardır. Sendikacılık ve ordunun bütçesi ile ilgili yeni düzenlemeler, Türkiye'nin AB'nin tavsiyelerine ne derecede uyduğunu gösterecektir.
DİE WELT: "TÜRKİYE NEDEN ARTIK AB BAYRAĞINI İSTEMİYOR?"
BERLİN, 30/01(BYE)--- Tirajı günde 264 bin 270 olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 30 Ocak 2009 tarihli internet sayfasında, Boris Kalnoky imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye'nin her yerinde AB bayrakları dalgalanırdı. AB üyeliği ülkenin en büyük hedefiydi. Son zamanlarda ise Türkiye'nin bu hedefinin geri plana düştüğü görülüyor. Türkiye artık AB tarafından ciddiye alınmadığını düşünüyor. AB'ye olan ilginin azaldığı özellikle bayrak üreticilerinden anlaşılıyor. "Ulus Bayrak" adlı bayrak üreticisi firmanın yetkilisi Ayhan Karpuzlar, özellikle son altı aydır AB bayrağı üretmediklerini belirtiyor. İstanbul ve Ankara'daki bayrak üreticileri aynı şekilde işlerinin gerilediğinden yakınıyorlar. "Aybayrak" adlı bayrak üreticisi şirketin yetkilisi İsret Adar, işlerin son iki yıldır bozulduğunu ve Türklerin AB'ye üye olabilecekleri inancının kalmadığını vurguluyor ve bu yüzden AB bayrağı üretiminin ciddi anlamda gerilediğini söylüyor.
HAMBURGER ABENDBLATT: "ERDOĞAN'IN İSRAİL KARŞITI PATLAMASI... İNANDIRICILIĞIN SONU"
ANKARA, 31/01(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Hamburger Abendblatt gazetesinin 31 Ocak 2009 tarihli internet sayfasında, Thomas Frankenfeld imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:
"Demokrasi, sadece hedefe ulaşana değin binilen tren. Camiler kışlalarımız, minareler süngümüz..." Bu sözlerinden ötürü 1998 yılında bir Türk siyasisi cezaevine atılmış ve siyasi yasaklı hale gelmişti. Bu kişinin adı: Recep Tayyip Erdoğan, günümüzün Türkiye Başbakanı.
Erdoğan'ın laik Türkiye için içten içe gizli bir İslamlaşma hedefi güdüp gütmediği, gerçekten de siyasi bir pusuya yatıp yatmadığı yahut "demokrasi postuna bürünmüş bir İslamcı kurt" olup olmadığı sorusu sıkça yöneltildi ve çelişkilerle dolu cevaplar buldu. Erdoğan'ın geçen yıllarda Türkiye'nin -ülkeyi AB'ye uyuşur hale getirebilmek için- liberalleşmesi uğrunda çok yol katetmiş olduğu şüphe götürmüyor.
Ancak Davos'taki çıkışı kötü bir tat bıraktı. İsraillilerle, Gazze'de kendilerini savunma haklarını aşıp aşmadığını tartışmak meşrudur. Fakat bir -holokost mağduru neslinin bir üyesi olarak- İsrail Cumhurbaşkanının yüzüne, "Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz" sözleri sarf etmek sadece "diplomatik nezaketsizlikle" geçiştirilebilecek bir hadise değil.
Dünya, İsrail'e karşı kendine hakim olamayan ve çiğ bir öfke patlamasından dolayı radikal İslamcı Hamas'tan en üst düzeyde övgü toplayan bir Türkiye Başbakanına şahit oldu. Erdoğan böylece Türkiye'nin Orta Doğu'daki tarafsız arabuluculuk inandırıcılığını deyim yerindeyse tuz-buz etti. Ayrıca Erdoğan'ın üstüne üstlük bundan ötürü ülkesinde bir de coşkuyla kutlanıyor olması, Ankara'nın AB ile uyuşabilirliği üzerinde daha epey çalışılması gerektiğini akıllara getiriyor.
DİE WELT: "DAVOS'TA SKANDAL... ERDOĞAN'IN ÖFKELİ TEPKİSİ YENİ TÜRKİYE'NİN GERÇEK YÜZÜNÜ ORTAYA KOYUYOR"
BERLİN, 02/02(BYE)--- Tirajı günde 264 bin 270 olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 30 Ocak 2009 tarihli internet sayfasında, Boris Kalnoky imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
Aslında Türkiye Başbakanı Erdoğan kendisini dünyaya Doğu ile Batı arasında bir köprü olarak tanıtmaktadır. Ancak İsrail'e karşı öfkeli tepkisi bu imajı kalıcı bir şekilde yok etmiştir. Erdoğan'ın çıkışı Türkiye'deki ortama uygundur: Türkiye'deki Batı karşıtlığı Erdoğan'ın yönetiminde daha da pekişmiştir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan gecenin geç vaktinde Türkiye'ye döndüğünde binlerce taraftarı coşku içinde onu bekliyordu ve meşale ve bayraklarla "Davos'un galibi"ni kutluyorlardı.
Türkiye yeni bir kahramana sahip oldu. İnsanlar, Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda yüksek sesle İsrail'in Gazze Şeridi'nde "barbarca eylemlerde" bulunduğunu söylediği, İsrail yönetiminin yalan söylediğini ifade ettiği için ona hayranlık duyuyorlar. Erdoğan, bundan birkaç hafta önce Allah'ın Yahudi devletini cezalandıracağını ve İsrail'in kendi sonunu hazırladığını söylediği için de kahraman olarak görülmektedir.
Bu görüntüler yabancı gelmiyor. Benzer durum daha önce de yaşanmamış mıydı? Evet Başbakan, "Fatih Erdoğan" olarak 2004 yılının aralık ayında Ankara'da yine aynı şekilde coşkuyla karşılanmıştı. Ancak o zaman kendisi AB ile katılım müzakerelerin başlatılmasını görüşmüştü. O dönemde Türkiye'nin batılaşacağı izlenimi ortaya çıkmıştı.
Yeni olan kahraman değil, yeni olan Erdoğan'ın yarattığı yeni Türkiye'dir. Dört yıllık Batı entegrasyonu sürecinin sonucu daha çok doğululaşma olmuştur. Bu, kanunlar itibariyle değil; zira kanunlar kısmen AB normlarına uyarlanmıştır, ancak toplumda hakim olan hava ve liderlerinin açıklamaları itibariyle gerçekleşmiştir. Avrupa ile özdeşleştirilecek unsurlardan geriye pek bir şey kalmamıştır.
Peki bu neden böyle oldu sorusu gündeme gelmektedir. Hamas'a yakın davranmak, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ı kabul etmek, hatta İsrail konusunda onun üslubunu taklit etmek hesaplanmış bir hareket tarzı olabilir. Zira, yakın bir süre içerisinde yerel seçimler yapılacak ve Erdoğan'ın başında bulunduğu iktidar partisi AK Parti, ekonomik krize ve ülkede artan sorunlara rağmen, bu seçimleri kazanmak istiyor. Halk Yahudi devletini büyük ölçüde suç işleyen bir devlet olarak görmektedir. Bu nedenle seçim kampanyası yürüten kişi olarak halkın söylediklerini tekrarlamak fayda sağlayabilir. Aslında Erdoğan mantıklı bir kişidir, her şey taktikten ibarettir denebilir.
Ancak bunun böyle olduğunu söylemek mümkün değil. Erdoğan'ın Türkiye'de kutlanan Davos'taki öfkeli tepkisi, bir dakika içinde Orta Doğu politikasının temellerini imha etmiştir. Bu planlanmış bir tavır olmadığı gibi Türkiye için de faydalı olmamıştır. Erdoğan hislerine hakim olamamıştır. Bu, gerçek hisleri yansıtmıştır ve hesaplanmış bir tavır değildi.
AK Parti yıllardır dile getirdiği Doğu ile Batı arasındaki köprü işlevi iddiasının içini doldurmak, Orta Doğu'ya yönelik dünya politikasında önemli bir aktör haline gelmek istiyor. Başta Müslümanlar, Yahudiler, İran, İsrail, Suriye, ABD ve AB olmak üzere herkes Türklere güven duyduğu için Orta Doğu'da ihtilaf tarafları arasında arabuluculuk yapılıyordu. Herşey yolunda gidiyormuş gibi görünüyordu. Ankara uzun bir süreden beri resmi olarak İsrail ve Suriye arasında arabuluculuk yapıyordu.
Artık bu şimdilik mümkün görünmüyor. Zira birincisi, İsrail Erdoğan'ın sözlerini unutmayacaktır; ikincisi, bu kadar sert tepki gösteren kişiye güvenip de hassas görevler verilmemelidir. Arabulucudan en azından süreç içinde yaşanan aksamları normal karşılaması, soğukkanlı davranması beklenmelidir.
Bu nedenle Gazze anlaşmazlığı ve Erdoğan'ın bizzat kendisi Türkiye'yi en azından şimdilik taraflar arasında "köprü" konumuna gelmesini sağladı. Ancak Türkiye bunun yerine şimdi birden İsrail'e ve "kendini beğenmiş Batı'ya" karşı koyan İslam dünyasının coşkuyla karşılanan sözcüsü konumuna gelmiştir. Zira Erdoğan'ın Davos'ta ABD'li panel yöneticisine söylediği sert sözler genelde Müslümanların ve özelde Türklerin kibirli olarak algıladıkları Batı'ya karşı duydukları hayal kırıklığının bir yansımasıdır. Müslümanlara kulak verilmiyor, Müslümanların konuşmasına izin verilmiyor, Müslümanlara yalnızca 12 dakika, Yahudilere ise 25 dakika konuşma izni veriliyor.
Erdoğan'ın izlediği, İslam'ı toplumda pekiştirme politikasıyla zaten halk arasında Batı karşıtı tutumun kuvvetlenmesine neden olmuştur. Erdoğan şimdi de İsrail'e karşı kontrolsüz çıkışlarıyla, kendisinin reddettiğini ileri sürdüğü, halk arasında giderek yayılan antisemitizmi körüklemektedir.
Erdoğan'ın iki stratejisinin, bir yandan AB ile müzakereler sürerken, aynı zamanda seçim kampanyalarında Batı karşıtı söylemlerde bulunmasının, nasıl birbirleriyle bağdaşlaştırılabileceği açıklığa kavuşturulmamış bir sorun olarak ortada durmaktadır.
Diğer yandan Erdoğan'ın ruhunun derinliklerinde nasıl bir kişiliğe sahip olduğu sorusu daha büyük önem taşımaktadır. Kendisi bir zamanlar İslami kökten dinci, her tür Avrupalılaşmanın düşmanı, din devleti fikrini savunan bir kişi olarak ortaya çıkmış, hapis cezasına çarptırıldıktan sonra ülkesini demokratikleştirmek ve AB üyesi yapmak isteyen bir politikacı olarak değişmiştir.
Davos'tan sonra, Erdoğan'ın dini reflekslerinin derinlerde olduğu ve kendisini ve politikasını etkilemeye devam ettiği tahmin edilmektedir.
ALMANYA'NIN SESİ RADYOSU: "TÜRKİYE YENİDEN AB ÜLKELERİNİN GÜNDEMİNDE"
ANKARA, 03/02(BYE)--- Almanya'nın Sesi Radyosu'nun 10.30-11.00 Türkçe yayınından:
Türkiye yeniden AB ülkelerinin gündemine taşınıyor. Yaklaşan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde muhafazakar partiler, Türkiye'yi seçim kampanyasına aldıklarını açıkladılar.
Avrupalı Hristiyan Demokratlar yine, Türkiye'ye tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık verilmesini savunacak. Ancak Avrupalı muhafazakarların Türkiye'nin üyeliği konusunda görüş birliği içinde olduklarını söylemek zor.
Brüksel'den Duygu Leloğlu'nun haberi:
Haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri için geri sayım başlarken, halk arasında Avrupalı Hristiyan Demokratlar olarak bilinen Avrupa Halk Partisi, seçim kampanyasında Türkiye'nin üyeliğine karşı tavır alacağını belirtti.
AB'deki 11 Başbakanın üyesi olduğu grubun siyasi manifestosunu yaptığı basın toplantısıyla açıklayan parti başkanı Wilfried Martens, kampanyaları sırasında Türkiye'ye imtiyazlı ortaklık verilmesini savunacaklarını söyledi ve şöyle devam etti:
"Avrupa Halk Partisi'nin tutumunu çok iyi biliyorsunuz. Biz tutumumuzu 2002 yılındaki kongremizde almıştık. Türkiye'ye imtiyazlı ortaklık verilmesini savunuyoruz. İmtiyazlı ortaklık, Türkiye konusunda AB'nin kamuoyunun ikna edilmesinin tek şartıdır. Biz imtiyazlı ortaklığın bir gereklilik olduğunu düşünüyoruz."
Martens'in sözlerine rağmen, Türkiye'nin üyeliği konusunda bu siyasi grup içerisinde görüş ayrılıkları göze çarpıyor. Örneğin, Almanya Şansölyesi Merkel Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkarken, bir başka üye olan İtalya'nın Başbakanı Berlusconi ülkenin üyeliğini destekliyor.
Öte yandan Martens, liderleri David Cameron'u takip ederek gruptan ayrılma olasılıkları bulunan 27 koltuğa sahip olan İngiliz muhafazakarlarına da çağrı yaptı:
"Biz bu yapıcı ve olumlu işbirliğini sürdürebilmek için yapabileceğimiz her şeyi yaptık. Ama anladığım kadarıyla Sayın Cameron, kendi partisinin bazı üyelerine parti başkanı olacağı konusunda söz vermiş, ama bu kendi sorunudur ve eğer bizim grubumuzda kalmak istiyorsa bu sorunu kendisinin çözmesi gerekir."
Küresel krizin Avrupalıların oylarını nasıl etkileyeceği bilinmezken, parlamentonun en fazla koltuk sayısından oluşan bu grubunun seçimlerden sonra da aynı sayıyı koruyup korumayacağı henüz büyük bir muamma olarak kalıyor.
SÜDDEUTSCHE ZEİTUNG: "AVRUPA TÜRKİYE'Yİ KIZDIRIYOR VE ANKARA DA NATO'YU REHİN ALIYOR"
BERLİN, 04/02(BYE)--- Tirajı günde 448 bin 411 olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 04 Şubat 2009 tarihli sayısında, Christiane Schlötzer imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
--NATO ve AB İlişkileri Gittikçe Kötüleşiyor. Bunun Nedenleri Arasında Türkiye'nin Avrupa Tarafından Geri Plana Atıldığına İnanması Var. Türkiye, NATO ile AB arasındaki Ortak Güvenlik İlişkilerini Bloke Ediyor. Söz Konusu Çekişmeye Çözülmemiş Kıbrıs Sorunu da Neden Oluyor--
İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Gazze saldırısı başlamadan beş gün önce Ankara'ya bir ziyarette bulunmuştu. Bu ziyarette Başbakan Erdoğan, Olmert'e Gazze'ye yönelik bir saldırıda bulunup bulunulmayacağını sormuş ve Ankara'da anlatıldığı kadarıyla çok net bir şekilde hayır cevabı almıştı. Netice itibarıyla Başbakan Erdoğan kısa bir süre sonra Gazze'nin bombalandığını görünce kendisinin aldatıldığı hissine kapıldı. Zira, Türkiye uzun zamandan beri İsrail ile Filistin arasındaki ilişkilerin düzelmesi için girişimlerde bulunuyordu. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda Gazze'deki askeri operasyonu savunan konuşmasından sonra Başbakan Erdoğan kendisine yeterince söz hakkı verilmemesi nedeniyle oturumu terk etmişti.
Türk Başbakan'ın diplomatik kurallara pek rağbet göstermediği zaten bilinirdi. Bu sebeple Başbakan kendi ülkesinde alkışlanırken, Avrupalı siyasetçiler bu durumdan rahatsızlık duyuyorlar. Son gelişmelerden ötürü Batılı ülkelerin birçoğu Ankara'ya mesafeli bir yaklaşım sergilemeye başladılar. Türkiye ve temsilcileri ise, dikkate alınmadıklarını hissettikleri zaman hassaslaşmaya başlıyorlar.
Ankara, 2004 yılından beri AB ile NATO arasında askeri alanda muhtemel bir ortaklığı bloke ediyor. Kıbrıs Cumhuriyeti 2004 yılında AB üyesi olduğundan beri, Türkiye'nin "European Defence Agency (EDA)" adlı savunma oluşumuna katılmasına karşı çıkıyor. Halbuki AB Türkiye'ye, EDA'ya ortak olabileceğine dair bir söz vermişti. Kıbrıs Cumhuriyeti ise, Türkiye'nin AB ile herhangi bir güvenlik anlaşması bulunmaması nedeniyle, Türkiye'nin bu oluşumun dışında tutulmasını istiyor. Kıbrıs Cumhuriyeti aynı zamanda, Türkiye'nin AB ile bir güvenlik anlaşması imzalamasına da karşı çıkıyor.
Bu nedenle bu meselede bir çözüm sağlanamıyor. Kıbrıs NATO üyesi değil, fakat Türkiye 1952 yılından beri NATO üyesi bir ülke. NATO'dan bir diplomat, AB'nin Türkiye'nin üyeliği konusunda nihai bir karar veremediği için NATO'nun adeta bir "rehine" olduğundan söz ediyor. Bu durumda Ankara'nın kendisini dışlanmış hissetmesi doğal karşılanmalıdır.
Brükselli AB uzmanları, AB ile NATO arasındaki askeri ortaklığın bloke edilmesinin, "oldukça zararlı" olduğunu belirtiyorlar. Türkiye, NATO üyesi olmayan Kıbrıs Cumhuriyeti ile NATO kapsamında ortak hareket etmeyi istemiyor.
27 AB ülkesinden 21'i, aynı zamanda NATO üyesi ülkeler. NATO'dan yetkililer bu "şizofrenik" çekişmenin NATO-AB ilişkilerine zarar verdiğini hatırlatıyorlar. Her ne kadar AB son zamanlarda askeri kapasitesini artırma yoluna gitmiş dahi olsa, NATO'nun sahip olduğu stratejik kabiliyetten çok uzaklarda.
Bu çekişmeden aynı zamanda NATO'nun Kosova ve Afganistan'daki misyonları da etkileniyor. Özellikle Afganistan'da AB'nin talebi üzerine, Alman polisleri de yerel polis teşkilatını eğitmek için görev yapıyorlar. Gerektiğinde bu kuvvetlere NATO askerlerinin destek çıkabilmeleri için AB ile NATO arasında yazılı bir mutabakatın bulunması gerekiyor. Türkiye'nin veto siyaseti nedeniyle bu tür bir mutabakat da sağlanamıyor.
ABD'nin yeni Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Türkiye'nin yerinin AB'de olduğunu ve 40 yıldır çözülemeyen Kıbrıs sorununun buna bir engel olmaması gerektiğini ifade ediyor. Ancak Brüksel'deki müzakereler, Kıbrıs sorunu çözülmediği sürece daima başarısızlıkla sonuçlanma riski altında. Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkanlar, bu durumdan rahatsızlık duymuyorlar. Fakat bu çekişme AB'yi güçlendirmezken, NATO'yu da kızdırmaktadır.
FRANKFURTER RUNDSCHAU: "TÜRKİYE UZAKLAŞIYOR"
BERLİN, 04/02(BYE)--- Tirajı günde 153 bin 247 olan sosyal demokrat eğilimli Frankfurter Rundschau gazetesinin 4 Şubat 2009 tarihli sayısında, İsrail'in eski Berlin Büyükelçisi ve Avrupa Çalışmaları Merkezi Direktörü Avi Primor imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Kemal Atatürk, 1920'li yıllarda modern Türkiye'yi zorla kurduğu dönemde, Türkiye henüz gerçek bir parlamenter demokrasi değildi. Ayrıca, militarizme büyük bir eğilim gösteriyordu. Buna rağmen Türkiye Atatürk sayesinde ileriye doğru büyük bir adım atmıştır. Ancak son yıllarda din ve hatta köktendincilik yüce cumhuriyete geri dönmüştür.
1948 yılında ve bundan uzun bir süre sonra Türkiye, İsrail'i resmen tanıyan tek İslam ülkesi olmuştur. O dönemden beri Türkiye ve İsrail birbirlerini son derece önemli ortaklar olarak görmektedirler. Bu nedenle, geçtiğimiz perşembe günü Davos'ta düzenlenen Dünya Ekonomi Forumu toplantısı sırasında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında yaşanan olay büyük bir şaşkınlıkla karşılanmıştır. Erdoğan, İsrail hakkında nefret içeren ifadeler kullanmış ve devletler topluluğunun insan hakları ile kurallarına riayet edilmesini dayanak göstererek İsrail'e sert çıkmıştır. Oysa Türkiye'nin kendisi Kürt ve Ermeni azınlıklara karşı ayrımcılık yapmakta ve bu unsurları baskı altında tutup PKK savaşçılarını ararken komşu ülke Irak'a istediği gibi saldırı düzenlemektedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilere yapılan Holokost'u (MA) bağnazca inkar etmektedir. Birleşmiş Milletler ile uluslararası toplumun tüm uyarılarına rağmen 30 yıldan beri Kıbrıs'ın kuzeyini işgal altında tutmaktadır. Şimdi ise tam da bu Türkiye, bir ortak ve müttefike ders veriyor. Görüldüğü kadarıyla yaşanan olay İsrail'le ortaklıktan ziyade Türkiye'de yaşanan genel gelişmelerin belirtisidir.
Çok sevilen ve başarılı bir politikacı olan Erdoğan, halkın yoksul ve dindar kesimlerini coşturmayı biliyor. Kendisi dindar bir Müslüman olmasına rağmen, sadece dindarlar tarafından destek görmemektedir. Ancak Erdoğan popülaritesini, laik ve Kemalist bir devlet içinde dini teşvik amacıyla kullanmaktadır. Bunu yaparken Erdoğan'ın sadece iç politikayla tatmin olmayıp İran dahil olmak üzere İslam dünyasında da ağırlık kazanmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Son yıllarda, çeşitli vesilelerle Hamas'a karşı sempati duyduğunu ima etmiştir. Erdoğan, muhtemelen Hamas'ı en yoksul Müslüman kesimlerden yükselen ve seçimleri kazanan bir hareket olarak görmektedir.
Modern Türkiye'nin tarihinde, eski Osmanlı İmparatorluğu'nun son hayranları birçok kez tekrar nüfuz kazanmaya ve çağdaşlık ile laikliği engellemeye çalışmışlardır. Ancak her defasında bunlara haddini bildiren ordu olmuştur. Şimdi ise böyle bir durum artık geçerli değildir. Sadece gerçek anlamda demokratik bir ülkeyle müzakere sürdürmek istediğini belirten Avrupa Birliği'nin baskısı altında, ordunun devlet işlerindeki nüfuzu giderek kısıtlanmıştır. Daha kısa bir süre önce dokunulmazlığa sahip olan generaller, bugün Türkiye'de hapiste bulunuyorlar. Ancak ordu, Erdoğan'ın büyük kitleler tarafından coşkuyla destek görmesi nedeniyle buna karşı koymaya cesaret edemiyor. Böylece, militarizmin azalması ve İslamcılığın artmasıyla Türkiye giderek Avrupa'dan uzaklaşıyor.
DİE WELT: "BATI'YA GİDEN UZUN YOLUN SONUNA MI GELİNDİ?"
BERLİN, 04/02(BYE)--- Tirajı günde 264 bin 270 olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 4 Şubat 2009 tarihli sayısında, Clemens Wergin imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan başmakalenin çevirisi şöyledir:
--Erdoğan'ın Çıkışları Türkiye'nin Doğululaştığının Sinyalini Veriyor--
Türkiye yıllardan beri NATO nezdindeki tek Müslüman ülke olarak Batı'ya demirlenmiştir ve Avrupa'da birçoklarına göre, sonuçta kaçınılmaz AB üyesi olarak görülmektedir. Ancak Recep Tayyip Erdoğan'ın, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile Davos'ta katıldığı tartışma toplantısını öfkeyle terk etmesiyle doruk noktasına tırmanan Gazze Savaşı ile ilgili şaşırtıcı açıklamaları ve davranışları, sadece Türkiye'nin güçlü adamının kendisine hakim olamamasıyla değil, aynı zamanda ülkesinin dünya yönüyle ilgili soruların da ortaya atılmasına neden oluyor.
Tabii ki stratejik ortaklar arasında da eleştiri yapılabilir ve İsrail'in Gazze'deki askeri operasyonun da onaylanması gerekmez. Ancak, Erdoğan'ın sloganları kabul edilebilirlik çerçevesini aşmıştır. İsrail'in meşru müdafaasını "katliam" diye tanımlayan (PKK'dan selamlarla), İsrail'in Allah tarafından cezalandırmasını isteyen, kurulduğundan beri tehdit altındaki demokrasinin BM üyeliğini sorgulayan ve Yahudilerin medyayı manipüle ettikleri şeklindeki eski antisemitik önyargıları yeniden gündeme getiren bir kişi, kendisini Batılı değerler toplumundan dışlar.
Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos'tan kaçışı belki günün birinde Vladimir Putin'in iki yıl önce Münih Güvenlik Zirvesindeki agresif konuşması gibi -dünya politikasının değiştiğine işaret eden- bir sembolik eylem olarak görülecektir. Vladimir Putin Münih'te, Rusya'nın yeni büyük güç olma gayretini yanlış anlaşılmaya yer vermeyen bir şekilde duyurmuş ve Batı'nın eski güç rakibinin yeniden canlandığını ifade etmişti. Davos'ta ise muhtemelen, Atatürk'ün bir zamanlar başlattığı Türkiye'nin Batı'ya giden uzun yolu sona erdi.
Türk politikasında uzun süredir paradoks olan, -ılımlı da olsa- tam da bir İslamcı partinin ülkeyi liberalleştirmesi ve AB tarafından talep edilen demokrasi ve hukuk devleti reformlarını kabul ettirmesiydi. AK Parti bu yüzden, CDU benzeri bir partiye dönüşebilecek durumda olan, muhafazakar, demokrasiyi benimseyen dini kökenli bir İslami hareket olarak görüldü. Şimdi ise Erdoğan'ın kendisini, uluslararası sözcülüğüne soyunduğu Hamas gibi İslamcı örgütlere, Batı'ya olduğundan daha yakın hissettiği görülüyor. Öte yandan bir süreden beri iç siyasette sergilediği tutumu da, Türkiye'nin reformlarının ona sadece, eski elitleri güç odaklarından uzaklaştırma amacına ulaşmak için bir araç olarak hizmet ettiği şüphesini uyandırıyor.
Türkiye, AK Parti'nin yedi yıllık iktidar döneminde İslamileşmiş ve Doğululaşmıştır. German Marshall Fund tarafından yapılan "Transatlantik Eğilimler" gibi araştırmalar, yıllardan beri Türklerin Batı'dan koptuklarını göstermektedir. NATO ile Batı'nın lider ülkesi ABD hakkında başka hiçbir NATO ülkesinde bu denli olumsuz düşünülmüyor. Avrupa coşkusu da kaybolmuş durumda. Batı'ya bu sırt çeviriş, Türkiye'nin İran ve Rusya gibi otoriter rejimlere yakınlaşmasıyla bağlantılıdır. Ancak şimdiye dek sadece ağır adımlarla bir rota düzeltmesine gidilmiştir. Bu yüzden Erdoğan'ın şimdi Gazze savaşında, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın yanında bölgedeki İsrail'in en sert eleştiren kişi olarak ortaya çıkması oldukça şaşırttı.
Ve bunlar sadece sözlerle de kalmamıştır. Türkiye, ABD ile Avrupalıların, Mısır ve Suudi Arabistan'ın etrafındaki ılımlı Arap kanadını ve bu kanadın ateşkes tasarısını güçlendirmeye yönelik çabalarını boşa çıkarmıştır. Erdoğan, temsilcilerini, İran ve Suriye önderliğinde Katar'da toplanan "Direniş cephesine" gönderdi. Erdoğan ayrıca, Orta Doğu'daki tüm önemli aktörlerin arkasında durduğu, Hamas'ın İsrail ile silahlı mücadeleden vazgeçmesi, İsrail'in varlığını tanıması ve Oslo Anlaşmaları temelinde bir barış anlaşmasını kabul etmesi halinde müzakere partneri olarak tanınması yönündeki pozisyonunu da yerle bir etti.
Türkiye, Avrupa için Batı'da bir Müslüman ülke ve Müslüman dünyasında bir Batılı ülke olarak her zaman çifte köprü başı işlevi nedeniyle önem taşımıştır. Eğer Erdoğan şimdi Batı karşıtı bir hava yayarak Türkiye'yi, örneğin Mısır ya da Suudi Arabistan'dan daha da İsrail düşmanıymış gibi gösterecek olursa, ülkesinin Şark ile Garp arasındaki aracı rolünü riske atar. Türkiye, Erdoğan başbakanlığında bu özel konumunu ve böylece de Batı için değerini kaybedecektir.
AVUSTURYA BASINI
DIE PRESSE: "ERDOĞAN'IN DİPLOMASİ ANLAYIŞI"
VİYANA, 02/02(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 2 Şubat 2009 tarihli sayısında, Wieland Schneider imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
--Türkiye Giderek "Batı"ya Sırt Çeviriyor. Kaba Başbakan ve Avrupalıların Tutumu Bu Eğilimi Teşvik Ediyor--
Hoş sözler ve kibar bir tutum her yerde geçer akçe olmuyor, en azından Kasımpaşa'da sözünü geçirmek söz konusu olduğunda. İstanbul'un bu semtinde eskiden beri katı kurallar hakim. Bu yüzden bir Kasımpaşalının sözünü kesmemekte yarar var. Hele hele aynı görüşte değilseniz, yanına yaklaşmaya, omuzuna dokunarak artık susması yolunda sinyal vermeye hiç kalkışmamak gerekir. Geçen hafta çok ünlü bir Kasımpaşalının konuk olduğu İsviçre'nin Davos kentinde işte böyle bir ders aldık.
Türkiye'de Başbakan'ın her zaman kibar tutum taraftarı olmadığı çoktandır biliniyor. Davos'ta birdenbire sona eren tartışmada yalnızca Erdoğan'ın Kasımpaşalı karakteri kendini göstermekle kalmadı. Erdoğan ateşli mizacına rağmen neyi ne zaman söyleyeceğini gayet iyi biliyor; taraftarlarının hayranlığını nasıl kazanacağını da. Avrupa'da üst düzeydeki bir ekonomi konferansında, İsrail aleyhinde atıp tuttuğu için, "kibirli Batılılar" tarafından sözünün kesilmesi bu tabloya tam uyuyor.
Erdoğan geçtiğimiz haftalarda da İsrail'in Gazze'ye yaptığı askeri harekattan dolayı duyduğu öfkeyi gizlememişti. Protesto gösterilerinde kabaran duygular da Türkiye'de Erdoğan'ın görüşünü paylaşan birçok kişi olduğunu gösteriyordu. Gazze'de ölenlerden dolayı duyulan öfke, aynı zamanda ABD, AB ve İsrail'e kısaca "Batı'ya" karşı beslenen duyguların da bir parçasıydı.
Buna benzer duygular Türk toplumunun bazı kesimlerinde eskiden beri vardı. Ama yoğun bir şekilde dışa yansıtılmaları, ancak resmi politikanın da bu duyguları kullanmaya başlamasıyla oldu; örneğin Erdoğan'ın ABD ile cepheleşme rotasına çark etmesiyle. 2003'teki Irak Savaşı eski müttefiklerin arasının açılmasına neden oldu. Türk hükümeti askeri harekata karşıydı. Ankara'daki parlamento, ABD'nin Türk toprakları üzerinden Irak'a girmesine izin vermedi. Bu yasak, Amerikalı strateji uzmanlarının harekat planlarını alt üst etti.
ABD, başta planladığı gibi tüm ordusuyla olmasa da, sonunda Kuzey Irak'ta ikinci bir cephe açabildi. Washington bunu Kuzey Irak'taki Kürtlere borçluydu. Kürt peşmergeler Amerikan özel birlikleriyle omuz omuza Kuzey Irak'taki Kürt bölgesinde savaştılar. Bu yarı resmi Kürt oluşumunun varlığı bile, onun Türkiye'deki Kürtler tarafından örnek alınmasından korkan Ankara'daki politikacılar ile orduyu çileden çıkarıyor. Hatta Türkiye'deki Kürt yeraltı örgütü PKK bundan yaklaşık bir yıl önce Kuzey Irak'tan saldırıları yoğunlaştırdığında, Türkiye'de CIA'in solcu gerillaları desteklediği söylentisi dolaşmaya başlamıştı. Ancak ABD Türk Hava Kuvvetleri'ne PKK kamplarına ilişkin uydu resimleri verdikten sonra ortalık biraz yatıştı.
Avrupalıların da Türkiye'de bir zamanlar daha iyi bir imaja sahip olduklarına şaşmamak gerekir. AB Ankara'ya yıllardan beri kalleş bir oyun oynuyor. NATO üyesi Türkiye'nin, Soğuk Savaş sırasında Batı'nın yanında yer almasını ödüllendirmek amacıyla, uzun zamandan beri AB'nin kapılarının bu ülkeye açık olduğu söyleniyordu. Sonunda 2005 yılında verilen sözleri tutmuş olmak için müzakerelere başlandı. Ama aynı zamanda da bu vaadin ciddi olmadığı, dolayısıyla müzakerelerde Türkiye'nin AB'ye katılabilecek kadar modernleştirilmesinin değil, Türkiye'nin hiçbir zaman Birliğe alınmamasını sağlamanın söz konusu olduğu sinyali de verildi.
AB'ye katılım her ne kadar Ankara'nın dış politika hedefi olsa da, ABD Türkiye'nin bir numaralı askeri müttefiki olsa da, İsrail de Türkiye'nin ortaklarından biri olarak kalsa da, çoğu insanın duygularına ve yöneticilerin hareket tarzına bakılırsa ülke "Doğu'ya" yöneliyor. Erdoğan'ın Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu, Batı'ya güvenmenin yeterli olmadığına, Türkiye'nin Arap ülkeleri arasında da ortaklar bulmaya çalışması gerektiğine inanıyor. Bütün seçeneklere sahip bir Türkiye. Bu Başbakan'ın da tasavvur ettiği bir şey.
Buna rağmen Erdoğan popülist istisnalara karşın, Batı'yla olan köprüleri yıkmayacaktır; çünkü Kasımpaşa sokaklarında yalnızca kaba bir şekilde sözünü geçirmek değil, stratejik bir şekilde düşünmek de öğreniliyor.
ÇEK BASINI
RFE/RL: "ERDOĞAN'IN PATLAMASI TÜRKİYE'NİN ULUSLARARASI DURUŞUNA ZARAR VEREBİLİR"
ANKARA, 02/02(BYE)--- Prag merkezli Radio Free Europe/Radio Liberty'nin (RFE/RL) 1 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Abbas Djavadi imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile 29 Ocak'ta Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda yaşadığı hararetli söz düellosu kendisine Türkiye'de mart ayında yapılacak yerel seçimlerde oy veya "Arap Sokağı'nda" sempati kazandırabilir.
Ancak aynı zamanda Türkiye'nin Batı ile İslam alemi arasında köprü olma ve İsrail ile Arap komşuları arasında müstakbel arabuluculuk rolüne zarar da verebilir. Ayrıca, Ankara'nın Washington ile ilişkilerine veya ülkenin AB üyeliği girişimine de yardımcı olmayacak.
Binlerce kişi Erdoğan'ı İstanbul'daki havaalanında kahraman gibi karşıladı. Türkiye'nin hükümet yanlısı gazeteleri, Arap ve İran basınının büyük bir bölümü Erdoğan'a övgüler yağdırdı.
Ancak Türk basınındakiler de dahil diğer yorumcular, Erdoğan'ın patlamasının Türkiye'nin uluslararası ve bölgesel duruşunu nasıl etkileyeceğini merak ediyorlar.
Hasarı kontrol altına alma girişimleri oldu: Peres, Erdoğan'ı aradı ve anlaşmazlığa rağmen Türkiye'ye ve Başbakana saygı duyduğunu söyledi.
Erdoğan ise Gazze operasyonuna yönelik eleştirisinin arkasında durduğunu ancak Yahudi halkına saygı duyduğunu yineledi ve yorumlarının "antisemitik" olarak yorumlanmaması gerektiğini belirtti. Ancak zararın telafisi olmayabilir.
Tarihsel olarak Türkiye hem İsrail hem de Arap dünyasıyla iyi ilişkilere sahip.
Türkiye'nin Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimindeki, ekonomiyi liberalleştirme ve yasal reformlar yapma çabaları, Türkiye'nin AB üyeliğini değerlendiren Brüksel ve ılımlı, demokratik ve Müslüman bir ülkenin başarılı olmasını isteyen Washington tarafından memnuniyetle karşılanıyor.
--Müslüman Dünyaya Yönelim--
Ancak geçtiğimiz yıl Türkiye, pek çok uzmanın Batı'dan uzaklaşma ve İslam dünyası ve Rusya ile daha yakın ilişkiler kurmaya yönelik olarak gördüğü adımlar attı.
Ankara iç reform sürecini durdururken, geçtiğimiz yaz Rusya'nın Gürcistan operasyonunu eleştirmekte de pasif kaldı ve Batı ile koordine edilmeyen ve Rusya'yı kapsayan Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Paktı'nı savundu.
Erdoğan, Ankara'nın İsrail ile Suriye arasındaki arabuluculuk çabalarını kendisi durdurdu. Orta Doğu gezisine İsrail'i dahil etmedi.
Hamas ve Hizbullah'ın terör örgütleri olarak görülmesi şeklindeki baskın Batı yaklaşımına direnerek Ankara bu örgütlerin Arap dünyasının bazı kesimlerini temsil ettiklerini, dikkate alınmaları gerektiğini ve izole etmek yerine diyalog kurulması gerektiğini ileri sürdü.
Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan 29 Ocak'ta hükümetinin Hamas'a eleştirel yaklaşma tutumunu yineledi ancak barış görüşmelerine dahil edilmesi gerektiğini ekledi.
Türkiye bir Hamas heyetini 2006 yılında resmi bir ziyaret kapsamında Ankara'ya davet eden ilk Batı yanlısı Müslüman ülke oldu. Radikal gazetesi yazarı Murat Yetkin'e göre, Erdoğan Davos'taki Peres tartışması öncesinde yabancı gazetecilerle bir araya geldi ve ABD Başkanı Barack Obama'nın Orta Doğu'daki terör örgütlerini yeniden tanımlamasının ve bu yeni tanımlara dayanan yeni bir politika izlemesinin daha iyi olacağını belirtti.
Görünüşe göre, Erdoğan'ın çıkışı sadece siyasi hesaptan fazlasıydı ve belki de Gazze öfkesiyle tetiklenen buyurgan ve diplomatik olmayan tarzını yansıtıyordu.
Türk analist Ruşen Çakır, Vatan gazetesinde şunları yazdı: "Erdoğan'ı 1980'lerin sonundan beri izliyorum. Onu çok kere öfkeli gördüm. Diplomasi açısından Davos'taki tepkisine kesinlikle şaşırdım ama onun dışında tipik Erdoğan'dı."
Davos tartışmasında Türkiye Başbakanı saygı belirten "siz" yerine daha gayriresmi olan "sen" hitabını kullandı. Aynı şeyi Mecliste muhalefete hitap ederken de yapıyor.
Erdoğan'ın yüksek sesle, buyurgan ve didaktik bir tonla siyasi muhalife pek de saygı ifadesi içermeyen konuşma üslubu, Türk halkı arasında hem endişe hem de espri konusu. Bazı eleştirmenler ondan "Kasımpaşa kovboyu" şeklinde bahsediyor.
Ancak ekonomik krizin yaşandığı, AB katılım görüşmelerinin çok umut vaat etmediği, Washington ile ilişkilerin inişli çıkışlı olduğu, Başkan Obama yönetiminde Orta Doğu'da barış sağlanması ihtiyacı ve fırsatının arttığı bir dönemde Türkiye böyle duygusal patlamaları kaldıramaz.
Ülke, sadece içeride oy toplamayı düşünmekle kalmayıp diplomatik olarak yeniden uluslararası destek kazanabilecek liderleri hak ediyor.
FRANSA BASINI
AFP: "AB, PKK'NIN PARA TOPLAMASINI ENGELLEMEK İSTİYOR"
BRÜKSEL, 29/01(AFP)(BYE)--- Avrupa Birliği Terörle Mücadele Koordinatörü Gilles de Kerchove bugün, PKK'nın, Türkiye'deki saldırıları finanse etmek üzere Avrupa'da para toplamasını engellemek için yeni önerilerde bulunacağını bildirdi.
Brüksel'de Avrupa Parlamentosunda yapılan oturum sırasında Kerchove, "Türkiye'de saldırı düzenlemek için para toplamak gibi olumsuz faaliyetleri nedeniyle Avrupa'da PKK (Kürdistan İşçi Partisi) ile mücadeleyi güçlendirmek için AB Bakanlar Konseyine önerilerde bulunacağım" dedi.
Kerchove sözlerini şöyle sürdürdü: "PKK terör örgütleri listesinde yer alıyor ve çok faal bir hareket. Ancak bu hareketle el Kaide arasında hiçbir bağ görmüyorum."
Ankara ve uluslararası toplumun büyük bir bölümü tarafından terör örgütü olarak görülen PKK, çoğunluğu Kürt olan Türkiye'nin güneydoğusunun bağımsızlığı için 1984'te silahlı mücadeleye başladı. O günden bu yana 44 bin kişi öldü.
İNGİLTERE BASINI
THE ECONOMIST: "KOMPLO TEORİLERİ"
LONDRA, 31/01(BYE)--- Haftalık The Economist dergisinin 30 Ocak 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı makalenin çevirisi şöyledir:
--Ergenokon Davası Çerçevesinde Devam Eden Tutuklamalar, Ordu İle Hükümet İlişkileri Konusunda Yeni Soruları Gündeme Getiriyor--
Türkiye'nin güneydoğu kasabalarından Cizre ile Irak sınırı arasındaki bölgede, yasadışı Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) 24 yıllık ayrılıkçı isyanının doruk noktasına ulaştığı dönemde kaybolan birçok muhalif Kürdün cesetleri yatıyor. Onlar, savaş sırasında sonsuz yetki ile donatılmış özel güçler tarafından işkence gördüler ve öldürüldüler. Ordunun emri ile yürütülen korkunç yargısız infazların detaylarını anlatarak, bu hafta gazete başlıklarına konu olan eski PKK itirafçısı Abdulkadir Aygan'ın iddiaları bu yönde. Bir Cumhuriyet Savcısı, 47 ailenin yakınlarının cesetlerinin bulunması için kendisine dilekçe vermelerinin ardından suçlamaları soruşturma kararı aldı.
Aygan'ın itirafları, gizli bir örgüt olduğu öne sürülen Ergenekon hakkındaki ilginç iddiaların sonuncusuydu. İçlerinde emekli generaller, gazeteciler ve politikacıların bulunduğu 86 kişi, önemli isimlere karşı suikast planları yapmak, ülkede kargaşa yaratmak ve ülkeyi askeri bir darbeye sürüklemek suçlamalarıyla mahkemeye çıkarılmıştı. Bu kişilerden bazılarının, mafya ve uyuşturucu çeteleriyle bağlantıları olduğu da söyleniyor.
Ergenekon davası ile bağlantılı olarak ülke genelinde, 22 Ocak günü sabaha karşı düzenlenen operasyonlarda (beşi muvazzaf subay olmak üzere) 39 kişi daha tutuklandı. Bu tutuklamalar, Ergenekon'u, birçok kişinin dediği gibi, Türkiye tarihindeki en büyük suç soruşturması haline getirdi. Savcılar şimdi, 2007 yılında emekli general Veli Küçük tarafından tehdit edildikten sonra bir suikaste kurban giden Türk-Ermeni yazar Hrant Dink'in öldürülmesiyle Ergenekon grubunun bir bağlantısı olup olmadığını araştırıyor. Küçük, Ergenekon'un elebaşları arasında olduğu iddiası ile 2008 Ocak ayında tutuklanmıştı.
Şayet savcılık işin sonuna kadar gidebilirse, Türkiye'nin yakın tarihine ait karanlık bir dönem aydınlanmış olacak. Böylelikle, Türkiye Batılı bir demokrasi olma yolunda dev bir adım atmış olacak ve Avrupa Birliğinin gereklerini yerine getiren bir aday ülke konumuna gelecek. Fakat, kafalardaki soru işareti halen çok büyük.
Duruşmaların ekim ayında başlamasından bu yana, bu davanın, ılımlı İslamcı hükümetin ordunun itibarını sarsmak için hazırladığı bir komplo olduğu iddiaları artıyor. Laikliğin katı savunucusu olan generaller, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve partisi AK Parti'ye karşı tavırlarını hiçbir zaman gizlemediler. Parti geçen yıl, ülkede dini kuralları hakim kılmaya çalışma çabaları nedeniyle, Anayasa Mahkemesi tarafından hakkında verilmesi olası bir kapatma kararından çok az bir farkla kurtulmuştu.
Emekli bir donanma komutanının günlükleri, bazı subayların Erdoğan'a karşı en az iki kez darbe girişiminde bulunduklarını, ancak, bunların dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından durdurulduğunu açığa çıkarmıştı. Ancak, ordu ve hükümet arasındaki gerilim, emekli bir albayın, Türk basını tarafından Kürtlerin yargısız infazlarla öldürülmesi olaylarında yer almakla suçlandığı için, 19 Ocak'ta intihar etmesiyle yeniden yükseldi. Üst komuta kademesi albayın cenazesine katılırken, ordudan yapılan bir açıklamada, intihar nedeniyle medya suçlandı. Genel söylentiye göre, ordudan yapılan baskı daha önceki baskınlarda gözaltına alınan iki generalin 7 Ocak'ta serbest bırakılmalarına yol açtı.
Ergenekon dosyası çok geniş kapsamlı ve karmaşık bir hale geldi ve 2.500 sayfalık iddianamedeki iddialar insanların çoğunu kafakarışıklığı içerisinde bırakan çelişki ve hatalarla dolu. Tutuklananların birçoğu hala neyle suçlandıklarını bilmiyorlar. Ancak, yeni yapılan anketler, Türklerin yüzde 60'ının ortada bir komplo olduğuna inandığını gösteriyor. Bundan önceki başbakanların bazıları da, iktidarı elinde tutmak için her şeyi yapabilecek olan ve kanun dışına çıkmış güvenlik görevlileri ve bürokratların oluşturduğu ve "derin devlet" olarak adlandırılan gizli bir ağın farkındaydılar. Bu yapılaşmanın hedefleri, Türkiye'nin AB'ye katılma çabalarını engellemeyi de içeriyor.
Ergenekon soruşturması sırasında ortaya çıkarılan silahların sayısı çetenin ne kadar kararlı ve ciddi olduğu yolundaki iddiaları kuvvetlendiriyor. Bu gelişmeler, ordu içinde derinleşen ve Batı karşıtı İran ve Rusya ile yakın bağlar kurulmasını savunan ve "Avrasyacılar" olarak bilinen askerlerle, Türkiye'nin Amerika ile dostluğuna ve olası AB üyeliği düşüncesine bağlılıklarını sürdüren askerler arasındaki bölünmeyi de ortaya koyuyor. Genelkurmay Başkanı General İlker Başbuğ da ikinci gruba dahil.
Avrasyacılar grubunun kökünü kazıma çabası, ordunun, Ergenekon davası kapsamında soruşturulan muvazzaf subayların tutuklanması karşısındaki sessizliğini açıklayabilir. Bu aynı zamanda, haftada bir kez görüşme kararı alan Başbuğ ve Erdoğan arasındaki görünürde olan ateşkes anlaşmasını da açıklayabilir.
Ordu ve hükümet arasındaki bu anlaşmanın ardındaki endişe, anlaşmanın, komploya katılmış olabilecek üst rütbeli subayları ipin ucundan alma amacını taşıyabileceğinden kaynaklanıyor. Bu durumda, ordu üzerinde sivillerin denetimini sağlayacak bir fırsat tamamen kaçırılmış olabilir. Türkiye'nin Batı nezdindeki, özellikle de Brüksel'deki itibarının, bu davanın neticelerine bağlı olduğu anlaşılıyor.
THE FINANCIAL TIMES: "YIPRANMIŞ AVRUPA BEKLEME ODASINDA UMUTLARI CANLI TUTUYOR"
ANKARA, 04/02(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 4 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Tony Barber imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun özet çevirisi şöyledir:
AB'nin 50 yıllık tarihinde, her zamankinden daha fazla baskı altında olan finans sistemleri ve gerileyen ekonomileri ile blok liderleri, yeni ülkeleri Birliğe dahil edip etmemeleri gerektiği tartışmasından daha acil sorunlarla karşı karşıya.
2004-2007 arasında üye sayısı 15'ten 27'ye çıkan Birliğin bu hızlı genişlemesini halen kabullenmeye çalışan daha eski ve kalkınmış AB devletleri için durum kesinlikle böyle.
Ancak 2009 bir sürprizler yılı olabilir. Aralık ayına kadar AB, katılım müzakerelerini tamamlayan bir ülke (Hırvatistan), ilerleme kaydeden bir diğer ülke (Türkiye), üyelik müzakerelerine başlamaya hazırlanan bir üçüncüsünü (Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya) ve üyelik için resmi başvurusunu yapmış beş ülke (Arnavutluk, Bosna-Hersek, İzlanda, Sırbistan ve Karadağ) daha görebilir.
Söz konusu sekiz ülkeden yalnızca Hırvatistan ve İzlanda en erken 2011'de katılma şansına sahip, ama onlar bile engellerle karşı karşıya. Diğerleri içinse bir tarih tahmininde bulunmak neredeyse imkansız. Ancak AB'nin, ülkeleri teker teker almak yerine blok halinde kabul etme tercihi göz önüne alındığında mantıklı bir tahmin, Arnavutluk, Bosna, Makedonya, Sırbistan ve Karadağ'ın 2015-2020 tarihleri arasında hep birlikte katılabilecekleri yönünde. Türkiye'ye gelince; hiç kimse gerçekten cevabı bildiğini söyleyemez.
Genişleme için ilk önce, pek çok meselenin halledilmesi gerekiyor. Hırvatistan'ın üyelik girişimi, Slovenya ile yaşadığı bir sınır anlaşmazlığı yüzünden ciddi tehlike altında. Aralık ayında Slovenya 26 AB ortağı ve aynı zamanda Avrupa Komisyonunun isteklerine rağmen, Hırvatistan'ın üyelikten önce tamamlaması gereken 35 başlıktan dokuzunu askıya aldı.
Balkanların bir başka yerinde ise, zayıf devlet otoritelerinin yolsuzluk ve organize suçlarla mücadelede yetersiz kalması, belki de üyelik için ana engel. Batı Avrupa hükümetleri arasında ve hatta Brüksel'de çok sık duyulan bir görüş de AB'nin 2007'de Bloka katılmalarına izin vermeden önce Bulgaristan ve Romanya'ya bu konuda daha sert baskı uygulaması gerektiğiydi. Liderler, bir ülkenin hükümetine, Birliğe katılıp eşit bir üye olduktan sonra nasıl davranması gerektiği yönünde öğüt vermenin zorlaştığının fazlasıyla farkındalar.
Avrupa'nın karşı köşesinde halen daha finansal çöküşün yaralarını saran İzlanda, AB üyeliği talebinde bulunmadı ve gelecek nisan ya da mayısta bir seçim ve başvurup başvurmamakla ilgili bir referandum gerçekleştirmeden de bu talepte bulunmayacak. Ancak İzlanda'nın katılım süreci nispeten daha hızlı olacaktır, çünkü çözülmesi gereken ana alanlar olarak balıkçılık ve finans bırakıldığında yasalarının 3'te 2'si AB kanunlarıyla zaten uyumlu.
Ancak takip edecek AB genişlemesi pek de kolay olmayacaktır. Makedonya'nın Yunanistan ile resmi adı konusunda bir anlaşmaya varamaması halinde üye olması düşünülemez. Müslüman Hırvatlar ve Sırplar arasında kalmış Bosna, üniter bir devlet gibi faaliyet gösterememektedir. Türkiye'nin katılım müzakereleri ise, ilerlemekten çok Kıbrıs sorunu halledilmediği sürece bu yılın ilerleyen zamanlarında krize dönüşebilir. Durum, İrlanda'nın geçen haziranda AB Lizbon Anlaşmasını referandumla reddetmesiyle ve Fransa ve Almanya'nın anlaşma onaylanmadığı takdirde bundan sonraki genişlemeleri engelleyeceklerini açıklamalarıyla, daha da karmaşık bir hal aldı.
Bu sırada ekonomik kriz, genişlemeye gölge düşürmekte. Bir AB politikacısı üzülerek şöyle dedi: "Ekonomi düşüşe geçtiğinde insanlar bakış açılarını daraltıp; 'Başka genişleme yok, önce kendi sorunlarımızı çözelim' diyorlar."
İTALYA BASINI
IL VELINO: "TÜRKİYE... AB'YE YÖNELEREK DONDURULMUŞ ÇATIŞMALARI ETKİSİZ HALE GETİRMEK"
ROMA, 30/01(BYE)--- Il Velino haber ajansının 29 Ocak 2009 tarihli bülteninde, Daniel Mosseri imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
"Gerilimi ve sözde dondurulmuş çatışmaları etkisiz hale getirmeye çalışıyoruz. Yalnızca Orta Doğu'da değil, Kafkaslar'da da tıpkı Ermenistan ile mevcut sorunlarımızı çözmek istediğimiz gibi."
Il Velino haber ajansına konuşan bir Türk diplomatik kaynak, ülkenin sınırları civarındaki açık anlaşmazlıklara Ankara'nın yaklaşımını anlattı. Türkiye'nin stratejik hedefini -AB'ye üye ülke olarak katılmak- gözden kaybetmeksizin baktığı anlaşmazlıklar. Son aylarda Türk diplomasisi tarafından kaydedilen faaliyetler, hem AK Parti hükümetinin yön verdiği teşvik, hem de çatışma ve istikrarsızlık bölgelerinin çevrelediği Türkiye'nin "sıcak" jeopolitik durumunun bir aynası. Diplomatik kaynak, "Bir çözüm gerektiren ve kaynar hale gelebilecek çatışmalar" olduğunu belirtiyor. O halde, Davos'ta "ABD Başkanı Obama, Orta Doğu'daki terör ve terörist örgütlerin yeni bir tanımını yapmalıdır" açıklamasını yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu beyanatını nasıl yorumlamalı? İsrail-Filistin çatışmasına çözüm için Türkiye'de "realistik" olarak tanımlanan bir yaklaşıma göre bu yalnızca Hamas'a bir açılım değil, PKK (halihazırda özellikle Türkiye-Irak sınırında faal olan Kürdistan İşçi Partisi) dahil terör örgütlerinin tüm çerçevesini yeniden tanımlamaya davet etmektir. "Çünkü, bir ülkede direniş için çarpışan olarak tanımlanan şey, bir diğer ülkede terörist olarak nitelendirilmektedir".
Nitekim, Başbakan Erdoğan'ın talebi, ABD ve daha ziyade (ona doğru seyrettiği) AB tarafından uluslararası politikanın ilkelerini belirleyeceği bir partner olma yönündeki Türkiye'nin arzusuna ihanet ediyor. Erdoğan, Brüksel'in Hamas'ı bir terör örgütü olarak tanımladığının farkında ama... Diplomatik kaynak şunları ilave ediyor: "Avrupa'da pek çok ülke ve Dış Politika Yüksek Temsilcisi Javier Solana da aşamalı olarak konuya ilişkin gerçekçi bir yaklaşım benimsemekteler. Bir çözüme ulaşmak için tüm aktörleri gözönüne almak gerekir". O halde Türkiye Gazze'de nasıl hareket ediyor? Kaynak şöyle açıklıyor: "Üç ilkeye göre: Gazze Şeridi'nde acil insani durum sonrasında ateşkesi sağlamlaştırmak; Filistinlilerin birliği için zorlamak, realizmin bir ilkesine göre gelecek seçimlerden çıkacak olanla işbirliği yapmak; uluslararası toplumla iki devletli-iki toplumlu bir çözüm için işbirliği yapmak. Bunlardan sonra İsrail'e ve Arap dünyasına, 'ya da İsrail, Suriye ve Lübnan arasında' barışı getirmek daha da kolay olacaktır." Bu arada, İtalya gibi, Türkiye de Gazze'nin istikrarı için uluslararası misyonlara katılım konusunda hazır olduğunu teyit ediyor. Kaynak şunu hatırlatıyor: "Zaten Lübnan'da İtalyanların yanındayız. Önemli olan misyonun uluslararası hukuk çerçevesinde tesis edilmesi."
IL GIORNALE: "ANKARA'NIN YÖN DEĞİŞİMİ VE İSLAM'IN SİRENLERİ"
ROMA, 02/02(BYE)--- Tirajı günde 180 bin olan merkez sağ eğilimli Il Giornale gazetesinin 1 Şubat 2009 tarihli sayısında, Fiamma Nirenstein imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye, İsrail ve İslam dünyası arasında hala güvenilebilir bir arabulucu mudur? Kendisini AB'ye aday ülke konumuna dahi getiren Türkiye, laiklik tarihini İslam ile bağdaştırma kapasitesindeki tek ülke midir? İsrail'in BM'den atılması gerektiğini söylemesinden birkaç hafta sonra, Doha'da Ahmedinejad ve Esad ile, İsrail'i savaş suçlarıyla itham ederek yaptığı zirveyi takiben, "Allah, Gazze için İsrail'i cezalandıracaktır" ve "Kudüs'ün girişimleri onu yok oluşa götürecek" gibi sözler sarf eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde de Şimon Peres'e yönelik bir saldırıda bulundu. Savaş günlerinde Türk yetkililer İsrail'i küçümseyerek tüm Arap ülkelerini ziyaret ederlerken, Başbakanlık Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu ülkesi adına Hamas ve el Fetih arasında bir arabuluculuk teklifinde bulundu. Türkiye söz konusu tutumuyla, İsrail ve Suriye arasındaki arabuluculuk rolünü, İsrail ile 3,5 milyar dolarlık iş cirosunu ve ABD'yi de kapsayan ön plandaki stratejik dostluğu tehlikeye atmaktadır.
Erdoğan'ın tercihi temelde üç nedene dayanıyor: seçimler, din ve iş. İşte bunların tümü, stratejik müttefiklerde değişikliğe sebep olmakta ve bizlere genel olarak İslam sireninin bugün dünyada ne denli önemli ve tehlikeli olduğunu göstermektedir. Seçimler mart ayında yapılacak ve İslami eğilimli AKP'nin seçmenleri, Hamas yanlısı söz konusu değişiklikten sonsuz mutluluk duyuyorlar. Ayrıca Erdoğan, Kemal Atatürk laikliğinin varisi kurumlara, orduya ve adalete yönelik sert mücadelesini yürütmeye de devam etmektedir. İki haftalık bir dönem içerisinde, hükümete karşı darbe girişiminde bulunmakla itham edilerek tutuklanan 40 kişi arasında üç general ve dokuz subay da bulunuyor. Erdoğan ayrıca, İslam ile bağlarını daha kararlı bir şekilde kullanmaya da karar verdi: Geçtiğimiz sene Sudan Başkanı el Beşir, Lahey Uluslararası Adalet Divanı kendisini soykırımla suçlarken Türkiye'ye kabul edildi. Erdoğan Darfur'da, Şeriat'ı uyguladığı ve "çatışmaları çözdüğü" için el Beşir'i övdü. Özellikle Türkiye'nin İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'a gösterdiği kabul, şaşırtıcıdır. Türkiye, onun büyük bir kalabalık eşliğinde Sultanahmet Camii'nde namaz kılmasına imkan tanımış ve bu televizyonda naklen yayımlanmıştır. İki ülke, biri stratejik işbirliği ve diğeri de İran'dan doğalgaz ikmali olmak üzere iki anlaşma imzaladılar. Ayrıca Türkiye, Kürtlere karşı savaşta İran'ın faal sempatisine sahip; AB ve ABD ise kendisine bu yönde bir garanti vermemektedir.
Türkiye, bugün 200 bin kişinin "İsrail'e ölüm" ve aynı zamanda "Yahudilere ölüm" diye bağırarak gösteri yaptığı bir ülkeye dönüşmüştür ve Erdoğan Davos'taki tutumu nedeniyle, tüm Arap dünyasınca övülmüştür. Türk kıyılarına kitle halinde seyahat etmeye alışkın İsrailliler seyahatlerini iptal etmeye başladılar. Türkiye'nin şimdi, söz konusu tutumu sürdürmeyi isteyenleri haklı çıkarıcı nedenler yansıtmakta olduğu şüphesizdir. Soru, uzak bir gelecekle ilişkili perspektiftir: Türkiye'nin tercihi doğalgaz meselesine bağlı olup AB'ye düşman bir Türkiye'nin ne gibi tehlikelere neden olabileceğini gösterme amacını güdüyor da olabilir. Tehdit ise, AB'nin, İran perspektifi ve Rus hakimiyetini by-pass etmek için büyük ümitler bağladığı doğalgaz boru hattı "Nabucco" projesinin ebediyen çöküşüne ilişkindir.
EQUILIBRI: "KIBRIS... 2009 YILINDA UZLAŞMAYA İLİŞKİN İHTİYATLI ÜMİTLER"
ROMA, 03/02(BYE)--- İnternet strateji dergisi Equilibri'nin 2 Şubat 2009 tarihli sayısında, Valeria Romare imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
1974'deki Türk işgalinden sonra Kıbrıs fiilen iki oluşuma bölündü. Bunlardan sadece Kıbrıs Bağımsız Cumhuriyeti uluslararası toplum tarafından tanındı. Zaman içerisinde durum, sayısız arabuluculuk teşebbüslerine rağmen, hiçbir gelişme kaydetmeden sabitleşti. Ancak 2009 yılı, değişikliğe uğramış şartlarla başladı: Görünen o ki, ihtilafta uzlaşma yolu nihai olarak açıldı. Bu gelişmenin, bölgenin ve Kıbrıs'ın da üyesi olduğu Avrupa kurumlarının dengeleri üzerinde tahmin edilebilir etkileri kaçınılmaz ve önemlidir. Bu bölgesel tartışma, Yunanistan ile Türkiye arasında bir gerginlik kaynağı olmaktan çıkabilir, aynı zamanda Türkiye'nin Avrupa'ya girişindeki en kuvvetli tartışma öncesi sorunlardan birini ortadan kaldırabilir ve Avrupa kurumlarının bölgedeki eylemini kolaylaştırabilir. Son olarak olmasa da güvenlik ve ortak savunma konularında AB-NATO işbirliğinin güçlendirilmesi bağlamında da, Avrupa'nın ortak bir "dış politika"sının oluşmasında bir sınav olabilir.
KIBRIS RUM BASINI
SİMERİNİ: "ÖZEL İLİŞKİLERİN KARŞILIĞI"
LEFKOŞA, 03/02(BYE)--- Fanatik sağ eğilimli, EOKA-B çizgisinde Simerini gazetesinin 2 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin AB'ye katılım sürecinin, Kıbrıs Sorununun çözüm sürecine de katkı sağlayacağı söylendi. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB'ye katılması, sorunun çözümünün demokratik niteliğini koruyacaktı. Fakat, bunlardan hiçbiri, kapsamlı bir stratejiye dahil edilmedi.
Niçin? Çünkü, eğer, Kıbrıs Sorunu, AB ve BM ilkeleri egemenliğinde çözüme ilişkin kapsamlı stratejiye dahil edilseydi, o zaman Kıbrıs'ın yönetim biçimi sistemini oluşturacak bu ilkeler ve değerler merkeze koyulacaktı. Yani, ilk olarak iki tarafın da keyiflerince yorumladıkları iki kesimli iki toplumlu federasyon çözümü açıklansın. Devamında, görüşmelerde de olduğu gibi, bu çözümde bulunan demokratik ilkelere ve değerlere uyum takip edilsin. Bunlar geçici olarak bile uygulanmıyor aksine sakat bırakıyorlar.
Bugün, Kıbrıs Sorunu Türkiye'nin katılım sürecinde ciddi bir engel değildir, asıl engel Türkiye'nin reformlarda ilerlemesindeki güçsüzlüğüdür. Sorumlulukları için görüşmelerin gelişmesini bahane ediyorlar. Genel görüşe göre, - Hristofyas'ın da görüşü budur- nihai sonuç Talat'a bağlıdır.
Türkiye'nin Kıbrıs Türk liderini kontrol ettiği gerçektir ve daha da ötesi her zaman sahip olduğu bölgesel güç olma hissiyle Avrupa'daki çıkarları için görüşmeler sürecini hızlandırabilir. Bu nedenle, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği için Kıbrıs sorununun, Ankara'nın kozu olduğu anlayışı vardır. Aslında, Avrupalı yetkililer güçlerini paylaşmak istemiyorlar. Tam üyelik yerine özel ilişkiler sunuyorlar.
Sonuç olarak, Kıbrıs sorunuyla ilgili şu tehlikeler vardır: İlki, ABD ve AB ülkeleri tarafından, İngiltere ve diğerlerinde olduğu gibi, Amerika'nın Irak'taki politikası yüzünden şiddetlenen Kürt Sorunu karşılığında Kıbrıs Sorununun verilmesi. Annan Planı durumunda da bu oluyor. Tehlike bugün de var olmaya devam ediyor. Çünkü, Kürt Sorunu açıktadır ve Annan Planı masadadır.
İkincisi Türkiye'ye, üye devletlerin de tam üyeliğin yerine arzuladıkları özel ilişkiler karşılığında Kıbrıs sorunu verilsin.
Sonuç olarak, bugünkü dost yarın ki düşman olacak ve AB diplomatik mızraktan, Aşil'in topuğu olacak... Bunun nedeni bizim stratejik açığımızdır.
SİMERİNİ: "MATSAKİS'TEN ERDOĞAN'A AÇIK MEKTUP"
LEFKOŞA, 04/02(BYE)--- Fanatik sağ eğilimli, EOKA-B çizgisindeki Simerini gazetesinin 4 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Avrupa Parlamentosundaki Rum milletvekillerinden Marios Matsakis, geçtiğimiz günlerde Davos'ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu çerçevesindeki bir oturumda, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile bir tartışma yaşamasından dolayı Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'a açık mektup yolladı.
Matsakis, açık mektubunda şunları iddia etti:
"İsrail'in birkaç hafta önceki askeri müdahalesiyle ilgili olarak, bu kadar kızgın olmaya hakkınız var. Ülkenizin (Türkiye) ordusunun geçmiş yıllarda masum insanlar aleyhindeki faaliyetlerini hatırlamak söz konusu olduğunda ise, çok zayıf bir hafızaya sahip olduğunuz görünüyor."
Matsakis, İsrail Cumhurbaşkanı Peres'i masum insanların öldürülmesiyle ilgili olarak suçlayan Erdoğan'a; Türkiye'nin Kıbrıs, Irak ve Türkiye'nin güneydoğusundaki Kürt köylerine gerçekleştirdiği iddia edilen "işgalleri" de hatırlattı.
--Rehn'in Matsakis'e Cevabı--
Öte yandan, Matsakis, AB Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn'e; "AB'yle katılım müzakerelerinde Türkiye'nin, ne derece Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tanıyıp tanımadığı" şeklinde bir de soru yöneltti.
Rehn, Matsakis'e cevabında, Türkiye'nin "Kıbrıs Cumhuriyeti'yle" ikili ilişkilerini yumuşatma konusunda hiçbir ilerleme kaydetmediğini ve Türkiye'nin Rum tarafının çeşitli uluslararası örgütlere katılımı konusunda veto öne sürmeye devam ettiğini ileri sürdü.
YUNANİSTAN BASINI
ELEFTHEROTİPİA: "MECLİS DIŞİŞLERİ VE SAVUNMA KOMİSYONU'NDA TÜRK SALDIRGANLIĞI ELE ALINDI"
ATİNA, 30/01(BYE)--- Tirajı günde 52.944 olan Eleftherotipia gazetesinin 30 Ocak 2009 sayısında, Kira Adam imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni dün gerçekleşen Meclis Dışişleri ve Savunma Konuları Komisyonu'nda yaptığı konuşmada, Türk-Yunan ilişkilerinin içinde bulunduğu durgunluğa, Türkiye'nin Ege'deki yoğun askeri faaliyetleriyle ihlallere ve Türkiye'nin Yunanistan karşısında uyguladığı talepkar politikalara ilişkin konuları cevaplandırdı.
Hükümet bu nahoş tespitlere, Dışişleri Bakanı Bakoyanni'nin "soğukkanlılık" gösterilmesi ve dikkatlerin "Türk-Yunan ilişkilerinin normalleşmesi politikasının" uygulanmasına yoğunlaştırılması gerektiği yönündeki açıklamalarıyla cevap verdi.
Dışişleri Bakanı Bakoyanni Yunanistan'ın, Türkiye'nin "AB'ye tam uyum sağlamasını ve tam üye olmasını" destekleyen politikasını savundu. Ancak Yunanistan'ın, Türkiye'nin AB üyeliğine dair her türlü olasılığı değerlendirdiğini ve Türkiye'nin AB üyeliğinin "bazı noktalara takıldığının" tespit edildiğini de ima etti. Son olarak, Ankara'dan ön koşulları yerine getirmesinin isteneceğini, bu ön koşullar arasında Lefkoşa'ya karşı Ankara Anlaşması'nı uygulama sorumluluğunun da bulunduğunu hatırlattı.
YDP Milletvekili Manusi'nin, AB-Türkiye ilişkisine alternatif olarak Yunanistan'ın sunabileceği bir öneri olup olmadığını sorması üzerine Bakan Bakoyanni, Yunanistan'ın AB-Türkiye özel ilişkisi konusunda benimsediği tezde hiçbir değişiklik olmayacağını söyledi.
Ana muhalefet partisi PASOK'un dış konular sorumlusu Milletvekili Andreas Loverdos, "Türkiye'nin saldırganlık politikasıyla karşı karşıya bulunduğumuza" dikkat çekerek, buna karşın Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamalarında ve taktiğinde hiçbir değişiklik olmadığını ifade etti. PASOK Milletvekili Petros Efthimiu ise Dışişleri Bakanı'nın "Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları arasında görüş ayrılığı varmış gibi" konuştuğunu söyledi. PASOK Milletvekili Panos Beglitis ise, Türk-Yunan ilişkilerine dair uygulanan politikanın son derece zayıf olduğunun altını çizdi. PASOK'un savunma konuları sorumlusu Vaso Papandreu Türkiye'ye karşı koyma konusunda tamamlanmış bir plan hazırlanması gerektiği konusunda ısrar ederek Dışişleri Bakanlığı'nın, Cumhurbaşkanı konusundaki tepkisine dikkat çekti.
Muhalefet, özellikle de sol partiler, AB'nin, dolayısıyla da Yunanistan'ın Guantanamo'dan gelecek tutukluları kabul etmesi tehlikesine gereğinden az zaman ayırdılar. Genel olarak tutukluların ya serbest vatandaş olarak ya da siyasi mülteci olarak Yunanistan'a kabul edilebilecekleri, ancak Avrupa'daki müzakereler nedeniyle konunun çok uzayabileceğine dair bir izleniminin hakim olduğu belirtildi.
İMERİSİA: "ERDOĞAN: DEMAGOJİNİN ÖTESİNDE..."
ATİNA, 03/02(BYE)--- Tirajı günde 12.020 olan İmerisia gazetesinin 2 Şubat 2009 tarihli sayısında, Yorgos Kapopulos imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Erdoğan'ın Davos'taki patlaması, belediye seçimleri öncesinde tüm bakışların kamuoyu yoklamalarına yöneldiği şu aşamada bir iletişim havai fişeği miydi? Davos'taki patlamayı bu çerçeveye sokarsak, ağaca bakarak ormanı kaybetmiş oluruz.
Avrupa perspektifi mi, yoksa Orta Doğu'da bölgesel güç mü? Türkiye'nin stratejik seçenekleriyle ilgili bu soruyu ortaya koyarsak ve Kemalistler ile siyasal İslam arasındaki iç sürtüşmeyle bağlarsak o zaman Kemalistlerin açıklamalarını ve argümanlarını benimsemiş, soğukkanlı bir analiz yapmak için gerekli mesafede durmamış oluruz.
Şüphesiz Erdoğan iletişim açısından bir iç zafer kazanmış durumda; bu da gelecek belediye seçimlerinden kazançlı çıkmasında önemli rol oynayacak. Bu zafer, ekonomik koşullardan ve iktidar partisinin stratejik reformları ilerletememesinden dolayı var olan olumsuz ortamı değiştirdi.
Bütün bunlar aslında gerçeğin bir parçası, üstelik küçük bir parçası. Türkiye Başbakanının İsrail Cumhurbaşkanıyla sivri sözlerle sürtüşmesi, Ankara'nın Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden bu yana ilk kez Orta Doğu'ya etkili biçimde geri dönüşünün bir boyutuydu:
- Suriye ile 1998 yılında savaşın eşiğine kadar gelmiş iken ve bu tehlike son anda Şam'ın Öcalan'ı sınır dışı etmesiyle aşılmış iken, Türkiye şimdi Suriye ile oldukça etkili bir yakınlaşmayı başardı. Bu yakınlaşma, 2003 yılı ilkbaharında ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra, her iki ülkenin ABD siyasetinin Kürt konusu üzerindeki etkilerinden kaygılanması nedeniyle oldu. Ayrıca Ankara, İsrail ile Suriye arasında başlayan ve devam edecek olan diyalogda iyi hizmetlerde bulunuyor.
- Kuzey Irak'taki özerk Kürt varlığının Kürt gerillalarının, Türk ve İran topraklarını silahlı faaliyet için üs olarak kullanılması tehlikesi karşısında İran ile yakın bir işbirliğinin gelişmesini başardı. Bu işbirliği, Şah'ın devrilmesinden sonra 1979 yılı başlarında Ankara-Tahran arasında Kürtlere karşı oluşan ittifakın devamıdır.
- Hamas ile iyi ilişkiler kurmayı başardı. Türkiye'deki siyasi İslam sadece Filistin için değil, Mısır ve Ürdün'de güçlü bir varlığı olan kardeş Müslümanlar hareketi için de model oluşturuyor.
Son birkaç yıl içinde Türkiye Sünni Arap-Müslüman dünyanın koruyucusu olarak ortaya çıktı. Bu rolü, iktidarlarındaki kriz nedeniyle Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan oynayamaz.
İsrail'in süper gücüne karşı denge kurabilecek tek bölgesel güç olan Tahran'ın tekelini Ankara şimdi bozuyor. Ayrıca Erdoğan'ın şekillendirmiş olduğu yönetim modeli, siyasi İslam radikalizminin geniş Orta Doğu'da nasıl gelişebileceğini ve demokratikleşmeye yönelik olabileceğini gösteriyor.
Ankara'nın Orta Doğu'da yayılmaya başlayan bu geniş etkisi, Avrupa perspektifinden vazgeçtiğinin bir kanıtı sayılmamalı. Tam aksine bu etki Türkiye için büyük bir jeopolitik avantajdır. AB'ye tam üyelik amacıyla kapsamlı bir müzakereye ya da bir AB-Türkiye özel ilişkisinin oluşmasına yol açabilir. Erdoğan'ın Davos'taki öfkeli patlaması, Orta Doğu'daki etkiyle ilgili bu jeopolitik yatırıma hizmet etti.
KATHİMERİNİ: "KARDAK... 13 YIL SONRA"
ATİNA, 03/02(BYE)--- Tirajı günde 56.978 olan Kathimerini gazetesinin 3 Şubat 2009 tarihli sayısında, Stavros Ligeros imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
13 yıldan sonra Kardak'ta kriz pek de uzak görünmüyor. Son zamanlarda yaşanan tahrikler, Türk-Yunan ilişkilerinin aynı sularda seyretmeye devam ettiğini gösteriyor. Atina'nın, AB yolu vasıtasıyla "canavarı" "evcilleştirme" ümidi boş çıktı. Helsinki kararından (Aralık 1999) çok az şey elde edildi.
Ankara, yayılmacı taleplerinin bayrağını dalgalandırarak AB yolunda ilerliyor. Atina, Türkiye'nin tutumunun AB'nin iyi komşuluk ilişkileri ilkesine uyumlu olmadığını açıklıyor fakat bu tür açıklamalar karşı sahilde alaycı gülümsemelerle karşılanıyor. Buna rağmen Yunanistan Türkiye'nin adaylığını her zaman hararetle desteklemektedir. Türklerin sabit taktiği, bazen gerginlik bazen de kriz yaratmak ve böylece de yayılmacı taleplerini siyasi düzeyde güvence altına almaktır. Ardından da Atina'yı müzakereye, yani onların önceden itilaf konusu yaptığı Yunan egemenlik ve idare haklarını paylaşmaya davet ediyorlar. Kardak'ta 1996 yılında bunu yaptılar.
Simitis hükümeti tam olarak gafil avlandı. Söz konusu kriz sadece bir dayanıklılık testi değildi, niyetlerine dair de bir testti. Ankara ilk kez, sadece toprak talep etmekle kalmadı, siyasi ipotek koyarak oldubitti de yarattı. O kriz hala gündemde, çünkü Türkler şimdi ıssız olmayan Eşek ve Bulamaç adalarında da oldubitti yaratma girişiminde bulunuyorlar. Kardak'ta Atina'nın temel hatası krizi askerleştirmesiydi. Her iki devlet de sayıca çok kayalıklara sahip ve bunların korunması mümkün değildir. Ancak bir kayalığa askeri birlik gönderildiği andan itibaren, daha sonra Türk komandoların indiği yandaki kayalığa da askerlerin yerleştirilmesi gerekiyordu. Bunu yapacağına deniz birliklerini bölgeyi gözetim altında tutmak ve Türklerin karaya çıkmalarını engellemekle görevlendirdi. Gece ve kötü hava şartları altında olmasına rağmen, komandoların bulunduğu bir tekne kolayca gözden kaçarak kayalığa çıkabildi ve Türkiye'nin askeri bir başarı elde edildiği izleniminin yaratılmasını kolaylaştırdı.
Türk komandoların askeri araçlarla oradan çıkarılması belki bir çatışmaya yol açacak ve bunun maliyetini de Yunanistan üstlenecekti. Türklerin kazandığı bu avantaja karşı Atina'nın denge kurabilmesi için tek yol, müzakerelerin eşit şartlar altında yapılabilmesi amacıyla yakındaki bir Türk kayalığına Yunan komandolar göndermekti. Atina bunu yapacağına "askerlere hayır, gemilere hayır, bayraklara hayır" formülünü aslında Türkler kayalığa çıkmadan önce kabul etti. Ondan sonra da "savaş ya da uzlaşma" sözde ikilemini kullandı.
Yıllardan bu yana edinilen deneyimler, Atina geriye adım attığında Türklerin askeri şiddet kullanma tehdidinin daha da etkili ve netice verici olduğu görüşünün iyice yerleştiğini gösteriyor. Türkler aslında göründükleri kadar çatışma istemiyorlar. Ancak siyaset sanatını çok iyi biliyorlar ve sıcak olay tehdidini oldubitti yaratma yönünde kullanıyorlar.
İSVİÇRE BASINI
LE TEMPS: "TÜRKİYE SEKİZ YIL ÖNCESİNE GÖRE DAHA İYİ DİRENİYOR"
ANKARA, 30/01(BYE)--- İsviçre'de yayımlanan Le Temps gazetesinin 30 Ocak 2009 tarihli internet sayfasında, Delphine Nerbollier imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan İstanbul çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Zorluklar, özellikle AB için reformları hızlandırabilir. İşsizliğin artması, sanayi üretiminin azalması, enflasyonun yeniden çift hanelere dönmesi, Türk ekonomisinin tüm göstergeleri son aylarda kırmızı ışıkta. Küresel krizden etkilenen Türkiye'nin büyümesi, 2008'in son üç aylık döneminde yüzde 0,5'e geriledi. Bununla birlikte, genel durumun 35 bankanın yok olmasına yol açan 2001'deki krizle hiçbir ilgisi yok.
Bugün mali piyasalar tepetaklak olsa da, daha şeffaf ve daha sağlam kalan 30 kadar işletme "yüksek faiz" krizinden az etkilendi. İstanbul Boğaziçi Üniversitesi'nden Emre Alper, "Türk mali sistemi Avrupa sistemiyle mukayese edildiğinde az gelişmiştir. Uzun vadeli borç söz konusu değil, zira faiz oranları çok yüksek. Öte yandan, gayri safi yurtiçi hasılada mali sektör değeri zayıf. Bugün de görüldüğü gibi bu, kriz döneminde bir şans, ancak normal dönemde bu geçerli değil. Bu yıl Türk ekonomisinin direncini gerçekten test edeceğiz" diyor.
--İhracat Azaldı--
Başta Avrupa olmak üzere ihracata yönelen ekonomi. Türkiye hemen hemen tüm sektörlerdeki ihracatında düşüş kaydetti. 2008 yılının ilk 11 ayında yüzde 27,4 oranında düşüş kaydedildi ve sadece kasım ayı için Türkiye'nin başlıca pazarı olan AB'ye ihracat yüzde 32 oranında geriledi. Otomobil, tekstil, inşaat gibi ekonominin tüm kilit sektörleri ulusal ve uluslararası tüketimin zayıflığından olumsuz etkilendi. Böylece yıllardan beri ilk kez dışarıya tekstil ürünlerinin satışı yılın son üç ayında azalma gösterdi.
Hükümet, heyeti halihazırda Ankara'da bulunan IMF ile yeni borç paketini görüşmeyi kabul ederek ekonomik çevrelere bir takım olumlu işaretler verdi. Avrupa Birliği ile de aynı şey söz konusu.
Ocak ayı başında Avrupa işlerinden sorumlu bir bakanın atanmasına ve 19 Ocak'ta Başbakanın Brüksel'e yaptığı önemli ziyarete inanılıyorsa, reformların hızı bu yıl artabilir. Bu iki uluslararası demirleme, Türk ekonomisi için yeniden hayati önem arz edebilir.
NEUE ZÜRCHER ZEITUNG: "HALKIN ÖFKELİ OLDUĞU ZAMANLARDA DIŞ POLİTİKA"
BERN, 01/02(BYE)---Tirajı günde 143.800 olan Neue Zürcher Zeitung'un 31 Ocak 2009 tarihli sayısında Thomas Fuster imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Viyana çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:
--Türkiye ve İsrail Arasında Gerilen İlişki--
Hükümet Başkanı Erdoğan, İsrail'in Gazze Şeridi'ndeki tutumunu her zaman sert bir şekilde eleştirdi. Bu ona gerçi ülke içinde ve Arap dünyasında artı puanlar kazandırdı. Ancak, Orta Doğu uzlaşmazlığında taraf tutmak arabuluculuk çabalarında pek yararlı olmaz.
Türkiye'nin dış politikasında on yıllardır pasif bir dış politika hakimdi. NATO üyesi, kendi siyasetini uygulamak yerine müttefiki ABD'nin dümen suyundan gitmeyi tercih etti. Recep Tayyip Erdoğan'ın İslamcı muhafazakar partisi AK Partinin 2003 yılında hükümete gelmesiyle bu durum değişti. Dış politikada göze çarpmazlık yerine, daha güçlü bir kendine güven geldi. Bir bölge gücü olma doğallığıyla, daha önceki Türk hükümetlerinin çoğunlukla sırtını döndüğü komşu Arap ülkelerle ilişkiler güçlendirildi. Türkiye aynı zamanda, İsrail'le geleneksel olarak yakın olan ilişkileri korumayı başardı. Bu, bölgesel bir güç olma şartının hem Arap dünyası hem de İsrail'e olan iyi ilişkiler olduğunun bilinciyle gerçekleşti. İsrail'e ve Arap ülkelerine eşit mesafe geçen yıl arabuluculuk rolüyle meyvelerini verdi. Türkiye, İsrail ve Suriye arasındaki Golan Tepesi uzlaşmazlığı çerçevesinde dolaylı görüşmelerde arabuluculuk rolünü oynadı.
Gazze Savaşı'nda diplomatik anlamda taraflara eşit mesafede olmaktan artık söz edilemez. Tam tersine: Erdoğan, alışılmamış sert sözlerle İsrail'in tutumunu eleştirdi ve açık bir biçimde Filistin tarafında yer aldı. Gazze Şeridi'ndeki bombardımanları bir "insanlık suçu" olarak nitelendirdi. Ayrıca İsrail -Türkiye'nin de geçen yılın başından beri yer aldığı- BM Güvenlik Kurulunun savaşı durdurması talebine uymadığı için, İsrail'in BM'den çıkarılmasını istedi. Erdoğan'ın bu tutumu, sadece halkın öfkesinin hemen İsrail'in silahlı saldırısına yöneldiği ülke içinde büyük sempati toplamasına neden olmadı. Aynı zamanda komşu Arap ülkelerde de prestij kazandırdı. Arap ülkelerinde bazı vatandaşlar nezdinde Erdoğan'ın Gazze Şeridi'ndeki uzlaşmazlıkta Arap ülkelerinin otoriter liderlerinden daha kararlı bir tutum sergilediği kanısı yerleşti. İsrail'in bombalı saldırılarına karşı düzenlenen protesto yürüyüşlerinde Erdoğan posterlerinin havaya kaldırılması boşuna değildi.
Türkiye'nin askeri ve ekonomik ortağı İsrail'e sert tepkisinin farklı nedenleri vardı. Birincisi, Erdoğan, kendisini şahsen aldatılmış hissetti, çünkü İsrail Başbakanı Ehud Olmert İsrail'in saldırısının başlamasından birkaç gün önce Ankara'ya bir ziyarette bulunmuş ve Erdoğan'a planlanan saldırı konusunda hiçbir şey söylememişti; Erdoğan, bunu kastederek 'Türkiye'ye karşı saygısızlık'tan bahsediyor. Başbakan Olmert'in ziyaret esnasında Gazze Şeridi'ndeki halkın durumunun iyileştirilmesi konusunda söz vermiş olması da Türkiye'nin güveni suiistimal duygusunu ayrıca güçlendirdi.
İkinci olarak Türkiye, Suriye ve İsrail arasındaki yakınlaşma görüşmelerinin -ki bu görüşmelere Ankara siyasi sermayesini koyuyordu- Gazze savaşıyla fiilen sona ermesi nedeniyle hayal kırıklığına uğradı. Türk Dışişleri Bakanlığına göre taraflar başarının, yani doğrudan görüşmelerin başlamasının eşiğindeydiler. Böyle bir başarı, Türkiye'nin Orta Doğu uzlaşmazlığında merkezi bir güç olduğunu ortaya koymasına yardımcı olacaktı.
Bu iki dış politika nedenine ek olarak bir üçüncü iç politika nedeni de bulunuyor. Türkiye'de mart ayı sonunda yerel seçimler var. Erdoğan, Türkiye'de savaşın başlamasından kısa bir süre sonra Gazze Şeridi'ndeki halk için düzenlenen sempati gösterilerini, seçim siyaseti perspektifinde görmezden gelemezdi. Kamuoyunun desteğiyle (İstanbul sokaklarındaki pankartlarda "Hepimiz Filistinliyiz" yazılıydı) hükümet Başkanı tepkilerinde diplomatik olmaktan ziyade duygusaldı. Bunun seçim sandığında işe yarayıp yaramayacağı belirsiz. Açık olan, Türkiye'de yaşayan yaklaşık 24 bin Yahudi'nin -Müslüman bir ülkede yaşayan en büyük Yahudi topluluklarından biri- ülkede kendilerini belirgin bir şekilde daha rahatsız hissetmeleri. Bu grup giderek artan sayıda anti-semitist saldırıyla karşılaşıyor ve bunun sorumlusu olarak özellikle hükümet görülüyor. ABD'deki beş Yahudi örgütünden meydana gelen bir birlik Erdoğan'a yazdığı protesto yazısında İsrail'in Türk yetkililer tarafından kötülenmesi ile büyüyen anti-semitizm arasında açık bir bağlantı olduğunu belirttiler.
Türkiye'de Yahudi kesimlerin dışında da hükümetin İsrail'e sözlü saldırılarının amacını aşıp aşmadığı, örneğin, okullarda Gazze Şeridi'nin kurbanları için düzenlenen bir dakikalık saygı duruşunun gerekli olup olmadığı konusu tartışılıyor. Şüphesiz ki Erdoğan kızgınlığıyla ülkede hakim olan atmosferi yansıttı ve örneğin Ankara'da bir hastaneye sevk edilen bir grup yaralı Filistinliyi ziyarete gittiğinde duyduğu görünür üzüntü kesinlikle rol ya da hesaplanmış bir şey değildi. Fakat bugünlerde "Hürriyet" gazetesindeki bir yorumcu bir Başbakandan kendi duygularını milli menfaatlerinin gerisinde tutmasının beklendiğini de, zira artık Türkiye'nin bazı yabancı gözlemciler tarafından İsrail karşıtı, Hamas yanlısı bir eksene oturtulduğunu ve bir süredir Türkiye'nin gerçekten batının bir müttefiki olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceğinin tartışıldığını kaydetti. Bu tür bir algılamanın her ne kadar abartılı ve nedensiz görünse de, Erdoğan'ın sözlerinin bunda payı olduğu belirtiliyor.
İsrail'in Gazze Şeridi'nden çekilmesinden bu yana Ankara, Hamas'ın yöntemlerine mesafeli davranarak ya da İsrail ile stratejik ortaklığa sadakat yeminleri ederek gerçi dengeleri yerine oturtmaya çalışıyor. Hükümet Başkanını tanıyanlar Erdoğan'ın kızgın sözleri ve yaptıkları arasında çok fark olduğunu hatırlatıyor. Buna rağmen bazı hükümet karşıtları, geçen haftalarda çok fazla hata yapılmış olduğundan korkuyor. Bu kişilere göre AK Partinin siyasi İslam'daki kökenleri nedeniyle Orta Doğu uzlaşmazlığında tarafsız arabulucu olarak inandırıcılık sorunuyla savaşması yetmezmiş gibi, Erdoğan'ın Gazze uzlaşmazlığında açıkça taraf tutması ve İsrail'e karşı sert konuşmaları şimdi Türkiye'nin kriz bölgesindeki gelecekteki arabulucu ve barış getirici rolünü olanaksız kıldı.
Eleştirmenler haklı çıkarsa, bu Ankara'nın AB'ye giden yolunda kötü bir haber, çünkü Ankara'nın Brüksel'e karşı en önemli kozları arasında AB ve Orta Doğu arasında bir köprü işlevi görmesi bulunuyor. Bu köprü, ancak Avrupa'dan hem Arap ülkelerine, hem de İsrail'e gittiğinde değerli. Türkiye, iki tarafın da güvenini kazanma hedefine özel bir önem vermeye devam etmek zorunda.
Bu, geçtiğimiz yıllarda şaşırtıcı biçimde başarılı oldu. Arap dünyasının ılımlı ve aydınlanmış temsilcileri için Türkiye'nin çekiciliği, İslam'ın demokratik bir düzenle nasıl bir arada yaşayabileceğini göstermesinde yatıyor. İsrail içinse Türkiye, sadece ABD'yle müttefik olmasından ve ortak askeri anlaşmalar nedeniyle önemli bir ortak değil. İsrail, şu sıralar Türk Hükümetinin başında sesi Arap dünyasında ağırlık taşıyan Erdoğan gibi birinin olmasının kıymetini de biliyor olmalı. Bu durum hem Türkiye, hem de İsrail'in işine gelir.
ABD BASINI
THE WASHINGTON POST: "TÜRKİYE BATI'YA YÜZ ÇEVİRİYOR"
ANKARA, 02/02(BYE)--- ABD'de yayımlanan The Washington Post gazetesinin 2 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Soner Çağaptay imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye özel bir Müslüman ülke. Müslümanların çoğunlukta olduğu 50 ülkeden NATO müttefiki olan, AB ile katılım görüşmeleri yürüten, liberal demokrat ve İsrail ile normal ilişkilere sahip tek ülke. Ancak şu anki hükümeti Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) yönetiminde Türkiye bu özelliklerini yitirmekte. Liberal siyaset akımı kaybolmakta, AB ile görüşmeler hız kesti, İran gibi batı karşıtı devletlerle ilişkiler yükselişte ve İsrail ile ilişkiler giderek kötüleşiyor. Örneğin, geçtiğimiz perşembe günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "insanları öldürdükleri" gerekçesiyle İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e çıkıştıktan sonra İsviçre'nin Davos kasabasındaki paneli terk etti. Şayet Türkiye bu alanlarda başarısız olur veya NATO gibi transatlantik yapılara bağlılık konusunda bocalarsa Başkan Obama'nın favori Müslüman ülkesi olması beklenemez.
Türkiye'nin içerideki durumunu ve bunun AB ile ilişkilere etkilerini düşünelim. Türkiye katılım görüşmelerine başlamış olsa da bu tren mola verdi. Fransa'nın Türkiye'nin üyeliğine itirazları süreci yavaşlattı, ancak AK Parti'nin liberal değerlerden kaymasının yarattığı etki de göz ardı edilemez. AK Parti iktidarındaki altı yıldan sonra, basında yer alan birçok haber ve röportajın da gösterdiği gibi Türk halkı daha az özgür ve daha az eşit. Örnek olarak, AK Parti Nisan 2007'de YouTube'un yasaklanmasına neden olan bir internet yasası çıkardı ki, bu yasa Türkiye'yi popüler siteye erişimi engelleyen tek Avrupalı ülke konumuna getirdi. AK Parti'nin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın cinsiyeti güçlendirme endeksinde 63. sıradan 90. sıraya geriledi. Bu sonuç Türkiye'yi Suudi Arabistan'ın bile gerisine itti. Suudi kadınının Türk kadınından siyasi, ekonomik ve sosyal bakımdan daha güçlü olduğu düşünülürse AK Parti'nin liberal bir parti olma iddiasını ciddiye almak zor.
Dış politikaya gelelim. Türkiye'nin ABD'nin bir NATO müttefiki olarak durumunu ele alalım: Ankara'nın Tahran ile uzlaşısı 2002'den beri oldukça ileri bir seviyeye yükseldi ki bu, İran'ın bir nükleer güç olması konusunda ABD'nin tarafında olup olmayacağına ilişkin şüphe uyandırıyor. Geçtiğimiz aralık ayında Erdoğan Washington'da bir topluluğa hitaben, "İran'ın nükleer silahlara sahip olmasına karşı olan ülkelerin kendileri de nükleer silaha sahip olmamalıdır" dedi.
AK Parti ile ABD'nin duruşu genel olarak uyumlu olmasına rağmen, bu uyum Hamas'ın da dahil olduğu bazı konularda zayıf. İsrail'in Gazze operasyonları sırasında Erdoğan bir yandan Hamas'ı uluslararası platformda anlatmak istediğini söylerken, diğer yandan İsrail'in BM'deki koltuğunun meşruluğunu da sorguladı.
Washington'ın ılımlı müttefikleri Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün 19 Ocak'ta Kuveyt'te Gazze'deki çatışmanın sona erdirilmesiyle ilgili olarak bir araya geldiler. Bunun üç gün öncesinde ise Türk yetkililer İran, Suriye ve Sudan ile Katar'da bir araya geldiler ve bu ılımlı müttefikleri etkili bir biçimde gölgede bıraktı. Türkiye, Arap-İsrail çatışmasında, şaşırtıcı bir biçimde, Suudi Arabistan'dan bile daha katı bir tutum sergiliyor.
Türkiye yıllar boyunca İsrail ile güçlü askeri, turistik, kültürel ve ticari bağlarla normal ilişkiler sürdürdü. Türkler, Yahudi Devleti ile ilişkilerinde dini ve ideolojileri sorun etmediler, bu yüzden İsrailliler, Türkiye'ye seyahat etmek ve iş ilişkisi kurmak açısından kendilerini rahat hissettiler. Ancak Erdoğan'ın son zamanlardaki İsrail karşıtı söylemleri -hatta Tanrı'nın İsrail'i cezalandıracağını iddia etmesi- normal seyreden ilişkileri geçmişte bıraktı. 4 Ocak'ta 200 bin Türk İstanbul'da yağmur altında İsrail karşıtı bir miting düzenledi. 7 Ocak'ta bir İsrail kız voleybol takımı Türk taraftarların saldırısına uğradı.
Ortaya çıkan Yahudi karşıtlığı, Türkiye'nin özel konumunu da zorluyor. Yahudi karşıtlığı Türk toplumu ile bağlantılı değil, daha ziyade siyasi yönetim tarafından tohumları ekiliyor. Erdoğan, Gazze'deki çatışmanın Yahudilerin kabahati olduğunu ve Yahudilerin kontrolündeki medyanın gerçekleri çarpıttığını iddia ederek bu hassasiyeti körüklüyor. Erdoğan 6 Ocak'ta İsrail'in Gazze operasyonlarından pişmanlık duyması gerektiğini söylerken, Türk Yahudilere hitaben, "Sizleri Osmanlı İmparatorluğu'na kabul etmedik mi?" dedi. Türkiye'nin küçük ancak iyi entegre olmuş Yahudi topluluğu tehdit altında: Yahudi iş adamları boykot ediliyor ve şiddet vakaları bildiriliyor. Bunlar, Osmanlı'nın İspanyol Engizisyonu'ndan kaçan Yahudilere kucak açtığı 1492 yılından beri onlara vatan olmuş topraklardaki utanç verici gelişmeler. Osmanlı sultanlarının mezarlarında kemikleri sızlıyor olmalı.
AK Parti iktidarında Türkiye'de yaşanan liberalizm erozyonu, onu Batı'dan uzaklaştırıyor. Şayet Türkiye'nin dış politikası İslamcı rejimler ve gayelerle işbirliğine dayalıysa, Ankara ciddi bir NATO müttefiki olarak anılmayı bekleyemez. Keza, AK Parti kadınlara karşı ayrımcılığı sürdürür, İsrail ile normal seyrinde ilişkileri bir kenara bırakır, özgür medyayı engeller veya Avrupa'ya katılım konusunda ilgisini kaybederse, kendisini ABD'ye sevdirmekte zorlanacaktır. Ve şayet Erdoğan'ın AK Parti yönetimi liberalizmden uzaklaşmaya devam eder ve dış politikada dini kullanmayı sürdürürse, Türkiye artık özel bir ülke olmaktan çıkacak ve bu da bir talihsizlik olacaktır.
THE WASHINGTON INSTITUTE: "OBAMA TÜRKİYE'NİN AB ÇIKMAZINA ÇÖZÜM OLABİLİR Mİ?"
ANKARA, 04/02(BYE)--- Washington merkezli düşünce kuruluşu The Washington Institute for Near East Policy'nin 3 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Soner Çağatay imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:
Avrupalılar, Aralık 2008'de Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan krizi, Rusya'nın kendilerine de gaz akışını kesebileceği endişesiyle izlediler. Bu durum, Türkiye'nin AB'ye katılımının potansiyel faydalarını gündeme getirdi; çünkü Türkiye, Hazar havzasından petrol ve doğalgaz tedarikinde alternatif bir rota konumunda. Ne var ki Türkiye'nin Birliğe katılım görüşmeleri Fransa'nın da dahil olduğu bazı büyük Avrupa ülkelerinin, Ankara'nın üyeliği için yolu açmaya isteksiz olmaları nedeniyle sekteye uğradı. Dahası Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) Hükümeti sürece olan ilgisini kaybetti. Durum kasvetli görünse de Başkan Obama, iki tarafı uzlaşma için harekete geçirmeye çalışmalıdır, zira Türkiye'nin AB üyeliğinin ABD için stratejik bir getirisi var.
--Türkiye'nin Üyelik Sürecinin Başlangıcı--
Türkiye 1999'da AB üyeliğine aday oldu ve bu hedefi için 1999-2002 yılları arasında kayda değer reformlar yaptı. 2002'de seçimlerde iktidarı ele geçiren AK Parti, halefi olduğu koalisyon hükümetinin ayak izlerini takip ederek 2004'te Türkiye'nin AB'ye katılım müzakerelerini başlatmasını sağlayacak reformlar yaptı.
--Duraksama Nerede Başladı?--
Türkiye AB'ye katılım müzakerelerine başladıktan sonra 2005'te Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin şiddetli muhalefetinin yanı sıra diğer bazı AB ülkelerinden de itirazlar gelmesi müzakereleri sekteye uğrattı. Fransa'nın itirazları 35 müzakere başlığından dördünün dondurulmasına sebep oldu. Öte yandan, Kıbrıs Rum kesiminin ısrarıyla Birlik, yedi başlığı daha durdurdu ve böylece Kıbrıs Rum kesiminin ticari gemilerine limanlarını açmamasından dolayı Ankara'yı cezalandırmış oldu.
Bu sırada Türkiye, AB ile 10 ayrı müzakere başlığını açtı, ancak bunlardan sadece birini tamamladı. Bunun ana sebepleri, AB'nin Türkiye için çok katı değerlendirmelerde bulunması ve Fransa, Avusturya ile başka bazı AB ülkelerinin müzakere başlıklarının kapatılmasını istemeleridir. Dahası Türkiye'nin iç reform süreci 2005'ten bu yana oldukça yavaşladı.
Toplam 12 müzakere başlığı açılmamış, 10 başlık açılmış ancak durdurulmuş durumda ve bir ilerleme de görünmüyor. Tamamlanan tek başlık olan bilim ve araştırma başlığı ise sadece bir buçuk sayfa. Ankara'nın üye olmadan önce müzakere etmesi ve adapte olması gereken AB mevzuatı 120 bin sayfanın üzerinde.
--Ankara Katılım Konusunda Soğuk--
AK Parti AB'ye katılıma taktik açıdan baktı. Parti AB üyeliğini katılım müzakerelerinin başladığı 2005 yılına kadar kovaladı. O tarihe kadar AK Partinin AB politikasının çok az maliyeti varken, AB yanlısı bir parti (dolayısıyla İslamcı olmayan) olarak uluslararası bir meşruluk kazandı. Ancak Türkiye katılım müzakerelerine başladığı ve reformların ekonomik ve siyasi maliyetleri görünür biçimde artmaya başladığında AK Parti kendisini AB sürecinden geri çekti.
AK Partinin AB'ye katılım için gereken ve hiç de popüler olmayan reformların siyasi maliyetlerine ilişkin hesaplarının yanı sıra, partinin bu yolda daha isteksiz ilerlemesinin iki sebebi daha var. Türkiye'nin AB'ye katılımına gelen itirazlar, AK Parti yönetimini kızdırdı. Buna ek olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 2005'te verdiği bir kararda, Türkiye'deki başörtüsü (türban) yasağını desteklemesi AK Partiyi üzdü. Oysa AK Parti, Avrupa'nın daha fazla dini özgürlüğe izin vererek, Türkiye'nin güçlü laik normlarını tekrar düzenlemesine yardımcı olacağını ummuştu.
--AB Türkiye Konusunda İsteksiz--
Türkiye'nin 2005'ten beri hız kaybeden reformları AB içerisinde hoş karşılanmadı. AK Parti AB'ye katılımdan sorumlu yeni bir Bakan atadı ve gelecekteki AB reformlarının ana hatlarını oluşturan, Birliğin katılım müzakereleri yürüttüğü ülkelerden talep ettiği bir doküman olan Üçüncü Ulusal Program'ı da yürürlüğe soktu. Ancak Türkiye, İkinci Ulusal Program'ın henüz yüzde 40'ını tamamlamış durumda. Bu yeni çabaların Türkiye'nin AB'ye katılım sürecine ne kadar ivme kazandıracağı belirsiz.
Türkiye'nin Avrupai değerlerden yavaş yavaş uzaklaşması da Birlik üyesi ülkeleri rahatsız ediyor. Çıkan haberler ile medya özgürlüğü ve kadın-erkek eşitliği konusundaki çeşitli göstergeler de bu uzaklaşmayı doğruluyor.
--Siyasi Öneriler--
Avrupa'nın ve Türkiye'nin tutumlarına bakılırsa Türkiye'nin AB'ye katılım şansı biraz zor görünüyor. AB ile katılım müzakerelerini sürdürse de Türkiye Avrupai değerlerden uzaklaşmaya devam ederse Birliğe katılma şansını bitirecek. Washington (ve Brüksel) potansiyel ortağı olarak Türkiye'ye, kadın-erkek eşitliğini, medya özgürlüğünü, güçlerin ayrılığını, dini özgürlükleri ve "din-devlet" ayrılığını da içeren Avrupalı bir Türkiye vizyonuna işaret eden doğru bir mesaj vermelidir. İstedikleri hükümeti seçmek Türklere kalmış olsa da Brüksel ve Washington, şayet Türkiye AB yolunda ilerlemeye devam edecekse, Ankara'dan Avrupalı değerlere destek vermesini bekleyebilir ve beklemelidir. Türkiye tam anlamıyla Avrupa standartlarını yakalayana ve AB'ye katılımı siyasi bir taktik değil, stratejik bir hedef olarak gören bir hükümete sahip olana kadar gerçek bir liberal demokrasi olmayacaktır.
İRAN BASINI
CUMHURİ İSLAMİ: "SİYONİSTLER ÖLÜMCÜL YALNIZLIKTA"
TAHRAN, 01/02(BYE)--- Muhafazakar eğilimli Cumhuri İslami gazetesinin 1 Şubat 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın İsrail karşıtı tutumu geçtiğimiz iki gün içerisinde dünya basınının manşetini oluşturarak büyük yankı buldu. Siyonist rejimin Gazze'ye düzenlediği saldırılar sırasında söz konusu rejimi sert bir dille eleştiren Erdoğan, Davos Forumunda, oradaki atmosferden yararlanıp Batılı destekçilerini de arkasına alarak rezilce Siyonist rejimin Gazze'de işlediği cinayetlere açıklık getirmeye çalışan bu rejimin Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e şiddetle saldırdı.
Erdoğan, Davos'ta, Forumun yöneticilerinin beklemediği açıklamalar yaparak Peres'in çocukların katili olduğunu söyleyip onu alkışlayanların canilerin destekleyicileri olduklarını ifade etti.
Erdoğan, Foruma katılmadan bir gün önce de Siyonist rejimi eleştirerek söz konusu rejimin liderlerine hitaben "Size ait olmayan topraklarda ne işiniz var?" dedi.
Elbette ki, Ankara'nın uzun yıllardan beri Siyonist rejimin müttefiki olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu rejimin, siyasi, askeri, kültürel, turizm vb. alanlarda Ankara ile yakın ilişkileri bulunuyor. Hatta Ankara, Gazze'de Filistinlilerin katledildiği sıralarda İsrail ile ilişkilerini kesmeyi kabul etmedi ve Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Ankara-Tel Aviv ilişkilerini savunarak İsrail ile ilişkileri kesmenin hiçbir sorunu çözmeyeceğini tam tersine sorunları daha karmaşık hale getireceğini ifade etti. Buna rağmen, Türkiye'nin özel bir siyasi yapıya sahip olduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu şartlar ile gerçekler dikkate alındığında, Erdoğan'ın bu girişimine değer verip takdir edilmelidir.
Türkiye, yıllardır Avrupa üyeliği yolunda adım atıyor ve bu yolda birçok zorluğa katlandı. Bu sebeple, tüm bu hazırlıkları ve çabaları bir anda bozmak istemediği çok açıktır. Bu şartlar, Türk devlet adamlarının, Avrupa için de hassasiyet taşıyan meselelerle ilgili tutumlarında dikkatli hareket etmelerini gerektiriyor.
Avrupa, ABD'den sonra Siyonist rejimin ikinci destekçisi ile bu rejimin ikinci müttefikidir ve söz konusu rejimin mevcudiyeti tarihi boyunca varlığının istikrar kazanması konusunda önemli rol oynamıştır. Bu sebeple, Türkiye'nin her türlü Siyonist karşıtı tutumu Avrupa'nın hassasiyetini uyandırabilir ve Erdoğan'ın eleştirileri bu kadarıyla bile Türkiye için bazı olumsuz sonuçlar doğuracaktır.
Öte yandan, Türkiye'nin siyaset sahnesinde başka güçlü oyuncular da bulunuyor ve bu oyuncular askerler ile ordunun desteklediği laiklerdir. Hiç kuşkusuz, Erdoğan'ın sergilediği tutuma benzer tutumlar bu oyuncuları hoşnut etmiyor. Söz konusu grup, son yıllarda gerçekleşen gelişmeler özellikle de geçtiğimiz yıl laikler ile İslamcılar arasında yaşanan güç savaşını kaybetmesinden sonra pasifleşse bile Türk İslamcılar söz konusu grubun görüş ve isteklerini tamamen gözardı edemezler. Zira bu akımın ordu gibi bazı hassas merkezlerde nüfuzu bulunuyor.
Türkiye'nin karmaşık siyasi yapısını göz önünde bulundurduğumuzda, Ankara devlet adamlarının Türkiye-İsrail geleneksel ilişkilerini bozma yolunda bundan çok ilerlemeye meyilli olmadıkları sonucuna varabiliriz. Buna rağmen, önemli olan bölgede ve dünyada Siyonist rejime karşı aleyhte bir atmosferin oluşmasıdır. Bu atmosfer, Türk devlet adamlarının Siyonist rejim liderlerini açıkça eleştirmelerine sebep oldu. Şimdi Siyonist rejim, İsrail'deki siyaset ve basın çevrelerinin de itiraf ettiği gibi benzeri görülmemiş şekilde dünyanın nefretini kazanmıştır. Bu rejime karşı, Gazze'ye düzenlediği vahşice saldırısından önceye nazaran daha çok nefret duyuluyor ve bunu, söz konusu saldırıda yenilgiye uğradığının bir teyidi olarak saymak gerekir. Şayet Siyonistler, Gazze'de cinayet işlemeseydi dünya halklarının söz konusu rejimin gerçek yüzünü tekrar hatırlaması yıllar sürebilirdi. Bu olay, dünya halklarının Siyonist rejimden nefret duymasına sebep olmasıyla birlikte, söz konusu rejimin müttefiklerinin de ondan uzak durmaya çalışmalarına ve liderlerine katil olarak hitap etme konusunda hiçbir kuşu duymamalarına neden oldu. Bu süreç, Siyonist rejimin kesinlikle yenilgiye uğradığının açık bir göstergesidir ve hiç kuşkusuz bu rejimin dağılmasına sebep olacak.
İRAN: "BU GELİŞMELERİ KÜÇÜMSEMEYELİM"
TAHRAN, 02/02(BYE)--- Tirajı günde 300 bin olan muhafazakar eğilimli İran gazetesinin 2 Şubat 2009 tarihli sayısında, Vahid Yaminpur imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan köşe yazısının Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
Türkiye, AB üyeliği açısından hassas bir dönemden geçiyor. Yaklaşık iki hafta önce, analizciler 2009 yılının başlaması münasebetiyle yaptıkları bir değerlendirmede, bu yılın Türkiye-Batı ilişkileri açısından kader belirleyici bir yıl olacağını söylediler. Şaşırtıcı olan şu ki, Erdoğan, bu gelişmelerin tam ortasında diplomasi alanında tanınan ve alışılagelen tüm denklemleri bir kenara bırakarak her yeri saran İslami ideallere göre davrandı. Laik Türkiye'nin Başbakanının Davos'ta Siyonist rejim Cumhurbaşkanı karşısında sergilediği bu davranış, tüccar ruhlu modern siyaset ve aklın hiçbir ilkesine uymuyor. Günümüzün İslam dünyası, batıl olan her şeye karşı itirazını Batılı ve Amerikan modellerden nefret duyma şeklinde dile getiriyor. Recep Tayyip Erdoğan'ın davranışı, İslam dünyasının genel nabzına uyan bir davranıştır.
Erdoğan, bu davranışını bölgede yaşanan bir takım siyasi ve kültürel gelişmelerin tam ortasında sergiledi. Hiç kuşkusuz bu hareketi başlatan İran İslam Cumhuriyeti'dir. Ancak, reformistlerin gerçekçi dedikleri stratejilerle ilgili olarak yürüttükleri politikalar döneminde İran İslam Cumhuriyeti irticai bir dönüş yaparak böyle bir genel hareketten geri kaldı. Bu geri kalmışlık, her şeyden çok İslamcı akım için acı ve kabul edilemez bir gelişmeydi. Yaklaşık 10 yıllık bir süre için tüm dünyaya mal olmuş devrimci anlamların İran İslam Cumhuriyeti'nin diplomasi edebiyatından çıkarılması ve bir zamanlar devrimci İslama davet edenler tarafından İslam kültürü ve medeniyetinin tarihi düşmanlarıyla uyum sağlanmasına dair bazı haberlerin yayımlanması, İslami uyanma hareketlerini ümitsizliğe düşürdü.
Ancak, Ahmedinejad'ın dinamik dış politikasını İslam dünyasındaki asil ve ana İslamcılık sürecine dönüş olarak değerlendirmek gerekir. Erdoğan'ın sergilediği davranış, son yıllarda yürütülen daha açık ve net İslamcı diyalog çerçevesinde anlaşılmalıdır. Bu davranış, Ahmedinejad'ın Yahudi soykırımı efsanesini gündeme getirmesi, bazı ülke cumhurbaşkanlarına mektup yazması ve BM Genel Kurul toplantılarında özel konuşmalar yapması gibi şeffaf ve atak tutumuyla yeni bir aşamaya girmiştir. Ahmedinejad'ın davranışları diplomatik örf ve adetlerde alışılmadık davranışlardır. Ve alışılmadık bu davranışlar, bugün Erdoğan gibi kişilere ilham kaynağı olmuştur. Hiç kuşkusuz bu olaylar tekrarlanacaktır.
KUDS: "TÜRK POLİTİKASINDA DEĞİŞİM SÜRECİNİN BAŞLAMASI"
ANKARA, 03/02(BYE)--- İran'da yayımlanan Kuds gazetesinin 3 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Farsça haberin çevirisi şöyledir:
AB ile sonuçsuz müzakerelerden ve ABD'den iyilik beklemekten yorulan Türkiye, dış politikasında temel değişiklik yapmak isteyerek, bölge ve İslam dünyasının liderlerinden biri olarak gündeme gelmek istiyor.
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın İsrail liderine karşı çıkışı ardından Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu toplantısından Ankara'ya galip dönmesi, Türkiye'nin dış politikasında temel değişikliklerin olacağını gösteriyor.
AB üyeliği gidişatından ve ABD'nin vaatlerinden dolayı umutsuzluğa kapılan Türkiye, İslam dünyası liderlerinden biri olarak rol almayı ve bölge düzeyinde gündeme gelmeyi amaçlıyor.
Türkiye Başbakanının Davos'taki tutumunu, duygusal bir tavır olarak değerlendirmek mümkün değil, çünkü yeterli ölçüde deneyimli bir politikacı olan Erdoğan çeşitli şartlarda otokontrole sahiptir. Bu yüzden Davos'ta Erdoğan'ın net ve korkusuz çıkışı mantıklı nedenlere dayanıyordu.
Moskova'da bulunan bir stratejik araştırmalar enstitüsü uzmanına göre, Türk hükümeti, İslam dünyasında ılımlı bir lider rolü oynamaya iddialı. Gazze Şeridi'nde 22 gün süren savaşta Arap ülkelerinin çoğu sessiz kalırken, Ankara resmi düzeyde İsrail'in Gazze'deki operasyonunu şiddetle kınadı.
Rus uzmana göre, geçen yıllarda AB ile sonuçsuz müzakerelerden ve Washington ile Brüksel'den iyilik beklemekten bıkan Türkiye, dış politikasında temel değişiklik yapmak istiyor.
KAYHAN: "'KARDEŞLER' TÜRKİYE"
TAHRAN, 03/02(BYE)--- Muhafazakar eğilimli Kayhan gazetesinin 3 Şubat 2009 tarihli sayısında, Sadullah Zarei imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan başmakalenin çevirisi şöyledir:
İslamcıların iktidara geldiği dönemde Türkiye'nin Orta Doğu'daki rolü her zaman tartışmalar ve tahminlere konu olmuştur. Türkiye'nin güney, doğu ve batı komşularıyla dinamik ilişkileri İslamcıların Ankara'da iktidara gelmesiyle başladı. Bu yüzden birçok kişi, Türkiye'nin, Orta Doğu'da halef rolü mü yoksa tamamlayıcı rolü mü oynadığını ve bu ülkenin sonuçta, Batı veya İslami direniş gruplarından hangisine katılacağını bilmek istiyor.
Türkiye'deki İslamcı hükümet, yürütme erkini elinde bulundurduğu altı yıl içerisinde her zaman çeşitli çevreler tarafından müphem bir akım olarak tanıtılmıştır. Bazı çevreler, AKP'nin Türkiye'nin aydın kesiminden geldiğini ve aynı zamanda köksüz bir parti olduğunu söylemişlerdir. Bazı diğer çevreler de, Türkiye'deki İslamcıları liderlerinin türban yasası konusunda ısrarcı davranması sebebiyle katı dinci olarak tanıtmışlardır. Diğerleri ise, Türkiye'nin -özellikle de İslamcıların- AB üyeliği ve dünya pazarına girme konusundaki ısrarcılığına değinerek İslamcılığın, Erdoğan ve partisi için ana hedef değil siyasi bir araç olduğu sonucuna varmışlardır. Bazıları da, Türkiye ve Siyonist rejim arasındaki ilişkiler ile laikler ve İslamcılar arasındaki ikili ilişkilere dikkat çekerek Türkiye'nin bölgesel bir konseri icra eden grubun üyesi olduğunu, çıkardığı sesin grubun diğer üyelerinin çıkardığı sesten farklı olduğunu, ancak bu farklılığın önceden kabul edilmiş bir farklılık olduğunu belirtmişlerdir.
Turgut Özal'ın Başbakanlığa seçildiği 1983 yılından bu yana farklı düşünen bir grup daha var. Bunlara göre, Türkiye'de, İslamcılık aslında Batı tarafından planlanan bir görevdir ve bu planın amacı İran modeline rağbet edenlerin sayısını azaltmaktır.
Türkiye'de İslamcılık ve bu ülkenin Orta Doğu'daki rolü hakkında yapılan farklı yorumlar kadar, şu anda Ankara'da iktidarda bulunan makamların İslamcı davranışlarının niteliği ve bu davranışlardaki amaçları hakkında -Erdoğan'ın, Davos Forumu'nda Siyonist rejime şiddetle saldırması ve Gazze'de yaşayan mazlum insanları savunması konusunda- farklı ve bazen çelişkili önyargılar ve sonuçlar öne sürülmüştür. Konunun özüne yaklaşabilmek için bazı noktalara değinmek gerekir:
1- AKP'nin kuruluşu, İslamcıların, Türkiye'de kontrolü ele alma yönünde gösterdikleri çabaların devamında gerçekleşti. Bundan önce, kapatılan Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan 1996 yılında ilk İslamcı Hükümeti -koalisyon hükümeti olsa bile- kurdu ve yine Erbakan'ın lideri olduğu Milli Selamet Partisi, bu yolda bazı çabalar sarf etmişti. Herhalde hatırlayacaksınız Fazilet Partisi üyesi Merve Kavakçı Meclise girmeyi başarmıştı. Ancak, türbanını koruma konusunda ısrarcı davranması sonucunda Meclisten atıldı. Merve Kavakçı, Mecliste, türbanını korumanın, orada bulunmak veya hükümette bir göreve gelmekten onun için daha önemli olduğunu söylemişti.
Günümüz Türkiyesinin İslamcıları -herhangi bir parti üyesi olurlarsa olsunlar- "Müslüman Kardeşler Cemaatinin" bir parçasıdırlar. Ve herkes bunu iyi biliyor ki Sünnilerin arasında -ister Arap olsun ister olmasın- en köklü siyasi akım Müslüman Kardeşlerdir. Müslüman Kardeşlerin kuruluşu yaklaşık 120 yıl öncesine dayanıyor. Müslüman Kardeşlerin ilk temellerini kuranlar Mısırlılar ve Suriyelilerdi. Tabii ki 120 yıl önce Suriye, Mısır, Türkiye ve onlarca Arap ülkesinin tek bir ülke olduğunu ve Osmanlı İmparatoru Sultan Abdülhamit'in yönetimi altında bulunduğunu herkes iyi biliyor. Müslüman Kardeşler grubu şu anda Türkiye, Sudan ve Filistin ülkelerinde iktidar sahibidir ve Afganistan, Pakistan, Lübnan, Ürdün ve Tunus ülkelerinin yönetiminde önemli bir payı bulunuyor. Recep Tayyip Erdoğan, İsmail Haniye ve Hasan El Beşir hükümetleri Müslüman Kardeşler hükümetleridir. Afganistan'ın eski Devlet Başkanı Burhaneddin Rabbani, Malezya'nın eski Başbakanı Mahatir Muhammet ve Endonezya'nın eski Cumhurbaşkanı Abdurrahman da kendi ülkelerinde Müslüman Kardeşler liderleriydi. Şimdi de, Tunus'ta hükümet kurabilecek kadar ilerleyen El Nehzet Hareketi, Şeyh Şaban liderliğindeki Lübnan'ın İslami Tevhit Partisi, Ürdün Meclisi milletvekillerinin yüzde 40'ı, Kuveyt Parlamentosu milletvekillerinin yaklaşık yüzde 30'u, Abbas Medeni'nin yönettiği İslami Kurtuluş Cephesi, Cezayir'de yapılan genel seçimlerde oyların çoğunu kazanan ancak daha sonra kapatılan Ali Belhac'ın yönettiği parti ve Mısır Parlamentosu üyesi milletvekillerinin yüzde 20'si Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Asya'daki Müslüman Kardeşler akımının bir parçası sayılıyor. Buna göre, hiç kuşkusuz AK Parti -Erdoğan Hükümeti- köklü ve güçlü mezhebi temelleri bulunan bir partidir.
2- Türkiye modeliyle İran modeli arasında bazı farklılıkların bulunduğu kesindir. Zira, söz konusu iki ülke de birbirinden farklıdır. Ancak Türkiye modelinin İran modelinin karşısında yer almadığını, tam tersine İran modelinden etkilendiğini ve bu modelin yanlısı olduğunu gösteren birçok neden bulunuyor. Konuyla ilgili ilk nokta şudur: Orta Doğu ülkelerindeki Müslüman Kardeşler gruplarının tümü -bir tek istisna olmadan- İslam Devrimi yanlısıdır ve açıkça İslam Cumhuriyeti rejimini destekliyor. O kadar ki, Mısır Müslüman Kardeşlerinin lideri Muhammed Mehdi Akif, Gazze Savaşı sırasında Mısır'ın propaganda mekanizmasının İran aleyhinde şiddetle faaliyet gösterdiği dönemde İran'ın tutumunu desteklediği gerekçesiyle cezaevine konuldu. İkinci nokta, Türk İslamcıları -Milli Selamet, Refah ve Adalet ve Kalkınma Partileri- hiçbir zaman İran aleyhinde bir tutum sergilememiş, tam tersine birçok konuda -nükleer konu gibi- İran'ın tutumunu desteklemiştir. Üçüncü nokta da şudur: Türkiye, İslamcıların iktidarda bulunduğu dönemde her zaman İran'ın bölgesel tutumunu güçlendirmiştir. İki ülkenin sergilediği tutumlar arasında farklılık yaşansa da bu farklılık stratejik bir farklılık olmamıştır. Örneğin Türkiye, Suriye'yi Siyonist rejime karşı destekleyip Golan ve Cebel Şeyh'in Suriye'ye geri verilmesini takip ediyor. Türkiye, bunun siyasi yöntemle gerçekleşebileceğine inanıyor. Oysa ki, biz bu yöntem konusunda iyimser değiliz. Acaba Türkiye bu yolda hareket ederse biz hoşnutsuz mu olacağız? Hiç kuşkusuz Türkiye'nin bu yöntemi -tabii Gazze savaşından sonra gündeminden kaldırdı ve Erdoğan bu yöntemin faydasız olduğunu söyledi- Türk İslamcılarının stratejik kimliğini zedelemiyor.
3- İran ve Türkiye'nin günden güne birbirine yaklaşması, her iki ülkenin geniş ve zengin bir coğrafyaya bağlanması -Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Sudan- ve Tahran ile Ankara'nın Katar, Yemen, Cezayir ve Libya gibi bölgenin diğer ülkeleriyle işbirliği yapması söz konusu topluluk üyesi ülkeler için tamamen tarihi ve istisnai bir durum yaratıyor. Bu konu, hiç kuşkusuz Batının menfaatleri ve özellikle de ABD'nin açgözlülükleriyle ciddi bir şekilde çelişiyor. Söz konusu ülkeler topluluğunda, bir ülkenin eksen olması ve diğer ülkelerin bu eksenin etrafında toplanması gerekmiyor. Zira bu, iki kutuplu sistemin özelliklerindendir ve geçmiş dönemlere aittir. Böyle bir ülkeler topluluğun ergenliğe ulaşabilmesi için, daha büyük ve daha etkin ülkelerin diğer ülkelerin payını çoğaltmaları ve topluluk üyesi daha küçük ülkelerle daha çok diplomatik ilişkilerin sağlanmasını sıcak karşılamaları gerekiyor. Elbette ki, bunun tanınmış düşmanları da bulunacaktır.
4- Bazıları, Türkiye ve Siyonist rejim arasındaki siyasi ve askeri ilişkilerin son yıllarda başladığını düşünüyor. Türkiye, 1948 yılında Siyonist rejimi resmen tanıyan ilk ülkeydi. 1959 yılında iki ülke arasında istihbarat alanında Bengorion-Menderes anlaşması imzalandı. Şubat 1997'de -laikler hükümetinin döneminde- Ankara ve Tel Aviv arasında askeri işbirliği anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre Siyonist rejim Akdeniz üzerinden Türk semalarına girme imkanını kazandı. İslamcıların iktidara gelmesiyle söz konusu askeri anlaşmanın maddeleri birer birer askıya alındı ve iki ülke ilişkileri gitgide soğudu. Türk İslamcıları, laiklerin onları iktidardan düşüremeyeceği kadar köklü oldukları halde, Türkiye'deki tüm erkanı -ordu ve yargı gibi- ellerinde bulunduramıyorlar.
5- İslamcılar, AB üyeliği konusunda siyasi, kültürel, ekonomik ve güvenlik boyutları bulunan çok yönlü bir direniş cephesinin perspektifini görüyorlar. Onlar, söz konusu cephenin kuzey kapısının ve Avrupa ile bağ oluşturulması konusunun gözardı edilemeyip küçümsenemeyeceğine inanıyorlar. Onlara göre, bu konu bölgedeki direniş cephesinin uluslararası alandaki etki gücünü artıracaktır.
6- Türk İslamcılığı bir görev değil. Tam tersine bir hedef sayılıyor. Elebette ki Batılılar, herkesten çok Türkiye'yi, İran ve Orta Doğu'daki İslami hareketin karşı noktası olarak göstermeye çalışmışlardır. Bölgedeki bazı basın çevreleri -Lübnan'da yayımlanan El Destur gazetesinin geçtiğimiz pazar günü yayımladığı başmakalesinde- Türkiye'yi, Sünni veya Türk olduğu için İran'ın karşısında göstermeye çalışıyorlar. Onlar, yaptıkları bu propagandalarla bir taraftan kendilerini teselli etmeye çalışıyorlar. Zira Orta Doğu'nun, Batı ve onunla bağlantılı Arap ülkelerinin elinden çıkması onlar için acı verici bir konudur. Diğer taraftan, İran ve bölgenin diğer ülkeleri arasında ayrılık yaratarak direnişi kontrol altına almak istiyorlar.
Ancak çok geçmeden, belki de bir veya iki hafta sonra, -İstanbulluların Gazze'yi desteklemek için düzenlediği bir milyon kişilik gösteri ve Erdoğan'ın, Davos'ta Peres'in göğsüne doğru uzattığı parmağın- Türkiye'nin, Orta Doğu'da yaşanan gelişmelerdeki konumunu İran ile yan yana getirdiğini itiraf edecekler.
Söz konusu iki model, İslamcılık hareketinin birçok modelinden oluşuyor ve bu modellerin tümü iki amacı güdüyor: Batı'nın, Orta Doğu coğrafyası ve kaynakları üzerindeki istilasının kalkması ve İslam medeniyeti ve kimliğinin tekrar ihya edilmesi.
MISIR BASINI
EL-AHRAM: "ERDOĞAN, DAVOS FORUMUNDAN ÇEKİLDİ. TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİ NEREYE GİDİYOR?"
KAHİRE, 02/02(BYE)--- Tirajı günde 1 milyon 500 bin olan hükümet yanlısı El-Ahram gazetesinin 31 Ocak 2009 tarihli sayısında, El Ahram'ın Ankara temsilcisi Usame Abdülaziz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye uluslararası ilişkilerde her zaman şu ilkeyi benimsemiştir: "ne ebedi düşman, ne ebedi dost". Fakat İsrail'in son Gazze saldırısından sonra Türkiye ilk kez tarafsız duruşunu terk etmiş ve stratejik ilişkilerini sürekli canlı tuttuğu İsrail'e karşı, Filistin'e, bir başka deyişle Hamas'a olan desteğini beyan etmiştir. Bu tutum, gözlemciler tarafından strateji değişikliği değil sadece "taktik değişikliği" olarak yorumlanmıştır.
Bu yorum Türkiye'nin askeri işbirliği konusundaki duruşu ile de uyum göstermektedir, Türkiye bu alanda işbirliğine son vermemiştir. Dahası Türkiye, İsrail'in Gazze saldırısı başladığından beri net bir karşı tavır sergilemesine rağmen Erdoğan, Davos Forumu'nda İsrail Cumhurbaşkanı ile görüşmeyi reddetmemiştir.
Türkiye'deki siyasi kaynakların beklentilerinin aksine, Ankara-Tel Aviv ilişkileri kısa zamanda düzelmeyecektir; çünkü Türkiye, Orta Doğu'da öncü rolü üstlenmek istemekte, bu da İsrail de dahil olmak üzere bölgedeki taraflarla iyi ilişkiler kurmayı gerektirmektedir. Türkiye Başbakanı'nın Davos Forumu'ndaki "Gazze Semineri"nden aniden çıkıp gitmesi ve İsrail Cumhurbaşkanı'na Gazze saldırısının gerekçelerini açıklama şansı vermemesi, Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkileri kesinlikle zora sokacak ve eski haline döndürmek zorlaşacaktır.
Dahası, İsrail-Filistin sorununu çözmek için görüşmeler yapmak üzere Orta Doğu turuna çıkan ABD Özel Temsilcisi George Mitchell'in Türkiye ziyaretini iptal etmesi, Türkiye Başbakanı'nın İsrail Cumhurbaşkanı'na karşı Davos'ta yaptığı davranış konusunda ABD'nin tavrını göstermektedir.
Davos'tan ayrıldıktan sonra Perez'in telefonla Erdoğan'ı arayıp özür dilemesine ve bu olayın Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkileri etkilemeyeceğini belirtmesine karşın, Erdoğan'ın tavrı, özel olarak Türk halkı ve genel olarak da Arap halkları tarafından hayranlıkla karşılanmış, ancak hem kısa hem de uzun vadede, Türkiye'nin uluslararası politikalarına zarar verecektir.
Hasarın tespiti çeşitli belgelerde de görülmektedir. Örneğin 24 Şubat'ta ele alınmaya başlanacak Ermeni sorununda ABD'deki Yahudi lobisinin tavrı, ABD'nin yeni başkanı Obama'yı ve Kongre'yi etkileyebilir ve Türkiye aleyhine Ermeniler lehine bir karar çıkabilir.
Öte yandan şimdiye kadar Türkiye, Avrupa Birliği'ne üye olmak istemekte ve bazı itirazlarla karşılaşmaktaydı, bundan sonra tüm kapılar kapanacak ve Türkiye bu amaca hiç ulaşamayacaktır. Özellikle de İsrail'in baskı makinesi her türlü vasıta ile Türklerin rüyalarını yıkmak üzere çalışacak ve umutlarını gömecektir.
Erdoğan'ın tavrı, Amerika'nın PKK ile mücadelesinde Ankara'ya verdiği desteği kesmesine neden olabilir ve İsrail de Türkiye'yi bu konuda yalnız bırakabilir, hatta PKK'nın var olma çabasına destek verebilir. Bu yaklaşımla İsrail, "Türkiye Hamas'ın terörist organizasyon olduğuna inanmıyorsa, ben de PKK'nın terörist organizasyon olduğuna inanmıyorum" diyebilir.
Daha da tehlikelisi, Ankara, tarafsız kalmaktan vazgeçtiği için, Orta Doğu gibi karmaşık bir konuda arabuluculuk rolünü kaybedebilir. Tarafsızlık, Türkiye'nin son zamanlarda uluslararası ilişkilerinin temeli olmuş, bu sayede Tel Aviv ve Şam arasında etkili bir arabuluculuk oynamasını, ayrıca BM Güvenlik Konseyi'nin geçici üyesi olmasını sağlamıştır. Erdoğan'ın net bir şekilde Hamas'ı desteklemesi ve son olarak da Davos Forumu'nu terk etmesi Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi'ndeki pozisyonunu daha göreve başlamadan tehlikeye uğratabilir.
Buna karşılık Erdoğan, Türkiye'yi Arap ve İslami kökenlerine döndürmeyi çok iyi bir şekilde başarmış, Türk halkının Araplarla ilgili konulara ve Filistin halkının haklarının savunulmasına duyarlı olduğunu göstermiştir.
Herşeye rağmen, Türkiye, son dönemdeki kazanımlarını korumak amacıyla İsrail ile ilişkilerini düzeltmeye fazlasıyla isteklidir. Bunun bir kanıtı olarak Erdoğan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Müsteşar Yardımcısı Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu'nu, saldırı konusunda Türk tarafının görüşünü anlatmak üzere Tel Aviv'e göndermiştir.
Kaynaklar bu mesajın zamanlamasının, Ankara'nın diplomatik yollardan ateşkesi sağlama çabaları sonrasına geldiğini belirtiyorlar. Kaynaklar, seçeneklerden birinin, uluslararası kararlara uymayan İsrail ile diplomatik ilişkileri kesmek, ilave olarak da iki ülke arasındaki askeri anlaşmaları iptal etmek olduğunu söylüyorlar. Ancak kaynaklara göre, Türkiye'de yönetim, gerilimi daha fazla tırmandırmamayı ve diplomatik kanalları açık tutmayı tercih etmiştir.
Fakat şu soru hala geçerliliğini korumaktadır: "Türk-İsrail ilişkileri nereye gidiyor?"
PAKİSTAN BASINI
THE FRONTIER POST: "ERDOĞAN DÜNYA EKONOMİ FORUMU'NU TERK ETTİ"
İSLAMABAD, 01/02(BYE)--- Tirajı günde 25 bin olan liberal eğilimli The Frontier Post gazetesinin 31 Ocak 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan başyazının çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, İsrail'in son Gazze saldırısı konusunu ele alan bir paneli, İsrail'den Şimon Peres'e "Filistinlileri öldürüyorsunuz" dediği sırada panel yöneticisinin sürekli sözünü kesmesi yüzünden terk etti. Erdoğan paneli terk ederken bir daha Davos Forumuna dönmeyeceği tehdidinde de bulundu. Erdoğan gazetecilere yaptığı açıklamada "Peres konuşması sırasında Davos'ta gördüğümüz özgür tartışma ruhuna uymayacak şekilde zaman zaman bana dönüp doğrudan hitap etti. Panelden ayrıldım, çünkü Peres'e konuşması için 25 dakika verilirken panelin diğer konuşmacılarına daha az süre tanındı" dedi. Türkiye-İsrail ilişkileri 28 Mart 1949 yılına kadar geri gider. O tarihte, Türkiye İsrail devletini resmen tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştu. O zamandan beri İsrail, Türkiye'nin önemli bir silah tedarikçisidir. Türkiye ile İsrail arasında askeri, stratejik ve diplomatik işbirliğine her iki ülkenin hükümetleri de büyük öncelik veriyorlar. Her iki ülke de Orta Doğu'da bölgesel istikrarsızlık konusunda benzer kaygıları paylaşıyorlar. Fakat, İsrail ile Gazze arasında ihtilaf baş gösterdiğinden bu yana Türkiye İsrail'i itidalli davranması ve Hamas'a karşı orantısız tepki göstermekten kaçınması için ikna etmeye çalıştı, ancak Türkiye'nin çabaları sonuçsuz kaldı.
1300 Filistinlinin hayatını kaybettiği son İsrail saldırısı sırasında iki ülke arasında ilişkiler gerginleşti; Türkiye, İsrail'in Gazze'de Hamas'a karşı son misilleme saldırısını eleştirdi. Tarihsel kanıtlar, Osmanlı İmparatorluğu altında Yahudilerin Türkiye'de uyumlu bir hayat sürdürdüklerini destekliyor. Daha önceki dönemlerde, 14. yüzyılda, tüm Avrupa'da Hristiyanlar Yahudilerden nefret eder ve onları katlederken, İspanya'nın Yahudileri zenginleşti, kendilerine hayatın her alanında eşit fırsatlar tanındı ve 1492'de Ferdinand Gırnata'yı (Endülüs) ele geçirene ve nihayet Endülüs Müslümanlarının yarımadadan nihai olarak çıkartılana kadar onların inandıkları gibi yaşamalarına izin verildi. Daha sonra Yahudiler, İslam'ın müsamahakarlığı altında kullandıkları özgürlüklerini kaybettiler ve Hristiyanlığı kabul etmeye zorlandılar. Müslümanların cömertliğine rağmen Yahudiler, Müslümanların baş düşmanı haline geldiler ve Filistinlilere soykırım yaptılar. Türkiye'de iktidarda olmalarına rağmen, İslamcılar ılımlı ve modernisttir, ayrıca Avrupa'nın bir parçası olma arzusu taşımaktadırlar, çünkü tıpkı Rusya gibi Türkiye de hem Asya hem de Avrupa kıtasının bir parçasıdır.
AB üyelerinin, Müslüman bir ülkenin AB kulübünde olmasını istemediği yönünde bir algılama var. Onlar sanki açık zihinli, aydınlanmış ve diğer dinlere karşı hoşgörülüymüş gibi davranıyorlar, aslında değiller. Her neyse, Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkılmasının sebeplerinden biri de Türkiye ile Yunanistan arasındaki Kıbrıs kavgasıdır. İhtilaf 1974'te başladı. Yunanistan'la birleşme yanlıları Kıbrıs'ta bir darbe yaptılar. Türkiye bu girişimi önlemek için Kıbrıs'a çıkarma yaptı ve Kıbrıs güneyde Kıbrıslı Rum ile kuzeyde Kıbrıslı Türkler arasında ikiye bölündü. Fakat Türk liderleri ülkenin gelişmesinin ve halkının refaha ulaşmasının AB'ye girmek için zorunlu olduğunu düşünüyorlar. Aslında Türkiye'nin muhalifleri kötü niyetlidirler. Türkiye Başbakanı Erdoğan Dünya Ekonomi Forumu'nda ABD Başkanı Barack Obama'ya da bir mesaj gönderdi: Orta Doğu'da terör ve terörizmi yeniden tanımla ve bunu yeni Amerikan politikasının temeli olarak kullan. Erdoğan Davos'ta yaptığı konuşmada, "Başkan Obama Orta Doğu'da terörü ve terörist örgütleri yeniden tanımlamalıdır ve bu yeni tanıma dayanarak yeni bir Amerikan politikası hazırlanmalı ve Orta Doğu'da uygulanmalıdır" dedi. Türkiye'nin terörizmin tanımlanması konusunda aldığı bu pozisyon takdire şayandır ve diğer Müslüman ülkeler de, terörle mücadele adı altında Müslüman ülkeleri köşeye sıkıştırma gayretlerine son vermeleri için ABD ve BM'ye baskı yapmak üzere aynı tutumu izlemelidir.
SUUDİ ARABİSTAN BASINI
EL RİYAD: "ERDOĞAN'IN CESARETİ"
ANKARA, 31/01(BYE)--- Suudi Arabistan'da yayımlanan el Riyad gazetesinin 31 Ocak 2009 tarihli internet sayfasında, Yusuf el Kuelit imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:
Başbakan Erdoğan, Davos'a devrimci mesajlar iletmek için gitmedi, çünkü demokratik ülkesi çok mezhepli ve çok etnili. Erdoğan oraya önemli bir ülkeyi temsil etmek için gitti. Erdoğan İsrail'i, belgelerin ve uluslararası adaletin diliyle yargıladı. Peres'e karşı iddialarını tamamlamasına izin verilmeyince de, katılımcıları, ama özellikle de İsrail'i dehşete düşürerek panelden çekildi. İslam dünyasının, Arapların ve İsrail'in dostu, Gazze ile ilgili tartışmalarda kanunların ve adaletin eksikliğini anladı.
Devrimci bir bakış açısından değil ama insani olarak, Arap ve İslam devletlerinin Erdoğan ile dayanışmasını ve panelden çekilmesini isterdim ki, sorunun boyutu, uluslararası bir paneldeki konuşmacılar arasında bir eğlence malzemesi olmaktan çıksın.
Batı ülkeleri ve pek çok Müslüman ülke için laik bir devlet olan Türkiye, hassas konuları boşadı. Türk halkı, liderini, sorumluluk sahibi ve çıkarları arka planda tutan bir kahraman gibi karşıladı. Halkla liderleri arasındaki bu dayanışma, Türk politikasında yeni bir durum değil. Aksine bu dayanışmanın amacı, gerçekleri abartmadan ortaya çıkarmak adına bir varoluş rolünü temsil ediyor. Türkiye, İsrail Büyükelçisini kovmak gibi daha sert icraatlarda bulunmamış olsa da, sorumlu bir devlet ağzıyla konuştu. İşte bütün dünyadaki dostlardan, tarih ve inanç ortaklarımızdan beklediğimiz tutum da bu.
Türkiye'nin AB ile ekonomik ortaklıkları ve hassas çıkarları; Amerika ile ittifakı; İsrail ile hassas ilişkiler olsa da, başkaları gibi tarafsız durmadı. Aksine, tartışmada sesinin hakkını vermek istedi çünkü ne ekonomik olarak ne de insan kaynakları açısından fakir bir ülke. Türkiye coğrafi konumu itibarıyla bütün güçlerin; Asya, Arap ülkeleri ve Avrupa ile stratejik ve ticari ilişkilerinde ihtiyaç duyduğu bir ülke olarak, bu konumunun ne denli ideal olduğunu bir kez daha vurgulamış oldu.
EL MEDİNE: "HİÇBİR KONUNUN SONSUZA DEK MASA ÜSTÜNDE KALMAMASI GEREKTİĞİ HUSUSUNDA ARABİSTAN KRALI İLE MUTABIKIZ"
ANKARA, 04/02(BYE)--- Suudi Arabistan'da yayımlanan el Medine gazetesinin 2 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Fahad Al Ukran'ın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yer alan mülakatın çevirisi şöyledir:
AL UKRAN: Suudi Arabistan Kralı ile en son Ankara'da gerçekleşen görüşmenizde ikili sözleşmeler imzalandı ve iki ülke arasındaki ilişkilerin devamlılığı için karşılıklı üst düzey ziyaretlerin gerçekleşmesi konusunda vurgu yaptınız. Arabistan- Türkiye Zirvesinden beklentileriniz nelerdir?
GÜL: Türkiye'nin Arabistan ile ilişkileri eskiden beri vardır. İki ülke arasında dini, kültürel ve sosyal ilişkiler son zamanlarda daha güçlü hale gelmiştir. Karşılıklı ziyaretlerin en önemli yansıması olarak birçok anlaşma imzalanmış ve bu anlaşmalar Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ve Arabistan'daki yetkili makamlar tarafından onaylanmıştır. Bu anlaşmalara; vergi affı, ulaşım ve yatırımların teşviki anlaşmaları örnek verilebilir.
Bu nedenle de Arabistan'a yapacağım ziyarette, savunma veya terörle mücadele alanlarında, iki ülke arasında yeni atılımlar yapılacağından eminim. Savunma sanayisi alanında işbirliği yapmayı çok önemli buluyorum. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 6 milyar dolar seviyesine gelmiştir; umarız bu rakam yükselerek 10 milyar dolar seviyesine gelir. Diğer bir işbirliği konusu, Arabistan'ın Türkiye'de yapacağı yatırımlar ve Türkiye'nin Arabistan'da yapacağı yatırımlara ilişkindir.
Bu çerçevede işaret etmek istediğim bir konu var. Türkiye, ekonomi alanındaki faaliyetlerini artırarak, hızla büyüyen bir ülke konumuna gelmiş ve Avrupa'nın 6. büyük ekonomisi olmuştur. Dünyanın herhangi bir ülkesinden gelen yatırımlara açığız, çünkü biz Türk yatırımcısı ile yabancı yatırımcı arasında ayrım yapmıyoruz. Bu nedenle Türkiye'de gerçekleştirilen ekonomik reformlar, Türkiye ekonomisinde iyi sonuçlar doğurmuştur.
Bu konuyla ilişkin birkaç örnek vermek istiyorum. Arabistan'ın Türkiye'de tüm alanlarda büyük yatırımları bulunmaktadır, inşaat alanında devleşen Türk şirketleri de Arabistan'da faaliyet göstermektedir. Çünkü Türkiye inşaat alanında, dünyada sıralamasında üçüncü yerdedir. Bu konuyla ilgili olarak, Suudi Arabistan'ın Türk şirketlerine gösterdiği özel güvenden dolayı şükranlarımı sunuyorum.
Savunma sanayisine ülke olarak çok büyük önem veriyoruz. Bildiğiniz gibi, Türkiye 50 yıldan beri NATO'ya üye bir ülkedir. Bu nedenle bütün savunma sanayimiz NATO standartlarına uygundur, NATO'ya üye diğer ülkelere de büyük çapta ihracatımız vardır. Bizimle Arabistan arasındaki diğer bir işbirliği örneği de, FNSS şirketleri tarafından üretilmeye başlanan askeri zırhlı araçlar konusundadır. Bu tür araçlar dünyanın birçok ülkesine ihraç edilmektedir; bu konuda büyük imkanlara sahibiz. Ancak savunma sanayisi konusunda karşılıklı işbirliği varsa, her iki ülkenin politikası ahenkli olmalıdır, aksi takdirde bu konu her iki ülkeyi de zor durumda bırakabilir. Örnek verirsek, kritik dönemlerde eğer iki ülkenin ilişkileri iyi değilse, bu konudaki işbirliğinden sonuç elde edilemeyebilir.
Bütün bunlara ilaveten, Türkiye ve Suudi Arabistan arasındaki işbirliği ve siyasi koordinasyon bütün uluslararası arenalarda çok iyi bir şekilde devam etmektedir. Ortaya atılan tüm konularda özellikle de bölgesel ve Orta Doğu'nun sorunlarında birbirimize danışıp destek oluyoruz. Bu çerçevede, ilişkilerimize nitelik kazandıran en önemli husus, her iki ülkenin bu tür sorunlarda paralel bir bakış açısına sahip olmasıdır; yani iki ülke aynı esas ve yöntemlere dayalı olarak düşünmektedir, bu da ilişkilerin daha etkili ve güçlü olmasını sağlamaktadır.
AL UKRAN: Türkiye ile Arabistan ilişkilerinin ticari yönüne değindiniz... Şimdi, konuyu siyasi açıdan değerlendirir misiniz?
GÜL: Daha önce açıkladığım gibi, iki ülke arasında bölgenin sorunlarını çözme konusunda bir görüş birliği var. İki ülke, bölgenin istikrarına büyük önem vermekte ve bizim için, güvenlik konusu ilk sıralarda yer almaktadır. Bunun nedeni, bölgede eğer güven, istikrar ve barış sağlanamazsa, bölge halkları için refah ve güven ortamı da söz konusu olamaz. Bölgede var olan çatışmaları bir savaşa dönüşmeden gidermek için uğraşan bütün çabaları destekliyoruz.
Irak meselesine gelince; Türkiye, Irak'ın komşu ülkelerini bir araya getirme girişiminde bulunmuştur. Bu yöndeki düşüncelerimi Arabistan Kralına sunmak için Arabistan'ı ziyarette bulunduğumda, her iki ülkenin bu konuda mutabık olduğunu görünce, Irak'ın bölünmemesi için Türk-Suudi girişiminin veya katkısının çok önemli olduğunu anlamıştım. Bu çerçevede Dışişleri Bakanları düzeyinde yaklaşık 12 toplantı ve İçişleri Bakanları düzeyinde üç toplantı düzenledik. Prens Suud el Faysal'ın bu konuda çok etkin bir rolü vardı. Belki biri çıkıp Irak'ın Iraklılara ait olduğunu söyleyebilir, ancak biz bunu söyleyemeyiz, çünkü Irak'ta bir savaş çıkarsa bunun etkileri komşu ülkelere de yansıyacaktır.
Filistin konusuyla ilgili de, biz Arabistan ile sürekli bir temas içerisindeyiz. Filistin meselesi ile ilgili Arabistan ile vardığımız en önemli görüş birliği, Filistinli grupların birliği ve Filistin bakışının parçalanmaması konusuydu. Mekke İttifakı ile sonuçlanan Arabistan girişimini desteklemiş ve Gazze'de ateşkes sağlanması için elimizden geleni yapmıştık. Arabistan Kralının, 2002 yılında Beyrut toplantısında ortaya attığı barış girişimine destek vermiştik.
AL UKRAN: İki ülkenin terörle mücadele konusundaki işbirliği nelerdir?
GÜL: Terör ile yeni tanışan birçok ülkenin aksine, biz, uzun zamandan beri terörle mücadele ediyoruz. Dolayısıyla bu konuyla ilgili birçok deneyimimiz oluştu. Biz aslında bu üzücü anları yaşamamak için bu tür deneyimlerimizin olmamasını dilerdik. Ancak maalesef, terör; ABD'den Türkiye'ye, Arabistan'dan Hindistan, Pakistan, Fas ve İspanya'ya kadar yayılmış ve uluslararası topluma da sızmıştır. Türkiye ile Arabistan arasındaki işbirliği konusuna gelince; iki ülkenin İçişleri Bakanları terör konusuyla ilgili sürekli bir danışma içinde, bunun yanı sıra emniyet kuruluşları da terör konusunda ahenk içinde çalışmaktadır.
AL UKRAN: Türk ve Arapların gelenek ve görenekleri birbirine benzer. Ama geçmiş dönemlerde ilişkilerin soğuk olduğunu gözlemlemiştik. Ancak Türk diplomasisi bölgede kayda değer adımlar atmaya başlamıştır, bu kapsamda komşu ülkelerle ilişkilerinizi hangi esaslara dayandırıyorsunuz?
GÜL: Türkiye, iyi ilişkilerde olduğun bitin ülkelere önem vermektedir, ancak son yıllarda yakın komşularımıza daha özel bir önem vermeye başladık ve bu ülkelerle ilişkilerimizin çok iyi olması için uğraştık. Var olan sorunları gidermeye yönelik hızlı çabalarımız olmuştur. Bu politikayı uygularken olumlu olmaya çalıştık. Amacımız sorun yaratmak değil, onu çözmektir. Örneğin, ilişkilerimiz bir komşu ülke ile çok zayıftı ancak 4-5 yıl sonra ilişkilerimiz çok iyi aşamalara gelmiştir. Ancak biz "komşu ülke" dediğimizde, bölgedeki ve Körfez İşbirliği Konseyindeki bütün ülkeleri, Arabistan'ı, Mısır'ı ve diğer ülkeleri kastediyoruz. Sözünü ettiğimiz ülkelerle olan ilişkilerimizi istenilen düzeye getirmek için çalıştık. Çünkü bizim dinimiz birdir ve ortak kültüre sahibiz. 100 veya 150 yıl geriye dönüp baktığımızda tarihi ilişkilerimizi gözlemleyebiliriz.
AL UKRAN: Türkiye, İsrail saldırısı gölgesindeki Filistin topraklarında olup bitenlere nasıl bakıyor?
GÜL: Yaklaşık iki yıl önce Gazze'de seçim yapıldı ve bu seçime Hamas'ın katılmasına da izin verildi. Seçim sonucunda Hamas galip gelerek seçmenlerinin meşru temsilcisi haline geldi. Bu nedenle Hamas'ı bölgede yok saymamız mümkün olmayacaktır. Ancak Hamas'a yönelik ve Filistin Kurtuluş Örgütüne sunduğumuz bazı öneri ve nasihatler olmuştur. Hamas devlet yönetimini ele aldığı zaman sorumlulukları değiştiği için tutumları da değişik olmalıydı. Ancak gelişmeler bu yönde olmadı.
Özet olarak, Filistin birliğinin temel ve önemli bir konu olduğunu görüyoruz. Filistin davasına en çok zarar getirecek unsurun parçalanmak ve bölünmek olduğundan eminiz. Buna siyasi bölünmeyi de eklersek, durum Filistinliler, Araplar ve Türkiye'de bizler için daha da zor hale gelecektir. Dolayısıyla diyorum ki bu bölünmeye son verilmeli ve Hamas siyasi sürecin bir parçası haline getirilmelidir. Hamas seçimleri kazandığında ben Dışişleri Bakanı görevini yürütüyordum. O dönemde Hamas'ı Türkiye'ye davet ederek bu konuları görüşmüştük ve görüşme sırasında onlara, "seçimi kazandınız davranışlarınız farklı olmalı" demiştim.
AL UKRAN: Bölgenin sorunları çok fazla ve Büyük Orta Doğu Projesi gibi planların deney tahtası olmuştur. Size göre bölge ülkeleri bu gerçekle nasıl davranmalıdır?
GÜL: 2003 yılında Tahran'da düzenlenen İslam Konferansı Örgütü toplantısına Dışişleri Bakanı sıfatıyla katıldığımda, yaptığım konuşmadan bu konuyla ilgili tutumlarımızı kapsamlı bir şekilde öğrenebilirsiniz. Söz konusu toplantıda, "Allah bize akıl ve mantık ihsan etmiş, gerçekçi olup olaylara olumlu bakış açısıyla bakmalıyız" demiştim. Ayrıca, İslam devletleri olarak hatalarımızı gözden geçirip gerçekleştirmek istediklerimizi belirlemeliyiz. Toplantıda, hak ve hukukun egemen olması şartıyla, ülkelerimizin nasıl daha güçlü hale gelebileceğine ilişkin düşüncelerimi ortaya koymuştum. Bu nedenle yabancıların evimizi düzenlemelerine izin vermeden, kendimiz evimizin içini düzenlemeliyiz. Çünkü yabancılar böyle bir işe kalkışırlarsa şahsi menfaatleri baskın olacaktır. Ayrıca şunu bilmeliyiz ki, dünyada kendi başına bırakılan hiç kimse yoktur, çünkü bir tarafın tutumu mutlaka diğer tarafları da etkiler. Bu durum, sorunları çözme aşamasına gelmeden, söz konusu sorunların oluşmasını önleyen mekanizmalar üzerinde anlaşmamızı gerektirir.
AL UKRAN: Türkiye-İran ilişkileri ne durumda? İran'ın nükleer programı ile ilgili tutumunuz nedir?
GÜL: İran, komşu ülkedir ve İslam dünyasında çok önemli bir devlettir. İran'ın farklı bir güvenlik politikası vardır. Bunları belirli bir noktaya gelmek için söyledim; o da, Filistin davası birçok ülkenin ana sorunudur, dolayısıyla bu sorun çözülmezse, her bir ülke, bu sorunu çözmek için kendine özgü perspektiflerle kendince uygun gördüğü yöntemler kullanacaktır. Bu nedenle başkalarına bu tür konulara müdahale etme fırsatı vermeden, bizler bu konu üzerinde çalışıp çözüm yolları bulmalıyız.
AL UKRAN: Ancak Sayın Cumhurbaşkanım, İran buna müsaade etmemektedir?
GÜL: İran'ın, bir İslam devleti olarak belirli beklentileri olabilir ve bu yöndeki çıkarlarını savunmak isteyebilir. Ancak Filistin, Arap ve Sünnidir. Dolayısıyla Arap ve Filistinlilerin herkesten önce davranıp bu sorunu çözmeleri gerekir. Bölgede ve Körfez bölgesindeki sorunları biz daha iyi biliriz. Karşımıza çıkacak en önemli tehlike, bölgede eksen politikaların varlığıdır. Bu konu açıkça konuşulmasa bile çok önemli bir nitelik taşımakta. Bu nedenle bölgede güven ve istikrarın sağlanmasına büyük önem atfediyorum.
Irak ile İran ilişkilerine gelince; iki ülke arasındaki savaşı unutmamalıyız. Bu savaşta bir milyon kişi hayatını kaybetti ve bu süreçte bazı siyasetçi ve liderlerin uyguladıkları yanlış politikalardan dolayı, Irak'ın yanı sıra Arap ve İslam ülkelerinin kaynakları bu savaşa harcandı. Irak'ın 1970'li yıllarda, kişi başı gayrisafi milli hasılası yaklaşık 10.000 dolar iken, şimdiki ekonomik ve yaşam koşullarıyla mukayese bile edilemez. Geliştirilen işbirliği mekanizmalarını daha da sağlam hale getirip silahlı çatışmalara engel olmalıyız ve bölgenin istikrarı için adımlar atmalıyız.
AL UKRAN: Birleşik Arap Emirlikleri'nin üç adasının İran tarafından işgal edilmesini nasıl açıklarsınız?
GÜL: Bölgede sınır sorunları ve başka sorunlar vardır. Tabii bu üzücü bir durum, nitekim Irak- Kuveyt savaşı bu sorunlardan dolayı patlak vermişti. Körfez ülkelerinde de belirli sorunlar var, ancak kararlarımızda mantıklı ve akıllı davranmamız gerekir.
AL UKRAN: İran ve Arap Emirlikleri arasında Türkiye'nin arabulucu olma ihtimali var mı?
GÜL: Bizim bütün Körfez ülkeleriyle dengeli ilişkilerimiz vardır.
AL UKRAN: İsrail İran'a, nükleer programından dolayı askeri müdahalede bulunmaya karar verirse Türkiye'nin tutumu ne olacak?
GÜL: Biz bölgede ve komşularımızda nükleer güç görmek istemiyoruz, ayrıca bölgede kitle imha silahları da görmek istemiyoruz. Biz bu silahlara karşıyız, bu tutumumuzu İran'a da söylemiştik. Bize göre bu konu politik ve diplomatik yöntemlerle ve karşılıklı danışarak çözülmelidir.
AL UKRAN: Barış planı ve Kuveyt Zirvesinde Arabistan Kralının konuşmasıyla ilgili Türkiye'nin düşünceleri nelerdir?
GÜL: Herhangi bir konunun masa üzerinde sonsuza dek kalması düşünülemez. İsrail, içinde bulunduğumuz koşullardan istifade ederek, bütün dünyayı bir güvenlik sorunu olduğuna ikna etmeye çalıştı. Ancak söz konusu barış planı, bütün Arap ülkelerinin İsrail'e güven garantilediğini gösterdi. Ancak İsrail bu plan karşısında bazı icraatlarda bulunmalıydı. Endonezya'dan Fas'a kadar bütün İslam ülkeleri bu planı destekledi.
AL UKRAN: Avrupa Birliğine üye devletlerden bir kısmı, Türkiye'nin Avrupa Birliği kriterlerini yerine getiremediğini öngörmektedir, bu konuyla ilgili görüşleriniz nelerdir?
GÜL: Her şeyden önce açıklamak istediğim bir konu var. Avrupa Birliği kriterlerini uygulamaya başlarken ve siyasi-sosyal alanlarda reformlar yaparken, her şeyden önce ülkemizin çıkarlarını gözetiyorduk. İkinci söylemek istediğim husus, Avrupa Birliği kriterlerinin çoğunu yerine getirdik. Avrupa Birliğine katılım sürecimiz bütün tartışmalara rağmen 2005 yılında başlamıştır. Müzakerelerin başlamasından bu yana üç yıl geçti ve hala devam ediyor.
Ancak biz Türkiye'de Avrupa Birliğine katılım ile ilgili endişe duymamalıyız, çünkü büyük ülkelerin üyeliği uzun zaman almaktadır. Bildiğiniz üzere İspanya'nın Birliğe katılım süreci 10 yıl sürmüştür, aynı şekilde İngiltere'nin üyeliği iki kez reddedildi; Fransa'da bu konuyla ilgili yapılan halk oylaması sebebiyle. Türkiye, hem büyük bir ülkedir hem de bir İslam ülkesidir. Dolayısıyla Birliğe katılırsa Avrupa Parlamentosunda en büyük gruplardan biri olacaktır. Ekonomik açıdan ise Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında 6. sırada yer almaktadır. Bu konu geniş bir konudur, dolayısıyla acele etmememiz gerekir. Bizim için önemli olan, bütün İslam ülkelerinin ve Arabistan'ın, Türkiye'nin Avrupa Birliğine katılmasına destek çıkmasıdır.
AL UKRAN: Avrupa ve İslam dünyası arasında diyalog ve kültür değişimi alanlarında müşterek unsurlar var. Bazı taraflar, Türkiye'nin İslam dünyasına yakınlaşmasından veya Türkiye aracılığıyla Avrupa ve İslam dünyası yakınlaşmasından kötü sonuçlar çıkabileceği tahmininde bulunuyorlar. Sizin bu konuyla ilgili politikalarınız nelerdir?
GÜL: Bu doğrudur. Bazı gruplar Türkiye'nin Avrupa Birliğine katılmasını desteklerken diğerleri karşı çıkmaktadır. Bazıları, Avrupa Birliğinin bir Hristiyan topluluğundan ibaret olduğunu ve öyle kalması gerektiğini savunmaktadır. Ancak diğer bir grup da Avrupa Birliğinin farklı kültür ve dinlerden olan ülkeleri de içine alması gerektiğini savunmakta. Avrupa anayasası yapılırken Hristiyanlık da dahil edilmek istendi, ancak bu öneri reddedildi. Bazıları Türkiye'nin Birliğe katılmasının, bölge barışına hizmet edeceğini düşünüyor. Bu nedenle bütün görüşler birleşip oy birliğiyle müzakerelere başlandı.
AL UKRAN: Türkiye yumuşak diplomasi kullanıyor. İsrail ve Suriye arasında barış görüşmelerinde Türkiye, dolaysız olarak arabuluculuk yapmaktadır. Ancak bazı taraflar Türkiye'nin bu rolünü istemiyor. Türkiye, barış müzakerelerini yeniden başlatmayı düşünüyor mu?
GÜL: Bize göre bütün bölge ülkelerinde diyalog ortamı var olmalıdır. İsrail-Filistin, İsrail-Suriye ve İsrail-Lübnan anlaşmazlıkları müzakereler yapılarak çözülmelidir. Suriye-İsrail anlaşmazlığına gelince; her iki taraf bizden müdahale etmemizi ısrarla talep etti, bu yönde birkaç adım atmaya başladık. Ama sonuçlardan rahatsızlık duyunca geri çekilmiştik. Bu defa ise, her iki tarafa da, "Eğer gerçekten bir çözüme ulaşmak istiyorsanız ciddi olduğunuzu vurgulamanız gerekiyor" dedik. Müzakerelerin başlayacağını umut ediyorduk, ancak Gazze savaşının başlamasıyla söz konusu müzakereler askıya alındı. Ancak buna rağmen bölgede daimi barış için uğraşmalıyız.
AL UKRAN: Obama başkanlığındaki yeni Amerikan yönetimine Türkiye nasıl bakmaktadır?
GÜL: ABD'de yeni bir yönetim geldi, bu güzel ve büyük bir fırsattır. Yeni Başkanın açıklamalarını takip ettik. Bu açıklamalarında, İslam dünyası ile işbirliği temellerini atmaya istekli olduğunu ve bu ilişkileri ne kadar önemsediğini belirtti. Seçim kampanyasında söylediklerini uygulamaya başladığını düşünüyorum. ABD'nin bölgeyle ilgili bazı sinyalleri var. Bizim yapmamız gereken, bu sinyalleri doğru bir şekilde algılayıp iyi bir şekilde karşılık vermektir. Obama yönetimi için ilk aylar çok önemlidir. Eğer ilişkileri doğru çerçevelere oturtursa, doğru bir şekilde başlayıp devam eder. Bütün bunlar çok önemlidir ve en önemlisi Filistin meselesidir.
AL UKRAN: Farklı bir Amerikan politikasıyla karşı karşıya olduğumuzu mu düşünüyorsunuz?
GÜL: Tahmin ediyorum, evet. Çünkü yeni Amerikan yönetimi; uluslararası durumu tek taraflı değil bir grup halinde ele aldıklarını, belirli bir tarafa belirli bir iradeyi dikte etmediklerini, bunun yerine dünyada bulunan bütün güçlerle danışıp konuşmayı tercih ettiklerini açıkladılar. Açıklamalarında ayrıca, İran ile de diyaloğa girmeye hazır olduklarını belirttiler. Bütün bunlar Amerikan politikasında bir değişim olduğunun kanıtıdır.
AL UKRAN: Arabistan'da ikamet eden bir Türk vatandaşının Arabistan mercilerince affedilmesi olayına ilişkin yorumlarınız neler?
GÜL: Bu konuyla ilgili Arabistan Kralına bir mektup gönderip asil davranışından dolayı kendisine teşekkür etmiştim. Dolayısıyla taleplerimizi geri çevirmedikleri için çok mutlu oldum. Arabistan Kralına bu konuyla ilgili tekrar teşekkürlerimi sunuyorum.
İSRAİL BASINI
HAARETZ: "İSRAİL: ERDOĞAN'IN DAVOS'TAKİ HAREKETİ TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİ ŞANSINI ZORA SOKABİLİR"
ANKARA, 01/02(BYE)--- İsrail'de İngilizce yayımlanan Haaretz gazetesinin 1 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Barak David ve Yoav Stern imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan metnin özet çevirisi şöyledir:
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan arasında perşembe günü Davos Zirvesinde yaşanan karşılıklı meydan savaşı, Türk liderin "bağırdığını" söylediği Peres'in, Erdoğan'dan özür dileyip dilemediği sorularının ortaya çıkmasıyla haftasonu da devam etti.
İsrail'den üst düzey siyasi bir kaynağın belirttiğine göre, Peres ve Erdoğan arasında Davos paneli öncesinde yapılması planlanan gizli bir görüşme de Türkiye'nin talebi üzerine son dakikada iptal edildi. Aynı kaynak söz konusu görüşmenin iptal edilmesinin Türk Başbakanın İsrail ile olan ilişkilerin her zamanki gibi ticaret üzerine olduğu izlenimini vermek istemesi olduğunu söyledi.
Dışişleri Bakanlığı, Erdoğan'ın İsrail'in Gazze'ye düzenlediği operasyonu hedef alan eleştirileri yüksek sesle dile getirmesinin ve Hamas'a verdiği desteğin üst düzey AB diplomatların tepkisini çektiğini bildirdi. Bir habere göre Avrupalı üst düzey yetkililer şöyle dedi: "Erdoğan, AB'nin bir parçası olmaya çalışıyor ancak artık bunu unutabilir."
Haaretz'in edindiği bilgilere göre, Cumhurbaşkanlığından söz konusu özüre dair yapılan açıklama Erdoğan'ın çevresinde oldukça fazla memnuniyetsizlik yarattı. Türkiye, iki lider arasında geçen konuşmanın tam metninin yayın iznini resmi bir Türk haber ajansına vererek eşi görülmemiş bir şekilde karşılık verdi. Yayımlanan metinde Peres'in yaşanan olaydan ötürü "üzgün" olduğunu söylediği belirtiliyor ancak Peres'in makamından herhangi bir özrün sunulmadığı yönündeki açıklama yinelendi.
Türkiye ve İsrail'deki analistler, iki ülke arasındaki ilişkilerin, Türk Başbakanın İsrail'in Gazze'deki operasyonu başladığından beri takındığı tavırdan dolayı, ancak en çok da Peres ile Davos'ta karşı karşıya gelmesinden ötürü zarar gördüğünü belirtti.
RUSYA BASINI
RBC DAİLY: "DAVOS'U ÖFKELİ BİR ŞEKİLDE TERK EDEN RECEP TAYYİP ERDOĞAN, İSTANBUL'A İSLAM DÜNYASININ YENİ LİDERİ OLARAK DÖNDÜ"
MOSKOVA, 02/02(BYE)--- Tirajı günde 60 bin olan liberal eğilimli RBC Daily gazetesinin 2 Şubat 2009 tarihli sayısında, Kiril Zubkov imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanıyla sözlü kavganın ardından protesto olarak Davos'taki Uluslararası Ekonomi Forumu'nu terk ettikten sonra Türkiye dönüşünde yaptığı açıklamada, Ankara'nın, dış politikasını tamamen yeniden gözden geçireceğini göstermektedir. AB üyeliğinden umudunu yitiren Türkiye, İslam dünyası liderliğine soyundu.
Davos'ta yaşanan skandal, Gazze'deki durumla ilgili tartışmalardan kaynaklandı. Tartışmaya Başbakan Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in yanı sıra BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ile Arap Birliği Başkanı Amr Musa da katıldı. Gazze'deki trajedinin sebebinin İsrail değil, Hamas olduğunu belirten Peres'in heyecanlı konuşmasından sonra Türkiye Başbakanı, cevap vermesi için kendisine zaman tanınmasını istedi. Erdoğan, İsrail'i çocukları ve sivilleri öldürmekle suçladı. Ancak, tartışmayı yöneten kişi sürenin azaldığını ısrar etmesi üzerine Erdoğan, bir daha Davos'a gelmeyeceğini söyledikten sonra aynı gün İstanbul'a döndü.
Türkiye Başbakanı, İstanbul dönüşünde bir kahraman olarak karşılandı. Atatürk Havaalanında ellerinde Türk ve Filistin bayrakları bulunan binlerce kişi, "Erdoğan... Yeni dünya lideri" sloganları attı. Erdoğan, yaptığı konuşmada, İsrail'in Gazze'deki saldırısını haklı gösterme çabalarının suya düştüğünü vurgulayarak, Davos'ta Türkiye'nin ve Türk halkının onurunu savunduğunu belirtti. Erdoğan'ın Davos'taki çıkışının duygusal olduğu söylenemez. Çünkü, Türkiye Başbakanı tecrübeli bir politikacı ve kendisini nasıl kontrol etmesi gerektiğini iyi biliyor.
Moskova Stratejik Değerlendirme ve Analizler Enstitüsü uzmanı Sergey Dimidenko, yaptığı açıklamada, Türkiye Hükümetinin İslam dünyasının ılımlı kısmının lideri olmakta iddialı olduğunu belirterek, bütün İslam ülkeleri arasında, Gazze olayları dolayısıyla resmen ve kesin olarak İsrail'i suçlayan tek ülkenin Türkiye olduğunun altını çizdi. Demidenko'ya göre Türkiye, Avrupa ve ABD ile ilişkileri tamamen kesmek niyetinde olmadığını ve Ankara'nın, son 10 yıl içinde izlediği Batı yanlısı politikayı bugün yeniden gözden geçirilebilir.
Bu arada, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı Dış İlişkiler Dairesi Başkanı Mensur Akgün yaptığı açıklamada, "Türkiye, AB'nin bekleme salonunda oturmaktan ve Brüksel ile Washington'dan lütuflar beklemekten artık bıktı" dedi. Türk uzman, gazetemize yaptığı açıklamada, "Global kriz ortamında AB üyeliği ihtimali Ankara için zaten oldukça belirsiz kalıyor ve neredeyse imkansız gibi" dedi. Akgün'ün sözlerine göre, Türkiye'nin, Avrupa ve ABD'nin desteğine değil bölgedeki komşularıyla işbirliğine güvenmesi gerekiyor.
Öte yandan, Amerikan ordusunun Irak'tan çekilme tarihi yaklaştıkça, Ankara'nın bölgesel lider olma şansı da artıyor. Amerikalıların çekilmesinden sonra Irak büyük bir ihtimalle parçalanır ve Orta Doğu'da yeni bir gerginlik ocağı oluşabilir. Güçlü ekonomisi ve savaşma kabiliyeti sayesinde Türkiye, Amerikalıların bölgeden çekilmesinden sonra oradaki durumu istikrara kavuşturan belki de tek ülke olabilir. ABD ve İsrail'e karşı çıkan ve aynı zamanda radikal bir İslam düzeninin kurulmasını istemeyen Orta Doğu'daki ılımlı İslamcı güçler, Ankara'ya yönelmeye hazır.
ROSBALT: "TÜRKİYE: DIŞARIYA YÖNELİK İSLAMCILIK"
ANKARA, 03/02(BYE)--- Rus haber ajansı Rosbalt'ın 3 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Maksim Malkoş imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Rusça yazının özet çevirisi şöyledir:
Türkiye'deki Erdoğan hükümeti, İslamcı olunup aynı zamanda iktidarda kalınabileceği kadar ancak İslamcı. Ilımlı İslamcılık rotasından daha az ılımlı bir rota benimsemek artık tehlikeli. Zira Türkiye'nin laik devlet oluşunu koruyan, daha önce üç kez darbe yapmış bir ordu var. Bu riske rağmen şimdiki hükümet ve AK Parti, seçmenlerin umutlarını boşa çıkarmamaya çalışıyor.
Erdoğan hükümeti zamanında, türban yasağının kalkmasını, okullarda İslami eğitimin yaygınlaşmasını istemişti. Son olarak Erdoğan, zinanın suç sayılmasını bile önermişti. Fakat hükümet, toplumun dindar olmayan kesiminden gelen direnci hissediyor. Zamanında, Cumhuriyetin laik yapısının korunması çağrılarının yapıldığı protesto eylemleri, iktidar partisini kapatma davası gibi gelişmeler olmuştu. Neticede Erdoğan kamu ve eğitim kuruluşlarında türban yasağını kaldıramadı. Yine de Erdoğan Türkiye'yi olduğundan daha çok İslamcı olarak görmek isteyenleri memnun etmenin bir yolunu buldu.
Türkiye'de ordu, laik yapıyı sadece ülke sınırları içerisinde koruyor. İç tüketim için tasarlanmamış bir İslamcılığın askerleri rahatsız etmemesi lazım. İşte bu nedenle de Erdoğan hükümeti, dış politikanın İslamcılaşmasına odaklanmış durumda. Bunu ifşa etmenin en güvenilir yolu da İsrail'e karşı olan tavrı sertleştirmek.
90'lı yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilere bakarak, Arapların ve Müslümanların Ankara'yı ne kadar etkilediği ve aynı zamanda Türkiye'nin ne ölçüde Batı'ya yöneldiği konusunda bir kanaat edinmek mümkündü. Günümüzde böyle bir göstergeden söz edilemiyor. Ilımlı İslamcıların hükümetini, yeterince Batı'ya yönelmeyi arzulamadığı konusunda suçlamak yerinde olmaz. Erdoğan dış politikasının başlıca hedefini AB'ye girmek olarak ilan etti. Aynı zamanda Erdoğan Davos'taki skandalla Avrupalıları şaşırttı... Bazı belirtilere göre, Erdoğan'ın Davos'taki davranışının spontane olmadığı ve Türkiye Başbakanının kendi hükümetinin İsrail'e olan tavrını dünyaya göstermek için fırsat aradığı hükmüne varmak mümkün. Örneğin: skandaldan birkaç saat önce Erdoğan, Barack Obama'ya Hamas'ı ve Hizbullah'ı terör örgütü listesinden çıkarması çağrısında bulundu. Yine de Erdoğan, Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu gibi böylesine prestijli bir ortamın imkânlarının bununla sınırlı kalmadığına karar verdi. Üstüne üstlük kendisi İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in yanına oturtuldu. Sonuç malum; Türkiye Başbakanı "forumun kapısını gürültüyle çarptı".
Türkiye'ye dönen Erdoğan'ı ellerinde Filistin ve Türkiye bayrakları olan insanlar bekliyordu bile. Toplumun dindar kesimi için Başbakan kahraman hâline geldi. Seçmenler, Erdoğan hükümetini İslamcılıkta yetersiz olmakla suçlayamaz artık. Aynı zamanda ordu davranışlarında laik topluma yönelik herhangi bir tehdit göremez. Müslüman dünyasının tepkileri hâlâ sürüyor. Erdoğan Gazze'de kahraman olmakla kalmadı, ülkesinin İran'daki büyükelçiliğinin önünde de ateşli bir gösteri yapıldı.
İsrail, Türkiye'ye karşı bundan sonra nasıl bir tavır takınacağını hâlâ bilemiyor. Bir an, İsrail'in son 20 yıl boyunca kendisinin Orta Doğu'daki başlıca müttefiki olan Ankara ile arasında askerî iş birliği dâhil mevcut ilişkilerde ciddi bir hasar meydana gelebilir gibi göründü. Fakat uzmanlara göre olup bitenleri dramatize etmek için daha erken. Ne de olsa, Erdoğan daha önceki yıllarda da İsrail'e karşı sert çıkışlar yapmıştı. Nitekim, Türkiye'nin içinde kendi İslamcılığını kanalize edemeyen ılımlı İslamcı hükümetin tavrı anlaşılabilir. Askeri iş birliği veya iş dünyasının ortak faaliyetlerine gelince, bu konular her iki ülke için kârlıdır.
Diplomatik durumdan yararlanan Türkiye, Orta Doğu'da aracı olmanın prestijli rolüne kavuşmuş, Türkiye'nin aracılığında yapılan İsrail ve Suriye arasındaki görüşmeler yaklaşık bir yıl sürmüştü. Erdoğan da Davos'ta gösterişli bir hareketi göze aldı, çünkü aslında hiçbir şeyi riske atmıyordu. Suriye "Dökme Kurşun" adlı harekâta başlanmasından sonra İsrail ile yaptığı görüşmeleri zaten kesmişti. Dış politika boyutunda Türk İslamcılığını sınırlandıran en önemli faktör ise zaten Türkiye'nin AB'ye girme isteğidir. Son kertede, Türkler Erdoğan'ın dış politikasının başarısını İran'ın veya Hamas'ın Türkiye'yi kaç kez övdüğüne bakarak değil, Erdoğan'ın ülkeyi AB'ye ne derece yaklaştırdığına bakarak değerlendirecek.