Son Güncelleme: 16 Haziran 2008
ALMANYA BASINI
DER WESTEN: "HUKUK DARBESİ"
ANKARA, 06/06(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Der Westen haber portalının 5 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, Susanne Güsten imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
--Erdoğan'ın Partisinin Kapatılmasına Gittikçe Yaklaşılıyor--
Türk hukuku, hükümeti yasaklayacak. Anayasa Mahkemesinin başörtüsü sorununda almış olduğu karar bunun bir göstergesi. Yaşananlar ilk bakışta, Türkiye'deki dürüst laiklerin ülkeyi İslamlaştırmaya çalışan hükümete karşı mücadelesi olarak görülse de, durum böyle değil. Ankara'da oynanan oyun, AB karşıtı güçlerin ülkedeki en büyük partiyi kendilerine ters düştüğü için susturmaya çalışması.
AB karşıtları Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinin tıkanması konusunda büyük yol kat etmiş oldu. Mahkeme, laiklik adına hukuku göz ardı ederek, Erdoğan'ın AKP partisini kapatmaya hazırlanıyor. Bu bir işe yaramayacak. Geçen seçimlerde yüzde 47 oy alan Erdoğan, şimdiden yeni bir parti kurmaya hazırlanıyor. Başbakan Erdoğan, siyasi bir yasakla politika dışında bırakılsa bile, bir sonraki seçimlerde, parlamento içinde Erdoğan'ın adamlarına karşı bir çoğunluk oluşması pek mümkün görülmüyor. Belki de Türk Kemalistler kendilerine yeni bir halk seçmeli.
DER TAGESSPIEGEL: "BAŞLARI AÇIK AŞIRICILAR"
BERLİN, 07/06(BYE)--- Tirajı günde 137 bin olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 7 Haziran 2008 tarihli sayısında, Thomas Seibert imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:
--İslamiyet ve Demokrasi: Türkiye'deki Başörtüsü Kararı Bir Felaket--
İslamiyetin demokrasilerde ne gibi bir rol oynayabileceği ve oynamasına izin verilebileceği Türkiye'de ve dünyada milyonlarca insanın merak ettiği ilginç sorulardan birisidir. Ankara'daki Anayasa Mahkemesi'ne göre, yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede bu konunun tartışılmasına artık müsaade edilmeyecek. Anayasa Mahkemesi hakimleri aldıkları son kararla, laikliğin yorumlanması yetkisini kendilerinde gördüklerini göstermiş oldular. Bunu yaparken, mahkeme ve ordu demokratik olarak seçilmiş meclis ve hükümete karşı çıkıyorlar. Türkler seçebilirler, fakat önemli meseleler hakkında karar alamazlar. Bu, devlet anlayışı AB normlarının ötesinde bir anlayıştır.
Türk üniversite öğrencilerinin Batı Avrupa'da olduğu gibi başörtüsü takarak eğitim almalarına izin verilip verilmemesi konusu tartışılabilir. Erdoğan ve yandaşları, "bu öğrenciler reşit insanlardır ve eğitim hakları; dinleri veya giyimleri yüzünden ellerinden alınmamalıdır" şeklinde bir yaklaşım sergiliyorlar. Erdoğan karşıtları ise, bunun cumhuriyetin İslamlaşması yönünde atılan bir adım olabileceğinden söz ediyorlar. Bu tartışma kapsamında Türkiye, İslami bir demokrasi olarak kimliğini keşfedebilir.
Fakat Anayasa Mahkemesi'nin kararı, bu tartışmaya bir son verilmesini öngörüyor. Laikliğin ne olduğuna adalet birimlerinde ve orduda bulunan Kemalizmin hocaları karar veriyorlar. Burada nokta koyuluyor. Peki çoğunluğun ve milletvekillerinin laiklik ile ilgili farklı görüşleri bulunuyorsa ne olacak? Şanslarına küssünler.
Türkiye'de Kemalistler fundamentalist haline gelmişlerdir. Bunların karşılarında ise muhafazakar demokratlar bulunuyor. Türk Kemalistlerin daha fazla düşünce özgürlüğüne karşı çıkmaları ve Hristiyanlara daha fazla haklar verilmesine karşı olmaları bir tesadüften ibaret değildir.
Kemalistler için, seçimleri kimin kazanacağı önemli değildir. Normlarını ve değerlerini kendilerinin belirledikleri "devlet", onlara göre, seçim sonuçlarından etkilenmemelidir. Onların anlayışına göre, ülkedeki en büyük siyasi parti bile başörtüsü konusunda Kemalist öğretiden uzaklaşırsa, kapatılabilir. Verdikleri mesaj şudur: Cumhuriyetin temel konuları Anadolulu kitlelere bırakılamayacak derecede önemlidir.
Anayasa Mahkemesi, verdiği son kararla birçok hukukçuya göre, anayasaya aykırı davranmıştır. Kemalistler için bunun pek bir önemi yok. Fakat Türk demokrasisi ve AB rotası için bu durum bir felakettir. Bir ülkede adalet, siyasete bu denli müdahale edebiliyor ve anayasayı çiğneyebiliyorsa, AB üyelik müzakerelerinde büyük ilerlemeler kaydedeceğine dair fazla medet ummamalıdır. Zaten Kemalistler için bunun da pek önemi yok. Zira, Avrupalı bir Türkiye'de Kemalistler "devlet" üstündeki tekellerinden vazgeçmek zorunda kalacaklardır, ki bu durumu kesinlikle arzulamayacaklardır.
STUTTGARTER NACHRICHTEN: "TÜRKİYE'NİN MESELESİ"
ANKARA, 09/06(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Stuttgarter Nachrichten gazetesinin 6 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan DPA kaynaklı, Brüksel çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Türk üniversitelerindeki başörtüsü yasağı, AB Komisyonuna göre, Türkiye'yi ilgilendiren bir durum. Bu açıklamayı Komisyon sözcülerinden biri cuma günü Brüksel'de yaptı. Komisyonun, Ankara'daki Anayasa Mahkemesinin başörtüsü yasağını onaylamasını memnuniyetle karşılayıp karşılamadığı konusunda yöneltilen sorulara bir cevap verilmedi. Sözcü şöyle konuştu: "Bu konunun demokrasinin temel prensipleri, hukuk devleti, temel haklar üzerinde tartışılması, Türk toplumunun ve kurumlarının işidir. Bu Türkiye'yi ve Türkleri ilgilendiren bir sorun."
Komisyon için önemli olan, AB'ye üye olmak isteyen Türkiye'nin, temel hak ve hürriyetlere saygı gösterip göstermediği ve verilen kararların demokratik prensiplerle bağdaşıp bağdaşmadığıdır. Anayasa Mahkemesinin almış olduğu kararın, üyelik müzakerelerini kolaylaştırıp kolaylaştırmadığıyla ilgili soruya ise Sözcü, "Her sene durumu araştırıyor ve kendi değerlendirmelerimizle ilgili bir rapor sunuyoruz" dedi.
Anayasa Mahkemesi perşembe günü, Parlamentonun şubat ayında onayladığı üniversitelerde başörtüsü takılmasına izin veren anayasa değişikliğini, iptal etti. Mahkeme, yapılan anayasa değişikliğinin devletin laiklik ilkesine aykırı olduğuna karar verdi.
FINANCIAL TIMES DEUTSCHLAND: "ÇATIŞMA İÇİN MALZEME"
BERLİN, 09/06(BYE)--- Tirajı günde 104 bin olan liberal eğilimli Financial Times Deutschland gazetesinin 9 Haziran 2008 tarihli sayısında, Antonia Ruiz Jimenez imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:
--Türkiye, Üniversitelerde Başörtüsü Yasağının Kaldırılmasını Kişisel Hakların Korunmasıyla İlişkilendiriyor. Buna Rağmen, Yeni Yasa Ülkenin AB Üyeliğini Zorlaştırıyor--
AKP'nin, başörtüsü yasağının kaldırılması için anayasa değişikliği yapmanın şahsi özgürlüklerin korunması şeklinde pazarlanması stratejisi, ilk bakışta, AB'nin insan hakları politikasına uygun gibi görünse de, güncel bir kamuoyu yoklaması, başörtüsü takan Türk kadınların yüzde 10'unun aileleri ya da eşleri tarafından buna zorlandıklarını ortaya koyuyor. Kanunda, kadınların başörtüsü takmama hakkına sahip olduklarının özel bir şekilde belirtilmemesi, şahsi ve dini özgürlükler arasındaki Avrupai dengeyi bozmaktadır.
AKP tarafından yapılan anayasa değişiklerinde yüzün kapatılmasını da içeren nikap, çarşaf ya da burka gibi dini kıyafetlerin giyilmesi yasaklanmamaktadır. Bu kıyafetler bütün Avrupa ülkelerinde büyük ölçüde tepkiyle karşılanmakta, hatta yasaklanmaktadır. Türkiye'de nikap ya da burka giyilmese de, çarşaf bazı yerlerde kullanılmaktadır. Öğrenim kurumları ya da devlet dairelerinde yüzün kapatılması durumunda, Türkiye Avrupa'dan gerçek anlamda uzaklaşmış olacaktır.
Başbakan Erdoğan geçen ocak ayında, başörtüsünü siyasi simge olarak tanımlamıştı. Bu açıklamanın ardından AKP'nin başörtüsü düzenlemesi geldi. Türkiye'deki yönetim dini giyiniş tarzını teşvik ettiği sürece, Türkiye'nin AB'nin laik geleneğiyle uyumlu hale getirilmesi çok zor olacaktır. AB, siyasi İslama karşı büyük bir ihtimalle Avrupa ülkelerinin bir çoğunda geçmişte siyasi Hristiyanlığa karşı uygulanan muameleyi uygulayacak, bir diğer ifadeyle, din ve siyasetin birbirinden katı bir şekilde ayrılmasından yana tutum takınacaktır.
SÜDDEUTSCHE ZEITUNG: "BUSH VEDA TURUNDA"
BERLİN, 11/06(BYE)--- Tirajı günde 429 bin 562 olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 11 Haziran 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brdo çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:
--Barışmacı Bir Tavır Sergileyen ABD Başkanı, Avrupa'yı Överken, İran'ı Uyardı--
Amerikan Başkanı Georg W. Bush ile Avrupa Birliğinin temsilcileri, pek fazla önem taşımayan kararlar ve niyet beyanlarıyla, Amerikalı politikacının Avrupa'ya veda turunu başlattılar. Salı akşamı Berlin'e gelen Bush ve eşi Laura, oradan Başbakan Merkel tarafından kabul edildikleri Merseburg'a geçtiler. Resmen 21 Ocak 2009 tarihine kadar görevde kalacak olan Bush, pazartesi gününe kadar Avrupa'yı turlayacak.
Brdo'da yapılan ABD-AB zirvesinde İran'ı yeniden uyaran Bush, Rusya'ya da Gürcistan ile yaşanan ihtilafta, Kafkas Cumhuriyetinin sınırlarını tanıması çağrısında bulundu. Bush, Türkiye'nin AB'ye alınması için de yeniden destek vererek, "Türkiye'nin AB üyesi olması gerektiğine kesinlikle inanıyoruz" diye konuştu.
WELT ONLINE: "BUSH, TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNİ DESTEKLİYOR"
BERLİN, 11/06(BYE)--- Tirajı günde 264 bin 270 olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 11 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, DPA'ya atfen ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brdo çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
ABD Başkanı Georg W. Bush, yeniden Türkiye'nin AB'ye üye olması için destek verdi. Bush, Slovenya'da yapılan AB-ABD zirvesinde, Türkiye'nin demokratikleşme ve serbest piyasaların kabulü konusunda kaydettiği büyük ilerlemeleri överek, Türkiye'nin AB'ye ait olduğunu vurguladı. Ancak bu konu, AB yöneticileriyle yapılan görüşmelerin merkezinde yer almadı.
AVUSTURYA BASINI
DIE PRESSE: "TÜRKİYE'YE FRANSA ENGELİ"
VİYANA, 05/06(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 5 Haziran 2008 tarihli sayısında, Rudolf Balmer imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Paris çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
--Parlamento Katılım Konusunda Zorunlu Halk Oylaması Yapılmasında Israr Ediyor--
Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy'nin Anayasa'dan çıkarmak istediği şeyi, parlamenterler arka kapıdan yeniden Anayasa'ya sokmak istiyor: "Türkiye'nin AB'ye katılımı halinde Fransa'da zorunlu olarak halk oylaması yapılması."
Çoğunluğu oluşturan UMP'li parlamenterlerin AB'nin genişlemesi konusundaki çekinceleri, hükümete duydukları sadakatten daha güçlüydü. Parlamentonun, Fransız kurumlarının modernleştirilmesi için yapmayı planladığı anayasa değişikliği taslağında yer alan çok sayıdaki değişikliklerden biri de, AB'ye bundan sonraki katılımlarda halk oylaması yapılması. Parlamentonun bu hafta kararlaştırdığı taslakta, UMP temsilcilerinin isteği üzerine, aday ülkenin nüfusunun AB halkının yüzde beşinden fazla olması halinde, zorunlu olarak halk oylaması yapılmasını öngören bir maddeye de yer verildi. Teorik olarak başka ülkelerin katılımının da bu yoldan engellenmesi mümkün olabilmesine karşın, burada asıl kastedilen tabii ki Türkiye. 4.4 milyon nüfuslu Hırvatistan söz konusu olduğunda ise böyle bir referanduma gerek kalmıyor.
UMP'li milletvekili Richard Mallie, önerisine şöyle bir gerekçe gösteriyor: "Bu bir dizi komşu ülke için geçerli olabilir, Ukrayna, Rusya, Türkiye, belki de Cezayir ve Fas gibi."
Mallie, nüfusu bu kadar fazla olan ülkelerde otomatikman halkın fikrinin de alınmasının zaruri olduğunu belirtiyor.
Devlet Başkanı Jacques Chirac, demografik ve coğrafi kriterler göstermeksizin, bütün genişlemeler için otomatikman referandum yapılması şartının Anayasa'da yer almasını sağlamıştı. Ancak halefi Nicolas Sarkozy, bu ağır yükümlülüğü Anayasa'dan çıkarmak istiyordu.
DIE PRESSE: "TÜRKİYE AVRUPA'NIN BİR PARÇASI DEĞİL"
VİYANA, 05/06(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 5 Haziran 2008 tarihli sayısında, Oliver Pink'in FPÖ Başkanı Heinz Christian Strache ile yaptığı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
Kendisi de futbol oynamış olan FPÖ Başkanı Strache, Türk takımlarının neden Avrupa Şampiyonası veya Avrupa Kupasında oynamamaları gerektiğini açıklıyor.
PINK: Ümit Korkmaz, Ronald Gercaliu, György Garics, Ramazan Özcan, İvica Vastic gibi yabancı isimler taşıyan bu futbolcular bugün Avusturya milli takımının formasını giyiyor. Bu sizi şaşırtıyor mu?
STRACHE: Hayır, özellikle de Ivica Vastic çok iyi entegre olmuş bir göçmen, bugün tam bir Avusturya vatandaşı, bütün gençlere örnek olabilir.
PINK: FPÖ'ye kalsaydı, Korkmaz ailesi ve diğerleri Avusturya'da olamayacaklardı...
STRACHE: Aksine. Bu her zaman karşılaştığımız kötü bir iftira. Biz kitle halinde göçe karşıyız, kimin geldiğine, hangi eğitimde olduğuna bakılmadan gerçekleşen göçe. Ama gayet iyi entegre olan, Almanca öğrenen, çalışan, vergi ödeyen, dürüst göçmenlerin de olduğunu her zaman söylüyoruz, bunlar vatandaş olmaya hak kazanıyorlar.
PINK: Yani milli takımda çok kültürlülüğe karşı değilsiniz?
STRACHE: Çok kültürlülük bizim hayal ettiğimiz bir şey değil. Ama sonradan vatandaşlığa geçen ve Avusturya'yı vatanı olarak gören, iyi entegre olmuş her göçmene kapımız açık.
PINK: Türkiye futbolda açıkça Avrupa'ya dahil. Euro 2008'e bile katılıyor. Galatasaray ve Fenerbahçe gibi takımlar şampiyonlar liginde oynuyor. Türkiye neden AB'ye girmesin?
STRACHE: Zaten saçma olan da bu ya. Avrupalı olmayan takımların Avrupa Şampiyonasında oynamaları. Anlaşılan bu saçmalık, halkın Avrupalı olmayan ülkelerin birdenbire Avrupa'ya dahil olmalarına alışmasına yarayacak. Tabii burada sporla politikanın birbirine karıştırılmaması gerektiğini de söylemek isterim.
PINK: Yani Türkiye'nin Avrupa Şampiyonasında işi yok mu?
STRACHE: Türkiye Avrupa'ya dahil değil, Avrupa'nın bir parçası değil. Bu yüzden Avrupalı olmayan bir takımın bugün Avrupa Şampiyonasında nasıl oynayabileceği bir soru işareti. O zaman Mısırlı takımlar da gelip oynayabilir.
PINK: Oysa İstanbul Avrupa'nın bir parçası...
STRACHE: Coğrafi olarak evet, ama bu Türkiye'nin yalnız yüzde üçü.
DER STANDARD: "SWOBODA: AKP'NİN KAPATILMASI DEMOKRASİYE DARBE VURUR"
ANKARA, 09/06(BYE)--- Avusturya'da yayımlanan Der Standard gazetesinin 9 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, APA kaynaklı ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel/Viyana çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
--Sosyal Demokrat Partili Avrupa Parlamenteri Hannes Swoboda'dan Uyarı: Anayasa Mahkemesi Kararı Siyasi--
Sosyal Demokratların Avrupa Parlamento Grubu Başkan Yardımcısı Hannes Swoboda, Türkiye'nin iktidar partisi AKP'nin Ankara'daki Anayasa Mahkemesi tarafından muhtemelen kapatılabileceği uyarısında bulundu. Swoboda, AKP'ye yakınlığıyla bilinen "Zaman" gazetesine verdiği mülakatta, AKP kapatılırsa AB tepkisinin çok sert olması gerektiğini, zira böyle bir hamlenin "esaslı antidemokratik bir darbe" olacağını dile getirdi.
--Bekleme Dönemi--
Swoboda, AB'nin Türkiye'ye net bir mesaj iletmesi gerektiğinin altını çizdi. AB, Türkiye'ye demokratik niyetini açık bir dille anlatmalıdır. Eğer AKP kapatılacak olursa üyelik süreci bir "bekleme dönemine" girmelidir. Swoboda, "Avrupa'nın kapatma kararına tepkisinin yumuşak olacağını sanmıyorum. Seçmen haklarının en üst yargı mensupları tarafından gasp edilen bir ülkenin AB'de yeri olamaz" dedi.
--Karara Şüphe--
Swoboda, kararı Türk toplumu vermek zorunda olduğundan Avrupalıların, Türkiye'de cereyan eden başörtüsü kavgasına dahil olmak istemediklerini anlattı. Fakat Anayasa Mahkemesinin verdiği kararın, gerçekten de yasal bir karar olduğundan kendisinin şüphe ettiğini söyledi. Swoboda, kararın siyasi olduğunu belirtti. Swoboda, "Ayrıca laikliğin başörtülü üniversiteliler tarafından nasıl ihlal edilebileceğini aklım almıyor. Başörtüsünü iş yerinde, sokakta veya üniversitede takmanın farkı nedir?" diye sordu.
DER STANDARD: "YASALARI ASLINDA KİM YAPIYOR"
VİYANA, 10/06(BYE)--- Tirajı günde 74 bin olan sol eğilimli Der Standard gazetesinin 10 Haziran 2008 tarihli sayısında, Alfred J.Noll imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Başörtüsü yasağı sürüyor: Anayasa Mahkemesi hakimleri parlamentonun kararını düzeltti. Bu, çoğunluk partisinin isteği doğrultusunda olmayan bir karar. Peki burada kimin sözü geçiyor? Milletvekillerinin mi, yoksa hakimlerin mi?
Hukuk devletinin nimetleri hakkında ne düşünülürse düşünülsün, Anayasa Mahkemesi'nin parlamento karşısındaki üstünlüğü, onun vazgeçilmez özelliklerinden birini oluşturuyor. Böyle bir üstünlüğün demokrasi prensibiyle bağdaşıp bağdaşmadığı, 19. yüzyılın başlarında anayasal yargının keşfedilmesinden bu yana çok mürekkep harcanmasına yol açtı. Bu tartışma hiçbir zaman net bir sonuca ulaşamadı. Tabii aslında anayasal yargı daha baskın çıktı, ne de olsa parlamentonun ne yapacağına hakimler karar veriyor. Yargının her kararı Anayasa Mahkemesi tarafından anayasa ölçü alınarak inceleniyor. İşin komik tarafı, anayasanın ne olduğuna ve neyi öngördüğüne hakimler karar veriyor. Anayasal yargının zaferinin en belirgin kanıtlarından biri de, böyle kurumların hukuk devleti ilkesini benimsemiş olanların başında gelmese de, dünyanın hemen her yerinde mevcut olması. Türkiye bu konuda güzel bir örnek teşkil ediyor.
Hukuk devleti tabii ki toplumsal kültürel temellere dayandığı sürece güvence altına alınabilir. Böyle bir temelin bulunmadığı durumlarda, Anayasa Mahkemesinin vereceği her karar hassas bir meseleye dönüşebilir.
--Üç Seçenek--
Politikada Anayasa Mahkemesi'nden kurtulmanın üç yolu vardır: Anayasa değiştirilebilir, Anayasa Mahkemesi değiştirilebilir, devrim yapılabilir. Tarihe bakıldığında, bu seçeneklerin üçünün de önceden kestirilemeyen büyük siyasi güçlüklere yol açabildiği görülüyor.
Anayasanın değiştirilmesi çok zor bir iş ve muhalefetin işbirliği olmadan gerçekleştirilmesi olanaksız. Dahası: Anayasanın değiştirilmesi de bu değişikliğin anayasanın temel ilkelerine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklanabilir.
Anayasa Mahkemesi'ne iktidardakilerin güvenini kazanmış kişilerin atanması daha çok başarı vadediyor. Böyle bir "court packing plan" çoğu kez denenmesine karşın, siyasi bir strateji olarak kendini kabul ettiremedi, çünkü iktidardakiler basit bir gerçeği hesaba katmadılar: Bir kez o makama atanan kişileri o makamdan uzaklaştırmak çok güç. Ayrıca bir süre sonra, atanmalarını gerektiren nedenle hiçbir ilişkisi olmayan "yasal bir özgünlük" oluşturuyorlar. Bu, her siyasi partinin "kendi" hakimlerini mahkemeye getirmeye çalışmayacağı anlamına gelmiyor, ama buna rağmen güvenilir bir strateji değil.
Geriye (yasal) devrim kalıyor, yani halkın hakimlerin üstün gücüne karşı ayaklanması ve bunun Anayasa Mahkemesi'nin feshedilmesine yol açması. Böyle bir strateji gerçi otuzlu yılların Avusturya'sında (kısa süreli) başarılı olduysa da, bugün gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir şey. Eğer Türkiye AB'ye üye olma hedefinde ısrar edecek olursa Anayasa Mahkemesi'nden vazgeçemez. Anayasa Mahkemesi'nin kaldırılması Türkiye'nin hukuk devleti prensibi açısından öylesine saha dışına çıkmasına sebep olur ki, bu bazı AB üyelerinin istediği gibi, doğrudan müzakerelerin durdurulmasına yol açabilir.
AB, "hukuk devletinin tacı olan" Anayasa Mahkemesi'nin kaldırılmasına seyirci kalmaktansa, mahkemenin korunması için yapılacak askeri darbeyi bile kabullenmeyi tercih edebilir.
KURIER: "AKP ANAYASA MAHKEMESİ HAKİMLERİNİN YETKİLERİNİ KISITLAMAK İSTİYOR"
VİYANA, 10/06(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal eğilimli Kurier gazetesinin 10 Haziran 2008 tarihli sayısında, Walter Friedl imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
--İktidar Partisi Anayasa Mahkemesi Tarafından Kapatılma Tehlikesiyle Karşı Karşıya--
Türkiye'deki İslamcı muhafazakar AK Parti ile eski Kemalist kadro arasındaki iktidar mücadelesinde yeni gelişme: Anayasa Mahkemesi'nin üniversitelerdeki başörtüsü yasağını yeniden yürürlüğe getirmesi, ayrıca AKP'nin kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya olması sonucu, parti yönetimi sert bir tepki gösterdi. Anayasa Mahkemesi hakimlerinin yetkilerinin sınırlanması planlanıyor. Muhalefet ile bu konudaki hazırlık görüşmelerine başlandı. Mahkemenin kararı büyük çalkantılara neden oldu ve gözlemcilerin çoğu tarafından AKP'nin kapatılacağı yolunda bir sinyal olarak algılandı. Erdoğan taraftarı olmayan köşe yazarları bile, mahkemenin kararını öncelikle siyasi nedenlere dayandığı gerekçesiyle eleştiriyorlar. Hatta liberal bir sosyolog, "yargının darbesinden" bahsediyor.
Hakimler, AKP'nin üniversitelerde başörtüsüne izin vermesinin ülkenin laik düzenine, yani din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması ilkesine aykırı olduğunu iddia ediyor. Nitekim AKP de bu yüzden kapatılmak isteniyor.
Avrupa Parlamentosundaki Sosyal Demokratlar Grubunun Başkan Yardımcısı Avusturyalı Hannes Swoboda, böyle bir adım atılmaması yolunda sert bir dille uyarıda bulunmuştu. SP üyesi Swoboda, AKP'ye yakın Zaman gazetesiyle yaptığı söyleşide, bunun "demokratik olmayan bir darbe" olabileceğini ve bu durumda AB'ye katılım sürecinin bir "bekleme dönemine" girebileceğini söyledi.
--AB'de Yeri Yok--
Hannes Swoboda şunları söyledi: "Avrupa'nın tepkisinin yumuşak olacağını sanmıyorum. Seçmen hakları Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen bir ülkenin AB'de yeri olamaz".
DIE PRESSE: "TÜRKİYE'NİN AB'YE GİREBİLMESİ İÇİN ÖNÜNDE UZUN BİR YOL VAR"
VİYANA, 11/06(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 11 Haziran 2008 tarihli sayısında, Doris Kraus imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türklerin kendileri bile modern Türkiye'nin nasıl bir devlet olduğunu bilmediği sürece, katılım karşıtlarının korkmasına gerek yok. Türkiye'nin AB'ye katılımına karşı olan Avrupalı düşmanlar artık sevinebilir. Çünkü Türkiye şu sıralar onların ekmeğine yağ sürüyor ve ülkenin daha uzun zaman Avrupa Birliği olgunluğuna gelemeyeceğini gösteren argümanlar sunuyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile anayasa hakimleri arasındaki ihtilaf da bunun bir göstergesi. Bu ihtilaf iki cephede birden kendini gösteriyor. Hakimler ısınmak için önce AKP'nin başörtüsü yasağının yumuşatılması kararını iptal ettiler, şimdi de partinin kapatılıp kapatılmamasına karar verecekler. Başsavcılık AKP'nin çoktan kapatılmış olan "Refah Partisi"nden geldiğini ve "laikliğe karşı faaliyetlerin odağı olduğunu" iddia ediyor.
Bu amansız mücadelenin sonucu? Türkiye'nin önce nasıl bir devlet olduğuna karar vermesi gerekiyor: Kemal Atatürk tarafından kurulan ve ordu ile mahkemeler tarafından korunan, İslamcı dünyada laik bir kale mi? Ya da çoğunluğu dinini açıkça uygulayıp günlük yaşamda da göstermek isteyen Müslümanlardan oluşan bir ülke mi? Tıpkı Avrupa Birliği'ne üye olan birçok ülkede artık buna izin verildiği gibi. Bu karar Türkiye'nin katılım olgunluğu açısından çok önemli. Ama bundan daha da önemlisi bu kararın ne şekilde alınacağı. İktidar partilerinin kapatılması pek yararlı olmayacaktır.
BELÇİKA BASINI
EU OBSERVER: "TÜRKİYE FRANSA'NIN REFERANDUM PLANLARINA TEPKİLİ"
ANKARA, 05/06(BYE)--- Avrupa Parlamentosundaki bir grupla işbirliği halinde çalışan Brüksel merkezli haber portalı EU Observer'ın 4 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, Elitsa Vucheva imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye, Fransa'nın büyük ülkelerin gelecekteki AB üyeliklerini onaylayacak yöntem olarak zorunlu bir referandum teklif etmesini "ayrımcılık" olarak nitelendirerek ve ikili ilişkileri etkileyeceğini söyleyerek eleştirdi.
Fransız meclisi salı günü nüfusu AB nüfusunu -500 milyon civarında- yüzde 5 oranında aşan her ülkenin üyeliğini onaylamak için bir referandum düzenleme maddesinin de bulunduğu anayasal reform planını kabul etmişti. Fransa, Türkiye'nin üyeliğine şiddetle karşı çıktığından, bu maddenin özellikle Türkiye'yi hedef aldığı düşünülüyor.
Türkiye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Burak Özügergin'in Türk gazetelerine şöyle konuştuğu kaydedildi: "Fransız Anayasası'ndaki Türkiye'ye yönelik ayrımcı tutumdan usandık. Oysa, Türkiye ve AB arasındaki giriş müzakereleri Fransa'nın rızasıyla başlamıştı."
Zaman gazetesine göre Özügergin şöyle devam etti: "Bu tür ayrımcı bir yaklaşımın ikili ilişkilerimize zarar vermesi kaçınılmazdır ve bunun aynı zamanda, iki ülke halkı arasındaki dostluğun yanı sıra hem Türkiye hem de Fransa'nın imajı üzerinde de negatif bir etki bırakacağı açıktır."
Yasadan etkilenecek bir diğer ülke ise, AB'ye katılmayı uman 46 milyon nüfusa sahip Ukrayna. Ukrayna da yasa taslağının "adaletsiz" ve "yapay" olduğunu düşünüyor.
Anayasa reformu salı günü 231'e karşılık 315 oyla kabul edilmişti. Senato yasa tasarısını onaylamak zorunda. Temmuz ayında ise Kongrenin son kararı vermesi bekleniyor. Türkiye resmi olarak giriş müzakerelerine 2005 yılında başlamıştı. Fakat, şimdiye kadar sadece altı alanda müzakerelere başlandı. Temmuz ayında AB'nin dönem başkanlığını alacak olan Fransa tarafından çok politik ve merkezi görülen bazı müzakere bölümleri engellenmişti.
FRANSA BASINI
AFP: "REFERANDUM... JOUYET, ANKARA İLE BİR 'KIRILMA' YAŞANMASINDAN ENDİŞELENİYOR"
PARİS, 05/06(AFP)(BYE)--- Christophe de Roquefeuil bildiriyor:
Avrupa işlerinden sorumlu Bakan Jean-Pierre Jouyet, Fransız parlamentosunda Türkiye'nin AB'ye katılımı konusunda zorunlu bir referandumun kabul edilmesinin, Ankara ile "sanıldığından daha mühim bir kırılmaya" yol açma riski taşıdığı yönünde uyarıda bulundu.
Jouyet, AFP'ye verdiği mülakatta, bu kararın Ankara'ya karşı bir "haksızlık" olacağı değerlendirmesinde bulundu ve Türkiye'nin, Nicolas Sarkozy'nin Akdeniz İçin Birlik projesine küsmesine yol açacağından endişe duyduğunu belirtti.
Fransız milletvekilleri 29 Mayıs'ta, inceleme safhasında olan kurumlar reformu projesine, öncelikle Türkiye'yi ilgilendiren, Birliğin nüfusunun yüzde 5'inden fazlasına sahip ülkelerin AB'ye katılımı için Fransa'da referandum yapılmasını zorunlu kılan bir değişiklik eklediler.
Hükümetin sol kanattan gelen mensuplarından Jouyet, "Parlamento egemendir ve istediğini yapar; ancak bu değişiklik riskini alarak Türkiye ile sanıldığından daha mühim bir kırılma riskini de almış oluyoruz, bilhassa ekonomik alanda" şeklinde konuştu.
Bakan aynı zamanda, Fransa'nın Avrupa güvenlik ve savunma politikası ile NATO (Türkiye'nin mensubu olduğu) arasındaki bağlar vasıtasıyla geliştirmeyi düşündüğü Avrupa savunması alanındaki etkilerine karşı da uyardı.
Jouyet, "Akdeniz İçin Birlik konusunda, Türklerin varlığını arzu ediyorsak, bana öyle geliyor ki, aklın acilen üstün gelmesi ve bu değişikliğin ortadan kalkması gerekir" dedi.
Jouyet ihtilaflı değişikliğin, "bir ülkeye haksızlık" olduğu değerlendirmesinde bulunarak, "Türkiye'nin mevcudiyeti Akdeniz İçin Birlik'in başarıya ulaşması için önemli bir unsurdur. Bu, şu an parlamento tarafından gönderilenlerden daha olumlu birtakım sinyallerden geçiyor" ifadesini kullandı.
Jouyet'e göre, Türkiye ile Fransa, Akdeniz İçin Birlik çerçevesinde birbirini tamamlayan çıkarlara sahip. Bakan, Türkiye'nin özellikle Suriye ve İsrail arasında başlayan diyalogdaki rolünün altını çizdi ve Doğu Akdeniz'de gelecekteki projeler için stratejik önemini vurguladı.
LE MONDE: "PARİS, ANKARA'NIN MİSİLLEMESİNDEN ÇEKİNİYOR"
PARİS, 06/06(BYE)--- Tirajı günde 314 bin olan Le Monde gazetesinin 6 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Nathalie Nougayrede imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:
Nicolas Sarkozy tarafından "Küçük Asyalığa" itilen Türkiye'nin, AB dönem başkanlığını 1 Temmuz'da devralacak Fransa'nın gözünün yaşına bakmayacağı sanılıyor. Avrupa'nın, özellikle enerji ve savunma konularında önemli bir partneri olan Türkiye, Paris'in ilan ettiği bazı önceliklere engel olabilecek güce sahip.
İkili ilişkilerde bir gerginlik hissediliyor. Fransız milletvekillerinin, sadece ve sadece Türkiye'nin AB üyeliğinin referanduma sunulmasını zorunlu kılan değişiklik önergesini kabul etmeleri meseleyi daha da büyüttü. Ankara, 3 Haziran'da yaptığı açıklamada önergeyi, Fransa'nın "ayrımcı" bir yaklaşımı olarak değerlendirdi ve ikili ilişkilerin olumsuz yönde etkileneceğine dikkati çekti.
Ancak Elysee için kaygı verici olan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül veya Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, 13 Temmuz'da Paris'te yapılması öngörülen Akdeniz İçin Birlik zirvesine katılımlarının henüz kesinleşmemiş olması.
--Uzlaşmaz Tavır--
Türkiye aynı zamanda Fransa'nın dönem başkanlığının öncelikleri arasında açıkladığı Avrupa savunma politikasına da engel olabilecek güce sahip. NATO üyesi olan Türkiye, Atlantik İttifakı'nın lojistik desteği veya alt yapısını gerektirecek AB projelerine erişebilmesi konusunda kendisine güvence verilmesini talep ediyor.
Fransız yetkililer, hem Türkiye'nin baskısını kaldırmak, hem de İngiltere, İsveç, İtalya ve İspanya gibi Fransa'nın dönem başkanlığı sırasında kırılma yaşanacağından endişelenen ülkeleri rahatlatmak amacıyla Türkiye'ye karşı son derece "nesnel, tarafsız ve dengeli" davranacaklarını ifade etmeye başladılar.
Sarkozy, yıl başında diplomasi Danışmanı Jean-Daniel Levitte'i, yakın tarihte ise Avrupa İşlerinden Sorumlu Yardımcı Bakan Jean-Pierre Jouyet'yi Ankara'ya gönderdi. Ancak Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Başbakan François Fillon'un, Kuzey Kıbrıs'ın işgali konusunda peş peşe yaptıkları açıklamalar üzüntüyle karşılandı. Özellikle Türk askeri, 2006 yılında Ermeni soykırımının inkarının cezalandırılmasını öngören bir yasa tasarısının Fransız meclisinde kabul edilmesinden bu yana uzlaşmaz bir tutum içinde.
2007 yılının başında Afganistan'a giden Fransız askeri uçaklarının Türk hava sahasını serbestçe kullanma izniyle, gemilerinin Türk limanlarına demir atma iznini iptal eden Ankara, Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner'in tüm isteklerine rağmen yasakları kaldırmadı.
Sarkozy ise mart ayında, Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyen UMP milletvekili Pierre Lellouche'u "Fransa-Türkiye ilişkisi" üzerine bir misyon yürütmekle görevlendirdi. 13 Mayıs'ta Ankara'daki yüksek idareciler tarafından kabul edilen Lellouche, onaylanan değişiklik önergesini "bir felaket, bir yıkım" olarak nitelendirdi. Gaz de France şirketi, Türkiye'den geçen Nabucco Avrupa boru hattı projesinin halen dışında tutuluyor. Ve bunun dışında başka projeler de zarar görüyor. Nitekim Lellouche, bu noktada Fransa'nın, Türkiye'de "Eylül 2007'den bu yana toplam beş milyar avro kaybettiğini" belirtti.
Krizden çıkmanın yollarını arayan Fransız temsilciler Ankara'ya, Türkiye'nin sadece AB'ye tam üyeliğini öngören başlıklara engel olunacağını hatırlatıp bir veya iki yeni başlığın yıl sonundan evvel yeniden açılabileceğini duyurdular. Ancak Ankara'da bir diplomatın "kendilerine hiçbir güvence verilmediğini" açıklaması, şüphelerin sürdüğünü gösteriyor.
DNA: "TÜRKİYE HEMEN DEĞİL"
ANKARA, 07/06(BYE)--- Fransa'da yayımlanan Dernieres Nouvelles D'Alsace gazetesinin 7 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Ünlü tarihçi Jacques le Goff, "L'Europe Expliquée aux Jeunes (Gençlere Anlatılan Tarih)" adlı son kitabında, genç kuşaklara seslenen birleşik bir Avrupa'yı savunuyor ve Avrupa'nın bazen çok hızlı gittiğini belirtiyor.
Yazar, "Avrupa ilerliyor(...) Bazen çok yavaş, bazen çok hızlı" diyor. Yazara göre, Birliğin 27 ülkeye genişlemesi çok hızlı oldu. Jacques le Goff, kitabında, "Avrupa adı, İsa'dan önce 5. yüzyılda bulundu. Daha sonra bir Avrupa'dan söz etmek için Ortaçağı beklemek gerekti" diyerek, Avrupa'nın genişlemesini çok hızlı bulduğunu ve içlerinde Romanya ve Bulgaristan'ın da bulunduğu bazı ülkelerin, birleşik Avrupa'ya katılmaya hazır olmadıklarını ifade ediyor.
Türkiye konusunda daha açık olan tarihçi Jacques le Goff, "Halihazırda ve muhtemelen uzun bir süre -30 yıllık bir süre ileri sürüyorum- Türkiye'nin Avrupa'da yapacak hiçbir şeyi yok" diyor. Yazar, dini kriteri söz konusu etmiyor ancak, laiklik meselesi, Kürt sorunu ve hatta rejimin karakterini engel olarak ileri sürüyor.
Fransız tarihçi farklılığını koruyan, şeffaf, hoşgörülü ve sosyal bir Avrupayı, aynı zamanda "Çin ve ABD, Hindistan ya da Rusya" gibi oluşmakta olan devlere direnmeye muktedir birleşik bir Avrupa'yı savunuyor.
AFP: "BUSH: TÜRKİYE BİR GÜN AB'YE GİRMELİ"
BRDO PRI KRANJU (SLOVENYA), 10/06(AFP)(BYE)--- Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush bugün Slovenya'da, ülkesi ile AB arasındaki bir zirve sonrasında, Türkiye'nin bir gün Avrupa Birliği'ne girmesi gerektiğini söyledi.
Bush düzenlediği basın toplantısında, "Türkiye'nin Avrupa Birliği üyesi olması gerektiği düşündesindeyiz" şeklinde konuştu.
Avrupa Birliği Türkiye ile katılım müzakerelerini başlattı ancak, bu ülkenin bloğa katılması perspektifi Avrupalıları bölmeye devam ediyor. Özellikle Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy karşı çıkıyor ve bunun yerine imtiyazlı ortaklık öneriyor.
AFP: "FRANSA... TÜRKİYE İÇİN ZORUNLU REFERANDUM SENATO KOMİSYONUNDA REDDEDİLDİ"
PARİS, 11/06(AFP)(BYE)--- Parlamenter kaynaklardan öğrenildiğine göre, Fransız milletvekilleri tarafından benimsenen ve Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusunda bir referandumu zorunlu kılan tartışmalı bir düzenleme Senatoda bir komisyon tarafından reddedildi. Bu, düzenlemenin nihayetinde reddedileceğinin göstergesi olabilir.
Düzenleme, 17 Haziran'dan itibaren senatörler tarafından incelenmesi beklenilen anayasal bir reform tasarısı çerçevesinde 29 Mayıs'ta milletvekillerince onaylanmıştı. Düzenleme, nüfusu AB nüfusunun yüzde 5'inden fazla olan ülkelerin Avrupa Birliği'ne girmesi sırasında referandumu zorunlu kılıyor ve bu da özellikle Türkiye'yi ilgilendiriyor.
Senatoda oylanmasından önce görüş için metni ele alan Dışişleri Komisyonunca yayımlanan bir bildiride, "Ulusal Meclis tarafından önerilen düzenleme, Fransa'nın dostu ve müttefiki bir devlete, Türkiye'ye karşıymış gibi görünebilir ve bu, Fransa ile bu ülke arasındaki diplomatik ilişkilere ciddi zarar verebilir" denildi.
Parlamenter kaynaklara göre, önceki düzenlemeye dönmeleri beklenen senatörlerin çoğunluğunun bu görüşü izleme ihtimali büyük. Önceki metin, devlet başkanının, AB'ye her yeni üyelik için parlamenter veya referandum yolu arasında bir tercih yapmasını öngörüyor. Oysa mevcut yasa her yeni üye için referandum öngörüyor.
Türk Hükümeti haziran ayı başında, Fransız-Türk ikili ilişkilerine "zarar verebilen ayrımcı bir yaklaşım" olduğunu belirterek Meclisteki düzenlemeden "rahatsız" olduğunu bildirmişti.
Geçen hafta Fransa'nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Yardımcı Bakanı Jean-Pierre Jouyet, zorunlu referandumun Ankara ile ilişkilere düşünülenden daha fazla zarar vermesi tehlikesine karşı parlamenterleri uyardı.
Sağ çoğunluğun, onaylanması için sosyalist muhalefetin oylarına ihtiyacı olması nedeniyle, Kongrede bir araya gelecek iki meclis tarafından anayasal reform paketinin temmuz ayında kesin olarak onaylanması öngörülüyordu, fakat artık durum belirsiz görünüyor.
İNGİLTERE BASINI
BBC: "JOUYET: ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ TASARISI PARİS-ANKARA İLİŞKİLERİNDE ONARILAMAYACAK YARALAR AÇABİLİR"
ANKARA, 06/06(BYE)--- BBC'nin 07.00-07.30 Türkçe yayınından:
Fransa'nın Avrupa işlerinden sorumlu Bakanı Jean Pierre Jouyet, Türkiye'nin gelecekteki olası AB üyeliğinin referanduma sunulmasıyla ilgili anayasa değişikliği tasarısını sert bir dille eleştirdi.
Fransız Bakan, tasarının Paris-Ankara ilişkilerinde onarılamayacak yaralar açabileceğini söyledi. Söz konusu tasarıda nüfusu, AB'nin toplam nüfusunun yüzde beşinden fazla olan ülkelerin Birliğe üyeliğinin halk oylamasına sunulması öngörülüyordu. Tasarıdaki tarife uyan tek AB'ye aday ülke de Türkiye.
Fransa'da bu konudaki tartışmaları Paris'ten Sabetay Varol ile konuştuk:
VAROL: Fransa'nın Avrupa işlerinden sorumlu Bakanı Jean Pierre Jouyet, daha önce de, Türkiye'ye zorunlu referandumun, anayasadan çıkartılması için ilk girişimde bulunan şahsiyet olmuştu. Bu tür kararların, özellikle Türkiye'yi parmakla işaret eden kararların, Türkiye'ye hakaret niteliği taşıdığını ve Türkiye ile ekonomik ilişkilerde sonradan düzeltilmesi imkansız yaralar açma olasılığı bulunduğunu söyledi. Jouyet ayrıca, Fransa'nın şu sıra büyük çaba içerisinde olduğu Akdeniz Birliği projesine, Türkiye'nin katılmaması ve buna karşı çıkması durumunda bunun gerçekleşme şansının son derece zayıf olduğunu hatırlattı.
Bunlara ilave olarak, bilindiği gibi Fransa, NATO'nun askeri kanadına girmeye çalışıyor -Avrupa savunma ve güvenlik işbirliği politikasıyla NATO arasında bir bağlantı kurmak suretiyle-. Jouyet, Türkiye'nin bunu engelleyebilecek imkanları olduğunu da hatırlattı.
Bu nedenlerle Jouyet, Fransız Parlamentosunu, sözünü ettiğimiz Türkiye karşıtı yasa önergesini geri çekmeye ve bu sürece son vermeye çağırdı. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.
SORU: Peki Jouyet'in çıkışını kişisel bir çıkış olarak mı yorumlamak lazım, yoksa buna hükümetin de görüşleri, hükümetin bu yasa tasarısına bakışı da diyebilir miyiz?
VAROL: Şimdi bu konuda bir netlik yok. Aslında son derece karmaşık bir oyun oynanıyor. Çünkü Fransız Parlamentosunun özellikle Ulusal Meclis Kanadı, yani Alt Meclisin iktidar grubu, Türkiye'ye karşı son derece sert bir tutum içerisinde. Buna uygun olarak hükümet, Ulusal Meclisteki görüşmeler sırasında uzlaşıcı bir tavır takındı. Ancak oylanan husus, sadece bu maddeden ibaret değil, bu madde 33 kadar anayasa değişikliğiyle birlikte gündeme geldi ve bunlar şimdi Senatoda görüşülecek.
THE GUARDIAN: "IRAKLI AİLELER TÜRK İŞGALİNİN ARDINDAN TAZMİNAT ARAYIŞINA GİRDİ"
ANKARA, 09/06(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Guardian gazetesinin 9 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, Owen Bowcott imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan makalenin çevirisi şöyledir:
İngiliz hukukçular, Kuzey Irak'a düzenli olarak yaptığı bombardımanlar sonucu neden olduğu ölümler ve maddi zararlar nedeniyle tazminat ödemesi arayışıyla Türkiye'yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne dava ediyorlar.
Strasbourg'da görülecek sınav niteliğindeki davalar, NATO'nun en büyük ordu güçlerinden birini, sınırlarının ötesindeki dağlarda bulunan Kürt asi üslerini yok etmeyi amaçlayan işgallere gerekçe bulmaya zorlayacak.
Yasal mücadelenin detayları, Türk jet uçaklarının hafta sonunda Kürdistan İşçi Partisi savaşçılarının Kuzey Irak'ın Zap bölgesindeki mevzilerine yönelik yeni saldırılarının ardından ortaya çıktı.
PKK'nın sözcülerinden Ahmed Danas, "geçen gece Türk saldırısı oldu, ancak herhangi bir zarara yol açmadı. Boş üsleri vurdular. Savaşçıların sabit üsleri yok" şeklinde konuşarak saldırıları teyit etti.
Kıdemli bir Türk komutanı ise, geçen hafta Türkiye ve İran'ın işbirliği ve istihbarat paylaşımı yaptığını ayrıca PKK ve örgütün İran kolu PEJAK'a karşı koordinasyon içerisinde saldırılar gerçekleştirdiklerini söyledi.
AB üyeliğinin istekli adayı Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini kuran Avrupa Konseyi'nin kurucularından biri. Başvuru dosyaları, geçen ekim ve aralık aylarında Türk hava saldırıları sırasında evlerini kaybettiklerini söyleyen Müslüman ve Keldani Hristiyan köylüler adına Londra merkezli Kürt İnsan Hakları Projesi (KHRP) tarafından hazırlandı.
Davalar, mahkemenin yargılama yetkisinin sınırlarını test edecek ve örnek oluşturacak. Yine aynı kuruluş tarafından 1995 yılında açılan bir davada, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin kendi sınırları ötesinde hatta Avrupa sınırları dışında işlenen insan hakları ihlallerinden dolayı sorumlu tutulabileceklerine hükmetmişti. Ancak yine de KHRP, Türk askerlerinin Kuzey Irak'ta yedi koyunu öldürdüklerini kanıtlayamamış ve dava geri çevrilmişti. Açılan son davalar bu baharda bir soruşturma ekibinin bölgeye ziyaretinin ardından hazırlandı. Kuruluşun direktörü Kerim Yıldız, kendi araştırmalarıyla ilgili olarak, "Bize, Türk şarapnelleri ve bombalarının sivillerin ölümlerine ve yaralanmalarına ayrıca insanların işlerinin, topraklarının ve mallarının zarar görmesine neden olduğu söylendi" dedi.
İnsan Hakları Barosu Komitesi ve KHRP'nin başkanlığını yapan İngiliz hukukçu Mark Müller, "Irak'ta acımasızlıklara şahit oldum ve ayrıca sivillerin yaralandıklarını, yerlerinden edildiklerini gördüm. Askeri operasyonlar Iraklı sivillerin insan haklarını tehlikeye atmıştır" dedi.
Londra'daki Türk büyükelçiliğinden bir sözcü, "Bildiğim kadarıyla Kuzey Irak'ta siviller yaralanmadı. Ancak hayvanlarını kaybettiğinden şikayetçi olan bazı siviller var" dedi.
THE FINANCIAL TIMES: "GALİBİ OLMAYACAK BİR VAROLUŞ MÜCADELESİ"
ANKARA, 10/06(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Financial Times gazetesinin 10 Haziran 2008 tarihli sayısında, Soli Ozel imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Anayasa Mahkemesi, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisini (AKP) kapatmayı ve partinin 71 üyesini siyasetten uzaklaştırmayı görüşüyor.
Dava gerekçesi, bu kişilerin ve partinin ülkeye şeriat düzeni getirmeye çalışması. Siyasetten men cezasıyla karşı karşıya olan kişiler arasında bir zamanların ateşli İslamcısı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da var. Erdoğan'ın siyasetten uzaklaştırılması, davanın arkasındaki kişilerin belki de en büyük hedefi. Mahkemenin kasım ayında bir hükme varması bekleniyor. Bu, son derece siyasi bir dava. 162 sayfalık iddianame, AKP'nin büyük zafer elde ettiği geçen temmuz ayında yapılan seçimlerin sonucunu yasal yollardan altüst etme girişimi.
Seçmenlerin çoğu oylarını hükümsüz kılacak bu sert girişimle küçük düşürüldü. Dava, yasalar yoluyla yapılan bir darbe gibi. Bu, Avrupa Birliği'ne katılmayı isteyen demokratik bir ülkenin düşmeyi istemeyeceği derecede utanç verici bir durum. Böyle bir iddianame birkaç ay öncesine kadar hayal bile edilemezdi. Seçmenin sivil askeri bürokrasiye büyük bir darbe indirdiği geçen yılki seçimler, kimin güçlü olduğu sorusuna sonunda bir cevap kazandırdı.
Elde ettiği büyük zafer AKP'ye, Türkiye'nin siyasi sistemini yeni ve daha demokratik bir anayasa taslağı hazırlayarak onarma şansı verdi. Parti, siyaset ve ekonomi alanındaki reformlara devam etti.
Ne yazık ki AKP seçim sonrasında olayları doğru şekilde değerlendiremedi. Girişimleri için geniş kapsamlı bir konsensüs arayışına gidemedi. Yeni anayasa çalışmaları aniden yarıda kesildi. Kürt sorununun siyasi boyutuna önem verilmedi ve Başbakanın çoğu konuşmasına dini bir hava hâkim olmaya başladı. Parti, üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldırmak için büyük bir hevesle çalışmalara girişti. Partinin bu hevesi, ifade özgürlüğünü kısıtlayan bir ceza kanunu maddesini değiştirmekte gösterdiği uyuşukluğa ters düşüyordu. Parti liderleri temel özgürlüklere karşı rahatsız edici derecede ilgisizdiler.
Sonuçta AKP ile ilgili şüpheler -siyasi serbestliğe verdikleri desteğin gerçek olup olmadığı ve Türkiye'yi İslamlaştırma yönündeki gizli gündemi- yeniden su yüzüne çıktı. AKP bu yanlış adımlar sonucunda, bir güç blokunun parçası olmasalar da laikliğe önem veren, otoriter çözümlere karşı olan ve AB üyeliğine destek veren farklı bir seçmen kitlesinin desteğini yitirmeye başladı. Şimdi ise kapatılması bekleniyor.
Kapatma davası Türk siyasetinde süregelen çalkantıları gösteriyor ve daha ciddi bazı sorunları gündeme getiriyor. Öncelikle eski otoriter cumhuriyetçi sistem ve kafa yapısının yeniliğe kapalı olduğunu gösteriyor. Bu sistemin genç ve dinamik bir ulusa verebileceği hiçbir şey yok.
Bu kesimin çabası ilkelerin savunulmasından ziyade imtiyazları korumaya yönelik görünüyor. Ancak AKP'nin temsil ettiği yeni seçkinler de üstlerine düşeni yerine getirmekte başarısız oldular. Bu kişiler, Türkiye'yi laik ve demokratik bir yolda ileri taşıyacak desteği sağlamak için gereken hayal gücü ve kararlılığa sahip değiller.
Bir diğer sorun, Türkiye'nin varoluş mücadelesine dahil olan bütün kesimlerin yasaların yorumlanmasında yahut demokratik ve liberal reformlara başvurma konusunda son derece otoriter bir tutum sergilemesi.
Krize yönelik dış tepkiler ise oldukça farklı. Avrupa Komisyonu net bir tutum sergileyerek parti kapatmanın kabul edilemez olduğunu ve demokratik ilkelere bağlılığın önemini vurguladı. ABD ise daha ürkek davranarak laiklik ve demokrasinin önemini yineledi. Ancak bu durum her şeyden önemlisi bir iç mesele. Türkiye'nin iki yüzyıl önce Batı tarzı modernleşme hedefine ulaşmak için seçtiği yolu yeniden gözden geçirmesi gerekiyor.
Türkiye'nin Batılılaşma yolundaki seçkinleri, Batı'nın daha fazla demokrasi için yaptığı baskıya içerliyor. Bu, onlara göre bölücülük (Kürt azınlıktan dolayı) ve İslamlaşmayı destekleyici bir tutum. Daha demokratik olmak Türkiye için güç dengesinde köklü bir değişikliğe gitmek anlamına geliyor. Bu süreç kaybeden tarafta yer alanların imtiyazlarından vazgeçmelerini de beraberinde getirecek. Türkiye'nin şu an karşı karşıya olduğu en büyük ironilerden biri Batı'ya şiddetle karşı çıkan kesimin aslında en Batılı kişilerden -emekli askerler gibi- oluşması. Bu kişiler süregelen entegrasyona karşı başka seçenekler öne sürüyor, görüşlerini laikliğin korunmasına ve toprak bütünlüğüne yönelik tehditlere dayandırıyorlar. AB sürecinin sona ermesinden ise memnun olacaklar.
Bu krizin galibi olamaz. Türkiye AKP'nin kapatılmasının ardından ortaya çıkacak istikrarsızlığı kaldıramaz. Batı'ya dair hayal kırıklıkları arttıkça ortama yeni bir milliyetçilik hâkim olup farklı stratejik müttefik arayışına girecek bir seçmen kitlesi ortaya çıkabilir.
Eğer bunlar gerçekleşirse AB, demokratik olmayan bir Türkiye ile arasına bir mesafe koyabilir. Ancak bu kritik dönemeçte demokratik güçleri terk etmek ciddi bir hata olacaktır. ABD ve Avrupa Türkiye'nin demokraside başarısızlığa uğramış bir ülke olmasına izin vermemelidir.
İTALYA BASINI
CORRİERE DELLA SERA: "TÜRK YARGI DARBESİ; AB'NİN ÇEKİMSERLİĞİ"
ROMA, 05/06(BYE)--- Tirajı günde 800 bin olan Corriere della Sera gazetesinin 5 Haziran 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Maria Antonia Di Casola imzalı okur mektubu ve Büyükelçi Sergio Romano'nun mektuba verdiği yanıtın çevirisi şöyledir:
"Erdoğan ve hükümetinin karşı karşıya bulunduğu hassas dönem hakkındaki görüşlerinizi öğrenmek istiyorum. Ülkeyi AB'ye katılım hedefine doğru taşıyan AKP, İslamı da içeren geleneksel kültürel kimlik değerlerinden vazgeçmeksizin, bir seri kapsamlı (hayret verici) demokratik reform gerçekleştirmektedir. Bu hangi noktaya kadar, Kemalizmin prensip değerini cumhuriyeti kuvvetlendirici bir unsur haline getiren devlet laikliğine zarar verebilir? Savcılık AKP yaptırımlarını Anayasa Mahkemesi'ne getirecek derecede endişeli olmakta haklı mıdır? Birilerinin, Erdoğan taraftarlarına bugünün modern demokratik Türkiye'sine 'şeriatı' getirmek üzere, sinsi 'takiye' sürecine önderlik yaptığına gerçekten inanmalı mıyız? Ve AB neden reformların uygulanmasını ve sürekle yeni reformların yapılmasını istemeyi sürdürüyor? Neden AB, kurumsal genişleme politikasının büyük bir başarısı olarak algılanabilecek türdeki gelişimlerden, yani Türkiye'nin derin siyasi ve kurumsal değişikliklerle elde ettiği başarılardan daha çok gurur duymuyor?"
Maria Antonia Di Casola
"Sayın Bayan,
Okurlara atıfta bulunduğunuz krizin, Anayasa Mahkemesi'nde süren bir süreç olduğunu hatırlatmak isterim. Savcılık, Anayasa Mahkemesi'nden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın partisi AKP'nin, Kemalizm prensiplerine (cumhuriyetin kurucusu Kemal Atatürk'ün laik ideolojisi) ve cumhuriyet anayasasının değerlerine itina gösterip göstermediğinin araştırılmasını talep etmiştir. Mahkemenin kararı bu yönde olursa, parti kapatılacak ve Başbakan beş yıl süreyle politikadan menedilecektir. Bu durumda da, Türkiye kurumlarının, ulusal, uluslararası, siyasi ve ekonomik açıdan uzun süre etkileyecek bir nevi adli darbeye seyirci olacağız. Erdoğan muhtemelen, geçtiğimiz aylarda karşıtlarının hırsı ve ağırlığını küçümsemiştir. Gözlemcilerin büyük bir bölümü, Erdoğan hükümetinin stilinin geçmiştekine oranla daha az dengeli ve pragmatik olduğunu teyit ettiler. Ancak tercihleri ve ülkenin gündemdeki meselelere karşı tutumu son derece demokratik şekilde gerçekleşti. Anayasa Mahkemesi, cumhurbaşkanlığına onun partisinden birisinin (Dışişleri Bakanı Abdullah Gül) seçilmesini engellemeye çalıştığında, Erdoğan genel seçimlere gitti, seçimleri kazandı ve cumhurbaşkanı seçimi için gerekli parlamenter çoğunluğu ele geçirdi. Bunu takip eden aylarda, 'türbanı' önceden yasak olan kamu mekanlarında (örneğin üniversitelerde) serbest kılan bir kanunu benimsemesi bir hata mıydı? Kanımca hayır. Önceki yasa özgürlüğü kısıtlayıcı idi ve iptal edilişi doğru bir girişimdi. Laikliğin devlet ideolojisi olduğu Fransa'daki yasa, tüm dini sembollerin yasak olduğu okullarda başörtüsünü yasaklamakta, ancak üniversite ve diğer kamu mekanlarında serbest kılmaktadır. Şu ana kadar AKP, Türk geleneklerinin laik siyasi güçlerince geçmişte sergilenenden çok daha demokratik olduğunu göstermiştir. Erdoğan hükümeti, Batının uygar geleneklerine tamamıyla uyum gösteren reformları gerçekleştirmiş ve bunu AB sürecini kolaylaştırmak üzere yapmıştır. Bu durumda, AB'nin, son yıllarda modern Türkiye'ye verdiği etkinin öneminden gurur duyması gerektiğini söylediğinizde haklısınız. Başta sivil ve askeri güçler arasındaki ilişkiler gibi hassas meseleler gelmek üzere, pek çok reform AB tarafından müzakerelerin açılışına şart olarak ileri sürülmeseydi muhtemelen gerçekleşmeyeceklerdi. Şu halde ülkenin en yüksek mahkemesinin, Türkiye'nin siyasi ve ekonomik gelişimine zarar verebilecek bir süreci başlatmaktan neden çekinmediğini anlamak gerekiyor. Buna temel sebep şüphedir. Laikler, kurumlar zirvesinde elde ettikleri yetkiyi yitirmekten korkmakta ve İslam türbanına izin verilişinin toplumun ve devletin İslamlaştırılması ile sonuçlanacak bir sürecin sadece başlangıcı olduğuna inanmaktadırlar. Bu risk mevcuttur. Kısa süre önce Monica Ricci Sargentini'nin Corriere della Sera gazetesinde vurguladığı üzere, AKP'nin içinde günlük yaşamı Müslüman Ortodoksluğunun kafesine sokmak için baskı yapan bir kanat mevcuttur. AB'nin söz konusu şüpheleri paylaştığına inanmıyorum ve Erdoğan'a verilen desteğin dolaylı şekilde vurgulandığı Brüksel deklarasyonunu da okudum. Ancak AB siyasetçileri, kendi ülkelerinde Türkiye'nin AB'ye katılımına karşı güçlü bir olumsuz görüşün halihazırda var olduğunu da biliyorlar. Ve Erdoğan'a desteğin daha açık bir şekilde gösterilmesinin 'onay' olarak yorumlanabileceğinden endişeleniyorlar. Sayın Bayan, korkarım ki bizlerin çekimserliğinin gerçek nedeni de budur."
KIBRIS RUM BASINI
FİLELEFTHEROS: "TÜRKİYE'NİN SAYDAMLIĞI"
LEFKOŞA, 10/06(BYE)--- Bağımsız, liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 8 Haziran 2008 tarihli sayısında, Konstandia Sotiriu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Teröre karşı yapılan ünlü savaş, sıradan vatandaşın kişisel verilerinin ihlal edilmesine ilişkin tüm dünyada her gizli hizmetin suçsuzluk kanıtı oldu. Her çeşit ihlalde kısa bir tarihi olan Türkiye bir istisna değildir. Türkiye'deki sorun; vatandaşların, devletin tüm ihlalleri haklı olarak yapabileceği doğal bir şey olarak varsaydıkları noktaya varmalarıdır.
Avrupa müktesebatına uyum konusunda son yıllardaki çabalara rağmen kişisel özgürlükler konusunun en alt seviyede olmaya devam ettiği bir ülkede, Türk vatandaşlar, insan haklarından doğan kişisel özgürlük konusunu halen özümsemediler.
İşte bu yüzden demokrasi ve Avrupa yolu Türkiye için tek yoldur. Ayrıca işte bu yüzden AKP'nin kapatılmasına ilişkin suçlamalar her vatandaşın omuzlarına yük oluyor.
FİLELEFTHEROS: "OLGUN MEMORANDUM"
LEFKOŞA, 11/06(BYE)--- Bağımsız liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 11 Haziran 2008 tarihli sayısında, Larkos Larku imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
5 Haziran tarihinde Londra'da Dimitris Hristofyas ile Gordon Brown arasında imzalanan Kıbrıs-Büyük Britanya "Karşılıklı Anlayış" Memorandumu, uluslararası ilişkilerle ilgili önemli bir dokümandır. Diplomatik bir metinde, ikili ve çok taraflı ilişkilerle ilgili ayrıntılı bir "tanımlama" yapılmaktadır. Böylece Kıbrıs, uluslararası alandaki faaliyetleriyle, karar alma merkezlerindeki dayanaklarından diplomatik güç toplamaktadır. Kıbrıs gibi küçük bir ülke, uluslararası sistemdeki konumunu güçlendirme, uluslararası konumunu realizm ve planlarla iyileştirebileceğine inanma ve sonuç olarak siyasi görüşü hakkında ısrarlı ve uygun (her defasında) argümanlarla ikna etme sorumluluğuna sahiptir. Hristofyas ile Brown'un imzaladıkları dokümanın, anlam açısından tam olduğuna, birçok ve çeşitli alıcısı olduğuna ve özellikle de sadece mümkün olan girişimlerle ve kararlılık duygusuyla olayları değiştirebileceğimizi gösterdiğine inanıyorum.
"Karşılıklı Anlayış" memorandumunda Kıbrıs, Kıbrıs sorunu konusunda tatmin ediliyor. İki ülke, "BM kararlarında ve AB'nin üzerine inşa edildiği ilkelerde de belirlendiği üzere siyasi eşitliğe sahip, iki bölgeli, iki toplumlu federasyon temelinde kapsamlı ve kalıcı bir çözümün bulunması hedefiyle, adanın yeniden birleşmesi için çalışma sözü veriyorlar." Buna ek olarak Londra, Hristofyas'ı destekleyerek, Ankara'daki bazı güçlerle "görüşmeye" çalışıyor: "Birleşik Krallık, bölünme veya adada herhangi bir ayrı mevcudiyetin tanınması veya yüceltilmesi yönündeki her türlü hareketi desteklemeyecektir."
Birleşik Krallık da 1960 rejimiyle ilgili taahhütler alarak tatmin oluyor. Birleşik Krallık, garantör güç rejiminden doğan yükümlülüklerine bağlılığını teyit ediyor ve Kıbrıs kabul ediyor. İki ülke Kuruluş Anlaşmasından kaynaklanan tüm konularda yapıcı bir şekilde işbirliği yapmaya devam edecek.
Bir başka bölümünde Kıbrıs Hükümetinin Kıbrıslı Türkleri ekonomik açıdan desteklemeye yönelik her girişimi övgüyle karşılanıyor, öte yandan Kıbrıs Cumhuriyeti'nin önerisiyle ilk kez "Kıbrıslı Türklerin yüksek eğitim kurumlarının uluslararası işbirliği programlarına katılabilmelerini sağlayacak akreditasyon prosedürünün kurulması" için pencere açılıyor.
AB ile ilişkili meselelerde, "iki ülkenin AB ve Türkiye ile ilgili konular hakkında düzenli diyalog gerçekleştirecekleri ve ortak hedefin, önkoşullar yerine getirilir getirilmez Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği olduğu konusunda" uzlaşmaya varılmıştır. İki ülke Türkiye'nin tüm üye devletlere yönelik askıda bekleyen yükümlülüklerini yerine getirme gerekliliği konusunda hemfikirdiler. Bu noktada, memorandumun Türkiye'nin üyeliğe aday devlet olarak Kıbrıs sorunu gibi bir Avrupa sorununun çözülmesine ilişkin sorumlulukları hakkında prototip yorumlara neden olduğunu düşünüyorum. "Askıda bekleyen yükümlülükler" terimiyle "protokolden" özel olarak bahsedilmesi faydalıdır, ancak Kıbrıs sorununun merkezi konusuyla alakalı değildir.
Her halükarda memorandum, Kıbrıs'ın dış politikasının, gerçek güç birliklerinin gerçek verilerine uyum sağladığını, dayanaklarını genişlettiğini ve faaliyetlerini aşamalı olarak Kıbrıslı Türklerin sorunlarına da uzattığını göstermektedir. Yaptığı tercihlerle, olgunluğunu göstermektedir. Dolayısıyla olumlu davranışıyla, uluslararası sahnedeki çeşitli kürsüleri kullanarak, gelişmeleri etkilemeye çalışmaktadır.
YUNANİSTAN BASINI
ETHNOS: "YUNANİSTAN-FRANSA... İLGİSİZLİK Mİ?"
ATİNA, 06/06(BYE)--- Tirajı günde 46 bin olan Ethnos gazetesinin 6 Haziran 2008 tarihli sayısında, Yorgos Delastik imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Bundan otuz yıl önce; 1970'li yıllarda "Yunanistan-Fransa ittifak" sloganı çok moda olmuştu. Aslında hiçbir zaman bu slogan belirli bir varlık kazanmadı, fakat buna rağmen Yunan nüfusunda Fransız uluslararası politikasına karşı duygusallığa dayanan büyük bir sempatiye neden oldu. Bu sempati, 1980'li yıllarda Andreas Papandreu'nun François Mitterand ile ilişkisi vasıtasıyla güçlendi, Fransa'nın Irak'ın Amerikalardan işgaline karşı çıkması nedeniyle de 2003 yılında daha geniş boyutlar kazandı. O dönemde Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın güçlü direnişi ve Dominique de Villepin'in ABD'nin saldırısında kısa bir süre önce BM Güvenlik Konseyindeki konuşması, Yunanların toplumsal anılarında hayranlıkla kaydedilen Fransız politikasının en önemli anlarından bazıları. Buna paralel olarak, Mayıs 1968 ve 1995 sonbaharındaki büyük grevler, Fransa başkentinin çeşitli semtlerinde toplumun ve gençlerin patlaması, daima ayaklananların yanında yer alan Yunan kamuoyunu oldukça etkiliyor.
Amerikan turist gruplarını andıran bugünkü birkaç saatlik ziyaretiyle Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, yukarıda sözü geçen olayların herhangi birisinin sembolü elbette değil; sadece Sol'a ve toplumsal hareketlenmelere karşı çıktığını açıklamıyor, Yunanlıların gözünde ulusal bağımsızlığın sembolü olan Fransız Sağ'ının de Gaulle'cü geleneklerine ve "babacılık" devletine de karşı çıkıyor.
Buna rağmen, Sarkozy'nin en azından üç ciddi konuda Yunan kamuoyunu olumlu etkileyen tezleri var. Her şeyden önce Türkiye konusu ve bu ülkenin AB ile ilişkileri. Hemen hemen bütün Avrupalıların düşündüğünü, yani Türkiye'nin bir Avrupa ülkesi olmadığını ve Avrupa'nın bütünleşmesinin siyasi boyutunun kesinlikle son bulmaması için AB üyesi olmamasının gerekli olduğunu eninde sonunda açıkça söyleyen büyük bir Avrupa ülkesinin lideri ortaya çıktı. Çünkü Türkiye AB üyesi olursa, AB, Avrupa'nın etkisi altında, genişliği belirsiz bir serbest ticari alışverişler kuşağına dönüşecek.
İkincisi, Sarkozy Almanya'nın ve Orta ile Doğu Avrupa'daki "doğu eyaletler Reich"ı olarak bilinen ülkelerin aşırı gücüne karşı dengeler kurmak amacıyla AB'nin güney ülkeleriyle bir cephe kurma teşebbüsünde bulundu. Akdeniz'deki Arap ülkelerinin, Türkiye'nin ve İsrail'in katılımıyla AB dışında bir Akdeniz Birliğinin kurulması bu kuruluşta da lider rolünü elbette Fransa'nın üstlenmesi yönündeki düşüncesi doğru yöndeydi. Ne yazık ki bu girişim başarısız oldu, çünkü hem Almanya'nın sert tepkisiyle hem de diğer Akdeniz ülkelerinin, özellikle de İtalya ile İspanya'nın isteksizliğiyle karşılaştı. Bu konunun garip tarafı, Karamanlis hükümetinin de Sarkozy'nin tezlerini desteklememesi. Yunan Başbakanının Atina-Paris cephesinin oluşmasına yardımcı olacak yakınlaşma noktalarını aramaması çok ciddi bir hata. Akdeniz Birliğinin yapılanması çabalarına ülkemizin faal bir şekilde katılımı siyasi rolünün statüsünü yükseltecekti.
Aynısı AB-Türkiye ilişkileri için de geçerlidir. Atina'nın Türk üyeliğini en sıcak şekilde desteklemesi ve "27"lerin" alaycı tebessümlerine neden olması artık bir son bulmalı. Chirac ve De Villepin, Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyetini tanımadıkça üyelik müzakereleri başlayamaz konusunu ortaya koyarken Atina anlamazlıktan gelmiş, Karamanlis hükümeti her şeyi altüst etmişti. Aynı hataları şimdi de Sarkozy ile tekrarlamasına neden yok. Yeter artık.
Üçüncü noktaya; Fransa Cumhurbaşkanının bazı alanlarda savunduğu "ekonomik vatanseverliğe" gelince, Karamanlis hükümetinin bunu örnek olarak almasını istememiz boşuna olur. Çünkü Karamanlis hükümeti bir yeni liberalizm heyecanı içinde devlet servetinden iz dahi kalmamasını istiyor, her şeyi satmaya kalkıştığı bir aşamada bulunuyor.
TO VİMA: "MESAJ"
ATİNA, 09/06(BYE)--- To Vima gazetesinin 8 Haziran 2008 tarihli sayısında Yannis Kartalis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Kemalist düzen, TBMM tarafından yapılan ve üniversitelerde başörtüsüne izin veren anayasa değişikliğini iptal etmekle Erdoğan hükümetine bundan böyle neler olacağına dair güçlü bir mesaj gönderdi. Yüksek Mahkeme yargıçlarının İslam aleyhtarı olduklarının bilinmesi nedeniyle şaşkınlık yaratmayan karar, belirtilere göre önümüzdeki aylarda açıklanması beklenen bundan çok daha ciddi bir karara öncülük ediyor. Beklenen söz konusu kararla Türk devletini İslam Cumhuriyetine dönüştürmeye çalıştıkları gerekçesiyle sadece iktidardaki parti değil, Başbakan, Cumhurbaşkanı ve daha 70 hükümet mensubu yasa dışı sayılacak. Böylelikle Türkiye'nin bütün siyasi sistemi havaya uçurulacak, ülke derin bir krize yönelecek bunun da siyasi istikrar, ekonomik kalkınma ve AB ile üyelik müzakereleri üstünde olumsuz etkisi olacak. Üstelik bu gelişmeler, Avrupa Birliğinin demokratik reformların gecikmesi nedeniyle yoğun kaygısı dile getirdiği bir anda kaydediliyor.
Bu gelişmelerden, Erdoğan'ın yakın geçmişteki seçimlerde büyük bir zafer kazanmış olmasına rağmen bilinen askeri diplomatik düzene hakim olmadığı belli oluyor. Şimdi de bu düzen yargıçlardan tam destek görerek geçmişte olduğu gibi askeri darbelere başvurma ihtiyacını duymadan sadece mahkeme kararlarıyla ülkenin altını üstüne getirebiliyor, aslında halkın egemenliğini bertaraf ediyor. Böylelikle bir belirsizlik ortamı yerleşiyor, Türkiye'nin iç yapısındaki engelleri aşamaması nedeniyle Avrupa'da yeri olmadığını savunanların öne sürdüğü tezler güçlendiriliyor. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin de Atina ziyareti sırasında -elbette gerekli diplomatik nezaketle- söyledikleri bu tezin önemli bir örneğidir.
Ancak, ülkenin gerek iç gelişmeler gerekse dış eğilimler açısından gidişatı bir yana, şekillenen yeni durum, Atina'nın Türkiye yönündeki politikasını yeniden gözden geçirmesini gerekli kılıyor. Atina şimdiye kadar uyguladığı politikayla ikili ilişkilerin düzelmesini tamamen Türkiye'nin Avrupa yoluna bağlamıştı. Ancak bu perspektifin varlığı artık şüphelidir. Aynı şekilde Lefkoşa'da da, gerçek yönetim işgal kesiminde Türk generallerin, yani yargıçlarla birlikte ülkelerinin yasal hükümetini gizli İslam gündemi olduğu gerekçesiyle devirmeye çalışanların elinde bulundukça, Hristofias'in sadece Kıbrıslı Türk lider Talat'ın iradesine dayanarak Kıbrıs sorununu çözümleyebileceği şüphelidir.
KATHİMERİNİ: "KURULU DÜZEN VE İSLAMCILAR"
ATİNA, 09/06(BYE)---Kathimerini gazetesinin 8 Haziran 2008 tarihli sayısında Kostas Yordanidis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Yüksek Mahkemenin üniversitelerde başörtüsüne izin veren anayasa değişikliğini iptal etme kararı, geleneksel düzenin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu ülkenin tek düzenleyici faktör olma yönündeki çabalarını durdurma niyetinde olduğunu gösteriyor.
Tabii aynı Mahkemenin, İslam Partisini yasa dışı ilan etmesi ve Erdoğan ile Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile birlikte 71 mensubunun beş yıllık bir süre için herhangi bir partiyle politikaya karışmasını yasaklaması bekleniyor.
Avrupa-Amerika toplumu Türkiye'nin geleneksel düzeninin rolünü kanıtlama çabasından dolayı kaygı duyuyor, fakat geçmişte aynı işlemlerle Necmettin Erbakan'ın da devrilmesine göz yummuştu. Çünkü Erbakan, Erdoğan'ın aksine Batı hükümetlerinin hoşuna gitmemişti.
Türkiye'deki gelişmeler özellikle Atina'yı kaygılandırıyor, çünkü bu ülkedeki istikrarsızlık Yunanistan'a karşı tutumu etkileyebilir. Bu kaygı elbette anlayışla karşılanıyor, fakat geçmişte Yunan hükümetinin Erdoğan'ın geleneksel kurulu düzen ile sürtüşmesinde, Türkiye'nin Avrupa yönünde ilerleyeceğine inandığı için Erdoğan lehine tez belirttiği oldu. Ancak bu İslam ülkesinin AB üyeliği yönündeki yolu Erdoğan'dan aynı zamanda da AB ülkelerinden Kemalist Türkiye'nin temel dayanaklarının, örneğin Silahlı Kuvvetlerin güçsüz hale getirilmesi uğruna "değerlendirildi". Bu bağlamda Ankara'nın Avrupa yolunun Yunan hükümeti tarafından desteklenmesinin ülkenin geleneksel yapısını -orduyu da- sabote etmek için sistematik bir şekilde kullanılan bir metot olarak algılanması garip görülmemeli.
AB'nin ve NATO'nun birçok ülkesi tarafından Türkiye yönünde bu yaklaşım kabul edilebilir fakat yaklaşık 180 yıldan bu yana önce Osmanlı İmparatorluğu ile müteakiben de Türkiye ile ilişkileri için para, zaman ve duruma göre insan harcayan Yunanistan'dan kabul edilemez.
Türkiye, meydana gelen ve birkaç yüzyıldan bu yana süren iç krizlere karşı büyük bir dayanıklılığı olan büyük bir ülke. Bu nedenle bazı kazanımlar bekleyerek kriz üzerinde "yatırım yapmak" saflık olur. Üstelik birisinin bu iç sürtüşmeye karışması tehlikeli de olabilir. Ayrıca kriz nedeniyle belki de haklı olarak Avrupa Türkiye'sini yapılaşmış olduğuna inanan geleneksel kurulu düzene "demokrasi" dersleri vermeye kalkışmak da neticesiz olur.
Yunanistan elbette Avrupa Birliğinin Türkiye'deki iç gelişmeler için alacağı herhangi bir karara uyum sağlayacak. Ancak başrolü üstlenmemeli. Ankara'da durum her an değişebilir ve herhangi bir politikanın çizilmesi sözde ideolojiler temelinde olmamalı. Yunanistan'ın Türkiye yönündeki ilgisi sadece pratik düzeyde olmalı "pedagojik" boyutu olmamalıdır.
ETHNOS: "GÖKÇEADA İÇİN"
ATİNA, 09/06(BYE)--- Tirajı pazar günleri 144.783 olan Ethnos gazetesinin 8 Haziran 2008 tarihli sayısında, Nikos Meletis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
Sessizce geçen on yıllardan sonra Gökçeada ve Bozcaada Rumları konusu, yavaş yavaş ön plana çıkıyor. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu, iki adanın Türkleştirilmesi yönündeki çabaları tarif eden, Rumların siyasi ve kültürel haklarının yanı sıra mallarının da iadesini talep eden İsviçreli Andreas Gross'un raporunu kabul etti. Atina'daki İmrozlular Derneği kararı memnuniyetle karşıladı ve onaylanması için Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi'ne katılan bütün Yunanlı Parlamenterlerin 27 Haziran'daki toplantıda hazır bulunacaklarını ümit ettiğini belirtti. Biz toplantıya katılıp katılmayanların isimlerini kaydetmeyi unutmayacağız.
İMERİSİA: "FİRKATEYN VE RAFALE'LERİN ARDINDA"
ATİNA, 10/06(BYE)--- Tirajı günde 12 bin olan İmerisia gazetesinin 10 Haziran 2008 tarihli sayısında, Yorgos Kapopulos imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Çok pahalı silah sistemlerinin satışı uğruna büyük laflar mı? Sarkozy'nin ziyaretini sadece bu boyut açısından ele almakla konu; sınırlayıcı, kısıtlayıcı bir şekilde ele alınmış olur. Bazı nedenlerden dolayı, Paris bir yıldan bu yana, hem Avro-Atlantik ilişkileri hem de Avrupa içi dengeler için çizmiş olduğu rota çerçevesinde, Atina'ya daha da yakınlaşmasının gerekli olduğuna inanıyor: Fransa, ABD'nin imtiyazlı ortağı olarak ön plana çıkmayı ve Avrupa Savunma Yapısında lider rolü oynamayı amaçlıyor. Öte yandan, Yunanistan AB'nin sert çekirdeğine ait ve AB üyesi ülkeleri birbirine daha da yakınlaştıracak her adımı destekleyen bir ülke, ayrıca, güvenliğini NATO ve ABD ile bağlantılı görmeye devam ediyor. Böylelikle iki ülke arasındaki yakınlaşmadan Paris, Doğu Akdeniz'de varlığını güçlendirmeyi ve bölgede rol oynamayı; Atina da NATO'ya karşı çıkmayacak bir Avrupa Savunma Yapısına katılımı bekleyebilir.
Merkel, "Akdeniz Birliği" önerilerine Paris'in Güney Avrupa'da bir Etki Kuşağı yaratma teşebbüsü olarak bakmasına ve bu nedenle ilk baştaki plana makası iyice vurmasına rağmen, Fransa "Akdeniz Birliği" konusuna öncelik tanımaya devam ediyor. Bu arada, Madrid ve Roma'nın Akdeniz'de "büyüklük satma" yönündeki amaçları nedeniyle Atina ile işbirliği daha bir ağırlık kazanıyor.
AB'nin genişlemesi olanağı Paris'in üzerinde daima bir alerji etkisi yaratıyordu ve de yaratıyor. Bu nedenle de Atina'nın Üsküp'ün üyeliğini veto etmesi ona da hizmet ediyor. Ayrıca Türkiye'de yargıç darbesi doruğa ulaşırsa, iktidardaki AKP dağılırsa ve Erdoğan-Gül aynı zamanda da onlarca parti mensubunun siyasi faaliyeti yasaklanırsa, Yunanistan-Fransa arasında oldukça ciddi bir görüş farklılığı da ortadan kalkmış olacak: Kemalist düzen, üyelik müzakerelerini torpillemiş olacak ve artık istenen sadece özel bir ilişkinin içeriğinin düzenlenmesi olacak. Bütün bunlar geniş bir yakınlaşmanın ve iki ülkenin silah sistemleri konusunda işbirliğinin yasallaşması için gerekli ortamı oluşturuyor. Öte yandan, bazı konularda çok ciddi tez farklılıkları da var.
Birincisi, Sarkozy, AB içinde büyük güçlerin oluşturacağı bir sert çekirdekten yana olduğunu hiçbir zaman gizlemedi. Atina ise, Berlin'in tezine daha yakın, yani Sert Çekirdeği daha büyük bir birliktelik isteyenleri içerecek ve yeni üyeliklere açık olacak bir AB'den yana.
İkincisi, Sarkozy'nin, cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Orta ve Doğu Avrupa'da Almanya ile rekabeti, Balkanlarda istikrarsızlığa ve AB'nin iki büyük gücünün ister istemez yerel sürtüşmelere karışmasına neden olabilir.
Son olarak şunun da altını çizmek zorundayız; İrlanda'nın perşembe günkü referandumda Reformlar Anayasası'na hayır demesi durumunda yukarıda yaptığımız analiz "harita üzerinde tatbikat" gibi bir kenarda kalacak. Bu durumda, sadece Fransa dönem başkanlığı gündeminin iptal edilmeyeceği, Sarkozy'nin bir yıl içinde şekillendirdiği Avrupa Stratejisinin tümünün iptal edileceği de kolayca anlaşılır.
TA NEA: "KAÇAK GÖÇMENLER KONUSUNDA SORUMLULUK TÜRKİYE'DE"
ATİNA, 11/06(BYE)--- Tirajı günde 63 bin olan Ta Nea gazetesinin 11 Haziran 2008 tarihli sayısında, Maria Daliani imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
İçişleri Bakanı Prokopis Pavlopulos ile Deniz Ticareti ve Adalar Bakanı Yorgos Vulgarakis yaptıkları açıklamalarda, kaçak göçmen konusunda Türkiye'yi "sıvazlayan" ve deniz ve kara sınırlarını korumayan AB'yi sorumlu tuttular.
AB'nin dış sınırların korunması ve yasa dışı göçmen konularına dair mecliste bilgi veren Pavlopulos, Türkiye'nin tutumunu "riyakar", AB'nin Türkiye karşısındaki tutumunu da "akıl almaz" olarak nitelendirdi. İçişleri Bakanının milletvekillerine sunduğu belgelerde, Türkiye'ye sadece 2007 yılında 7.728 kaçak göçmenin yeniden kabulünü ilgilendiren 492 dilekçe sunulduğu belirtiliyor. Türkiye 1.452 kişinin iadesini kabul ederken, bugüne kadar bunlardan sadece 423'ü iade edildi. Pavlopulos, protokolün yürürlüğe girdiği 2002 yılından bu yana Türk makamlarına 41.290 kaçak göçmen için 3.131 başvuru yapıldığını ve bunlardan sadece 2.093 kişinin geri döndüğünü vurguladı.
--Göçmenleri Savunma Örgütü--
Bakanları bilgilendirme toplantısı sırasında PASOK milletvekili Mihalis Hrisohoidis "Göçmenleri Savunma Örgütü"nün kurumlaştırılmasını önerdi. Bakanlar söz konusu öneriyle ilgili yorum yapmazken, Sinaspismos partisi milletvekili Fotis Kuvelis, sınırların korunması dışında "göçmenler konusunda bir ulusal politika oluşturulması zamanı geldiğinin" altını çizdi. KKE milletvekilleri Mavrikos ve Pafilis, "sınırların korunması için devasa mekanizmaların kurulmasını" değil, kaçak göçe yol açan nedenlerin ortadan kaldırılması gerektiğini vurguladılar.
İSVİÇRE BASINI
TAGES-ANZEIGER: "TÜRKİYE'Yİ İHMAL ETMEK AKILSIZLIKTIR"
BERN, 10/06(BYE)--- Tirajı günde 216.400 olan Tages-Anzeiger gazetesinin 10 Haziran 2008 tarihli sayısında, Mark Almond imzalsıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan www.project-syndicate.org kaynaklı, haber-yorumun çevirisi şöyledir:
--ABD, AB ve Türkiye--
ABD ve AB Türkiye'ye karşı fazla sert davranırlarsa, Türkiye, başka ve kendi açısından daha güvenilir ortaklar arayacaktır. Türkiye, uzun süre jeopolitik istikrar vahası gibiydi. Ancak, 2003 yılından itibaren daha önce hiç sorgulanmayan Amerika Birleşik Devletleri ile müttefiklik bağlantısı, Irak savaşı nedeniyle derinlemesine bir yeniden değerlendirmeye tabi tutuluyor. Türkiye'nin onlarca yıldır mevcut konsensüs ile sürdürülen AB adaylığı da AB'nin gel gitleri yüzünden sallantıya girdi.
Türkiye'nin istikrarsız Kafkas bölgesindeki merkezî rolü ve Orta Doğu'da barışı teşviki ışığında -zira İsrail ile Suriye arasındaki güncel görüşmeler Türkiye'nin ara buluculuğu altında sürmektedir- Türkiye'nin ihmal edilmesi sadece akılsızlık değil, aynı zamanda tehlikelidir de. Gerek iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi, gerekse onun laik rakipleri, AB üyeliği hedefine bağlıdır -bu arada kuşkuları oluşmuş olsa da-. Fransa Devlet Başkanı Sarkozy'nin, Türkiye'nin adaylığı konusunda halk oylaması yapılmasında ısrar etmesi, uzun yıllar zorlukla AB normlarına uyulması çabasının ödüllendirilmeyeceği kuşkusunu güçlendiriyor.
ABD ve AB, Türkiye'nin başka bir seçeneği olmadığından öylesine eminler, ki onlar, Türkiye'nin kadermiş gibi bütün sertlikleri sineye çekeceğine inanıyorlar. Bu rahat varsayımlarında, Türkiye'nin jeopolitik konumunun tektonik kaymaya uğradığını göremiyorlar.
Türkiye, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından hemen sonra, Pantürkist romantizm içinde yeni bağımsızlığını kazanan Orta Asya devletlerine yöneldi. Atalarının geldiği anayurt, Türk fantezilerinde belli bir çekim kuvvetine sahipti. Bu arada biraz gevşek bir tür Türk "commonwealth" oluşturan nedenler etnik değil, daha çok ticaret, enerji kaynakları ve diğer pratik nedenlerdir.
Türkiye'nin bu arada, kısa süre önce bağımsızlıklarını kazanan post Sovyet devletlerle ilişkilerini zarara uğratmadan Rusya ile ilişkilerini yenilemesi en fazla dikkati çeken unsur oldu. Türkiye'nin Rusya'ya karşı eski düşmanlığı, Sovyetler Birliği yıkıldığında kısa bir anlığına alevlendi. 1990'lı yılların başlarında bazı Türk generalleri, Rus birliklerinin Çeçenistan'da küçük düşürülmesini epeydir özlenen intikamın parçası olarak görmüştü.
--Rusya ve İran ile Sinerji--
Rusya ve İran, Türkiye'nin bir zamanlar büyük jeopolitik rakipleri iken, bugün ihraç pazarı ve enerji kaynağı oldu. Enerji, Türkiye'nin yeni jeopolitik konumunda anahtar rol oynuyor. Türkiye'de sanayi ve nüfus, dinamik şekilde büyüyor, bu nedenle Türkiye'nin enerji gereksinimi, hiçbiri geniş çaplı bir iç krize yol açmadan petrol ve gaz akışını kesemeyeceğinden, Rusya ve İran ile jeopolitik sinerji ortaya çıkarıyor.
Türklerin komşularına karşı yaklaşımları bir yandan değişirken, iktidardaki elit tabaka, görece istikrarsız pazar ekonomisi ve kısa demokrasi geleneklerine sahip eski komünist ülkelerin AB'ye üye kabul edildiğini izlemek zorunda kaldı. Bir Türk generali şöyle diyordu: "NATO yerine Varşova Paktı'na girmiş olsaydık, şimdi AB üyesiydik."
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın İslamcı muhafazakâr AKP'sinin yeniden seçilmesi, ardından eşi başörtüsü kullanan Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına gelmesi İslam karşıtı Avrupalıların endişelerini pekiştirir gibi göründü. Ancak AKP eylemcileri ve seçmenleri dindar Müslümanlar olduğu hâlde, Erdoğan ve Gül, Avrupa'ya entegrasyon konusuna bağlı. Yakın bir gelecekte üyeliğe ulaşarak taraftarlarını yatıştırmak ve karşıtlarını susturmak için gereken zamanı elden kaçırıyorlar.
Sorun, AKP'nin başarısı ve ABD'nin Erdoğan ve Gül'e verdiği desteğin, eskiden baskın olan laik ve batı yanlısı ülke elitinde hedef krizi yaratmış olması. AKP, seçimleri kazandıran milyonlarca seçmenin bağlılığına ve yığınla yeni üyesine güvenebilirken, laikler kurumlarda, üniversitelerde ve medya ile ekonomide derin kökler salmış durumdadır.
Ama bugün hem normal AKP taraftarları, hem de hayal kırıklığına uğramış olan laikler, Amerika'nın bölgedeki eylemleri ve motifleri konusunda şüphe taşıyor. Türk Parlamentosunun 2003 yılı Mart ayında ABD önderliğindeki Irak işgalini desteklememe kararına, yüksek mevkilerdeki askerlerin sessiz rıza göstermeleri, Türk milliyetçiliğinin AKP'nin sıradan milletvekillerini, normalde laik kesimdeki barışamaz düşmanları ile birleştirebileceğine işaret ediyor. AB'nin üyelik konusunda Türkiye'ye karşı bariz bir sertliği veya Amerika'nın Kuzey Irak'taki Kürt problemini hafife alması, bu iki kampın büyük bölümlerini birleşebilir.
--İsrail ile Sorunlu İlişkiler--
Örneğin: Türkiye'nin İsrail ile ilişkileri İsrail'in Kürdistan'daki yatırımları nedeniyle gölgelenmiştir. Şimon Perez, uzlaşmanın bir jesti olarak bir İsrail Devlet Başkanının çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin Meclisinde yapacağı konuşma için Ankara'yı seçmiş olsa da, İsrail'in İran konusundaki endişeleri, Türkiye'ye göre daha fazla. İsrail'in barışamayacağı iki düşmanı olan İran ve Suriye, gerçekten de Türkiye'nin Kürtlere karşı sert tavrının en güçlü destekleyicileridir.
Amerika'nın Irak'ı işgali, Türkiye'nin Batı'ya yönelimini, ABD'nin itiraf ettiğinden daha çok olumsuz etkiliyor. Türklerin çoğu ülkelerini Batı'dan dışlanmış görmek istemiyor, ama AB, daha güçsüz durumdaki ülkelerin adaylığını hızlandırmaya çekinmeden devam ederse, Türkiye kendisini yeni jeopolitik yön bulma konusunda yeteri kadar güçlü ve kırgın hissedebilir.
* Mark Almond Oxford Üniversitesi Oriel Collge'de Tarih Doçentidir. Copyright: Project Syndicate, 2008.
ABD BASINI
THE CHRISTIAN SCIENCE MONITOR: "İSTANBUL BİN YILLIK ROMAN MAHALLESİNİ MODERNLEŞTİRİYOR"
ANKARA, 09/06(BYE)--- ABD'de yayımlanan The Christian Science Monitor gazetesinin 9 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, Yigal Schleifer imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:
İstanbul'un 5. yüzyıldan kalma surlarının arasındaki Sulukule Mahallesi, şehirdeki bir mahalleden çok bir köye benziyor.
Şehrin tarihi bir kısmında bulunan Sulukule Mahallesi, yerel belediyenin tanımıyla bir "kentsel dönüşüm"e giriyor. Dönüşüm planına göre beş bin insanı barındıran bölge yıkılacak ve yerine 620 adet "Osmanlı tarzı" villa yapılacak. Belediye ve TOKİ tarafından finanse edilen projenin, hızla gelişen ve zenginleşen İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti olacağı 2010 yılına kadar tamamlanması bekleniyor. Fakat belediyenin dönüşüm planı, hem Türkiye'den hem de Türkiye dışından eleştiri alıyor. ABD Kongresi ve Avrupa Parlamentosu bu projeye karşı olduklarını ifade ediyorlar.
Sulukule Mahallesi'ndeki Roman varlığı 1054 yılına kadar uzanıyor. Bu da mahalleyi dünyada olmasa bile Avrupa'daki en eski Çingene yerleşimi yapıyor.
Sulukule projesinin içinde, Roman müziği ve dansının öğretileceği bir kültür merkezi ve Roman müzisyenlerin çalışacağı bir otel de yer alıyor. Sulukule Mahallesi'nde yaşayan Romanlara para da ödenecek ve yeni yapılacak, fiyatı 114 bin ila 130 bin dolar arasında olan villalardan satın alma şansı verilecek.
INTERNATIONAL HERALD TRIBUNE: "TÜRKİYE'NİN TEMEL ESASLARI İÇİN SAVAŞ VERMEK"
ANKARA, 11/06(BYE)--- International Herald Tribune gazetesinin 10 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, Zeyno Baran imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:
Batı basınını takip eden herhangi birisi Türkiye'de demokratik fakat dindar iktidar partisi ile laik fakat antidemokratik muhalefet arasında bir savaş olduğunu düşünebilir. Bu doğru değil. Asıl mücadele Türkiye'nin temeli ile ilgili: Türkiye, liberal bir demokrasi haline gelip Avro-Atlantik toplumunun bir üyesi olarak kalmaya devam edecek mi, yoksa Rusya-İran eksenine yaklaşarak liberal olmaktan çıkacak mı?
Türkiye, karmaşık bir siyasi ve toplumsal dönüşümden geçiyor. Eşi benzeri yok, dolayısıyla Türkiye'yi diğer Müslüman ya da Batılı ülkelerle karşılaştırarak, orada neler olup bittiğini anlamak imkansız.
1923'te laik bir cumhuriyet olarak kurulan Türkiye'nin yüzde 99'u Müslüman. Halifeliğin ve şeriat düzeninin kaldırılarak, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması devrim niteliğinde bir hareketti. Birçok Müslüman ülkenin anayasasında şeriat yasaları halen mevcut. Bu durum onların demokratik gelişimlerinin önünde büyük bir engel, oluşturuyor, çünkü 8. yüzyılda düzenlenen şeriat demokrasi ile uyumlu değil.
Türkiye, dini siyasetin dışında tuttuğu için demokratik bir ülke olarak gelişimini sürdürdü. Bu milletin kurucuları ülkenin rotasını Batı yönünde çizdi. Ancak sonraki nesiller cumhuriyetin değer ve ideallerini kitlelere yaymada başarısız oldu. Demokratik kurumlar zayıf kaldı ve demokratik siyasi kültür kökleşemedi.
Bugün Türkiye'deki savaş; bu eşsiz, Batılı, demokratik, laik fakat Müslüman ülkenin geleceğine karar vermek için yapılan bir iktidar mücadelesi olarak tanımlanabilir. İktidar partisi ve onun destekçileri reformlara ve özgürlükleri genişletmeye bağlı "demokratlar" olarak anılırken, muhalefet ise değişikliğe karşı koyan "faşist laikler" olarak niteleniyor.
Ancak iktidar partisinin icraatlarına eleştirel bakış açısı, daha çok muhafazakar dindar tabanın özgürlüklerini genişletecek alanlarda önemli siyasi ve sosyal reformlar yaptıklarını ortaya koyuyor. Ülke nüfusunun yüzde 20'sini teşkil eden Alevi toplumu gibi liberal Müslümanların sorunlarına fazla önem verilmedi.
Ayrıca kadınlar, geleneksel olarak onlara ait görülen alanların haricinde, gittikçe artan bir oranla iş gücünü terk ediyorlar. Örneğin şu anki hükümette sadece bir kadın mevcut. O da, kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanı. Toplumsal yapıyı "korumak" üzere kadına yapılan değişik baskı türleri de aynı derecede rahatsızlık verici. Birçok olayda cinsel taciz veya suiistimalden, daha İslami giyinmediği ya da sosyal hayatı erkeklerle paylaştığı gerekçesiyle kadın sorumlu tutuluyor.
Diğer bir tehlikeli eğilim ise, Türkiye'nin laik ve Batı kimliğine haiz üç önemli müessese olan ordu, yargı ve eğitimin sistemli bir biçimde aşındırılması. Yakın dönemde, Türkiye'nin en yüksek mahkemesi olan Anayasa Mahkemesi'nin laiklik yanlısı kararları bazı liberal Türkler ve onların Batılı destekçileri tarafından "yargı darbesi" olarak adlandırıldı. Bu demokrasi destekçilerinin farketmediği şey şu: Şu anki sistemin meşru olmadığını ve Müslümanların şeriatla yönetilmesi gerektiğine inanan aşırı İslamcılara dikkatsizce destek vermiş oluyorlar.
Daha pek çok örnek verilebilir, genel olarak hükümet hakkında eleştirel bir şey söylemek imkansız hale geldi ve halen demokrasi taraftarı olarak görülüyorlar. Bugünün Türkiye'sinde görüş ayrılıkları ortadan kaldırılıyor; gazeteciler ve iş dünyası ise ya işbirliği yapıyor ya da sessiz kalıyor.
Öyleyse, Batı neden Türk demokrasisindeki bu gibi kritik konular hakkındaki endişelerini dile getirmiyor? Cevap kısmen, muhalefet ABD ve AB karşıtı bir tutum sergilerken, hükümetin ABD ve AB yanlısı bir tarafa konulmasıdır. Bütün bu olanların sonrasında, Batı'da kimse mevcut hükümetin yerine faşist laik bir hükümetin gelmesini istemez. Ancak, muhalefetin Batı karşıtı tutumu daha çok kalbi kırık bir aşığın tutumuna benziyor. Aslında, onlar da AB'ye katılmayı istiyor; ancak Avrupalıların Türkiye'yi daha çok İslamlaştıracak reformları ele almalarını istemesinden ve daha sonra Batılı kulübe üye olmak için oldukça fazla Müslüman olduklarını söylemelerinden korkuyorlar. Kendilerini ABD'ye yakın hissediyorlar; ancak Washington'un Türkiye'deki ılımlı İslamı, İslam dünyasındaki diğer Müslümanlar için bir rol model olarak teşvik etmesine ve bu tür hareketlerin zorla değil de oy sandığıyla iktidara gelmesini muhtemel hale getirmesine kızıyorlar. Bazıları için ilerleme olarak görülen şey, 80 yıl önce din ve devlet işlerini birbirinden ayıran Türkiye için korkunç bir gerileme. Bugün, her iki grubu yöneten ideologlar ve provokatörler Türkiye'yi şiddetli bir şekilde bölüyorlar. Batı genellikle, Türk demokrasisine destek olarak inandığı, ancak şimdiye kadar tersi sonuç alınan açıklamalarıyla işleri daha kötüye sürüklüyor.
Sonuç olarak, Türkiye, üzücü bir şekilde hangi tarafın kazanacağı dikkate alınmaksızın, liberal olmayan demokratik bir yönetime doğru ilerliyor. Sorun, Türkiye'nin liberal demokrasiye götürecek yola geri getirilip getirilemeyeceği ve bu yola yeniden odaklanıp odaklanamayacağıdır.
Robert Kagan haklı; ideoloji geri döndü. Bu nedenle, Türkiye'yi Batı tarafında tutmaya çalışmak son derece önemli. Özellikle Rusya gibi "liberal olmayan egemen demokrasilerin" ve İran gibi İslam devletlerinin bu NATO müttefikini kendi taraflarına çekmeye çalışırken.
AZERBAYCAN BASINI
HALK CEPHESİ: "ANKARA'NIN VETOSU SONUCUNDA NABUCCO PROJESİNE ORTAK OLAMAYAN 'GAZ DE FRANCE' YÜZÜNDEN PARİS, TÜRKİYE'YE KARŞI DİPLOMATİK SALDIRIYA GEÇTİ"
BAKÜ, 05/06(BYE)--- Tirajı günde 3.000 olan muhalefet eğilimli Halk Cephesi gazetesinin 5 Haziran 2008 tarihli sayısında, Göktürk imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Fransa'nın da eşbaşkanı olduğu AGİT Minsk Grubundan, Dağlık Karabağ ihtilafının çözümü konusunda adil bir aracılık bekliyoruz. Basında, Dağlık Karabağ ihtilafı oluştuğu günden beri Fransa'nın, her zaman işgalci Ermenistan'ı desteklediği şeklinde haberler defalarca yayımlandı. Şimdi bile Fransa'daki Ermeni diasporası ve Ermeni lobisinin faaliyetine göz attığımızda başka gerçeklerin ortaya çıktığını görebiliriz. Rusya ve Fransa, açık bir şekilde Ermenistan tarafında, ABD ise, oyunun bir bölümünü Azerbaycan tarafında, diğer bölümünü de Ermenistan tarafında oynuyor.
Cumhurbaşkanı olduktan sonra eşini boşayarak bir mankenle evlenen Nicolas Sarkozy'nin, Türkiye'ye karşı olan tutumu, Fransa'nın Doğu politikasına bir nevi açıklık getiriyor. Fransız politikacıların, tarihi düşmanlığı unutamadıkları ve Ermenilerle Yunanları bir araç olarak Türkiye'ye karşı kullanmak istedikleri ortaya çıkıyor. Bizce Bakü, açık bir şekilde Ermeni yanlısı bir tutum sergileyen Paris'in Ankara ile ilgili tutumundan bir ders çıkarmalı.
Türkiye'nin AB'ye girmesini istemeyen Fransa'nın Türk düşmanlığı, son günlerde attığı adımlarla daha da arttı. Ankara'ya AB üyeliği değil, Akdeniz Birliği modelini teklif eden Fransa parlamentosu, "yüzde 5" kanununu kabul etti. Söz konusu kanuna göre, nüfusu AB ülkelerinin nüfusunun yüzde 5'inden fazla olan bir ülkenin üyelik konusu gündeme geldiğinde, Fransa referandum yapacak. Halk oylamasıyla Paris, söz konusu ülkenin üyeliği konusunda bir karar alacak. Bu, nüfusu 72 milyon olan Türkiye ve 56 milyon olan Ukrayna'nın AB'ye üyeliğini engellemek demektir.
Fransa'nın Türkiye'ye karşı tarihi düşmanlığı herkesçe bilinse de, Paris'i son dönemlerde kızdıran başka bir konu daha var. Şimdilik Fransızlar, ellerinden gelen kötülüğü yapıyorlar. Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner'in Irak'ı ziyareti, Kürt bölgesi olan Erbil'de konsolosluk açması, kızgınlığın, garezin kanıtı ve aslında Fransa'nın, Irak'ın parçalanmasına yönelik adımlarından biri. Paris'in bu tutumunun nedeni, Fransız Gaz De France Şirketinin, Nabucco projesinde 7. ortak olma çabasını Türkiye'nin veto etmesi. Türkiye'nin bu kararı vermesinin sebebi, Fransa parlamentosunun, sözde Ermeni soykırımını reddedenlerin cezalandırılmasını öngören kararı kabul etmesi. Eskiden Çanakkale'de Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savaşan ve ülkenin güneydoğusunu ele geçirmeye çalışan Fransa, işgalci niyetlerinden vazgeçmediğini, her an Türkiye'ye zarar vermeye hazır olduğunu gösteriyor.
Erbil'deki konsoloslukla ilgili olarak, "Bu sadece diplomatik değil, aynı zamanda siyasi temsilcilik olacak" diyen Bernard Kouchner, Mesut Barzani ile düzenlediği ortak basın toplantısında, Türkiye'nin çıkarlarını hedef alan başka açıklamalarda daha bulundu: "Irak anayasasının 140. maddesi gerçekleştirilmeli. BM'nin tavsiyeleri var. Bunları da gözönünde bulundurmak gerek. Bu sorunun çözümlenmesi çok önemli. Barzani'nin 140. maddeyle ilgili görüşünü destekliyoruz. Kürtler, Irak'a demokrasi yolunu öğretti. Irak'ın, Kürtlerin demokrasi modelini gerçekleştirmeleri gerekiyor. Ancak bu şekilde refaha kavuşabilirler."
Bu açıklamalarla Fransa Dışişleri Bakanı, Kerkük'ün, Irak'taki Bölgesel Kürt Yönetimine tabi olması gerektiği yönünde bir tutum sergilemiş oldu. Irak'taki Bölgesel Kürt Yönetimi bile, referandum dışında bir yol ararken, Türkiye de dahil, tüm bölge ülkelerinin "savaş nedeni" olarak gördüğü bir konuya Fransa'nın bu kadar sakin yaklaşması, Irak'ın iç işlerine müdahale etmesi demektir. Bu, ateşe yağ dökmeye benziyor.
MISIR BASINI
EL AHRAR: "BABACAN: TÜRKİYE'DE İKTİDAR PARTİSİNİN KAPATILMASINA AMERİKA VE AVRUPA KARŞI"
KAHİRE, 05/06(BYE)--- Tirajı günde 300 bin olan, muhalefet partisi el Ahrar'ın sözcülüğünü yapan el Ahrar gazetesinin 5 Haziran 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan MENA kaynaklı haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan, halen Anayasa Mahkemesinin bakmakta olduğu dava uyarınca, iktidarda bulunan AKP'nin kapatılmasına ABD ve AB'nin karşı olduğunu bildirdi.
Türk gazetelerinden Akşam ve Sabah, Babacan'ın, AKP'nin kapatılmasına ilişkin açılan davayı görüşmek üzere 29 Mayıs-2 Haziran tarihleri arasında, bütün milletvekilleri ve yöneticilerin katılımıyla Kızılcahamam'da düzenlediği danışma toplantısı sırasında bu görüşü aktardığını duyurdu.
Akşam ve Sabah konuya ilişkin haberlerinde, toplantı sırasında bazı AKP yetkililerinin, partinin bir yargı kararıyla kapatılması için açılan dava karşısında Washington'un sessiz kalmasını dile getirmeleri üzerinde Babacan'ın, Türkiye'yi Orta Doğu bölgesinde istikrarın hayati bir faktörü olarak gören Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı Rice'ın partinin kapatılmasına karşı olduğunu vurguladığını aktardı.
Bu iki gazete de Babacan'ın, AB yetkililerinin, aday ülke olan ve üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye'de iktidarda bulunan bir partinin kapatılmasına ilişkin bir davayı yakından izlemesi ve eleştirmesinin doğal olduğunu dile getirdiğini yazdı.
LÜBNAN BASINI
L'ORİENT LE JOUR: "TÜRKİYE'Yİ KAYBETMEYİ GÖZE ALABİLİR MİYİZ?"
BEYRUT, 10/06(BYE)--- Lübnan'da yayımlanan L'Orient Le Jour gazetesinin 9 Haziran 2008 tarihli sayısında, Mark Almond (Oxford Üniversitesi Oriel Koleji tarih dersleri öğretim üyesi) imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye uzun zamandan beri jeopolitik bir istikrar göstermiştir. Ancak 2003 yılında Irak savaşı, Türkiye ile ABD arasındaki pratik olarak tartışılamaz olan ittifakı derin bir şekilde tartışılır hale getirmiş ve Avrupa'nın ayak sürümesi, Türkiye'de onlarca yıldan beri süregelen AB üyeliği konusundaki görüş birliğini evet ile hayır arasında gider gelir hale getirmiştir. Sadece istikrarsız Kafkasya bölgesinde barışı idame ettirmekteki rolü değil, aynı zamanda Orta Doğu'da barış hamlelerindeki rolü de hesaba katılacak olursa -ki halihazırda her şeyden önce, Suriye ile İsrail arasındaki müzakereler Türkiye'nin arabuluculuğuyla yürümektedir- Türkiye'yi ihmal etmek sadece aptalca değil, aynı zamanda tehlikeli de olur gibi görünüyor.
Hem Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hem de rakipleri Avrupa Birliğine (AB) üye olmak için resmen ellerini taşın altına koymuş durumdadırlar, ancak pratikte bir takım şüphe ve tereddütler kendini göstermektedir. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin, kamuoyu yoklaması yapılmasını Türkiye'nin üyeliğine şart koşması, Avrupa normlarına uyum sağlamakla geçen acı yılların kesinlikle üyelikle mükafatlandırılmayacağını düşündürüyor.
Her halükarda ABD ve Türkiye, Türkiye'nin üyelikten başka çaresi olmadığı kanaatindeler. Türklerin, her hakareti, büyük bir teslimiyetle sineye çekmeyi düşündükleri söyleniyor. Ancak bu pratik iddiada, Türkiye'nin bulunduğu jeopolitik mevkide deprem meydana getiren değişikliklerin ihmali var.
Sovyetler Birliği çöktüğü zaman Türkiye, belirli bir Türkçülük hasretiyle bu yeni bağımsızlığına kavuşan Orta Asya ülkelerini tanımıştı. Bu ata yurdu ülkeler, Türklerin hayallerini şaha kaldırdı, ama bugün, bir çeşit Türk "Commonwealth"i oluşturan etnik birlikten ziyade çalışma fırsatları, enerji kaynakları ve diğer bazı pratik meseleler söz konusudur.
En çarpıcı şey ise, yakın zamanda bağımsızlıklarına kavuşan Sovyet sonrası ülkelerle olan münasebetlerine zarar vermeden Türkiye ile Rusya arasındaki münasebetlerin yeniden doğmasıdır. Türkiye ile Rusya'nın zıtlaşması, Sovyetler Birliği içine çöktüğü zaman kısa süreli olarak canlanıverdi. 1990'lı yılların başlarında Türk generaller, Çeçenistan'da Rus birliklerin içinde bulunduğu alçaltıcı durumu, uzun zaman beklenen bir intikamın başlangıcı olarak görmüşlerdi.
Bununla beraber Rusya ve İran eskiden Türkiye'nin iki büyük jeopolitik rakipleriyken, bugün ise Türk ihraç malları için bir pazar veya enerji sağlayan ülkelerdir. Enerji şimdi Türkiye'nin içinde bulunduğu yeni jeopolitik konumun anahtarı durumundadır. Türk sanayisi ve nüfusu dinamik bir büyüme arz ediyor. Bunun neticesi olarak artış kaydeden enerji talebi, Rusya ve İran ile bir jeopolitik sinerji üretimine kaynak oluyor. Üstelik bu ülkelerden hiçbiri, yoğun bir iç krizi göğüsleme cezasını göze almaksızın petrol veya gaz akışını durduramaz.
İşte tam bu sıralarda Türkiye'nin komşularına tavrı değişirken, iktidardaki elit kesim, Avrupa Birliğinin, pek de öyle istikrarlı olmayan bir piyasa ekonomisine ve çok kısa bir demokratik geçmişe sahip eski komünist ülkelerle ortaklık kurduğuna şahit oldu. Bir Türk generali üstüne basa basa şöyle demişti: "NATO'dan ziyade Varşova Paktına katılmış olsaydık bugün AB üyesiydik."
Eşi başörtülü ilk Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül'ün seçilmesini takiben geçen yaz AKP'nin yeniden iktidara oturması, İslam karşıtı Avrupalıların korkularını doğrular gibi görünüyor. Bununla beraber çok sayıda AKP seçmeni ve faal yandaşı ateşli Müslüman olsa da Erdoğan ve Gül Avrupa'ya entegrasyon kanaatini muhafaza ediyorlar. Ancak taraftarlarını tatmin etmek ve muhaliflerini susturmak istiyorlarsa AB üyeliğine ulaşmakta acele etmeliler.
Problem şu ki, AKP'nin zaferleri ve ABD'nin Erdoğan ve Gül'ü teşvikleri, Türkiye'nin Batılılaşma yanlısı ve eskiden hakim durumda olan laik zümre arasında kriz meydana getirmiştir. AKP, milyonlarca seçmenin bağlılığına ve galiplerin safında yer alma endişesindeki on binlerce yeni üyeye dayanıyor olsa da laiklik taraftarları, Türkiye'de kurumlarda, üniversitelerde, basında ve iş dünyasında derinlemesine yerleşmiş durumdalar. Ama hem AKP'nin sıradan taraftarları ve hem de hayal kırıklığına uğrayan laiklik taraftarları, Amerika'nın bölgedeki davranışları ve hedefleri karşısında bugün bir takım endişeler hissediyorlar. Türk askeri şahsiyetlerin Mart 2003'te ABD'nin Irak'ı istilasına katılmayı Türk Meclisinin reddetmesine verdiği zımni destek, AKP'nin tabanıyla laik taraftaki acımasız rakiplerinin milliyetçilikte buluşabileceklerini telkin etmiştir. Eğer AB, Türkiye'nin üyelik ihtimalini açıkça reddetseydi veya eğer Amerika, Irak'ın kuzeyindeki Kürt problemi karşısında fazla hoşgörülü olsaydı, her iki taraftan da büyük çoğunluk birleşebilirdi.
Örnek olarak Türkiye'nin İsrail ile olan münasebetleri, İsrail'in Kürdistan'a yatırım yapmasıyla sert bir tecrübeden geçti. Şimon Perez, bir İsrail Devlet Başkanının, hakim nüfusunu Müslümanların oluşturduğu bir ülkenin meclisinde yapacağı konuşma için Ankara'yı tercih ederek bir uzlaşma jesti yaparken, İran konusunda İsrail'in hissettiği endişeler, Türkiye konusunda hissettiklerinden çok daha ciddidir. İsrail'in en kötü iki yeminli düşmanı İran ve Suriye aslında Türklerin Kürtlere karşı radikal tavrının en coşkulu taraftarları arasında yer alıyorlar.
Amerika'nın Irak'ı fethi, Türkiye'nin Batı'ya yönelişini, ABD'nin kabul edebileceğinden daha fazla istikrarsızlığa düşürdü. Türklerin çoğunluğu Batı'dan dışlanmak istemiyor, ancak AB en zayıf adayların bile giriş sürecini hızlandırarak Türkleri savsaklarsa, Türkiye, jeopolitik yönelişini değiştirmek için kendisini yeterince güçlü hissedecektir.
THE DAILY STAR: "REDDEDİLEN TÜRKİYE KENDİNE YENİ BİR YOL ÇİZEBİLİR"
ANKARA, 10/06(BYE)--- Lübnan'da İngilizce yayımlanan The Daily Star gazetesinin 10 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, Mark Almond imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye uzun zamandır bir jeopolitik istikrar merkezi. Fakat Türkiye-ABD ittifakı, 2003 yılından bu yana süren Irak Savaşı nedeniyle yeni bir değerlendirmeden geçiyor. Onlarca yıldır süren Avrupa Birliği adaylığı ise AB'nin kararsızlığı nedeniyle sallantıda. Türkiye'nin hassas Kafkas bölgesinde barışı korumanın yanında, Orta Doğuda barışı teşvik etmedeki merkezi rolü göz önüne alındığında -Türklerin arabuluculuğunda yürütülen İsrail-Suriye görüşmeleri sürüyor-, Türkiye'yi ihmal etmek hem saçma hem de tehlikeli bir hale geliyor.
İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi ile onun laik rakipleri AB üyeliği hedefine bağlılıklarını açıkça sürdürseler de uygulamada bazı kuşkular ortaya çıktı. Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin Türkiye'nin Birliğe kabulü için referandum yapılması hususundaki ısrarı gösteriyor ki AB normlarına uyum sağlamak için katedilen sancılı sürecin neticesinde üyeliğin nimetlerinden asla faydalanılamayacak.
ABD ve AB, Türkiye'nin gidecek başka bir yeri olmadığından emin. Onlar Türkiye'nin her türlü reddedilmeyi kabul edeceğini düşünüyorlar. Fakat bu varsayımla Türkiye'nin jeopolitik konumundaki değişim gözden kaçırılıyor.
Türkiye Sovyetler Birliğinin dağılmasının hemen ardından Pantürkist bir romantizme kapılarak yeni kurulan Orta Asya cumhuriyetleriyle ilgilenmeye başladı. Ata yurdu olan bu ülkeler Türklerin hayallerinde büyük bir yer teşkil ediyordu, ancak bugün etnik birlik yerine iş olanakları, enerji kaynakları ve bazı diğer meselelerle birbirine bağlı gevşek bir Türk "devletler topluluğu" var.
İşin en dikkat çekici yanı, Türkiye'nin yeni bağımsız olan Sovyet sonrası devletlerle ilişkilerine zarar vermeden Rusya ile ilişkilerini yeniden başlatması. Rusya ve İran bir zamanlar Türkiye'nin jeopolitik rakipleri iken şimdi ihracat pazarı ve enerji tedarikçisi haline geldiler. Enerji, Türkiye'nin yeni jeopolitik pozisyonunda kilit konumda. Ülkenin hızla büyüyen endüstri ve nüfusundan kaynaklanan enerji talebi, Rusya ve İran ile aralarında jeopolitik bir sinerjiye yol açıyor.
Türkiye'nin komşularına yönelik yaklaşımı değişirken, ülkenin yönetici seçkinleri AB'nin daha zayıf piyasa ekonomilerine ve daha kısa bir demokrasi geçmişine sahip olan eski komünist ülkeleri kucaklayışını seyrediyor. Bir Türk generalin dediği gibi: "NATO'ya değil de Varşova Paktı'na katılmış olsaydık, şu anda AB'ye dahil olurduk."
Geçen yaz Recep Tayyip Erdoğan'ın AKP'sinin seçimleri kazanması ve ardından eşi başörtülü olan Abdullah Gül'ün -Türkiye tarihinde ilk kez- cumhurbaşkanı seçilmesi anti-İslamcı Avrupalıların korkularını doğrular görünüyor. Fakat AKP destekçileri her ne kadar dindar Müslüman olsalar da, Erdoğan ve Gül, AB entegrasyonuna bağlılıklarını sürdürüyor. Ancak destekçileri memnun etmek ve muhalifleri susturmak için zaman daralıyor.
Sorun, AKP'nin kazandığı zafer ve Amerika'nın Erdoğan ve Gül'e verdiği desteğin, Türkiye'nin bir zamanlar güçlü konumdaki laik ve Batı yanlısı seçkinlerinin aniden yön değiştirmesine sebep olması. AKP'nin güvenecek milyonlarca seçmeni ve partiye katılmaya hevesli birçok yeni adayı var, ancak laikler Türkiye'nin kurumlarında, üniversitelerinde, medya ve çeşitli iş sahalarında kök salmış durumdalar.
AKP yanlıları ve laik kesim, ABD'nin bölgedeki eylemlerine ve eylemlerinin ardındaki sebeplere kuşkuyla yaklaşıyor. 2003 Mart'ında Türk Meclisinin, ABD'nin Irak işgaline destek vermeyi reddetmesine üst düzey askeri yetkililerin arka çıkması göstermiştir ki; Türk milliyetçiliği AKPli parlamenterler ile laik kesimdeki düşmanlarını biraraya getirebilir. AB'nin Türkiye'nin üyeliğini küçümsemesi veya ABD'nin Kuzey Irak'taki Kürt sorunu konusunda ihmalkar davranması halinde bu iki kesim pekala biraraya gelebilir.
Türkiye-İsrail ilişkileri, İsrail'in Kürdistan'daki yatırımları nedeniyle gerilmişti. Bunun üzerine Şimon Peres bir jest yaparak ilk defa Müslüman bir ülkenin parlamentosunda konuşma yaptı. İsrail'in İran ile ilgili tereddütleri Türkiye'ninkilerden çok daha ciddi. İsrail'in en uzlaşmaz düşmanları olan İran ve Suriye, Türkiye'nin Kürtlere karşı sert duruşunun en büyük destekçileri.
ABD'nin Irak'ı işgali, Türkiye'nin Batı yönelimine zarar verdi. Çoğu Türk, ülkesinin Batıdan dışlandığını görmek istemiyor, ancak AB'nin daha zayıf adayların üyeliklerini hızlandırarak Türkiye'yi kabul etmemesi halinde Türkiye gücenip kendine yeni bir jeopolitik rota belirleyebilir.
EL AKHBAR: "OLAĞANÜSTÜ BİR MAHKEME VE 11 HAKİM TÜRKİYE'YE HER ZAMAN HÜKMEDİYOR"
BEYRUT, 10/06(BYE)--- Lübnan'da yayımlanan el Akhbar gazetesinin 9 Haziran 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yer alan haberin özet çevirisi şöyledir:
Türkiye'de değişim, çok gerekli olsa bile, kırmızı bir hattır, geçilemez. Türkiye'de yasaklar çoktur: Sosyal dine yakın olan laiklik, milliyetçilik (özellikle Kürtlere karşı kullanılan asi fanatik bir milliyetçilik), mezheplere ve dinlere karşı katılık ve komünizmin her türlüsüne muhalefet... Bütün bunlar, kalın kırmızı çizgilerdir. Bunları aşan en sert cezalara muhatap olur. Bazen mafya tarzı infaz edilir.
Ergenekon, askeri bir örgüttür. Subaylar tarafından kurulmuştur. Bütün tepeleri koruyan ordu, Atatürk'ün kabrini savunan ordu... Daha düne kadar, Türk evini düşmanlardan temizlemek bu örgütün göreviydi.
Türkiye'de kırmızı hatların aşılıp aşılmadığını kontrol eden yasal kurum, Anayasa Mahkemesi'dir. Bu mekanizmanın yetkisi çok geniştir, anayasadan ve halkı temsil edenlerden daha önemlidir. Orduyu temsil ederler. Hükmü temyiz edilemez. Kılıcı; Cumhurbaşkanı, Başbakan, ve bütün siyasi partilerin başının üzerinde Demokles'in kılıcı gibidir. Kısacası, Anayasa Mahkemesi Türkiye'de neyin yasak olacağına, neyin olmayacağına karar verir ve kararı temyiz edilemez.
Anayasa Mahkemesi son kararını, ülkedeki siyasal ve sosyal yasakların en önemlisi olan Müslümanların başörtüsünü yasaklayarak yayınladı.
Anayasa Mahkemesi'ndeki hakimler 411 milletvekilini sonuna kadar takip ettiler, önlerini kestiler ve her şeyi başa döndürdüler. Daha önemlisi, Anayasa Mahkemesi'nin, Türkiye tarihinde ilk defa, halkın yüzde 47'sinin oyunu alarak iktidara gelen ve halen iktidarda bulunan bir partiyi kapatması ve mevcut cumhurbaşkanı ve başbakana beş sene siyasetten uzaklaşma cezası vermesi bekleniyor. En önemlisi, Türkiye'de statükocular, Anayasa Mahkemesi'nin, Türkiye'nin Avrupa yolunda en büyük engel olduğunu biliyorlar. Çok iyi biliyorlar ki, Türkiye AB'ye girerse ve Anayasa Mahkemesi'nin gücü kaybolursa, bu, bir kişinin dünyayı kazanması, ama kendi ruhunu kaybetmesi gibi bir şey olacaktır.
Anayasa Mahkemesi tarafından daha önce kapatılan bütün partilere bakılacak olursa, kararların çoğunun Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne zarar vermek maddesine dayandırılmış olduğu görülür. Bu suç, terörist bir örgüt ile dirsek teması halinde olmakla suçlanan Kürt partilere atfediliyordu (Ama şimdiye kadar ikna edici bir delil ortaya koyamadı). Kürt meselesiyle ilgili olarak Anayasa Mahkemesi, partileri sadece, Kürtler kendi edebiyatlarında Kürt halkı ibaresini kullandığı gerekçesiyle kapatmıştı.
Anayasa Mahkemesi, Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne zarar vermek suçlamasıyla birçok partiyi kapatırken, cumhuriyetin laiklik ilkesine karşı gelmek sloganını da İslamcı partilerin kapatılması için kullanmıştır.