2008-08-21 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

Son Güncelleme: 17 Eylül 2008

2008-08-21 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

ALMANYA BASINI

BERLINER ZEITUNG: "TÜRKİYE AVRUPA'YA YAKINLAŞIYOR"

BERLİN, 11/08(BYE)--- Tirajı günde 174 bin 592 olan liberal eğilimli Berliner Zeitung'un 9 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Thorsten Knuf imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının geniş özet çevirisi şöyledir:

--AB'nin Gelecekteki Değişimi Üzerine Fiktif, Spekülatif ve Sübjektif Bir Yazı--

2020 yılının yazındayız: AB tarihi bir genişlemeyle karşı karşıya. Türkiye beklenilenin aksine son 15 yılda istikrarlı, modern bir demokrasi haline gelmeyi başardı. Türkiye'nin AB ile yürüttüğü üyelik müzakerelerinde artık son aşamaya gelinirken, ülkenin yakın zamanda AB'ye üye olması için formal olarak fazla bir engel kalmadı. Avrupa'daki ekonomi çevreleri Brüksel'e baskı uygularken, Türkiye'nin gösterdiği büyüme hızından oldukça etkilenmiş durumdalar ve ülkenin bir an önce birliğe alınmasını talep ediyorlar.
Ekonomi çevrelerinin talebine birçok kesimden destek geliyor. Federal Almanya'nın SPD'li Dışişleri Bakanı Cem Özdemir (eski Yeşilli) zaten Türkleri gayet iyi anlayan birisi olarak tanınıyor. Bu arada Fransa'da Türkiye'yi bütün gücüyle desteklemektedir. Bu eskiden böyle değildi, zira Paris bir zamanlar Türkiye'nin AB üyeliğine kesinlikle karşı çıkıyordu. Cumhurbaşkanı Sarkozy ikinci görev süresinin sonlarına doğru Türkiye konusunda tavır değiştirerek, artık ülkenin AB üyeliğini destekler hale geldi.
Fransa'nın olumsuz yöndeki tavrının değişmesinde Ankara'nın Fransa'dan yedi adet atom reaktörü satın alması etkili oldu. Bunun yanı sıra Türkiye Fransa'dan 100 adet Airbus tipi uçak satın alıyor. Ayrıca Fransa'nın Total enerji şirketinin Türkiye'den geçen Nabucco enerji nakil hattından büyük oranda pay alması söz konusu.
Diğer AB üyelerinin büyük bir çoğunluğu da Türkiye'nin bir an önce birliğe alınmasından yanalar. Yeni üye ülkeler Sırbistan, Makedonya ve Bosna-Hersek Türkiye'nin üyeliğini frenliyorlar. Bu ülkeler, Arnavutluk ve Kosova'nın AB'ye üyelik tarihlerinin belirlenmesi durumunda Türkiye'nin üyeliğini onaylayacaklarından söz ediyorlar. Polonya ise Ukrayna ile müzakerelere başlanmasını talep ediyor.  

FRANKFURTER RUNDSCHAU: "GÜÇLERİN ÖZGÜR OYUNU"

BERLİN, 18/08(BYE)--- Tirajı günde 148 bin 161 olan sosyal demokrat eğilimli Frankfurter Rundschau gazetesinin 18 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Norbert Mappes-Niediek imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan, Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) Genel Başkanı Werner Faymann ile yapılan mülakatın ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

MAPPES-NİEDİEK: Gelecekte AB anlaşmalarının referandumlara sunulmasını mı istiyorsunuz?

FAYMANN: Evet. Mesele şu soruyla ilgilidir: İrlandalıların "hayır" cevabından sonra üçüncü kez oylama yapma durumu ortaya çıkarsa nasıl bir tepki göstermeliyiz? AB katılımında referanduma girmiştik. Koalisyon ortağımız ÖVP ile Türkiye'nin katılımı konusunda referanduma gidilmesini kararlaştırdığımız gibi, bir sonraki onayda da referanduma gitmek istiyoruz.

MAPPES-NİEDİEK: Bir diğer ifadeyle, AB Antlaşması İrlandalıların "hayır" cevabı nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmazsa, Avusturyalılar nedeniyle mi başarısızlıkla sonuçlanacak?
FAYMANN: İrlandalılar antlaşmayı onaylarsa, mesele halledilmiş olacaktır. Ancak Nice Antlaşması temelinde yeni bir antlaşma sunulursa, Sosyal Demokratlar referanduma gidilmesinden yana olacaklardır.

 

AVUSTURYA BASINI

DIE PRESSE: "TÜRKİYE... AB KATILIMINA DESTEK ARTIYOR"

ANKARA, 20/08(BYE)--- Avusturya'da yayımlanan Die Presse gazetesinin 19 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında, Ag. rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlayan haberin çevirisi şöyledir:

--Yapılan Son Kamuoyu Yoklamasına Göre, Türklerin Yüzde 66.2'si Ülkelerinin AB'ye Katılmasını İstiyor. Oysaki Daha Önceki Yıllarda Türk Halkının AB'ye Karşı Belirgin Bir Şüpheci Yaklaşımı Söz Konusuydu--

Ülkelerinin AB'ye katılımını isteyenlerin sayısında günden güne artış kaydediliyor. Bunu, Metropoll Enstitüsünün salı günü yayınladığı bir kamuoyu yoklaması ortaya çıkardı. Buna göre, Türklerin yüzde 66.2'si ülkelerinin AB'ye katılmasına destek veriyor. AB'ye katılım karşıtlarının oranında ise eş zamanlı olarak yüzde 38.3'ten yüzde 28'e düşüş kaydedildi. Kamuoyu araştırmasına 1.226 Türk katıldı.
Oysa geçen yıl Türklerin AB katılımına yönelik tutumunda belirgin oranda farklı değerler söz konusuydu. O zamanlar Türklerin ancak yüzde 55.5'i AB'ye üye olmayı destekliyordu. Özellikle geçen yılın meclis seçimleri sonrasında Avrupa politikaları milliyetçi gündem konularının gölgesinde kaldı. Ayrıca Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy gibi AB politikacıların Türkiye karşıtı açıklamaları da Türklerin AB coşkularını dindirdi.

--Yeni Reform Paketi--

Ankara'daki hükümet ise şu sıralarda reform sürecini yeniden canlandırmanın çabasında. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek pazartesi günkü kabine toplantısının ardından yaptığı açıklamada, sayısız alanlarda AB normlarını günlük yaşama yansıtacak önümüzdeki dört yıl boyunca 131 yasa değişikliğini öngören yeni bir reform paketinin müjdesini verdi. Çiçek'in açıklamalarına göre, söz konusu reform paketinde yargı sistemi, çevre politikaları, sendikal haklar ve parti finansman kaynakları gibi ana başlıklara ağırlık verilecek.

 

İNGİLTERE BASINI

THE FINANCIAL TIMES: "KAPIDAKİ DÜŞMAN"

ANKARA, 19/08(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Financial Times gazetesinin 18 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Virginia Rounding imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan kitap eleştirisinin çevirisi şöyledir:

Andrew Wheatcroft "Kapıdaki Düşman" adlı eserinin ana temasının korku olduğunu belirtiyor: Önce Avrupa'nın Türk korkusu, kitabın sonlarına doğru ise korkunun kendisi. Bu süreçte Wheatcroft iki soruya yanıt aramaya başlıyor: Birincisi, neden Habsburg ile Osmanlı o kadar uzun süre birbiriyle savaştı ve ikincisi, neden en sonunda savaşmayı bıraktılar?
Wheatcroft, Avrupa'nın Türk korkusunun izlerini 1071 yılında Doğu Anadolu'daki Malazgirt Savaşı'na kadar sürüyor. Wheatcroft, o zamandan bu yana Türk savaşçıların amansız gaddarlığı hakkında bir imaj oluştuğunu ve bu imajın 1453 yılında Konstantinopol'ün alınmasıyla daha da perçinlendiğini ifade ediyor.
Ancak kitabın asıl odak noktası bu eski savaşlar değil, Osmanlı'nın 1683'teki Viyana Kuşatması. Wheatcroft, kuşatma için yapılan hazırlıkları, Sultan IV. Mehmet ile Vezir-i Azam Kara Mustafa'nın kişiliklerini ve kuşatmayı detaylı bir biçimde anlatıyor.
Kitabın en ilginç bölümlerinden birinde savaşın nasıl başladığı ve uzun süren Osmanlı-Habsburg ihtilafı sırasında nasıl bir değişime uğradığı ele alınıyor. Avrupalılar açısından en korkutucu olanı, aslen Hristiyan kökenli olup 14. yüzyılda Balkan köylerinden toplanarak eğitilen ve İslam dinine geçirilen korkusuz Yeniçeriler idi. Diğer bir endişe kaynağı ise 15. yüzyılda Osmanlı ile ittifak yapan Tatarlar idi. Fakat savaşın niteliğinin değişmesiyle taktikler de değişti. 17. yüzyıla gelindiğinde çok az çatışma savaş alanında sonuçlanıyordu; pek çoğu surlarla çevrili şehirlerin kuşatılmasına neden oluyordu.
Uzun ve kanlı Viyana Kuşatması da böyleydi. Kuşatma Türklerin yenilgisiyle sonuçlandı ve galip taraf, İslamın ilerleyişini durdurma yetkisinin Tanrı tarafından kendisine verildiğine inanan Papa 11. Innocent'ın da desteğiyle "Avrupa için savaş" ilan etti.
"Avrupa için savaş" bir sonraki yüzyılın çatışmalarıyla devam etti. Wheatcroft'a göre, iki imparatorluğun tutumlarındaki değişiklik Napolyon Savaşları'ndan sonra süper güç statülerini kaybetmeleriyle gerçekleşti.
"Kapıdaki Düşman" içerdiği tüm detaylara rağmen yazarının emellerini tam anlamıyla karşılamıyor. Wheatcroft, alanının tartışmasız bir uzmanıdır, ancak iki konuyu karıştırmışa benziyor. Bunlar: Hristiyan Avrupa'nın eski Osmanlı İmparatorluğu korkusu ve modern Türkiye korkusu, (ki bu korkunun artık haklı bir tarafı yoktur) ile Batı'nın aşırı radikal İslamcı gruplara karşı olan korkusu. Ve her ne kadar Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinin, Türklerin Viyana yenilgisini tersine çevireceğini iddia edenler olsa da, "teröre karşı savaş"ı ortaya çıkaran korku, bu önyargıdan daha kapsamlı ve daha derin.

 

İSPANYA BASINI

EL PAIS: "TÜRKİYE... UZLAŞMAK MÜMKÜN"

ANKARA, 08/08(BYE)--- İspanya'da yayımlanan El Pais gazetesinin 6 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında, Barcelona Özerk Üniversitesi Çağdaş Doğu Avrupa ve Türkiye Tarihi Öğretim Üyesi Francisco Veiga imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Türk Anayasa Mahkemesinin hükümet partisini kapatmama kararı, Radovan Karadziç'in tutuklanmasıyla beraber, bu yazın en iyi haberlerinden biri oldu. Her ikisi de Avrupa katılım sürecinin yeniden ivme kazanmasıyla ilgili. Kötümserler, Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKP) sadece bir oyla kurtulduğunu söyleyeceklerdir, ancak gerçekte buradaki ve oradaki izler, felaketi önlemek için bir devlet anlaşmasının gerçekleştiğini gösteriyor. Ayrıca, AB'nin ihtiyatlı arabuluculuğunun, Balkanlar ve Anadolu'da ruhları yatıştırmak veya hatta hor kullanılan Avrupa katılım sürecine olan inancı yeniden sağlamak için en iyi ilaç olması çok muhtemel.
Yeniden hatırlatalım: Geçtiğimiz nisan ayında Anayasa Mahkemesi, Erdoğan liderliğindeki demokratik AKP hükümetinin olası "laiklik karşıtı" faaliyetlerden dolayı yasadışı olması gerektiğini iddia eden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının şikayetini kabul etti.
Aslında adli girişim intihardı, çünkü Brüksel ülkenin AB'ye giriş olasılıklarının arttığı bir sırada Türkiye'nin istikrarını bozan "laik", milliyetçi veya aşırı sağcı kesimleri affetmezdi. Zarar, yıkıcı olurdu. Zira bu muhalif kesimler birleşik bir cephe arz etmiyorlar, ayrıca modern bir siyasi projeye sahip değiller -Türkiye'yi AB'ye götüremeyeceklerdi-. Partinin kapanması ülkeyi istikrarsızlaştıracaktı.
Hal böyleyken hükümet kararlılığını sürdürdü ve baskıya aşırı sağcı entrikacıların bir dümenini engelleyerek cevap verdi: Ergenekon denen şebeke. Mesaj oldukça açıktı: Laik yapı gizli bir ajandaya sahipti -küçümsenen İslami hükümet değil-. Ancak karşı atak mantıktan yoksun olmasa da onu devam ettirmek temel olarak yakışıksız kalıyordu.
Diğer yandan bize "laik kesimlerden" veya "seküler muhalefet"ten genel şekilde söz ediyorlar bu da modernlikle ve hatta ilericilikle tanımlanıyor. Ancak söz konusu muhalefet, eski darbeci gelenekteki askerler ve muhafazakar hakimlerle de ortak. Gerçekte bu kesim -günümüzde nüfusun yüzde 27'sini içeriyor-, birçok Avrupa ülkesinde milliyetçi sağ olarak bilinen merkezi tutumlardan neofaşist eylemlere kadar bütünlenen şeyi tanımlıyor. Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi, Sosyalist Enternasyonal'deki varlığını tehlikede görüyor.
Geniş bir meclis çoğunluğuna sahip AKP, "ılımlı İslamcı" olarak addediliyor. Gerçekte Batı siyasi deneyiminin ışığında, ideolojik bir görünümle ve zamanında Avrupalı Hristiyan demokratların sahip olduğuna çok benzer şekle dayalı İslami demokrat olarak tarif edilebilirdi. Şimdiki hükümetin Türk solunu memnun etmediği aşikar ve böyle olması da normal.
Türkiye siyasi bir değişikliği engelleyen gerginlik durumuyla karşı karşıya. Askeri darbe, Kuzey Amerika'nın Orta Doğu siyasetini yeniden belirlemesine kadar bertaraf edilmiş görünüyor ve bunun için de seçimleri beklemek lazım. Ancak görünen o ki bu sesli koro, klasik Kemalizm dönemlerindeki kurumsal güçle ortaya çıkan sosyal bir sınıfın yakınmalarıyla ilgili. Diğer yandan 2002 yılından beri bayrağı devralanlar Brüksel'in desteğine güveniyorlar, bu da "laik" sağı daha da fazla gücendiriyor. Batılı ve modernlik temeliyle siyasi tutumlarını ifade ettikleri onlarca yıldan sonra Adalet ve Kalkınma Partisinin İslami demokrasisini destekleyen Avrupa Birliği ile karşı karşıya kalıyorlar. Hüzünlü bir şarkı.
Her halükarda siyasi çatışma, bir sağ ve bir merkez arasındadır. Mantıksal olarak her iki siyasi sınıf da "Türkiye'yi doğru yola sokmak için bunun yeterli olup olmadığı" sorusunda birleşen farklı orta sınıfları temsil ediyor.
En mantıklı amaç, bu ülkede siyasi sistemin yeniden şekillenmesi ve Türk gerçeğine uygun, geri gelmeyecek nostaljik devirlerden uzak, dengeli partilerden oluşan bir sistemin kurulması olmalıydı.

EL PERIODICO: "TÜRKİYE... DİPLOMASİNİN ZAFERİ"

ANKARA, 20/08(BYE)--- İspanya'da yayımlanan El Periodico gazetesinin 20 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında, Barcelona Özerk Üniversitesi Çağdaş Tarih Öğretim Üyesi Francisco Veiga imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

Hükümet partisini kapatmaktan vazgeçen Türkiye Anayasa Mahkemesinin kararı konusunda medyanın tepkisi genel olarak tutarsızdı. Birçok Batılı uzman ülkenin ve siyasi faktörlerin son 20 yılda değişmediğini sadece söz konusu kapatma davasının vuku bulmasıyla kalmayıp hatta bir devlet darbesi ihtimalinin mümkün olacağını da varsaydı. Toplumsal ve ekonomik olaylar ile uluslararası şartlar ülkelerin zaman içinde şekil değiştirmelerine neden oldu.
Diğer yandan Avrupa Birliği, Türkiye Anayasa Mahkemesinin iktidar partisini kapatmaması yönünde elinden gelen baskıyı yaptı. Ayrıca, ılımlı İslamcı hükümetin 10 yıl içinde AB'ye üye olmak için yapması gereken reformları durdurmuş olmasından dolayı olup bitenlerin yarı suçlusu olduğu yönündeki boş fikir de havada kaldı.
Söz konusu son krizin sürdüğü dört ay boyunca hükümet, Anayasa Mahkemesinin yapılanları laiklik ilkesine bir saldırı addetmesi nedeniyle iç siyasette bazı reformlarını durdurdu. Türbanlı öğrencilerin üniversitelere girişini kolaylaştıran kanunun Mecliste kabul edilmesi hakimlerin öfkelenmelerine neden oldu. Ayrıca, Erdoğan hükümetinin "Türk kimliğine", Cumhuriyet'e ve devlet kurumlarına hakareti üç yıla varan hapisle cezalandırmayı öngörün Türk Ceza Kanunu'nun tartışmalı 301. maddesinin reformuna da ivme kazandırdığından bahsetmekten kaçınılıyor. İslamcılıkla ilgili olmayan bu reform da laik milliyetçi kesimin öfkesine neden oldu.
Erdoğan hükümeti özellikle son aylarda dış politikada önemli bir değişiklik yaparak, Suriye ile İsrail arasındaki barış müzakerelerinde etkili rol oynadı. Bununla birlikte Kıbrıs sorununun üzerinde fazla durulmadı. Bunun biraz da şubat ayında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde komünist Rum Hristofyas'ın zaferiyle ilgili olduğu açık. Türkiye'nin AB'ye giden yolunda iki yıldır engel gibi düşünülen şey, şimdi çözüm yolunda. Bu nedenle de basın tarafından unutuldu.
Buna benzer bir şey de sadece bazı Batılı gazetecilerin dikkatle üzerinde durdukları Ermeni-Türk ayrılığında yaşandı. Erdoğan hükümeti geçen sonbahardan beri Ermenistan yetkilileri ile ihtiyatlı temaslar başlattı. O zamandan beri de Ermeni, Gürcü ve Azerilerle gizli diplomatik görüşmeler yapıldı. Nisan ayında Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Türkiye'nin Ermenistan ile ikili ilişkileri normalleştirmeyi savunduğunu açıkça söyledi. Daha sonra Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, 2010 yılında Güney Afrika'da yapılacak Dünya Kupası Futbol Şampiyonası elemeleri için 6 Eylül'de Erivan'da yapılacak, iki ülkenin karşı karşıya geleceği futbol maçı için Türk mevkidaşı Abdullah Gül'e diplomatik bir davette bulundu.
Türklerin AB'ye girmesine karşı olan Batılı uzmanlar, iki farklı sorun olmasına rağmen, 1915 Ermeni soykırımının Türk Hükümeti tarafından tanınması konusuna bu sorunu da eklemekte ısrar ediyorlar. Ermenistan ile yeniden iyi ilişkiler kurulması da Türk Hükümetinin Brüksel ile halletmesi gereken bir mesele. Böylece, Batı'daki Ermeni diasporasının çok sayıdaki siyasi enstitüsünün çıkarlarından dolayı çok kullanılan söz konusu tarihi tartışma da ortadan kalkacak.
Her halükarda son aylarda -ülkenin jeostratejik pozisyonuna bağlı olarak- en zor durumlarda bile oldukça mücadeleci davranan Türk diplomasisinin AB adaylığının önemli etkilerinden birini Brüksel'e gösterdiğini hatırlamak gerekir. Belki bir gün en hassas dönemlerde ülkenin siyasi olarak yoldan çıkmasını önlemeye katkıda bulunduğu kabul edilir.

 

KIBRIS RUM BASINI

FİLELEFTHEROS: "SADECE BİLGİLENDİRİCİ AÇIKLAMALAR TÜRKÇEYE TERCÜME EDİLECEK"

LEFKOŞA, 07/08(BYE)--- Bağımsız liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 7 Ağustos 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa Komisyonunun Kıbrıs'taki temsilciliğinden edinilen bilgilere göre, Avrupa Birliği'nin resmî hukuki metinlerinin değil, sadece bilgilendirici açıklamalarının Türkçeye tercüme edileceği belirtildi.
Temsilcilikten yapılan açıklamaya göre, Türkçenin AB'nin resmi dili olmamasından dolayı AB resmî hukuki metinlerinin Türkçeye tercüme edilmeyeceği kaydedildi.

FİLELEFTHEROS: "ÇATIŞMAYI KAZANDI, SAVAŞI KAZANMADI"

LEFKOŞA, 11/08(BYE)--- Bağımsız, liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 10 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Kostas Yennarais imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Erdoğan iddiayı kazandı, Kemalist kurulu düzenle arasındaki mücadeleyi kazandı. Ancak savaşı kazanmadı. General Büyükanıt'ın uyardığı üzere, generaller ve Kemalizmin koruyucularına ilişkin, onlar için AKP hakkındaki Anayasa Mahkemesinin kararıyla hiçbir şey değişmedi. Erdoğan'ın, Mahkemenin kararından sonra yaptığı yatıştırıcı açıklamalar hiç göz önüne alınmadı. Sadece Başbakan, zamanla hoşgörünün artmasını garantiledi. Bunun ne zamana kadar olacağını kimse saptayamaz. Tek bilinen şey bunun devamının olacağıdır.
Belirsizlik hâlâ devam ediyor. Öte yandan bunun içeriğinin ve sınırlarının belirlenmesi gerekiyor. Türk Devletinin farklı kurumları arasındaki basit bir anlaşmazlık kesinlikle söz konusu değil. Uzun zamandır Türkiye'yi durgunlaştıran, Avrupa'da yüksek ateş ve işgal bölgesinde soğuk algınlığı yaratan krizin sebepleri kişisel de değildir.
Çatışma, geleceğe ilişkin Türkiye'nin istikametini ilgilendiriyor. İdeolojik yollarını ve izleyeceği dünya görüşünü de ilgilendiriyor. Ancak risk belirleyici ve önemlidir: Kurucu Kemal Atatürk'ün öngördüğü varsayılan ve İkinci Dünya Savaşı'nın sonu ve sonrası ile özdeşleştiği varsayılan uluslararası ilişkiler sistemine mi dahil olacak, yoksa devamlı Batı'nın siyaset, medeniyet ve kültürüyle Kemalist felsefenin geçmişi arasında mı sıkışıp kalacak? Avrupa değerler sisteminin güvence altına alınmasını ve çağdaşlaşmayı mı seçecek yoksa; günahkâr geçmişin dogmalarına mı yapışıp kalacak? Bu sorulara belirli yanıtlar henüz verilmediği için, seçimler henüz kesinleşmedi ve mücadele devam edecek gibi görünüyor.
Örneğin, dış politikaya ilişkin Türkiye'nin Erdoğan'ın himayesindeki yaklaşımlarında 2002 yılından itibaren önemli derecede değişiklik saptandı. Aslında muhafazakâr Kemalist yaklaşımlar alaşağı edildi ve Türkiye çevreye karşı içe kapanık bir ülkeden; çevresel ve dünya çapında nüfuzu olan bir ülkeye dönüşüyor. Avni Doğru'nun, 24 Temmuz tarihinde Turkish Daily News gazetesindeki yorumu karakteristiktir: "Yeni (dış) politika temelinde Türkiye, komşu ülkelerle ve bunların ötesindeki ülkelerle ilişkilerin gelişmesine dair daha aktif ve daha yapıcı bir rol üstlenmek istiyor. Afrika, Asya ve Avrupa topraklarının kalbinde tarihî ve stratejik geçmişi olan büyük bir ülke olarak Türkiye, sadece tek bir kategoriye düşürülemeyen çok yanlı bölgesel özellikleri olan merkezî bir ülkedir."
2 Ocak 2008 tarihinde Ahmet Davutoğlu, CNN Türk'deki röportajında, "Türkiye, Nüfuz alanı kabiliyeti bakımından hem bir Ortadoğu, hem Balkanlar, hem Kafkaslar, hem Orta Asya, hem Hazar, hem Akdeniz, hem Körfez, hem de Karadeniz ülkesidir." dedi.
Yeni yaklaşımların önemli bir başlangıcı da "komşu ülkelerle sıfır sorun" kuralıdır ve bu kural Türkiye'nin komşusu olan ülkelerin tamamıyla -özellikle Suriye, Gürcistan ve Bulgaristan ile- ilişkilerinin düzelmesini sağladı ve aralarındaki ticaret hacmi miktarı arttı. Türkiye'nin komşu ülkelerle ticaretteki payı, 2000 yılında yüzde altıya kadar; 2007 yılında da yüzde 35'e kadar arttı.
Emekli Türk Albay Erdal Tatlı, Türkiye'nin Avrupa savunmasına katılma fikrinden, Avrupa Savunma ve Güvenlik Politikasından (ESDP) uzaklaştığını ve dikkatini başka yere çevirdiğini destekliyor. Avrupalıların, Türkiye'nin bu politikaya katılmasını desteklediği görünüyor. Çünkü silahlı kuvvetlerin yeniden düzenlenmesi, Avrupa savunma politikasına eşsiz olanaklar sunuyor.
Erdal Tatlı "Büyük bir revizyondan sonra NATO'nun yeni stratejik konseptine uygun geniş bir ateş gücüne sahip son derece hareketli bir kuvvete dönüştü. Türk ordusu, asker sayısını yaklaşık bir milyondan 650 bine düşürürken yapısını geliştirdi. Şu anda dört muharebe bölüğüne ek olarak Türkiye 45 muharebe tugayına sahip. 26 C130/C160 nakliye uçağı ile Türk ordusu kısa bir süre içinde ortak operasyon yürütmek için 50 bin asker konuşlandırabilir. Havadan yakıt ikmali yeteneğine sahip olan Türk Hava Kuvvetleri de denizaşırı operasyonlara katılabilir. Türkiye'nin, terörle mücadele operasyonlarında kullanılabilecek büyük sayıda jandarma, komando ve özel operasyon birimi var." diye yazıyor.
Aynı zamanda Avrupalıların askerî olanakları azalıyor. "Şu anda büyük AB ülkeleri savunmaya gayrisafi milli hasılalarının ortalama yüzde ikisini harcarken, ABD yüzde dördünü, Türkiye ise yüzde 5.3'ünü harcıyor". Türkiye, NATO'nun uzantısı olan bütün Batı Avrupa Birliği organlarına katıldı.

--Değişiklik İçin Önkoşul--

Türkiye'nin, -Avrupa'nın yapmakta zorlandığı- Avrupa'nın güvenlik ve istikrar sistemindeki boşluğu kapladığı açıktır. Belirli ülkelerin Türkiye'nin AB'ye üyeliğini bu kadar çok sıcak bir şekilde desteklemelerinin esas sebebi de budur. Öte yandan Türkiye, soğuk savaşın bitmesinden sonra, gerek askerî, gerekse diğer alanlarca Avrupa mekanizmaları içine dahil olduğu görünüyor, bunun sonucunda da bugün diğer yönlere doğru tam dönüş yapması düşündürücüdür. Ancak, Türkiye'de birçok kişinin müjdelediği siyaset değişimine ilişkin esas önkoşul, Kemalist devletin ve Kemalist ideolojinin sınırlanmasıdır. Türkiye'de belirli kişilerin müjdelediği reformlar ve Avrupalıların samimi bir şeklide bunu desteklemeleri, ayrı bir önem kazanıyor. İşte bu yüzden, Kemalist kurulu düzenin elde ettiği haklara ilişkin savaşı daha devam edecek.

--Yeni Bir Türkiye Kuruluyor--

Cüneyt Ülsever, 24 Temmuz 2008 tarihli yazısında şunları yazıyor:
"Birilerinin aşağıdaki temellerde yeni bir Türkiye kurma gayretleri su yüzüne çıkıyor.
1- Türkiye'nin muhafazakâr değerlerle, demokratik prensipleri birleştirmiş bir Orta Doğu ülkesi olmasıdır. Bunu gerçekleştirirse bölgenin başat ve lider ülkesi olabilir.
2- Ancak, bu model Batı'dan kopma modeli değildir. Tersine, Türkiye Batı'ya daha fazla yaklaşmalı ve tipik bir köprü modeli oluşturmalıdır. ABD'nin menfaati, AB üyesi, ama muhafazakâr bir Türkiye'nin yaratılmasıdır.
3- Muhafazakârlaşan Türkiye'nin laiklikten kopması beklenmemektedir. Laiklik artık Türkiye'nin genlerine sinmiştir. Amaçlanan, sert tepkili ulusalcı bir model olarak Kemalizmin budanması, ama İslam'ın her alanda yaşandığı modern Türkiye imajının yerleştirilmesidir.
4- Müesses nizam olarak Kemalizmi koruma ve kollama göreviyle hareket eden TSK'nın artık durumdan vazife çıkarma yetkisinin kaldırılması gerekir. Teknik donanımlı bir TSK'nın enerjisini içeriden çok dışarıda harcaması beklenmelidir.

 

YUNANİSTAN BASINI

PONTİKİ: "TÜRKLER SÜMELA MANASTIRINI TAHRİP EDİYOR"

ATİNA, 08/08(BYE)--- Tirajı haftada 14.714 olan Pontiki mizah gazetesinin 7 Ağustos 2008 tarihli sayısında ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:

Son zamanlarda Avrupa gazetelerinde yazılar yayımlayan, AB-ABD ilişkileri gibi tüm Avrupa'yı ilgilendiren konuların çözümü için katkıda bulunmaya çalışan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni'nin, komşumuz ve müttefikimiz ülkede bulunan, Yunan-Hıristiyan kültürünü yansıtan tarihi dini anıtların sistemli olarak tahrip edilmesine karşı Türk tarafına bir protesto mesajı göndermeye vakit bulamadığı anlaşılıyor.
Pontus'taki Sümela Manastırı'nın restorasyonuna katılan ve Yunan Dışişleri Bakanından daha hassas davranan Türk arkeologlar, "restorasyon" çalışmalarının Manastır'ın tarihi özelliklerini yansıtan unsurların değiştirilmesine yönelik olduğunu anlayınca çalışmaların durdurulmasını talep etti. Adamlar Manastır'ın tarihinin, duvar resimlerinin, Hıristiyanlık sembollerinin ve binaların mimari yapısının değiştirilmesine dayanamadı.
PASOK'un dört AB Parlamenteri (Kostas Botopulos, Katerina Batzeli, Stavros Lambrinidis ve Marilena Kopa) soru önergesi vererek konuyu AB Komisyonunun gündemine getirdi. Parlamenterler önergeyle söz konusu tarihi eserin aslına uygun restore edilmesine Komisyonun nasıl katkıda bulunabileceği, AB finansmanıyla ya da Hıristiyan eserlerin restorasyonunda deneyimi olan üstelik söz konusu Manastırla tarihi ve kültürel bağları olan Yunanistan'dan teknik alanda yardım almak vasıtasıyla yardımcı olup olamayacağı hakkında bilgi istedi.
Ancak, Yunan AB parlamenterleri bu konuyu gündeme getirirken, Türkiye'de görevli diplomatlarımızın orada ne yaptıkları ve Dışişleri Bakanlığına konu hakkında bilgi verip vermedikleri gibi sorular doğal olarak gündeme geliyor. Çünkü, Türk basınında kısa bir süre çıkan haberlerde, Türkiye Kültür Bakanlığının gözetimi altında devam eden tarihi Sümela Manastırı restorasyonunda, manastırın dini karakterini değiştiren kabul edilmesi imkânsız müdahaleler olduğuna dair suçlamalar yer aldı. Çalışmalarda duvar resimleri, Hıristiyanlık sembolleri, binaların mimari yapısı değiştiriliyor, üstelik yapılan ciddi teknik hatalar nedeniyle anıtta çatlakların oluştuğu da tespit edildi.
Trabzon Müzesi Müdürü tarafından yapılan açıklamaya göre, restorasyonun neticesi o kadar kötü ki, çalışmaların sıfırdan tekrar başlatılması gerekir. Türk arkeologlar ve turizm alanındaki yetkililer de buna benzer görüşler dile getirerek, anıtın tamamen değişmesini engellemek amacıyla çalışmaların durdurulmasını talep ettiler.
Türkiye'nin kültürel mirasa saygı çerçevesinde AB karşısında üstlendiği yükümlülükler, komşumuz ülkenin tam üyeliğini destekleyen Dora Bakoyanni'ye göre, Avrupa'ya girmesi için konulan ön şartlar içinde yok mu?

 

MAKEDONYA BASINI

NOVA MAKEDONIJA: "YUNANLARIN YÜZDE 80'İ TÜRKİYE'NİN AB'YE GİRMESİ KONUSUNDA VETO UYGULANMASINDAN YANA"

ANKARA, 15/08(BYE)--- Makedonya'da yayımlanan Nova Makedonija gazetesinin 15 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Yunanistan'da yapılan bir ankete göre, Yunan vatandaşlarının yüzde 80'i Türkiye'nin AB'ye girmesinin herhangi bir şekilde söz konusu olması ihtimaline karşı, ülkelerinin veto uygulamasından yana olduklarını dile getirdi.
Ankete katılan vatandaşların yüzde 18'i ise Atina'nın veto uygulamaması gerektiğini savunuyor. Geriye kalan yüzde 2'lik kısım da bu konuyla ilgili herhangi bir tutumlarının olmadığını söylüyor.

 

ABD BASINI

THE CHRISTIAN SCIENCE MONITOR: "TÜRKİYE'DE KÖPRÜLERİ KURMAK"

ANKARA, 07/08(BYE)--- ABD'de yayımlanan The Christian Science Monitor gazetesinin 7 Ağustos 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan başyazının çevirisi şöyledir:

Demokratik ve Müslüman Türkiye büyük dünyamızda İslam ve Batı arasında hayati bir köprü görevi görüyor. Türkiye, İsrail ile Suriye ve ABD ile İran arasındaki görüşmelere arabuluculuk yaptı. Ülke, Avrupa Birliğine katılmayı hedefliyor. Ancak şu sıralar kendi içinde bazı ciddi köprüler kurmak zorunda.
71 milyon nüfusa sahip bu NATO ülkesinin bir ucu Avrupa'da öteki ucu ise Orta ve Yakın Doğu'nun en sorunlu bölgelerinde. Ancak ülke aylardır Müslüman-Batı farklılıklarıyla boğuşuyor. Neyse ki geçen hafta Türkiye Anayasa Mahkemesinin verdiği sürpriz karar ülkeyi uçurumun eşiğinden döndürdü.
Anayasa Mahkemesi ılımlı İslamcı, popüler iktidar partisi AKP'yi kapatmama kararı aldı. Ancak 11 yargıcın 10'u partiyi "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" ilan ederek, partiye yapılan devlet yardımının yarısını kesti.
Mahkeme aslına bakılırsa Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve partisini deneme sürecine soktu. Kadınların devlet üniversitelerinde başörtüsü takmasına izin vermek gibi İslami kararlar artık kamuoyu gündemine taşınmayacak. Mahkeme bu kararı geçen aylarda feshetmişti. Mahkeme çağdaş Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün laik geleneğine -din ve devlet ayrımına- son derece bağlı.
Ancak mahkemenin kararı toplumda İslam ve laiklik arasında varolan tansiyonu iyice yükseltti. Zıtlıklar sokakta belirgin bir şekilde gözlemlenebiliyor. Askılı bluzla gezenlerin yanında kara çarşaflılar... Bu zıtlık yasalarda da yer alıyor. Kürtaj serbest kılınırken başbakanın eşi başörtüsü takmasından ötürü askeri tesislere alınmıyor. İslamcı-laik bölünmesi geçen yıl toplu protestolara neden oldu.
Müslüman Türklerin son yıllarda dinlerine giderek daha düşkün olması bu gerilimi artırdı. Ancak Başbakan artık bu kutuplaşmanın sona ermesi için bir şeyler yapabilir.
Erdoğan'ın atabileceği belki de en önemli adım, AB katılım müzakerelerine yeniden odaklanmak olacaktır. AB öne sürdüğü üyelik şartlarıyla -ekonomi ve insan hak ve özgürlükleri açısından- önemli bir reform aracı görevi görüyor. Bu konuda daha fazla ilerleme kaydedilirse Türklerin dini ve laik söylemleri güvence altına alınabilir.
AB, Türkiye'nin uzun süredir devam eden katılım müzakerelerine daha somut bir destek verebilir. AB, Avrupa standartlarının Hristiyan Demokrat partilerin yükselişe geçmesini sağladığını unutmamalıdır. Neden Müslüman partiler de geçmesin?
Başka adımların da atılması gerekiyor. Örneğin, yeni Türk Anayasası uygun bir güçler ayrılığı mekanizmasına sahip olursa, güven açığı daha etkili bir şekilde kapanabilir.
Erdoğan, Türklerin tamamına ulaşır ve İslamcılar ile laikler arasındaki uçurumu kapatmaya çalışırsa, Türkiye dünya üzerinde çok daha iyi köprüler kurabilir.


THE NEWSWEEK: "YENİ TÜRKİYE HAYALİ"

ANKARA, 11/08(BYE)--- ABD'de yayımlanan haftalık Newsweek dergisinin 9 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında, Soner Çağaptay imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

--Mahkemenin Almış Olduğu Karar, İslami Partilere ‘Mazlum' Yaftasını Kazandırdı"-

Bu yazın başında Ankara'ya gelişimden bu yana hoş bir Türkiye hayali kurmaktayım. Hayır; hayalim Akdeniz'in turkuaz sularında bir yatla deniz gezisine çıkmak değil. Benim hayalim daha ziyade, Anayasa Mahkemesinin laik düzeni ihlal etmekten dolayı kapatmak yerine para cezasına çarptırdığı AKP ile ilgili siyasi bir hayaldi. Kurduğum hayalde İslami kökenlere sahip AKP, liberalizmi tamamıyla kucaklıyor ve Türkiye'de laiklik ile demokrasi arasında kalıcı bir denge kuruyor. Hayalim öyle ütopik bir düş değil. Anayasa Mahkemesi İslamcı bir partiye ne zaman yaptırım uygulasa, parti daha ılımlı bir siyasi hareket olarak yeniden kurulur. Mahkemenin yeniden vücut bulan İslamcı partilere tepkisi hep daha yumuşak olmuştur. Mahkeme geçmişte AKP'nin daha katı İslami selefleri, Refah ve Fazilet Partilerini kapattı. Ancak bu kez mahkeme, çok daha ılımlı olan AKP'ye karşı -partinin daha da ılımlı olacağını temenni ederek- hafif bir ceza verdi.
AKP'nin sicili bana öyle de olacağı yönünde umut veriyor. Mahkeme, 2001'de Fazilet Partisini laiklik karşıtı faaliyetleri nedeniyle kapattığı zaman, AKP nefes aldırmak üzere ortaya çıktı; açık biçimde İslamcılıktan kaçındı. Laik demokrasiye, Batı'ya ve değerlerine saygı duyduğunu ifade etti. Böylece durum daha iyiye bile gitti. 2002'de iktidara gelmesinin ardından AKP, liberal bir reform gündemi ve iş dünyası yanlısı politikaları takip ederek Türkiye'nin AB'ye üyelik girişimlerini ileriye götürdü. Parti, çoğulcu demokrasi anlayışıyla ve İslamcı geçmişine dair endişeleri bertaraf ederek farklı seçmen kitlelerine ulaştı. AKP bir süreliğine İslam ve demokrasi arasında liberal bir denge bulan ve Türkiye'yi Batı'ya taşıyan bir parti gibi göründü.
Ne yazık ki üç açıdan bunun bir serap olduğu ortaya çıktı. Öncelikle, 2005'te Türkiye'nin AB'yle üyelik görüşmelerine başlamasının ardından, AKP'nin AB iştahı kesildi. AKP, üyelik görüşmelerinin ciddi reformlar yapılması anlamına geldiğini gördü ve AB hayalini takip etmekten vazgeçti. Dahası, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 2005 Kasım ayında Türk üniversitelerindeki İslami tarz başörtüsü (türban)yasağını destekleyen bir karar alması, o güne dek Türk laikliğini yeniden tanımlamak konusunda Avrupa'ya güvenebileceğine inanan AKP'yi hayal kırıklığına uğrattı. İkincisi AKP liberal, eşitlikçi demokrasiyi -bir takım özgürlükleri isterken, bazılarını göz ardı ederek- bir seçmeli menü gibi görmeye başladı. Örneğin parti bir yanda kadınların üniversite kampüslerinde türban takmalarını yasaklayan yasayı kaldırma girişiminde bulunurken, öte yanda din etkisinde politikalar uygulayarak kadınların istihdamında düşüşe yol açtı. Batılı değerlerin AKP yönetimi esnasında aşınması, partinin İslamcı geçmişine ilişkin endişeleri alevlendirdi ve Türkiye bu partinin destekçileri ile muhalifleri arasında ikiye bölündü. Üçüncüsü, AKP çoğulcu bir demokrasi anlayışından, çoğunlukçu bir anlayışa kaydı. Parti, 2007 Temmuz ayında yapılan seçimlerde oyların yüzde 47'sini kazanmasının ardından arkasındaki halk desteğini, demokratik güçler birliği mekanizmasını göz ardı etme ve medya, sivil toplum örgütleri, mahkemelerle iş dünyasındaki muhaliflerini bezdirme yolunda açık bir çek olarak yorumlamaya başladı. Bu gelişmeler üzerine ülkenin laik Başsavcısı Anayasa Mahkemesine, AKP'ye Anayasayı ihlal ettiği gerekçesiyle yaptırım uygulanması talebiyle dava açtı. Gerilim yükseldi; hatta bazı yaygaracı siyaset uzmanları, bu "yargı darbesi" aracılığıyla Türkiye'nin dibi görünmeyen bir demokrasi uçurumuna yuvarlanmakta olduğunu bile ileri sürdüler.
Ancak bu uzmanların yanlış düşündüğü ortaya çıktı. Anayasa Mahkemesinin AKP'yi deneme sürecine alması Türk demokrasisinin hala canlı olduğunu gösterdi. İşte benim hayalim tam burada devreye giriyor. Temelleri dine dayalı partilerin talihi, mahkemenin bu kararıyla Türk demokrasisi lehine döndü. Parti talihini, AB yanlısı samimi bir siyasi program benimseyerek ve Türkiye'de ekonomik ve sosyal reformlar gerçekleştirerek değiştirebilir. Parti, liberalizmi tam kapsamıyla -çoğulcu demokrasi, laik politika ve görüş ayrılığına saygı göstererek- uygulayabilir. AKP ayrıca cinsiyet eşitliği politikalarını da destekleyebilir. Tüm bunlar hayalimin gerçeğe dönüşmesini sağlayacak. Türkiye, herkes için liberal, laik ve demokratik bir ülke olacak.
AKP mahkemeye karşı çıkıp çoğunlukçu demokrasi eğilimlerini güçlendirme yoluna da gidebilir. İslami partiler aleyhindeki adli davalar bu partileri ılımlı hale getirmenin yanı sıra partileri daha popüler hale getirmiş, siyasi gündemin merkezine oturtmuş ve partilere "mazlum" yaftasını kazandırmıştır. Recep Tayyip Erdoğan mahkemenin kararına yönelik sitemlerini çoktan belirtti. AKP bundan böyle sınırlı bir demokrasi anlayışını benimseyip güç dengelerini ve AB girişimini göz ardı edebilir. AKP böyle bir anlayışı benimser, kadınların istihdam edilmesine, alkol tüketimine ve laik eğitime karşı çıkarsa Türkiye'yi ikiye bölecektir. Bu tip gelişmeler mahkemenin AKP aleyhinde sert ve kaçınılmaz bir karar vermesine neden olacaktır -parti belki de kapatılabilir. Bu durumda Türkiye'de temelleri dine dayanan partilerin kaderi demokrasi yolundan uzaklaşacak ve benim de hayalim bir kabusa dönüşecek.

 

AZERBAYCAN BASINI

ZAMAN: "TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİ YEDİ YIL İÇERİSİNDE GERÇEKLEŞEBİLİR"

BAKÜ, 07/08(BYE)--- Tirajı altı bin olan ve haftada üç kez yayımlanan iktidar eğilimli Zaman gazetesinin 7 Ağustos 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevrisi şöyledir:

Tatil yapmak için eşi Nevin Sungurlu'nun ailesinin Yalova'daki yazlığına gelen Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Joost Lagendijk, gazetecilere, Türkiye'nin AB'ye entegrasyonu konusuyla ilgili görüşlerini açıkladı. Göreve başladığı günden beri Türkiye'nin Avrupa'ya entegrasyonundan yana tutumuyla bilinen Lagendijk, Ankara'nın bu arzusunun iki taraf için de çok faydalı olduğunu bildirdi. Bazı Avrupa liderlerinin, Türkiye'nin önünü kesmek istediklerini söyleyen Joost Lagendijk, Avrupa'nın Türkiye'ye daha çok ihtiyacı olduğunu vurguladı.
Türkiye'nin, Orta Doğu'daki gelişmelere müdahale, aynı zamanda bölgede barış ve istikrarın sağlanması açısından alternatifi olmayan bir güç haline geldiğini ifade eden Eş Başkan, AB'nin, Ankara gibi bir müttefikle işbirliği yapması halinde, bölgede nüfuz kazanacağını belirtti. Lagendijk, Türkiye'nin AB üyeliğiyle ilgili kesin bir tarih söylemese de, üyeliğin, gelecek 7-10 yıl içerisinde gerçekleşeceğine inandığını kaydetti ve Türkiye'nin, bu yolda karşılaştığı engelleri aşması ve ülkede demokratik ortamın tam olarak sağlanması için çaba göstermesi gerektiğini sözlerine ekledi.

NOT: Aynı haber Halk Cephesi gazetesinde de yer almıştır.

 

BAHREYN BASINI

GULF DAILY NEWS: "TÜRKİYE BIÇAK SIRTINDA"

ANKARA, 08/08(BYE)--- Bahreyn'de İngilizce yayımlanan Gulf Daily News gazetesinin 8 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında, Patrick Seale imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

Orta Doğu'dan sonunda iyi haberler geldi. Türkiye Anayasa Mahkemesi üç günlük hararetli tartışmayı takiben 30 Temmuz tarihinde verdiği kararla iktidar partisi AKP'yi 'laiklik karşıtı eylemler'den ötürü kapatmadı ve liderlerine siyaset yasağı getirmedi.
Mahkeme bunun yerine partiyi, verilen yıllık devlet yardımının yarısını keserek cezalandırmaya karar verdi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve 69 parti mensubu açıkça bir zafer elde etmese de sonunda cezadan kurtuldu.
Mahkemenin bu kararı Türkiye'yi büyük bir siyasi ve ekonomik krizin eşiğinden döndürdü, aynı zamanda AKP'ye ülkenin laik seçkinlerinin hassas noktalarını ve endişelerini göz ardı etmemesi için bir uyarı verdi.
Dava, Türkiye'deki derin ayrılıkları bir kez daha gözler önüne serdi. Bir yanda İstanbul ve Ankara, öte yanda AKP'nin büyük destek elde ettiği geniş Anadolu toprakları.
Dava, şehirli seçkinler ile kırsal kesim seçmeni arasında, Kemalistler -çağdaş Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün mirasına sadık olup devletin dinden önce geldiğini savunanlar- ile İslami inanç ve geleneklere göre yaşayan muhafazakarlar arasındaki mücadelenin bir göstergesi.
Ancak olay bu kadar basit değil. Erdoğan, Gül ve parti üyeleri dindar Müslüman olsalar da aynı zamanda Batı yanlısı bir tutum içerisinde, piyasayla uyumlu hareket eden reformcu kişiler. Bu reformcular Türkiye ekonomisini canlandırmak, ülkeyi Avrupa Birliğine hazırlamak ve uzun süreli Kıbrıs ihtilafında uzlaşı sağlamak için sadık Kemalistlerden çok daha fazla şey yaptılar.
Erdoğan'ın hükümeti idam cezasını da kaldırdı ve işkenceyi suç kabul etti.
AKP'nin çağdaşlık ve ılımlı İslam anlayışını, Müslüman mirasını küreselleşmenin taleplerine adapte etme arayışında olan diğer Orta Doğu ülkelerine örnek teşkil edebilecek şekilde başarıyla bağdaştırıp bağdaştırmadığı tartışılır.
Türkiye'nin asıl mücadelesi laikler ve muhafazakar Müslümanlar arasında değil, iki rakip güç grubu arasında gerçekleşiyor olabilir.
Bir yanda sahip oldukları yetkinin ayrıcalıklarını uzun süredir kullanan Genelkurmay Başkanlığı ile iş dünyası ve bürokrasideki yandaşları, öte yanda yaklaşık altı yıldır AKP iktidarının yarattığı ekonomik büyümeden faydalanarak Anadolu'nun gelişen şehirlerinde yükselişe geçen orta sınıf.
Türkiye Anayasa Mahkemesi, Başkan Haşim Kılıç ve 11 yargıçtan oluşuyor. Yargıçların çoğu Türkiye'nin eski cumhurbaşkanı olan aşırı milliyetçi ve laik Ahmet Necdet Sezer tarafından atanmış.
AKP'yi kapatmak için 11 yargıcın yedisinin partiyi suçlu bulması gerekiyordu. Ancak sadece altı tanesi suçlu buldu.
Haşim Kılıç kapatma kararının aleyhinde oy kullanarak Türkiye dışında bile hayati sonuçları olabilecek karışıklığa bir son verdi.
Başbakan Erdoğan'ın şu an laikleri gizli bir İslami gündem takip etmediğine ikna etmek gibi zorlu bir görevi var.
Bunu yapmanın bir yolu kabinesini dağıtıp merkeziyetçi ve liberal kişileri görev başına getirmek olabilir.
Erdoğan aynı zamanda laikliği savunma görevinin ne kendisinden önce, ne kendisiyle, ne de sonrasında değişmeyeceğini belirten Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın ordusunu da hoş tutmak zorunda.
Türkiye bölgesel bir güç, Orta Asya ve Akdeniz arasında bir enerji merkezi, Suriye ve İsrail arasında arabulucu ve 2003'te ABD'nin Irak'a toprakları üzerinden asker göndermesine karşı çıkacak kadar sağduyuya sahip bir NATO üyesi.
Türkiye'nin Avrupa Birliğiyle yaşadığı sorunlar -ki bu sorunların çoğu Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin Türkiye'nin katılımına karşı olmasının sonucu- Erdoğan'ın reform programının geçen sene duraksamasına neden oldu.
Anayasa Mahkemesi tehdidi artık geçmişte kaldığına göre -en azından şu an için- Türkiye ve Avrupa Birliği müzakerelere devam etmeliler.
Türkiye'nin AB'ye katılımı Avrupa'yı askeri ve ekonomik açıdan güçlendirecek, Türk demokrasisini sağlamlaştıracak ve Batı ile İslam dünyası arasında oldukça ihtiyaç duyulan bir köprü kurulmasını sağlayacaktır.

 

BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ BASINI

GULF NEWS: "AB, SURİYE'Yİ KAZANMAK İÇİN DAHA ÇOK ÇABA HARCAMALI"

ANKARA, 15/08(BYE)--- Birleşik Arap Emirlikleri'nde yayımlanan Gulf News gazetesinin 14 Ağustos 2008 tarihli internet sayfasında, Marwan Kabalan imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

Geçen hafta Avrupa Birliği Parlamentosunun Sözcüsü Hans-Gert Pottering Şam'a üç günlük bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret, AB ile Suriye arasındaki sorunlu ilişkiler döneminin sonuna işaret ediyordu. Aynı zamanda AB içinde Suriye'ye yaklaşma girişimlerini savunanlar, Suriye'yi dışlama yanlıları karşısında kazanmış oldular.
Son birkaç yıldır Suriye ile AB ilişkileri, güvensizlik ve husumetle gerilmiş durumdaydı. Ancak taraflar arasındaki ilişkiler, son aylarda istikrarlı bir hızda iyileşmektedir. AB, Lübnan'da iki yıl süren anayasal krizin çözümünde Suriye'nin rolünü takdir etti. Ayrıca Türkiye'nin aracılığıyla İsrail ile Suriye arasındaki barış görüşmelerinin yeniden başlamasını da memnuniyetle karşıladı. AB dönem başkanı Fransa, Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad'ı temmuz ayında Paris'te düzenlenen AB-Akdeniz zirvesine iyi niyet göstergesi olarak davet etmişti. Esad, Fransız Devrimi'nin yıldönümünde düzenlenen askeri gösterilere de katılmıştı.
Şam'a elini uzatan AB'nin, Suriye'nin bölgesel politikalarında daha fazla değişiklik gerçekleşmesi için çabaladığı görülüyor. Bu değişiklikler arasında başta Suriye'yi, Batı'nın bölgedeki en önemli düşmanı İran'dan uzaklaştırma var. AB, Suriye'yi dışlamanın ve ona karşı "istenmeyen" tutumunu takınmanın aslında geri teptiğini anlamaya başlamış olabilir. Bu tür bir tutum, Şam'ı İran'a daha fazla yaklaştırmakla kalmadı, Şam'ı Tahran'ın ekonomisine ve siyasi desteğine daha da bağımlı kıldı.
Halbuki Suriye, Barcelona Sürecine tabi diğer dokuz Akdeniz ülkesi arasında, AB ile işbirliği anlaşması imzalamayan tek uzun süreli ortak. Fransa'nın anlaşmayı imzalaması yönündeki baskısına rağmen -Suriye'ye- İngiltere ve Almanya hala ayak diretiyor. Londra Şam'dan, yabancıların ülkeye sızıp koalisyon güçlerine saldırmalarını önlemek için Irak sınırlarında daha sıkı önlemler almasını talep ediyor. Bunun yanında Şam'dan, Irak'ın Nuri el Maliki hükümetiyle ilişkilerini normalleştirmesini ve Tahran ile ittifakını bozmasını da talep ediyor.
Diğer yandan Almanya daha çok Suriye'nin iç politikasına odaklanıyor ve tam işbirliğinin ön koşulları olarak Şam'ın insan hakları sicilini iyileştirmesini, siyasi tutukluların serbest bırakılmasını ve muhalif gruplara karşı sert tutumunu değiştirmesini talep ediyor.
Aslında temas kurmak, teşvik politikası ve cezbetme her zaman Avrupa'nın dış politika araçları olmuştur; her ne kadar bu tür araçlar bazıları tarafından kabul edilemez tavizler vermek şeklinde görülse de çoğu durumda başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin AB, Birliğe kabul etmeyi vaadettiği Türkiye'de kapsamlı reformlar yapması için hükümetin desteğini kazanarak, ülkenin iç ve dış politikasında temel bir değişim sağladı. Türk hapishanelerinde hala ara ara yaşanıyor olsa da kötü muamele ve şiddet olayları artık sistemli değil. Ordu şimdiye dek ılımlı İslamcıları iktidara getiren halkın iradesine saygı duydu, yolsuzluğa karşı önlemler hakiki ve etkili oldu ve başta Kürtler olmak üzere azınlıkların bugün daha çok hakkı var. AB'nin dış politika konusunda yaklaşımı, Türkiye'yi Yunanistan ve Ermenistan gibi komşularıyla sorunlarını çözmek için askeri güç kullanmaya daha az meyilli hale getirdi.
AB'nin Türkiye deneyimi ve Birliğin Türkiye'nin demokrasisi ile dış politikası konusundaki çalışmaları, -AB'nin- Suriye ve Arap dünyasının geneliyle ilişkilerinde örnek model teşkil etmelidir. Suriye Hükümeti Amerikan baskısını hafifletmek için Avrupa ile bir işbirliği anlaşması imzalamaya şimdi daha hevesli. Suriye ayrıca makul bir çözüme ulaşma hususunda daha pragmatik düşünüyor ve daha istekli. Öte yandan AB, Suriye'nin Türkiye örneğini takip etmesini ve iç ve dış politikasında reforma gitmesini istiyor. Bunun başarılması halinde, bir takım teşvikler önerilmelidir. Teşvikler, Suriye'nin uluslararası toplumlarla bütünleşmesine ve tartışmalı bölgesel politikalarını terk etmesine katkıda bulunabilir. İşbirliği anlaşmasının kabul edilmesi, Avrupa'nın Şam ile ilişkilerini gözden geçirme sürecindeki ilk adım olmalıdır.

 

MISIR BASINI

EL KAHİRE: "TÜRKİYE'DE ANAYASA MAHKEMESİNİN UYARISI SONRASI İKTİDAR PARTİSİ DEVLETİN LAİKLİĞİNİ KORUYACAĞI SÖZÜNÜ VERİYOR"

KAHİRE, 10/08(BYE)--- Tirajı haftada 100 bin olan ve Mısır Kültür Bakanlığı tarafından çıkarılan el Kahire gazetesinin 6 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Sena Fuat Abdullah imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

Türk Anayasa Mahkemesi, Cumhuriyet Başsavcısının iktidar partisi AKP'nin kapatılması istemiyle açtığı davada, partinin aldığı hazine yardımının yarısından mahrum edilmesi, Türk devletinin laik ilkelerini bir daha ihlal etmemesi için uyarılması kararına vardı.
Bu kararı yorumlayan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin laiklik dahil devletin bütün değerlerine bağlılığını sürdüreceği sözünü vererek, yüce mahkemenin kapatmama kararının, Türkiye'nin istikrarını koruduğunu söyledi.
AKP, üniversitelerde türban yasağını kaldıran yasal düzenlemeyi gerçekleştirerek laik çevrelerin büyük tepkisine yol açmıştı. Gerçi, Anayasa Mahkemesi bu yasal düzenlemeyi iptal etmede zorlanmadı. Ancak, İslami eğilimli partinin laikliğe karşı uygulamalarda bulunma suçundan kapatılması için açılan dava öyle olmadı. Kaldı ki böylesine bir davada kapatma kararı, Temmuz 2007 seçimlerinde halkın yüzde 47'ye varan bir oy oranıyla güvenini kazanan bir iktidar partisini ortadan kaldırma ve Türkiye'yi tehdit etmeye başlayan siyasi çöküntüye davetiye çıkarma olacaktı.
Anayasa Mahkemesinin, kapatmama kararının ardından hissedilen nispi yumuşama ve temkinli iyimserliğe rağmen birçok kanaat önderi, hala külün altında yanan ateşin sürdüğü görüşünü koruyor. Örneğin muhalefet partisi CHP'nin lideri, AKP'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğunun kanıtlandığını ön planda tutuyor. Ayrıca Türkiye Genelkurmay Başkanının, Türk ordusunun laiklik konusunda duruş ve görüşlerinin değişmeyeceğini vurgulaması birçok yoruma açık gibi gözüküyor.
Öte yandan, AKP'nin "zafer" duygusunun güdüsüyle yapacakları veya yapmayacakları şimdiden bazı sinyaller vermeye başladı. Türkiye Başbakanlığına yakın kaynaklar, Başbakan Erdoğan'ın, partisinin yeni siyasi stratejisinin hazırlığı olarak kabinede değişiklik hesapları yapmaya başladığını ve partinin geleceğe yönelik planlarının başında, Anayasa Mahkemesinin siyasi rolünü ve yetkilerini kısıtlamak amacıyla bazı anayasal değişiklikler yapmak geldiğini konuşmaya başladılar.
Kuşkusuz Türk elit, çok yönlü eğilimleriyle birlikte AB ülkelerinin, Türkiye'de siyaset tablosunun değişimlerini yakından izlediklerini çok iyi biliyor. Batı demokrasilerinde en tiksinilen olaylardan biri, çok olağanüstü durumlar gerektirmedikçe, siyasi partilerin kapatılması veya yasaklanmasıdır. Ayrıca AB'nin görüş açısına göre AKP, İslamiyet ile modern siyaset arasında bir uzlaşı olan zor denklemi gerçekleştirebildi. Kaldı ki Avrupalıların korkusu, Türkiye'de İslamcı-laik siyasi çatışmanın, ordunun yeniden politikaya soyunmasına neden olabilmesidir. Özellikle Türkiye'de bazı kesimler, krizin rayından çıkması halinde noktalanması için ordunun devreye girmesini bekliyor.

 

JAPONYA BASINI

NIHON KEIZAI SHIMBUN: "TÜRKİYE'YE FİNANSMAN YARDIMI"

TOKYO, 18/08(BYE)--- Tirajı günde 3 milyon 46 bin olan muhafazakar eğilimli Nihon Keizai Shimbun'un 18 Ağustos 2008 tarihli sayısında, Arisa Yoshida imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Londra çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Orta ve Doğu Avrupa ile eski Sovyet ülkeleri kapsayan bölgede piyasa ekonomisine destek veren Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) yeni Başkanı Thomas Mirow, Nikkei gazetesine, kredilendirme politikasında değişikliğe gidileceğini ve bunun eski Sovyet ülkeleri dışındaki ilk örneğinin Türkiye olacağını açıkladı. Eski Sovyet ülkeleri içerisinde gelişen ülkelere ilişkin "yatırım ve kredilerimize yönelik talep artmaktadır" değerlendirmesinde bulundu. Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası bu yılki kredi yardımlarının, piyasalarda yaşanan karmaşanın etkisi ile 2007 yılına göre azaldığına işaret etti.
Başkan Mirow, Türkiye'ye kredi yardımına ilişkin değerlendirmenin devam ettiğini belirterek, ekim ayında resmi karar alınmasının ardından, 2009 yılında yerel şubenin açılacağını ifade ederek, yerel hükümetin kamu girişimleri ile küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşlarına yönelik kredilendirmenin söz konusu olacağını belirtti.

NHK BS-1: "ŞU ÇILGIN TÜRKLER"

TOKYO, 19/08(BYE)--- NHK Uydu kanalı BS 1'de 6 Ağustos 2008 tarihinde, saat 17.00'de "Asya Kavşağı" adlı programda yayımlanan söyleşinin çevirisi şöyledir:

SORU: 1923 yılında ülke kurulduğundan beri, din ve devlet işlerinin birbirinden tamamen ayrılmasına dayanan laiklik ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalan Türkiye'de, bugün "laiklik" ilkesi bir dönemecin eşiğinde... Geçen şubat ayında İslami yanı güçlü iktidardaki AKP, kız öğrencilerin üniversitelerde türban takmasına izin verecek anayasa değişikliği tasarısını onayladı. Bu durumu dikkate alan Cumhuriyet Savcısının, laiklik ilkesine aykırı faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle AKP'nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesinde dava açması ülkenin ikiye bölünmesine neden oldu.
Türkiye'de bu durum sürerken, Cumhuriyetin ve ülkenin kuruluşunu konu alan tarihi roman, "Şu Çılgın Türkler" isimli kitap, bir milyonun üzerinde satış yaparak, daha önce rastlanmamış bir biçimde en çok satılanların zirvesine ulaştı. Bu kitabın satış rekoru kırmasıyla laiklik ilkesi arasındaki bağı değerlendireceğiz.
Programımızda, Nobuhisa Degawa ve bahsettiğimiz "Şu Çılgın Türkler" adlı kitabın Japonca çevirisini yapan Aya Suzuki'yi konuk ediyoruz. Öncelikle Aya Hanım size sormak istiyorum, Türkiye'de en çok satılan kitaplar arasına giren "Şu Çılgın Türkler" isimli kitabı Japoncaya çevirme nedeniniz neydi?

SUZUKİ: Türkçe öğrenmek üzere İstanbul'da bulundum. Türkçe bir kitabı Japoncaya çevirmeyi arzu ediyordum. Bu kitap o dönemden itibaren en çok satanlar arasındaki yerini koruyordu. Hangi kitapçıya gitseniz ön raflardaydı. Hangi kitabın iyi olduğu kişiden kişiye değişir. Ben özellikle, okuyucuların ilgisini en uzun süre çeken kitabı seçmeye çalıştım. Kitabın ayrıca içerik olarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü ve Cumhuriyetin ilanına kadar olan dönemi ele alması, Japonya'da bu döneme ait bilgi azlığı da bir diğer seçim nedeniydi. Birçok kişinin bu dönemi öğrenmek isteyebileceğini düşündüm.

SORU: Türkiye'de yayımlanan bir TV dizisinden alınan görüntüler eşliğinde kitabın konusunu inceleyelim... -Kurtuluş dizisinden görüntüler- Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önceki Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı'nda yenildi, ardından Avrupa'nın güçlü ülkeleri tarafından adil olmayan bir anlaşmaya zorlandı. Buna karşı çıkan Osmanlı İmparatorluğu komutanlarından Mustafa Kemal'in başında olduğu vatanseverler, yeni hükümet kurarak, sınırlarını genişletmek arzusuyla işgale girişen komşu ülke Yunanistan'ın bu girişimi karşısında Mustafa Kemal'in vatanın özgürlüğü için kurduğu orduyla, Cumhuriyete uzanan Kurtuluş Savaşı'nı başlatırlar. "Şu Çılgın Türkler" kitabı, ülkenin kuruluşuna kadar geçen dönemi resmetmektedir.
Biraz da bu kitabın yazarı Turgut Özakman'dan bahseder misiniz?

SUZUKİ: Turgut Özakman, Ankara doğumlu olup 78 yaşındadır. Aslında avukat olan Özakman, yazarlığa yöneldi, son yıllarda ise Türkiye resmi yayın kurumu TRT'nin Genel Müdür Yardımcılığı görevine kadar geldi. Şahsi olarak Cumhuriyetin ilanı ve kuruluşuna ilgi duydu, yaklaşık 50 yıldır, o döneme ait belgeleri topladı, ilgisi olan kişilerle görüşmeler yaptı, 90'larda derlenen bilgiler ışığında televizyon programı hazırladı. Ardından üç yıl önce de bu çalışmalar roman haline getirilerek bu kitapta toplandı. Kitap yayımlanmasının ardından inanılmaz satış rakamına ulaştı.

SORU: Kitabın adı, kimsenin Türklerin kazanacağına ihtimal vermediği şartlar altında halkın bir bütün olarak birleşerek verilen savaşı kazandığı anlamını taşıyor. Türkiye'de kitabın bu satış rakamına ulaşma nedeninin ne olduğunu düşünüyorsunuz?

SUZUKİ: Bu kitap, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ülkenin temelini oluşturan laiklik taraftarları arasında büyük bir beğeniyle karşılandı. Bir başka deyişle burada kastedilen grup, Atatürkçü medya, Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları, muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi ve Atatürk ilkelerine inananlardır. Bu kişiler, Kurtuluş Savaşı'nın anlamının ne olduğunu, ne şartlar altında gerçekleştirildiğinin halka bir kez daha hatırlatılması düşüncesiyle bu kitabın birçok şekilde tanıtılmasını bizzat üstlenmişlerdir.
Özellikle dinin ön plana geldiği günümüzde bunun Cumhuriyet için tehlike arz ettiği düşüncesiyle ciddi olarak kitabın tanıtılmasına ağırlık vermişlerdir.

SORU: Türkiye'de bu düşüncenin dışında olanlar da bulunuyor değil mi? Bu kişiler durumu nasıl değerlendiriyor?

SUZUKİ: Türkiye'de İslami yönü güçlü kişiler de bulunuyor. Bu kişiler arasında da vatan sevgisi baskın olması nedeniyle, Kurtuluş Savaşı konusu, bu gruplar arasında, birbirinden farklı düşünce biçimi ve birbirinden farklı anılarla değerlendiriliyor. Bu kitabın bu kadar çok satmasının ana nedeni, Türkiye Cumhuriyeti nasıl ve ne şartlar altında kuruldu, bunu bir kez daha hatırlamak isteyen Türk halkının isteğine cevap veren içerikte olmasında yatıyor diye düşünülebilir.

SORU: Kitabın, özellikle dinin ön plana gelmesinin Cumhuriyet için tehlike arz ettiği hissine kapılanlar arasında ilgi gördüğünü belirttiniz. Degawa Bey, bu durum Türkiye'de laikliğin bir dönemece gelmesiyle bağlantılı mı dersiniz?

DEGAWA: Evet öyle. Türkiye'de laiklik, dinin kamusal alandan tamamen uzak tutulmasına dayanan düşünce biçimidir. Ülkenin kurucusu Atatürk, Avrupa'yı örnek alarak ülkeyi kurmayı hedefledi. Türkiye'nin modernleşmesi için Fransa'da olduğu gibi din ve devlet işlerinin birbirinden tamamen ayrılmasının gerekli olduğu düşüncesiyle, laiklik prensibi Anayasaya konuldu. O günden beri de laiklik, Türkiye'nin temeli ve değiştirilemez prensibi olarak kabul edildi. Ancak, 2002 yılında İslam yanlısı siyasi parti AKP seçimlerde iktidara geldi, geçen yıl gerçekleştirilen genel seçimlerde de yüzde 47 oy oranıyla birinci parti konumunu korudu. AKP, seçimlerden zaferle çıkmasının verdiği güçle, ülke temeli olan laiklik prensibinin etkisini azaltmak yönünde hareket etmektedir. Erdoğan hükümeti ayrıca, bu yıl şubat ayında anayasa değişikliğine giderek, üniversitelerde kız öğrencilerin saçlarını örtecek biçimde, türbanla derslere girmelerine giden yolu açtı. Bu durum karşısında laikliği katı bir biçimde koruyan laiklik taraftarları, üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasını, dinin kamusal alana taşınmasının ilk adımı olarak değerlendirerek şiddetle karşı çıktı. Ardından, Cumhuriyet Başsavcısı, AKP'nin laikliğe karşı faaliyetler içerisinde olduğunu ileri sürerek, partinin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesinde dava açmıştır. Haziran ayında Anayasa Mahkemesi, türbanın serbest bırakılmasına yönelik yasal düzenlemenin Anayasaya aykırı olduğuna karar vererek, değişikliğin geçersiz olduğunu açıkladı. Diğer yandan geçen hafta AKP'nin kapatılma davasında, partiye verilen hazine yardımında kesinti yapılması kararı alındı. Bununla beraber, AKP'nin kapatılması istemi reddedildi.

SORU: Bu noktada bir ara bütün dikkatler Türkiye'ye yöneldi. Türbana ilişkin düzenlemenin Anayasaya aykırı olduğunu açıklayan Anayasa Mahkemesi, sizce neden AKP'nin kapatılmasına gerek olmadığına karar verdi?

DEGAWA: Anayasa Mahkemesinde 11 üyenin katılımıyla görüşülen davada, partinin kapatılmaması yönünde oy kullananların sayısının, ucu ucuna yeterli sayıya ulaştığı görüldü. Bu durum, kararın aslında politik bir karar olduğunu akıllara getirdi. Anayasa Mahkemesi Başkanı, düzenlenen basın toplantısında, bu kararın AKP'nin ikaz edildiği anlamına geldiğini belirtti. Diğer bir deyişle, AKP'nin İslam yanlısı faaliyet içerisinde olduğu kabul edilse de, seçilerek yönetime gelen bir partinin kapatılmasının büyük bir karışıklığa neden olacağı düşünülerek, kapatılmamasına karar verildiği söylenebilir.

SORU: Bu şartlar altında neden Türk halkının büyük bir kısmı ülkenin kuruluş dönemindeki tarihi tekrar hatırlamak istemiş olabilir?

SUZUKİ: Türkiye'de, Kurtuluş Savaşı ve ülkenin kuruluşuna dair tarihi süreç, okullarda tarih dersi müfredatlarında bulunmaktadır. Ancak, dönemi yaşamış kişilerin nasıl bir ruh halinde oldukları, konuya ilişkin ne düşündüklerine dair detaylar yer almamaktadır. Bu kitabın bu açığı kapattığını düşünüyorum. Özellikle Kurtuluş Savaşı dönemini çok iyi bilmeyen gençlere, dönemi anlatmak için en iyi kitap olduğunu düşünen aileler tarafından hediye edildiği, okullarda öğretmenlerin öğrencilerini kitabı okumaya yönlendirdikleri belirtiliyor.

SORU: Oldukça kalın bir kitap olması nedeniyle okumanın vakit aldığını, içeriğinin de oldukça zor olduğunu tahmin ediyorum. Kitabın çevirisini yaparken neler hissettiniz?

SUZUKİ: Beni en çok etkileyen, kitapta döneme dair çizilen atmosfer oldu. Japonya'da da Meiji dönemi, Japonya-Rusya Savaşı döneminde milliyetçilikte yükseliş gözlendi. Bu kitapta da bu dönemle benzerlikler bulunuyor. Basit bir şekilde tarif edecek olursak, bu kitap içeriği bakımından, Ryotaro Shiba'nın "Saka no Ue no Kumo" (Yokuşun Üzerindeki Bulut) isimli eserine benzetilebilir. Japonya da birçok zorlukları aşarak modern ülke olma yolunda ilerleme kaydetti. Türkiye de Batı'nın eteğinde bir karmaşanın içerisinden günümüze geldi. Kitabın Japon okuyucuları bu bakımlardan etkileyeceği düşüncesindeyim. Ayrıca kitapta karşımıza çıkan karakterlerin öne çıkan özelliği saflık ve ciddiyetleri. Türkler için bu kitabın çok etkileyici olduğu, okuyanları derinden etkilediği, hatta ağlattığı söyleniyor.

SORU: Kitabın yazarı Turgut Özakman, bu kitabı nasıl duygular içerisinde yazdı dersiniz?

SUZUKİ: Gençlerin tarihi gerçekleri öğrenmesini istemiş olmalı. Zor bir savaş olan Kurtuluş Savaşı'nın yeniden hatırlanması, Atatürk'ün önderliğini yaptığı laiklik prensibinin ülkenin nasıl temelini oluşturduğunun anlaşılması, uğrunda nice zorluklarla mücadele verilerek elde edilmesi nedeniyle de bundan sonra da sahip çıkılması gerektiği hususunun vurgulanmak istendiğini düşünüyorum.

SORU: Kitapta yaratılan kadın karakterleri de, rolleri bakımdan etkileyiciydi...

SUZUKİ: Savaş hikayesi olmasıyla beraber, kadınların Kurtuluş Savaşı'nda nasıl bir rol üstlendikleri gözler önüne serilmektedir.
Kadınların savaşta yer almalarının bu kadar ön plana gelmesinin, yazar Özakman'ın laiklik taraftarı olmasından kaynaklandığı düşünülebilir. Japonya'da da İkinci Dünya Savaşı sırasında, kadınlara savaşacak askerleri doğurmak gibi bir görev biçildiği bilinmektedir. Bu kitapta ise İkinci Dünya Savaşı'ndan daha önceki bir dönem olmasına rağmen, bizzat silahlı mücadelede yer alan kadın karakterler resmedilmektedir. Müslüman bir ülkede kadınların baskı altında tutulduğu düşünülse de, Japonya ile karşılaştırıldığında daha ön saflarda oldukları söylenebilir. Turgut Özakman özellikle kadınların ön saflarda olduklarını vurgulamak istemektedir. Kitapta türban konusu da dile getirilmektedir. Ayrıca kitapta kadın liderlerin sayıca çokluğu, yazarın, özellikle kadınlara ilişkin kısımları detaylandırmaya çalıştığı şeklinde düşünülebilir.

SORU: Sayın Degawa, sorun olarak görülen laiklik prensibine dair tartışmalar, bundan sonra Türkiye'yi nasıl etkileyecek?

DEGAWA: AKP ve Erdoğan hükümetinin, Anayasa Mahkemesinin haklarında verdiği karar karşısında etkilendiği, İslami değişim yolunda ilerlemenin zorlaştığı söyleniyor. Ancak, demokrasinin olduğu Müslüman bir ülkede, İslam yanlısı bir siyasi partinin gelecekte de yönetime gelmesi engellenemez. Fakir ve zengin arasındaki farkın artmasıyla, ezilenlerin arkasında dinin koruyucu görevi üstlendiği yönündeki İslami düşünce biçimi de bir diğer neden olarak düşünülebilir. Laikliği savunanlarla, laiklik karşıtları arasındaki zıtlaşmanın bundan sonra da artması, düşünce farklılığının derinleşmesi neticesinde, toplumda durumun normale dönmesinin zorlaşacağı düşünülmektedir. Bununla beraber Türkiye, çok uzun yıllardan beri AB üyeliğini elde etmeyi arzu etmektedir. Eğer bu seferki dava sonucunda, Anayasa Mahkemesi AKP'nin kapatılmasına karar vermiş olsaydı, Türkiye'nin demokrasiye aykırı eğilimler içerisinde olduğu gerekçesiyle AB tarafından şiddetli eleştirilere maruz kalacağı, bu kararın AB ile olan üyelik müzakerelerinde Türkiye'nin hanesine yazılmış bir eksi puan olacağı düşüncesindeyim. Ordu ve diğer laiklik taraftarlarının, laikliği korumaya devam edecekleri göz önüne alındığında, siyasete olan müdahalelerin bundan sonra da devam edeceği tahmin edilebilir. Bu sorunun süreceğini düşünüyorum.

SORU: Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

SUZUKİ: Türkiye'de, ülkenin kuruluşundan bu yana, din yanlıları ve Atatürk taraftarları arasında bir zıtlaşma vardı. Yani yeni ortaya çıkan bir durum değil. Kitapta da bu zıtlaşma, Osmanlı İmparatorluğu yanlılarıyla Atatürk yanlıları olarak resmedildi. Ancak o dönemle günümüz Türkiye'si arasındaki şartlar farklıdır. Türkiye ekonomik anlamda istikrarı sağladı, AB'ye uyum adına birçok düzenlemeyi gerçekleştirmektedir. AB'ye üyelik olasılığı da daha önce hiç bu kadar artmadı. Ancak bu şartlar altında, laiklik sorunu daha da derinleşir ve uzarsa, ekonominin kötüye gitmesinin engellenemeyeceği kesindir. Ayrıca, bu durum AKP yönetiminin bugüne kadar ülke ekonomisinin gelişiminde kaydettiği ilerlemeleri de yok edecektir. Hem muhalefet, hem de ordunun, AB üyeliğinin zora girmesi, ekonominin kötüye gitmesinin sorumluluğunu üstlenmek istemeyeceği kesin. Diğer yandan, askeri darbe gibi bir girişimin eskiden olduğu gibi kolaylıkla gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Türk halkı ise geçen 80 yıl boyunca süren iki taraf arasındaki zıtlaşmaya alıştı, bu sorunun çözümlenemeyeceğinin farkındadır.

Bu döküman ab.gov.tr sitesinde bulunan makaleden otomatik üretilmiştir