2008-12-31 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

Son Güncelleme: 26 Ocak 2009

2008-12-31 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

 

ALMANYA BASINI

GENERAL ANZEİGER: "TÜRKİYE'DEKİ İHTİLAFLAR"

ANKARA, 28/12(BYE)--- Almanya'da yayımlanan General Anzeiger gazetesinin 27 Aralık 2008 tarihli internet sayfasında, Susanne Güsten imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Ankara'da neredeyse hiç kimse reformlardan söz etmiyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan mart ayında yapılacak yerel seçimlere doğru, Avrupa'yı artık pek takmayan giderek daha fazla sert bir milliyetçi izlenime bürünüyor. Açıkçası Başbakan Erdoğan'ın kabinesindeki bakanlar da AB'ye pek istekli görünmüyor. Reformlar konusunda sürekli sözler veriliyor, ancak daha sonra bu sözler yerine getirilmiyor.
Sadece bir adam Türkiye'nin reformlara ihtiyacı olduğunu söylemekten yorulmuyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye'deki AB yanlılarının ve Brüksel'deki AB temsilcilerinin gözlerini giderek daha fazla çevirdikleri Ankara'daki son reformcu. Ali Babacan'dan önce Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Gül, yıllardır Türkiye'nin AB emellerinin arkasındaki itici güç.
Cumhurbaşkanı olarak Gül sürekli daha fazla reform yapılması uyarısında bulunuyor. Abdullah Gül, eylül ayında Ermenistan'a yaptığı gezideki gibi sembolik jestlerle Türkiye ve Ermenistan arasında dikkatli bir yakınlaşmaya olanak sağlıyor.
Böylece reformcu Gül, eski yol arkadaşından giderek daha fazla uzaklaşıyor. Gül, değişimin gerekliliğinden ve Kürt sorununda ülkenin geleceğinin eşit haklara sahip vatandaşlık anlamında gizli olduğundan bahsederken, Erdoğan'dan farklı sesler çıkıyor. Daha geçtiğimiz ay "ülkenin bütünlüğü konusunda net bir tavır takınmak istemeyen, istediği yere gidebilir" şeklindeki sözleri milyonlarca Kürdü rencide ediyor.
Ankara'da, Gül ve Erdoğan'ın aralarının uzun bir süredir pek iyi olmadığı yönünde söylentiler dolaşıyor. Bu söylentiler resmi ağızdan reddediliyor. Ancak net olan şey, Gül'ün kabineden ayrılmasıyla hükümette, politik bir ağırlığı ve Erdoğan'ı reform yoluna yeniden sokabilecek ve ona direkt ulaşma imkanı olan bir bakanın bulunmadığı. AB'den üst düzey bir yetkili bir Türk gazetesine, "Gül'ün hükümette olmasını isterdik" şeklinde açıklamada bulunuyor.
AB de Gül ve Erdoğan arasında giderek artan uçurumun farkında. AB İlerleme Raporunda, gerekli yeni reformlarla ilgili yaşanan tartışmalarda Cumhurbaşkanının üstlendiği olumlu role yer verilirken, Erdoğan hükümetinin geçen seneki seçimlerde büyük bir çoğunluk elde etmesine rağmen, politika ve anayasayla ilgili kapsamlı bir reform programı sunmaması eleştiriliyor.
Gül ve Erdoğan arasındaki yabancılaşma iç politikada, geçtiğimiz yıllarda çok yakın olan bu iki politikacının zıtlaşan düşüncelerin giderek daha fazla sembol figürleri haline dönüşmelerine yol açıyor. Bu, endişe verici bir gelişme.

 

AVUSTURYA BASINI

DIE PRESSE: "GEN TESTİ YERİNE ZEKA TESTİ"

VİYANA, 28/12(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 27 Aralık 2008 tarihli sayısında, Helmar Dumbs imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

--Bir Bayan Politikacı Cumhurbaşkanı Gül'ün Türklüğünden Şüphe Ediyor. O da Bu Meydan Okumaya Karşılık Veriyor--

Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün güya Ermeni kökenli olduğunu biliyor muydunuz? Hayır mı? Sahi, Yahudi ataları olduğu da söyleniyor, ama bu söylenti artık çok eskidi. Ayrıca böyle "söylentileri" yayan koyu milliyetçiler için bu ciddi bir suçlama bile sayılmaz.
Bu zihniyetteki etnik bir Türk birine gerçekten hakaret etmek istediğinde, ona "Ermeni" diyor. Cumhurbaşkanı Gül'ün, Ermenilere 1915'te yapılan soykırımdan dolayı özür dilemeye çağıran bir internet sayfasını kınamaması, demek ki milletvekili Canan Arıtman'ın ona Ermeni ataları olduğu yolunda bir yakıştırma yapmasına yol açtı. Gül'ün internet sayfası konusundaki tutumu, yalnızca doğru bir tepki değil, ne yazık ki onun yegane doğru tepkisi oldu.
Cumhurbaşkanı bunun hemen ardından, atalarının yüzyıllardan beri Türk ve Müslüman oldukları yolunda bir açıklama yaptı ve bunun üzerine de gen testi sayesinde "Türklüğünü kanıtlamaya" çağrıldı. Bu da yetmezmiş gibi, söz konusu milletvekili hakkında sembolik bir para tutarında tazminat davası açtı. Böylece bu seviyesizliği kabul etmiş ve Ermeni kökenli olduğu iddialarını gerçekten de hakaret telakki ettiğini göstermiş oldu.
Bu, Türkiye'de yaşayan binlerce Ermeninin suratına atılmış bir tokat olmanın yanı sıra, AB adayı ülkenin siyasi kültürüne de ışık tutuyor. Siyasi tartışmayı böylesine düşük, şoven bir seviyede sürdüren kişilerin hepsinin gen testi yerine zeka testine tabi tutulmaları daha yerinde olur.

 

İNGİLTERE BASINI

REUTERS: "TÜRK MAHKEMESİ AB GİRİŞİMİNE ZARAR VEREREK OMBUDSMANLIK YASASINI İPTAL ETTİ"

ANKARA, 26/12(REUTERS)(BYE)--- Türkiye'nin üst düzey bir mahkemesi, resmi makamlara danışmanlık yapmak üzere hazırlanan ombudsmanlık yasasını iptal ederek, hükümetin Avrupa Birliğine katılım şartlarını yerine getirme çabalarına zarar verdi.
Anayasa Mahkemesinden yapılan açıklamada, 2006 yılında eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından açılan davada hakimlerin yasayı dün oybirliğiyle iptal ettikleri belirtildi.
Mahkemeden bir yetkili bugün Reuters'a kararı teyit etti ve detayların daha ileri bir tarihte yayımlanacağını bildirdi. AB'nin genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rehn daha önce ombudsmanlık yasasının yürütülmesinin mahkeme tarafından engellenmesinden duyduğu üzüntüyü ifade etmiş ve resmi makamların hesap verebilir olması ve vatandaşların haklarını gözetmesinin önemli olduğunu söylemişti.

 

KIBRIS RUM BASINI

HARAVGİ: "BAŞKAN HRİSTOFYAS HARAVGİ'YE: ULUSLARARASI CAMİAYI İKNA ETTİK"

LEFKOŞA, 25/12(BYE)--- AKEL partisi yayın organı Haravgi gazetesinin 25 Aralık 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayınlanan haberin çevirisi şöyledir:

Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas Haravgi'ye verdiği özel mülakatta "Türk tarafı provoke etse dahi Türkiye'ye; müzakere masasından kalkma hediyesini vermeyeceğini" söyledi.
Hristofyas; Avrupa Birliği'nde ve diğer yerlerde tek bir an bile yalnız kalmışlıkla karşılaşmadığını, hiçbir yerde ve hiç kimseden böyle bir şey görmediğini, Avrupalı liderlerle ilişkilerinin mükemmel olduğunu söyledi.
Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunduğu dokuz ay içerisinde; Rumların Annan planına "hayır" demeleri dolayısıyla Kıbrıs'ın uluslararası camia tarafından "haksız yere" sıkıştırıldığı köşeden çıkmayı başarmasının tesadüf olmadığı kaydedildi. Hristofyas devamla şunları söyledi:

--"İki Temel Şeyi Başardık"--

"Başkanlık koltuğuna seçilmemizden bu yana gerçekleştirdiğimiz toplam 17 yurt dışı gezisiyle, aldığımız inisiyatiflerle çok önemli ve çok olumlu iki temel şeyi başardık. Başardığımız ilk şey -ki hedefimizdi-, referandumda Annan planını reddettiği için bazı güçler tarafından elbette haksız yere metotlaşan ve Kıbrıs'ı suçlu köşesine sokmak isteyen durumu tersine çevirmektir. İkincisi ise, Güvenlik Konseyinden ve diğer uluslararası örgütlerden Kıbrıs ile ilgili olumlu kararları geçirmek. Muhataplarımıza kendimizi can kulağıyla dinletmeyi başardık.
Şu anda Türkiye bir veya iki adım önde olduğunun sözünü dahi edemez. Kıbrıs sorununu çözmek istediğimize ikna ettik. Aynı zamanda, bu çözümün, herhangi bir çözüm, 'çözüm olsun diye çözüm' olamayacağına da ikna ettik. Çözümün uluslararası hukukun temel ilkelerine, BM kararlarına, Doruk Anlaşmalarına dayanması, iki bölgeli, iki toplumlu BM kararlarında tarif edildiği şekliyle siyasi eşitliğe sahip ve AB ilke ve değerlerine dayalı bir federasyon olması gerektiğine ikna ettik.
Bunların üzerine nasıl bina kuracağız? Doğru, sonuç getirici şekilde bina kurabilmemiz için, Kıbrıs sorununa ilişkin rota değişikliği yapması amacıyla Türkiye'ye baskı uygulanması için çalışmalarımıza devam etmenin dışında, Talat'ın da çok daha yaratıcı bir tavır izlemeye ikna edilmesi gerekir. Diğer bir ön şart da iç cephede birlik olmasıdır. Ulusal Konsey şu ana kadar Başkanın çabalarını ve icraatlarını reddetmedi. Bunun ötesinde, Kıbrıs halkı da önemli. Kıbrıs halkı, elimizdeki en büyük silahtır. Şu ana kadar yapılan bütün kamuoyu araştırmalarında Başkanın icraatlarını yüzde 70 oranında desteklemiştir."
Gazetemizin, "Kıbrıs Türk tarafı yeni ortaklığı oluşturacak iki devlet tezini kesin bir dille reddetmesine rağmen bazı Rum siyasi parti yetkililerinin bunu çarpıtmaya çalıştığı" gözlemini ortaya koyması ve yorumunu sorması üzerine Hristofyas özetle şunları söyledi:

--"23 Mayıs Beyanını 'Doğru Yorumlamak'"--

"İç cephedeki bazılarının atıfta bulunduğu 23 Mayıs ortak beyanının 1 Temmuz beyanından ayrı okunamayacağını veya yorumlanamayacağını açıkça söylemek isterim. İlk aşamada Türk Dışişleri Bakanlığının ve Kıbrıs Türk tarafındaki bazılarının yorumladığı şekilde de yorumlayamayacağımızı samimiyetle söylemek isterim. Gerçek şudur ki, 23 Mayıs beyanı, iki toplum liderinin anlaşmasından sonra varacağımız; -prosedür devletler arası değil toplumlar arasıdır- iki toplumun, Kıbrıs halkının tamamının onaylayacağı federasyonun ne olduğunu yorumlar.
Federasyon ne demektir? Federasyon; merkezi hükümetin ve iki oluşturucu devletçiğin olması demektir. Kıbrıs'ta; Kıbrıs Cumhuriyeti'nin uluslararası temsiliyetinde, bölünmez tek egemenliğinde ve bölünmez tek vatandaşlığında kesin yetki sahibi olacak merkezi hükümet ortaya çıkacağını söylüyoruz. Doğal olarak; iki bölgeli, iki toplumlu olacağından dolayı, iki federal devletçik, yani aynı yetkilere sahip devletçikler olacak. Türk tarafı, daha çok da bizim iç cephemizdeki bazıları bunu, Federasyonun, önceden var olan iki devletçikten oluşacağı şeklinde yorumlayamaz. İki toplum arasında varılacak anlaşmanın sonucu olacak.
Bu tür görüşler ortaya koyanlara şunu söylemek isterim: Talat, BM ve kamuoyu önünde açıkça, iki devlet arasında kurulacak federasyondan söz etmediklerini, iki toplum lideri arasındaki anlaşmanın sonucu olacağını söyledi. Talat bizim yardımımız ve ısrarımızla bu doğru yorumu yaparken Kıbrıs Rum tarafındaki bazılarının 23 Mayıs beyanını neden çarpıtmaya devam ettiğini sorarım..."
Talat ile gerçekleştirmekte oldukları müzakereler konusunda temkinli iyimser olmaya devam ettiğinin altını çizen Hristofyas, müzakerelerin, tamamlandıkları zaman bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizdi, şöyle devam etti:
"Ben müzakereleri tamamlamakta ısrar ediyorum. Müzakere masasından kaçmamız Türk tarafına -her şeyden önce Türkiye'yi kastediyorum- verilebilecek en büyük hediye olur. Türk tarafı müzakere masasından kaçmamız için bizi provoke edebilir. Bu söz konusu değildir ve Kıbrıs halkına, uluslararası camiaya, Türk ve Kıbrıs Türk tarafına mesajım da budur. Kendi görüşümüzü, kendi tezlerimizi yaratıcı olarak ortaya koymaya ve müzakereye devam edeceğiz."

--"Talat'a 'İşte Hendek' Dedim"--

Cumhurbaşkanı, gazetenin "kısa süre önce Talat'ın tavrını 'çelişkili' olarak nitelediniz ve Kıbrıslı Türk liderinin müzakere masasında konfederasyon talep etmezken, sunduğu bütün önerilerin konfederasyon modelinde olduğunu söylediniz. Bu çelişki nasıl tersine çevrilebilir?" sorusuna karşılık şu yanıtı verdi:
"Bu konuyu Talat ile baş başa görüştüm ve böyle söylemem zoruna gittiği için; müzakerelerin gidişatına dair nihai sonuç çıkarma hakkımı mahfuz tutuyorum. Birkaç kez kendisine; açıklamalarının federasyon değil konfederasyon 'koktuğunu' söyledim, hoşuna gitmedi. Ben de kendisine 'işte hendek' dedim.
BM'nin rolünün ne olduğunu yanlış algılıyoruz. Kıbrıs Rum tarafı müzakerelerde, söylenenlerin tamamını değerlendireceğini söylerken; Kıbrıs sorununun bir yönü tamamlanmadan BM'nin gelip konum almasını ve Talat'ı mahkum etmesini mi bekliyoruz? Zannederim bunlar yanılgıdır, böyle şeyler beklememeliyiz. Biz Talat'ın mahkum edilmesini istemedik. Muhatabının mahkum edilmesini istersen o andan itibaren muhatapsız kalırsın. Belki orada, muhatabının kim olduğunu da bilerek, değiştirmeye çalışırsınız.
'Kıbrıs sorununu Kıbrıslılar çözecek' demedik mi? Elbette; Kıbrıs sorununun temel çözüm ilkelerinin tabi olduğu uluslararası hukukun, BM anayasasının ve kararlarının sahibi olduğu mantığıyla BM'nin yardımını istiyoruz. AB'nin de, Birliğin temel ilke ve değerlerinin uygulanması konusunda yardımını istiyoruz. Sorunumuzu AB çözmeyecek. Dahası 'Kıbrıs-AB-Avrupa müktesebatının bugün işgal altındaki bölgelerde uygulanması' müzakeresine de girmedik. AB'den süreç içerisinde AB ilke ve değerleriyle ilgili çeşitli konular olduğunda bize uzman görüşünü vermesini isteyeceğiz. Barroso da bizlere bu yönde çalışacak bir grup hazırladığı yanıtını verdi. Bir kere daha yineliyorum, 'Bu grup kendi gözetimi altında olacak. Avrupa Komisyonu Başkanının şahsi gözetimi altında...' Çeşitli gazetelerin yazdıklarından ve söylediklerinden bağımsız olarak, Barroso'nun tavrından duyduğum memnuniyeti dile getirmek isterim.

--"Sorunun Beş-Altı Günde Çözüleceğini Sandık, Ama..."--

AB'nin Kıbrıs sorununa müdahil olma durumu süreç içerisinde gündeme gelecek. Belki, müzakerelerin başlamasıyla, arabayı atın önüne koymaya çalıştık. Müzakereler başladığına göre, Talat ve Hristofyas var diye, Kıbrıs sorununun beş-altı gün içerisinde çözüleceğini sandık. Durum hiç de böyle değil. Kıbrıs sorununu çözmek için müzakere edeceğiz. Biz bütün iyi niyetimiz ve soğukkanlılığımızla çözüm için uğraşmaya devam edeceğiz. Sorun, Ankara'nın tezleri, Kıbrıs Türk liderliğinin tezleri aracılığıyla uluslararası hukukun, BM kararlarının ve AB ilkelerinin ihlal edilmesinden dolayı çözülemezse; o zaman kimin suçlu olduğu ortaya çıkacak. Ama hedefimiz yalnızca diğer tarafın uzlaşmaz olduğunu göstermek değil. Diğer tarafın uzlaşmaz olmasını beklemiyor, arzulamıyor ve istemiyoruz. Biz sorunu çözmek istiyoruz. İç cephedeki bazıları; karşı taraf uzlaşmaz görünsün diye sorunun çözülmemesi için dua ediyor olabilir. Biz çözüm istiyoruz.
Dimitris Hristofyas'ın, Kıbrıs Rum tarafını; temel ilkeleri ihlal edecek taahhütler altına sokması söz konusu değil. Kıbrıs Rum tarafı olarak sınırlarımız var. Bu sınırlarımız belirlendi ve çok defalar açıklandı. Hem bugünkü hükümet hem de bugünkü başkan tarafından..."
Haravgi'nin "Kıbrıs Cumhuriyeti ve Mısır deniz bölgesinde Türkiye tarafından gerçekleştirilen son tahrikler vesilesiyle Ankara'ya yanıt olarak; Yunanistan ve Kıbrıs'ın, Türkiye'nin AB üyeliğini veto hakkını kullanmaları gündeme getirildi. Yanıtınız nedir?" sorusuna muhatap olan Dimitris Hristofyas'ın yanıtı şöyle oldu:

--"Öfkeyle Spazmlı Harekette Bulunmak Doğru Değil"--

"Bizi öfkenin yönlendirdiği spazmlı hareketler, doğru siyasi hareket, genel olarak doğru siyaset değildir. Bunu yapabilirdik. Yansıması ne olurdu? Kapı ve pencereleri kapatacak bazı şeyleri yapmadan önce olup bitenler hakkında somut bir politikanız olmalı. Tartışırken 'hakkımız olan her yerde vetoyu kullanalım' diyoruz.
Türkiye'nin tepkisi ne olacak? Müzakereler konusundaki tavrı? Hepsinden önemlisi vetoyla doğrudan alakalı olanların tepkisi ne olacak? Yalnız Türkiye de değil. AB'den söz ediyoruz. Türkiye'nin AB üyeliğini durdurmaktan... AB üye ülkeleri bunu istiyor mu? İsteseler bize söylerlerdi. Aksine; Kıbrıs'a dost ülke olan Fransa, Türkiye'nin iki müzakere başlığını açıyor. Dolayısıyla gayri ihtiyari "kahramanca" hareketler ve kararlar geçmişte denendi, kötü sonuçlar verdi. Türkiye'nin halihazırda rahatsız ettiği noktada vetomuzu koruyoruz. Enerji başlığında olduğu gibi... Türkiye tahrik edici hareketleriyle kendi işini zorlaştırıyor. Ferman çıkarmada acele etmeden, gereken kararları alacağız, meseleleri gerektiği zaman, soğukkanlılıkla ve her şeyden önce sorumluluk duygusu içerisinde göğüsleyeceğiz."
Hristofyas'a, Atina ziyareti çerçevesinde düzenlediği basın toplantısı hatırlatıldı ve o toplantıda; Kıbrıs sorununun "Odyssea" olduğunu ve "İthake"ye varana kadar o yola devam edeceklerini söylediği hatırlatıldı ve Rum halkının daha kat edecek çok yolu olup olmadığı soruldu. "İthake"ye (çözüme) ne zaman varılabileceğini peşinen söyleyemeyeceğine dikkat çeken Hristofyas "Vermek istediğim mesaj; Kıbrıs sorununun çözüm prosedürünün zor, kompleks, Türkiye'deki durumla da bağlantılı olduğudur" dedi.

--Başkan Olduğum Sürece..."--

NATO'ya ve Barış İçin Ortaklık'a başvuru konusundaki tavrın "milli davaya" da zarar verdiğinin söylendiği hatırlatıldığında ise Rum Yönetimi Başkanı özetle şunları söyledi:
"Barış İçin Ortaklık ve NATO'ya giriş başvurusunda bulunmamızı isteyenlerin, bunun hiçbir şansı olmayan bir talep olacağını çok iyi bildiklerini müteveffa Başkan Tasos Papadopulos da söylemişti. Türkiye veto hakkını elinde bulunduruyor. Başvuruda bulunduğumuzu varsaysak bile, bu başvurumuzun kabul edilmesinin söz konusu olmadığı aşikardır. Türkiye'nin tepki göstereceğini bile bile neden böyle bir harekette bulunduğumuz konusunda ortaklarımızdan eleştiri almamız da muhtemeldir. Bize; 'Türkiye'yi suçlamak için mi?' diye soracaklar. Barış İçin Ortaklık'a ve daha çok da NATO'ya giriş başvurusunda bulunmayı istemiyorum, halk tarafından onaylanan hükümet programında bunlarla ilgili tek kelime bile yoktur. Bu konuda birilerinin canı yanıyorsa, Dimitris Hristofyas'ın başkanlık süresi sona erene kadar acımaya devam edecek. Bir sonraki başkan kim olacak, siyasi güçler zannettiklerini yapabilecekler mi bilmiyorum. Bildiğim tek şey Dimitris Hristofyas'ın başvuruda bulunmayacağıdır. Ne Barış İçin Ortaklık'a ne de NATO'ya girmek için.."

FİLELEFTHEROS: "VALİNAKİS: KIBRIS'IN GARANTİLERE GEREKSİNİMİ YOK"

LEFKOŞA, 29/12(BYE)--- Bağımsız liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 28 Aralık 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir.

Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Yannis Valinakis, Atina'nın, AB üyesi ülke olarak Kıbrıs'ın, gerek dış güvenlik gerek içe dönük sorunlarında 3. tarafların garantilerine gereksinimi olmadığı şeklindeki tezi, sistematik bir biçimde ileriye götürdüğünü belirtti.
Valinakis Fileleftheros gazetesine verdiği özel söyleşide, Yunanistan'ın AB içinde ve dışında gerçekleştirdiği görüşmelerde ayrıca diğer garantör güçlerin de dahil olduğu ikili temaslarda bu tezi vurguladıklarını ve bunun zemin kazandığını söyledi.
Valinakis, Yunanistan'ın Ankara Büyükelçisi Ksidas'ın, Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın AB üyesi ülkelerin Büyükelçileri ile yaptığı görüşme çerçevesinde, bu tezi başarıyla ortaya koyduğunu ifade etti.
Doğrudan müzakerelere ilişkin olarak Valinakis şimdiye kadar yapılan görüşmelerin beklenenleri vermediğini, görüş birliği olan konuların sınırlı olduğunu savundu.
Diğer tarafın, birçok kez iki kesimli, iki toplumlu federasyon mantığından uzaklaşan kabul edilemez tezleri ortaya koymasından dolayı endişe duyduklarını ileri süren Valinakis, Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas'ın çabalarını ve müzakerelerin ortaya çıkan engellerden bağımsız olarak sürmesi gerektiği şeklindeki tezini desteklediklerini de söyledi.
Valinakis bugünkü sürecin Kıbrıslıların kendi elinde olduğunu ve sıkı zaman takvimleri olmaksızın bunun Kıbrıslıların elinde kalması gerektiğini de vurguladı. Valinakis sözlerinin devamında ayrıca üçüncülerin rolünün yardımcı nitelikli olduğunu, konuya müdahil olmalarının ise liderlere bağlı olacağını söyledi.
Türkiye'nin üyelik sürecine de değinen Valinakis, Türkiye'nin, liman ve havalimanlarını Rum bandıralı gemi ve uçaklara açarak üstlendiği yükümlülüklerinin ilk safhasını hızlı bir şekilde yerine getirmesi gerektiğini ifade etti.
NATO konusundaki bir soru üzerine Valinakis, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsız ve egemen bir devlet olduğunu, bu konuda karar alacak olan yetkili makamın seçilmiş hükümet olduğunu da belirtti.

HARAVGİ: "HRİSTOFYAS: İKİ TOPLUMDAN OLUŞAN TEK HALK VARDIR"

LEFKOŞA, 30/12(BYE)--- AKEL partisi yayın organı Haravgi gazetesinin 30 Aralık 2008 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında yayınlanan haberin çevirisi şöyledir:

Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas, Kıbrıs Türk tarafının Kıbrıs sorununun bazı başlıklarına ilişkin görüşlerinin değişmesi gerektiğini ve Kıbrıs'ta "iki toplumdan oluşan tek halk olduğunu" savundu.
Hristofyas, dün Rum Radyo Televizyon Kurumu (RIK)'te yayımlanan bir programda, Kıbrıs sorununun çözümü müzakereleri, "Limnidi (Yeşilırmak) barikatının" açılması ve Kuzey'de muhtemel genel seçimlerin müzakere sürecini nasıl etkileyebileceği konularında açıklamalarda bulundu.
Hristofyas, açıklamasında, Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik doğrudan müzakerelerin olumlu bir şekilde sonuçlanmasını diledi ve olumlu sonuçlanma derken, Kıbrıs'ın BM kararlarında yer aldığı şekliyle siyasi eşitliğe, tek uluslararası temsiliyet, kimlik ve egemenliğe dayanan, iki toplumlu, iki kesimli federasyon temelinde yeniden birleşmesini kastettiğini vurguladı.
"Çözümün temel ilkelere dayanması ve iki toplum arasındaki farklılıklara saygı göstermesi gerektiğini" ifade eden Hrisofyas, "Kıbrıs'ta iki toplumdan oluşan tek bir halk olduğunu söylemekten bıkmayacağım" şeklinde konuştu.
Hristofyas, Kıbrıs sorununun bu şekilde çözülmesinin, kendisi ve Talat'ı, AKEL ve CTP başkanları oldukları zamandan beri bağlamakta olduğunu iddia etti ve "Bunlara saygı göstermeliyiz" dedi.
Müzakerelerin şu ana kadar ki "memnuniyet verici olmayan" gidişatının değişmesi için bir şey yapmayı düşünüp düşünmediği şeklindeki bir soruya karşılık ise Hristofyas, "değişmesi gereken şeyin, Kıbrıs sorununun bazı başlıklarına ilişkin Kıbrıs Türk tarafının sunduğu tezler olduğunu, bu tezlerin iki toplumlu, iki kesimli federasyon çözümüne uyumlu olması için değişmeleri gerektiğini" iddia etti.
Hristofyas, Kıbrıs Rum tarafının tezleri ve tutumunun bu çözüme uyumlu olduğunu savundu.
Uluslararası faktörlerin Türkiye'ye yönelik faaliyetleri bulunduğunu iddia eden Hristofyas, ancak Türkiye'nin iç siyasi durumunun en iyi düzeyde olmadığını, bunun da Kıbrıs sorununun çözümü ve ülkenin AB sürecine yansıdığını ileri sürdü.

--"Ya Hep Ya Hiç Mantığını Kabul Edemem"--

Öte yandan Hristofyas, özellikle DİKO ve EDEK tarafından, "Limnidi barikatının" açılması ve hükümetin bu konuda doğru adımları atmamış olabileceği şeklinde kendisine yöneltilen eleştirilere de yanıt verdi ve "ya hep ya hiç mantığını kabul etmesinin mümkün olmadığını" vurguladı.
Hristofyas, kendisine bu konuda yöneltilen eleştirileri "haksız bulduğunu" vurguladı ve "Ledra" (Lokmacı) barikatının açılmasıyla Yeşilırmak barikatının açılmasının doğrudan ilişkilendirilmemiş olduğunu ifade etti.
Hristofyas, şunları söyledi: "Şu anlamda birbirleriyle ilişkilendirdik: Ledra'nın açılmasıyla hemfikir olduk, Limnidi'nin ve diğer barikatların açılmasıyla hemfikir olduk. Diğer tarafın gerçekleri çarpıtması bizim suçumuz değildir."

--"Yeşilırmak Konusu Hala Masada"--

BM Genel Sekreteri'nin son raporuna da atıfta bulunan Hristofyas, "Tam anlamıyla Türk tarafını işaret etmiyor olabilir, ancak Limnidi ve diğer barikatların açılması talebinden söz ettiği gayet açıktır. Bu yüzden dostlarımızın muhalefet yapmadan önce hala masada olan bir konu hakkında bilgilendirmeyi beklemeleri daha iyi olurdu. Limnidi konusu henüz kapanmadı" şeklinde konuştu.

--"Kuzey'deki Muhtemel Seçimlerin Müzakerelere Etkisi"--

Hristofyas, Kuzey'de erken genel seçimlerin yapılması olasılığını da değerlendirdi ve seçimlerin müzakereleri etkilememesi dileğinde bulundu.
Hristofyas, Talat'ın CTP'nin başkanı değil "Kıbrıs Türk halkının lideri olduğunu" vurguladı ve bu sebepten ötürü Kuzey'de muhtemel seçimlerin müzakereleri etkilemeyeceğine "inanmak istediğini" ifade etti.
Hristofyas, yine de seçimlerin "müzakereleri bir derece etkileyeceği" görüşünü dile getirdi.
Hristofyas ayrıca, müzakerelere devam etmekten başka bir seçenek olmadığını vurguladı.

--"Başpiskopos'a Yanıt"--

Hristofyas, Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos'un son günlerde Kıbrıs sorununa ilişkin yapmış olduğu açıklamalara da değindi ve başpiskoposun "Etnarhlık" (ulus başkanlığı) görevinin Makaryos ile son bulduğunu belirtti.

--"Omiru Ve Perdikis'in Eleştirileri"--

Öte yandan gazete, KS EDEK Başkanı Yannakis Omiru ile Rum Ekologlar ve Çevreciler Hareketi Genel Sekreteri Yorgos Perdikis'in, müzakereler ve sınır kapılarının açılması konularında yaptıkları açıklamalara da yer verdi.
Habere göre, Omiru, dün yaptığı açıklamada, doğrudan müzakerelerin gidişatından ötürü duyduğu hayal kırıklığını dile getirdi.
Omiru, müzakerelerin gidişatından Türk tarafının uzlaşmaz tutumunun ortaya çıktığını iddia etti ve Türkiye'nin bu tutumuyla, Türkiye'nin "Kıbrıs Cumhuriyeti'ni" tanımaması durumunda 2009'da AB sürecine kendileri tarafından onay verilmesini beklememeleri gerektiği mesajının, AB ve uluslararası topluma iletilmesi gerektiğini savundu.
Perdikis ise, KKTC ile Güney Kıbrıs arasında açılan sınır kapılarının "işgal oldu bittilerini kalıcılaştırdığını" iddia etti.
Perdikis, dünkü açıklamasında, karşılıklı geçişlerde pasaport gösterilmesi, vize verilmesi vs. gibi işlemlerin, geçiş noktalarının açılması konusunda Türk tarafının istediklerinin gerçekleştiğinin göstergesini teşkil ettiğini de savundu.
Perdikis, ayrıca, Hristofyas'ın, Talat'ın "Kokkina'daki (Erenköy) askeri cebe ikmal yapılması önerisini reddetmesinin doğru bir hareket olduğunu" da sözlerine ekledi.

KATHİMERİNİ: "YORGOS YAKOVU RÖPORTAJ: 'BÖYLE GİDERSEK, 2010'A KADAR GÖRÜŞECEĞİZ'"

LEFKOŞA, 30/12(BYE) Haftalık olarak yayınlanan Kathimerini gazetesinin 28 Aralık 2008 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında Mihalis Pavlidis imzasıyla yayınlanan haberin çevirisi şöyledir:

SORU: Cumhurbaşkanının, Mehmet Ali Talat ile gerçekleştirdiği son görüşmede, onları meşgul eden konulardan biri bilgilerin basına sızması konusuydu. Görüşme süreci ile ilgili görüntü çok kötüdür. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Dört aydır görüşmelere kilitlendik, 13 görüşme gerçekleşti. Bugüne kadar meydana gelen çalışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

YORGOS YAKOVU: Cumhurbaşkanının Başkanlığındaki grubumuzun tüm üyelerinin müzakerelerin konusu hakkında siyasi açıklamalar yapmaktan ya da röportajlar vermekten kaçındıkları biliniyor, çünkü bunun, bir müzakerede doğru davranış olduğunu düşünüyoruz. Kapalı kapılar ardında görüşülenler günü gününe ya da birkaç gün içinde basına sızarken, doğru bir müzakerenin yapılması mümkün değildir. Bu, hem Cumhurbaşkanı, hem de Sayın Talat tarafından vurgulanmıştı. Biz, süreç içinde tüm düzeylerde gizlilik olması konusunda varılan anlaşmaya uyduk. Bunun tam tersine, Kıbrıs Türk tarafında, gerek bizzat Kıbrıslı Türk lider ve Turgay Avcı tarafından, gerekse de Ferdi Sabit Soyer tarafından, sürekli olarak görüşmelerin içeriğini açıklayan röportajlar veriliyor.

SORU: Bugüne kadar bir sonuç elde edildi mi?

YORGOS YAKOVU: Son görüşmeden sonra yapılan ortak açıklama, bugün bulunduğumuz noktayı tam olarak anlatıyor. Bir ilerleme kaydedildi, ancak biz kendimiz bu durumdan memnun değiliz. Daha çok ilerlemenin olması gerekirdi. Bugüne kadar, sadece yönetim başlığının büyük bir bölümünü ele aldık, daha görüşmemiz gereken altı başlık var. Eğer yönetim konusunun ele alınması için gerekli olan zamanının altı katını düşünürsem, 2012'ye kadar görüşmemiz gerekecek. Ritmin arttırılması gerekmektedir. Ben şahsen, müzakerelerin bu kötü ritminden dolayı hayretler içinde kaldım, örneğin federal hükümetin yetkileri konusunu 3-4 saatlik bir toplantıda görüşerek, tamamlayacağımızı düşünürken, konu 3-4 görüşmeye sarktı ve hala üzerinde anlaşmaya varılmadı.

SORU: Gecikmenin sebebi nedir?

YORGOS YAKOVU: Özellikle yönetim konusunda, yetkilerle ilgili bir dizi başlıkta neredeyse uzlaşmamıza rağmen, konuyu kesinleştirme ve açıklığa kavuşturma noktasına geldiğimiz zaman, Kıbrıs Türk tarafı gerçekte devletin federal yapısının temel felsefesini tahrip eden konuları gündeme getirdi. Bu, yönetim konusu ile ilgili olarak yapmış olduğumuz müzakereyi nitelendiren bir sorundur.

SORU: Yani Türk tarafının istediği şeyin, iki güçlü oluşturucu yönetimin ve zayıf bir merkezi hükümetin yaratılması olduğu pratikte de saptanıyor mu?

YORGOS YAKOVU: Çok büyük yetkilere sahip olacak iki federal devletçiğin yaratılması konusunda bir niyet olduğu görülmektedir. Ele alınmış olanlardan bir değerlendirme yapacak olursam, en yoğun görüş ayrılıklarının yürütme gücünde saptandığı açıktır. Biz, vatandaşın, kendisine çeşitli hizmetler sağlayacak olanın federal makamlar olduğunu bilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu makamlarda, karışıklık olmaması için federal hükümet yetki sahibi olacak. Ayrıca bu, üçüncü şahıslar için de geçerlidir. Bu kişiler devleti kimin temsil ettiğini bilmelidirler. Dışarıya, uluslararası kimliğin ele geçirilmesi konusunda birbiriyle rekabet içinde olan üç varlığın olduğu izlenimi verilmemelidir. Öte yandan anlaşmaya varıldığı gibi, federal yönetimin dış kimliği sadece bir tanedir.

SORU: Sayın Nami ile hazırladığınız ortak yaklaşım belgelerinde görüş birlikleri ve anlaşmazlıklar yansıtılıyor. Bu mevcut koşullar altında, her şeyi aynı renk mürekkeple yazmanız ne kadar kolaydır?

YORGOS YAKOVU: Cumhurbaşkanı ve Sayın Talat tarafından tartışılan her konu kaydediliyor ve biz de, ortak belgelerin hazırlanmasında gelecekte farklı yorumların ortaya çıkmaması için, aynı jargonun kullanılması konusunda çaba sarf ediyoruz. Dış ilişkiler konusunun dışında, ki bu konunun tartışılması henüz tamamlanmadı, geriye kalan konular listelendi. Uzlaşmaya varılan bir grup konu, siyah renkte yazılmıştır, üzerinde uzlaşılamayan konular var. Diğerleri de iki tarafın tezleridir. Kıbrıs Rum tarafının tezleri mavi renkle, Kıbrıs Türk tarafının tezleri de kırmız renkle yazılmıştır. Sürecin ilk aşamalarında, üçüncü sepet de vardı. Sayın Nami ile ortak zemine varmamız mümkün olan konuları bu sepete koyuyorduk. Yürütme gücüne ilişkin Türk tezlerinden dolayı, bunun şu anda gerçekleşmesi zordur. Ancak, şunu belirtmek istiyorum ki, her iki lider de, son görüşmelerinde, bunun, danışmanlarının rolünün terk edileceği anlamına gelmediğini onayladılar. Aksine mülkiyet konusunun müzakere edilmeye başlaması ile paralel olarak, yürütme gücündeki anlaşmazlıkların giderilmesi yönünde başka bir çaba sarfedilecek.

SORU: Bugüne kadar yapılan çalışmayı nasıl tanımlarsınız? Anlaşmazlıklar sepeti neredeyse doluyken, görüş birliği sepeti yarısına kadar boş mu?

YORGOS YAKOVU: Yasama ve yargı gücü konularında, ayrıca daha az önemli konularda görüş birlikleri vardır. Ancak federasyonun yürütme gücü konusunda görüş birliği olmadığı gibi, yetkiler listesinde de temel bir anlaşma yoktur. Kıbrıslı Türkler Başkanlık Konseyini önerirken, biz, Başkan, Başkan Yardımcısı ve Bakanlar Kurulunu öneriyoruz.
Soru: Yönetim biçimi ile ilgili olarak, Cumhurbaşkanının, 'ortak oy pusulası' ve 'ortak seçimler' ile ilgili sunduğu önerinin, Talat ve Nami tarafından ütopik olarak değerlendirilmesini nasıl yorumlarsınız?
Yorgos Yakovu: İlk olarak şunu söylemek isterim ki, federal bir devletin vatandaşları hükümetlerini görecek ve değerlendirecek ve periyodik olarak seçimlerde güven veya red oyu verecek konumunda olmalıdırlar. Biz, Kıbrıslı Türkleri rahatlatmak için, bir oyları ölçme önerisinde bulunduk (çünkü Kıbrıslı Türkler nüfusun sadece yüzde 20'sini oluşturmaktadır), bu oyları ölçme şekli tartışmaya açıktır, çünkü oy ölçme yönteminde başka alternatif önerileri de göz önünde bulunduruyoruz.

SORU: Ancak eğer Kıbrıslı Türkler yürütme gücü konusunda ne alacaklarını bilmezlerse, mülkiyet konusunda da ne vereceklerini söylemeyecekler şeklinde bir görüş de var mıdır?

YORGOS YAKOVU: Bir anlaşmaya vardık, ilk başta tüm konular tartışılacak, daha sonra da nerelerde ve hangi koşullar altında görüş birliklerinin olmasının mümkün olduğuna bakılacak. Bir sonraki üç görüşmede, 15 Ocak' a kadar, yönetim başlığının tüm konularının tartışılması tamamlanacak ve akabinde mülkiyet konusuyla devam edeceğiz.

SORU: Kıbrıslı bir çözümün bulunması hedefi mümkün müdür?

YORGOS YAKOVU: Amaç mümkündür ve geçmişte denenmiş olan ve çok kötü sonuçlara sahip olan hakemlik kesinlikle kabul edilemez.

SORU: Sayın Downer olayların ilerleme şeklinden memnundur. Çünkü muhtemelen daha yüksek bir rol talep edeceği bilgileri arttığı için mi?

YORGOS YAKOVU: BM'nin süreçte yardım edici role sahip olacağı konusunda Genel Sekreter ile anlaşmaya varıldı. Dolayısıyla Sayın Downer'in katılımı, iki tarafın çözüm yönünde ilerlemelerine yardım etme çerçevelerine dahildir.

SORU: Ancak, iki liderin tek başlarına Kıbrıslı bir çözüme varmaları mümkün müdür?

YORGOS YAKOVU: Bugünkü müzakereler çerçevesinde, mümkün olan her çaba ortaya konulacak. Olaylar hiçbir zaman statik değildir. Ya şu veya bu şekilde etkilenen ve gelecekte müzakere masasındaki gelişmeleri de etkilemesi mümkün olan diğer başka etkenler de var. Çeşitli karar alma merkezlerinin gelişmeleri etkilediği bir yer olan Türkiye'deki olaylar buna bir örnektir. Özellikle, son aylarda Türkiye'nin tutumunda bir değişim olduğu gözlenmektedir. Çeşitli yetkililer, Kıbrıs sorunundaki çözüm çabalarını desteklediklerini açıklayabilirler, ancak özde Kıbrıs'taki işgal ordusu küçük konuları bile önemli derecede etkiliyor. İlk olarak Ledra barikatında ve şimdi de Limnidi barikatında olduğu gibi. Avrupa yanlısı ve reformların destekçisi gibi davranan Türkiye Başbakanının, Türk rejimi ile arasını düzelttiği görülüyor ve bu, Kürt meselesini ele alış şeklinde, ayrıca Avrupa Komisyonunun empoze ettiği reformları hayata geçirmesinde yoğun bir şekilde görülmektedir. Türkiye'de son aylarda biçimlenen durumun, Kıbrıs sorunundaki gelişmeleri etkilemeye başladığına inanıyorum.

SORU: Türkiye'nin Avrupa sürecinin ve 2009 yılında değerlendirilmesinin Kıbrıs sorunundaki gelişmeleri etkilemesi mümkün müdür?

YORGOS YAKOVU: Türkiye'nin Avrupa sürecinin iyi gitmediğine inanıyorum. Birçok dost kaybetti ve bilinen diğer sebeplerden dolayı, Türkiye'nin üyeliğine ilişkin coşku Avrupalılar arasında kayboldu, çünkü ülkenin iç cephesinde reformlar konusunda üstlendiği yükümlülüklere uyum sağlama konusunda herhangi bir çaba sarf edildiğini görmüyorlar. Ne insan hakları konusunda, ne de ceza yasası konusunda büyük adımlar atıldı. Bu, Türkiye'nin takvimin gerisinde olduğunu göstermektedir. 2009 yılının Aralık ayında ne olacağını bilmiyorum, ancak tüm bunlar, hem olayların ilerleme ritmini, hem de AB'nin değerlendirme sırasında şekillenen tezini etkilemektedir. Benim şahsi görüşüm, Türkiye'nin Kıbrıs sorununun çözümü ve genel olarak çözüme ilişkin kabul edilebilir siyasi irade konusunda olumlu bir tutum sergilemeye ikna edilmesidir.

SORU: İşgal bölgelerinde sözde erken milletvekilliği seçimlerinin yapılması olasılığı ve Derviş Eroğlu'nun partisinin kazanması ihtimali sizi ne kadar meşgul ediyor?

YORGOS YAKOVU: Bu, bizi endişelendiren bir ihtimaldir. Ancak genel olarak, işgal bölgelerindeki ekonomik, politik ve sosyal durumun Kıbrıslı Türk liderin kendisini ve müzakere masasına koyduğu tezlerini de etkilediğine inanıyorum.

SORU: Sayın Talat'ın da açıkladığı gibi, Annan Planı, onu artık bağlamıyor. Ancak siz, bu Plan'da değerlendirilebilecek olumlu noktaların olduğunu düşünüyor musunuz?

YORGOS YAKOVU: Bana göre, Sayın Talat'ın tezleri Annan Planı'nın çok uzağındadır. Annan Planı masada değildir, Kıbrıs Rum tarafının tezi budur. Kıbrıslı Rumlar tarafından referandumda reddedilen, BM'nin hiçbir belgesinde artık bundan söz edilmeyen bir plandır ve dolayısıyla, bu plan görüşmelerde tartışmaya konulmuyor.

SORU: Planın olumlu noktaları da mı değerlendirilemezdi?

YORGOS YAKOVU: Şu anda, Planın iyi unsurlarını kötülerinden ayırma zamanı değildir. Annan Planı 9.000 sayfadan oluşmaktadır. Pratik öneme sahip çok fazla konu var ve bunların en başından tekrar yapılması gerekmiyor. Örneğin, federal devletin ve iki oluşturucu devletin faaliyet göstereceği çeşitli yasalar, bir anlaşmadan sonra değerlendirilebilir.

SORU: BM Genel Sekreterinin raporunda bahsettiği bugüne kadarki tüm çalışmaları (body of work) mı kastediyorsunuz?

YORGOS YAKOVU: Bu, Genel Sekreterin raporunda kullandığı belirsiz bir ifadedir. Merhum Tassos Papadopulos'un da dediği gibi, BM belgeleri geçersiz ya da mevcut değilmiş gibi görülebilir, ancak gerçekte, var olmaya devam ediyorlar. Yani gelecekte, Kıbrıs sorununun çözümünün temel parametreleri üzerinde anlaşmaya varıldığında, belgelerin bazılarının küçük ya da büyük değişikliklerle yeniden kullanılması mümkündür.

--Deneyimli Downer ve Genç Nami--

SORU: Sayın Downer'i nasıl nitelendirirsiniz?

YORGOS YAKOVU: Politik bir şahsiyettir, ülkesinde milletvekilliği ve yıllarca Dışişleri Bakanlığı görevini yerine getirdi ve uluslararası sorunlarda oldukça ünlüdür. Bizden, bugünkü rolünün değiştirilmesi yönünde herhangi bir talepte bulunmadı. Açık bir şekilde, çeşitli önerilerle müdahalede bulunma imkanına sahip olmayı tercih ederdi, ancak süreç Genel Sekreter ile anlaşma konusudur ve böyle bir şey öngörülmüyor. Hali hazırda oldukça yardım edicidir ve süreçte nasıl bir gelişme göstereceğini göreceğiz. Ne kendisi, ne de Genel Sekreter, kendisinin ya da danışmanının daha etkin bir şekilde müdahalede bulunma konusunu ortaya koydu, ancak Türkiye'nin çeşitli muhataplarına böyle bir konuyu gündeme getirdiğini duyuyorum.

SORU: Muhatabınız olarak, aranızda büyük bir yaş farkı olan Sayın Nami'yi nasıl görüyorsunuz?

YORGOS YAKOVU: Büyük bir yaş farkı vardır, ancak burada bir sorun yoktur. İlişkilerimiz oldukça iyidir, iyi bir politikacıdır ve sanıyorum bize verilen görevin başarılı olmasına birlikte katkıda bulunduk ve devam ediyoruz. Herhangi bir problemimiz yoktur ve dilerim aramızda büyük bir kriz olmaz.

--Şimdiye Kadarki Öneriler Kabul Edilemez--

SORU: 2009 yılı güçlü gelişmeler yılı olacak mı?

YORGOS YAKOVU: Önemli olarak değerlendirilen farklı zaman noktaları vardır ve herkesin çıkarları, bizi, 2009 Aralık ayından önce çözümün gerçekleşmesi gerektiği sonucuna götürüyor. Mümkün olan en erken zamanda çözüm bulunmasını istediğimizi söylüyoruz ve tekrarlıyoruz. Ancak çözümün olabilmesi, yapacağımız görüşme sayısına değil, özellikle Kıbrıs Türk tarafınca görüşme masasına konulacak olan politik tezlere bağlıdır. Şu ana kadar sunduğu önerilerin kabul edilemez olduğunu vurgulamak istiyorum.

SORU: Ancak bu son fırsat mıdır?

YORGOS YAKOVU: Son fırsat teorisinin taraftarı değilim. Bize verilen tüm fırsatları değerlendirmeliyiz.

SORU: Ancak bize başka fırsatlar verilecek mi?

YORGOS YAKOVU: Sorun var olduğu sürece, çözüm çabaları da olmaya devam edecek. Elbette, bu bir mazeret değildir. Biz, daha iyi ya da daha kötü olabilen başka çabalar da ortaya konulması gerektiğini bilerek, sanki son fırsatmış gibi davranmamız gerektiğini düşünüyoruz. Biz, görüşme masasında mümkün olan en erken zamanda çözümü bulmalıyız.

 

YUNANİSTAN BASINI

AMİNA DİPLOMATİA: "ÜSKÜP VE ANKARA'NIN YUNANİSTAN KARŞITI İTTİFAKI"

ATİNA, 25/12(BYE)--- Aylık Amina Diplomatia (Savunma ve Diplomasi) dergisinin Aralık 2008 tarihli sayısında, Sotiris Sideris imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

Türkiye ve EYCM zaman zaman Yunan diplomasisisin durgun sularını dalgalandırmanın, geçmişten gelen ve ulusal refleksleri, istikrarı ve ulusal çıkarları etkileyen öngörülemeyen faktörler olarak geleceğe doğru hareket eden askıdaki sorunların ciddiyetini hatırlatmanın bir yolunu buluyorlar.
Her iki ülke de kasım ayını, yani her krizde hem Yunanistan'ın hem Türkiye'nin hem Üsküp'ün gözlerini diktiği ABD için geçiş süreci olan bir dönemi tercih ettiler. Aynı ayda, Üsküp Dışişleri Bakanı Antonio Miloşoski'nin 11 Kasım'daki Ankara ziyaretinden sonra Türkiye ve EYCM, aralarındaki iletişimi stratejik bir işbirliğine dönüştürdüler. Dışişleri Bakanı Miloşoski'nin, Ankara ziyareti sırasında, Ankara ve Üsküp'ün, başta AGİT olmak üzere uluslararası organizasyonlarda, azınlık ve insan hakları konularında Yunanistan'a karşı işbirliği içinde hareket etmeleri kararı alındı. Bu işbirliği, ülkemizde Vatopedi skandalıyla meşgul olan siyasetçileri pek ilgilendirmedi.
Türkiye, firkateyn eşliğinde bir Norveç gemisi göndererek Meis adasının güney kısmındaki kıta sahanlığını pratikte reddetmeyi, EYCM de, geçen ocak ayında Üsküp'ün NATO'ya üyeliğine veto uygulayarak Ara Anlaşma'yı ihlal ettiği suçlamasıyla Yunanistan aleyhine Lahey Adalet Divanına başvurma yolunu seçti.
Şu anda bu iki ülkenin tutumlarını, yaptıklarını değerlendirmek için henüz erken olur. Türkiye'nin arama çalışmaları ve Yunanistan'ın tepkisi konusunda değerlendirme yapmak için zaman gerekli. Çünkü gayriresmi olarak yıllardır bilinen Akdeniz'de kıta sahanlığı konusu, henüz resmi olarak yeni açıldı. Üsküp'ün Lahey'e başvurusuna gelince, konunun gideceği yön Mahkemenin alacağı karara bağlı olacak. Mahkeme davayı kabul edip etmeyeceğini önümüzdeki birkaç hafta içinde açıklayacak.
Buna rağmen, olası diplomatik kargaşaya ilişkin değerlendirmeler yapılabilir. Çünkü her iki durumda da, Yunanistan'ın özellikle siyasi düzeyde çıkarlarını savunmaya ne kadar hazır olduğu denenecek.

--Dava--

EYCM 17 Kasım'da Lahey Adalet Divanına başvurarak Yunanistan'ı, 1995'te iki ülkenin imzaladığı ve ülkemizin, komşumuz ülkenin uluslararası örgüte katılmasına itiraz etmemesini öngören Ara Anlaşma'yı ihlal etmekle suçladı.
EYCM Başbakanı Nikola Gruevski'nin, ABD'de yeni hükümetin konuyla ilgilenmesi için zamana ihtiyacı olacak. ABD'nin yeni seçilen Başkanı Barack Obama'nın da Yunan tezlerine olumlu baktığını da göz önünde bulundurarak, iç ve uluslararası ilgiyi konuya çekmek için kendi başına hareket etmeye karar verdi. Uluslararası Mahkemeye başvurmasının yanlış bir yöntem olduğu ise tamamen ayrı bir konudur. Davayı üstlenen Üsküplü ve yabancı hukukçular Başbakan Gruevski'yi davayı kazanacağı ve en kötü ihtimalle 3-4 sene sonra, her iki tarafın da istediği gibi yorumlayabileceği net olmayan bir sonuç çıkacağı konusunda ikna ettiler. Buna rağmen, söz konusu karar net de olsa Yunanistan'a zorla kabul ettirilemez ve en kötü ihtimalle, ülkemizin bu kararı uygulamaya ikna edilmesi için BM kararı gerekecek, ki bu da, gerçekleşmesi oldukça zor bir şeydir. Seçkin hukukçular, Nikaragua-ABD davasını hatırlatıyorlar. Bu davada Nikaragua Amerika'nın, ülkesinin topraklarından geri çekilmesine ilişkin davayı kazanmıştı, ancak BM'ye bu kararı kabul ettirmeye ne kadar çalışsa da başaramamıştı.
Ancak bu Yunan diplomasinin karşılaşacağı tek dava değil. Türkiye ve EYCM, uluslararası örgütlerde birbirlerini desteklemeye karar verdiler ve bu karar çerçevesinde Ankara, BM kapsamında iki cephede Üsküp'ü destekleyecek.
İlk olarak, Türkiye'nin geçici üye olarak seçildiği BM Güvenlik Konseyinde Ankara, söz konusu Makedon azınlık konusunu ve Makedon dili ve kimliği konularını gündeme getirmeye çalışacak. Tabii, böyle bir şeyi başarmak için daha çok müttefikleri olması gerekir. Ancak BM çerçevesinde bunun gerçekleşmesi zor bir şey değil. Tabii, bu tip faaliyetleri engelleyecek güçlü siyasi baskılar uygulanırsa iş değişir.
Ayrıca, Avrupa Konseyinde de işbirliği içinde olacaklar ve AGİT çerçevesinde de baskılar uygulanacak. Halihazırda, AGİT'e katılacak olan ve milletvekilleri Giortsev'le Petrov'dan oluşan EYCM'nin heyeti, Teşkilatın Üsküp'teki bürosuna mektup göndererek, Yunanistan'dan "Makedon" azınlık da dahil olmak üzere, azınlık haklarına saygı duymasını talep etti. Yunan diplomasisi Türkiye'nin de benzeri bir talepte bulunarak, Müslüman azınlığın ve "Makedon" azınlığın haklarına saygı göstermesini isteyeceğini biliyor.
Yunanistan'ın çok yönlü örgütlerin rolünü küçümsemekle etkisini ve müttefiklerini kaybettiği, sonuç olarak da zararına olacak girişimleri etkileme gücüne sahip olmadığı açıkça ortada.
Şu anda Yunan hükümeti zaman geçmiş olsa dahi uluslararası kurumlarda bir başarı elde etmeye çalışıyor. Yunan hükümeti, Uluslararası Mahkeme'yi, Üsküp'ün açtığı bu davayı görme yetkisine sahip olmadığı konusunda ikna etmeye çalışacak, bunun için de BM gözetimi altında imzalanmış uluslararası anlaşmanın farklı şekilde yorumlanmasından doğan anlaşmazlıkları çözecek uygun kurum olmadığı tezini savunacak. Eğer Yunan hükümeti bu hedefinde başarılı olursa, Üsküp'ün tezi de suya düşecek ve bunun ECYM Başbakanı Gruevski'ye olumsuz yansımaları olacak. Eğer bu amaç başarıya ulaşmazsa, Uluslararası Mahkeme EYCM'ye ve Yunanistan'a tezlerini savunmaları için yaklaşık altı aylık bir süre tanıyacak, devamında da karar çıkacak.
Yunanistan, Ara Anlaşma'yı defalarca ihlal eden tarafın komşumuz ülke olduğunu kanıtlamak için bir dizi geçerli karşı tez sunacak. Üsküp'ün, soydaşları bağımsızlığa kavuşturma politikasını belli eden haritalar, (resmi isim EYCM olduğuna göre 1995 Anlaşmasını açıkça ihlal eden) anayasal ismi, Büyük İskender Havalimanını ortaya koyacak ve EYCM'nin genel olarak iyi komşuluk ilişkilerine uyum sağlamayan hareketlerde bulunduğunu iddia edecek. Ancak özellikle NATO Zirve Toplantısının tutanaklarına gönderme yapacak. Bu tutanakların hiçbir yerinde Yunanistan tarafından kullanılacak "veto" kelimesine yer verilmiyor. Aksine, metinde NATO üyelerinin oy birliğiyle, EYCM'nin, isim konusunun askıda bulunması nedeniyle NATO'ya üye olmayacağına dair aldıkları karar yer alıyor.
Komşumuz ülkenin basınına göre, Lahey Adalet Divanında EYCM'yi temsil edecek hukukçu grubuna ABD'den, Fransa'dan ve İngiltere'den üç hukuk profesörü katılacak. Bunlar, (Londra Üniversitesinden) Filip Sads, (Sorbon Üniversitesinden) Bastid Burdot ve (New York Üniversitesinden) Tomas Frank. Basında yer alan haberlere göre, her üçü de bu tarz davalarda uzmanlıklarıyla ünlüler ve söz konusu davanın hazırlıklarına uzun süredir katılıyorlar.
EYCM'yi Lahey'de temsil edecek grubun lideri Uluslararası Mahkeme Akademisi ile Prinston, Cambridge ve Stavford Üniversiteleriyle işbirliği içinde olan Hukuk Profesörü Tomas Franks olacak. Grupta ikinci gelen isim, uluslararası hukuk uzmanı Hırvat Budislav Vukaç'tır.

--Reddetme Hukuku--

Ortada iyi niyet olmayınca duruma mahkemeler el koyuyor. Bir kimse davanın hakkaniyete uygunluğunu reddediyorsa, o zaman kötü niyet hakim demektir. Üsküp ve Türkiye'nin petrol araştırma çalışmaları da bu şekilde, yani bir alay olarak nitelendirilebilir. Yunanistan ve EYCM iyi niyet ve irade göstererek, isim konusunu aralarında müzakere edip çözebilirlerdi, ancak olmadı. Bu durumun sonuçları da ortadadır. İyi niyetli olmayan Türkiye, Yunanistan'ı deniz hukuku konusunda çözüm bulmak için Uluslararası Mahkemeye başvurmaya davet etmek yerine, kendi hukukunu kabul ettirmek yönündeki tek taraflı girişimlerle bunu reddediyor.
Dünyada deniz hukuku anlaşmasını kabul etmeyen tek ülke olan Türkiye'nin (ABD de kabul etti), sırf kıta sahanlığı konusunu, genel olarak uluslararası hukuka gönderme yaparak tehditle çözmek için anlaşmayı reddettiği biliniyor.
Türkiye bir Norveç gemisini, Meis adasının 80 mil güneyinde doğalgaz ve petrol yatakları araştırma çalışmaları yapmakla görevlendirmişti. Türkiye bu harekette bulunmadan önce Yunanistan'ın tepki göstereceğini biliyordu, ancak bu tepkinin tam olarak ne olacağını tahmin edemedi. Bu konu 1987 krizini hatırlattı. O dönemde, Türkiye Taşos adasının doğusunda arama yapma girişiminde bulununca, Başbakan Andreas Papandreu Türkiye'yi savaşla tehdit etmişti ve bu kriz Bern Protokolüyle sonuçlanmıştı. Bu protokolde aslında her iki taraftan kıta sahanlığı belirlenmemiş bölgelerde araştırma yapmamaları isteniyordu. Bu, tarihi bir gerçektir. Ancak asıl soru, Yunanistan neden yıllardır Türkiye'nin 1993 yılında imzalanan deniz hukuk anlaşmasını AB çerçevesinde kabul etmeye mecbur edilmesini talep etmediğidir. Çünkü Türkiye müzakerelere devam etmek istiyorsa, bu anlaşmayı kabul etmesi bir ön şarttır. AB'ye üye olmak isteyen her ülkenin, deniz hukuku anlaşmasını kabul etmek zorunda olduğunu hatırlatmakta yarar var.
14-18 Kasım arasında Meis adası etrafında meydana gelen olaylarda bazı olumlu ve bazı olumsuz noktalar var. Olumlu nokta, Norveç gemisinin, Yunanistan'ın resmi olarak araştırmalara son verilmesi talebini kabul ettiği ve böylece Ankara'yı geri çekilmek zorunda bırakarak, olası büyük bir krizi yatıştırmasıdır. Olumsuz nokta ise, Ankara'nın diplomatik yollarla gayriresmi olarak, yabancı hükümetlere görevin başarıyla sonuçlandığını ve ilk fırsatta faaliyetlerine devam edeceğini açıklamasıdır. Böylece, yakın veya uzak gelecekte, bu kritik konuda yeni bir kriz meydana geleceğini biliyoruz.
Bilindiği üzere, Türkiye adaların kendi kıta sahanlığına sahip olduğunu reddediyor, Meis adası konusunda da olduğu gibi. Böyle bir şey hiçbir uluslararası mahkemede kabul edilemez. Böylece Türkiye, Akdeniz'de Türk sahillerinden büyük mesafede araştırma yapma hakkında sahip olduğunu düşünüyor. Norveç gemisinin araştırma gerçekleştirdiği bölgede, bir noktaya kadar Yunanistan'ın ve Kıbrıs'ın, daha güneyde de Mısır'la Suriye'nin çıkarları kesişiyor. Türkiye bu hareketleriyle, bölgede faydalanabilir hidrokarbon kaynağı tespit edilmesi durumunda, varlığını gösterme girişiminde bulunuyor.
İlginç olan konu ise, Norveç gemisi mürettebatının talebi üzerine Yunanistan'ın, Yunan kıta sahanlığına ait harita vermesidir. Bu haritanın bir kopyası muhtemelen Türkiye'ye de verildi. Ancak bu, sorunun çözüldüğü anlamına gelmez, çünkü bu Yunanistan'ın tek taraflı bir hareketiydi. Diğer taraf ise, harita olsa da olmasa da Yunanistan'ın haklarını reddediyor.
Yunan Dışişleri Bakanlığına göre, hükümet, Yunan kıta sahanlığını, söz konusu durumda da Meis adasının kıta sahanlığını Yunanistan'ın kabul ettiği şekilde gösteren bilgiler verdi.
Türkiye, adaların kıta sahanlığına sahip olmadıkları konusunda ısrar ediyor ve söz konusu bölgede araştırmalar yaparak, deniz hukukunun konuya ilişkin öngörüsünü uygulamada reddetme girişiminde bulunuyor. Garip gelebilir ama bazı Türk hukukçular, Meis adası açıklarında bulunan ve Türkiye'ye ait olan kayalıkların kıta sahanlığına ait olduğunu düşünüyorlar. Bu düşüncedeki hukukçularla alay ediliyor, ancak siyasetçilerin başka kuralları var. Ankara'nın teknik özelliklere sahip olduğunu göstermeye çalıştığı bu konu aslında tamamen siyasi nitelikler taşıyor. Ankara geniş bir itilaf konusu yaratmaya çalışıyor ve bu durumun ileride, müzakereler başlayınca işine yarayacağını umut ediyor.
Türkiye'nin iddiaları kabul edilseydi, Türk kıta sahanlığı Ege'nin ortasına kadar ulaşırdı ve Yunan adaları Türk kıta sahanlığı içine hapis olacaklardı. Bu durumda Türk kıta sahanlığı Rodos adasının batısından başlayıp Kıbrıs ve Mısır kıta sahanlıklarıyla ortak sınıra sahip olacak ve Yunanistan'dan büyük bir kıta sahanlığı kuşağını alacaktı.
Washington'da ortaya çıkan boşluk Ankara için faydalanılabilir bir süreç. Aynı zamanda Kıbrıs sorununun çözülmesi yönündeki müzakerelerin, Yunanistan'ın iç siyasi gerginlik ortamı içinde olduğu, Başbakan Erdoğan'ın ise Anayasa Mahkemesi krizinden sonra, siyasete yeniden hakim olduğu bir dönemde gerçekleşmesinin bir rastlantı olmadığı anlaşılıyor.
Son olarak, Başbakan Karamanlis'in müzakereleri dondurma ve Helsinki'yi iptal etme kararı almaması durumunda, çok farklı bir ortamın oluşacağını ifade etmekte yarar var. İkili müzakereler başarısızlığa uğradığı takdirde, Helsinki, Türkiye'yi Lahey Adalet Divanına başvuruyu kabul etmek zorunda bırakıyordu. Böylece şimdi bir karar alınmış veya eski Başbakan Kostas Simitis'le eski Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu'nun istediği gibi bir anlaşma sağlanmış olacaktı. Böyle bir anlaşma da bölgedeki tüm verileri değiştirecekti. Sürtüşme yerine anlaşma hakim olacaktı ve tabii Kıbrıs konusundaki müzakereler tamamen farklı bir çerçevede gerçekleşecekti. Şimdi zor bir durum bizi bekliyor.
Bilindiği gibi, EYCM'nin kısa süre önce açtığı davadan sonra, uluslararası hukuk profesörü ve Yunanlı akademisyen Emanuil Rukanas, Lahey Adalet Divanına tayin edildi. Yunanistan'ın vekilleri olarak Büyükelçi Georgios Savaidis, Yunanistan'ın Hollanda Büyükelçisi Konstantinos Rallis ve Dışişleri Bakanlığı Hukuk Danışmanı Maria Telalyan görevlendirildi. Ayrıca Yunan hükümetinin, hukuk danışmanlarından ve Lahey Adalet Divanı karşısında davaları ele alma konusunda deneyimli uluslararası hukuk uzmanı tanınmış yabancı üniversitelerde görevli profesörlerden oluşan uluslararası bir grupla işbirliği yapması kararı alındı. Son olarak Dışişleri Bakanlığında, konunun tarihi ve hukuki yönlerini araştırmaktan sorumlu olacak iki ayrı grup oluşturuldu.

 

ABD BASINI

CSIS: "2008 TÜRK SİYASETİ"

ANKARA, 30/12(BYE)--- Washington merkezli düşünce kuruluşu Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezinin (CSIS) 24 Aralık 2008 tarihli internet sayfasında, Türkiye Projesi Direktörü Bülent Alirıza imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan metnin çevirisi şöyledir:

Kasım 2002'den beri görevde bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti için bu yıl, Temmuz 2007'deki ikinci seçim zaferinin sarhoşluğuyla başlamıştı. Ancak AKP, şubat ayında üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırmak için başlattığı yasama hamlesi, Anayasa Mahkemesi tarafından geçersiz kılınıp Mart ile Temmuz ayları arasında da Anayasa Mahkemesince kapatılmaktan kıl payı kurtulduğu "ölüme yakın bir deneyim" yaşadıktan sonra gelecekteki rotasından o kadar da emin görünmüyor.
Parti, kamuoyu yoklamalarına göre, hala Türkiye'nin en popüler siyasi partisi olup ülkede artan dini hassasiyeti yansıtmayı ve desteklemeyi sürdürüyorsa da, laikliğin sert diye nitelediği yanlarında, başta da çoğu destekçisinin ayrımcılık kabul ettiği başörtüsü yasağı konusunda, değişikliğe gitmek için Türkiye Büyük Millet Meclisindeki (TBMM) çoğunluğunu fiilen kullanamaz hale gelmiş görünüyor. Sonuç olarak, 2008'in sonuna geldiğimiz şu günlerde Türk siyaseti nispeten uzun süren istikrar ve öngörülebilirlik döneminin ardından geçiş evrelerinden birine giriyor olabilir.

--Çatışma ve Uyuşma--

AKP 2007 seçimlerinde Genelkurmay Başkanlığının, AKP'ye, Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı seçmemesi yönündeki uyarısına duyulan yaygın tepkiyi sonuna kadar kullandı. Parti, popülist üsluplu ve karizmatik bir lidere olduğu kadar teşkilat içinde tepeden tabana örgütlenmeye de güven duyabiliyordu. AKP ayrıca, muhalefetin başında etkili bir liderin yokluğu ve muhalefet partisinin değişen siyasi ortama ayak uyduramamasından da faydalandı. Zira Deniz Baykal liderliğinde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), sosyal demokrat propaganda yapmayı bırakıp AB ve ABD'ye karşı muhalefet etmeye yönelmiş ve ateşli bir laiklik savunucusu kesilmişti. Devlet Bahçeli liderliğindeki Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ise, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yükselen milliyetçilikten faydalanmakta gösterdiği beceriyi gösteremedi.
AKP ilk iktidar döneminde ihtiyatlı davranarak, laiklik savunucularıyla açık açık çatışmaktan kaçındı. Ancak parti, seçimlerde oyların neredeyse yarısını toplayıp Gül'ü de cumhurbaşkanlığına getirmenin verdiği cesaretledir ki çetrefilli İslami başörtüsü yasasına el attı. AKP açısından bakıldığında bu hamle anlaşılabilirdi, çünkü Türk kadınlarının büyük bir kısmı başörtüsü kullanıyor; Türk halkının yüzde 70'i bu yasağın kalkmasını istiyor ve partililer, destekçilerinin yanı sıra eşleri ve kızlarından da yasağın kaldırılması yönünde sürekli baskı görüyorlardı. Şu var ki, AKP karşıtları da, bu girişimi laiklik için bir tehdit olarak gördüler. Üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılmasını öngören yasa, beklendiği üzere Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi, ki nitekim Cumhuriyet Başsavcısının AKP hakkında açtığı kapatma davasında en önemli suçlama unsuru olarak yer aldı.
AKP, kapatma kararı 11 hakimden sadece altısı -yeter sayı yedi idi- tarafından onaylanınca kapatılmaktan kıl payı kurtulmayı başardı. Ancak AKP'nin görevde kalmasına izin veren hakimlerden biri hariç hepsi, partinin "laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı" olduğuna hükmetmişti. Anayasa Mahkemesi bu kararıyla, AKP hakimiyetindeki TBMM'nin yasama yetkisini kısıtlamakla kalmayıp gelecekteki faaliyetlerinden ötürü yeni bir dava açılabilmesine zemin hazırlayarak partinin hareket alanını da kısıtlamış oldu. Erdoğan'ın ilk tepkisi yine laiklik karşıtlığı suçlamalarını inkar etmek oldu. Ancak pragmatik bir siyasetçi olan Erdoğan kesinlikle AKP'nin uyarıldığının farkındaydı.
AKP ile Genelkurmay Başkanlığı arasındaki ilişkiye genellikle hakim olan gerilime bakılınca, Mahkemenin askeri geçmişi olan tek üyesinin, kapatma aleyhine oy kullanmış olmasının kayda değer bir gelişme olduğu söylenebilir. Bu durum, Erdoğan ile yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ arasında özel bir anlaşma yapıldığı yolunda söylenti çıkmasına da yol açtı. Bu tip iddiaları kanıtlamak imkansız olsa da böyle bir anlaşmanın her iki tarafa da sağlayacağı avantajları görmek çok da güç değil. Pek çok çalışma arkadaşı gibi Erdoğan da, partiyi kapatma ve kendisini siyasetten uzaklaştırma girişiminin ardındaki başlıca etken olarak Genelkurmayı görüyordu. Bu yüzden de yaklaşan tehlikeyi engellemek için doğrudan Başbuğ'a başvurmak ona mantıklı gelmiş olabilir. Ne de olsa Erdoğan, hükümet görevinin ilk dört yılında o dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'le nispeten iyi ilişkiler kurmuş, ardından görevi devralan Yaşar Büyükanıt'la zor bir başlangıca rağmen geçici bir mutabakata varmayı başarmıştı. AKP'nin 2007'de Büyükanıt başkanlığındaki Genelkurmayın diplomatik girişiminden sağladığı faydanın farkında olan Başbuğ, AKP'nin bir başka erken seçimde yeniden başarı kazanmasını engellemek istemiş olabilir. Başbuğ'un, iki emekli orgeneralin AKP hükümetine darbe planladıkları iddiasıyla tutuklandığı "Ergenekon" diye anılan davada yürütülen soruşturmanın kapsamına sınır getirilmesini istemiş olabileceği de düşünülüyor.
1997'de İslamcı hükümetin devrilmesinin ardından İslamcıların AKP çatısı altında çok geçmeden dirilişi, laik düzenin belkemiği Genelkurmayı bir açmaza soktu. Ordu, artan dindarlığın siyasi tezahürü olan AKP hükümetinden hissedilir derecede huzursuzluk duymakla beraber, arkasına büyük bir halk desteğini almış bir partiyle doğrudan çatışmayı da istemiyordu. Gül'ün cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı yayımladığı muhtıranın devamını getirmeye isteksizliği de buna kanıt. Şu da var ki, ordunun hararetle savunduğu Kemalizm, 1961 ve 1982 anayasalarınca güvenceye alındığı şekliyle resmi devlet ideolojisi olmayı sürdürüyor. Modern Türkiye, Kemalizmin katı ilkelerine artık gereğince uyum sağlayamıyorsa da AKP, bu ideolojiye doğrudan karşı gelmeyi de göze alamıyor. AB katılım sürecinin tamamlanması, ordunun seçilmişlere tabi olmasını gerektirse de, Genelkurmay, milli güvenlik meselelerini aşan etkisini de ciddi bir sivil denetimden uzak halde iç işlerindeki özerkliğini de muhafaza ediyor. Erdoğan kapatma davasından bu yana orduyla fark edilir derecede yakınlaştı, özellikle de Kürt meselesi ve bölücü terörle mücadele konusunda. PKK'nın bir askeri karakola düzenlediği saldırı, medyanın, ordunun ihmalinden kaynaklandığı yolundaki eleştirilerine konu olunca Erdoğan, geçmişte orduyla anlaşmazlıklarında AKP'nin yanında yerini alan gazetelere yönelttiği suçlamalarda Başbuğ'a destek vermeyi tercih etti.
Erdoğan, PKK terörüne askeri yolla yanıt vermek ile ilk kez 2005'te Diyarbakır'da dile getirdiği siyasi çözüm ihtiyacı arasında bir denge kurmaya çalıştı. Amacı, PKK'yı ve PKK'ya saygı gösteren Kürt siyasetçileri eş zamanlı olarak çökertmekti. Güneydoğu'daki olumlu ekonomik gelişmelerin, tıpkı halefleri gibi Kürt ayrılıkçı faaliyetlerinden ötürü kapatılma tehdidiyle karşı karşıya olan Demokratik Toplum Partisi (DTP) karşısında elde ettikleri seçim başarısının da etkisiyle, Kürt sorununa çözüm getireceğini umuyordu. Ancak Kürtler 1950'lerde geçilen çok partili demokrasiden bu yana hem yerel Kürt partilerine hem de ana Türk siyasi partilerine oy veriyor. Kürtler, ana partilere oy veriyorlar, ama sadece Kürt partileri kapatıldığı için değil, aynı zamanda TBMM'de temsil için aşılması gereken yüzde 10'luk ulusal seçim barajı yüzünden. Ekonomik refahın sorunun temelindeki etnik huzursuzluğu ortadan kaldıracağına dair somut işaretler bulmak zor.
Erdoğan'ın bir yandan PKK terörizmine askeri çözümü destekleyip öte yandan etnik bölünmeleri ortadan kaldırması zor, ki bu da muhtemelen Güneydoğu'daki seçim hedeflerini etkileyecektir. Kasım ayında yaptığı "Tek millet, tek bayrak, tek vatan ve tek devlet" beyanı, pek çok Kürdü, yakın zamanda Diyarbakır'a yaptığı ziyarette kendisinin de fark ettiği gibi, hayal kırıklığına uğrattı. DTP lideri Ahmet Türk, AKP'nin "kapatılmamak için devletle anlaşma yapmak zorunda kaldığını ve bu anlaşma uyarınca da Başbakanın, Kürt meselesindeki politikasını değiştirdiği"ni iddia edecek kadar ileri gitti. AKP içerisindeki en önemli Kürt figür Dengir Mir Mehmet Fırat'ın, Erdoğan'ın görüşmekten sakındığı Ahmet Türk'ün aralarında bulunduğu bazı DTP milletvekilleriyle bir araya gelişinin ardından partinin genel başkan yardımcılığından istifa etmesi de ayrıca dikkate değer gelişmelerden biridir.
AKP'yi güçlü kılan bir yönü de, geçmişte iktidara gelen Türk partilerinin musallat olmuş parçalanmalardan kaçınabilmesi ve bütünlüğünü koruyabilmesi olmuştur. Her ne kadar Erdoğan hala bölünmemiş bir partinin kontrolünü elinde tutuyorsa da, AKP'nin siyasi yerçekimi yasalarına daha fazla direnemeyeceğini gösteren belirtiler var. AKP'nin iktidardaki ilk üç ayında Erdoğan'a devretmeden önce Başbakanlık yapmış olan Gül'ün Erdoğan ile ilişkisinde -Cumhurbaşkanı oluşundan bugüne- bir yıpranma olduğu yolunda inkar edilemez göstergeler var. AKP'nin kurucu dört liderinden biri olan Abdüllatif Şener de, AKP'nin yolsuzlukla mücadelede etkisiz kaldığı yolundaki şikayetlerinin ardından temmuz ayında yeni bir parti kurmak üzere partisinden ayrıldı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli'nin, yolsuzluk suçlamaları üzerine Eylül 2008'de istifa etmesi, AKP'nin seleflerine karşı kullandığı bu meselede bir problemi olduğunun altını çizen bir gelişme. Dişli'nin biraz da, kurucu liderlerden olup şu anda partideki ikinci adam konumunda bulunan Bülent Arınç'ın zorlamasıyla gitmeye mecbur kalması da ayrıca anlamlı olabilir.
Erdoğan, Türk medyasındaki yolsuzluk iddialarına çok sert tepkiler gösteriyor, ki nitekim eleştiriye tahammülsüzlük son zamanlarda AKP'nin karakteristik özelliklerinden biri oldu. Eleştiren gazetecilerin akreditasyonu iptal edilirken medya patronlarına da doğrudan saldırılarla Erdoğan medyayı fiilen oto sansür yapmaya zorluyor. 2005 Ekiminde, önceden açıkladıkları hedef üzere AB katılım müzakerelerine başlamak için bir dizi liberal reformla ileri atılan AKP hükümeti anlaşılan o ki, oluşturulmasına katkıda bulunduğu "daha açık" toplumun bazı yönlerinden hoşnut değil. AKP ayrıca, AB'nin bireysel özgürlüklerle, Kürtler ve Kıbrıs gibi hassas meselelerde atılmasını beklediği adımların içerideki maliyetini karşılamaya gönülsüz de olabilir. Anayasa Mahkemesindeki kapatma davası, AKP'nin reform süreci ile AB'ye olan ilgisini yeniden canlandırmıştı, zira kendisi için uluslararası destek toplamaya çalışıyordu. Ancak kısa sürede bunun, kapatılmanın dış maliyetlerini artırmak için taktik bir hamle olduğu anlaşıldı. Örneğin, Erdoğan yakın tarihli bir konuşmasında, AB'nin Kıbrıs konusundaki taleplerinden şikayet ediyor ve şöyle diyordu: "Kopenhag ve Maastricht kriterlerini yerine getirdik. Eğer bu iş olmayacaksa söyleyin biz de bilelim, ki yolumuza devam edelim; bunları da yeniden adlandıralım, Ankara ve İstanbul kriterleri diyelim."

--Ekonomik Gerileme--

AKP Kasım 2002'de acil bir IMF programıyla kurtarılmış sendeler vaziyette bir ekonomiyi devraldı ve söz konusu programı uygulamaya devam etti. Türk ekonomisi sonraki beş yıl içinde etkileyici bir biçimde iyileşmesini, IMF bağlantısıyla olduğu kadar AB'ye katılım sürecine girmenin avantajlarına da borçludur. 2003 ile 2007 yılları arasında ortalama yüzde 6,7 oranında yıllık büyümenin eşliğinde uzun vadeli doğrudan yabancı yatırım 1,8 milyar dolardan 21,7 milyar dolara, kişi başına düşen gelir ise 3.383 dolardan 9.333 dolara erişti. 15 Ekim 2007'de 58.231 puana ulaşan borsa da yükseldi. Faiz oranlarının ve Türk lirasının yüksek değerleri rekor düzeyde kısa vadeli yatırım çekti. Türk ekonomisine "sıcak para" da denilen girişler, 2002 yılındaki 8.2 milyardan 2007'ye gelindiğinde 107 milyar dolara yükseldi. Bu fonlar, 2002'de 1.5 milyar dolar iken Aralık 2008'de 47 milyar dolara çıkan yıllık cari açığı finanse etmeye yardımcı oldu. Türkiye'nin ihracatı 2003 yılında 47 milyar dolar iken etkileyici bir artışla 107 milyar dolara çıktı ve ithalat çok daha yüksek bir artışla 69 milyardan 170 milyar dolara yükseldi.
AKP'nin ekonomik iyileşme dönemindeki yöneticiliği, iktidarını sürdürebilmesine ve büyük ölçüde bu sürecin devamına dayanan bir desteği elinde tutabilmesine yardımcı oldu. Ancak hükümet, 2009 bütçesinde yüzde 4'lük büyüme öngörürken çok sayıda bağımsız analist, 2008'in üçüncü çeyreğindeki -2001'den bu yana en yavaş büyüme oranı olan- yüzde 0,5'lik zayıf büyümenin ışığında negatif büyüme tahmininde bulunuyor. İşsizlik oranı kentlerde yüzde 12'ye yükseldi ve resmen işsiz olan 2.5 milyon kişi var, ki gerçek rakamlar kesin olarak çok daha yüksek. Uluslararası mali kriz derinleşirken kısa vadeli fonlar Ekim 2008'de 59.5 milyara düştü ve borsa 19 Kasım 2008'de, bir yıl önceki değerinin yarısı olan 21.929 puana geriledi.
Türkiye'nin IMF ile dokuzuncu anlaşmasının Mayıs 2008'de sona ermesinin ardından Erdoğan, hem Türkiye'deki özel sektör hem de uluslararası finans çevrelerince IMF ile yeni bir anlaşma yapmaya çağırıldı. Erdoğan bu çağrıya direndi ve IMF'nin, özellikle kamu harcamalarının düşürülmesi ve büyüme oranının yüzde 2 olarak revize edilmesi gibi taleplerinden duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirdi. IMF ile ancak "Türkiye'nin ümüğünü sıkmaya çalışmamaları" koşuluyla bir anlaşma yapılabileceğini beyan etti. Mali güçlükler çekmekte olan diğer ülkeler, IMF ile anlaşmalar yaparken Erdoğan, Türkiye'nin kendi krizinden dersler çıkarmış olması sebebiyle küresel krizin "Türkiye'yi teğet geçeceğini" ve hatta ülkenin bundan "yarar" sağlayabileceğini ileri sürdü. Nihayetinde kasım ayı başında, Türkiye'nin küresel çalkantıdan olumsuz etkilenebileceği yönünde bilgilendirilmesinin ardından Erdoğan'ın tahminine göre, kriz "Tepe noktasına ulaşmış sonra da düşüşe geçmişti".
Kasım ayı ortalarında Washington'da yapılan G20 olağan üstü toplantısına katılmasının ardından Erdoğan, kamuoyuna, IMF ile yeni bir anlaşma lehine açıklamalarda bulundu ve "Türkiye'nin yeni bir anlaşma imzalamaya çok yakın olduğunu" söyledi. Ancak IMF ile görüşmeler, Erdoğan'ın yaklaşan yerel seçimlere odaklanmasından dolayı yavaş ilerliyor. Kamu harcamalarında kısıtlamaya gidilmemesi AKP'ye IMF nezdinde bir avantaj sağlayacaktır. Ancak son bir kamuoyu araştırmasında katılımcıların yüzde 82,5'i, krizin doğrudan etkisini hissettiklerini söyledi ve yüzde 52'si de AKP'yi bu krizi iyi yönetememekle suçladı. Erdoğan'ın bu kaçınılmaz anlaşmayı geciktirmekten ötürü mü yoksa önceki hükümetler gibi IMF'ye gitmek zorunda kalmaktan ötürü mü daha büyük bir siyasi bedel ödeyeceğini hep birlikte göreceğiz.

--İleriye Bakmak--

AKP 2009 Martındaki yerel seçimlerde büyük bir sınav verecek. İçinde bulunduğu durum ile yirmi yıl önce tek başına iktidar olan son parti ANAP'ın durumu arasında benzerlikler bulunabilir. 1989 Martında Turgut Özal yönetimindeki ANAP, iki başarılı parlamento seçiminin ardından yerel seçimlerden başarısızlıkla çıktı ve Türk siyasetindeki yerini bir daha asla kazanamadı. Eğer AKP geçen yılki seçimlerde elde ettiği yüzde 47'lik oyu toplayamaz veya büyük şehirlerden birini kaybederse sonuç hiç şüphesiz başarısızlık olarak algılanacaktır. Ancak Süleyman Demirel gibi zorlu bir rakibi olan Özal'ın aksine AKP'nin karşısında zayıf bir muhalefet var ve düşük bir seçim performansı, diğer partilerin başarısından çok kötüleyen ekonomik gidişatın olumsuz etkisinin bir yansıması olarak görülecektir. AKP'nin iktidara gelişini Türkiye'de 2000-2001'de yaşanan ekonomik kriz kolaylaştırdığından, partinin düşüşünü de mevcut küresel kriz ve Türkiye'ye etkilerinin hazırlaması doğrusu ironik olacaktır.
Ekonomik iyileşme sürecinde ülkeyi yönetmek AKP için görece kolaydı. Ancak büyümedeki düşüş dolayısıyla AKP hükümetinin ekonomi yönetimi konusunda güvenilirliğini ve popülaritesini sürdürmesi kaçınılmaz şekilde zorlaşacaktır. Ufukta AKP egemenliğinin sonu görünmese de, CHP ve MHP'nin, yetersizliklerine rağmen, iktidar partisine verilen desteğin giderek aşınmasından faydalanmaları muhtemeldir. Ancak 2001'de Erdoğan ve arkadaşları tarafından terk edilmesinin ardından İslamcı bir parti olarak devam eden Saadet Partisi, büyük kentlerde ve güneydoğudaki Kürt seçmenler oylarını AKP'den çektiği için, daha fazla oy alabilir. Ekonomik çöküş, özellikle başörtüsü meselesi ve kapatma davası konusunda sergilediği güçsüz görüntünün ardından AKP'nin birliği ve iç uyumu açısından başka bir sınav olacaktır.
Erdoğan 2009'da ekonomiye odaklanması sebebiyle, AB'ye katılım sürecini hızlandırmak için gerekli adımları atamayabilir. Aslında, Türkiye'nin modernleşme ve Batı toplumuyla bütünleşme sürecini tamamlama çabaları açısından kritik önem taşıyan Kıbrıs konusunda bir ilerleme olmadan zaten tıkanmış olan AB süreci gelecek yıl bir durgunluğa girecektir. Böylesine bir gelişme yeni ABD Başkanı ile ABD-Türk ilişkilerinin gireceği yolun belirsizliği nedeniyle özellikle talihsiz olur. Emin olmak için AKP hükümeti, uluslararası siyaset arenasında, Türkiye'nin Güvenlik Konseyine seçilmesi ile zirve yapan yüksek profilini, AB cephesinde gelişme olmasa da sürdürecektir. Ancak, Türk iç siyaseti ve ekonomisi için olumsuz etkiler ile de başa çıkmak zorunda kalacaktır.
Erdoğan'ın, Türk siyasetinin son zamanlarda Amerikan karşıtı ve genellikle de Batı karşıtı eğilimlerle desteklenen daimi unsuru Türk milliyetçiliğine 2009'de da teşvik etmeyi sürdürmesi neredeyse kesin. Ancak AKP'nin ABD, AB ve uluslararası finans çevreleriyle uyum arayışına sahne geçmişi, partiyi, milliyetçi kanadına karşı savunmasız da bırakabilir. Diğer yandan, gelecek AKP için neye gebe olursa olsun, art arda iki parlamento seçimini kazanma kabiliyeti, Türk siyasetinde dinin giderek artan ve görünür hale gelen rolünün altını çiziyor. MHP'nin başörtüsü yasağının hafifletilmesini savunması ve CHP'nin partiye İslami tarzda giyinen kadınları kabul etmesi de bunu doğruluyor. Bununla beraber, AKP'nin hükümet olarak yaşadığı zorlukların da gösterdiği gibi, katı laik sistem ancak, dinin nüfuzuna karşı geçici bir süreliğine uyum göstermekte zorlanmaktadır, ki mevcut durum da şu ana kadar bir türlü varılamayan yeni bir ulusal uzlaşma olmadan istikrarsızlığını koruyacaktır.

 

İRAN BASINI

CUMHURİ İSLAMİ: "TÜRKİYE'NİN KÜRTLERE KARŞI BİTMEYEN SAVAŞI"

TAHRAN, 25/12(BYE)--- Muhafazakar eğilimli Cumhuri İslami gazetesinin 24 Aralık 2008 tarihli sayısında ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

Irak'ın işgal edilmesi, ülkede federal bir sistemin kurulması ve AB'nin Türkiye'ye, Kürt azınlığın kültürel haklarını tanıması yönünde baskı yapması, Türkiye Kürtlerini ülkelerinden daha çok imtiyaz alma konusunda ciddi faaliyet içine soktu. Bölgede ve uluslararası sahnede yeni şartların oluşmasıyla Kürt meselesi, tekrar Türk makamlarının kaygı duymalarına sebep oldu.

--Türkiye'de Kürt Meselesini Anlamak--

Türkiye'deki Kürt meselesini daha iyi anlayabilmek için önce bazı istatistiklere dikkatli bir şekilde bakmamız gerekir. Bu veriler, Türkiye'nin Kürt meselesiyle ilgili kaygılarını daha iyi anlamamıza yardımcı olacak. Kürtler, bayrağı olmayan dünyadaki en büyük siyasi kavimdir ve dünya Kürtlerinin yarısı Türkiye'de yaşamaktadır. Kürtler, Türkiye'nin 70 milyonluk nüfusunun yüzde 20 ila yüzde 25'ini oluşturuyor. Türkiye Kürtlerinin yaklaşık üçte ikisi ülkenin doğusu ve güneydoğusunda (Türkiye Kürdistan'ı) yaşıyor. 230 bin kilometrekarelik yüzölçümüne sahip Türkiye Kürdistan'ı Türkiye yüzölçümünün yüzde 30'unu kapsıyor. Türkiye Kürdistan'ı nüfusunun yüzde 90'ı Kürtlerden oluşuyor. Söz konusu bölge nüfusunun sadece yüzde 10'unu Kürt olmayanlar (Araplar, Ermeniler, Türkler ve Aleviler) oluşturuyor. Kürtler, Hakkari, Van, Ağrı, Kars, Siirt, Bitlis, Muş, Diyarbakır, Bingöl, Tunceli, Mardin, Urfa, Adıyaman, Elazığ gibi Türkiye'nin 14 ilinde nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor.
Son yıllarda Türk Hükümeti Kürtlerin 10 ila 15 milyonluk bir nüfusa sahip olduklarını itiraf etti. Oysaki, bundan önce Kürt kimliğini tamamen inkar ediyordu. Aşırı Kürt grupları ise, Türkiye'nin Kürt nüfusunun 25-30 milyon kişi arasında değiştiğini söylüyorlar. Ancak tarafsız kaynaklar Türkiye'de yaklaşık 20 milyon Kürdün bulunduğunu belirtiyor. Bazı analistlere göre, Kürtler arasında doğum oranı Türkiye'deki ortalama doğum oranının iki katı. Bu konu Ankara makamlarını ciddi şekilde kaygılandırıyor. Ayrıca, Kürtlerin göç konusu da başka bir sorun olarak ortaya çıkararak Türkiye'deki siyasi elit tabakasının endişesini iki kat artırıyor. Kürtlerin, ülkenin doğusu ve güneydoğusundan, batı ve güneybatısına göç etmesi birçok kentin nüfus yapısının (özellikle de büyük kentler) değişmesine sebep oldu. İzmir, Adana, İstanbul ve Ankara gibi kentler, göçmen Kürtler tarafından kuşatıldı. Kentlerin göç eden Kürtler tarafından kuşatılması Türklerin daha çok kaygı duymasına sebep oldu.
Analizciler Kürtlerin göçüyle ilgili olarak genelde üç ana nedene değiniyorlar:
1- Türkiye'nin, ülkenin doğusu ve güneydoğusunda Kürtlere karşı bazı zorluklar çıkarması,
2- İş bulmak ve daha iyi yaşam şartlarını aramak,
3- Güneydoğu bölgesinde ordu ve Kürtler arasında yaşanan çatışmalardan kaçmak.

Kürtlerin göçü, İstanbul'un halihazırda 2.5 milyon Kürdü barındırmasına ve dünyanın en büyük Kürt nüfusuna sahip kent unvanını kazanmasına sebep oldu. Türkiye'nin Başkenti Ankara ise, 1 milyon 450 binlik bir Kürt nüfusuna sahip.
Türkler ile Kürtler arasındaki dil, ırk ve mezhep farklılıkları, Türk Hükümeti ve Kürtler arasında sürekli anlaşmazlığın yaşanmasına sebep oldu ve bunun da, şu ana kadar 30 ila 40 bin kişinin ölümüne yol açtığını söylemek gerekir.
Bu farklılıklar, Türkiye'nin Kürt meselesi karşısında sabırsız ve haşin görünmesine sebep oldu. Sanki Türklerin bilinçaltında Kürtlerin bölücülük eğilimine karşı tarif edilemez bir korku bulunuyor ve bu farklılıkların daha çok belirginleşmesiyle Türklerin korkusu da artıyor.
Yukarıda belirttiklerimiz sadece Kürt meselesinin Türkiye'deki iç boyutunu yansıtıyor. Bu meselenin bir de uluslararası boyutu bulunuyor ve konunun bu boyutu Türkiye'nin kaygılarını daha da artırıyor.
Konunun uluslararası boyutu açısından Kürtler dört komşu ülkenin sınırları içerisinde dağılmış vaziyetteler ve görülen şu ki, Kürtlerin söz konusu bu dört ülkenin her birindeki durumu diğer ülkeleri önemli derecede etkileyecektir. Bu arada, diğer ülkelere göre daha zayıf bir konumda yer alan Türkiye daha çok tehlike altında. Zira bir taraftan AB, Kürtlerin siyasi ve kültürel haklarını resmen tanıması için Türkiye'ye baskı yapıyor ve diğer taraftan Avrupa'da yerleşik Türkiye vatandaşlarının üçte biri (Kürtler) bu baskıların daha çok artmasına sebep oluyor. Ayrıca, Irak Kürtlerinin durumu, İsrail'in bölgedeki faaliyetleri ve birçok PKK'lının Kuzey Irak'a sığınması, Türkiye'nin bölünme tehlikesini artırmıştır.

--Kürtlerin, 2003 Yılında Irak'ın İşgalinden Sonraki Faaliyetleri--

Irak'ta Baas rejiminin devrilmesi ve federal bir Kürdistan'ın kurulması, Türkiye'yi her şeyden çok kaygılandırdı. Türkiye açısından mevcut durum, bölücülük için en uygun zamanı oluşturmuştu. Bu yüzden, Türk makamlarına göre ülkeyi bölünme tehlikesinden uzak tutabilmek için güçlü tedbirler almak gerekiyordu. Hiç kuşkusuz Kuzey Irak, Türkiye'deki bölücülük yanlısı Kürtler için uygun bir faaliyet atmosferi yarattı. Irak Kürtleri, özellikle de Mesut Barzani liderliğindeki demokrat kesim, Kürtlerin bölge dışına yönelik faaliyetlerine sıcak bakarak PKK mensuplarını barındırıp onlar için gereken kolaylıkları sağladı, ayrıca onların ideallerini de paylaşmaktaydılar. İsrail'in Kuzey Irak'taki faaliyetleri ve bu rejimin Kürtlerin bağımsızlığını desteklemesi de, Türkiye'nin Kürt meselesiyle ilgili kaygılarını artırdı. Türkiye, geçmişte de Kürtlere verilen yabancı destekten ciddi şekilde kaygı duyuyordu. Türkiye'deki tüm siyasi kesimler, "bir şeyler yapmak gerekliliği" konusunda hemfikirler ve ayrıca Türk yetkililer, halkın sabrının tükenmek üzere olduğu cümlesini defalarca dile getirdiler. Bu doğrultuda Türk Parlamentosu kesin bir çoğunlukla orduya sınır ötesi harekat izni veren bir tezkereyi çıkardı. Tezkere, PKK'yı hedef almakta ve kullanılan sınır ötesi ibaresi de muhtemelen sadece Kuzey Irak'ı kastetmektedir.
Mevcut şartlar, Kürtlerin faaliyet göstermesi için uygun görülüyorsa da uluslararası şartlar pek de Türkiye'nin zararına değil. Ayrıca, Türkiye'deki güçlerin, her türlü bölücülük faaliyetinin bastırılması konusundaki ittifakı, Türklerin, geçmişte de yaşandığı gibi Kürt meselesi karşısında sert ve hoşgörüsüz şekilde davranmalarına sebep oldu.

-Sonuç--

Türkiye için "Kürt meselesi" veya Türklerin söylediği gibi "Kürt gerçeği", devlet adamlarının Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu günden bu yana karşı karşıya kaldıkları en acı verici ve en zor meseledir. Modern Türkiye, Kürt azınlığı kavramını asla kabul etmedi. Bu mesele ve PKK tarafından yaşatılan huzursuzluklar, Türkiye'yi birçok güvenlik tehdidiyle karşı karşıya getirdi. Türk güvenlik güçleriyle PKK arasında yaşanan çatışmalarda çok can kaybı yaşandı. 30 bini aşkın kişi yaşamını yitirdi ve birçok insan evsiz kaldı. Bu çatışmalar, Türkiye'nin kırılganlığına sebep oldu ve Ankara'nın, komşu ülkeler, Batı dünyası ve özellikle de AB ile ilişkilerini sarstı. Başta AB olmak üzere Batı dünyası, Türkiye'nin, yasaları çerçevesinde insan ve Kürt azınlık haklarına riayet edilmesini vurguluyor. Öte yandan, muhalifleri bastırmak için yapılan ağır askeri masrafların yanı sıra, Türkiye'nin, komşu ülkelerle olan istikrarsız ilişkileri ekonomisini krize sürükledi, bütçe açığı ve enflasyonun yaşanmasına sebep oldu, eğitim, sağlık ve altyapı sektörlerinde yatırım imkanının azalmasına neden oldu.
Bölgede oluşan yeni şartları göz önünde bulundurduğumuzda Türkiye'nin Kürt meselesinin çözümsüz kalacağını söyleyebiliriz. Türkiye, bir taraftan AB'nin baskıları sonucunda Kürtlerin haklarını resmen tanımak zorunluluğu altında, diğer taraftan da Kürtlerin birçok talebiyle karşı karşıya. Kürt meselesiyle ilgili Türkiye üzerindeki iç ve dış baskıların bitmesine dair hiçbir ümit verici perspektif görünmüyor.
Ayrıca, geçmişten bugüne kadar Kürt meselesi Türk hükümetlerinin hep zayıf noktası oldu. Dış güçler ile komşu ülkeler her zaman Kürt kartını Türkiye'ye baskı yapmak için kullandı.
Türkiye'de mevcut hükümetin, geçmişteki hükümetlere nazaran Kürtlerle daha iyi ilişkilere sahip olmasına rağmen, Kürt meselesi dış ilişkilerinin en önemli sorunlarından biri olmaya devam ediyor. Ankara makamları, AB üyelik müzakerelerinin, bölücü Kürt sorunu çözülmeden ve söz konusu büyük azınlığın vatandaşlık hakları sağlanmadan bir sonuca varmayacağını iyi biliyor. Kürt meselesi, son yıllarda Türk makamlarının AB kapısını açma yolunda karşılaştıkları en önemli sorun oldu.

 

ULUSLARARASI ARAP BASINI

EL HAYAT: "YARGI, AB ÜYELİĞİ İÇİN GEREKLİ BİR KANUNU İPTAL ETTİ"

ANKARA, 27/12(BYE)--- İngiltere'de Arapça yayımlanan el Hayat gazetesinin 27 Aralık 2008 tarihli internet sayfasında ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Anayasa Mahkemesi, idareye yönelik şikayetlerde sorgu mekanizması oluşturmayı amaçlayan kanunu iptal etti, böylece Ankara'nın AB'ye katılım kriterlerini yerine getirme konusundaki çabalarına zarar verdi.
Mahkeme üyelerinin oybirliğiyle aldığı kararda, Kamu Denetçiliği Kurumu yasası iptal edildi.
AB'nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn, mahkemenin yasayı iptal etmesini üzüntüyle karşılayarak vatandaşlık haklarının pekiştirilmesi ve yetkili makamlardan hesap sorulmasının önemine vurgu yaptı. Rehn daha önce de AB'ye katılım konusundaki ciddiyetini göstermesi için Türkiye'nin reform sürecine geri dönmesi gerektiğinin altını çizmişti.
Türkiye AB'yle müzakere sürecine 2005 yılında başladı, ancak çok az ilerleme kaydetti.

Bu döküman ab.gov.tr sitesinde bulunan makaleden otomatik üretilmiştir