2008-10-15 AB Bülteni

Son Güncelleme: 28 Kasım 2008

2008-10-15 AB Bülteni

Bülten No : 121 15 Ekim 2008

DIŞ BASINDA

TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ

 

ALMANYA BASINI:
Lausitzer Rundschau:
"Yaşar Kemal... Türkiye AB'ye Girmesin" : "Türk yazar Yaşar Kemal, artık ülkesinin AB üyeliğinden yana değil. Yaşar Kemal Neue Osnabrücker Zeitung ile gerçekleştirdiği bir mülakatta, ‘Birkaç yıl öncesine kadar üyelik fikri karşısında oldukça heyecanlanıyordum, ancak şimdilerde buna hiçbir anlam veremiyorum. AB'nin dünya barışı konusunda girişimlerde bulunacağına da inanmıyorum' açıklamasında bulundu. Kemal, Türkiye'nin konuk ülke olduğu Frankfurt Kitap Fuarı'nın açılışından kısa bir süre önce şöyle konuştu: ‘AB, şahsım adına beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. AB'nin Gürcistan ve Rusya konularındaki tutumu da benim için bir umut ışığı niteliğinde değil. Genel olarak bakıldığında, AB savaşçı çığırtkanlığı yapan başka büyük güçlerden çok da farklı değil.' 85 yaşındaki yazar, yasaklı Kürt İşçi Partisi PKK ve Türk ordusu arasındaki savaşı ise ‘anlamsız ve saçma' olarak nitelendirdi. Binlerce yıldır Kürtler ve Türkler omuz omuza yaşıyor. Yazar, eğer Türkiye geçmişte daha zeki liderlere sahip olmuş olsaydı, bu sorunda bugüne dek hiç kan dökülmemiş olacağı görüşünü dile getirerek ‘Kendim de Kürdüm ve tabii ki de Kürtlerin dillerini serbestçe konuşabilmesini, Kürtçe'nin yazılabilmesi ve bu konuda eğitim verilmesini talep ediyorum. Ancak ben şahsen özerk bir devlet isteyen tek bir Kürt bile tanımıyorum' açıklamasında bulundu. Yaşar Kemal Kürtlerin haklarının tanınması konusundaki girişimleri dolayısıyla farklı davalar ve hapis cezalarıyla karşı karşıya kaldı. Yaşar Kemal şu an iktidarda bulunan AKP'nin ılımlı İslam talebiyle ilgili olarak ise ‘'Ilımlı İslam' ifadesini sadece duyduğumda bile saçlarım diken diken oluyor. Bu Amerikalıların bir icadıdır. Ilımlı İslam ve ılımlı din diye bir şey yoktur. Ya bir dininiz vardır ya da yoktur' dedi." (14/10)

Frankfurter Allgemeine Zeitung: "Engellenen Bakış Açısı": "Turistler her zaman olduğu gibi İstanbul'daki görülmeye değer mekanların önünde ve içinde birikmiş durumda. Dünyadaki finans krizi de Türk bankacıların henüz uykularının kaçmasına neden olmuyor gibi gözüküyor. İktidar partisi AKP'nin kapatılmaktan kıl payı kurtulması ertesinde Türkiye'nin iç siyasi yaşamında bir sakinlik gözlemleniyor. Ancak son olarak Kürt teröristlerin bir askeri birliğe düzenledikleri saldırı yoğun tepkilere neden olmuştu. Dış siyasette ve dışarıya yönelik kültür siyasetinde görülen o ki, ‘Türkiye' bir marka olarak gittikçe cazip hale geliyor. Türkiye, Frankfurt Kitap Fuarında misafir ülke olarak yer alacak ve Türk yazarlar dünya tarafından izlenecek. Zaten Kafkaslardaki ağustos savaşından sonra ülkenin jeopolitik öneminin en üst düzeye ulaştığı herkesçe görülmüştü. Acaba bu durumun AB müzakerelerine bir etkisi var mıdır? Her şeyden önce bu durumun Avrupa'nın birçok ülkesindeki Türkiye'nin AB üyeliğine kuşkuyla yaklaşan kesim üzerinde bir etkisi olacak mıdır? Aralarında Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyen İngiltere'nin de bulunduğu bir konferansta Türk katılımcılar, ülkeleri hakkında bol bol övgülere tanık olurken, bazı kaygı verici sorularla da muhatap olmak durumundaydılar. AB üyesi ülkeler ve Türkiye'deki siyasi realite ile Avrupai değerler arasındaki var olan ikilem kimsenin gözünden kaçmadı. Konferansta, Hollanda Dışişleri Bakanı Maxime Varhagen, Türkiye'nin Kafkas savaşı ışığındaki değerini ve Rusya'nın izlediği saldırgan siyaset karşısındaki konumuna değindi. Hollandalı Bakan, Türkiye'nin stratejik değerinin fazla önemseneceğinin zor olduğundan söz etti. AB'nin genişlemeden sorumlu yetkilisi Olli Rehn ise, bu savaşın, Türkiye'nin Avrupa'nın enerji güvenliği açısından sahip olduğu değeri herkese gösterdiğini hatırlatırken, "Türkiye, Avrupa'daki insanların sahip oldukları sorunlar için gerekli çözümün bir parçası durumundadır" ifadesini kullandı. AB'nin genişleme taraftarı olan İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt ise, ABD'den sonra Türkiye'nin AB'nin en önemli stratejik ortağı olduğuna dikkat çekti. İsveçli Bakan, Türkiye'nin öneminin, bölgesel istikrar siyasetinden enerji nakline ve Yakın ve Orta Doğu'nun barış içinde yaşaması konularına kadar daha da artacağına inandığını belirtti. Bu sözler Türkiye'nin Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın tabii ki hoşuna giderken, kendisi, bilinen sakin ve kendinden emin tavrıyla, ancak Türkiye'yi içinde barındıran bir AB'nin gerçek anlamda küresel bir aktör olabileceğini vurguladı. Türk Bakan, AB'nin ancak Türkiye ile birlikte güçlü bir konuma sahip olabileceğinden söz etti. Babacan'ın bu sözleri şu anlama geliyor: Tam üyeliğin dışındaki, Türkiye'de kabul edilmeyen ‘imtiyazlı ortaklık' gibi Avrupa-Türkiye ortaklık opsiyonları, söz edilenleri sağlayamayacaktır. Bu konferansta Türk Dışişleri Bakanı Ali Babacan kuşkulu sorularla da muhatap olmak zorunda kaldı. Babacan'a, Türkiye'nin AB üyeliğine yeterli ilgi duyup duymadığı ve hala üyeliği hedefleyip hedeflemediği soruldu. Konferansta, Türkiye'deki reform hızında düşüş kaydedildiği ve reform siyasetinin oldukça yavaşladığı belirtildi. Avrupalıların bu tespitine itiraz gelmedi. Türk Bakan, Olli Rehn'e, ülkesinin reform siyasetine devam edeceği sözünü verdi. Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Avrupa'da Türkiye'nin AB üyeliğine; kültürel-dini uyumsuzluklar, büyüklüğü, kimlik sorunları gibi nedenlerle karşı çıkanlara, ülkesinin 8-10 yıl sonra bambaşka bir ülke haline geleceği güvencesini verdi. Bakan, Türkiye'nin modernleşmeye devam edeceğini ve Avrupa ile uyumlu bir hale geleceğini ifade etti. Türkiye'nin Babacan'ın anlattığı gibi olup olmayacağı ve böyle bir teminatın ülkeye kuşkuyla yaklaşanları ikna edip etmediği, açıkta kalan bir konudur. Türkiye'nin AB üyeliğini destekler durumdaki jeopolitik argümanların, Fransa'dan tutun Avusturya'ya kadar olan kamuoyuna ne derecede ulaştığı ve ikna edici olduğu şüphelidir. Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyen kesim de, durumun pek iç açıcı olmadığı görüşünde. Zira, finans krizi reel sektöre yansıdığında ve gelecek yıllarda Avrupa'da resesyon yaşandığında bunun sonucunda işsizlik arttığında Avrupalılar daha dış ilişkilere değil, hem siyasi açıdan hem de zihinsel olarak içeriye önem vereceklerdir. Kaldı ki, Lizbon Anlaşmasının kabul edilip edilmeyeceği veya ne zaman kabul edileceği zaten bilinmiyor. Bu da şu demek oluyor: AB genişlemesi için şu sıralarda yaşanan- kelimenin tam anlamıyla koruyucu bir ortam- hiç de uygun değildir. Bunun ötesinde, bazı ülkelerdeki Avrupa karşıtı ortamın daha şimdiden güçlü siyasi akımlara dönüştüğü gözlemleniyor. Avusturya'da bu durum, buna SPÖ'lü Faymann'ı dahil edersek, çoğunluğu teşkil etmektedir. Hem sağ ve hem de sol kesimden kaynaklanan bu popülist akım, egemenliğin transfer edilmesine karşı çıkıyor. Bunlar her halükarda AB'ye başka ülkelerin alınmasına karşı olmakla birlikte muhakkak Türkiye'nin tam üyeliğine karşı çıkacaklardır. Bu durumda, Türkiye'nin, Avrupa'ya enerji nakli için önemli ve çeşitlilik adına vazgeçilmez olduğu argümanı çatırdıyor. Türkiye'nin AB üyeliğinin karşıtı da olunsa, destekleyicisi de olunsa, özellikle dış ve güvenlik siyaseti konularında sıkı bir ortaklık içinde olunmasının bir sakıncası yoktur. Türkiye ile ilgili sadece tam üyeliğe kilitlenmek, bunun ötesindeki bazı imkanların önünün kesildiği izlenimini doğurmaktadır. Bu konuda Türkiye, elini zayıflatmamak için (çok) fazla girişimde bulunmak istemiyor. Türkiye, tam üyeliğin altında bir seviyede de ortak çok şeyler yapılacağı izleniminin oluşmasını arzulamıyor. Avrupa'daki kuşkucu hükümetler ise fazla ortaklığı arzulamıyorlar. Hatta bu hükümetler, çıkar siyaseti gereği bazı alanlarda bile tam üyeliğin fiili olarak ön aşamaları olabilecek düşüncesiyle ortaklığa yanaşmıyorlar. Böylece karşılıklı olarak güvensizlik nedeniyle önemli fırsatlar kaçırılıyor. Mesela, Kafkasların istikrarı yani AB'nin dış sınırları konusunda." (Klaus-Dieter Frankenberger , 14/10)

 

NOT: Bu bülten, 14 Ekim 2008 tarihinde Genel Müdürlüğümüze ulaşan haber ve yorumlardan derlenerek hazırlanmıştır.

Bu döküman ab.gov.tr sitesinde bulunan makaleden otomatik üretilmiştir