Son Güncelleme: 12 Haziran 2008
ALMANYA BASINI
ALMANYA'NIN SESİ: "FRANSA, TÜRKİYE İÇİN REFERANDUMDA ISRARCI"
ANKARA, 30/05(BYE)--- Almanya'nın Sesi Radyosu'nun 10.30-11.00 Türkçe yayınından:
Fransa Meclisi'nde yapılan oylamada , "Avrupa Birliği'nin nüfusunun yüzde 5'inden daha fazla nüfusa sahip ülkelerin tam üyeliği için referandum şartının devam etmesi" kararlaştırıldı.
Kurumsal reform projesi kapsamında hazırlanan anayasa değişikliği paketine değişiklik önergesiyle dahil edilen bu madde, daha önce hukuk işleri komisyonunda kabul edilmişti. Bu maddenin özellikle Türkiye için hazırlandığı, meclisteki tartışmalarda da açıkça ifade edildi. Meclisteki nihai oylama Temmuz ayında yapılacak.
FRANKFURTER RUNDSCHAU: "BÜYÜK MAKEDONYA RETORİĞİ"
BERLİN, 31/05(BYE)--- Tirajı günde 148 bin 161 olan sosyal demokrat eğilimli Frankfurter Rundschau gazetesinin 31 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Gerd Höhler imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni ile yapılan mülakatın ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
--Yunanistan'ın Dışişleri Bakanıyla, Üsküp ile Yaşanan Anlaşmazlık ve Türkiye ile İlişkiler Üzerine Söyleşi--
HÖHLER: Makedonya'nın NATO ve AB'ye entegrasyonu, iyi komşuluk ilişkileri için en büyük garanti değil midir?
BAKOYANNİ: NATO ve AB'ye alınmanın ön koşulları, iyi komşuluk ilişkileridir. Bu tüm üye adayları için geçerlidir. Retoriğinde Büyük-Makedonya fikrinin propagandasını yapan bir ülke AB ya da NATO'ya üye olamaz.
HÖHLER: Türkiye ile çok daha ciddi görüş ayrıklıklarınız var. Savaş tehditleri ve Ankara'nın Ege'de bölgesel hak iddiaları mevcut. Fakat siz Türkiye'nin AB üyelik müzakerelerini destekliyorsunuz. Bu bir çelişki değil mi?
BAKOYANNİ: Kesinlikle değil. Zira Türkiye AB'ye yarın üye olmayacak. Türkiye için de, tıpkı tüm diğer adaylar için olan şey geçerlidir: üyelik öncesinde belirli koşulları yerine getirmesi ve AB'nin hukuk normlarının üstlenmesi gerekir. A la carta bir Avrupa olamaz. Türkiye "acquis communautaire"yi (AB müktesebatını) tamamen üstlendiğinde, örneğin insan hakları ve dini özgürlükler gibi, Avrupa'nın ülkeyi Avrupa Ailesine dahil etmesi gerekir.
HÖHLER: Yunanistan dokuz yıldan beri Türkiye'ye yakınlaşmak için çaba harcıyor. Alınan sonuçlardan memnun musunuz?
BAKOYANNİ: Memnun olmamız için bir neden yok. Ancak, bazı başarılar elde ettik, örneğin güven oluşturucu önlemler konusunda. Ve 49 yıl sonra ilk kez ocak ayında bir Yunanistan Başbakanı Türkiye'yi ziyaret etti.
HÖHLER: Türk hükümet partisi AKP kapatılma tehdidiyle karşı karşıya. İç siyasi kriz ikili ilişkileri olumsuz etkileyebilir mi?
BAKOYANNİ: Avrupalı ve Yunanistanlı biri olarak gelişmeleri çok dikkatle izliyorum ve Türkiye'nin demokrasinin temel ilkelerinden uzaklaşmamasını ümit ediyorum.
HÖHLER: Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül'ü iyi tanıyorsunuz. Türkiye'yi bir İslam devletine dönüştürmek istediklerine inanıyor musunuz?
BAKOYANNİ: Benim edindiğim izlenim, Erdoğan ve Gül'ün, ülkelerinin dini kimliği ile Avrupa perspektifi arasında bir bağ kurmaya çalıştıkları yönündedir. Bu yolun zorluklarının bilincindeyim ve küçümsemiyorum. Ben her zaman Avrupa'nın kendisini bir Hristiyan Kulübü olarak algılamaması gerektiğini söylemişimdir. Avrupa bir değerler, demokratik ilkeler ve insan hakları topluluğu olmalıdır. AB gücünü, ekonomiden çok burada göstermelidir. Avrupa'da dini ayrımları kabul edersek büyük bir hata etmiş oluruz. Aksi taktirde birlikte yaşadığımız Müslümanlarla nasıl geçinebiliriz ki?
DER TAGESSPIEGEL: "BOĞAZİÇİ'NDE ÖĞRENİM GÖRMEK... İSTANBUL'DA ALMAN-TÜRK ÜNİVERSİTESİ KURULACAK"
BERLİN, 31/05(BYE)--- Tirajı günde 137 bin 569 olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 31 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Amory Burchard imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin Avrupa entegrasyonu duraksıyor. Türkiye bugüne kadar, Brüksel'in insan hakları ve din özgürlüğüne ilişkin şartlarını yerine getiremedi. Şansölye Angela Merkel (CDU), Türkiye'ye AB üyeliği yerine imtiyazlı ortaklık imkanı sunulmasını savunmaya devam ediyor. Federal Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier (SPD) ve Federal Eğitim Bakanı Annette Schavan (CDU) cuma günü Berlin'de, Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile İstanbul'da Alman-Türk Üniversitesi kurulmasına dair anlaşma imzaladılar. Schavan, Federal Dışişleri Bakanlığında yaptığı açıklamada, söz konusu üniversitenin iki ülke arasındaki işbirliğinde yeni bir dönemin başladığının sembolü olduğunu söyledi.
Verilen mesaj çok açık. İlgili bakanlıklarda, kurulacak üniversitenin "dünyaya açık bilimsel bir kurum" olarak "Avrupa'ya köprü" olmasının öngörüldüğü ifade ediliyor. Bunun, Türkiye-Avrupa yakınlaşması için -artık bu yakınlaşma nasıl sonuçlanacaksa- bir model proje olması öngörülüyor. Dört fakülteli üniversitede öğrenimin 2009/2010 döneminde başlaması öngörülüyor. Üniversite tam kapasite öğrenime geçtikten sonra 5 bin öğrenci, Doğa ve Mühendislik Bilimleri ile Ekonomi, Sosyal ve Hukuk Bilimleri alanlarında lisans, yüksek lisans ve doktora diploması alabilecek. Üniversite mezunlarının, Türkiye'de artmakta olan uzman ihtiyacına cevap vermesi öngörülüyor. Türkiye'de ekonomi hızla büyüyor. Almanya, Türkiye'nin en önemli ticari ortağı. Söz konusu üniversitede öğrenim görmenin özellikle Türkiye'deki okullarda Almanca öğrenmiş olan öğrenciler için cazip olması öngörülüyor. Öğrenim dili Almanca, Türkçe ve İngilizce olacak. Öğrenciler her iki ülkede de geçerli olan diplomalar alacaklar. Projeye Almanya tarafında dahil olan Alman Akademik Değişim Servisi (DAAD) Başkanı Stefan Hormuth, "Türkiye'de çok büyük bir yüksekokul öğrencisi potansiyeli mevcut. Buna karşı yükseköğrenim kontenjanı yeterli değil" şeklinde konuşuyor.
Almanya'da da yüksek öğrenim görmüş Türk kökenli elit bir kesim mevcut. Türkiye'de yüksek nitelikte kalifiye işlerde çalışmak bu kesim için caziptir. Alman üniversitelerinde yaklaşık 24 bin Türk kökenli öğrenci öğrenim görüyor. Bunların çoğunluğu, liseyi Almanya'da bitirmiş olan işçi çocuklarıdır. Almanya'da yaşayan 2,5 milyon Türkün sayısı göz önünde bulundurulduğunda yüksek eğitim gören öğrencilerin oranının çok düşük olduğu görülmektedir. İstanbul'da kurulacak üniversitenin Almanya'da yaşayan göçmen gençlerin yanı sıra iki ülkede kariyer yapmak isteyen Alman gençleri de cezbetmesi amaçlanmaktadır.
Üniversitenin kurulması iki ülke arasında bilim alanındaki ilişkilerle de ilgili. Schavan, söz konusu üniversitenin Türkiye'deki araştırma faaliyetlerinin geliştirilmesine katkıda bulunmasının öngörüldüğünü belirterek, sunulan geniş bir yelpazeye yayılmış öğrenim programının "devlet, toplum ve kültür konularında karşılıklı anlayış için" büyük önem taşıdığını söyledi. Bu üniversite Almanya ve Türkiye arasındaki kültürlerarası diyalogun geliştirilmesi ve "karşılıklı saygının" sağlanması amacıyla kurulan Ernst Reuter Girişimi'nin bir parçasını oluşturmaktadır. Söz konusu girişime adını veren ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Berlin'de belediye başkanı olarak görev yapan Ernst Reuter, geleneksel Alman-Türk ilişkilerinin bir sembolüdür. Şehir Planlamacılığı Profesörü Ernst Reuter, Nasyonal Sosyalist dönemde Türkiye'ye sığınmıştı.
FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "PÖTTERİNG: NEREDEYSE HEDEFE ULAŞTIK"
BERLİN, 04/06(BYE)--- Tirajı günde 363 bin olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 4 Haziran 2008 tarihli sayısında, "ANR" rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
Avrupa Parlamentosu Başkanı Hans-Gert Pöttering (CDU), AB Anlaşması ile ilgili İrlanda'da gerçekleştirilecek referandum öncesinde yapılması gereken kurumsal reformlardan söz etti. Başkan Pöttering, Avrupa karşıtı bazı kesimlerin yanıltma çabalarına rağmen, İrlandalıların Lizbon Anlaşmasını kabul edeceklerini ifade etti.
AB'nin Türkiye ile yürüttüğü üyelik müzakerelerinin devam ettirilmesinden yana olduğunu söyleyen Avrupa Parlamentosu Başkanı, aksi takdirde Avrupa'nın inandırıcılığının olumsuz etkileneceğini vurguladı. Buna rağmen Pöttering şahsen Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğunu hatırlattı. Başkan, başarılı reformların akabinde de otomatik bir üyeliğin gerçekleşmemesi gerektiğini söylerken, iktidar partisi AKP'nin yasaklanması halinde müzakereler için zor bir ortamın oluşacağından bahsetti.
DİE WELT: "STRASBOURG BAŞÖRTÜSÜ ANLAŞMAZLIĞINDA TÜRK KADINLARI HAKLI BULDU"
BERLİN, 04/06(BYE)--- Tirajı günde 264 bin 270 olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 4 Haziran 2008 tarihli sayısında, KNA'ya atfen ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Strasbourg çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye'deki iki kadını, başörtüsü anlaşmazlığıyla ilgili bir davada, davanın adil bir şekilde görülmediği konusunda haklı buldu. Ancak, Strasbourglu hakimler buna rağmen, Türkiye'yi tazminat ödemeye mahkum etmeyi reddetti. Başörtüsüyle gelmekte ısrar ettikleri için 2004 yılında görevden uzaklaştırılan iki öğretmen, birlikte 400 bin avro tazminat talebinde bulunmuşlardı. Hakimler, kadınların Türkiye'de kendilerini savunabilmelerine yeterince imkan tanınmadığına kanaat getirdi. Ayrıca, Türk hükümetinin de AIHM'ye, mahkemenin görüşünü etkileyecek ikna edici başka argümanlar sunmadığı belirtildi.
Hakimler, başka bir olayda da, polisin kendisine şiddet uyguladığından şikayetçi olan bir adamı haklı buldular. Mahkeme, 1997 yılında Türk polisinin ayak tabanlarını copladığını iddia eden adamın anlattıklarından kuşku duyulması için bir neden olmadığına hükmetti.
AVUSTURYA BASINI
WIENER ZEITUNG: "AVRUPA PARLAMENTOSU GENİŞLEME KONUSUNDA FRENE BASIYOR"
VİYANA, 29/05(BYE)--- Tirajı günde 27.500 olan ve devlet tarafından çıkarılan Wiener Zeitung'un 29 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Wolfgang Tucek imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı yazının ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
--Brok, Geçmişten Ders Almak Gerektiğini Söylüyor--
Avrupa Parlamentosunun Dış Politika Komisyonu bugün, genişleme adımlarının acele atılmaması gerektiğini söyleyerek, AB dışındaki işbirliğine ağırlık verilmesini tavsiye edecek. Konunun raportörü, Alman Hıristiyan Demokrat Elmar Brok bu bağlamda, geçmişten ders alınması gerektiğini söyleyerek, Türkiye'nin reformlar konusunda kaydettiği ilerlemeyi eleştirdi.
AB Komisyonu, AB'ye yeni üye olan Bulgaristan ve Romanya'ya hala AB standartlarından uzak olduklarını söylüyor. Parlamenterler bu yüzden artık yalnız bütün AB kriterlerini yerine getiren ülkelerin, AB'nin de yeni üyeler kabul edecek durumda olması halinde Birliğe alınması yolunda çağrıda bulunuyor. AB'nin dış politika ve ekonomi alanlarında iyi çalışabilmesinin ve üyelerinin çıkarlarını koruyabilmesinin gerektiği belirtiliyor. Parlamenterler ayrıca, Birliğin doğusundaki ülkelerin üyelik perspektifine sahip olabilecek olgunlukta olmadıklarını vurguluyor.
Brok, Türkiye için de böyle bir modelin yeterli olacağı görüşünde. Türkiye konusunda bazı yanlış anlaşılmalar olduğu duygusuna kapılan Brok, buna örnek olarak 301. maddede yapılan değişikliği gösteriyor. Brok, "Türklük" deyiminin yerine "Türk ulusu" sözcüklerinin konmasının (hakarete yine hapis cezası getiriliyor) yeterli olmadığını belirtiyor.
DIE PRESSE: "ÇARŞAF GİYENLERE PARA VERİLİYOR"
VİYANA, 29/05(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 29 Mayıs 2008 tarihli sayısında, misafir yorumcu köşesinde yukarıdaki başlık altında yayımlanan Herbert Vytiska imzalı yorumun çevirisi şöyledir:
--Yapılan Sohbetlerde ve Sokaklarda Ülkenin Değiştiği Görülüyor... Son Türkiye Gezisinden Notlar--
Resmi ziyaretlerin genellikle kendilerine özgü kuralları oluyor. Avusturya'ya Türkiye'nin AB'ne tam üyeliği karşısındaki eleştirel tutumu nedeniyle şüpheli gözlerle bakılıyor. Cumhurbaşkanı Fischer buna rağmen, belki de özellikle bu yüzden Türkiye gezisi sırasında büyük ilgi gördü. Ülkenin gerçek sorunları ise diplomatik alandaki bu dostça tutumun ardında gizli kaldı.
Türkiye değişti. Ülke Başbakan Erdoğan'ın yönetiminde gerçi müthiş bir ekonomik kalkınma yaşadı, ama dini bağlar da oldukça sıkılaştırıldı. Genel hava da değişti. Müzakerelerin başladığı 2005 yılında özellikle de gençler arasında kemikleşmiş yapının kırılacağı ümidine bağlı olarak coşku dolu bir hava hakimken, şimdi AB'ye yönelik şüpheli bakışın yanı sıra, hükümete yönelik, laiklikten uzaklaştığı yolundaki eleştiriler de geniş çapta arttı.
İstanbul ve İzmir gibi şehirlerde cazibelerini kasıtlı olarak ön plana çıkararak, özgür yaşam biçimlerini kanıtlamak isteyen, modern giyimli genç kadınlar arasında da gerginlik hissediliyor. Bunların karşısına sanki meydan okurmuşçasına başörtüsü takan ve şık, uzun giysilere bürünmüş, İslama olan inançlarını alenen sergileyen genç kadınlar çıkıyor. Bu gerginlik iyi eğitim görmüş, başarılı iş çevreleri ile yapılan sohbetlerde daha da çok hissediliyor.
--Önemsenmeyen Olgunluk Sınavının Eşiğinde--
Gazetelerde bu konuya ilişkin çok şey okumak mümkün, ki bu demokratik olgunluğun bir göstergesi. Örneğin İstanbul'daki belediye başkanlarından birinin çarşaf giymeye razı olan genç kadınlara ayda 500 YTL (yaklaşık 300 EURO) verdiği yazılıyor. Ayrıca Erdoğan'a yakın çevrelerin medya üzerinde nüfuz kazanmak için, Türkiye'deki ikinci büyüklükteki gazete olan "Sabah"ı satın aldığı ve devlete ait iki bankanın da onlara yaklaşık 700 milyon Euro kredi verdiğini de gazetelerde okumak mümkün. Basında Orta Doğu'nun ekonomi mucizesi olan ülkede faaliyet göstermek isteyen firmaların hükümete yakın danışmanlar ile anlaşmalarının iyi olacağı da yazılıyor.
Erdoğan'ın iktidardaki partisi başörtüsü yasağını yumuşatır yumuşatmaz, Anayasa Mahkemesi'nde AKP hakkında kapatma davası açıldı. Bu davanın ardında aslında, kendini Atatürk'ün mirasının koruyucusu olarak gören ordu ile Erdoğan ve arkadaşları arasındaki gizli ihtilaf olmasına karşın, bu davanın hukuk devletine yakışır bir dürüstlükte ele alınacağına güvenilebilir. Hükümet çevreleri hemen hemen her gün anayasa hakimlerine AK Parti'nin kapatılması yönünde bir karar almamaları için sözlü saldırılarda bulunuyor. Hakimler ise bu tehditleri protesto ediyor, Brüksel'in durumdan etkilenmesinden korkan hükümet ise AB'yi vaatlerini sulandırmaması yolunda uyarıyor.
Anayasa hakimleri hakkında bilinen tek şey, çoğunluğunun laiklik ilkesine inanmış olduğu. Bu yüzden Erdoğan çevresinde AKP'nin yerini alacak yeni bir parti kurmak için hazırlık yapılıyor. Ama son seçimlerde oyların neredeyse yüzde 50'sini alan bir iktidar partisinin kapatılması ne gibi sonuçlar doğurabilir? Özellikle de Türkiye'de? Acaba ordu yeniden yönetimi devralmaya kalkışır mı? Peki bunun AB açısından sonuçları ne olur? Bu müzakerelerin sona ermesine mi yol açar? Yoksa müzakereler aksine demokratik güçleri desteklemek için yoğunlaştırılır mı? Yalnız Türkiye'yi değil, hepimizi anlaşılan şimdiye kadar pek önemsenmeyen büyük bir olgunluk sınavı bekliyor.
VİBM NOTU: Herbert Vytiska ÖVP'li eski Dışişleri Bakanı Alois Mock'un basın danışmanıydı.
WIENER ZEITUNG: "TÜRKİYE... TAMAMLANMAMIŞ MODERNLEŞME"
VİYANA, 29/05(BYE)--- Tirajı günde 27.500 olan ve devlet tarafından çıkarılan Wiener Zeitung gazetesinin 29 Mayıs 2008 tarihli sayısında, misafir yorumcu köşesinde Rudolf Teltscher imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türklerin atası Mustafa Kemal Atatürk'ün politikası bugün bile hayranlık uyandırıyor: Atatürk 15 yıl içinde koskoca bir ulusu Avrupa yönünde yeni bir gelişme çizgisine getirdi. Bugünkü Türkiye, Atatürk'ün ölümünden 70 yıl sonra da hala geniş çapta onun izlerini taşıyor.
Aslında Türkiye'nin "laik bir hukuk devleti" olarak, kağıt üzerinde hem Ata'nın hem de Avrupa'nın zihniyetine uyması gerekirdi. Bugünkü Avrupa'nın zihniyetine kesinlikle uymayan şey, çağdaş Türkiye'nin Ortodoks, Ermeni, Süryani ya da Katolik tüm gayrimüslim azınlıklara karşı davranışı.
Kemalizm'in Türkiye'yi Avrupa'ya AB'ye aday statüsü alacak kadar yakınlaştıran modernleştirici yanından başka bir de, Türkiye ile AB arasındaki iletişimi zorlaştıran bir yanı var; o da milliyetçilik. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti için milliyetçilik, genç devlete sağlam ve çoğunlukçu bir temel kazandırmak açısından zaruriydi. Milliyetçilik farklı kültürlerden gelen azınlıkları karşısına almak zorundaydı. Avrupa da bunu yeterince iyi biliyor. Bu Ortodokslara ya da tek tanrılı dinlere karşı değil, Rumlara, Ermenilere, Süryanilere karşıydı. Bir gözlemci için korkutucu olan şey, AB'ye üye olmak isteyen bir ülkenin, kurucusunun ölümünden 70 yıl sonra bile hala, Birliğin temel değerlerine kesinlikle uymayan, milliyetçi bir pozisyon alması. 1971'de Türkiye'deki ruhban okulunun kapatılması ve o zamandan beri yeniden açılmasının yasaklanması; bir cemaat yaşamı için gerekli olan maddi şartlara izin verilmemesi; çeşitli kiliselere mensup din adamlarının resmi makamların gözü önünde, hatta onların işbirliğiyle öldürülmesi; Hıristiyan azınlığa mensup sıradan kişilerin bile yaşamlarının zorluk ve tehditler sonucu güçleştirilmesi; bütün bunlar Atatürk'ün bundan 80 yıl önce başlattığı modernleşme sürecinin ardından bunu devam ettirecek başka bir adımın atılmadığını gösteriyor.
Türkiye'nin fikirsel modernleşme süreci, Avrupa düzeyine erişmek için, üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırmanın biraz daha ötesine geçmek zorunda. Gayrimüslim azınlıklara yapılan ayrımcılığa son verilmesi, AB'ye yakınlaşma sürecinde peşinen yapılması gereken şeyler arasında yer alan asgari bir beklentidir. Komünizmin en koyu olduğu dönemlerde bile dini eğitim kurumları vardı. Kendini AB'ye üyeliğe layık gören bir ülkede eski Sovyetler Birliği'ndekinden daha yüksek standartların geçerli olması gerekmez mi?
VİBM NOTU: Rudolf Telscher Viyana'da felsefe, psikoloji ve antropoloji öğrenimi gördü. Rusya ve Slovakya'da firmalara danışmanlık yapıyor.
PROFIL: "GEÇMİŞİN YÜKÜ"
VİYANA, 30/05 (BYE)--- Tirajı 100 bin olan haftalık liberal Profil dergisinin bu haftaki sayısında, Herbert Lackner imzalı yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
Cumhurbaşkanı Fischer Ankara'ya yaptığı resmî ziyarette, Avusturya'nın Boğaz'daki ülkeyle ilişkisinin neden böyle çıkmaza girdiğini açıklama gereği duydu. Heinz Fischer, "Merhaba asker" diye bağırıyor. Askerler "Sağol" diye cevap veriyor. Cumhurbaşkanı neşeli bir şekilde mevkidaşı Abdullah Gül'ün adımlarına ayak uydurmaya çalışarak, şeref kıtasının önünden geçiyor.
Resmî ziyaretlere özgü rutin törenin dışına çıkmak. Geçen hafta eğer eski imparatorlukların ilişkilerine gölge düşüren birkaç bulut olmasaydı, Cumhurbaşkanının Türkiye gezisi tamamen güneşli geçecekti. Türkler bu kez barışçı bir şekilde gelmelerine rağmen, acaba Avusturya Türkiye'nin Avrupa yoluna yine engel çıkaracak mı?
Aralık 2006'da yapılan bir Avrupa barometresi anketine göre, Avusturyalıların yalnız yüzde beşi Türkiye'nin AB'ye alınmasından yana. Bu, AB Komisyonunu öylesine korkuttu ki, o zamandan beri başka kamuoyu araştırması yaptırmadı. Türkiye'nin katılımına karşı olmak konusunda kimse Avusturyalılarla yarışamıyor. Almanya'da katılımdan yana olanların oranı yüzde 16, Fransa'da yüzde 22, Slovenya ve İsveç'te ise halkın yaklaşık yüzde 50'si katılımdan yana. Bu Türkiye'deki siyasi gözlemcileri şaşırtıyor. İngilizce yayımlanan Turkish Daily News, Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik ile Cumhurbaşkanı Heinz Fischer'in Türkiye ziyaretlerinden önce, "Avusturya'nın Katılıma Karşı Olması, Bilgisizlikten Kaynaklanıyor" diye manşet attı. European Stability Initiative ESI'nin bundan iki ay önce yayımlanan raporunda da bu konuda buna benzer bir sonuca varılıyor: "Şimdi hâkim olan hava, Avusturya'nın elit politikacılarının tartışmayı belli bir yöne kaydırmasının bir neticesi."
Gerçekten de kısa bir süre öncesine kadar, Şubat 2000'de iktidara gelen Başbakan Schüssel'in de zoruyla, FPÖ de dahil olmak üzere bütün siyasi partiler Türkiye'nin AB'ye katılımına olumlu bakıyordu. O zamanlar yapılan bir açıklamada, "FPÖ komşularımızın katılım sürecini destekleyecektir.... Türkiye'nin resmen aday ülke olarak tanınması akılcı bir tutumdur" deniliyordu.
--Eğilimin Değişmesi--
SPÖ de Türkiye'nin davet edilmesine sempatiyle bakıyordu. SPÖ'nün Avrupa Sözcüsü Caspar Einem 2002 yılında Parlamentoda, "Türkiye'nin Avrupa yolunda olduğunu kabul etmemiz gerekir. Gelin Türkiye ile sıkı ilişkiler kuralım" demişti. SPÖ Başkanı Alfred Gusenbauer daha Haziran 2004'te, Avusturya'da yaşayan Türklere hitaben, SPÖ'nün Türkiye'nin AB'ye katılımını "daima desteklediğini", katılımın on yıla kadar gerçekleşebileceğini söylemişti.
O günlerde Avusturyalıların yüzde 32'si Türkiye'nin katılımından yanaydı. ESI raporu, "dönüm noktasının, 2004'te o zamanlar muhalefette bulunan SPÖ'nün FPÖ ve ÖVP'yi Türkiye konusunda zayıf davranmakla suçlaması olduğunu" kaydediyor. FPÖ bunun üzerine derhal izlediği çizgiyi değiştirdi. Başbakan Schüssel de Aralık 2004'te ÖVP'nin rotasını düzeltti: Halk oylaması yapılmadan, Türkiye'nin katılımı olmayacak denildi. Ayrıca, müzakereler şimdiye kadarki gibi, otomatikman aday ülkenin katılımıyla sonuçlanmayacak, "imtiyazlı ortaklık" da hedef alınabilecekti. Ocak 2007'de yeni Başbakan olan Gusenbauer halk oylaması vaadini yineledi. Artık Avusturyalıların yalnız yüzde beşi Türkiye'yi de içine alacak bir AB'den yanaydı.
Halk oylaması geçerli kalırsa, Türkler muhtemelen 2015 yılında Viyana kapılarında bir kez daha yenilgiye uğrayabilir, çünkü AB mercilerinde yeni katılımlar konusunda oy birliğiyle karar alınması gerekiyor.
Hava neden böyle birdenbire değişti, Avusturyalıların böyle gizlice Türklere karşı olmalarının nedeni ne? Bazıları bunun nedeninin Birliğin fazla genişlemesinden duyulan korku olduğunu söylüyor. Bazıları ise başarısız entegrasyondan edinilen tecrübeleri öne sürüyor. Viyana'da yaşayan Türk kökenli gastronom Atilla Doğudan, hatanın bundan 40 yıl önce yapılmış olduğuna işaret ediyor ve "İşçiler ve aileleri Türkiye'den buraya getirildi, ama entegre olmaları için hiçbir şey yapılmadı, onlar da kendiliklerinden hiç çaba göstermedi. Bugün Viyanalılar Ottakring'te Brunnenmarkt'a gidip, bütün Türkiye'nin böyle olduğunu sanıyor" diyor.
Diğer Avrupa ülkeleri de kendi şehirlerinde Türklerin kendilerine zıt dünyasını görmekten, veya katılımın yol açacağı masraftan korkuyor. Avusturya'da buna bir boyut daha ekleniyor: Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre Avusturyalıların yüzde 73'ü, Türkiye ile AB arasındaki "kültürel farklılıkların" katılımı güçleştirecek kadar büyük olduğuna inanıyor. "Financial Times", "Avusturyalıların çoğuna sanki yeniçerilerin topları Viyana'nın kapılarını yeniden zorluyormuş gibi geliyor" diyerek espri yapıyor.
--Kültürler Çatışması--
Bu, pek de öyle yabana atılacak bir görüş değil. Avusturyalıların çoğu okulda İkinci Dünya Savaşı'ndan çok ikinci Viyana Kuşatması hakkında ders görüyor. Avusturya'nın doğusunda, 1529-1683 yılları arasındaki olayların neredeyse kimlik belirleyici özelliği olduğu söylenebilir. Viyanalıların kültürler çatışmasından galip çıkması, Hristiyanlığın İslam'a karşı kazandığı zafer. Viyana'da Leopoldsberg'teki bir kilisenin duvarındaki tabelada, "Bu tepede 12 Eylül 1683'te yapılan ayinle Garp kültürünün kurtuluşu başladı" diye yazıyor. Tabelalarda muharebenin nasıl geliştiği en ince ayrıntılarına kadar belgeleniyor. Kahlenberg'teki sosisçi bile muharebeye katılmış olan Polonya Kralı Sobieski'nin adını taşıyor.
Türk ordularının batıya doğru ilerleyebildiği en uç nokta olan Aşağı Avusturya'daki Waidhofen/Ybbs'te kilisenin saati hâlâ, şehir halkının yeniçerileri geri püskürttüğü saati gösteriyor. Avusturya'nın topoğrafyası Türk çeşmesi, Türk siperi, Türk mezarları gibi Hristiyanların zaferini hatırlatan isimlerle dolu. Halbuki Avusturyalılar Türk kuşatmalarından sonraki yıllarda son derece soğukkanlıydılar. Yabancı ülkelerden gelen her şey birdenbire heyecan verici olmaya başlamıştı. 1718 yılında imzalanan Passarowitz barışının ardından Türkler hiçbir engelle karşılaşmadan Avusturya'ya gelip, ticaret yapmaya başladılar. Viyana'daki barok çağda Türkler moda oldu. İmparatoriçe Maria Theresia şalvar giyerek, Türkçenin birinci yabancı dil olarak öğretildiği bir "Şark Akademisi" kurdu. Bu, sonradan "Diplomasi Akademisi" oldu. Her yerde kahveler açılmaya başladı. Mozart 11 numaralı piyano konçertosunun üçüncü bölümüne "rondo alla Turca" adını verdi, Beethoven "Türk Marşı'nı" besteledi. 19. Yüzyılda Viyanalı bir firma fes imalatında nerdeyse bir numara olacaktı.
Türklerin 1878'de Rusya karşısında savaşı kaybederek zayıflamasından ve Avrupa ülkelerinin ganimeti aralarında paylaşmalarından sonra eski zaferler yeniden hatırlandı. Avusturya'nın payına Bosna düştü. Viyana Sarayı aynı yıl 200 yıl kutlamaları için bir komite kurdu. Türklere karşı kazanılan muharebenin yıl dönümü olan 12 Eylül 1883'de, kutlamaların doruk noktası olarak, Viyana'daki Belediye Sarayı'nı tamamlayacak son taş eklendi.
Hristiyan Sosyal Partiden gelen Başbakan Engelbert Dollfuss bundan tam 50 yıl sonra yine aynı gün, 12 Eylül günü, cumhuriyetin sona erdiğini ve otoriter Hristiyan devletinin kurulduğunu açıkladı. Avusturya kilisesinin bundan 50 yıl sonra 1983'te Katolikler Günü'nü yine 12 Eylül'de kutlaması, pek tesadüfi değildi. Doruk noktası: Papa II.Jean Pol'un ziyaretiydi.
Böylece Türk tehlikesi ve bu tehlikeye karşı savunma halkın bilincine iyice yerleşti. Bazen hâlâ kendini hissettiriyor. Graz Belediye Başkanı Siegfried Nagl (ÖVP) 2005'te Belediye Meclisi toplantısında, "Graz yüzyıllar boyunca Türklerle mücadele etti. Bugün bu mücadeleye başka yollardan devam ediyoruz" dedi.
Önceden belirlenmiş böyle bir atmosferde Avusturyalı politikacıların Türkiye'deki işleri zordu. Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik bundan dört hafta önce Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğine karşı oluşunu süslü sözlerle kamufle etmek zorunda kaldı. Türkiye'nin AB'ye çok sıkı bağlarla bağlı bir ortak olması gerektiğini, bunun için yalnız hayal gücünün genişletilmesinin yeterli olacağını söyledi. "Milliyet" gazetesi bundan hiç etkilenmedi ve Plassnik'e "1,90 boyunda inatçı" adını verdi.
Türk politikacılar misafirlerini fazla yormamak için çekimser bir dil kullandılar. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçen salı günü Heinz Fischer ile yaptığı görüşmenin ardından özellikle ihtiyatlı bir ifade kullanarak, "Türkiye gibi büyük bir ülke söz konusu olduğunda tabii bu daha uzun sürebilir. Ancak Türkiye müzakerelerin bitiminde bugünkünden çok farklı bir Türkiye olacak" dedi. Cumhurbaşkanı Fischer de başıyla onun dediklerini tasdik etti.
Bugünün Türkiye'sinin önünde gerçekten de uzun bir yol var. Bundan üç hafta önce yapılan bir reformla, "Türklüğün aşağılanması" deyiminin yerine "Türk ulusuna hakaret etmek" sözcükleri getirildi. Buna rağmen bu suça hâlâ iki yıl hapis cezası veriliyor. Ayrıca Kürt sorunuyla Kıbrıs'ın geleceği de hâlâ çözüm bekliyor.
--Başörtüsü--
Türkiye buna karşın ekonomik alanda büyük ilerleme gösterdi: Yaklaşık yüzde yedi olan büyüme oranı ve iktidardaki AKP'nin zeki politikası sayesinde, bugün kişi başına GSMH AB üyesi Bulgaristan ve Romanya'dan daha yüksek. Ancak iç politikadaki durum istikrarlı değil. Ordu tarafından desteklenen laikler Anayasa Mahkemesine başvurarak, son seçimleri oyların yüzde 47'sini alarak kazanan iktidar partisi AKP hakkında kapatma davası açtılar. Bunun nedeni muhafazakâr AKP'nin üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldırmış olmasıydı.
Cumhurbaşkanı Gül'ün eşi de başörtüsü takıyor. Cumhurbaşkanları eşleriyle kolkola fotoğraf çektirirken, Cumhurbaşkanı Fischer'in Bayan Gül'ün dirseğine dokunması Türk basınında büyük yankı uyandırdı.
Türkiye'deki modernleşme süreci oldukça zor ve çelişkilerle dolu bir süreç. Halbuki gazeteciler bundan da beterinin farkına varmadılar. Ziyaret vesilesiyle verilen akşam yemeğinde, Bayan Gül ve bakanlardan ikisinin başörtülü eşleri masada otururken, oldukça dekolte bir giysi giymiş olan bir Türk opera sanatçısı, sahnede Lehar'ın operetlerinden birini söylüyordu.
KURIER: "SARKOZY: AVRUPA MÜŞTEREK BİR MACERADIR"
VİYANA, 30/05(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal eğilimli Kurier gazetesinin 30 Mayıs 2008 tarihli sayısında Margaretha Kopeinig imzasıyla Avusturya'ya bir günlük resmî ziyarette bulunan Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy ile yapılan ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan, röportajın Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
--Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy Yalnız Kurier Gazetesiyle Yaptığı Söyleşide AB Konularındaki Görüşlerini Dile Getirdi. Sarkozy Türkiye'nin Katılımını Reddediyor--
KURİER: Türkiye'nin katılımına karşısınız. Türkiye'nin neden üye olma şansı yok? Avusturya'yı katılımı engelleme planınıza ortak olarak mı görüyorsunuz?
SARKOZY: Türkiye'ye ilişkin görüşüm biliniyor, bu görüşümü değiştirmedim.
Özel Türkiye olayının yanı sıra, AB'nin dış sınırlarının nerede olduğu sorusunu da cevaplamamız gerekir. Ben Avrupa'nın sınırları olması gerektiği kanısındayım, çünkü bu yalnız ekonomik anlamada bir Avrupa değil, gerçek siyasi anlamda bir Avrupa için de şart olan bir şey. Sınırları olmayan bir Avrupa, ortak bir iradeye ve birliğe sahip olmayan bir ortaklık olmaya mahkum edilmiş olur. Bu yüzden kendimize Birliğin sınırlarının nerede olduğu sorusunu sormamız gerekir. Kurulmasını önerdiğim, Felipe Gonzalez'in başkanlığındaki Akiller Meclisinin bu soruyu ve Avrupa'nın geleceği konusunu detaylı olarak araştırmasını umuyorum. Türkiye'nin üyeliği konusundaki görüşüm, kesinlikle Türkiye ile Avrupa'nın müşterek bir geleceği olmayacağına inandığım anlamına gelmemeli. Avrupa ile Türkiye yalnız komşu olmaktan da öte, ortak, müttefik, hatta diyebilirim ki, dostturlar. Bu yüzden AB ile Türkiye arasında mümkün olduğu kadar sıkı bir bağlantı oluşturmak için, bu yakınlaşma sürecini devam ettirmek zaruridir, tabii işi entegrasyona vardırmadan...
BELÇİKA BASINI
EURONEWS: "MEHMET ALİ TALAT: TAKSİM EDİLMİŞ YENİ KIBRIS DEVLETİ, SİYASİ EŞİTLİĞE DAYALI OLACAK"
ANKARA, 30/05(BYE)--- Avrupa haber portalı EuroNews'in 29 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında yukarıdaki başlık altında yer alan KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile yapılan mülakatın çevirisi şöyledir:
Mehmet Ali Talat, sadece Türkiye tarafından tanınan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı. Talat, şimdi Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yeni Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas ile adanın geleceğini müzakere etmeye hazırlanıyor. Ancak bir anlaşmaya varmadan önce hala birçok engel var ve hepsi de Türkiye ve AB ilişkilerinin geleceğiyle ilgili.
EURONEWS: Adanın geleceği konusundaki müzakerelerle ilgili olarak çok iyimser görünüyorsunuz. Sizce en önemli engel hangisi?
TALAT: Kıbrıs Rum Kesimi ile olan sorun, müzakereyi reddeden güçlerin yani Papadopoulos ve Ulusal Mecliste Hristofyas ile hala koalisyonda olan partisinin tutumudur. Diğer yandan kilise çok güçlü, son derece güçlü. Hristofyas, onları dinlemeye mecbur.
EURONEWS: Sizler de dışarıdan, Türklerden baskı görüyorsunuz.
TALAT: Ben kendimi çok rahat hissediyorum, Türkiye tarafından tam desteğe sahibim. Türkiye'nin desteği olmaksızın başarı elde edemeyeceğimizin bilincindeyim. O sebeple hiçbir sorun yok. Müzakere masasındaysam, bu Türkiye'nin desteğine sahip olduğum anlamına geliyor.
EURONEWS: En önemli başlıklardan göçmen kolonilerinin yerleştirilmesi.
TALAT: Bu hiç problem değil.
EURONEWS: Diğer tarafa göre problem...
TALAT: Koloni, bu insanlar için uygun bir kelime değil, 20 veya 30 yıldan daha fazla bir süredir adada yaşıyor oldukları için onları tanımlamıyor, kesin olarak onlar Kıbrıslı. Siyasetle ve uluslararası kanunlar çerçevesinde bu sorunu halletmeye hazırız.
EURONEWS: Ankara'daki bazı güçlerin, -koloni terimini kabul etmediğiniz için göçmen diyelim, belirli şekilde bu göçmenler sorununu kullandığı şeklinde bir izleniminiz yok mu?
TALAT: Nasıl?
EURONEWS: Diğer siyasi maksatlar için?
TALAT: Hangi siyasi maksatlar?
EURONEWS: Mesela şimdiki hükümet ve ordu arasındaki ilişkiler.
TALAT: Koloniler, göçmenler, nasıl yani?
EURONEWS: Bir işgal politikası.
TALAT: İşgal politikası mı? Hükümet ve askerler arasındaki ilişkiler mi?
EURONEWS: Bir işgal politikasıdır; bu, bazılarının bakış açısı ve ben de bunu soruyorum.
TALAT: Gerçekten soruyu anlamıyoruz, anlasam cevaplardım.
EURONEWS: Bu konuda bir anlaşmaya varmak bir eşitlik sorunudur da.
TALAT: Ne tür bir eşitlik?
EURONEWS: Nüfusun eşitliği, demografik eşitlik.
TALAT: Adada 700 veya 600 bin kişi oturuyor. Kıbrıslı Türkler 200 bin. Ne tür bir eşitlik arıyorlar bilmiyorum. Kökeninden dolayı insanlar arasında ayrım veya aşağılama yapmamalıyız, bu çok önemlidir ve esastır.
EURONEWS: Mülkiyet sorunu ne oldu? Çünkü bu diğer önemli nokta.
TALAT: Mülkiyet sorunu, tazminatlar, mübadeleler ve iadeler yoluyla çözümlenecek. Üç seçeneğimiz var ve olası bir anlaşma bu sorunun üstesinden gelecektir.
EURONEWS: Diğer mesele, adanın kuzeyindeki Türk birliklerinin varlığı. Bir anlaşmaya varılırsa bu birliklerin gideceğine inanıyor musunuz?
TALAT: Müttefik anlaşmaya göre yerleşik 650 Türk ve 950 Yunan askeri adada kalabilir. Sorun şu: Siz sokağa çıkarsanız ve Kıbrıslı Türklere Türk birliklerinin varlığını isteyip istemediğini sorarsanız, yüzde 95'i evet diyecektir. Neden? Çünkü güvenmiyorlar. Böylece Türk ordusunun varlığı, Kıbrıslı Türkler için, hatta sembolik bir sayı olduğu zaman bile, çok önemlidir, durum bu.
EURONEWS: Belki rehin kelimesi oldukça iddialı ama Türkiye'nin Avrupa Birliği ile müzakerelerinin bir parçasıysa, Kıbrıs'ın bir tür rehin olduğuna inanmıyor musunuz?
TALAT: Türkiye, Avrupa Birliği ile olan müzakerelerinde bir pazarlık aracı olarak Kıbrıs'ı kullanmıyor. Ancak, Avrupa Birliği veya en azından bazı Birlik ülkeleri ve Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs'ı kullanıyorlar.
EURONEWS: Türkiye'nin iç siyasetinde Kıbrıs'ı kullandığı izlenimiz yok mu?
TALAT: Kıbrıs, Türkiye için ulusal bir sorundur ve bazı siyasi güçlerin iç siyasette Kıbrıs'ı kullandıklarını söylerken haklısınız. Bu bir gerçek ve çok üzücü, ancak öyle. Bu anlamda ben hemfikirim, ancak Türkiye'de Türklerin büyük bir çoğunluğu Kıbrıs sorununda çok hassas ve bir çözüme karşı değiller.
EURONEWS: Kıbrıs'ta yeniden birleşik bir geleceği nasıl hayal ediyorsunuz?
TALAT: Bu soru çok önemli. Taksim edilmiş yeni bir devlet kurulacak ve bu devlet Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar arasında eşit bir siyasete dayalı olacak. Siyasi eşitlik, sayısal eşitlik anlamına gelmez, ancak kararların alınmasına ve değişikliklere katılım anlamına gelir. İkili bir bölgede ve iki halk arasında bir eşitlik politikasına dayalı bir federal devlet. Bu, Kıbrıslı Türkler için esastır.
EUOBSERVER: "TÜRKLERİN ÇOĞU AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİNDEN YANA"
ANKARA, 04/06(BYE)--- Avrupa Parlamentosundaki bir grupla işbirliği halinde çalışan Brüksel merkezli haber portalı Euobserver'ın 2 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, Philippa Runner imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Kötüye giden Türk-Fransız ilişkileri ve AB-Türkiye katılım müzakerelerindeki kısmi duraksamaya rağmen Türk halkının çoğunluğu Avrupa Birliğine katılımdan yana.
Ankara'da bulunan MetroPOLL Araştırma Merkezinin mayıs ayında yaptığı kamuoyu araştırmasına göre, bir referandum yapılması halinde Türk halkının yüzde 62'si AB üyeliğine "evet" derken, yüzde 27'si ise "hayır" diyecek. Ülkede AB yanlısı iktidar partisi AKP'yi kapatma girişimiyle birlikte, "evet" oyu siyasi kargaşa ortamında daha da güçlendi.
Türklerin AB desteği 2004 yılının sonlarında üçte iki çoğunlukla zirveye çıkmıştı. 2005 yılında AB-Türkiye katılım müzakerelerinin başlamasıyla bu destek azaldı.
Türk Dışişleri Bakanı Ali Babacan, pazar günü Alman Frankfurter Allgemeine Zeitung'a verdiği mülakatta, "Türkiye'nin Avrupa'ya ait olup olmadığının sürekli olarak tartışılması halinde bu, Türk halkında istenmeme duygusunu körükleyecektir" dedi ve ekledi: "Türkiye 2013 yılında AB'ye üye olmaya hazır"
Babacan'ın açıklamaları, Fransız Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin Türkiye'nin Ukrayna'dan farklı olarak, kültürel anlamda bir Avrupa ülkesi olmadığı yönündeki sözlerini hedef alıyor.
Geçen hafta Fransız Parlamentosu, Türkiye gibi büyük ülkelerin birliğe üyeliğinin referanduma sunulması çağrılarını destekledi.
FRANSA BASINI
AFP: "FRANSA... TÜRKİYE'NİN AB'YE GİRİŞİ KONUSUNDA ZORUNLU REFERANDUM"
PARİS, 30/05(AFP)(BYE)--- Fransız milletvekilleri dün, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girişi yönünde bir referandum yapılmasını zorunlu kılan bir hükmü, incelenmekte olan ve temmuz ayında oylamaya sunulması gereken kurumların reformu projesi çerçevesine dahil ettiler.
Milletvekilleri, nüfusunun yüzde 5'inden fazlasını temsil eden -ki bu, tamamen Türkiye ile ilgili- ülkelerin AB'ye girişi için referandumu zorunlu kılan bir hükmü reform projesine ilave ettiler.
Bu hüküm, çetin tartışmaların ardından 21 oya karşılık 48 oyla kabul edildi. Ankara'yı "yaralayan" bir maddeyi kınama yönündeki eleştiriler, hem sağda hem de sosyalist muhalefet cephesinde arttı.
UMP (iktidardaki sağ) milletvekilleri tarafından dahil edilen bu madde, nihai onayı hala oldukça belirsiz olan Anayasanın revizyonu projesinde yer alıyor.
Bu Anayasa revizyonunun, kabul edilmesi için, önce Meclis'te daha sonra da sağın çoğunluğu teşkil ettiği Senato'da salt çoğunluğu elde etmesi gerekiyor. Son olarak, Temmuz ayı sonunda Kongre'de toplanan iki meclisin sayılan oylarının 3/5'lik bir çoğunluğunu alması lazım.
Sağcı çoğunluğun bunun kabulü için sosyalistlerin oyuna ihtiyacı var.
Sosyalist milletvekilleri geçen salı günü, büyük tavizler koparmak umuduyla Meclis'teki ilk oturumda yasa tasarısının aleyhinde oy verme kararı aldılar.
Referandum zorunluluğu kararı, eski Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından alınmıştı.
Onun halefi Nicolas Sarkozy birçok kez, Türkiye'nin üyeliği meselesinin kendi cumhurbaşkanlığı döneminde söz konusu olması durumunda bir referandum düzenleyeceğini taahhüt etmişti.
Sarkozy, kendisine göre "Avrupa'da olmayan" bir ülke, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı ve bunun yerine, "imtiyazlı ortaklık statüsü" öneriyor. Bu düşünce, tam üyelikten başka birşey istemeyen Türkler tarafından reddediliyor.
Fransız kamuoyunun büyük bir çoğunluğu halihazırda Türkiye'nin Birliğe üyeliğine karşı.
Sarkozy'nin tutumu bununla birlikte, Türkiye'nin AB üyeliği karşıtlarının endişelerini yatıştırmadı.
UMP milletvekillerinden 40 kadarı, Ankara için bir referandum düzenlenmesinin Anayasa'da kaleme alınmaması halinde kurumlar reformunun tamamı aleyhinde oy kullanmakla tehdit ettiler.
Ancak sağ da bölünmüş durumda. Adalet Bakanı Rachida Dati, yüzde 5'lik çözümün dengeli" olduğunu -zira kendisi "faydası olmayan referandumlardan kaçınıyor- söylerken, Ekonomi Bakanı Christine Lagarde aksine "bu hükmün gerekli olmadığını" ileri sürüyor.
Değişikliği kaleme alanlardan ve Türkiye'nin üyeliğine kesinkes karşı olanlardan Richard Mallié (UMP), bu engelin, hem Türkiye hem bazı komşu ülkelerden Ukrayna ve Rusya'yı ilgilendirip de neden Cezayir'i, Fas'ı ilgilendirmediği üzerinde durdu.
Mallié, "Bu denli kalabalık ülkeler ile ilgili en ufak şeyler bile, Fransız halkına otomatik olarak sorulmalıdır" dedi.
Sosyalist milletvekili René Dosière ise, Türkiye'yi hedef alan söz konusu maddenin "yakışıksız ve utanç verici" olduğunu söyledi.
LE MONDE DİPLOMATİQUE: "ÜYELİK MÜZAKERELERİ HANGİ AŞAMADA?"
PARİS, 30/05(BYE)--- Tirajı ayda 200 bin olan Le Monde Diplomatique dergisinin Haziran 2008 sayısında yer alan Türkiye ekinde, Didier Billion imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye ile AB ilişkilerinin şu anki durumunu değerlendirirken, müzakere sürecinin zorluğuna bağlı "teknik" parametrelerle, bu süreci bölen siyasi faktörleri ayırmak gerekir.
Müzakere sürecini öncelikle teknik açıdan ele alalım. Türkiye'nin AB müktesebatının 90 bin sayfasını yasalarına aktarması söz konusu. Bu hususu Türk tarafı galiba biraz hafife almış görünüyor. Bu amaca ulaşmak için 35 başlığın açılması gerekecek. Müzakerelerin başlatıldığı 3 Ekim 2005'ten bu yana sadece altı başlık açıldı. 2008'in sonuna gelmeden ise toplam on başlığın açılması bekleniyor. Müzakereler, özellikle iki konuda tökezliyor.
İlki Aralık 2006'ya dayanıyor. Avrupa Konseyi, Türkiye'nin Kıbrıslı Rumlara diğer AB üyeleriyle aynı statüyü tanımayı reddederek liman ve havaalanlarını kapatması üzerine bir yandan 35 başlığın askıya alınması, diğer yandan ise açılmış başlıkların kapatılmaması yönünde karar aldı.
İkincisi ise Sarkozy'nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle doğrudan ilgili. Cumhurbaşkanı, seçim kampanyası boyunca Türkiye karşıtlığını tekrarlamanın yanı sıra açılacak tüm yeni başlıkları veto etmekle tehdit etmesine rağmen icraya geçmedi. Bunun yerine başlıkların hem tam üyelik hem de imtiyazlı ortaklıkla bağdaşabilmesi şartı karşılığında açılmasına engel olmayacağını duyurdu. Nitekim Sarkozy, sadece tam üyeliği öngördüğü gerekçesiyle bugün para politikasına ilişkin başlığın açılmasına karşı geliyor.
Fransa, Avusturya, Kıbrıs gibi ülkelerden çıkan bu gibi engeller aslında Avrupa Birliği'nin yaşadığı vizyon krizinin bir göstergesi. Türkiye'nin üyelik olasılığı aslında kısacası Avrupa'nın kimliği, değerleri ve sınırları gibi meseleleri kapsayan "nasıl bir birlik kurulmalıdır" sorusunu düşündürüyor.
Birliğin, Türkiye hakkındaki düşünce ve kararlarını yönlendirmesi gereken ana hat, tamamlayıcılıktır. Asıl mesele AB'nin, çevresindeki bölgelerde bir siyasi etki sahibi olma konusunda istekli olup olmadığının bilinmesidir. Eğer ki birlik, kendine uluslararası sahnede bir etkin güç olma hedefini koymazsa, bu durumda söz konusu projenin geçerliliğinden bile şüphe edilebilir. Katılım müzakerelerinin açılmış olmasına rağmen iki taraf arasında engeller, ilerlemelerin önüne geçerse Türkiye, AB ile ilişkilerini gözden geçirme durumuna gelebilir ve aslında bu şekilde bağımsız bir dış ve güvenlik politikası oluşturmaya itilmiş olur. Böyle bir stratejinin etkisi, zaten istikrarsız olan bölgede bir kat daha belirsizlik getirerek olumsuz bir unsur olacaktır.
Türkiye'nin üyelik olasılığını reddetmek, kimsenin çıkarının olmadığı bir milliyetçilik politikasına sığınması riskini göze almaktır. Oysa Birlikten gelen engeller, Türkiye'de AB'ye karşı bir hayli isteksizliğe neden oldu. Yıllar boyunca tüm anketler halkın yüzde 65 ila 70'inin üyeliği desteklediğini ortaya koyarken, 2007 yılında bu rakamın yüzde 40'a gerilediği görülüyor...
Kaygıya neden olacak bir başka nokta ise, Türklerin sadece yüzde 26'sının üyelik perspektifini geçerli bulmasıdır. Avrupa yanlısı pek çok demokrat bile, çıkarılacak engeller nedeniyle ülkelerinin bir gün Birliğe katılabileceğine inanmadıklarını vurguluyor. Yani aslında onlar için üyelik hedefinden çok, ülkeyi bu hedefe taşıyacak süreç önemli. Bu nedenle her ne olursa olsun Türk toplumuna yararlı olacak reformları sürdürmenin gerekliliğine inanıyorlar.
Ancak AB'nin politikaları karşısında duyulan burukluğa rağmen Türk seçmeni son seçimlerde yine de oylarını, siyasetinde ve ekonomisinde Avrupa'ya yönelmek istediği gözüken partiden yana kullandı. Ancak bugün eğer AKP, AB'nin eklediği reformlara yeniden hız kazandırmak için harekete geçtiyse, bunun bir tesadüf olmadığı kesin. AKP, Avrupa hedefinden vazgeçmeye başlayan seçmene karşı gelemeyecektir...
AB'ye duyulan şüpheciliğin bu yükselişi belki şu anki şekliyle sınırlı kalır. Ancak yine de mevcut siyasi dinamiklerin iyi bir göstergesi. Avrupa projesi tükenmeye başladı. Avrupalı yetkililer bunun farkına varmalı ve Türkiye'nin dışlanmasına katkıda bulunmamalıdır. Türkiye'nin üyeliği, sadece sayısal anlamda değişime uğrayacak bir birlik düşüncesiyle ele alınmamalı. Zira Türkiye'nin, derin bir değişim geçirmiş bir birliğe katılacağını göz önünde bulundurmak, bugün engel oluşturan pek çok başlığın şartlar farklı olduğunda geçerliliğini kaybetmiş olacağını anlamamızı sağlayacaktır.
AFP: "STRASBOURG TÜRKİYE'YE TAAHHÜTLERİNİ YERİNE GETİRMEYİ TEKRAR HATIRLATTI"
STRASBOURG (AVRUPA KONSEYİ), 30/05(AFP)(BYE)--- Avrupa Konseyi, eş cinsellerin haklarını savunan bir derneğin kapatılması kararının ardından bugün Türkiye'yi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gereği, ifade özgürlüğü ve dernek kurma hakkına riayet etmeye çağırdı.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Başkanı Lluis Maria de Puig, Avrupa Konseyi üyesi olarak Ankara'nın, ifade ve dernek kurma özgürlüğünü güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni imzaladığını hatırlattı.
De Puig, "Öyleyse, lezbiyen, gay, biseksüel veya transseksüel olsun, her insan, ayrımcılık yapılmaksızın ifade ve toplanma hakkına ve özgürlüğüne sahiptir" açıklamasında bulundu.
De Puig, İstanbul'daki savcının LambdaIstanbul derneğinin kapatılmasını doğrulamak için öne sürdüğü argümanlara "şaşırdığını" belirtti ve "Her insanın hakkını kullanmasını sağlamak yetkililerin sorumluluğundadır" dedi. Türkiye'de eş cinsellerin haklarını koruyacak yasa yok.
LE MONDE DİPLOMATİQUE: "YATIRIMI DESTEKLEMEK"
PARİS, 30/05(BYE)--- Tirajı ayda 200 bin olan Le Monde Diplomatique dergisinin Haziran 2008 sayısında yer alan Türkiye ekindeki, Başbakanlık Dış Yatırımı Destekleme Ajansı Başkanı Alpaslan Korkmaz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
Ekim 2005'de Türkiye ile müzakerelerin açılması yatırımcıların ilgisini artırdı. Böylece 2005 ve 2006 yılları arasında doğrudan dış yatırımlar 7,8 milyar avrodan 15,9 avroya çıkarak ikiye katlandı. Dünya Bankasının "Doing Business 2008" raporuna göre Türkiye, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, İtalya ve İspanya ile OECD ülkelerinin ortalamasının önünde geliyor.
Ülkemizde bir gün içinde bir şirket kurmak mümkün. Türkiye, 70 milyonluk bir tüketici pazarıdır. Tam gelişmekte olan orta sınıfın alım gücü AB'ninkine yaklaşıyor. Yatırımcılara 24,7 milyonluk bir aktif genç çalışan kesim sunulmaktadır. Teknolojik alt yapısı ulaşım, telekomünikasyon ve enerji sektörlerinde oldukça gelişmiştir.
Ülkemiz, yatırımları teşvik eden, Avrupa standardında bir hukuki çerçeve edinmiştir. Avrupa Birliği ile (Paris-İstanbul arası uçakla 3 saat 15 dakikadır), Akdeniz'e, Balkanlara, Orta Doğu'ya ve Orta Asya'ya coğrafi yakınlığı ülkeyi bir ticaret merkezi hâline getirmektedir. Makroekonomik dengesi dışında Türkiye'de büyük çapta reformlar başlatılmıştır.
Son altı yılda üretim artışı ve özel sektördeki yatırımlar büyümeyi desteklemiştir. Gayri Safi Milli Hasıla 2007 yılında 485 milyar avroya ulaşmıştır. Son altı yılda ise yılda ortalama yüzde 7'lik bir ekonomik büyüme kaydedilmiştir.
Büyümenin ritmi, yapısal reformlar ve makroekonomik dengeleme süreci sayesinde Avrupa Birliği, Türkiye pazar güçlerinin ilerlemesinin altını çizmiştir. Hızlandırılmış reform süreci, özel sektörün yatırımları ve nüfus sayısı sayesinde Birlik ile daha kısa sürede uyum sağlanmasına doğru ilerlenmektedir.
İnvest in Turkey Ajansı, Türkiye'de yatırımı destekleyen ulusal bir kuruluştur. Misyonumuz, iş çevrelerine yatırım olanaklarını tanıtmak ve yatırımcılara, idari işlerinde destek vermektir. İnvest in Turkey, uluslararası yatırımcılar için Türkiye'de bir referanstır.
LE MONDE DİPLOMATİQUE: "1963'TEN BUGÜNE TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİNİN KISA TARİHÇESİ"
PARİS, 30/05(BYE)--- Tirajı ayda 200 bin olan Le Monde Diplomatique dergisinin Haziran 2008 sayısında yer alan Türkiye ekinde, Didier Billion imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
Türkiye-AB troykası görüşmeleri vesilesiyle mayıs ayının başında Ankara'ya gelen Fransa'nın Avrupa işlerinden sorumlu Yardımcı Bakanı Jean-Pierre Jouyet, Fransa'nın Dönem Başkanlığı sırasında "tarafsız ve dengeli" davranacağı konusunda Türkleri rahatlatmak istedi. Türkiye'nin üyeliğine karşı gelen, ancak ülkenin "Avrupa cephesinde kalmasının önemini" vurgulayan Fransa, "müzakerelere engel olma niyetinde değil". Görüşmelerin 45 yıldır sürdüğünü de hatırlamak gerekir...
Türk halkının Batı'ya yürüyüşü ve Batı Avrupa ile ilişkilerine ilişkin gelişmeleri birkaç satırla anlatmamız imkansız. Sadece Cumhuriyet dönemine bakacak olursak, Avrupa'nın Mustafa Kemal Atatürk'ün görüşlerini ve seçimlerini ne denli etkilediğini görürüz. Atatürk, Türkiye'yi çağdaşlık yoluna bir tek Avrupa'nın temsil ettiği medeniyet ve değerlerin götüreceğine inanıyordu. Cumhuriyet'in ilk yıllarında yapılan reformlar ve ülkenin kültürel ve jeopolitik çevresiyle bağlarını tamamen koparması bu inanç doğrultusunda anlaşılıyor.
31 Temmuz 1959'da dönemin Türkiye Başbakanı, Roma Anlaşması'nın 238. maddesi gereğince, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından özellikle Washington'a bağlı olan dış politikasını çeşitlendirmek amacıyla, yani ekonominin ötesinde siyasi nedenlerle, ilk kez Avrupa Ekonomik Topluluğu'na iş birliği amacıyla başvurdu.
1959 sonbaharında başlatılan, ancak 27 Mayıs 1960 darbesiyle dondurulan ilişkilerin yeniden başlatılması için Nisan 1962'yi beklemek gerekti. Sonucunda 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Anlaşması imzalandı.
Ön müzakereler sırasında pek çok zorlukla karşılaşıldı. Bunlardan biri, Türkiye'nin bir Avrupalı devlet olarak gösterilmesi hususuydu. Ancak bu ortaklık anlaşması, Türkiye'nin Avrupa'ya bağlılığını ve bir gün Birliğe üye olabilmenin kapılarını açan uzun tarihi sürecin ilk aşamasıydı.
Ortaklık anlaşması üç aşamadan oluşuyordu: Beş yıllık bir hazırlık süreci, ardından 12 yılı aşmayacak bir geçiş süreci. Bu süreçte Türkiye ile AET arasında gümrük birliği oluşturulacak, Ankara'nın ekonomi politikası Avrupa'nınkine uydurulacaktı. Son aşama ise gümrük birliğine ve ekonomik işbirliği politikalarının artırılmasına dayanıyordu.
Ancak kısa sürede alışverişlerin çok dengesiz yürütüldüğü fark edildi: AET'nin ihracatı sanayi malları ve sermayeden oluşurken, Türk ihracatı tarım ürünleri, tekstil ve iş gücüne dayanıyordu.
1960'lı yılların başında Türk ve Avrupalı liderler arasında siyasi iş birliğinin artırılması konusunda ortak bir görüş belirdi. Ortaklık anlaşması bir de bu çerçevede değerlendirilmeli. Türkiye, sınırlı gücünün aslında kendisine müzakere etme olanağı vermeyeceği avantajları elde etmeye çalışıyordu. Aralarındaki güç dengesi nedeniyle Türkiye, AET'nin taleplerine boyun eğmek durumundaydı. Ankara ekonomi ve bir ekonomik sistemin entegrasyonunun Türkiye ekonomisinde travmalar yaratacağının farkına vardı.
O dönemde ekonomi çevrelerinin bir bölümü zayıf olan Türk sanayisinin yıkılacağına inanmaya başladı. Bu nedenle Başbakan Süleyman Demirel, 1967 yılında geçiş dönemini başlatacak müzakerelerin bir an evvel hayata geçirilmesini istemişti.
Görüş farklıkları siyasi çevrelerde belirdi. AET ile yakınlaşmanın ana motoru CHP, Kemalist geleneği ve ABD'nin etkisinden kurtulma isteğiyle Avrupa'ya katılmanın tehlikelerini ölçmeye başladı. CHP o dönemde merkez sol politikasına başlamıştı ve Bülent Ecevit'in girişimiyle tutumunu sertleştirmeye başladı. Yine de parti, 1970 yılında ülkenin AET'ye tam katılabileceğini kabul etti. Ancak Türkiye İşçi Partisi ile radikal sol partiler emperyalizmin enstrümanı olarak gördükleri AET'yi reddetmeye devam ettiler.
Sağ hükümet ise politikasını sürdürdü. 6 Şubat 1969'da geçiş dönemine intikal için müzakereler başlatıldı, 23 Kasım 1970'te ise ek protokol kabul edildi. Bu protokol aslında iki yanlıdır. Bir yandan gümrük birliğinin, kişi ve sermayenin serbest dolaşım şartlarının şeklini ve ritmini belirlemekte, sıkı ve kalıcı ilişki kurma isteğini teyit etmekteydi. Ancak protokolün bazı noktaları, bazı tarım ve tekstil ürünlerinin ihracatını sınırlandırıyordu. Oysa bunlar, ülke ekonomisi için hayati önem taşıyordu.
Sonuçta dünyadaki siyasi gelişmeler bu oluşumu sarstı. 1971 muhtırası, ordunun 1974'teki Kıbrıs çıkarması ve 1980 darbesi bir gerginlik dönemi başlattı. Darbenin sonrasındaki yıllarda anlaşmazlık nedenleri iki tarafta da artmaya başladı. Ancak Türklerin asıl şikayetçi olduğu, Avrupalı partnerlerinin "oyun sırasında kuralları değiştirmesiydi". Ancak buna rağmen 1987 yılında Başbakan Turgut Özal'ın girişimiyle Avrupa rotası sürdürülmüş, AET'ye resmen üyelik başvurusunda bulunulmuştu.
Bütün zorluklara rağmen Türk tarafı adaylığını savunmak için sıkı çalışıyordu, üstelik kamuoyu da bu hedefi desteklemekteydi. Sol partiler de üyeliğin, gerçek bir demokrasinin yolunu açacağına inanmaya başladılar.
--1963 ve 1970 Hedeflerine Dönmek--
Ancak Avrupa Parlamentosunda, 18 Haziran 1987'de çıkarılan Ermeni yasasıyla yeni engeller eklendi. Komisyon, ardından Türkiye'nin üyeliği hakkındaki olumsuz kararını iki noktaya bağladı: ortak pazar oluşturulmadan bir genişlemeye gidilmemesi ve Türkiye'nin ekonomik ve siyasi kriterlere uymaması. Türkiye'de gerçek bir hayal kırıklığı yaşansa da yetkililerin tepkisi sınırlı kaldı. Cumhurbaşkanı Özal, AET'nin zorluklara rağmen bir ekonomik partner olduğunu öne sürerek iş birliğini sürdürmeye kararlıydı. Doğu Avrupa'da çatırdamaların gün yüzüne çıktığı sırada Batı Avrupa rotasını korumanın önemini anlamıştı.
31 Aralık 1995'te yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşması'na rağmen AB Konseyi, 1997'de Türkiye'yi aday ülkeler listesine almayı reddetti. Aday ülke statüsü Türkiye'ye, 1999'da Helsinki Zirvesi'nde verilmiş, sonunda Avrupa Birliği'nde Türkiye'nin yeri olduğu kabul edilmişti.
Türkiye'nin Avrupalılığına ilişkin tartışmalar o andan itibaren yersiz hâle gelmiş ve ülkenin birlikle ilişkisi değişmiştir.
Konseyin ardından Türkiye'nin duyduğu heyecan oldukça etkileyicidir. Paketler hâlinde kabul edilen reformlar da bir o kadar. Zira kabul edilen her yeni reform, hak ve özgürlükler ağının genişletilmesini sağlamaktadır. Ülkenin ekonomik sistemin de bu yöntemle Kopenhag Kriterleri'ne uydurulmasına çalışılmaktadır. Nitekim Komisyonun raporları, 1998'den bu yana Türkiye'nin ileriye doğru attığı adımların altını çizmektedir.
--Bir Uzlaşma Politikası--
Türkiye'nin ekonomik ve siyasi ilerlemeleri belirtilmeye değer. Ancak Kıbrıs meselesinde de ufak ilerlemeler kaydedildiğine de dikkatler çekilmelidir. Uzun yıllar Ankara'nın millî çıkarlarla adada her türlü ilerlemeye engel olduğu söylenmiştir. Ancak 2004 yılında yapılan referandumla Kıbrıs Türk kesiminin Annan Planı ile bir birleşmeye yüzde 75,8 oranında sıcak baktığı ortaya çıkmıştır.
Bu gelişmede Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin, uzun yıllar Ankara'da krize neden olan bu konuda bir uzlaşma politikası izleyerek Türkiye'yi hareketlendirdiği unutulmamalıdır.
Bütün bunların doğal sonucu olarak Avrupa Konseyi, karşıt görüşlerin tamamını aşarak Ekim 2005'te Türkiye ile katılım müzakerelerini başlatma kararını almıştır.
LE MONDE DİPLOMATİQUE: "TÜRKİYE, AVRUPA'YA DOĞRU BAKIYOR"
PARİS, 30/05(BYE)--- Tirajı ayda 200 bin olan Le Monde Diplomatique dergisinin Haziran 2008 sayısında yer alan Türkiye ekinde, Andrew Finkel imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Ankara'nın üyeliği, AB'de ve özellikle Fransa'da, Nicolas Sarkozy örneğiyle görüldüğü gibi tepkilere neden oluyor. Ancak kesişme noktasındaki bu ülkenin Avrupalılığını tartışmak bir yana, asıl mesele Türkiye'nin ve Avrupa'nın istikrarını sağlamak değil mi? Kırk beş yıldır süren yakın temasların ardından Türkiye'nin reddedilmesi, laik modeli ile hâlen süren demokratik reformları ve genel anlamda Avrupa'da görülen "Hristiyan demokrasi" gibi ülkedeki "Müslüman demokrasiyi" tehlikeye düşürmez mi? 80 milyon Müslüman vatandaşın birliğe girmesini engelleyerek İslamcı dalgayı beslemiş olmaz mıyız?
Amerikalı komedyen Groucho Marx'ın "beni üyeliğe kabul edecek kulübe ben zaten girmek istemem" diye güzel bir esprisi vardır (...) AB'ye üye olma isteğine dair son rakamlara bakılırsa Türkiye, insanların bize duyduğu hayranlığa layık olmadığımız hissine ilişkin Grocho Marx sendromuna kapılabilir.
Zira genişleme yoluna girmiş diğer üyelere nazaran Türkiye, adaylığının geleceğinin sadece kendisine bağlı olmadığını hissediyor. Kamuoyu, seçim kampanyasında Türkiye'nin üyeliğine karşıtlığını kullanan Nicolas Sarkozy'nin Cumhurbaşkanı seçilmesiyle sarsıldı. Son olarak ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, iktidardaki AKP hakkında bir kapatma davası açtı. Bu dava müzakereler üzerinde, Demokles'in kılıcı gibi bir tehdit oluşturuyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim üyelerinden Profesör Soli Özel, "Avrupa'ya yüz çevirmenin, kendini koruma mekanizması" olduğunu ifade ediyor.
ABD'deki German Marshall Fund ile İtalyan Compagnia di San Paolo vakıfları, geçen senenin sonunda Türkiye ile AB arasında gittikçe bozulan ilişkilere dair yayımladıkları uyarıda daha saldırgan iletişim stratejileri geliştirmenin önemini vurguladılar ve Ankara ile Brüksel'in 2004 yılındaki müzakere kararına Türk halkının dörtte üçünden destek gelmesine rağmen bu rakamın ülkede şimdilerde yüzde 40'a düştüğüne dikkat çektiler.
--Çoğunluk Üyeliği Destekliyor--
"Müzakere süreci, ilginç bir süreçtir. Bu şoku atlatmak için siyasette ve halk arasında bir uzlaşma gerekir" diyen AB'nin Türkiye eski elçisi Michael Lake, yüzde 40 oranının yeniden desteğin sağlanması için sağlam bir altyapı olduğu şeklinde bir değerlendirme yaptı.
Ankara'ya doğru bir adım atmak için 41 yıl beklemiş olan Avrupa'nın, Türkiye'nin hevesini kursağında bırakma kararını hafife alması pek de olası değil. Avrupa politikası yavaş ama tek yönde ilerliyor. Avrupa'nın bu kadar şaşırtıcı bir şekilde sözünden dönmesi, sağduyulu Avrupalıların dikkate alınması gereken sonuçlar doğuracaktır. Türkiye ile müzakere etme kararı, öncelikle bu ülkeyi AB'nin güvenli siyasi mekanizmalarından uzak tutmakla herkesin kaybettiği bir oyuna girmek anlamına geleceğini kabul etmek demektir.
Ekim 2007 tarihli bir başka araştırma ise Türkiye'de yüzde 57'lik bir orta kesimin üyeliği desteklediğini ortaya koydu. Aday olma emeliyle başlatılan reformların ülkenin yararına olduğuna inananların sayısı ise daha da fazlaydı. Oysa İstanbul Boğaziçi Üniversitesinden Hakan Yılmaz'ın Türkiye'deki Open Society İnstitute ile ortak yürüttüğü araştırmaya bakılırsa halk, Avrupa'yı gittikçe kutuplaşan bir siyasetin penceresinden görüyordu. AB'nin, iktidardaki AKP'nin gücünü artırdığı hissi doğmaya, sosyal statü düzeyi yükseldikçe Avrupa'ya desteğin azaldığı görülmeye başlandı.
Profesör Hakan Yılmaz ayrıca Brüksel'in Türkiye'yi kabul ettiği takdirde, "hayır"ların çoğunlukla "evet"e dönüşeceği görüşünde. Nitekim kendilerine soru yöneltilen kişilerin yüzde 85'i, dini ve milli değerlerle, "Avrupalı" kabul edilen ilkeler arasında hiçbir uyumsuzluk göremiyor. Türkiye'yi medeniyetlerine yönelik bir meydan okuma gibi kabul eden bir kısım Avrupalı için bu sonuç belki şaşırtıcı olabilir. Avrupalı muhafazakarlar bazen Türkiye'nin "fazla büyük, fazla fakir ve fazla Müslüman olduğunu" söylüyorlar, ancak solda Türkiye'nin ulaşılması gereken bir hedef olduğuna inananlar var. Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, "ortak değerlere dayanmış bir İslamcı ülkeyi modernleştirmek, Avrupa için terörle mücadelesinde büyük bir zafer olur" diye bir ifadede bulunmuştu.
Türkler, Avrupalıların kendilerini ağırbaşlı Müslüman millet olarak gösterme denemelerini bir babacanlık gösterisi olarak kabul ediyor ve kendilerini şimdiden Avrupa ekonomisinin önemli bir parçası olarak görüyorlar. Ancak aslında çoğu tam üye olmaktan çok, sade üyeliğin getirilerine odaklanıyor. Doğrudan dış yatırımların müzakerelerle birlikte devasa bir artış kaydedip 2007'de 20 milyar doları aştığı hatırlanmalı.
Şimdilik nüfusu bakımından Almanya'ya, tüketim oranı bakımında Belçika'ya benzeyen Türkiye ekonomik açıdan büyüdükçe, Avrupa'dan mal ve hizmet talebi artacaktır. Herkesin kazançlı çıkacağı düşüncesiyle Türkler, Avrupalı dostlarının bu özelliği düşünmelerini istiyorlar. Özelde düşünceleri ne olursa olsun şu an Türkiye'deki hiçbir şirket müzakerelerin kopmasının sorumluluğunu üstlenmeye hazır değil.
--45 Yıl Boyunca Zaman Zaman Flört Dönemleri Yaşandı--
Brüksel'in baskılarını eleştiren çoğu Avrupalı için Türklerin, üyeliği daha iyi bir idarenin vaadi olarak görmeleri gerçek bir sarsıntı. Üyelik projesi Ankara'nın demokratikleşme yönünde reformlarını hızlandırmasını sağladı. Belki de Türkler ile Avrupalılar arasındaki kültür farkı, Türklerin, AB üyeliğinin kendilerine dayatacağı değişimleri algılamalarında yatıyordur. Avrupa kamuoyunun bir kısmı kaygılı: Türkiye, Avrupa kurumları tarafından hazmedilebildiği kadar onları değiştirebilecek tek ülke örneği olabilir.
AB'nin dengesinden yoksun bırakılacak bir Türkiye başka bir yola sapabilir. Nitekim zaman içerisinde AB ile yaşanan uzaklaşma, ülkede milliyetçiliği artırmış ve tecrit edildiği hissini uyandırmıştır. Üyelik hedefinden uzaklaşmasıyla ülkedeki siyasi anlayışlar da sapmaya başladı: Brüksel'deki İstanbul Merkezinin Başkanı Tulu Gümüştekin, "Mesele, AB'nin Türkiye'de desteğini kaybetmesi değil, Türklerin bir gün Birliğe kabul edilme umutlarını kaybetmeleridir" diye konuştu.
Türkiye'nin AB'ye katılım sürecini desteklemek amacıyla, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın sponsorluğuyla açılan merkez, üyelik sürecinin ülke geleceği için müzakere masasıyla sınırlı kalmayacak kadar önemli olduğunun farkına vardığının bir göstergesi. Türkiye ile AB ilişkisinin geleceğini böyle girişimlerle, sivil toplum faaliyetleri belirleyecektir.
Türkiye ile AB, 45 yıldır zaman zaman flört ediyor. En olumlu veriler üyeliğin 2015 yılında gerçekleşeceğini gösterse de, pek çok kişi taraflar için verdikleri sözleri yenilemenin ve isteklerini yeniden belirtmenin zamanının geldiğini düşünüyor.
AFP: "TÜRKİYE AİHM TARAFINDAN MAHKUM EDİLDİ"
STRASBOURG (AVRUPA KONSEYİ), 03/06(AFP)(BYE)--- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bugün Türkiye'yi, derslerde türbanlarını çıkarmayı reddettikleri için açığa alınan iki öğretmene adil savunma hakkı tanımadığı gerekçesiyle mahkum etti.
Fatma Karaduman ve Sevil Tandoğan, açığa alınmaları konusunda adalete başvurmuş olmalarına rağmen, Danıştay Başsavcısının görüşlerine yanıt veremediklerinden şikayetçi oldular.
AİHM konu ile ilgili olarak Türkiye'nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesini ihlal ettiği hükmüne vardı.
Mahkeme, söz konusu ihlalin tespitinin yeterli bir manevi tatmin teşkil ettiğine hükmederek davacıların maddi ve manevi tazminat taleplerini karşılıksız bıraktı.
AFP: "'FALAKA İYİ BİR DERS' OLUŞTURAMAZ"
STRASBOURG (AVRUPA KONSEYİ), 03/06(AFP)(BYE)--- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bugün, polisler tarafından "iyi bir ders" vermek için falakaya yatırıldığından yakınan bir Türk gencinin davasında Türkiye'yi kötü muameleden mahkum etti.
Orhan Kur, 1997 yılı Temmuz ayında 17 yaşındayken İzmir sokaklarında bir arbedeyi izlediği sırada başka gençlerle birlikte tutuklanmıştı.
Polisler gençleri karakola götürdüler ve ellerine copla vurdular, ancak genç adam yakın zamanda ellerinden ameliyat geçirdiği için kendisine aynı muameleyi yapmamalarını istedi. Polisler de, başka bir prosedür olmaksızın salıvermeden önce "iyi bir ders" vermek için genci falakaya yatırdılar.
Doktorlar ertesi gün, sol ayağının altında üç santimetre çapında bir yara, diğerindeyse kırmızı ve mor lekeler tespit ettiler.
Türkiye, gencin karakola götürüldüğünü ve işkence gördüğünü reddetti.
Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi verdiği kararda, Türkiye'nin davacının yaralarının nedenine dair hiçbir makul açıklama getiremediğini ve bu yaraların müsebbibi olduğunu saptadı.
Ayrıca, Avrupalı yargıçlar, cezai prosedür sonucunda Ankara'yı polisleri cezalandırmadığından ötürü mahkum etti.
Kararda, "açık bir şekilde tutarlılıktan yoksun ve önleyici yahut caydırıcı bir etki yaratmaktan uzak olan" ve polislerin cezasız kalacakları sistem eleştirildi.
AFP: "TÜRK ADALARI: AVRUPA KONSEYİ ANKARA'YI 'OLUMLU BİR TUTUM' SERGİLEMEYE DAVET EDİYOR"
STRASBOURG, 03/06(AFP)(BYE)--- Avrupa Konseyinin bir komisyonu, yayımladığı bir bildiride, Türkiye'den Ege Denizi'nde bulunan Türk adalarındaki Yunan azınlık lehinde yeni önlemler almasını istedi.
İnsan Hakları ve Hukuki Sorunlar Komisyonu Türkiye'yi, Ege Denizi'ndeki Gökçeada (İmbros) ve Bozcaada'da (Tenedos) yaşayan sınırlı sayıdaki Yunan asıllı nüfusun mensuplarına karşı olumlu bir tutum" benimsemeye davet etti.
"Daha önce onaylanan olumlu önlemleri destekleyen" Komisyon, Yunan asıllı sakinlere ilişkin olarak arazi ve eğitim sorunlarına adil bir düzenleme yapılması çağrısında bulundu.
Komisyon, adaların halklarının, uzun zamandan bu yana Türkiye ile Yunanistan arasında gidip gelen gerginliklerin sonuçlarına maruz kaldıkları değerlendirmesini yapıyor.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi tarafından 27 Haziran'da incelenecek olan Komisyonun karar tasarısında "Türkiye, olumlu bir tutum benimseyerek, ayrıca modası geçmiş milliyetçi düşüncelerin üstesinden gelme ve Avrupa iyi komşuluk ilkelerini uygulama konusunda bir iyi niyet örneği sergileyecektir" denildi.
AFP: "FRANSA... TÜRKİYE'NİN AB'YE ÜYELİĞİ KONUSUNDA REFERANDUMU ŞART KOŞAN BİR REFORM TASARISI ONAYLANDI"
PARİS, 03/06(AFP)(BYE)--- Fransız milletvekilleri bugün, Fransa kamuoyunun hâlihazırda karşı olduğu Türkiye'nin AB üyeliği konusunda bir referandum yapılmasını zorunlu kılan bir madde içeren reform tasarısını onayladı. Tasarının nihai olarak kabulü için daha, uzun bir hukuki süreçten geçmesi ve temmuz ayında Kongrede toplanan milletvekilleriyle senatörlerin beşte üçünün oyunu alması gerekiyor ki bu, sol muhalefetin oyunu da gerektirdiği için pek mümkün görünmüyor.
Ulusal Mecliste ilk gündeme alınışında tasarı çoğunlukta bulunan sağın büyük kısmının oyunu alırken, sol muhalefet karşı oy kullandı. Metin 231'e karşı 315 oyla kabul edildi. Sosyalistler, komünistler ve çevreciler karşı oy kullandı. UMP'nin (sağ, iktidar) bazı milletvekilleri de karşı oy kullandı. 23 milletvekili çekimser kaldı.
Bugün kabul edilen tasarı, bir devletin AB'ye üyeliğinin kabulünün referandumla veya milletvekili oylamasıyla yapılmasını ve nüfusu AB nüfusunun yüzde beşini geçen ülkelerin kabulü için referandumun zorunlu olmasını öngörüyor. Bu durum böylece Türkiye için geçerli oluyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy birçok kez, Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin kendi cumhurbaşkanlığı sırasında söz konusu olması hâlinde referandum düzenleyeceğini belirtmişti.
AFP: "AB: ANKARA GENİŞLEME KONUSUNDAKİ FRANSIZ REFERANDUM TASARISINDAN RAHATSIZ OLDU"
ANKARA, 03/06(AFP)(BYE)--- Türkiye, nüfusu AB nüfusunun yüzde beşini aşan her ülkenin Avrupa Birliği'ne kabulü için Fransa'da referandumu zorunlu kılan Fransız reform tasarısını bugün sert bir biçimde eleştirdi.
Türk Dışişleri Bakanlığı yayımladığı bir bildiride, bu tasarının, Türkiye'nin AB'ye girmesine yeni engeller getirmeyi amaçladığını ve Fransa'nın tutumunun, Paris ile Ankara arasındaki ikili ilişkilere zarar vermesinin kaçınılmaz olduğunu bildirdi.
Bildiride, Türk hükümetinin, "üyelik görüşmelerinin Fransa'nın da onayıyla başlamasına rağmen Fransız Anayasası'na böyle bir ayrımcılık sokulması isteğinden rahatsızlık duyduğu" belirtildi.
Bakanlık, "Bu tarz ayrımcı yaklaşımların ikili ilişkilerimize zarar vermesi ve iki ülke halkları arasındaki geleneksel dostluğu olumsuz yönde etkilemesi kaçınılmazdır" diyerek, reform tasarısının, nihai olarak onaylanmasından önce düzeltileceğini ümit ettiğini duyurdu.
LIBERATION: "TÜRKLERİ TOKATLAMAK NEDEN?"
PARİS, 04/06(BYE)--- Tirajı günde 135 bin olan Liberation gazetesinin 4 Haziran 2008 tarihli sayısında, Bernard Guetta imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Fransa'nın "yanıldığı" veya "körleştiği" söylenebilirdi, ama değil. Bu kelimeler az gelir. Fransa, Türkiye konusunda şiddetli bir istek, kararlılık ve heyecanla harekete geçiyor ama neden? Bu çağda asıl mücadele etmemiz gereken, İslam'ın, tarihi bir rövanş emeliyle Batı'ya karşı birlik olmasına engel olunması iken Fransa'nın, Türkiye'nin AB'ye üye olmasına engel olmak için bu kadar çaba sarf etmesi nasıl açıklanabilir? Özellikle de 1920'lerde Fransa'nın yasalarını ve laikliğini örnek alan, büyük bir beğeniyle hatta saygıyla izinde yürümek isteyen Türkiye ile kurduğu dostluğu harcamaya yeltenmesi nasıl açıklanabilir ki?
Fransa'nın aslında, Türkiye'nin avukatı olması gerekir. Böylece, elit takımının Fransızca konuşmaya devam ettiği ve kıtanın en hızlı büyüyen bu ülkesindeki etkisi artacaktır. Ayrıca Fransa böylece Müslüman dünyasına, yenilenmesini efsanevi bir geçmişe dönerek değil, Avrupa'nın temsil ettiği özgürlükler ve huzur kavşağına yönelerek araması gerektiğini gösterecektir.
Fransa ve AB, Türkiye'nin Birliğe katılmasıyla veya aslında Avrupa'nın Türkiye'ye katılmasıyla Orta Doğu kapılarında Batılı bir vitrin oluşturacaktır. Ankara'da barış yoluyla, ABD'nin Bağdat'ta savaş yoluyla başaramadıklarını yapabilirler. Her şey aslında Türkiye'nin üyeliğinden yana. Ancak bu olasılık Fransızları o kadar öfkelendiriyor ki Jacques Chirac, Anayasaya Birliğe her yeni genişleme için referandumu zorunlu kılan bir madde ekleme kararı almıştır.
Chirac'ın bu girişimi 2005'te halkın Avrupa Anayasası'na "hayır" demesine engel olamasa da, Sarkozy, adaylığı sırasında bu konuyu seçim kampanyasında kullandı. Fransa böylece bir dostunu kendine düşman etmiştir. Şimdi ise daha da ileriye gittiğini görüyoruz. Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez Sarkozy, Türkiye olsa da olmasa da Avrupa'nın sınırları konusunun Fransa'nın iç siyasetine bağlı olmaması gerektiğini anladı. Chirac'ın koyduğu maddeyi iptal etmek için Anayasa reform projesini fırsat bildi, ancak partisinden gelen bir değişiklik önergesi, maddenin çok daha kötü sonuçlarla Anayasa'da korunmasını sağladı. Artık referandum zorunluluğu AB'ye katılacak her yeni ülke için değil, Birliğin toplam nüfusunun yüzde beşinden fazla nüfusu olan ülkeler için, yani açıkçası Türkiye için öngörülüyor.
Fransa, alenen belirtilmese de çok iyi bir tarifle, bir ülkeye olan düşmanlığını Anayasasına bir madde olarak koymaya hazırlanıyor. Bu benzeri görülmemiş bir durum. Üstelik neden? Türkiye "Avrupa'da olmadığı" için ki bu, ABD'nin aksine Avrupa'nın doğal sınırları olmadığını, Türkiye'nin ise 19. Yüzyılda Asya'nın değil, "Avrupa'nın hasta adamı" olarak kabul edildiğini ve Türkiye NATO'ya kabul edildiğinde bu tür coğrafi ayrıntılara girilmediğini unutmak anlamına geliyor.
O hâlde Fransa'nın bu tutumunun nedeni, Türkiye'nin Müslüman oluşu olabilir mi? Türkiye'nin Müslüman bir ülke olduğu doğrudur, ancak her şeyden evvel laiktir. Hatta o kadar laiktir ki, Fransa'da üniversitelerde başörtüsü konusu tartışılmazken, Türkiye'de bu mesele geçen baharda daha önce görülmemiş bir siyasi kriz yaratmıştır. Peki bir başka iddia doğrultusunda Türkiye'ye yüklenmenin nedeni, Avrupa Parlamentosunda en fazla üyeye sahip ülke olabileceği mazereti olabilir mi? Nüfus açısında Türkiye'nin bu özelliğe sahip olacağı doğrudur. Ancak Avrupa milletvekillerinin ülke grupları hâlinde değil, siyasi gruplar hâlinde oturumlara katıldığını düşünürsek, Strasburg'taki bölünme noktasının dinî temelde olması hâlinde Türkiye azınlık durumunda olacaktır. Hayır. Fransa'nın bu kadar aciz bir imajını yansıtması ve kendi kendine bu kadar kötülük etmesinin nedeni bambaşkadır. Bir parça İslam korkusu vardır muhakkak, ancak Fransa asıl Avrupa'dan korkmaktadır. Fransızların büyük bir kısmı, kendisini, Fransa ile Almanya'nın artık başında yalnız olamayacakları bir Birliğin içerisinde görmekte zorlanıyor. Fransızlar, Birliğin globalleşmenin "Truva atı" olmasından çekiniyor. Sonu görünmeyen bir genişleme sonucu Birliğin artık kesinlikle idare edilemez hâle gelmesinden önce idare edilebilir ve demokratik olmasını istiyorlar. Tamam.
Bu nedenler halkı sayılabilir, ancak Avrupa'nın gücünden korkmak ve yönelmesi gerektiği yere doğru ilerlemesine engel olmak yerine, Birliğin düzenlenmesi kurucu üyelerinin ortak politikalarda buluşturulması, böylece federal bir Avrupa'nın temellerinin atılması ve -Türkleri tokatlamak yerine çağımızın sorunlarını çözümleyebilecek hâle gelmek- gerekir.
İNGİLTERE BASINI
REUTERS: "TÜRKİYE BAŞBAKANI AB'Yİ ÇİFTE STANDARTÇILIKLA SUÇLADI"
İSTANBUL, 29/05(REUTERS)(BYE)--- Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bugün, AB'nin, Türkiye'nin üyelik müzakereleri söz konusu olduğunda "çifte standart" uyguladığını söyledi.
Türkiye AB'ye katılım müzakerelerine 2005 yılında başladı, ama reform yolunda ağır adımlarla ilerlenmesi, çözümsüz kalan Kıbrıs anlaşmazlığı ve kimi AB üyelerinin Türkiye'yi aralarında görmek istememesi dolayısıyla frenleniyor.
Erdoğan bir konferansta, "Çifte standartçı bir tutum içinde olduklarını ve Türkiye'ye, şimdi üye olan veya müzakere sürecinde bulunan hiçbir ülkeye dayatmadıkları şeyleri dayattıklarını görüyoruz" diye konuştu.
Erdoğan konuşmasında, üyelik başvurusuna yönelik ön yargıya karşın Türkiye'nin 27 üyeli bloka katılmaya kararlı olduğunu da ifade etti. Türkiye, kabulü hâlinde AB'ye katılan çoğunluğu Müslüman ilk ülke olacak.
Dışişleri Bakanı Ali Babacan da salı günü AB yetkililerine, Türkiye'nin katılım müzakerelerinin yavaş seyrinden ötürü halkın üyelik hevesinin kırılabileceğini söylemişti, ancak Brüksel reformlar konusunda daha fazla yoğunlaşmanın Ankara'nın görevi olduğunu beyan etmişti.
Türkiye bugüne dek katılım için öngörülen 35 müzakere başlığından sadece altısını açmış bulunuyor ve en geç gelecek ay içinde iki yeni başlığın daha açılmasını umuyor.
Fransa, müzakerelerin, gelecekte bir "imtiyazlı ortaklık" için referans alınabilecek bu başlıklarla sınırlı tutulmasını istiyor. Ancak bu Ankara'nın olduğu kadar pek çok AB ülkesinin de canını sıkıyor.
Öte yandan AB Komisyonu Genişleme Komiseri Olli Rehn, Türkiye'nin gereken teknik koşulları yerine getirmesi hâlinde yedi başlığın daha müzakereye açılabileceğini açıkladı.
Anayasa Mahkemesinin gündeminde, İslamcı faaliyetleri olduğu iddiasıyla iktidardaki AK Partinin kapatılması ve Erdoğan'ın siyasetten men edilmesi istemiyle açılan bir dava var. Erdoğan da partisi de, siyasi suçlamalar olarak nitelediği söz konusu iddiaları kabul etmiyor.
REUTERS: "TÜRKİYE DIŞİŞLERİ BAKANI, MÜSLÜMANLARIN HAKLARINA İLİŞKİN YORUMLARI NEDENİYLE ELEŞTİRİLDİ"
İSTANBUL, 30/05(REUTERS)(BYE)--- Paul de Bendern bildiriyor:
Türkiye'nin Dışişleri Bakanı, Avrupa Birliği'ne Müslümanların Türkiye'de dinini yaşayamadıklarını söylemesi nedeniyle ülkesinde eleştirilere maruz kaldı.
Türkiye, özellikle laik ilkelere dayalı olarak yaklaşık 80 yıl önce kurulan bir devlette dinin rolüne odaklı olarak yaşanan siyasi bir kriz içinde bulunuyor. Bir savcı, AK Parti'nin kapatılması ve açıkça İslami hareketler içerisinde olduğu gerekçesiyle Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasetten menedilmesi amacıyla dava açtı.
Siyasi İslam kökenli AK Parti bu iddiaları reddederek, bunları, mecliste büyük çoğunluğa sahip hükümeti düşürmek için muhafazakar muhalefetin bir girişimi olarak görüyor.
Türkiye'nin popüler gazetelerinden Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, "Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan cumhuriyete karşı bu saldırılar karşısında sessiz kalamayız" şeklinde yazıyor.
Anadolu Ajansı, Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın Brüksel'de önceki gün AB Parlamentosunda yaptığı konuşmada, "Türkiye'de sadece gayrimüslimler değil Müslüman çoğunluk da dini özgürlükler konusunda sorunlar yaşıyor" şeklindeki sözlerini aktardı.
AK Parti; generaller, hakimler, rektörler gibi laik elitlerin siyasi İslamın bir sembolü olarak gördükleri başörtüsünün üniversitelerde kullanılmasına izin vererek, tartışmaları alevlendirdi.
Özkök, Babacan'ın açıklamalarının partisinin kapatılmasını engelleme girişimi olduğunu söyledi.
Liberal Vatan gazetesi ise Babacan'ın açıklamaları konusunda, "Biz utandık, ya siz?" şeklinde başlık attı ve eski bakanların, bakanın konuşmasına yönelik sert eleştirilerine yer verdi.
Türkiye'nin iki muhalefet partisi -CHP ve MHP- Babacan'ı dini sömürmekle suçladı.
Öte yandan, Babacan işadamlığından siyasetçiliğe soyunanlar arasında sempati görüyor.
Dini bakış açısına sahip ve hükümet yanlısı Yeni Şafak gazetesinden Yaşar Sungu, "Babacan yüzde yüz haklı. Dini özgürlükler konusunda ciddi sorunlar var" dedi.
--Başörtüsü Kararı--
Babacan'ın açıklamaları, Anayasa Mahkemesi'nin, kız öğrencilerin üniversitelerde İslami başörtüsü kullanmasının yolunu açan anayasa değişikliği konusunda müzakerelerde bulunmasının birkaç gün öncesine denk geldi.
Türkiye'den gayrimüslimlerin haklarının geliştirmesini isteyen AB genellikle, başörtüsü yasağından, aday ülkelerden birinde dini özgürlüklere yönelik bir sınırlama olarak söz etmiyor.
Özkök, Türkiye'de Müslümanların camilere gitmekte, dua etmekte ve dini vecibelerini yerine getirmekte serbest olduklarını söyledi. Analistler, Türkiye'de gayrimüslümlerin kısıtlamalardan muzdarip olduklarını, Müslümanların ise daha az kısıtlama yaşadıklarını, ancak devletin katı kurallarından etkilendiklerini söylüyorlar.
Başörtüsü konusundaki değişiklik, iktidar partisinin kapatılması davasını tetikledi. AK Parti ve destekçileri, üniversitelerde başörtüsü kullanılması hakkının kişisel ve dini bir özgürlük olduğunu söylüyorlar.
Türkiye, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen, 1923 yılında Atatürk tarafından laik bir devlet olarak kuruldu.
THE GUARDIAN: "KÜRT POLİTİKACI, PKK İLE DİYALOG KURULMASI ÇAĞRISINDA BULUNDU"
ANKARA, 02/06(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Guardian gazetesinin 30 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, Owen Bowcott imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan haberin çevirisi şöyledir:
Önde gelen bir Kürt politikacı Leyla Zana, Türkiye'nin güneydoğusunu yaralamış ve 30 bin insanın ölümüne yol açmış çeyrek asırlık çatışmaya son verilmesi için diyalog çağrısında bulundu.
Türkiye Büyük Millet Meclisinde Kürtçe konuştuğu için 10 yılını hapiste geçirmiş eski milletvekili, şiddetin sona ermesi talebiyle hükümeti, Irak'ın kuzeyindeki asi üslerini bombalamaya son vermeye davet etti.
Bu ayın (Mayıs) ilk günlerinde Londra'yı ziyaret eden Zana, Westminster'de, çatışmanın çözümüne ilişkin bir toplantıda konuşma yaptı ve Kürdistan İşçi Partisi diye bilinen asi hareketinin, her barış sürecine dahil edilmesini talep etti.
Tercüman aracılığıyla konuşan Kürt politikacı, "PKK'nın silah bırakması için sorunların barışçıl çözümüne destek veriyorum. Artık gökyüzünden bomba düşmemeli" dedi.
Zana şöyle konuştu: "Kürt halkı, PKK'yı bir tür teminat olarak görüyor. PKK'nın kendisi, gerekli çözümlerin sağlanması, kendilerine karşı saldırıların sona ermesi ve demokratik hakların temin edilmesi ile silahlarını bırakmaya hazır olacaklarını belirtti. Eğer bir projeye başlanırsa... ve her iki taraf bir anlaşmaya varmaya hazırsa, artık silahlı bir faaliyet olmayacaktır. Eğer diyalog ve uzlaşmaya ihtiyaç varsa, bütün Kürtlerle konuşmak gereklidir, sadece bir kısmıyla değil."
Zana bu açıklamalarını, asi grup ile Türk ordusu arasındaki düşmanlığın tazelenmiş olduğu bir dönemde yapmış oldu. Türk askerleri geçtiğimiz ilkbahar döneminde Irak sınırındaki dağlarda bulunan PKK üslerine geniş çaplı birkaç operasyon düzenledi. İki yıl önce PKK tarafından tek taraflı ilan edilen ateşkes, her iki taraf arasında siyasi bir uzlaşmaya varılması bağlamında fiyaskoyla sonuçlandı.
Zana, Londra'daki toplantıda şunları söyledi: "Tek bir devlet fikrini kabul edebiliriz, ama tek bir dil değil. Modern Türk devletinin kurucusu Kemal Atatürk'ün 'Türkler'den ve 'Kürtler'den bahsettiği 1920'lerde verilen sözlerin yerine getirilmesi gerekiyor. İnsanların eşitçe yaşayabileceği bir ülkeye ihtiyacımız var".
Zana, Türkiye'nin AB'ye girmesine izin verilmesi çağrısında da bulundu ve "Bir ülkenin dışarının desteği olmaksızın kendi sorunlarıyla yaşayabilmesi mümkün değil. Türkiye bu tür ülkelerden biridir" dedi ve şöyle devam etti: "AB'ye katılım sürecini iyi bir şey olarak savunuyor ve destek veriyorum. Türkiye'de hakların ve özgürlüklerin teminat altına alınması gerektiği inancındayım. Şimdi Türkiye'nin -AB'ye- katılmasının zamanı olduğuna inanıyorum. Türkiye, Orta Doğu ile Avrupa arasında bir köprü işlevi görebilir. Her barış sever insanın Türkiye'nin bu süreci tamamlamasını teşvik etmesini istiyorum."
Kürtlerin dille ilgili haklar ve daha kapsamlı bölgesel özerklik taleplerinin popüler bir sembolü olarak görülen 48 yaşındaki Zana, sözde PKK'nın mahkum lideri Abdullah Öcalan'ı övdüğü gerekçesiyle iki yıla kadar hapis cezasıyla karşı karşıya. Büyük bir gülümsemeyle Zana, konuşmasına şu sözlerle son verdi: "Her ne zaman Kürtlerin umutları canlanırsa, dünya onların umutlarını kırmak için birleşiyor."
KIBRIS RUM BASINI
KIBRIS HABER AJANSI: "KAROYAN: TÜRKİYE'DEN YÜKÜMLÜLÜKLERİNİ YERİNE GETİRMESİ ISRARLA İSTENMELİ"
ANKARA, 29/05(BYE)--- Kıbrıs Haber Ajansı'nın 29 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında yer alan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:
Meclis Başkanı Marios Karoyan, Kıbrıs'ta iki lider arasında doğrudan görüşmelerin başlamasını arzulayan Türkiye'nin, teknik komitelerin ve çalışma gruplarının ilerlemesi için katkıda bulunması gerektiğini söyledi.
Karoyan, mecliste yaptığı açıklamada, Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın yeniden doğuşla ilgili sözlerini yorumlayarak, uluslararası faktörlerin -özellikle AB'nin- baskılarının ve çabalarının Kıbrıs sorununda ilerlemenin ve çözümün anahtarını elinde tutan Ankara'ya zorunlu olarak yönelmesi gerektiğini belirtti.
Karoyan, "Babacan, Kıbrıs Türk Lideri Mehmet Ali Talat ve Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas'ın ortak açıklamasını Türk isteklerine hizmet eden, dikkat çekici bir tavırla yorumlamaya kalkıştı, ayrıca yeniden doğuş ve yeni ortaklıkla ilgili konuştu" dedi.
Karoyan, Türkiye'den AB ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilgili yükümlülüklerini yerine getirmesinin istendiğini belirterek, AB-Türkiye ortaklık konseyi toplantısının sonuçlarından memnun olduğunu ifade etti. Meclis Başkanı ayrıca, AB'nin Türkiye'den, "AB'ye ve Kıbrıs Cumhuriyetine karşı yapmayı üstlendiği şeyleri küçümseyerek, AB'ye takıntısız ilerlemesinin mantık dışı olma noktasına varmamak için" taahhütlerini yerine getirmesini daha ısrarlı bir şekilde istemesi gerektiğini ifade etti.
Meclis Başkanı, cuma günü gerçekleşen iki liderin görüşmesinden sonra yayınlanan ortak açıklamaya atıfta bulunarak, bunun sadece olumlu yönler değil, aynı zamanda olumsuz şartlar da içerdiğini kaydetti.
İSVİÇRE BASINI
BASLER ZEITUNG: "TÜRKİYE İÇİN YENİ ENGEL"
BERN, 02/06(BYE)--- Tirajı günde 94 bin olan Basler Zeitung'un 31 Mayıs 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
--AB Üyeliği Konusunda Paris Kavgası--
Fransa Devlet Başkanı Nicholas Sarkozy'nin Anayasa'dan çıkartmak istediği şeyi, parlamenterleri dolaylı yoldan yine sokmak istiyor: Türkiye'nin olası AB üyeliği konusunda zorunlu halk oylamasını. İktidar partisi UMP'nin parlamenter çoğunluğu bu yönde bir önergeyi kabul etti. Önerge, AB nüfusunun yüzde beşinden fazla nüfusa sahip ülkelerin AB üyeliğinin referanduma tabi tutulmasını öngörüyor. Bu, hükümet tasarısına ters düşüyor. Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı, ancak bunu Anayasa yoluyla yapmak istemiyor.
Ulusal Meclisin çok kişinin katılmadığı gece oturumunda 21'e karşı 48 oyla kabul edilen tasarıyı kaleme alanlardan Richard Mallie, özellikle Türklere karşı olmadığını belirterek şöyle dedi: "Bu durumdan Ukrayna, Rusya, Türkiye ve neden olmasın, yarın Cezayir ve Fas gibi bir dizi komşu ülke etkilenecek. Nüfus açısından böylesine kalabalık ülkeler için sadece Fransız halkının otomatikman konsültasyon yapması, herhalde yapılan en az şey."
Bu görüş UMP'de tartışmalı. Sosyalist Manuel Valls, "UMP'nin iç siyasi sorunlarını çözmek için Anayasa ile oynanmamalı" diyerek eleştiri getirdi. Yaklaşık 40 UMP milletvekili ise, 'Türkiye-referandumu' Anayasadan çıkarıldığı takdirde kurumlar reformunun tümünde yan çizecekleri tehdidinde bulundular. Bu konudaki parlamento oturumları devam edecek.
ABD BASINI
WASHINGTON INSTITUTE: "TÜRKİYE'NİN AVRUPA SAVUNMASINA SIRTINI DÖNMESİNİN BATI GÜVENLİĞİ ÜZERİNDE ETKİLERİ OLACAK"
ANKARA, 04/06(BYE)--- The Washington Institute'nin 2 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, Erdal Tatlı imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:
Haziran 2007'de Türkiye, AB ile uzun süren müzakerelerin ardından Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına (AGSP) sırtını döndü. Kıbrıs meselesi her zaman Türkiye'nin AGSP'ye dahil olmasını karmaşık hale getirdiği halde, Türkiye onlarca yıldır Batı'nın güvenlik mimarisinde önemli bir oyuncu oldu ve kuvvetten çekilmesinin ABD, Avrupa ve NATO dahil Batılı güvenlik kurumları için derin etkileri olacak.
--Türkiye'nin Büyüyen Askeri Yeteneği--
Türkiye her zaman Avrupa'nın savunmasına bir katma değer sağladı. Soğuk Savaş sırasında Türkiye, kendisini ve Batı'yı Sovyetler Birliği'ne karşı korumak için büyük bir orduyu elinde tutarak, NATO ve Avrupa için ileri bir karakol görevi yaptı. Bu, Türk-Avrupa ortaklığı Soğuk Savaş sonrasında da devam etti ve AB üyesi olmadığı halde Türkiye 2003'ten beri AB'nin askeri operasyonlarına aktif olarak katılıyor. Aslında, Türkiye AB'de az bulunan ve çok gerekli olan havadan nakil ve ikmal yeteneği sağlayarak, Avrupa'nın Demokratik Kongo Cumhuriyeti'ndeki operasyonuna önemli bir katkıda bulunan çok az ülkeden biriydi. 1990'lara kadar Türk ordusu büyük ama kötü donanımlı bir orduydu. Büyük bir revizyondan sonra NATO'nun yeni stratejik konseptine uygun geniş bir ateş gücüne sahip son derece hareketli bir kuvvete dönüştü. Türk ordusu, asker sayısını yaklaşık 1 milyondan 650 bine düşürürken yapısını geliştirdi. Şu anda dört muharebe bölüğüne ek olarak Türkiye 45 muharebe tugayına sahip. 26 C130/C160 nakliye uçağı ile Türk ordusu kısa bir süre içerisinde ortak operasyon yürütmek için 50 bin asker konuşlandırabilir. Havadan yakıt ikmali yeteneğine sahip olan Türk hava kuvvetleri de denizaşırı operasyonlara katılabilir.
Dana önemlisi, Türkiye terörle mücadele operasyonlarında kullanılabilecek büyük sayıda jandarma, komando ve özel operasyon birimine sahip. Türkiye'nin tam olarak 148.700 jandarma askeri ve beş komanda tugayının yanı sıra 16 özel kuvvet taburu bulunuyor.
Bu yeni yeteneklerle Türk ordusu Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu'nun yanı sıra Afganistan, Doğu Timor, Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi daha uzak ülkelerdeki barış gücü operasyonlarına lider ulus ve en fazla asker katkısında bulunan ülke olarak aktif bir şekilde katıldı.
Türkiye'nin askeri yetenekleri büyürken Avrupalı ordular küçüldü. 1990'ların başından beri AB üye ülkeleri yurt içi ve sosyal harcamalar için savunma harcamalarını büyük ölçüde düşürdüler. Şu anda büyük AB ülkeleri savunmaya gayrisafi milli hasılalarının ortalama yüzde 2'sini harcarken ABD yüzde 4'ünü, Türkiye ise yüzde 5.3'ünü harcıyor. Dahası AB ülkelerinin çoğu zorunlu askerlik görevini kaldırarak ordularını küçülttüler. Şu anda Türk ordusunun 650 bin aktif üyesi varken, en büyük AB kuvvetleri olan Fransız ve Alman ordusunun sırasıyla 360 bin ve 285 bin üyesi bulunuyor.
--Avrupa'nın Ortak Savunmasında Türkiye'nin İlk Rolü--
1990'larda çok taraflı Avrupa savunma kurumlarındaki değişimler Türkiye'nin Avrupa'nın geri kalanıyla askeri işbirliğini artırmasına olanak tanıdı. 1991'de AB, ilk başta bir Soğuk Savaş savunma yapısı olarak tasarlanan durağan Batı Avrupa Birliği'ni (BAB) yeniden canlandırdı ve daha sonra Türkiye dahil diğer NATO ve AB ülkelerini dahil etmek için genişletti. BAB, AB'nin üye ülke kuvvetlerini değişik kategorilerde de olsa ortak bir merkez altında toplama isteğine yardımcı oldu: Hem NATO hem de AB üyesi olan İtalya gibi ülkelere tam üyelik; Türkiye gibi NATO üyesi olup AB üyesi olmayanlar için ortak üyelik ve İrlanda gibi AB'nin NATO üyesi olmayan üyeleri için gözlemci statüsü.
BAB, yeterli askeri varlığa sahip olmadığı için, üyeleri, BAB ile NATO arasında güçlü bir bağlantı yaratmak istiyordu. Zamanla Türkiye BAB operasyonlarına katkıları sayesinde BAB içinde göze çarpmaya başladı. Örneğin, Türkiye'nin 1997'de Arnavutluk'taki BAB polis misyonuna katkıları birçok tam üyeninkinden fazlaydı. Böylece, Türkiye kağıt üzerinde BAB'ın ortak üyesi olarak kalmaya devam ederken, şimdi, örgütün planlama organı olan BAB Konseyi içinde daha çok bir tam üye muamelesi görüyor.
--Türkiye ve AGSP Yollarını Ayırıyor--
Ancak AB, BAB projesini AGSP için sona erdirince durum değişti. Aralık 1998'deki zirvede İngiltere ve Fransa AGSP'yi -NATO yerine- AB bakış açısıyla geliştirmeye karar verdiler. Türkiye, BAB'ın planlama ve hazırlık aşamasında yer almıştı, ancak (AB'nin Ankara'dan operasyonlara en fazla asker katkısında bulunmaya devam etmesini istemesine rağmen) AGSP'ye göre bu hakkını kaybediyordu. Türkiye ilk önce AGSP'de sağlam bir yer edinmeye çalıştı, ancak Fransa ve Yunanistan'ın başı çektiği bazı AB devletleri, AB üyesi olmayan NATO ülkeleriyle özel müzakerelere girmeyi reddettiler.
Türkiye, AGSP'nin karar mekanizmasında kurumsal bir role sahip olmamasından ötürü Kıbrıs ve civarında ya da Ege Denizinde gerçekleştirilebilecek olası AB operasyonları konusunda endişe duyuyor. Bu nedenle 2000 yılında NATO varlıklarına erişimi veto etti. Bu veto, AGSP projesinin tümüne zarar vereceğinden AB, Ekim 2002'de tavrını değiştirerek AB üyesi olmayan Avrupalı müttefiklerin AB kararlarında, faaliyetlerinde ve AGSP'yle ilgili bildirilerde söz sahibi olabileceği sözünü verdi. Ancak bu söz büyük oranda Fransa ve Yunanistan'ın karşı çıkması nedeniyle yerine getirilemedi. Kıbrıs Rum kesimi 2004 yılında AB üyesi olunca, Türkiye'nin AGSP'ye katılmasını engelleme girişimlerinde bulundu. Örneğin Kıbrıs, Türkiye'nin Avrupa Savunma Ajansına üyeliğini veto etti. Bu ajans, AGSP'nin AB devletlerine savunma ve kriz yönetimi becerilerini geliştirmede yardımcı olmak için oluşturduğu bir organdı. Türkiye'nin AGSP planlama sürecine katılımı Haziran 2007'de gerçekleşmeyince, Ankara AB'nin ortak muharebe grubuna destek sağlama sözünden döndü.
--Sonuç--
AB kararlarının -BAB projesinin yeniden canlandırılması ve AGSP oluşumu- Türkiye hesaba katılarak alınmadığı açıkça belli oluyor. Türkiye'nin bu iki organizasyondaki konumunun açıklığa kavuşmaması iki projenin de etkisini azalttı. Nedenler ne olursa olsun Türkiye'yle ilgili kararın hem AB hem de ABD'ye etkilerinin olacağı sanılıyor.
Avrupa Birliği: AB'nin küresel olaylarda büyük ekonomisiyle örtüşebilecek bir rolü yok, çünkü yeterli askeri güce sahip değil. Örneğin AB, 2006 yılında Lübnan'a barış gücü desteği gönderme sözünü yerine getiremedi ve BM Güvenlik Konseyinin 1701 nolu kararının talep ettiği 15 bin askerin sadece yarısını tedarik edebildi.
AB'nin, ekonomik gücüyle denk seviyede bir askeri güce kavuşması için yeni askeri beceriler geliştirmeye ihtiyacı var. AB'nin bu amacına ulaşmak için önünde iki seçeneği var: Üye devletler, askeri bütçelerini artırmak ve zorunlu askerliğe dönmek zorunda kalabilirler -AB ülkelerinde askeri harcamalara karşı iç muhalefet sürüyor- ya da AB Türkiye'nin Avrupa güvenlik yapısının tam üyesi olmasına imkan tanıyarak, ülkenin askeri gücünden faydalanabilir. İyi eğitimli ve donanımlı bir orduya sahip, en büyük ikinci NATO ülkesi olan Türkiye, AB'ye önemli oranda savunma desteği sağlayabilir. Bundan da önemlisi, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile mücadelesinde büyük deneyime sahip olan Türkiye'nin terör karşıtı operasyonlarda eşsiz becerileri bulunuyor.
ABD: Türkiye, Avrupa güvenlik alanından daha fazla dışlandığı takdirde Rusya'yla mevcut ilişkilerini artırıp Çin ve İslam dünyasındaki ülkelerle ticaret dışı ilişkiler kurarak, güvenlik ortaklıklarını çeşitlendirmek zorunda kalabilir. Ayrıca, AGSP ve NATO'nun bütünleyici yapısının farkında olan Washington, Türkiye'nin dışlanmasının Ankara'nın Avrupa savunmasına uzun vadeli destek vaadini etkileyeceğini -özellikle de Türkiye'nin Avrupa güvenlik alanına dahil olmasının Türkiye'yi Batı'ya yakınlaştıracağı gerçeğini- göz önünde bulundurmalıdır.
AZERBAYCAN BASINI
HALK CEPHESİ: "SARKOZY, TÜRKİYE'NİN MÜSLÜMANLIĞINI BAHANE ETTİ"
BAKÜ, 30/05(BYE)--- Tirajı günde 3.000 olan muhalefet eğilimli Halk Cephesi gazetesinin 30 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Göktürk imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
28 Mayıs tarihinde AB ile Türkiye arasında yapılan Ortaklık Konseyi toplantısı çerçevesinde 27 ülke adına ortaya konulan belge, birçok husustan dolayı dikkat çekiyor. Birinci husus, Brüksel'in, Türkiye'deki iç çekişmelere dayanarak, bu olayların üyelik sürecine karşı yöneldiğini vurgulaması. İkinci husus ise, Adalet ve Kalkınma Partisi'ne açılan kapatma davası ve laiklik gibi hassas konularda AB'nin, tüm tarafların endişesini göz önünde bulunduran bir tutum sergilemeye başlaması.
AB-Türkiye müzakerelerinin sonucu olarak ortaya çıkan belgede, kardeş ülkede reformların sürdürülmesinin özellikle vurgulanması, Brüksel-Ankara ilişkilerinde yeni bir aşamanın başlangıcı olarak görülüyor.
Ortaklık Konseyi belgesi açıklandıktan sonra Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy yine Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkarak, bu kez Müslümanlığı bahane etti ve şunları söyledi: "Laik yapısı olsa da, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülke Avrupalı olamaz."
Polonya'ya yaptığı bir günlük ziyareti sırasında Sarkozy, "Benim için Avrupa'nın birliğe, iradeye ve toplumun desteğine sahip olmayan bir varlık haline gelmemesi çok önemli" dedi.
Sarkozy, daha önceki açıklamalarında Türkiye'ye itiraz gerekçesi olarak, ülkenin kültürel farklılığını ve Avrupa'nın coğrafi sınırlarının dışında olmasını gösteriyordu.
İRAN BASINI
İRAN: "ERDOĞAN'IN DIŞİŞLERİ BAKANI LAİKLERİ ÖFKELENDİRDİ"
TAHRAN, 02/06(BYE)--- Tirajı günde 300 bin olan muhafazakar eğilimli İran gazetesinin 2 Haziran 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın, Türkiye'de Müslümanların da sorun yaşadığına dair eleştiri nitelikli sözleri, bu ülkedeki laik çevrelerin sert tepkilerine neden oldu. Öyle ki, bazı çevreler Babacan'ın istifa etmesini istedi.
Ali Babacan, Avrupa Parlamentosunda yaptığı konuşmada, dini vecibeleri yerine getirmelerinden dolayı Türkiye'de Müslümanlara toplum tarafından yapılan baskılar sebebiyle onların sorun yaşadığını söyledi. Babacan'ın bu sözlerinin ardından, Türk basınındaki laik çevreler Babacan'ın hemen istifa etmesi gerektiğini söyledi.
Babacan'ın bu sözlerine tepki gösteren Hürriyet gazetesi yazdığı kinayeli yazıda şu ifadelere yer verdi: "Ali Babacan haklı. Bu ülkede Müslümanlar sorun yaşıyor. Örneğin başörtüsü takmazsanız Müslüman olmadığınızı sanacaklar."
--Erdoğan Nahçıvan'a Gidiyor--
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan resmi bir ziyarette bulunmak üzere çarşamba günü Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti'ne gidecek. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın söz konusu ziyaret sırasında Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev ile görüşüp ikili, bölgesel ve uluslararası konuları ele alması bekleniyor.
Erdoğan'ın Nahçıvan ziyareti, Türkiye-Azerbaycan ortak işbirliğinin geleceği açısından önem arz ediyor.
İRNA: "TÜRKİYE, AB ÜYELİĞİNİ BALTALAMAYA ÇALIŞAN FRANSA'YI ELEŞTİRİYOR"
ANKARA, 04/06(BYE)--- İran Haber Ajansının (İRNA) 4 Haziran 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Farsça haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Dışişleri Bakanlığı, Türkiye'nin AB'ye üyeliğini baltalayan Fransa'yı eleştirdi.
İRNA'nın aktardığı habere göre, Türkiye Dışişleri Bakanlığının internet sitesinde yayınlanan bildiride, Fransa meclisinde Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusunda referandum yapılmasının gerekli olduğu yönündeki önerge şiddetle eleştirildi.
Söz konusu bildiride şu ifadeler yer aldı: "Fransa, bu konuyu gündeme getirerek, Türkiye'nin AB'ye üyelik yolunda yeni bir engel oluşturmak amacındadır." Fransa meclisi, önergede, nüfusunun sadece yüzde 5'i Avrupalı olan bir ülkenin AB'ye kabul edilmesi için referandum yapılması gerektiğini belirtiyor.
Türkiye Dışişleri Bakanlığı, bu planın uygulanmasını Ankara ve Paris ilişkileri açısından olumsuz olarak değerlendirdi.
Türkiye, AB'ye tam ortaklık talep ediyor ve AB'ye üyelik konusunda yapılan müzakerelerin Fransa'nın onayı ile gerçekleştiğini, ancak şimdi Fransa'nın Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecini baltaladığını söylüyor. Fransa, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğine karşı çıkarak, bu ülkenin Akdeniz Ülkeleri Birliğine üye olması önerisini gündeme getirdi.
Almanya da, Türkiye'ye AB'ye tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık önerdi.
Türkiye, AB'ye tam üyelik dışında hiçbir öneriyi kabul etmeyeceğini defalarca söyledi.
MISIR BASINI
NAHDET MISIR: "TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİ FRANSIZ REFERANDUMUNA BAĞLI"
KAHİRE, 01/06(BYE)--- Tirajı günde 150.000 olan bağımsız liberal Nahdet Mısır gazetesinin 31 Mayıs 2008 tarihli sayısında ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan ajanslardan derlenen haberin çevirisi şöyledir:
Fransız milletvekilleri, Türkiye'nin AB'ye girişi halinde, bunun Fransa'da halkoyuna sunulmasını öngören bir reform projesini onayladılar.
Milletvekilleri, nüfusunun yüzde 5'inden fazlasını temsil eden -ki bu, tamamen Türkiye ile ilgili- ülkelerin AB'ye girişi için referandumu zorunlu kılan bir hükmü reform projesine ilave ettiler.
Hüküm, sert tartışmalardan sonra 21'e karşı 48 oy çoğunluğuyla kabul edildi. Hem Sağ hem de sosyalist muhalefet cephesinde, Ankara hakkında "yargısız infaz" yapıldığı yönünde eleştiriler yapıldı. İktidardaki milletvekilleri tarafından dahil edilen bu madde, nihai onayı hala oldukça belirsiz olan Anayasanın revizyonu projesinde yer alıyor.
LÜBNAN BASINI
THE DAILY STAR: "TÜRK LAİKLİĞİ İÇİN BİR İKİLEM"
ANKARA, 30/05(BYE)--- Lübnan'da İngilizce yayımlanan The Daily Star gazetesinin 30 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, James D. Lamond imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye'de önümüzdeki birkaç hafta içinde, Anayasa Mahkemesi tarafından iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve lider kadrosunun durumu hakkında karar verilecek. Yargıtay Başsavcısı, AKP'yi -Türkiye'nin kurucusu Atatürk tarafından ülkeyi modern bir Avrupa devletine dönüştürmek için kabul edilen- Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu ilkesini, yani laikliği ihlal etmekle suçladı. İronik olan şu ki, AKP, görüntü ve siyaset bakımından kendisini eleştirenlerden çok daha modern ve Avrupai olduğunu kanıtladı ve buna rağmen iktidardan düşürülebilir. Atatürk, cumhuriyetin ilk yıllarında iktidarı tek başına kullanma yetkisiyle demokratik unsurları tesis etti. Tüm bunlar test edildi, hatta kimi zaman bunlara itiraz edildi ve Atatürk'ün ölümünün üzerinden onlarca yıl geçmişken bugün hala test edilmeye devam ediyor. Kısa süre önce doğrudan AKP'nin hedef alındığı suçlamalar, AKP'nin uyguladığı reformlara cevaben yapıldı. Laik kesim, AKP'nin reformları yapmasının ve özgürlükleri teşvik etmesinin belli bir ayrımcılığa tabi olduğunu, zira bunların aslında İslamcı bir gündem için yapıldığını iddia ediyor. Söz konusu reformlar arasında en sembolik olanı, bir karmaşaya ve halihazırdaki gerilime yol açan; üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldıran anayasa değişikliği idi.
AKP'nin çokça popüler olmasına ve 2007'deki seçimlerdeki zaferine karşın, kimi zaman "Beyaz Türkler" olarak da adlandırılan geleneksel yönetici elitlerin, aralarında Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın da bulunduğu 70 AKP'liyi yönetimden men etmek istediği bir hareket mevcut. Peki bu iki taraf, yani Beyaz Türkler ile AKP'nin destekçileri arasında Atatürk'ün laiklik hedefini en iyi şekilde ilerleten kim?
Türkiye'deki partiler arasında en Avrupa yanlısı olan AKP'nin iktidarı süresince Avrupa Birliği üyeliği yolunda kimsenin hayal bile edemeyeceği ölçüde bir ilerleme kaydedildi. Ekonomik ve siyasi reformlar, Türkiye'yi Avrupa'ya çok daha fazla yakınlaştırdı. AKP iktidarında Türkiye mali krizini atlattı ve istikrarlı ekonomik büyümesinin meyvelerini topladı. Türkiye, Dünya Bankasının İş Yapma Kolaylığı Endeksinde AB üyesi Çek Cumhuriyeti'nin hemen altında ve (bir başka Avrupa Birliği üyesi) Polonya'nın 17 basamak üzerinde, 57. sırada yer alıyor. Anayasa Mahkemesi'nin hükümetin liderlerini ihraç etmesi halinde, bu durum, ülkenin istikrarı konusunda şüpheye düşecek yabancı yatırımcıların korkup kaçmasına ve böylelikle de Türkiye'nin ekonomik büyümesinin ve AB üyeliği şansının baltalanmasına neden olabilir.
AKP siyasi ve bireysel özgürlükleri genişletmek ve orduyu siyasetten uzaklaştırmak gibi çok sayıda reform ile Türkiye'yi Avrupa'ya daha yakın bir yere taşıdı. Ancak yine de, ülkeyi Atatürk'ün Türk vatandaşları için hayal ettiği Batılı yaşam tarzına ulaştırmak için önünde uzun bir yol var. (Sivil toplum kuruluşu) Özgürlük Evi yaptığı 1-7 arası derecelendirmede, Türkiye'ye 3 verdi; ki AKP yönetiminde ciddi bir ilerleme kaydedilmiş olmasına karşın, bu, AB üye devletlerinin hepsinden daha düşük bir not.
Başörtüsü yasağının kaldırılması gibi meseleler Türkiye'de bireysel özgürlüklerin tartışılması adına çok önemli bir imkan yarattı. Yasağın kaldırılması daha muhafazakar giyinmek isteyen çok sayıda kadına daha fazla bireysel özgürlük sağlamakla birlikte, AKP'nin, bu konuda ayrımcı bir tutum izlemediğini kanıtlamak gibi bir sorumluluğu bulunuyor. Yani hükümetin, söz konusu olan İslam olduğunda kişilerin dış görünüşüne bakmasızın tüm kadın ve erkek vatandaşlara gerekli özgürlükleri sağlaması gerekiyor.
Onun zamanında demokrasi mükemmel olmamasına karşın Atatürk, demokratik unsurları tesis edip bunların zamanla olgunlaşabileceğini ummuştu. Anayasal mücadeleyi kazanması halinde AKP'nin üzerine düşen, İslami bir gündem yerine aslında Atatürk'ün ideallerini sürdüreceğini kanıtlamak olacaktır. Öte yandan partinin davayı kaybetmesi halinde, bu, demokratik unsurlara ve Türkiye'nin Batı modelli temellerine büyük bir darbe olacaktır. Dolayısıyla, Atatürk'ün hayallerini ifa edecek olan kim: AKP mi yoksa AKP'yi kapatmak isteyenler mi?
ULUSLARARASI ARAP BASINI
EL ARAB: "TÜRKİYE GÜCÜNÜ SURİYE'DEN ALIYOR"
ANKARA, 29/05(BYE)--- İngiltere'de Arapça yayımlanan el Arab gazetesinin 29 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında ve yukarıdaki başlık altında Ula Uhayda imzasıyla yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin aracılığı ve Ankara'nın İsrail-Suriye arasındaki bağlantıda öneminin kesinleşmesinden sonra, Avrupa'nın Ankara'ya bakışı değişti ve güç dengesi, Avrupalı ortakla yıllardan beri süren sert karşılaşmada güç dengelerini Türkiye'nin lehine değiştirdi. Türkiye bugün kendini Orta Doğu'da birinci dereceden diplomasi oyuncusu olarak ortaya koyuyor. Ankara'nın diplomatik rolündeki ilerlemeyi yakından takip eden Brüksel'deki yetkililer, Türklerin, bölgedeki Avrupa diplomasisine fiilen artı değer katabileceğini inkar etmiyorlar; öyle ki Avrupa bu değere şiddetle ihtiyaç duyuyor.
İsrail, senelerce pek çok nedenden ötürü AB'nin Orta Doğu'da siyasi bir rol üstlenmesine karşı çıktı; hem de Avrupa blokunun Özellikle de hayati konularda İbrani devlete verdiği bütün tavizlere rağmen. Avrupa'nın Filistin halkının yarısını temsil eden Hamas'a ambargo uygulanması için uluslararası bir kampanya düzenlediği hatırlanmalı. Ayrıca Avrupa'nın, Lübnan meselesi nedeniyle Suriye'ye karşı düşmanca bir tavır alması, bir süreden beri Şam'daki güvenilirliğinin azalmasına neden oldu. Ancak buna karşılık İsrail, ABD'nin de kışkırtmasıyla Türkiye'ye, Avrupalılara tanımadığı fırsatı tanıdı. İsrail Türkiye'ye, İsrail-Arap kavgasında bir sona ulaşılması çabalarında altın bir fırsat sundu.
Dışişleri Bakanı Babacan, Brüksel'deki yetkililere, Türkiye'nin Suriye ile İsrail arasındaki bağlantıyı sağladığını ve dolaylı görüşmelerin yakında doğrudan olacağını anlattığında zafer kazanmış gibi görünüyordu.
Suriye'yle İsrail'i yakınlaştırmayı hedefleyen Türk planı sürdürülebilirse, Avrupalıların Türklere bakışı değişecek; çünkü Suriye sürecindeki olası dönüşüm, Orta Doğu'daki stratejik denklemi ters yüz edebilir ve Avrupalıların gelecek ittifaklarında söz konusu çıkarlarını yeniden oluşturmak konusunda kağıtları karıştırabilir. Avrupa-Türkiye ortaklık konseyinin son oturumunda, Avrupa'nın Ankara'ya karşı tutum değişikliği açıkça belli oldu. Babacan da AB'nin, Türkiye'nin üyeliğini sonunda ulaşılması gereken bir hedef olarak görmesi gerektiğinin önemini vurguladı ve Brüksel'in de Ankara'nın seçeneklerine saygılı olması gerektiğine işaret etti. Babacan ayrıca Türkiye'nin zamana ihtiyacı olduğunu belirtti ve ülkesinin AB'ye katılmaktan başka bir hedefi olmadığının altını çizdi. Babacan, gelecek ay AB dönem başkanlığını devralacak Fransa'yı da, 2005 yılında başlayan müzakereleri aksatmakla itham etti. Diplomatlar, bir sonraki dönemde Fransa'nın Ankara'ya karşı tutumunu büyük ölçüde değiştireceğini tahmin ediyorlar. İsrail'e yakınlığıyla bilinen ve 12 Haziran'da bu ülkeyi ziyaret edecek olan Sarkozy'nin Türkiye'ye yönelik tehditlerini açıklaması mümkün görünmüyor; hem de kendisi, belki de İsrail'den Orta Doğu'daki ve Avrupa'daki konumunu destekleyecek bir aracılık rolü üstlenmesini isteyecekken.
Türkiye, Brüksel'de artan bir desteğe sahip ve Avrupalılara baskı yapmak için reformların hızında yavaşlamaya gidebilir! Fransa, üyelik dışında imtiyazlı ortaklıkta esas olarak kullanılabilecek fasıllara odaklanmak istiyor ancak Olli Rehn yedi faslın daha hazır olduğunu ilan etmiş durumda.