2008-05-08 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

Son Güncelleme: 22 Mayıs 2008

2008-05-08 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni

ALMANYA BASINI

SCHWERINER VOLKSZEITUNG: "ANKARA TARTIŞMALI TÜRKLÜK MADDESİNİ DEĞİŞTİRİYOR"

ANKARA, 01/05(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Schweriner Volkszeitung gazetesinin 30 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan DPA kaynaklı, Ankara/Brüksel çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Türk Meclisi AB'nin baskısı üzerine Türklüğe hakareti suç sayan maddeyi yumuşattı. Ankara'da milletvekilleri 65'e karşı 250 oyla uzun süre eleştirilen Ceza Kanunu'nun 301. maddesinde reform yapılması yönünde karar aldı.
İnsan hakları örgütleri, 301. maddenin tamamen kaldırmamasından dolayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hükümetini eleştirdiler. AB bu değişikliği, "ileriye atılan bir adım" olarak nitelendirerek olumlu karşıladı.
Aralarında Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un da bulunduğu Türkiye'de birçok insan hakları savunucusu ve aydın, uluslararası alanda eleştirilere sebep olan madde yüzünden mahkemelik olmuştu. Ceza Kanunu'ndaki maddenin ilk halinde, Türklüğe hakaret suç sayılıyordu.
Değişiklik sonrasında sadece "Türk milleti"ne ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti"ne hakaret ceza kapsamında sayılacak. Ayrıca bu yönde bir davanın açılabilmesi için Adalet Bakanının onayı gerekecek. Bu maddeye dayanılarak verilen en ağır ceza üç yıldan iki yıla düşürülecek.
Federal Alman Hükümeti, Ceza Kanunu'nda yapılan değişikliği, temel hakların güçlendirilmesi yönünde atılan önemli bir adım olarak nitelendirerek olumlu karşıladı. Dışişleri Bakanlığı sözcü yardımcısı Andreas Peschke, yapılan değişiklikle, yazar ve gazetecilere karşı yeni davaların açılmasının zorlaşacağını söyledi.
AB Komisyonundan bir sözcü, Komisyonun, Ceza Kanunu'nda benzer maddelerin de değiştirilmesini beklediğini ve Ankara Hükümetinin bu maddeyle ilgili görülen davaları durdurmasını garanti etmesi gerektiğini söyledi. Ayrıca, sözcü "Türk makamları şimdi bütün Türk vatandaşlarının sınırsız düşünce özgürlüklerini garanti edecek hükümlerin hayata geçirilmesi üzerinde yoğunlaşmalı" dedi.

MITTELDEUTSCHE ZEITUNG: "CEZA KANUNU'NDAKİ DEĞİŞİKLİK GÖZ BOYAMA"

ANKARA, 01/05(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Mitteldeutsche Zeitung'un 30 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, Carsten Hoffmann imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan DPA kaynaklı, İstanbul çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Türk Hükümeti, düşünce özgürlüğünü kısıtlayan Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesindeki değişiklikle AB'ye bir adım daha yaklaşmaya çalışıyor. Ancak, ülkenin insan hakları savunucuları ve aydınları çarşamba günü değişiklikle ilgili hayal kırıklıklarını dile getirdiler. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın hükümeti, aylar süren uğraşlara rağmen, milliyetçi savcıları engelleyecek cesareti göstermemekle eleştiriliyor. İlk değerlendirmeler "Türklüğe" hakareti içeren 301. maddenin özünde değişmediği yönünde.
AB tarafından eleştirilen madde nedeniyle aralarında Nobel edebiyat ödülü sahibi Orhan Pamuk'un da bulunduğu çok sayıda aydın ve yazara dava açılmıştı. Radikal gazetesi mart ayında verdiği bir haberinde maddeyle ilgili davaların arttığını bildirmişti. Habere göre geçen senenin ilk üç ayında 744 olayın, yıl içinde de 835 olayın mahkemeye intikal ettiğini bildirdi. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, yeni uluslararası eleştirilerin kendini kaygılandırabileceğini belirtti.
AKP, tartışmalı bu maddenin değiştirilmesini uzun süre erteledi durdu. Madde nihayet Parlamentoda değiştirildi. Madde eski hâliyle "Türklüğü" ve "Türkiye'ye" hakareti suç sayıyordu. Bundan böyle "Türklük" yerine "Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti" kavramları cezaya tabi olacak. Bu maddeden dolayı yapılacak soruşturmalar Adalet Bakanının iznine tabi olacak. Söz konusu suç için öngörülen üç yıl hapis cezası ise iki yıla indirildi.
Çarşamba günü açıklama yapan İnsan Hakları savunucusu Avukat Eren Keskin, "Bu değişiklik, AB'nin gözünü boyamaktan başka bir şey değil. Değişiklikle davanın süresinin uzaması durumu, davanın sonucunu değiştirmeyecek. Ben reform değil bu maddenin tamamen kaldırılmasını istiyorum" açıklamasında bulundu.
Keskin, ordunun Türk siyaseti üzerindeki nüfuzunu eleştirdiği gerekçesiyle mart ayında 301. madde çerçevesinde altı ay hapis cezasına mahkûm edilmişti. Dava temyiz edildi. Keskin, barış ve insan hakları konusunda sergilediği cesareti ve katkıları nedeniyle 2004 yılında Aachen Barış Ödülüne layık görülmüştü.
İnsan hakları ve düşünce özgürlüğü konusunda bilgi veren iletişim ağı "Bianet"in koordinatörlüğünü yapan Ertuğrul Kürkçü, değişikliğin, mahkemelere eleştiriyle hakaret arasındaki farkı yorumlamada fazlasıyla imkan verdiğini söylüyor. Kürkçü, Türkiye'deki yazarların bundan böyle de kendini soyut özgürlükle somut yasaklar arasında "kapanda" hissedeceklerini belirtiyor. Kürkçü, Türk Ceza Kanunu'nda, 301. madde olmasa dahi hakareti önleyecek fazlasıyla tedbirin olduğunu söylüyor ve bunları talep ediyor: "301. maddenin, yazar ve aydınlara karşı kovuşturmaya müsamaha vermemesi için kaldırılmasını gerekiyor" diyor.

DEUTSCHLANDRADIO: "YEŞİLLER AVRUPA PARLAMENTERİ, TÜRKLÜK MADDESİNE İLİŞKİN DEĞİŞİKLİĞİ MEMNUNİYETLE KARŞILIYOR"

ANKARA, 01/05(BYE)--- Almanya'da ulusal yayın yapan Deutschlandradio'nun 1 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, Jochen Spengler imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mülakatın çevirisi şöyledir:

--Türkiye'nin Daha Çok İşi Var--

Yeşiller Partisi Avrupa Parlamenteri Cem Özdemir "Türklük" maddesine ilişkin değişikliği Türkiye'nin AB yolunda atılmış bir "adımcık" olarak nitelendirdi. Özdemir, ancak yasa maddesi etrafında koparılan yaygaranın, ülkede reformları hayata geçirmenin ne denli zor olduğunu ortaya koyduğunu ifade etti. Yapılan değişikliğin ardından artık Türklük yerine Türk milleti ve Türk Devleti'nin aşağılanması ceza kapsamına alınıyor.

SPENGLER: Sekiz saatten fazla tartışıldı. Ardından gece yarısı 301. maddeye ilişkin yasa değişiklik teklifi Türk Meclisi tarafından oy çokluğuyla kabul etti. "Türklüğe hakaret" maddesi son yıllarda defalarca Orhan Pamuk gibi aydınları yargı önüne çıkarmak maksadıyla kullanılmıştı. Bu, bundan böyle zorlaşacak. Telefon hattımızda AB Milletvekili ve AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Başkanı Cem Özdemir bulunuyor. Hoş geldiniz Sayın Özdemir. Bu, doğru yolda atılmış bir adım mıdır, yoksa "Türklüğe hakaret" uzun vadeli olarak sadece başka bir boyuta mı taşınmış olacak?

ÖZDEMİR: Biçim yönünden bakıldığında, bunun diğer Avrupa ülkelerinde de benzer uygulamaları olan, devletin daha doğrusu devlet içinde önemli yer tutan şeylerin yasalar kanalıyla koruma altına alındığı bir durum olduğu söylenebilir. Ancak buradaki sorun, Türkiye'nin bizim anladığımız türden normal bir AB üye ülkesi olmamasından kaynaklanıyor. Türkiye yargı erki ve bürokrasisi, bizim Avrupa değerleri olarak nitelendirdiklerimizi maalesef hala doğru dürüst zihinlere ve davranışlara yansıtamamıştır.

SPENGLER: Sayın Özdemir, bunu bir kenara not edelim. Federal Almanya, ceza hukukunun 90 a maddesinde, "devleti ve onun simgelerini tahkir etmeyi" suç sayıyor. Bunlar suç kapsamına alınmış durumda. Federal Almanya ile Türkiye arasındaki bu noktadaki fark nedir?

ÖZDEMİR: Fark uygulamada; basitçe Türkiye'nin, cumhuriyetin ilanından itibaren üç resmi askeri darbe geçirmiş, bundan başka da bir veya birden fazla "online" darbeler görmüş, yani kısacası askerin siyasete etki ettiği bir ülke olmasıdır. Türkiye'yi ayıran budur. Kağıt üzerinde baktığınızda Türkiye hukuk devleti koşullarını yerine getirmiş görünüyor. Ancak uygulamada bundan henüz çok uzakta. 301 etrafındaki tartışmalar, reformcuların kararlılıkla hareket edebilmelerinde ne denli zorlandıklarını ortaya koyuyor. Ayrıca hem sol hem de sağdan gelen muhalefet eleştirileri, AKP'nin burada çok zor bir yol almaya çalıştığını ve acilen yurt dışı desteğine muhtaç olduğunu gösteriyor.

SPENGLER: "Türklüğe hakaret" ve bundan sonra yürürlüğe girecek "Türk milletine hakaret" arasındaki fark nedir?

ÖZDEMİR: Türklük, muğlâklığı bulunan bir hukuk kavramıdır. Türklük, herkes ve her şey olabilir. Ayrıca tanımı, birtakım oldukça sağ görüşlü, muhafazakar, adeta gerici cumhuriyet savcıları tarafından yapılıyor. Bunlar herkese dava açabilecek nitelikteler.
Bunu geçmişte de gösterdiler. Orhan Pamuk, Hrant Dink ve başka aydınların duruşmalarına saatlerce katıldığımı hatırlarım. Bu tablo, AB'ye üye olmasına izin verilen, modern toplumlu bir ülkeye yakışmıyor. Aslında bu noktada iki görüşün birbiriyle çatıştığına şahit oluyoruz: Bir tarafta, bunu değiştirmek isteyen ve nihayetinde Türkiye'yi artık normal bir ülke haline getirmek isteyen görüş; diğer taraftaysa -ve bu görüşün öyle görünüyor ki yargıda, maalesef örgütlü siyaset içerisinde dahi temsilcileri bulunuyor- yazar ve gazetecilerin iyisi mi her konuda kafa yormasını, özellikle de konuşmasını ve yazmasını istemeyen görüş var.

SPENGLER: Sayın Özdemir, demiştiniz ki, "AKP -yani Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki İslami eğilimli AKP- desteklenmelidir." Bunu nasıl yapabiliriz?

ÖZDEMİR: Bunu belki daha açık ifade etmeliyim. Kastettiğim, AKP'nin değil, Türkiye'yi modern ve bir Avrupa ülkesi haline getirmek -ifade özgürlüğü de buna dahil- isteyen reformlara destek veren herkesin desteklenmesi gerektiğidir.

SPENGLER: Ve buna AKP'de mi dahil?

ÖZDEMİR: Buna AKP içindekiler, ama elbette ki dışındakiler de dahildir. Örneğin aydın ve bazı medya kesimleri ilk aklıma gelenler.

SPENGLER: Nasıl destek veririz?

ÖZDEMİR: Üyelik müzakerelerinin ciddiyetle yürütülmesinin ortaya konmasıyla, Türkiye'ye diğer ülkelerden farklı davranıldığı izlenimi verilmemesiyle. Sayın Sarkozy ve bazı Birlik Partileri mensuplarının açıklamalarını göz önüne aldığınızda bu elbette ki bir sorun. Adeta "Türkiye ne yaparsa yapsın AB'ye giremez" izlenimi veriliyor. Bu, Avrupa'da esasen değerlerin değil, din ve ırk eksenli tutumların aslında ağır bastığını dile getiren Türkiye'deki güçleri daha da güçlendirir. Bu düzeltilmelidir, Avrupa bir değerler topluluğudur. Koşulları yerine getirenlere karşı sorumluluklarımızı yerine getiririz. Bunun dışındaki her şey, Avrupa'ya fakat bilhassa Türkiye'deki reformlara zarar verir.

SPENGLER: Peki şimdi Türkiye bu adımla üyeliğe bir adımcık yaklaşmış mı oldu?

ÖZDEMİR:  Bir adımcık... Siz de söylüyorsunuz. Esasen bunun çok geç geldiği ve yetersiz olduğu söylenebilir. Gönül isterdi ki 301. maddeye ilişkin değişiklik, başka konuları da içeren bir genel paketin parçası olsun. Hal böyleyken sorunlar elbette ki ortadan kalkmış sayılmıyor. Akla AKP'nin ayrıca başını ağrıtan Kürt sorunu, Anayasa ile ilgili değişikler gelmeli. Ancak mesela din ve vicdan özgürlüğü gibi alanlarda dahi Türkiye'nin yapması gereken çok şeyi var.

FRANKFURTER RUNDSCHAU: "TÜRK MAKYAJI"

BERLİN, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 148 bin olan sosyal demokrat eğilimli Frankfurter Rundschau gazetesinin 2 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Gerd Höhler imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

TCK'nın 301. maddesinin yeni hali de elastiki olması nedeniyle insan hakları savunucularının başına iş açabilir. Oldukça hassas bir konu olan 301'in değiştirilmesine Başbakan Erdoğan'ın teşebbüs etmesi, anlayışından daha ziyade partisi hakkında açılan kapatma davasıyla ilgili. Başbakanın Türk adaletiyle giriştiği güç denemesinde AB'nin desteğine ihtiyacı var. Bu nedenle Başbakan AB'nin taleplerini yerine getiriyor. Söz konusu maddede birtakım rötuşlar yapılmasına rağmen maddenin özünde bir değişiklik yapılmamıştır. Ceza kanunu, devleti kendi vatandaşlarına karşı korumayı öngörüyor. Asıl sorun, aşırı milliyetçi savcı ve hakimlerin her türlü eleştirel düşüncenin devlet için bir tehlike oluşturduğunu sanma zihniyetinde olmalarıdır. Bu bağlamda, TCK'nın 301. maddesinde yapılan makyaj sonrasında da savcı ve hakimler hoşlarına gitmeyen düşünceleri yayanlar hakkında tahkikatta bulunabilecekler. Türkiye'deki vatandaşlık haklarının ne kadar kötü durumda olduğunu, hükümet, dün İstanbul'daki 1 Mayıs kutlamalarında şiddet kullanmak suretiyle bir kez daha göstermiştir.

HANDELSBLATT: "TÜRKİYE'NİN AÇIK BİR AB PERSPEKTİFİNE İHTİYACI VAR"

BERLİN, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 143 bin olan liberal eğilimli, ekonomi finans ağırlıklı Handelsblatt gazetesinin 30 Nisan 2008 tarihli sayısında, Gerd Höhler imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

Federal Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier de Kıbrıslı mevkidaşı Kipriyanu ile 30 Nisan'da gerçekleştirdiği görüşme sonrası yaptığı açıklamada aynı şekilde iyimser bir tutum sergileyerek, "Uzlaşma sürecinin bu defa dışarının baskısıyla değil, bizzat Kıbrıs'ta başlatılmış olması önemlidir" şeklinde konuştu. Steinmeier, adada Rumlar ve Türkler arasında anlaşma sağlanmasından ekonominin de kazançlı çıkabileceğini ifade etti.
Mart ayında her iki tarafta görevlendirilen çalışma grupları Lefkoşa'da BM'nin gözetimi altında üçüncü kez bir araya geldiler. Çalışma grupları, Türk ordusunun 1974 yılındaki müdahalesinden bu yana bölünmüş olan adanın yeniden birleştirilmesine ilişkin olarak haziran ayından itibaren başlatılması planlanan asıl müzakerelerin ön hazırlıklarını gerçekleştiriyor. Kıbrıslı Türklerin lideri Mehmet Ali Talat, ay başında yaptığı açıklamada, bu yılın sonuna kadar uzlaşma sağlanmasının mümkün olabileceğini söylemişti.
Ankara'dan gelen "olumlu" işaretleri öven Kipriyanu "Türk Hükümeti senelerden beri ilk defa Kıbrıs'ta bir sorun olduğunu kabul etmiştir. Bugüne kadar daima, sorunun 1974 yılında çözülmüş olduğu söyleniyordu. Türk Hükümetinin yalnızca bu tutumu bile cesaret vericidir. Müzakerelerde Türkiye'nin de masaya oturması iyi olurdu. Zira Türkiye daha şimdiden 'hayalet müzakereci' konumundadır. Kıbrıslı Türkler, Ankara'nın onayı olmaksızın hiçbir karar verememektedirler" şeklinde konuştu.
Gerçekten de 100 bin kişilik Türk birliğinin adadan geri çekilmesi gibi konuların Türk Hükümeti dahil edilmeksizin açıklığa kavuşturulması mümkün değildir. Kıbrıs ayrıca, müdahale hakkı tanınması anlamına geleceği için Türkiye'nin Kuzey Kıbrıs için "garantör güç" olarak tanınmasına karşı çıkıyor. Kipriyanu adada Türkiye'nin mevcudiyetini gerekli kılacak herhangi bir neden mevcut değildir" dedi. Kipriyanu ayrıca, 1974 yılından sonra adaya gelen Türk göçmenlerin ne kadarının ülkede kalacağı konusunun da açıklığa kavuşturulmamış olduğunu ifade etti.
Kıbrıs müzakereleri ile Türkiye-AB katılım müzakereleri arasında açık şekilde bağlantı kuran Kipriyanu, "Türkiye'nin müzakereye hazır olmasının bir nedeni, Avrupa perspektifidir. Bu perspektif ne kadar muğlak olursa, Kıbrıs meselesinde tavizler verilmesi ihtimali de o kadar az olacaktır. Hükümetimiz bu nedenle, AB katılım müzakerelerinin sürdürülmesini destekleyen hükümetler arasında yer almaktadır. Almanya ayrıca, Türk Hükümetini müzakerelere devam etmesinin kendi yararına olacağı konusunda ikna edebilir" dedi.
Kıbrıs'ta hem Rum hem de Türk tarafında ilk kez uzlaşma iradesine sahip olan siyasi yönetimlerin bulunduğu, Berlin tarafından da kabul edilmektedir. AB ortakları, Kıbrıs'ta uzlaşma sağlanmasına büyük ilgi duymaktadırlar, zira bu anlaşmazlık NATO ile AB arasındaki işbirliğini engellemektedir. NATO üyesi Türkiye, AB üyesi Kıbrıs ile her türlü doğrudan teması reddetmektedir. Bu nedenle AB ile NATO arasında askeri görev paylaşımı konusunda herhangi bir anlaşma imzalanamamaktadır. Türkiye, "Ankara Protokolü"nde yer alan Kıbrıs ile doğrudan ulaşım ve ticaret bağlantısı kurulması sözünü yerine getirmemektedir.
Ancak, iki toplum arasındaki müzakerelerin gerçekten hızlı bir şekilde sonuçlanması kesin değil. Çünkü yeterince engel mevcut. Anlaşmazlık konularından biri, Kıbrıs'ın iki bağımsız devlet temeline dayalı müzakerelere karşı çıkmasında yatıyor. Kuzey Kıbrıs, AB tarafından da tanınmıyor. Kipriyanu, "Bunun yerine Kıbrıs'ın adım adım iki bölgeli bir federatif devlete dönüştürülmesini öneriyoruz. Bağımsız Kuzey Kıbrıs devletinin tanınması mümkün değildir. Böyle bir şey, adanın bölünmesi için bir reçete olurdu" şeklinde konuştu. 1974 yılında kuzeyden sürülen Kıbrıslı Rumların tazminat taleplerinin nasıl karşılanacağı konusu da tamamen belirsiz. Mülklerin iadesi ile tazminat karışımı bir formül üzerinde duruluyor.

DER TAGESSPIEGEL: "TÜRKİYE 'TÜRKLÜK' MADDESİNE VEDA EDİYOR"

BERLİN, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 137 bin olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 2 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Susanne Güsten imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:

--Ankara Tartışmalı Ceza Yasasını AB'nin Talepleri Doğrultusunda Değiştirdi--

Türkiye uzun süre tereddüt ettikten sonra, Avrupa'da Ankara'nın reform isteksizliğinin timsali haline gelen bir yasayı değiştirdi. Ülke içerisinde veya geçmişle ilgili karanlık sayfaların değiştirilmesi gerekliliği üzerine yaşanan ihtilaf ve tartışmalar milliyetçilerin gözünde devleti yıkabilecek eylemlerdir. Cumhuriyetin sürekli olarak iç ve dış saldırılara maruz kaldığı varsayımı modern Türkiye'nin geçen yüzyılın 20'li yıllarındaki kuruluşundan kalma olup, devlet ideolojisinin bir unsuru haline gelmiştir.
Meclisteki Kemalist ve milliyetçi muhalefete göre, çıkarılan yasa, AKP hükümetinin Avrupalıların isteklerinin yerine getiricisi haline geldiğinin bir kanıtıdır.  

ZEIT ONLINE: "AVRUPA İÇİN HAZIRLIK"

BERLİN, 02/05(BYE)--- Tirajı haftada 480 bin 200 olan sosyal demokrat eğilimli Die Zeit/Tagesspiegel gazetelerinin 1 Mayıs 2008 tarihli ortak internet sayfasında, Michael Thumann imzasıyla ve yukardaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:

---Türkiye'nin Başbakanı Reformları Yeniden Hızlandırmaya Başlıyor... Acaba AB'nin Tepkisi Nasıl Olacak?--

Yaşam mücadelesi veren siyasetçiler, başarılı dönemlerinde olduğundan daha fazla gayret gösteriyorlar. Türkiye Başbakanı da bunlardan biridir. Zafer elde ettiğinde gevşiyor, yok edilmeye çalışıldığında ise şahlanıyor sanki. Örnek mi? Erdoğan'ın, ülkesinin AB ile üyelik müzakerelerine başlamasını sağladığı 2004 yılı. Bundan sonra, AB'nin Türkiye'nin üyeliğine itirazı artarken Başbakanın reform gayreti felce uğramıştı. Bir başka örnek ise, Erdoğan'ın geçen yaz elde ettiği seçim zaferi. Bu zaferden sonra, Anayasa reformundan baskıcı Ceza Kanunu maddelerine kadar yapacağını söylediği tüm yenilikleri unuttu.
AB içinde de Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy Türk karşıtlığını güçlendirdi. Bu ise şimdi yine değişti. AB, gündemdeki yerini tekrar aldı. Erdoğan'ı her tarafta bulmak mümkün. Hamarat bir şekilde Avrupalı siyasetçilerle telefon görüşmelerinde bulunuyor, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapıyor. Türkiye sınırlarındaki yeni AB ülkelerini ziyaret ediyor ve Türkiye'nin yine Avrupa'ya doğru küçük bir adım atmasını sağlıyor. Gelelim Erdoğan'ın neden durgunluk içinde geçirdiği bir kıştan sonra tekrar reformlar gerçekleştirmeye başladığına. Yanıt: Partisi yasaklanmak isteniyor. Bununla ilgili dava birkaç aydır devam ediyor ve Erdoğan karşı taarruza geçiyor. Erdoğan birliklerini bir araya toplayıp müttefiklerini harekete geçirmek zorunda. Bu nedenle, ülke içerisindeki liberalleri, Avrupa Birliğini, özgür düşünenleri, işadamlarını, biraz da Kürtleri, kısacası devletin otoriter bürokrasisinden nefret eden ve korkanları yanına almak istiyor. Ancak bu kendisine fayda sağlayacak mı? Muhtemelen fazla değil. Fakat Erdoğan daha ileriye bakıyor. AKP yasaklanacak olursa, Türkiye yakında yine seçime gidecektir. Bu nedenle de seçim kampanyası şimdiden başlıyor. Avrupa'nın bugünlerde Türkiye'ye hitap ederken doğru sözleri bulması zordur. Nisan ayında TBMM önünde konuşan AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso tam da bunu başarmıştır. Ülkeye, müzakerelerin Fransa, Avusturya ve Almanya'daki CDU'nun şimdiye kadar izin verdiğinin aksine daha dürüst ve kararlılıkla yürütüleceği sözü verdi. Tabii ki bu bağlamda Türkiye karşıtlarını anmadı. Barroso, parti yasaklama davasını yermeden ve AKP'ye açıkça destek vermeden Türkiye'deki reformcu güçleri övmek ve onları daha fazla reform gerçekleştirmek için cesaretlendirmek gibi zor bir görevi başardı. Gerçi Avrupa'nın hukuk anlayışına göre bunu yapmak gerekirdi, fakat siyasi akıllılık gereğince şimdilik başka şeyler yapılması şarttır. 301. maddenin değiştirilmesinden sonra AB, Türkiye'den daha fazla reform talep eder ve hem ülkeye hem de Başbakan Erdoğan'a ödüllendirme ümidi verirse, ülkeye yardımcı olmuş olur. AB katılım müzakerelerinde acilen yeni fasılların açılması gerekir. 301. maddenin değiştirilmesi kendi başına pek önemli değil, daha ziyade siyasi bir sembol taşıyor. Söz konusu madde, Türkiye'deki modernleşme ve demokratikleşme karşıtlığının ancak AB'nin ülkeye açık bir Avrupa perspektifi sunması halinde aşılmasının mümkün olduğunu gösteriyor. Bunun sonunda ise üyelik olup olmayacağı belirleyici bir unsur değil. Muhtemelen AB üyeliği sonunda referandumlarla tartışmaya açılacaktır. Bugün önemli olan, Türkiye'nin Avrupa ile bu yüzyıl içindeki ilişkilerinin önümüzdeki senelerde belirlenecek olmasıdır. Düşmanlık veya dostluk mu, yoksa ihtilaf veya müttefiklik mi? AB'nin Türkiye'deki reformcu güçlerle müttefiklik sağlaması, uzun vadeli dostluğun devamını sağlayacak güce sahiptir. Ancak bunun için üyelik müzakerelerinin adil bir şekilde yürütülmesi gerekir.

BERLINER ZEITUNG:"AVRUPA TÜRKİYE'YE REFORM BASKISINDA BULUNMAYA DEVAM ETMELİDİR"

BERLİN, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 174 bin 592 olan liberal eğilimli Berliner Zeitung'un 2 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Sabine Rennefanz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Daimler Benz şirketinin eski yöneticisi Edzard Reuter ile yapılan mülakatın ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

RENNEFANZ: Türklük maddesinin reforme edilmesiyle Türkiye'deki sorunlar çözülmüş olmayacak. Şu sıralarda iktidar partisini yasaklamaya yönelik sıradışı bir dava açılmış bulunuyor. Buna rağmen siz sayın Reuter, Türkiye'nin AB'ye alınmasından yanasınız. Bu nasıl oluyor?

REUTER: Söz konusu dava, AKP'ye yönelik suçlamaları inceleyecek nitelikte işleyen bir hukuk sisteminin var olduğunu gösteriyor. Bu da gayet normaldir.

RENNEFANZ: AB üyeliği konusundaki istek ve şevk karşılıklı olarak azalmış gözüküyor?

REUTER: Bu Türkiye'nin içinde bulunduğu durumla ilgilidir. Türk hükümetinin dikkati AKP'nin kapatılması davasına yönelmiştir. Türkiye'de uygulanan reform hareketlerinde yavaşlama kaydediliyor. Avrupa'nın Türkiye'ye bu konuda baskı uygulamaya devam etmesi gerekiyor.

RENNEFANZ: İki taraf arasında ekonomik bir işbirliğinin bulunması Türkiye'nin otomatikman Avrupa'da yeri olduğu anlamına gelmez.

REUTER: Avrupa ciddi bir şekilde müzakereleri yürütme yükümlülüğünü üstlenmiştir. Bu konuda uluslararası hukuk kurallarına uygun ve adil bir şekilde davranmak durumundadır.

RENNEFANZ: Fakat müzakerelerin ucu açık yürütülmesi öngörülüyor.

REUTER: İlk başta ciddi olarak müzakereleri yürütüyoruz, daha sonra ise aslında böyle demek istemedik ifadesi tuhaf olur. Türkiye 80'li yıllarda üyelik başvurusunda bulunduğu zaman ekonomik olarak hazır olmadığı söylenmişti. Şimdilerde ise Bulgaristan ve Romanya AB'ye üye oldu. Bu ülkeler Türkiye'nin ekonomik büyüme hızına ve siyasi istikrarına sahip olmak için can atarlar. Türkiye'nin üyeliği için öne sürülebilecek tek argüman 70 milyonluk ülkenin günün birinde AB'nin en kalabalık ülkesi olması ihtimalidir. Fakat bu durumun da açıkça ifade edilmesi gerekir. Bunun dışında bir yaklaşım dürüst olmaz.

DEUTSCHLANDRADIO: "FRANSA DIŞİŞLERİ BAKANI BÜYÜK BRİTANYA'YI DAHA FAZLA AB'YE BAĞLAMAK İSTİYOR"

ANKARA, 05/05(BYE)--- Almanya'da ulusal yayın yapan Deutschlandradio'nun 5 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, Burkhard Birke imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner ile yapılan mülakatın Türkiye ile ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:

--Avrupa'nın Türkiye'ye İhtiyacı Var--

BIRKE: Avrupa için samimiyet ve vizyondan söz ediyorsunuz. Samimiyetten kastınız birincisi anayasanın, anayasa sözleşmesinin ebediyen öldüğü, ikincisiyse Türkiye'ye AB'de yer olmadığı mıdır? 

KOUCHNER: Birinci sorunuza gelince: anayasa sözleşmesi sadeleştirilmiş bir sözleşmeyle yer değiştirdi. Ancak bu, gelecek bir tarihte -bu noktada kesin bir tarih telaffuz etmek istemiyorum- yine de federal bir Avrupa modelinden, başka bir anayasası olacak bir Avrupa'dan söz edilebileceği anlamına gelmiyor. Gerçi henüz bu raddeye de gelmedik.

BIRKE: Vizyonunuz nedir?

KOUCHNER: Vizyonum, Avrupa'nın güçlendirilmiş bir siyasi iş birliğini kapsıyor. Vizyonum, federal bir Avrupa idi. Ancak gerçeğe göğüs germeli: Fransa'da anayasa sözleşmesi açık bir çoğunlukla reddedildi. Ancak, bunun üzerine kendisi anayasaya oy vermiş ve Fransızların "Hayır" oyunu aşmak için sadeleştirilmiş sözleşmeyi seçim programına dahil etmiş bir cumhurbaşkanının seçilmesiyse dikkat çekici. Gerçi Fransa'da az bir kesim Avrupa'ya karşı oy kullanmıştır, fakat reddin birçok farklı nedenleri olmuştur: İç politik, perspektiften yoksun olmak, küreselleşmenin reddedilmesi... "Hayır" diyen Fransa'nın, İspanya gibi referanduma "Evet" demiş başka ülkeleri artık şu günlerde "sadeleştirilmiş sözleşme"ye ikna etmesi muazzam bir gelişme. Bunu, Almanlara, Merkel'e ve Frank-Walter Steinmeier'e borçluyuz, onlar olmasaydı bunu başaramazdık.

BIRKE: Sorumuzun ikinci kısmı hakkında konuşalım. Sayın Kouchner, Türkiye'nin Avrupa'da yeri yok mudur?

KOUCHNER: Avrupa'nın Türkiye'ye ihtiyacı var. Bu, benim kişisel görüşüm ve bunu hiçbir zaman gizlemedim. Türkiye, ölçülü bir İslamlı Orta Doğu ile Avrupa arasında köprü oluşturuyor. Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Fransız seçmenler bir tür antipati dile getirdi. Buna biraz zaman tanıyalım. Önümüzde daha 30 müzakere başlığı duruyor, ondan sonra bakacağız. Ülkenin seçilmiş cumhurbaşkanı tarafından temsil edilen Fransa'nın tutumu, Türkiye'nin AB'ye üye olmasının reddi yönünde.

BIRKE: Peki bu ret, Türkiye'yi yine de yakınlaştırma bağlamında Akdeniz'de bir birlik oluşturma fikrini açıklıyor mu?

KOUCHNER: Hayır. Akdeniz Birliğine öyle veya böyle ihtiyaç duyuluyor ve sadece Türkiye'yi değil Güneyli Akdeniz ülkelerinin tamamını kapsayarak Afrika ile yakınlık kurulması fikrine dayanıyor. Burada, tarihin akışı sonucunda üst üste gelmiş iki kültür etrafında ortak projelerin geliştirilmesi, ortak gelecek perspektiflerinin oluşturulması amaçlanıyor. AB ülkelerinin tamamı buna dahil: Sadece Kuzeyli Akdeniz ülkelerinin değil, -katılmak istedikleri takdirde- İsveç ve Finlandiya dahil bütün AB ülkeleriyle Güneyli Akdeniz ülkelerinin katılımı öngörülüyor. Sayın Merkel ile Sayın Sarkozy'nin kararlaştırdığı muhteşem Alman-Fransız önerisini herkes şu anda kabul etmiş durumda. Uzlaşma kolay olmadı. Bu konuda bazı hareketli oturumlara katıldım. Bunların bir kısmı ikna edilmek zorunda kaldı. Avrupa işte böyle işliyor. Sonuna kadar "Hayır, hayır" diye direnç gösterilir, fakat sonunda "Evet" denilir.

BIRKE: Akdeniz Birliği, bölge sorunlarının -örneğin: Filistin-İsrail sorunu akla geliyor- çözümünde nasıl bir rol alabilir?

KOUCHNER: Bölgeye nüfuz etmek çok zor: Bu, bölgeyle çok önemli tarihi bağları olan Almanya için de Fransa için de böyle. Barış umut ediyoruz. Annapolis'te başlayan ve kimsenin üzerinde fazla umut beslemediği bir süreç içindeyiz. Fransa buna inandı ve birkaç haftada Paris Konferansını organize etti. Siyasi ve ekonomik açıdan bunda başarı sağladık. Paris Konferansında birçok yardım sözü alındı. Parayı hem Batı Ürdün hem de Gazze'nin emrine amade etmek isteriz, zira bölgedeki projeler söz konusu. Bu uzun sürecek ve zor olacak bir süreç.

BIRKE: Sayın Kouchner, bu çerçevede haziran sonunda Berlin'de planlanan Orta Doğu Konferansından beklentileriniz neler?

KOUCHNER: Aynı şeyi bekliyorum. Sınır güvenliğine ilişkin bir Alman projesinin hayata geçirilmesi bekleniyor. Bu, üzerinde dostum Frank-Walter Steinmeier ile görüştüğüm çok önemli bir proje. İhtiyaç duyulan bir Filistin devletinin güvenliği için elimizdeki bütün imkanları seferber edeceğiz. Sonuçta Paris Konferansının diğer adı, "Filistin Devleti İçin Konferans". Filistin Devleti için para, işte umut bu. Ayrıca bir Filistin devletinin güvenliğini güçlendirecek her husus, İsrail Devletinin de güvenliğini sağlayacaktır. Bunu fazlasıyla destekliyoruz. Zirvede, ebu Masen ile Ehud Olmert, Bayan Livni ile Sayın ebu Amr görüştü. Bana kısa süre önce bazı ilerlemeler kaydedildiğinden söz etmişlerdi, fakat şimdilik fazla bir şey yok.

BIRKE: Filistinlilerle İsraillileri de Akdeniz Birliğine davet etmeyi düşünüyor musunuz?

KOUCHNER: Elbette ki. Hepsini, Suriyelileri, Türkleri... Hepsini. Hepsinin gelip gelmeyeceğini bilemem, ama hepsi kesinlikle davetli olacak.

BIRKE: Güneyli Akdeniz ülkelerinin başkanlığını kimin üstlenmesi gerektiğine dair şimdiden bir görüşünüz var mı?

KOUCHNER: Var. Biri kuzeyden biri de güneyden olmak üzere başkanlık edecek iki ülke olacak. Güneyliler için Mısır öne çıkıyor. Sekreterya başkanlığı hakkında hâlâ görüşülüyor. Yakın zamanda Fas'taydım, Sayın Mübarek de Fransa'da. İşler yolunda gidiyor.

BIRKE: Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek uygun bir başkan mıdır?

KOUCHNER: Tabii ki kendisi, Kuzeyli Akdeniz ülkelerini temsil edecek bir yardımcıyla beraber Akdeniz Birliğinin muhtemel başkan adayıdır. Yardımcılık görevini Fransa oluşturabilir, fakat rotasyon söz konusu olacak.

ALMANYA'NIN SESİ RADYOSU: "ANKARA, AB TROYKASI'NI AĞIRLIYOR"

ANKARA, 06/05(BYE)--- Almanya'nın Sesi Radyosunun 10.30-11.00 Türkçe yayınından:

Türkiye-AB Troykası Dışişleri Bakanları Toplantısı bugün Ankara'da yapılıyor. Toplantıya, Türkiye adına Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan, AB Dönem Başkanı Slovenya'nın Dışişleri Bakanı Dimitrij Rupel, Fransa'nın AB işlerinden sorumlu Devlet Sekreteri Jean Pierre Jouyet ve AB Komisyonunu temsilen genişlemeden sorumlu üye Olli Rehn katılıyor. Görüşmelerde, Türkiye'nin AB'ye üyelik süreci ele alınacak. Dün toplantı öncesi açıklama yapan AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Türkiye'nin önemli bir süreçten geçtiğini belirterek, gerekli kriterlerin karşılanması ve AB'nin kendisini hazır hissetmesi halinde, Türkiye'nin birliğe üye olacağını belirtti. AB Komisyonu Başkanı Barroso, Türkiye'nin bir Müslüman ülkenin, demokratik ve laik olabileceğini ispatlayacağını söyledi.

WESTDEUTSCHE ALLGEMEINE: "SÜREÇ SİSTEMATİK İŞLEMEYECEK"

ANKARA, 06/05(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Westdeutsche Allgemeine gazetesinin 5 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, Fabian Kubik imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

--AP Milletvekili Jutta Haug'un, Türkiye'nin AB'ye Üyeliğiyle İlgili Açıklamaları--

Jutta Haug, "Avrupa Günü" dolayısıyla pazar günü Horst Lisesinin misafiri oldu. Bu sene Horst Lisesi Avrupa Gününü kendilerine özgün bir tarzda kutladı. İlk olarak altıncı ve dokuzuncu sınıf öğrencileri bir tiyatro oyunu sergiledi. Saat 11.30'da AP milletvekili Jutta Haug'un davetli olduğu 12. sınıf öğrencilerinin katıldıkları bir münazara gerçekleşti. Öğrenciler Jutta Haug'a sorular yönelttiler.
Jutta Haug'un, Avrupa Parlamentosundaki kariyeri hakkında kısaca bilgi vermesinin ardından, gençler tartışmayı daha büyük boyuta çektiler. Böylece, Türkiye'nin zorlu AB üyeliği de konular arasında yerini aldı. Haug, böyle bir ülkenin üyelik sürecinin sistematik işleyemeyeceğini söyledi ve üyelik müzakereleri 12 yıl süren Finlandiya'yı buna örnek gösterdi.
Bir öğrencinin, AB'ye üye ülkeler arasında sınırların açık olmasının kriminal faaliyetleri kolaylaştırıp kolaylaştırmadığını sorması üzerine, Haug, sınırların suçluları bugüne kadar durdurmaya yetmediği cevabını verdi. Bunun yanı sıra Haug, AB dış sınırlarının güvenliğinin çok önemli olduğuna dikkat çekti.

DIE WELT: "BRÜKSEL TÜRKİYE'YE 1 MAYIS OLAYLARI NEDENİYLE UYARIDA BULUNUYOR"

BERLİN, 07/05(BYE)--- Tirajı günde 264 bin olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 7 Mayıs 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Avrupa Birliği, Türk polisinin 1 Mayıs'ta İstanbul'da göstericilere karşı takındığı tutumu eleştirdi. AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn dün Ankara'da yaptığı açıklamada, polisin orantısız güç kullandığını söyledi. Olli Rehn ayrıca sendikaların haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini hatırlattı.
Türk polisi, 1 Mayıs'ta İstanbul'daki Taksim Meydanı'nda göstericileri göz yaşartıcı bomba, su ve cop kullanarak engellemişti. 530 kişinin tutuklandığı olaylarda altı polis ve çok sayıda gösterici yaralanmıştı.

DEUTSCHLANDRADIO: "TÜRK MUHALEFETİ HÜKÜMETE VATAN HAİNLİĞİ SUÇLAMASI YÖNELTİYOR"

ANKARA, 07/05(BYE)--- Almanya'da ulusal yayın yapan Deutschlandradio'nun 6 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, Susanne Güsten imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

AB temsilcileri -AB Troykası- İstanbul'daki görüşmelerde muhtemelen uzlaşmacı bir tavır üstlenecektir. Çünkü ünlü 301. maddenin reformdan geçirilmesinden sonra, AB önceki hafta resmî ağızlardan memnuniyetini gizlemedi. Ayrıca Slovenya Dönem Başkanlığı da gelişmeyi "yapıcı bir adım" olarak nitelendirdi. Fakat, Türkiye'deki muhalefet söz konusu reforma "vatana ihanet" değerlendirmesini yakıştırdı.
"301. madde kimlerin işine gelmiyor? Biz Türkleri soykırımcı ilan edenlerin mi, birlik ve beraberliğimizi parçalamaya çalışan işbirlikçiler veya Türklere hakaret konusunda uzmanlaşan sözüm ona aydınlar mı? 301'i içine sindiremeyenler onlar. Uyan Türkiye! Birlik beraberlik zamanı."
Bu sözler, Türkiye'de farklı düşünen binlerce insanı mahkeme salonlarına sürüklemiş Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesinde değişiklik yapılmasına karşı çıkan milliyetçi MHP'nin bir televizyon reklamına ait. Geçen hafta Türk Meclisi, iktidar partisinin oyları ve muhalefetin amansız direnişine rağmen Türk Ceza Kanunu'nun tartışmalı maddesini sonunda değiştirdi. Sadece MHP değil, Meclisteki diğer muhalefet partisi CHP de bunda vatan hainliği görüyor. Hükümetin vatanı kime sattığı da muhalefet için açık. CHP Grup Başkan Vekili Hakkı Süha Okay, söz konusu reformun AB Troykasının Ankara'daki ziyaretin hemen öncesine denk getirilmesinin tesadüfi olamayacağını söylüyor:
"Değişikliğin tam da bu zamana denk getirilmesi çok yarar sağlıyor. Bu yasa değişikliğiyle hükümet, bizi AB'ye teslim ediyor."
İki muhalefet partisi, ifade özgürlüğünün genişletilmesine yönelik 301. madde reformunu, Avrupalıların talimatlarının yerine getirilmesi ve AB'ye kapitülasyon verilmesi şeklinde eleştiriyor. Şu sıralardaysa iki parti, reformu, Anayasa Mahkemesine götürme üzerinde görüşüyor. İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü ve Türkiye'nin Avrupa politikaları konusundaki önde gelen isimlerinden uzman Cengiz Aktar da olanlar karşısında şaşırmamış görünüyor:
"Türkiye'deki parlamenter muhalefet, milliyetçi sağ bir parti -MHP- ile milliyetçi sol bir parti -CHP- tarafından yürütülüyor. Hatta CHP'nin son zamanlarda izlediği politikalar, özellikle gayrimüslim azınlıklara karşı izlediği politika, adeta faşist ve nasyonal sosyalist eğilimler gösteriyor. Bu partilerden demokratik bir muhalefet beklenemez."
Ancak Aktar, AKP'nin reform politikalarından da etkilenmemiş. Aktar, 301'de yapılan değişikliği "makyaj" olarak nitelendiriyor ve bundan ifade özgürlüğü alanında esaslı bir genişleme beklenmemesi gerektiğini söylüyor. Maddenin değiştirilmiş hâliyle de yargı, eleştiren ve farklı düşünen kesimlere karşı kovuşturmalarda kullanmayı sürdürebilecek.
"Dolayısıyla 301'deki değişiklik göz boyama, köylü kurnazlığı ve saptırma manevrasından başka hiçbir şey değildir. AKP böylelikle AB ve Türk toplumu içindeki hoşnutsuzluğa cevap vermiş oluyor, fakat özüne bir şey katmamış oluyor. Zaten kendisine yönelik bir kapatma davası açılmış ve şu sıralar siyasi açıdan çok hassas durumda olan bir partiden çok ciddi bir reform yapması beklenemezdi."
Aktar, reform rüzgarından çoktandır eser kalmadığını, fakat bunun AKP'ye kapatma davası süreciyle de başlamadığını vurguluyor.
"AKP, Türkiye'de birkaç yıl reform yaptı, ancak görüntüye bakılırsa devamını başaramayacaktır. AB'nin 2004 sonlarında Türkiye ile üyelik müzakerelerinde frene basmasından itibaren durum değişti. AKP'nin aldığı bu darbeden sonra tekrar toparlanması ve reform yönelimine yeniden girmesi maalesef mümkün görünmüyor. Parti içindeki reformcu kanat artık önemsenmiyor."
Cengiz Aktar, bu nedenle AB Troykasının Ankara ziyaretinden de fazla bir şey beklenmemesi gerektiğini söylüyor. Ziyarette, Türkiye'nin AB üyelik sürecindeki ilerlemesinden ziyade daha çok ilişkilerdeki zayiatın azaltılması önemsenecektir. Aktar'a göre 301'deki sözde reforma, Brüksel'den gelen coşkulu alkış da bu yüzden:
"AB Komisyonu artık Türkiye'nin hangi minimal reformları gerçekleştirdiğini kavradı ve bununla yetinmesini öğrendi. En ufak bir gelişmede "Bravo, bravo" naraları atıyorlar, fakat bütün bunların ne denli yetersiz kaldığının da Brüksel'dekiler gayet iyi farkında."

 

AVUSTURYA BASINI

DIE PRESSE: "BU REFORM AB İÇİN MAKYAJDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL"

VİYANA, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 2 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Jan Keetman imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

--Türkiye... Aydınlar "Türklüğü Aşağılama" Maddesinde Yapılan Değişikliği Yeterli Bulmuyor--

Milliyetçi muhalefet hop oturup hop kalkıyor. Türk hükümetinin "ülkenin kimliğine" ihanet ettiği ve AB'ye boyun eğdiği söyleniyor. Muhalefeti böylesine kızdıran şey, Parlamentonun Türk Ceza Kanunu'nun (Türklüğü aşağılamayı konu alan) 301. maddesini yumuşatması. AB Komisyonu bu reformu memnuniyetle karşıladı. Uluslararası PEN Kulübü ise yetersiz buldu.
301. madde öncelikle Türkiye'nin Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilere soykırım uyguladığı tezini savunan ya da orduyu eleştiren yazar ve gazetecilere karşı kullanılıyor. AB yıllardan beri Erdoğan hükümeti tarafından diğer tartışma konusu hükümlerin yerine yürürlüğe konulan bu maddenin değiştirilmesini istiyor.
301. maddenin yeni şeklinde "Türklüğü aşağılamak" ifadesi yerine "Türk milletini aşağılamak" ifadesi yer alıyor. Önceden de olduğu gibi devlete, parlamentoya, hükümete ve yargı organlarına hakaret etmek yasak. Aynı şey ordu ve güvenlik güçleri için de geçerli.
Ceza kapsamı üç yıldan iki yıla düşürüldü. Ayrıca bir soruşturma başlatmadan önce Adalet Bakanlığından özel izin almak gerekiyor. Eleştiriciler bunun, Nobel Ödülü sahibi yazar Orhan Pamuk gibi tanınmış kişilere açılacak ve Türkiye'nin yurtdışındaki itibarını zedeleyebilecek davaları önlemek için siyasi bir enstrüman olduğu görüşünde.
Uluslararası PEN Kulübü yaptığı açıklamada, söz konusu maddenin tamamen kaldırılmamış olmasından duyduğu üzüntüyü dile getirdi. PEN özellikle de eleştirici yazıların hala devletin kurumlarına "hakaret" telakki edilerek, hapisle cezalandırılabilmesini eleştiriyor.

--Kürt Lideri Askere Alındı--

PEN Kulübü Türk gazetecilere karşı şu sıralar 100 kadar dava açılmış olduğunu ve bunların sadece dörtte birinde 301. madde gereği dava açılmış ve tutuklama yapılmış olduğunu kaydediyor. PEN özellikle de Ermeni sorununa ilişkin bir kitap yayımladığı için mahkemeye verilen yayınevi sahibi Ragıp Zarakolu vakasına dikkati çekiyor. Zarakolu, 301. maddenin değiştirilmesi hakkında ne düşündüğü sorusuna, "Bu makyajdan başka bir şey değil" şeklinde cevap verdi.
Kürt yanlısı DTP, parlamentoda 301. maddede yapılan değişikliği yeterli bulmadığı için çekimser kaldı. DTP Genel Başkanı Nurettin Demirtaş bu görevinden ayrıldı. Demirtaş sahte bir raporla askerlik yapmaktan kaçtığı gerekçesiyle beş ay gözaltında tutulmuştu. Şimdi serbest bırakıldı, ama hemen askere alındı. DTP şimdi kendine yeni bir başkan bulmak zorunda.

DER STANDARD: "AB, TÜRKİYE YERİNE UKRAYNA'YI TERCİH ETSİN"

VİYANA, 06/05(BYE)--- Tirajı günde 74 bin olan sol eğilimli Der Standard gazetesinin 6 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Mascha Dabic imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Viyana çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:

Patlayan bir ekonomi ve yatırım cenneti pek Ukrayna ile özdeşleştirilen özellikler değil. Ukrayna'nın Rusya'dan sonra ikinci büyük Avrupa ülkesi olduğu da birçok AB vatandaşının bilmediği bir şey. Doğu Avrupa'da faaliyet gösteren personel danışma firması Neumann Partners'in Müdürü Hans Jorda, Avusturya'nın bu konuda telafi etmesi gereken çok şey olduğu görüşünde. "Avusturyalılar Ukrayna'nın çok uzakta olduğunu düşünüyor ama Lemberg ile Viyana arasındaki uzaklık, Feldkirch'e olan uzaklıktan fazla değil" diyor.
Aynı firmada çalışan Polonya asıllı Agnieszka Maciejewska ise, Ukrayna'nın giderek daha çok Avrupa kimliğine büründüğüne işaret ediyor. Ukraynalıların doğal olarak Avrupa'nın bir parçası olduklarını düşündüklerini, bu yüzden de AB'nin neden Ukrayna'yı da Birliğe katmaya çalışmamasını bir türlü anlayamadıklarını belirtiyor. Jorda ise, "Ukraynalı muhataplarım bana sık sık AB'nin neden Türkiye'nin katılımı hakkında tartışmaya devam ettiğini ve Ukrayna'yı saf dışı bıraktığını soruyorlar" diyor ve Ukraynalıların çoğunun AB'nin Türkiye yerine Ukrayna konusunda çaba göstermesi gerektiği görüşünü paylaştığını belirtiyor. Jorda bu bağlamda, Ukrayna'nın katılımından öncelikle kazanç sağlayacak Avusturya'dan da katkı göstermesinin beklendiğini vurguluyor...

ÖSTERREICH: "AB-TROYKASI, TÜRKİYE'Yİ AKP'NİN KAPATILMASI KONUSUNDA UYARDI"

ANKARA, 07/05(BYE)--- Avusturya'da yayımlanan Österreich gazetesinin 6 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

--AB, Türkiye'yi İslami-Muhafazakar AKP'nin Kapatılmasından Doğacak Sonuçlar Konusunda Uyardı--

AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, salı günü Ankara'da yaptığı görüşmelerde, Türkiye'yi, Anayasa Mahkemesi'nin, AKP konusunda vereceği kararın olumsuz sonuçları konusunda uyardı. Rehn, Brüksel'in, Türkiye'nin AB adaylığı nedeniyle, tarafsız kalamayacağını açıkladı.
Rehn, AB Troykası toplantısı çerçevesinde, Slovenya Dışişleri Bakanı Dimitrij Rupel ve Fransa'nın AB işlerinden sorumlu Devlet Sekreteri Jean Pierre Jouyet ile birlikte Türkiye'de bulunuyor.

--Savcılık AKP'yi, "İslami Emellerle" Suçluyor--

Türkiye Cumhuriyeti Başsavcısı, mart ortasında AKP'ye karşı açtığı kapatma davasında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın partisinin "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olduğunu iddia ediyor. AKP, iddianamede İslami emeller peşinde olmakla suçlanıyor.
AKP, geçen yıl yapılan meclis seçimlerinde oyların yüzde 47'sini almıştı. AKP, kapatma davasının siyasi bir dava olduğunu iddia ediyor ve partinin kapatılması olasılığına karşı yeni bir parti kurmaya yönelik çalışmalarına devam ediyor.

--AB, 1 Mayıs Olaylarında Polisin Tutumunu Eleştirdi--

Rehn, Türk polisinin 1 Mayıs günü İstanbul'daki göstericilere yönelik tutumunu eleştirdi. Güç kullanımının orantısız olduğunu söyleyen Rehn, sendikaların haklarının dikkate alınması gerektiğinin altını çizdi. Türk polisi 1 Mayıs günü su, göz yaşartıcı bomba ve coplarla Taksim Meydanındaki gösterileri engellemişti. Olaylarda çok sayıda göstericinin yanı sıra altı polis memuru da yaralanmış ve 530'dan fazla kişi tutuklanmıştı.

 

BULGARİSTAN BASINI

MONİTOR: "TÜRKİYE, BRÜKSEL'İN BASKISIYLA YASADA DEĞİŞİKLİK YAPTI"

ANKARA, 01/05(BYE)--- Bulgaristan'da yayımlanan Monitor gazetesinin 1 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan Bulgarca haberin çevirisi şöyledir:

AB'nin eleştirilerine maruz kalan yasada yapılan değişiklik, Türk Meclisinde oylama ile kabul edildi.
İfade Özgürlüğünü kısıtlayan yasa Nobel ödüllü Orhan Pamuk ve diğer entelektüellerin yargılanabilmesi için kullanılıyordu. Türklüğe hakaretten dolayı 2003 yılından bu yana yüzlerce kişi, eleştirilen bu yasadan yargılandı. Yasaya karşı olanlar, yapılan değişikliğin yetersiz olduğunu iddia ediyorlar. "Türk Milletine" hakaret suç sayılacak ve iki yıl hapis ile cezalandırılacak. AB uzun zamandır 301. maddenin değiştirilmesiyle ilgili çağrıda bulunuyordu. Hatta bu, AB ile Türkiye müzakerelerinin devamı için bir problem ve tehdit olmaya başlamıştı.
Bu yasanın değiştirilmesiyle ilgili baskılar, geçen yıl bu yasadan yargılanan, suikast kurbanı Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra arttı.

 

FRANSA BASINI

RFI: "TÜRKİYE'DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ KONUSUNDA ASGARİ İLERLEME SAĞLANDI"

ANKARA, 01/05(BYE)--- Fransa'dan yayın yapan Radio France Internationale'in 1 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:

İfade özgürlüğü savunucuları tarafından eleştirilen, Ceza Kanunu'nun "Türk kimliğine hakareti" cezalandıran tartışmalı 301. maddesindeki değişiklik parlamento tarafından onaylandı. Nobel ödüllü Orhan Pamuk ve geçen yıl öldürülen Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink gibi birçok aydın da 301. maddenin kurbanları arasında bulunuyor. Avrupalılar ve insan hakları savucularınca beklenen reform, adli soruşturmaları daha güç kılmayı amaçlıyor. Yapılan değişikliğin fazla cesurca olmamasına rağmen AB Dönem Başkanı Slovenya, Türk Parlamentosunun, ülkenin AB ile üyelik görüşmelerinde sürekli anlaşmazlık konusu olan maddeyi değiştirme kararından memnuniyet duyduğunu bildirdi.
İstanbul muhabiri Fatma Kızılboğa bildiriyor:

Teknik olarak bir değişiklik yapıldı, ancak 301. maddenin esas özü değişmediği için bu gerçekten memnun edici değildir. "Türk kimliği" kavramının yerini "Türk milleti" ifadesinin alması ve cezanın üç yıldan iki yıla indirilmesi nedeniyle aydınlarda büyük hayal kırıklığı söz konusu.
Yasa maddesine göre, şüpheli hakkında Adalet Bakanının izni olmadan artık soruşturma açılamayacak. Bu gelişme, değişikliği 301. maddeye sadece makyaj olarak gören ifade özgürlüğü savucularının beslediği ümitlerin çok gerisinde.

--Laiklik Karşıtı Faaliyetler--

Muhalifler, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisini (AKP) sadece "Avrupa Birliğinin talimatı" doğrultusunda hareket etmekle eleştiriyorlar. Gerçekten de 15 gün önce Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, bu reformun Birliğe doğru bir adım olacağı değerlendirmesini yapmıştı.
Laiklik karşıtı faaliyetlerle suçlanan ve yasaklanmasını amaçlayan bir davanın kurbanı olan AKP, özellikle gerginlikleri yumuşatmak için "demokrat gerekçeyi" kullanmakla suçlanıyor. Bu, çok sayıda muhafazakarın samimi biçimde değerlendirmediği bir saptama.

LE FIGARO: "ANKARA, İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ YUMUŞATTI"

PARİS, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro gazetesinin 2 Mayıs 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Laure Marchand imzalı İstanbul çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

--301. Maddenin Reformu, Türkiye'nin AB Üyeliği Doğrultusunda Brüksel Tarafından Talep Ediliyordu--

Türk Ceza Kanunu'nun 301. Maddesi, düşünürler hakkında davalar açıldıkça Türkiye'de kontrol altında tutulan ifade özgürlüğünün simgesi haline geldi. 2005 yılında üyelik müzakerelerinin başlatılmasıyla Avrupa Komisyonu tarafından ısrarla talep edilen, ancak çoğu kez söz verilmesine rağmen Ankara Hükümeti tarafından ertelenen maddenin değiştirilmesine ilişkin kanun teklifi, en sonunda çarşamba günü Mecliste kabul edildi.
Avrupa Birliği tarafından, uygulama beklentisi içerisinde olduğunun altı çizilerek, "yapıcı bir adım" olarak nitelendirilen değişiklik, Türkiye'deki pek çok sivil toplum örgütü tarafından yetersiz olarak değerlendiriliyor. Eski haliyle çerçevesi oldukça belirsiz olan "Türk kimliğine" hakaret ifadesi artık "Türk ulusuna" hakaret olarak değiştirildi, soruşturma yetkisi Adalet Bakanına verildi ve üç yıl olan cezanın üst sınırı iki yıla indirildi.

--Orhan Pamuk Takibatı Sürüyor--

AKP milletvekillerinin oylarıyla getirilen ufak değişiklikler, iki milliyetçi muhalefet partisinin teklife karşı çıktığı Meclis'te şiddetli tartışmalara yol açtı. MHP lideri Devlet Bahçeli, muhafazakar-İslamcı hükümeti ihanetle ve "şerefli Türk tarihini iftiralarla aşağılamaya çalışmakla" suçladı.
301. Madde, onlarca yazar, gazeteci ve yayıncının, özellikle Ermeni soykırımı tabusunu kaldırmaları ya da Orduyu eleştirmiş olmaları nedeniyle mahkeme karşısına çıkarılmasıyla gündeme geldi. Davalar, çoğu kez beraatla sonuçlansa da 2007 yılında öldürülen Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink'in "bağımsız Ermenistan'ın temiz kanı" ifadesi nedeniyle altı ay hapis cezasına çarptırıldığı unutulmamalı. Ayrıca soykırım ifadesini kullanan Nobel Edebiyat Ödülünün sahibi Orhan Pamuk hakkındaki takibat sürüyor, yazar Elif Şafak ise kitaplarından birinde yer alan "Kasap Türkler" ifadesi nedeniyle aynı suçlamalarla, bir kez beraat ettikten sonra yeniden yargılanıyor... Adalet Bakanlığından alınan bilgiye göre ise 2007'nin sadece ilk üç ayında yasanın ihlali nedeniyle 1189 kişi hakim karşısına çıkarıldı.
Getirilen değişiklik, sürmekte olan tüm işlemlerin askıya alınmasına ve Adalet Bakanlığı tarafından yeniden incelenmesine yol açıyor. "Değişikliğe rağmen aynı yasağın söz konusu olduğunu, sadece şeklinin değiştirildiğini" vurgulayan Hrant Dink ailesinin avukatı Fethiye Çetin, davalara sadece kısa bir ara verileceğine inanıyor.
Bu nedenle, İnsan hakları savunucuları maddenin iptalini talep ediyor. 1915 katliamlarına değinen iki kitabı nedeniyle yargılanan yayıncı Ragıp Zarakolu, "ünlü isimler hakkında dava açılmasına onay vermekte tereddüt edilebileceğini, dolayısıyla maddenin yeni haliyle sadece ünlülere yarayıp tanınmamış kişilerin, Kürtlerin ve küçük parti temsilcilerinin yargılanmaya devam edileceğini" savunuyor.
Ancak 301, ifade özgürlüğü önünde engel oluşturabilecek tek madde değil. Zira 2005 yılında modernleştirilen Ceza Kanunu hala milliyetçi hakim ve avukatların başvurduğu maddelerle dolu. Irkçılıkla mücadele çerçevesinde yer alan, ancak ifade özgürlüğüne karşı sıkça başvurulan "halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunu" düzenleyen 216. madde, veya "temel milli çıkarlara karşı hareketlere" ceza getiren 305. madde birer örnektir...

AFP: "TÜRK CEZA YASASINDAKİ REFORM KONUSUNDA AVRUPA KONSEYİ İHTİYATLI"

STRASBOURG, 02/05(AFP)(BYE)--- Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Terry Davis, bugün Strasbourg'da, Türkiye'nin ifade özgürlüğü için kısıtlayıcı olarak nitelenen bir ceza yasasında reform yapmasını memnuniyetle karşıladığını bildirmekle birlikte, bu değişikliklerin "tüm korkuları yok etmediğini" vurguladı.
Davis, yayımladığı bir bildiride, "Türk ceza yasasının 301. maddesinde yapılan değişiklikler, yetkililerin, Avrupa Konseyi üyesi olarak Türkiye'nin zorunlulukları ışığında yasalarını yeniden ele alma isteğinin göstergesidir" diyerek, "bunun için kutlamak gerekir" değerlendirmesini yaptı.
Bununla birlikte Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, bu reformun, "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. maddesiyle garanti altına alınan ifade özgürlüğüne yönelik ölçüsüz kısıtlamaların neden olduğu tüm korkuları dağıtmadığını" ekleyerek bu memnuniyeti hafifletti.
Davis'e göre, Türk mahkemelerinin yeni maddeye getirecekleri yorum, "Avrupa Konseyi'nin değerleri ile uygunluğunu doğrulamaya olanak sağlayacak" ve "kesin bir deney" niteliği taşıyacak.

LIBERATION: "TÜRKİYE'DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNE İLİŞKİN KÜÇÜK JEST"

PARİS, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 135 bin olan Liberation gazetesinin 2 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Marc Semo imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

İnsan hakları dernekleri tarafından uzun süredir ifade özgürlüğüne engel oluşturduğu ifade edilen Türk Ceza Kanunu'nun "Türklüğe hakaret" suçunu düzenleyen 301. maddesinin değiştirilmesine ilişkin kanun teklifi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın İslamcı hareketten gelen partisi AKP'nin çoğunlukta olduğu Mecliste, 30 Nisan günü kabul edildi.

-- AKP, AB'nin Talebine Kulak Tıkadı --

Yeni Ceza Kanunu, 2005 yılında AB ile müzakerelerin başlatılmasına birkaç ay kala, ceza hukuku reformu kapsamında daha liberal olması beklentisiyle yürürlüğe girmiş, ancak içeriğindeki 301 ve benzeri maddeler, milliyetçi örgütlerin, yüzü aşkın düşünürün yargılanmasına ve cezalandırılmasına yol açacak şikayet başvurularında bulunmalarını sağlamıştır. Bu isimler arasında Nobel edebiyat ödülünün sahibi Orhan Pamuk 1915 Ermeni soykırımına dair sözleri, siyasal bilgiler öğretim üyesi Prof. Dr. Baskın Oran ise azınlık haklarına ilişkin raporu nedeniyle yargılanmıştı. AKP, soruşturmaların neredeyse tamamı beraatla sonuçlansa da ısrarla maddenin iptalini talep eden Brüksel'i, oldukça "vatansever" olan kamuoyunun tepkisini çekmemek için bugüne kadar duymazdan geldi. Ancak dört yıl boyunca neredeyse demokratik anlamda hiçbir hareketi olmayan iktidar partisi, şimdi hakkındaki kapatma davası çerçevesinde Anayasa Mahkemesi tarafından soruşturma başlatılmasıyla ordu ve laik cepheye karşı AB'nin desteğini alabilmek için reformcu çizgisine dönüyor.
Ancak yine de değişiklik sınırlı kalıyor. Zira değişiklik önergesiyle "Türklüğe hakaret" ifadesi "Türk Ulusuna hakaret" ifadesiyle değiştiriliyor, üç yıl olan cezanın üst sınırı ise iki yıla indiriliyor. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, 301. maddede yapılan değişiklikle "Türklüğe hakaretin serbest bırakılmasının söz konusu olmadığını" belirtti. Yargıçlar arasında, millî birliği ve Cumhuriyet'in laiklik ilkesini tehdit eden liberal reformlara pek sıcak bakılmazken, yasanın kötüye kullanılmasına engel olmak amacıyla yeni maddede soruşturma başlatılması için bakanın onayına başvurulması öngörülüyor.

-- Güvenlik Güçlerinden Sert Müdahale --

Yasada tanımlar üzerine getirilen bu değişiklik Türkiye'deki liberal düşünürleri rahatlatmaya yetmedi. Brüksel değişikliği "yapıcı bir adım" olarak nitelendirdi, ancak "ifade özgürlüğünü tamamen garantilemek için benzer diğer maddeler için de aynı beklentide" olduğunu ifade etti. 1 Mayıs gösterileri sırasında güvenlik güçlerinin solcu sendikalara yönelik sert müdahalesi bu konuda daha kaydedilmesi gereken çok ilerlemeler olduğunun bir göstergesi.

LE FIGARO: "MARKOS KİPRİYANU, KIBRIS KONUSUNDA SABIRLI OLUNMASI GEREKTİĞİNİ SAVUNDU"

PARİS, 06/05(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro gazetesinin 6 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Thierry Portes imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Markos Kipriyanu ile yapılan mülakatın çevirisi şöyledir:

--Başbakan François Fillon ile Kıbrıs'ın Yeni Cumhurbaşkanının, 1974 Yılından Bu Yana Bölünmüş Olan Kıbrıs Adası'nda Yapacakları Görüşmeye Hazırlık Olarak, Dışişleri Bakanları Markos Kipriyanu ile Bernard Kouchner Dün Paris'te Bir Araya Geldiler--

PORTES: Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkler arasındaki müzakereler ne durumda?

KİPRİYANU: Müzakere sürecini kısa süre önce yeniden başlattık. Kıbrıslı Rumların lideri olarak hareket eden Kıbrıs Cumhurbaşkanı ile Kıbrıslı Türklerin lideri arasındaki 21 Mart tarihli toplantının ardından, bugün sayıları yediye ulaşan çalışma grupları kuruldu. Bu çalışma gruplarına bir hayli umut bağlandı. Ancak sorunların içinden çıkılması güç olduğundan, çözülmeleri için zaman gerekecektir. Sabırlı olunması gerekecek.

PORTES: En ağır sorunlar hangileridir?

KİPRİYANU: Öncelikle adanın gelecekteki statüsü. Uzlaşma sonucu, iki "bölgeli" ve iki toplumlu federal bir çözüm şeklinde bir anlaşma belirmeye başladı. Bizler, yeni bir ülkenin kurulmasına karşı çıkıyor ve yeni devletin Kıbrıs Cumhuriyeti'nin devamı olmasını savunuyoruz. Çekoslovakya modelini örnek gösteren Ankara ise tam aksine öncelikli olarak iki ülkenin tanınması konusunda ısrar ediyor. Ardından garantiler konusu geliyor. Anayasal bir anlaşmanın ardından Kıbrıs bir AB üyesi olmaya devam edecek, bu nedenle de güvenliğinin herhangi bir ülke tarafından sağlanmasına ihtiyaç duyulmayacaktır. Adayı askerden arındırabiliriz. Ancak gerek duyduğu takdirde Kıbrıs'a müdahale etme hakkından söz eden Türkiye, birliklerini adada tutmaya kararlı. Son olarak da Türklerin Türkiye'ye dönüşü söz konusu. Adanın kuzeyinde yaşayanlar çoğunlukla Kıbrıslı Türkler değil, işgalin ardından bölgeye yerleşmek üzere Türkiye'den gelen Türklerdir. Birkaç istisna dışında bu kişiler ülkelerine dönmelidirler.

PORTES: Bu süreçte BM'ye hangi rolü veriyorsunuz?

KİPRİYANU: Bir arabulucuya ihtiyacımız yok. BM'yi bir kolaylaştırıcı olarak kabul ediyoruz.

PORTES: AB'nin dönem başkanlığını yakında devralacak Fransa'nın size yapabileceği en iyi yardım, Türkiye'nin üyeliği konusundaki tutumunu yumuşatmaktır.

KİPRİYANU: Şunu söyleyebilirim ki, Kıbrıs meselesinin çözümü, Türkiye'nin AB üyeliğini garantilemeyecektir. Ancak Kıbrıs meselesi çözülmeden de Türkiye üye olamayacaktır. Bu nedenle Türkiye'nin önündeki üyelik kapısının açık tutulması önemlidir. Erdoğan'ın yeniden Başbakanlığa seçilmesinin ardından Kıbrıs ile ilgili bir sorun olduğunu ve buna bir çözüm getirilmesi gerektiğini kabul eden ilk Türk lideri olması, ülkesinin AB'ye katılmasını istediğinin bir göstergesidir.Anayasa Mahkemesi tarafından partisi hakkında soruşturma başlatılması, durumu biraz daha zorlaştırmaktadır. Kararlar alınabilmesi için Türk Hükümetinin güçlü olması önemlidir.

AFP: "TÜRKİYE... AB, ANKARA'YI KRİZDEN ÇIKMAK İÇİN REFORMA DAVET ETTİ"

ANKARA, 06/05(AFP)(BYE)--- Avrupa Birliği bugün, iktidar partisini yasaklamayı hedefleyen bir davadan kaynaklanan politik krizden çıkabilmek için Türkiye'yi demokratik reform sürecini ilerletmeye çağırdı.
Genişlemeden sorumlu Komiser Olli Rehn, Türkiye'nin AB'ye girme isteği çerçevesinde "en iyi ilaç, demokratik reformları tüm gücüyle ilerletmektir" şeklinde konuştu.
Rehn, görüşlerini, 2005 yılı Ekim ayında başlatılan katılım müzakerelerinin değerlendirmesini yapmak amacıyla dönemsel olarak Türkleri, halihazırdaki dönem başkanlığını (Slovenya), gelecek dönem başkanlığını (Fransa) ve Komisyonu bakanlar düzeyinde bir araya getiren AB-Türkiye Troykası Bakanlar Toplantısı vesilesiyle düzenlenen bir basın toplantısında dile getirdi.
Rehn'e özellikle, Türkiye Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının mart ayında 2002 yılından bu yana iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKP, İslami kökenli) laiklik karşıtı faaliyetlerden ötürü kapatılması talebiyle Anayasa Mahkemesine yaptığı başvuruyla ilgili sorular yöneltildi.
Rehn yıl sonundan önce sonuçlanması beklenmeyen bu dava çerçevesinde, "demokratik ilkelere ve hukuk devletine" uyulmasını isteyerek AB'nin kayıtsız kalamayacağının zira Türkiye'nin katılıma aday olduğunun altını çizdi.
Olli Rehn, Parlamentoda yılbaşından bu yana yapılan Vakıflar Yasası (dini azınlıklar lehinde) ve Brüksel'in gözünde ifade özgürlüğünü kısıtlayan Ceza Kanunu'nun ihtilaflı maddesiyle ilgili iki değişiklikten duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
AB Komiseri, Türk Hükümetinin geniş bir adli reforma girişmesini isteyerek "Ancak daha yapılacak başka birçok şey var" dedi.
Öte yandan ülkesi AB dönem başkanlığını yürüten Slovenya Dışişleri Bakanı Dimitri Rupel, reformların günlük hayatta "etkin bir şekilde uygulamaya konulmasını" istedi.
Rupel, Fransa'nın 1 Temmuz'da başlayacak dönem başkanlığına kadar iki yeni müzakere başlığının açılabileceğinin altını çizdi.
2005 yılından itibaren 35 müzakere başlığından sadece altısı açılırken 2006 yılı Aralık ayından bu yana Kıbrıs sorunu nedeniyle sekizi donduruldu.
Avrupa işlerinden sorumlu Bakan Jean-Pierre Jouyet ise, "Fransa'nın dönem başkanlığının Türkiye'ye karşı tarafsız ve objektif olacağını" temin etti.
Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan bir kere daha tam üyelik üzerinde durdu ve Avrupalı yöneticileri katılım müzakereleri başladığında Ankara'ya verdikleri taahhütleri yerine getirmeye çağırdı. Babacan, "Türkiye'nin tam üyelik perspektifi olmazsa olmaz bir koşuldur" dedi.

LE FIGARO: "JEAN-PİERRE JOUYET, ANKARA'DA TÜRKLERİ RAHATLATMAYA ÇALIŞTI"

PARİS, 07/05(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro gazetesinin 7 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Laure Marchand imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Ankara'ya bir ziyarette bulunan Fransa'nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Yardımcı Bakanı Jean-Pierre Jouyet, Fransa'nın, AB dönem başkanlığını devralacağı 1 Temmuz'dan itibaren Türkiye'nin üyeliği konusunda alacağı tavrın, "objektif, tarafsız ve dengeli" olacağı konusunda söz verdi ve "kriterler yerine getirildiği takdirde başlıkların açılacağını" belirtti.
Türk Dışişleri Bakanını, AB dönem başkanı Slovenya ve bir sonraki dönem başkanı Fransa ile AB Komisyonunun temsilcilerini bir araya getiren Türkiye-AB troykasının basın toplantısında yaptığı konuşmada Jouyet, "Akdeniz İçin Birlik projesinin AB-Türkiye ilişkileriyle ilgisi bulunmadığını ve Türkiye için bir tuzak olmadığını" belirtti. Türk Dışişleri Bakanı Ali Babacan ise Jouyet'ye, Türkiye'nin Akdeniz İçin Birlik projesine engel olmayacağı ve Temmuz ortasında Paris'te yapılacak zirveye katılacağı konusunda güvence verdi.
Türkiye'nin AB'ye katılım müzakerelerini değerlendiren Avrupa'nın Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn ise, Vakıflar Kanunu ile Türk Ceza Kanunu'nun ifade özgürlüğüne ilişkin 301. maddesinde değişiklik öngören teklifin kabul edilmesinin memnuniyet verici olduğunu ifade etti, ancak Türkiye'nin "yasal ve demokratik reformlarını" sürdürmesi gerektiğinin altını çizdi.

LE FIGARO: "TÜRKİYE KONUSUNDA UMP'DE YENİ TEKLİF"

PARİS, 07/05(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro gazetesinin 7 Mayıs 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Fransa Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Axel Poniatowski, Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusunda halkın girişimiyle referanduma gidilmesini öngören bir değişiklik teklifinde bulunacak.
Anayasa reformu yasa tasarısı çerçevesinde, Hırvatistan'ın ardından AB'de yapılacak tüm genişlemeler için anayasanın 88. maddesinin 5. bendi gereğince referandum zorunluluğunun kaldırılması öngörülüyor. Referandum kilidinin iptali konusunun UMP'li üyeler arasında tartışmaya neden olmasıyla Axel Poniatowski, Meclis ve Senatoda toplam üye sayısının salt çoğunluğunun talebiyle "yüzde 10 veya yüzde 20 oranında bu yönde imza toplanması" halinde referanduma gidilmesini teklif ediyor.
Türkiye'nin üyeliğine karşı gelen 30 kişilik bir grup UMP'li milletvekili dün Cumhurbaşkanlığı Sarayına kabul edildi. Richard Mallie, Nicolas Sarkozy'nin kendilerine, üzerinde uzlaşılmış bir değişiklik teklifine açık olduğunu ifade ettiğini belirtti.

İNGİLTERE BASINI

THE FINANCIAL TIMES: "ANKARA, AVRUPA BİRLİĞİNİ YATIŞTIRMAK İÇİN İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ YASASINI GEVŞETTİ"

ANKARA, 01/05(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 1 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, Vincent Boland imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan alan haberin çevirisi şöyledir:

Türk Parlamentosu dün Avrupa Birliğini yatıştırmak için ifade özgürlüğü yasasıyla ilgili değişiklikleri onayladı. Fakat, eleştirmenler yasanın yazarlar için hapis tehdidini daha da artıracak kadar muğlak olduğunu ifade ettiler.
Parlamento, İtalya'nın faşist dönemindeki bir yasadan model alınan Ceza Kanunu'nun 301. maddesini değiştirdi. Yasa "Türklüğü aşağılamayı" cezalandırıyordu ve 2006 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazar Orhan Pamuk ile geçen yıl öldürülen Ermeni asıllı Türk gazeteci Hrant Dink aleyhine dava açılmasında kullanıldı.
Avrupa Komisyonu dün Türkiye'nin AB üyeliği önünde uzun zamandır bir engel teşkil eden söz konusu maddenin değişikliğine olumlu tepki verdi.
Avrupa Komisyonundan bir sözcü, "Değişiklik şüphesiz ileriye doğru atılmış bir adımdır. Şimdi Komisyon, diğer benzer ceza kanunu maddelerinde de aynı değişikliğin yapılmasını bekliyor. Çünkü değişikliği amaçlanan tek yasa maddesi bu değildi" şeklinde konuştu.
Eleştirmenler, değişikliğin yazarların yargılanması tehdidini azaltacak gibi görünmediğini ifade ettiler.
Maddenin kaldırılmasını isteyen liberal Türkler, değişikliğin sadece dava sürecini daha bürokratik hale getirdiğini dile getirdiler. Suçun mahiyeti daha yoruma açık hale getirildi, zira yasanın değiştirilmiş halinde, madde "Türklüğü aşağılamak" değil, "Türk milletini aşağılamak" ifadesine yer veriyor.
İstanbul'dan akademisyen ve yorumcu Cengiz Aktar, "Şimdi bunun arkasındaki gerçek, devleti kendi vatandaşlarının ifade özgürlüğünden korumaktır (...) Savcılar, herhangi birinin söylediği herhangi bir sözü milleti aşağılama şeklinde yorumlayabileceklerdir" şeklinde konuştu.
Sosyal ve dini anlamda muhafazakar hükümet, Avrupa Birliğinin sosyal ve siyasi reformlarını yapmış olsa da Türk devletinin otoriter doğasını kabul ediyor ve devleti hukuki olarak korumaya hazır.
Parlamento, hükümetin daha liberal taraftarlarının keyfini kaçıran söz konusu değişikliği dün erken saatlerde oyladı.
Bu, hükümet ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın reform çabalarına büyük destek vermiş olan liberal entelektüeller ile İstanbul'daki köşe yazarları arasında yaşanan çatlağa yol açan sebeplerden biri.
Değişiklik suçun mahiyetini değiştirmenin yanı sıra, herhangi bir davada Adalet Bakanının onayını gerektireceği anlamına da geliyor. Söz konusu yasa değişikliğiyle, en yüksek hapis cezası üç yıldan iki yıla indirildi. Ceza Kanunu'nda ifade özgürlüğüyle ilgili başka maddeler de mevcut ama onlar henüz değiştirilmedi.
Türkiye İnsan Hakları Derneği 301. maddenin kaldırılması gerektiğini ifade etti.

THE FINANCIAL TIMES: "TÜRKİYE'DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ"

ANKARA, 02/05(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Financial Times gazetesinin 2 Mayıs 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Türkiye'nin iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 2002'de ilk kez iktidara geldikten sonra, AB müzakerelerine başlamaya hak kazanmak için gerekli olan siyasi özgürlükleri ve yurttaşlık özgürlüklerini uygulamaya koyarak anayasal bir devrim yaptı. Ancak üyelik görüşmeleri daha sonraları kısmen Türklerin, Fransa ve Almanya gibi üye ülkelerin üyeliklerine karşı gösterdikleri düşmanlığa kötü bir şekilde tepki göstermesinden, kısmen de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Avrupa'ya ilgisini kaybetmesinden dolayı durdu.
Bu nedenle AKP egemenliğindeki Meclisin Ceza Kanunu'nun 301. maddesinde değişiklik yapması -esas itibariyle- memnuniyetle karşılanmalı. "Türklüğe" hakareti suç addeden bu yasa, Türkiye'nin itibarına ciddi şekilde zarar verdi. Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk bu yasa uyarınca yargılanmış, geçen yıl İstanbul'da vurularak öldürülen Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink ise yine bu yasa uyarınca mahkum edilmişti.
Freedom House adlı düşünce kuruluşu yıllık basın özgürlüğü araştırmasında, Türkiye'yi "kısmen özgür" olarak niteledi. AB'nin yeni üyeleri Bulgaristan ve Romanya da aynı kategorideydi. Ancak Türkiye'nin aynı sınıfta olmak istemediği Kongo-Brazzaville, Mısır, Moritanya ve Paraguay da aynı şekilde nitelendi.
301. maddenin aşırı milliyetçi bir grup tarafından neo-İslamcı AKP'nin ayağını kaydırmak ve AB müzakerelerini sabote etmek için istismar edildiğini vurgulamak yerinde olur. Ancak maddenin tam da bu nedenle tamamen revize edilmesi veya -daha iyisi- kaldırılması gerekiyor. Oysa hükümet bunun yerine üstünkörü bir düzeltmeyle yetindi. Değişen madde uyarınca artık "Türk milletine" ve Türkiye Cumhuriyeti Devletine yönelik saldırılar cezalandırılacak, davaların Adalet Bakanı tarafından onaylanması gerekecek ve hapis cezası azaltılacak.
Ama bu yeterince iyi değil.
301. maddenin Mussolini'nin faşist yasalarını model alan bir düzenleme olması bir yana, devlete hakaret anlayışı Orta Çağ'da kraliyet ailelerine hakaret edilmesini önleyen yasalar kadar eski ve mutlakiyetçi. Bunun Türkiye gibi kendine güvenen, modern, demokratik, geleceğini Avrupa Birliği'nde gören bir cumhuriyette yeri yok. Başbakan Tayyip Erdoğan bir kez daha denemeli.
Partisini kapatmaya, hem kendisini hem de cumhurbaşkanını siyasetten uzaklaştırmaya çalışan yargıyla sorunları olduğu doğru. Ama geçen yazki seçimlerden, orduyla en az bunun kadar yaralayıcı bir mücadeleyi kazanmasını sağlayan bir çoğunlukla çıktığı da doğru. Bu çoğunluğu, şimdi hayal kırıklığına uğrattığı liberal Türklerin desteğiyle elde etmişti.
Erdoğan'ın değişim için sağlam, halk tarafından desteklenen ve demokratik bir zemini var. Bunu kullanmasının tam zamanı.

REUTERS: "AB TÜRKİYE'DEN 1 MAYIS'TAKİ POLİSİYE MÜDAHALENİN SORUŞTURULMASINI İSTEDİ"

ANKARA, 06/05(REUTERS)(BYE)--- Avrupa Komisyonu, Türk polisini, 1 Mayıs'daki gösteriler sırasında protestoculara karşı aşırı güç kullanmakla suçlayan ve yetkilileri o gün yaşanan olayları soruşturmaya çağıran bir açıklamada bulundu.
Türk çevik kuvveti, perşembe günkü olaylarda, İstanbul'un merkezinde toplanan kalabalığın üzerine basınçlı su püskürtüp göz yaşartıcı gaz sıkmış, yüzlerce kişiyi göz altına almıştı. Olaylarda onlarca kişi de yaralanmıştı.
AB Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn yaptığı açıklamada, "Komisyon olarak 1 Mayıs'ta uygulanan şiddeti kınıyoruz" dedi ve Komisyonun, olayların soruşturulmasını umduğunu belirtti.
AB, Türkiye ve AB Dönem Başkanlığının birlikte altı ayda bir yaptıkları üçlü görüşmenin ardından Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile düzenledikleri ortak basın toplantısında konuşan Olli Rehn, "Türk yetkililerine, Avrupa hukuku ve uygulamaları dahilinde hareket ederek AB standartları uyarınca sendikal haklara saygı göstermeleri yönündeki çağrımızı yineledik" dedi.
Türk yetkilileri, Türk basınında Taksim Meydanı'ndaki protestoculara kaşı aşırı güç kullanılması addedilen olayları şu ana dek savunmuştu.
Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan ise bugün erken saatlerde yaptığı bir açıklamayla sendikaları, protestolarından ötürü kınadı, basını ise olayları taraflı yansıtmaktan ötürü eleştirdi.

 

İSPANYA BASINI

EL PERIODICO: "TÜRKİYE, MİLLİ KİMLİĞE SAYGISIZLIK CEZASINI YUMUŞATIYOR"

ANKARA, 01/05(BYE)--- İspanya'da yayımlanan el Periodico gazetesinin 1 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, Andres Mourenza imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Türk Meclisi dün sabah Türk kimliğine hakareti üç yıla kadar hapisle cezalandıran Ceza Kanunu'nun tartışmalı 301. maddesindeki değişikliği kabul etti. Avrupa Birliğinin elzem olarak değerlendirdiği bu değişiklik, iktidardaki ılımlı İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti tarafından sunuldu ve oldukça sert geçen tartışma sekiz buçuk saat sürdü.
Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesi Türkiye'de ifade özgürlüğü önündeki engellerinden biri, zira iki yıl içinde, aralarında Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk ve dava nedeniyle aşırı milliyetçilerin hedefi haline gelerek 2007 yılında öldürülen Ermeni kökenli gazeteci Hrant Dink'in de bulunduğu üç binden fazla kişiyi mahkeme huzuruna çıkardı.
301. maddenin değiştirilmesiyle, suçun derecesi azaltılarak üç yıllık hapis cezasının iki yıla indirilmesi öngörülüyor ve "Türklük" ibaresinin yerini "Türk milleti" ibaresi alıyor. Davaların milliyetçi savcılar tarafından yürütülmesini engellemek amacıyla hükümet tarafından düşünülen bir değişiklikle, bir soruşturma başlatmak için artık Adalet Bakanının izni gerekecek.

--Genel Memnuniyetsizlik--

Reform, neredeyse kimseyi memnun etmedi. Anamuhalefet partisi laik Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), söz konusu değişikliği Anayasa Mahkemesine götürmekle tehdit etti ve hükümeti "AB'nin emirlerine" uymakla suçladı. 301. maddenin kaldırılmasını talep eden sivil toplum kuruluşları da "salt bir makyaj" olarak değerlendirdikleri reformdan memnun değiller. Ancak, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, "Avrupa Birliği ülkelerinde benzer kanunlar olduğu" için 301. maddenin kaldırılmasını doğru bulmuyor.
301. maddeyle karşı karşıya kalan aydınlardan Baskın Oran'a göre, davalar, "devleti kurtarmak" düşüncesiyle hakimler arasında var olmaya devam edecek.
Avrupa Birliği, "ileriye dönük yapıcı bir adım" olduğu gerekçesiyle Ankara'yı tebrik etti ve ifade özgürlüğünün önündeki engellere son vermek için çalışmasını istedi.

 

İTALYA BASINI

CORRIERE DELLA SERA: "ANKARA... TÜRK KİMLİĞİNE HAKARET İFADESİNE SON"

ROMA, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 800 bin olan Corriere della Serra gazetesinin 1 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Monica Ricci Sargentini imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

--301. Madde Reformu--

Erdoğan'ın ılımlı İslam partisi nihayet beklenen değişikliği gerçekleştirdi. Önceki gece, sekiz saat süren yorucu tartışmalar sonrası ve muhalefetin ıslıklı protestoları arasında hükümet, Ceza Kanunu'nun meşhur 301. maddesi hakkındaki ürkek reformu onaydan geçirebildi. Söz konusu olan, 2007 yılında genç bir aşırı milliyetçi tarafından öldürülen Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink'in yanı sıra, Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi yazarlar hakkında da soruşturma açılmasına sebep olan madde. Yalnızca iki yıl içinde, tam 1.800 kişi Türk kimliğine hakaretten suçlandı. Bugün de suç varlığını devam ettiriyor. Ancak sadece Türk Devletini aşağılayanlar hakkında ortaya atılabilecek. Ayrıca, bu konuyla ilgili davalar sadece Adalet Bakanının onayıyla işleme alınacak. Azami ceza da üç yıldan iki yıla indirildi.
Ancak yıllardır söz konusu maddede değişiklik talep eden AB'nin değişikliğe tepkisi ılımlı oldu. AB'nin genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn dünkü açıklamasında olayı şöyle yorumladı: "Şimdi, tüm vatandaşlara tam ifade özgürlüğü garanti edecek yeni yasal değişiklikler bekliyoruz." Yakın zamanda Ankara'ya yaptığı bir ziyaret sırasında konuşan Barroso ise reform için "Doğru yönde atılmış bir adım" yorumunu yapmıştı.
Türkiye'de çok sayıda insan, değişikliklerin sadece yüzeysel olduğu endişesini taşıyor ve ifade özgürlüğünün halen yürürlükte olan başka yasalar sayesinde baskı altında tutulacağını belirtiyor. Bu görüşü paylaşanlar arasında, 1 Mayıs dolayısıyla bugün, hükümetin 1977'de 36 kişinin öldürüldüğü Taksim Meydanı'nda gösteri yasağına karşı gelecek olan sendika temsilcileri de var.
Ancak asıl memnun olmayan taraf milliyetçi muhalefet. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli kısa ve özlü konuştu: "Tarihimize hakaret etmek Erdoğan'ın AKP'si için bir alışkanlık oldu."

LA REPUBBLICA: "TÜRKİYE... DÜŞÜNCE SUÇLARI KONUSUNDA DÖNÜM NOKTASI... AB: İLERİ BİR ADIM ANCAK YETERLİ DEĞİL"

ROMA, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 725 bin olan la Repubblica gazetesinin 1 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Marco Ansaldo imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

--Meclis İfade Özgürlüğü Reformunu Onayladı. Devlete Hakaret Edenlere Cezalarda İndirim--

"Türk kimliği" değil de "Türk milletine" hakaret. Ayrıca, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti" yerine, tek kelimeyle, "Cumhuriyete" hakaret. Yıllardır aralarında Orhan Pamuk ve Elif Şafak'ın da bulunduğu en önde gelen aydınları mahkemeye taşıyan ve geçtiğimiz gece Ankara'da Mecliste onaylanan Ceza Kanunu'nun meşhur 301. maddesi üzerinde yapılan reform daha ziyade dilbilimsel bir değişiklik getirdi. Söz konusu reform beraberinde bir yeniliği de getirdi: Bundan sonra, konuyla ilişkin dava açılması sırasında Adalet Bakanının onayı gerekli olacak.
Dün Avrupa zirvelerinde sorulan soru "Hepsi bu mu?" oldu: Recep Tayyip Erdoğan'ın ılımlı İslam hükümetinin, Türkiye'de pek çok kere sınırlanan ifade özgürlüğüne katkıda bulunmak adına üzerinde çalıştığı büyük reform bu muydu? Şu anda daha ziyade "makyaj" nitelikli olduğu şeklinde yargılanan değişiklik, Ankara'yı yasal alandaki çabalarını artırmaya davet eden Avrupa liderlerini tatmin etmedi. Avrupa Komisyonu sözcüsü Altafaj Tardio yaptığı açıklamada şöyle konuştu: "Bu yasa değişikliği elbette ki hoş karşıladığımız bir ileri adım, Avrupa Komisyonu şimdi de Ceza Kanunu'nun benzer maddeleri üzerinde yapılacak başka değişiklik adımlarını da sabırsızlıkla bekliyor. Türk merciler şimdi tüm vatandaşlara ifade özgürlüğü sağlayacak reformların onayına geçmelidir."
Ne var ki, Türk kimliğine (artık milletine) hakaret edenleri cezalandıran madde hakkında hükümetin önerdiği değişiklikleri onaylamak için yıllar süren bir süreç ve sekiz saatlik bir gece oturumu gerekti. Amaç, kanunun zincirlerini biraz daha sıkılaştırarak sadece fikrini ifade edenlerin soruşturma altına alınmalarına engel olmak. Azami ceza da üç yıldan iki yıla indirildi.
Şimdiye dek hiçbir sanığın 301. madde dolayısıyla hapse girmediği bir gerçek. Ancak onlarca dava ve mahkumiyet tehditleri, özellikle uluslararası alanda her zaman büyük yankı uyandırdı ve Türkiye'nin imajına olumsuz yönde etki etti. Ya da Ermeni asıllı Türk gazeteci Hrant Dink olayında olduğu gibi trajik gelişmelere neden oldu. Hatırlanacağı gibi Dink, adı geçen kanun baz alınarak hakkında yapılan suçlamalardan etkilenen genç bir aşırı milliyetçi tarafından 2007 yılında öldürülmüştü. Pamuk ve Şafak davalarında da çok sayıda tarihçiye göre, Osmanlı İmparatorluğu tarafından geçen yüzyılın başlarında gerçekleştirilen ancak Ankara'nın asla kabul etmediği tartışmalı konu Ermeni soykırımı hakkında yapılan açıklamaların ardından aynı şekilde bu madde kullanıldı.
Değişiklik 65 aleyhte oya karşı 250 lehte oyla kabul edildi. Meclisin milliyetçi muhalefet kanadından hükümetteki ılımlı İslam partisine, "Hiçbir kimlik anlayışına" sahip olmamak yönünde acımasız eleştiriler yağdı. Ayrıca çok sayıda Türk aydın ve yazar, getirilen yenilikleri "çekimser" ve tam anlamıyla ifade özgürlüğünü garanti etmek adına "yetersiz" olarak nitelendirdi.

Il SOLE 24 ORE: "DAHA ÇOK DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ...  ANKARA REFORMU ONAYLADI"

ROMA, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 500 bin olan ekonomi ağırlıklı il Sole 24 Ore gazetesinin 1 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Vittorio Da Rold imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin özet çevirisi şöyledir:

301. maddede yapılan değişiklikler "görünüşte" etkili, ancak özde bir değişiklik söz konusu değil. AB çevrelerinde de bu değişiklik, fikir özgürlüğünü tamamıyla garanti altına almak için yeterli kabul edilmedi ve "doğru yolda atılan ilk adım" olarak değerlendirildi. Ancak Avrupalıların Türkiye üzerinde baskıya devam etmesi gerekiyor, öte yandan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Ali Babacan, bu gelişmeyi bir "zafer" olarak takdim ettiler.

CORRIERE DELLA SERA: "TÜRKİYE'DE DEMOKRASİ-GELİŞMELER"

ROMA, 05/05(BYE)--- Tirajı günde 800 bin olan Corriere della Serra gazetesinin 05 Mayıs 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Laura Laureti imzalı okur mektubu ve Büyükelçi Sergio Romano'nun mektuba verdiği yanıtın çevirisi şöyledir:

"Sayın Romano,
Sur ve Diyarbakır belediye başkanlarına karşı açılan davaya iştirak ettim ve bilahare Türk Kürdistanı'nda Kürt Yılbaşı bayramı "Nevruz"a gözlemci olarak katıldım. Kürtçeyi kullanmakla suçlanan Kürt belediye başkanları, 4 yıl hapis cezasına çarptırılma riskiyle karşı karşıya iken, halkın Nevruz kutlamalarında bulunmasını engellemek amacıyla silahlı askerler Kürt şehirlerini kuşattılar, üç kişinin ölümüne ve yüzlerce kişinin de yaralanmasına neden oldular. "AB'ye katılma arzusu"yla başlatılan Türkiye'deki "demokratikleşme" çalışmaları minimum seviyede ve sadece kağıt üzerinde kalmayı sürdürüyor. Genel bir cehalet ve suskunluk karşısında, ABD'nin rolünü ve siyasi-ekonomik çıkar oyunlarını doğrudan aktaran "Kürdistan ve Kosova: iki tema, iki ayrı tutum" başlıklı yazınızı okudum. Peki AB ne yapıyor? Türkiye'nin de altına imza atmış olduğu bir insan hakları belgesine, bu belgeyi uygulatması gereken bir AB İnsan Hakları Mahkemesine ve ABD'den farklı, güçlü bir liberal-demokratik geleneğe sahibiz. Türkiye'nin "AB'ye katılım arzusu" karşısında Türkiye'yi gerçek reformlara yapmaya "zorlayamaz" mıyız?

Yanıt:
"Son yıllarda Türk demokrasisinde kaydedilen önemli ilerlemelerin büyük bölümü Türk Hükümetinin AB'ye katılım arzusundan kaynaklanmıştır. Ancak AB, ABD'den farklı olarak, devletlerin "talebe" olmadıklarının ve bazı değerlerin ders gibi empoze edilemeyeceğinin bilincindedir. AB, Türkiye'yi bazı reformları yapmaya davet edebilir, ancak bu reformları ne zaman ve nasıl yapacağına karar vermek Türklere düşer."

 

KIBRIS RUM BASINI

POLİTİS: "301 GEÇTİ"

LEFKOŞA, 02/05(BYE)--- Bağımsız, liberal eğilimli Politis gazetesinin 01 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Anna Andreu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Muhalefetin tepkilerine rağmen Türk hükümeti, AB'yi memnun etmek için, ifade özgürlüğünü sınırlayan tartışmalı 301. maddeyi değiştirerek ilerlemeye devam ediyor. Muhalefet, değişikliğin "AB'nin siparişi olduğunu" söylüyor. Değişiklik çerçevesinde artık "Türklüğe" değil "Türk milletine" hakaret edenler hakkında soruşturma açılacak ve bunun için de Adalet Bakanının izni gerekecek. Hapis cezası üç yıldan 2 yıl 6 aya indirildi. 301. madde, hükümetteki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) oyları ile rahatça meclisten geçti. Muhalefet milletvekillerinin 65 ret oyuna karşın 250 oyla kabul edildi.

--Önemsiz Değişiklikler--

Yazarlar ve aydınlar "değişiklikler önemsizdir, aslında ifade özgürlüğü tehlike altında bulunmaya devam ediyor" diye iddia ederek, endişelerini dile getiriyorlar. 301. madde temelinde Türklüğe hakaretten -daha sonra beraat etse de aralarında Orhan Pamuk'un da olduğu- yazarlara, gazetecilere ve aydınlara dava açıldığını hatırlatıyorlar. 301'den cezalandırılan tek kişi, geçen sene İstanbul'un merkezinde öldürülen Ermeni gazeteci Hrant Dink oldu.
Ancak hükümet 301. maddenin tümünün iptal edilememesi gerektiğini iddia ediyor ve benzer maddelerin başka ülkelerde de olduğunu belirtiyor. Hükümetteki partinin milletvekili Bekir Bozdağ, mecliste, "Türkiye'de sorunların yasaların uygulanmasından kaynaklandığını" iddia etti.
Muhalefet burnundan soluyarak, hükümeti; bu değişiklikle Türk milletine ve Türklüğün değerlerine hakaret ettiği gerekçesiyle suçluyor. Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) Meclis Grup Başkanvekili Hakkı Süha Okay, bunun, "AB'nin siparişi olduğunu" söyledi. Okay, "301. madde değiştirilirse Türkiye demokratik ülke olacak, değiştirilmezse demokrasinin sonu gelecek havasının yaratıldığını" söyledi ve hükümeti, bu meseleyi siyasi istismar konusu haline getirmekle eleştirdi.
Kürt yanlısı Demokratik Toplum Partisi (DTP), iktidar partisini AB'yi kandırmakla suçladı. TBMM'deki tartışmada partinin milletvekili Fatma Kurtulan, "Bu hükümetin tek derdi AB'yi memnun etmektir. İfade özgürlüğü olmayacaktır. AB de önümüzdeki günlerde bu değişiklikten memnun olmadığını ortaya koyacaktır" dedi.
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) milletvekili Faruk Bal, AB'nin 301. maddenin değişikliğini iki buçuk yıldır istediğini, ancak AKP'nin bunu duymazdan geldiğini söyledi. MHP Genel Başkanvekili, "AKP, kapatma davasına karşı milli, meşru ve makul çözümü Türkiye'de araması gerekirken, yabancılardan yardım beklemiştir. Beklenen imdat yardımı gelmiştir; bunun faturası da 301. madde olmuştur" dedi.
Brüksel, 301. maddenin değişikliğini ihtiyatla karşıladı. Avrupa Komisyonu Başkanı Türkiye ziyaretinde, Türkiye'nin girişiminin, doğru yöne atılmış bir adım olduğunu söyledi. Ancak siyasi analizcilere göre, AB'nin bu tutumu, Avrupalı yetkililerin Tayyip Erdoğan'ı, kendisinin ve partisinin tehlike altında olduğu bir dönemde sıkıştırmaktan kaçındığı şeklinde yorumlanıyor.

HARAVGİ: "FRANSA: TÜRKİYE KIBRIS'I TANIMADAN AB ÜYESİ OLAMAZ"

LEFKOŞA, 06/05(BYE)--- AKEL Partisi yayın organı Haravgi gazetesinin 6 Mayıs 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, Türkiye'nin Kıbrıs'ı tanımadan AB'ye katılımının söz konusu olmadığını iddia etti.
Resmi temaslarda bulunmak amacıyla dün Fransa'ya giden Dışişleri Bakanı Markos Kipriyanu, Fransa Dışişleri Bakanı Kouchner ile uzun bir görüşme gerçekleştirdi. İki bakan, görüşmelerinde Kıbrıs ile Fransa arasındaki ikili ilişkiler ve Kıbrıs sorununu ele aldı.
Görüşmede Kipriyanu, Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik başlayan yeni süreç hakkında Fransız Bakanı bilgilendirdi ve "Hedefin, Kıbrıslılar arasında bir çözüm bulunması olduğunu, ancak kimsenin Türkiye'nin Kıbrıs sorunundaki ağırlığını görmezden gelemeyeceğini" ifade etti.
Kipriyanu, "Kıbrıs sorununa adil ve kalıcı bir çözüm bulunması için Türkiye'nin iyi niyet göstererek, yeterli katkıyı koyması gerekliliğinin gayet açık olduğunu" kaydetti.
"Böyle bir politikanın Türkiye'nin de çıkarına olduğunu" söyleyen Kipriyanu, "Kıbrıs sorununun tek başına çözümünün Türkiye'nin AB'ye üyeliğini garantilemeyeceğini, ancak Kıbrıs sorununun çözümü olmaksızın Türkiye'nin AB üyeliği gibi bir perspektifin de olmayacağının kesin olduğunu" iddia etti.
Fransız Bakan Kouchner de, Ankara Kıbrıs'ı tanımadığı sürece Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin mümkün olmadığı görüşünü dile getirdi. Kouchner, yeni süreç çerçevesinde Kıbrıs'ta yaşanan son gelişmeleri ise memnuniyetle karşıladıklarını ifade etti.

 

YUNANİSTAN BASINI

AMİNA DİPLOMATİA: "2008, AB-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ AÇISINDAN KAYIP BİR YIL"

ATİNA, 07/05(BYE)--- Aylık Amina Diplomatia dergisinin Mayıs 2008 tarihli sayısında Sotiris Sideris imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

AB-Türkiye ilişkilerinin geleceğine dair sorular ve belirsizlikler artıyor, çünkü Türkiye'nin siyasi sistemi, İslamcılarla Kemalist düzen arasındaki sürtüşme ve Kürt konusuna takılıp kaldı. Bu durumda, hiçbir şey yapılamayacağını bilen Brüksel, reformların sürdürülmesini istiyor, Yunanistan'ın ise yakında Türkiye'nin Trakya'daki "saldırgan" diplomasisinin etkilerini yaşamaya başlayacağı anlaşılıyor.
Avrupa'nın büyük başkentleri aslında, Başbakanın partisi AKP'nin kapatılması için Kemalistlerin Anayasa Mahkemesine başvurularından sonra Kemalistlerle Recep Tayyip Erdoğan'ın İslamcıları arasında ortaya çıkan gerginliğin sonuçlarını bekliyor, ki bunun da birkaç ay sürmesi bekleniyor.
Brüksel'de, siyasi sistemin üyelik müzakereleri çerçevesinde yapılması gereken değişiklikleri ilerletmekteki güçsüzlüğü nedeniyle, 2007'de de olduğu gibi 2008 yılının da Türkiye için "kayıp bir yıl" olacağına inanılıyor.
Geçen haftalarda Türk Hükümetine art arda uygulanan baskılar AB-Türkiye ilişkilerinde gelişmeler kaydedilmesi amacıyla değil, daha çok Ankara'nın tepkilerini ölçmek için yapıldı. İlk çıkışı Türkiye-AB Karma Parlamento Komitesinden AB Parlamenteri Joost Lagendijk, İngiliz ve Türk vakıfları tarafından düzenlenen bir uzmanlar panelinde yaptığı konuşmada, "Avrupalılar ve ben de reform bekliyoruz, ancak yapılmıyor" şeklindeki açıklamalarıyla yaptı.
AKP'nin kapatılmasına ilişkin başvurunun Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olanları memnun edecek bir adım olduğunu ifade eden Lagendijk, hükümetin gerekli reformları yapmasını engelleyen "iç krizler kısır döngüsü" yaşandığını ve reformlar yapılmadıkça Avrupa'nın Türkiye'ye verdiği desteğin sabote edildiğini, ancak bu desteğin de reformların yapılması için kesinlikle gerekli olduğunu belirtti. Lagendijk "önümüzdeki altı-dokuz ayda AB yönünde yeni herhangi bir reform göremeyeceğiz, çünkü hükümet davayla uğraşacak" değerlendirmesinde bulundu.
Ardından Ankara'yı ziyaret eden Komisyon Başkanı Jose Barroso "Türkiye gelecekte AB üyesi olmayı istiyor ise, Avrupa Birliği'nin talep ettiği reformları gerçekleştirmesi gerekir" dedi. Barroso, Türkiye'nin bir dereceye kadar bir ilerleme kaydettiğini vurguladıktan sonra, Ankara'nın önünde "hâlâ uzun bir yol olduğu"nun, Birliğe girebilmek için daha çok çalışması gerektiğinin altını çizdi ve adalet, dini tolerans ve ifade özgürlüğü alanında reformlar yapılması gereğini vurguladı.
AB ile müzakerelerde 35 bölümünden sadece altısının açık olduğu, sekiz bölümün 2006 yılının aralık ayında, yani Türkiye'nin aslında Kıbrıs Cumhuriyeti'nin tanımasına yol açan Gümrük Birliği Protokolü'nü uygulamayı reddetmesi üzerine müzakereden dışlandığı hatırlatılmalı.
Öte yandan Erdoğan, "Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinden başka bir seçenek olmadığını" vurgulayarak, Fransa ve Almanya'nın önerdiği AB ile "imtiyazlı ortaklık ilişkisini" reddetti.
Erdoğan'ın ne dediği ve ne istediği bir yana, büyük bir oy çokluğuna sahip olmasına rağmen, yönetimdeki ikinci dört yılında gerekli değişiklikleri yapmaya kararlı olduğu gözlenmiyor, özel ilişkiden yana eğilimlere karşı çıkacağına, tutumuyla bu eğilimleri güçlendiriyor.
Yunan diplomatik kaynaklarına göre Türk Hükümeti önümüzdeki dönemde savunma ve güvenlik alanında Türkiye-AB bağlarını güçlendirmek amacıyla girişimlerde bulunacak, imtiyazlı bir rol talep ederek, belki de baskı uygulayacak. Bu konu Yunanistan'ı ve çıkarlarını doğrudan ilgilendirdiği için önümüzdeki aylarda gerginlikler yaşanabilir. Ege ve Kıbrıs konuları çözümsüz beklerken, Atina, AB-Türkiye ilişkileri statüsünün yükselmesini, üstelik bu tür konularda, yükselmesini zor kabul edecektir.
İkili temasların sonuç vermemesi nedeniyle Türk Yunan ikili ilişkilerinde yaşanan durgunluğun, Müslüman azınlık konusunun Kardak krizinden veya 1987 krizinden daha büyük krizlere yol açabileceği açıkça belli olmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Trakya'daki Türk kökenli halka, adında "Türk" kelimesi bulunan dernekler kurma yeteneği sağlamasından sonra, Ankara'nın azınlığı tamamen kontrol altına alması ve bir Yunanlı diplomatın vurguladığı gibi "devlet içinde devlet" olarak çalışmak amacıyla "ikinci bir plan" başlatması bekleniyor.
Ankara sistemli bir şekilde özel kolejler açmak, Türk banka şubesi vasıtasıyla verilecek krediler sayesinde azınlığı ekonomik açıdan kontrol altına almak, Yunan Devletine eğitim ve ekonomik özerklik konusunda baskı yapmak niyetinde. Diplomatik kaynaklar buna paralel olarak, Türkiye'nin Avrupa Mahkemesinin sağladığı kazanımlardan en iyi şekilde yararlanmak ve elbette Lozan Antlaşması'nı ihlal ederek, Müslüman azınlığın etnik Türk azınlık olarak tanınması hedefine ulaşmak amacıyla büyük bir operasyona hazırlanıyor.
Türkiye'nin Balkan ülkelerindeki Türk kökenli halkların tamamının, Kosova'da, Üsküp'te ve komünist iktidarın çökmesinden sonra Bulgaristan'da da etnik Türk azınlık olarak tanınmalarını sağladığı Yunan tarafının gözünden kaçmamalı. Türkiye'nin azınlıkları diğer ülkelerle dostluk köprüsü olarak görmediği açıkça tarih içinde kanıtlanmış olan bir gerçektir. Tam aksine azınlıkları siyasi ve diplomatik hedeflerine ulaşmak için baskı aracı olarak görüyor.
Deneyimli diplomatlara göre Ankara'nın saldırgan politikasına karşı Atina'nın, savunma taktiği uygulamaktan vazgeçmesi, azınlık konusunu ikili ilişkilerden ayırması gerekmektedir. Ayrıca azınlık haklarının çiğnendiğine dair yeni protestolara yönelik halkı kışkırtmak amacıyla azınlık bölgelerini ziyaret etmeye hazırlanan resmî ve gayriresmî ziyaretçileri daha etkili bir şekilde kontrol etmek, Yunan yönetiminin elindedir.
Ankara'nın politikasını destekleyen Amerikalılar, Lozan Antlaşması'na açıkça itiraz ederek, önümüzdeki dönemde Türkiye'nin herhangi bir talebini desteklemeye hazır, ancak Türkiye'de kendilerini tanımlama cesaretini gösteremeyen milyonlarca Kürt'ten söz etmiyorlar.

 

İSVİÇRE BASINI

NEUE ZÜRCHER ZEITUNG: "TÜRKİYE'DE KOZMETİK REFORM"

BERN, 02/05(BYE)--- Tirajı günde 143 bin olan Neue Zürcher Zeitung'un 2 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Jan Keetman imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:

--301. Maddede Küçük Değişiklikler--

Türkiye parlamentosu, Türklüğe hakaretin cezalandırılmasını öngören Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesini, Avrupa Birliği'nin ısrarı üzerine biraz yumuşattı. Eleştirmenler kozmetik değişiklikten bahsediyorlar.
Türkiye parlamentosu, Türklüğe ve Türk milletine hakarete ilişkin Türk Ceza Kanunu'nun kötü şöhretli 301. maddesinin değiştirilmesine ilişkin düzenlemeleri, salıyı çarşambaya bağlayan gece yapılan sekiz saatlik görüşmenin ardından kabul etti. Sabah yapılan oylamada, 250 milletvekili reformdan yana oy kullanırken, 65'i karşı çıktı. Değişikliğin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından da onaylanması gerekiyor, ancak buna kesin gözüyle bakılıyor.
301. madde en başta, Türkiye'nin Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilere soykırım yaptığı tezini savunan ya da Türk ordusunu eleştiren yazar ve gazetecilere karşı kullanıldı. AB, tartışmalı bu maddenin değiştirilmesini yıllardır talep ediyordu. Değişiklik ancak şimdi Erdoğan hükümeti tarafından, diğer tartışmalı kuralların yerini almak üzere gerçekleştirildi.
Yeni düzenlemede artık Türklüğe hakaretten söz edilmiyor, onun yerine Türk milletinin aşağılanmasından bahsediliyor. Eskiden olduğu gibi şimdi de devlet, parlamento, hükümet ve yargı organlarına hakaret edilemeyecek. Aynı durum, ayrı bir madde halinde ele alınan bölümle ordu ve güvenlik güçleri için de geçerli. Verilebilecek en yüksek ceza, üç yıldan iki yıla indirildi ve soruşturma açılmadan önce Adalet Bakanlığından izin alınması gerekiyor. Düzenlemeyi eleştirenler bunu, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk gibi ünlü kişilerin yargılanarak Türkiye'nin yurt dışında zarar görmesinin önlenmesine yönelik siyasi bir ince ayar olarak görüyorlar.
Uluslararası PEN Kulübü, maddenin tamamen kaldırılmamasını üzüntüyle karşıladığını bildirdi. PEN Kulübü, özellikle de devlet kurumlarına karşı eleştirel yorumların hala "hakaret" olarak hapis cezası soruşturması tehdidi altında olmasını eleştirdi. Pen Kulübü halihazırda Türkiye'de sadece dörtte biri 301. madde kapsamında bulunan ve yaklaşık 100 yazar ve yayıncı hakkında açılan veya sonuçlanmış olan davayı izliyor.
PEN Kulübü özellikle, Ermeni sorunu hakkında bir kitap yayınlamış olan Ragıp Zarakolu adlı yayıncının durumuna dikkat çekiyor. Değişiklik hakkındaki görüşleri sorulan Zarakolu, bunun sadece bir "makyaj" olduğunu söyledi. Muhalefet, tam kadro değişiklik aleyhinde oy kullanırken, Kürt yanlısı DTP, değişiklikleri yetersiz bulduğu için çekimser kaldı. DTP hakkında, iktidardaki AKP'ye karşı olduğu gibi, kapatma davası devam ediyor.

LE TEMPS: "AB, ENERJİ STRATEJİSİ KONUSUNDA İSVİÇRE'DEN AÇIKLAMA BEKLİYOR"

ANKARA, 02/05(BYE)--- İsviçre'de yayımlanan Le Temps gazetesinin 02 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Richard Werly imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan haberin özet çevirisi şöyledir:

--Avrupa Komisyonu, İsviçre'nin İran ile Yaptığı Doğalgaz Anlaşması ve Türkiye ile Yürüttüğü Müzakereler Konusunda Bilgilendirilmemesine Şaşırdığını Bildirdi--

Avrupa Komisyonu Enerji ve Ulaştırma Genel Müdürlüğü "bizi pek ilgilendirmez" açıklamasında bulundu. AB'nin enerji politikasının, Tahran'da İsviçre-İtalyan grubu EGL ile İranlı Nigec (National İranian Gaz Export Company) arasında 17 Mart'ta imzalanan doğalgaz anlaşmasından etkilendiğini düşünmek, resmi olarak söz konusu olamaz.
Ayrıca İsviçre ve Türkiye arasında enerji konusunda işbirliği hakkında 22 Mart'ta Roma'da başlatılmış olan müzakerelerin de AB'nin Ankara ile ilişkilerini zorlaştıracağını da ima etmek söz konusu olamaz.
Genel Müdürlükten Brendan Devlin, "İsviçre AB üyesi değil, dolayısıyla tek başına hareket edebilir. Bunun farkındayız. Ancak sorun, gerçek çıkarlarının nerede olduğu. Şayet Konfederasyon ve EGL, Avrupa'nın enerji sağlama mekanizmasında yer almak ve eşit şekilde muamele görmek istiyorsa karşılıklı bir bilgilendirme şart" açıklamasında bulunuyor.
Sorun da burada zaten. İran ile yapılan anlaşma Brüksel tarafından "farkedilmiş" olsa da, Roma'daki enerji forumu sırasında Türkiye ile başlatılan müzakerelerden Komisyonun haberi bile olmadı. Avrupalı bir muhatap muhabirimize, "İsviçre tarafından kimse bize bilgi verme zahmetine girmedi. Sizin aramanızın ardından, Brüksel'deki İsviçre Büyükelçiliğini arayıp bilgi almak zorunda kaldım" açıklamasında bulundu.

--Normlara Riayet Edilmemesi--

Oysa Türkiye ile doğalgaz transferi konusunu görüşmek kolay değil. Brüksel ve Ankara, çevre normları ve Türk enerji sektörünün yeniden yapılandırılması konularında tamamen zıt noktadalar. Türkiye, sürekli "geçiş ülkesi" pozisyonunu istismar etmekle ve AB ile imzalamış olduğu Enerji Sözleşmesine riayet etmemekle suçlanıyor. Kısacası, Türk hükümeti, AB üyeliğinden ne kadar uzaklaşırsa o kadar doğalgaz silahını kullanıyor. Elbette, Türk topraklarından geçen Avrupa'nın Nabucco doğalgaz projesinin geleceği söz konusu. Konunun uzmanlarından Suzanne Nies, "Konu rahatsızlık verecek bir hale geldi. Türkiye'nin zarar verme kapasitesi her yerde sıkıntı yaratıyor. İsviçre bunu görmezden gelemez" açıklamasında bulunuyor.
İran enerji dosyası da siyasi açıdan pek sağlam değil.
İsviçre bu konularda sessiz kalıyor. Brüksel'de gelecek hafta, Avrupa'nın enerjiden sorumlu Komiseri Andris Piebalgs ile EGL yetkilileri arasında bir görüşme ayarlandı. Ancak görünüşe göre konu o kadar hassas ki, şirketin Zürih yönetimi bu görüşmeyi doğrulamak istemedi.

TAGES-ANZEIGER: "ERDOĞAN'IN ACİL YARDIM SİNYALİ"

BERN, 06/05(BYE)--- Tirajı günde 216 bin olan Tages- Anzeiger gazetesinin 6 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Kai Strittmatter imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:

--AB ve Türkiye--

İngilizce'de "May Day", 1 Mayıs'taki Emek Bayramı. Tek bir sözcük olarak "mayday" olarak yazılırsa bu, gemilerin batmadan önce ve uçakların düşmeden önce gönderdikleri acil yardım sinyali olur. Bazen, çok sıkışmış demokrasilerin de. Bugünkü salı AB Troykası (Slovenya ve Fransa Dışişleri Bakanları ile AB Komiseri Olli Rehn) Ankara'da. Hakkında yasaklama süreci devam eden bir hükümeti ziyaret için. Aslında AB temsilcileri Erdoğan'a arka çıkmak ve böylece demokrasi için bir işaret vermek istiyorlardı. Ama bu şimdi o kadar kolay olmayacak. Çünkü Erdoğan Hükümeti 1 Mayıs'taki baskıcı tavrı ile öylesine yıkıcı, öylesine gereksiz bir kaygı sinyali verdi ki, insan soramadan edemiyor: Niye? Erdoğan kendini neredeyse, siyasi bir ölüm hevesinin havasına kaptırmış gibi görünüyor.
Hatırlatma: Türkiye'yi bir şeriat devletine dönüştürmek istediğini ileri süren Erdoğan'ın rakipleri, onun partisini siyasi arenadan silmek istiyor. "Saçmalık" diyor Erdoğan: İktidarlarını kaybeden ve sonuçta demokrasiyle uzlaşamayan eski otoriter elit zümrenin tezgahı bu. Erdoğan'a sıkı destek olanlar arasında sadece muhafazakar AKP seçmenleri değil, ülkedeki liberal güçler ve Avrupa da vardı. Haklı olarak. Fakat perşembe gününden beri bu gruplar, Erdoğan'ın son müttefikleriyle arasını bozmaya itenin ne olduğunu soruyor.
İstanbul'da 1 Mayıs'ta meydana gelen olaylar, polis şiddetine alışık birçok Türkü bile şoke etti. Hiç ihtiyacı olmadığı halde İstanbul Valisi -Erdoğan'ın parti arkadaşı- polisi göstericilerin, sendikacıların ve gazetecilerin üstüne saldı. Ve polisler de şiddet uyguladı, yerde yatan göstericilerin üzerinde tepindiler, yaralıların sığındığı bir hastaneye bile göz yaşartıcı bomba attılar. Erdoğan, bunları destekledi. Bu, Erdoğan'ın, "polis devleti" ve "AKP terörü" diye bağıran rakiplerine Tanrının hediyesi gibi oldu. Ve Erdoğan'ı destekleyenler, itiraz edemediler.

--AKP, AB'nin En Büyük Umudu Olarak Kalmaya Devam Ediyor--

Erdoğan'ın yasaklama davasında, siyasi olarak hayatta kalabilme mücadelesindeki ana tezi, demokrasi. O halde şimdi kendisi farklı düşünenlerin özgürlüğü konusunu o kadar da ciddiye almadığı kuşkusunu neden uyandırıyor ki? Olası bir açıklama, Erdoğan'ın da sistemdeki gerici güçlere, bireye karşı devleti ön planda tuttuğunu göstermeye çalışıyor olması olabilir. Türklüğe ilişkin 301. maddede yaptığı reform da bunun başka bir kanıtı olabilir.
Ancak, böyle bir hareket tarzı ülke için yıkıcı olur ve Erdoğan'ı kurtarmaz bile. AB, Erdoğan'a karşı net sözler bulmalı. Ve ona yine de destek olacağını göstermeli. Çünkü -Türkiye demokrasisinin açmazı burada- önemli partiler arasında, 1 Mayıs'tan sonra bile AB'ye umut vermeye devam eden parti AKP.

LE TEMPS: "TÜRKİYE KARIŞIKLIK İÇİNDE, BELKİ DE BUNA SEVİNMEK GEREKİR"

ANKARA, 06/05(BYE)--- İsviçre'de yayımlanan Le Temps gazetesinin 6 Mayıs 2008 tarihli sayısında, Diba Nigar Göksel imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin özet çevirisi şöyledir:

--Avrupa İstikrar İnisiyatifi Nezdindeki Siyaset Bilimci Diba Nigar Göksel, Çağdaşlık ve Gelenek Arasında Bocalayan Türk Toplumunun Çelişkilerini Ortaya Koyuyor--

Günümüz Türkiye'sinde kimse gönülleri almayı umut edemez. Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Türkiye ziyareti sırasında Türk Parlamentosunda yaptığı konuşmasında, halihazırda iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisine (AKP) karşı açılan davayı ele almadı, başörtüsü konusuna imadan özenle sakındı, hatta muhalefetten tüm yetkililerin bürolarına ziyarette bulunarak görüştü.
Bütün bu çabalara rağmen Barroso ve Olli Rehn'in AKP'ye destek vermek için ziyaret düzenledikleri konusunda suçlamalar işitiliyor. Hatta bazıları işi, Barroso ve Rehn'in, Türk Devleti ve -laikliğine ve toprak bütünlüğüne saldırı gibi- üzerine çöken tehditlere saygı göstermediklerini belirtmeye kadar vardırıyor.
2004 yılından 2008 yılı başına kadar Türk toplumunda AB'ye destek yüzde 70'lerden yüzde 40'a düştü. Bu durum genel olarak Birliğin, Türkiye'yi oyaladığı ve ne kadar gelişme olursa olsun sonuçta üyelik talebini geri çevireceği inancına dayandırılıyor.
Türk toplumu 2005 yılına göre katılıma daha soğuk baksa da AKP hedefinden sapmadı. Sanki Türkiye kendine, Birliğe üye olmak yerine bölgesel bir güç rolü oynama imajı çiziyor. Muhalefetin 2007 seçimlerine kadar sürdürdüğü bu düşünceyi destekleyen açıklamalarıyla AKP, Avrupa'ya entegrasyon lehine olan tek siyasi parti oldu. Nisan ayı başında ise AKP'ye açılan dava, parti seçmenlerinin AB'ye katılım desteğini artırdı.

--Şayet Muhalif Kampların Nüfuzlarını Ölçmek İçin Bir Kriz Gerekiyorsa Bu Demokrasi Lehine Dönüşecektir--

Ülkede istikrar için gerekli olan uzlaşma alanını bulmak için, Avrupa entegrasyonu süreci yönünde yenilenmiş ve içten bir girişim başlatmak gerekli. Vatandaşlar, çağdaşlığın gelenekle çelişkilerini, duygusal ve spiritüel ihtiyaçları ekonomik gerçeklerle ve güvensizliği girişimlerle uyumlu hale getirecek yolların izlerini Avrupa'nın toplumsal normları ve akılcı bir yönetimle sağlayabilirler.
Dolayısıyla Türk toplumu kişisel özerkliğe ayrıcalık vermekle başlamalıdır. Bu tavır değişikliği kuşkusuz, muhafazakar olan AKP ile kolaylıkla yapılmayacaktır.
Sosyal ve ekonomik planda çok az Türk tek başına tamamen bütün ihtiyaçlarını karşılayabilir. İnsanlar, kişisel değerin varlığına inanmıyor, hukukun üstünlüğü yok ve toplumsal koruma sisteminin zayıflığı özellikle kadınlar olmak üzere ekonomik imkanlardan en yoksun olanların seçeneklerini sınırlandırıyor.
Muhafazakar bir parti olarak AKP, bireylere getirilecek kurumsal çözümlerin aleyhine, ailevi değerlere ayrıcalık veriyor. Ancak siyasi ve ideolojik açıdan tarafsız devlet kurumları tarafından hazırlanan sağlam toplumsal hizmetlerin yoksunluğuyla, toplumun büyük kesimleri kendi seçimlerini yapma yeteneksizliğini sürdürecek.
AKP, kapatılmasını talep eden davanın açılmasıyla entegrasyon sorununu siyasi programının en üst sırasına yerleştirmeyi iyi düşündü. Hükümet, partinin geleneksel temelinden çok, toplumun bütününün yararlanacağı bir reform paketi hazırlıyor. Hükümet, bir uzlaşmaya varmak için, çeşitli toplumsal çıkarlara eş zamanlı cevap vermek gerektiği bilincine vardı.
Oportünistlik veya değil, bu durumda işleyen demokrasi. Şayet düşman kampların nüfuzlarını ölçmek için kriz gerekiyorsa, belki de bu karışıklık demokrasinin yararına dönüşebilir.

 

SIRBİSTAN BASINI

POLITIKA: "TÜRKİYE'NİN AB KARŞISINDAKİ TAVİZLERİ"

ANKARA, 06/05(BYE)--- Sırbistan'da yayımlanan Politika gazetesinin 6 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

Türk milletvekilleri, nihayet birçok gazeteci, yazar ve insan hakları savunucusunun mahkeme salonlarında ve hapishanelerde sürünmesine neden olan Türk Ceza Kanunu'nun o meşhur 301. maddesini değiştirdi. Bu maddeye dayanarak kendilerini memleketin koruyucuları olarak adlandıranlar, bir anda, tüm dünyada tanınmış Nobel Ödülü sahibi Orhan Pamuk'u bile devletin düşmanı ilan etmişlerdi.
Meclisin bu kararı, her ne kadar bu maddenin eksik bir yanı olsa da, ülke içinde ve dışında çoğunluk tarafından iyi karşılandı.
AB sözcüsü, 301. maddeden sonra, diğer suç yasalarında da yeni değişiklikler beklediklerini açıkladı.
Bundan sonra sadece, "Türk ulusuna hakaret" cezalandırılacaktır. İfade özgürlüğüyle ilgili hapis cezaları üç yıldan iki yıla indirildi. Bu şekilde geçmişte yaşanan kötüye kullanma durumunun engellenmesi bekleniyor.
Daha önce, Pamuk'a sadece, "Türkiye'de 1915 yılında 1.5 milyon Ermeni ve 30.000 Kürt öldürüldü" şeklinde söylediği cümleden dolayı dava açılmıştı. Pamuk'a karşı açılan davanın AB'nin çok büyük baskıları sonucu düştüğü söyleniyor.
Kader, Ermeni asıllı Türk gazeteci Hrant Dink'e daha büyük oyun oynadı. Dink, "Agos" gazetesine Türkiye'de Ermenilere soykırım uygulandığı açıklamasını yaptığı için altı ay hapis cezasına çarptırıldı. Bundan sonra sürekli tehditlere maruz kalan Dink, bir yıl önce de İstanbul'da henüz netleşemeyen bir şekilde öldürüldü. Bu olayın arkasında hala insanları susturmaktan yana olanların olduğu düşünülüyor.
Türkiye için bu gelişme, aslında her ne kadar biraz utanç verici olsa da, bir adım ileri gidildiğini gösteriyor. Hükümette ise, sonuna kadar giderek sorun çıkartan maddeyi tamamen yok etme cesaretinin olmadığı görülüyor. Sayısı hiç de az olmayan ve sadece muhalefet partilerinde değil, AKP'nin içinde de yer alan radikaller, bu duruma karşı çıkıyorlar.

 

ABD BASINI

UNITED PRESS INTERNATIONAL: "ANKARA 'TÜRKLÜK' YASASINI DEĞİŞTİRDİ"

WASHINGTON, 01/05(BYE)--- United Press International ajansının 30 Nisan 2008 tarihli haber bülteninde, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Yetkililerin bildirdiklerine göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi, "Türklüğe" hakareti suç sayan tartışmalı yasayı değiştirerek Avrupa Birliğini yatıştırmak için gece geç saatlere kadar çalıştı.
AB yetkilileri, Ankara'nın Avrupa Birliğine üyelik başvurusunun bir parçası olarak Türkiye'ye, ifade özgürlüğünü ihlal ettiğini ileri sürdükleri ve "Türklüğe" hakareti suç sayan Ceza Kanunu'nun 301. maddesinin değiştirilmesi çağrısında bulunmuşlardı.
The New Anatolian gazetesi, çarşamba günü, Türkiye Büyük Millet Meclisinin salı günü geç saatlerde 65 karşı 250 lehte oyla, 301. maddede yer alan ve üç yıl hapis cezası öngören "Türklüğe" hakaret ifadesini en fazla iki yıl hapis cezası getiren "Türkiye Cumhuriyeti Devleti"ne ifadesiyle değiştirdiğini bildirdi.
2003 yılından bu yana aralarında 2006 Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan Orhan Pamuk'un da bulunduğu yüzlerce kişi 301. madde nedeniyle tutuklanmıştı.
301. madde karşıtları, değişikliğe rağmen, yasada hala, Türk milliyetçilerinin yazar ve gazeteciler üzerindeki baskılarını sürdürmelerini sağlayabilecek çok sayıda boşluk olduğunu ileri sürüyorlar.

WASHINGTON INSTITUTE: "TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞİ'NDEKİ İMAJ SORUNUNU ÇÖZMEK"

ANKARA, 01/05(BYE)--- The Washington Institute'nin 30 Nisan 2008 tarihli internet sayfasında, Antonia Ruiz Jimenez imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

Şubat 2007 tarihinde Avusturya hükümeti, Türkiye ve AB'nin "değer ve standartlarındaki farklılıklardan" söz ederek, Türkiye'nin katılımı için referandum önerisinde bulunan son Avrupa Birliği üyesi oldu. Öte yandan son veriler bu kültürel farklılıkların kendini çok da göstermediğini ortaya koydu. Bunun yanında Türkiye'nin AB'ye katılım sürecinde zorlukların yaşandığı bir dönemde, ortak Türkiye ve Avrupa değerlerinin öne çıkarılması pekala Türkiye'nin üyelik ihtimalini güçlendirebilir.

--Türkiye'ye Verilen Destek Azaldı--

AB'de kamuoyu yeni devletlerin Birliğe katılım ihtimali konusunda farklı görüşlere sahip, ancak konu Türkiye'ye geldiğinde çok güçlü bir muhalefet var. Avrupa Komisyonu'nun "Eurobarometer" kuruluşu tarafından derlenen araştırmalar, Türkiye'nin AB üyeliğine verilen desteğin, müzakerelerin başladığı 2005 yılından bu yana yüzde 18'e düştüğünü gösterdi. Bunun yanında 1996 yılında Türkiye'nin üyeliğine muhalif olanlar destek olanları yüzde 8 oranında geçerek azınlıkta bırakmışlardı. 2006 yılında ise aradaki fark yüzde 35'e ulaştı. Bu bağlamda uzun vadede, bazı AB üyesi ülkeler tarafından önerilen (diğerlerinin yanı sıra Fransa ve Avusturya) katılım referandumları, -diğer tüm gerekli koşulları yerine getirmiş olsa da- Türkiye'nin AB'ye katılım girişimini engelleyerek Ankara aleyhine olacaktır.
Görülen kültürel farklılıklar, AB içerisinde Türkiye'nin üyeliğine destek verilmemesinin başlıca nedeni. Eurobarometer'in 2006 tarihli araştırması AB vatandaşlarının yüzde 61'inin bu farklılıkların "çok önemli" olduğunu ve özellikle de Türkiye'ye verilen desteğin en az olduğu ülkelerde bu düşüncenin oldukça yüksek olduğunu -Almanya'da yüzde 74 ve Yunanistan'da yüzde 79- göstermiştir.

--Bir Değerler Sınavı-

Muhalefete rağmen Türkler Avrupalılar pek çok değeri paylaşmaktadır. 2006 yılında yapılan aynı araştırmada Eurobarometer, AB üyesi ülkelerin ve aday ülkelerin vatandaşlarına aşağıdaki listeden en önemli sosyal değerleri seçmelerini istedi. Bu liste şu şekildeydi: hukukun üstünlüğü, insan hayatına saygı, insan haklarına saygı, bireysel özgürlük, demokrasi, barış, eşitlik, kardeşlik, hoşgörü, din, kendini gerçekleştirme ve diğer kültürlere saygı. Verilen cevapların karşılaştırılması Türkiye'nin AB'den çok da farklı olmadığını gösterdi.
Araştırmaya göre 15 AB ülkesini, "AB'nin merkezi" olarak kabul edersek Türkiye bu merkeze, 2004 veya 2007 yılında Birliğe katılan Macaristan, Litvanya ve Romanya gibi bazı üye devletlerden daha uzak değildir. Yine de Türkiye dışında, bu ülkelerden hiç biri ne katılım süreçlerinin bir parçası olarak referandumla karşı karşıya kaldılar ne de kamuoyu adaylıklarına bu kadar olumsuz bakıyordu.
Aslında önerilen 12 değerden sadece ikisinde farklılık görüldü: din ve barış. Diğer tüm değerlere (ki bunlardan çoğu AB'nin yasal sisteminin temelini oluşturmaktadır) Türkiye'de diğer 15 AB ülkesinde olduğu kadar, bazı durumlarda daha fazla değer verilmektedir. Örneğin Türklerin çoğu "hukukun üstünlüğünü" (AB'nin 15 üye ülkesindeki orandan yüzde 5 daha fazla), "insan hayatına saygı" ( yüzde 6 daha yüksek), "insan haklarına saygı" (yüzde 9 daha fazla) ve "demokrasi"yi (yüzde 4 daha yüksek) seçmiştir.

--Kültürel ve Dini Farklılıklar--

Bu ortak değerler göz önüne alındığında Avrupalıların "kültürel farklılıklara" ilişkin düşüncelerinin, ülkelerine Müslüman göçmen korkusundan kaynaklandığı görülmektedir. Aslında Türkiye ile AB arasındaki kültürel farklılığın "çok önemli" olduğuna inanan Avrupalıların yüzde 85'i Türkiye'nin Birliğe katılımının daha fazla Müslüman göçmeni getireceğinden endişe ediyor.
Pew Center'in 2005 yılı araştırması ve Global Attitudes araştırma şirketinin 2006 tarihli kamuoyu yoklaması, yüksek Müslüman göçmen oranına sahip ülkelerin İslam'ın gereklerini yerini getiren kişilere karşı olumsuz bir tavır içerisinde olduğunu gösterdi. Örneğin, İngiltere vatandaşlarının yüzde 20'si, Fransızların yüzde 35'i, Almanların yüzde 54'ü ve İspanyolların yüzde 62'si Müslüman göçmenlere karşı böyle bir bakış açısına sahip. Bu Avrupalılar, Müslümanların asimile edilmek istemediklerini ve İslam kimliklerine sıkı sıkıya bağlı kalacaklarına inanıyorlar.
Onlar için nüfusunun büyük bir bölümü Müslüman olan 70 milyonluk Türk halkının AB'nin parçası haline gelmesi kültürel bir tehdit teşkil ediyor. Türkiye'de vatandaşların dine atfettiği kişisel değer Avrupa'dakinin çok üstünde. Türkiye'de halkın yüzde 29'u dini en önemsediği üç değer arasında gösterirken Avrupa'da bu oran yüzde yedi. AB'deki hem laik hem de dindar Hristiyanlar Türkiye'nin katılımına belirli nedenlerle karşı çıkıyor: Laikler daha fazla dindarlığın akın etmesinden korkuyor, dindarlar ise daha fazla sayıda Müslüman'ı inançlarına yönelik bir tehdit olarak algılıyor.

--Türk Katılımını Desteklemek--

Avrupa'nın çözümlenememiş bu kimlik probleminin yanı sıra Türkiye'nin AB'deki imaj sorunu da sürecek gibi görünüyor. 2006'da yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre, AB ve Türkler arasında büyük kültürel farklılıklar görmeyen Avrupalılar, Türkiye'nin adaylığına güçlü bir şekilde destek verme eğiliminde. Bir AB vatandaşı Birlik ve Türkiye arasında farklılıklardan daha çok benzerlikleri görmeye başladığında Türkiye'nin katılımına destek verme olasılığı yüzde 12'den 89'a yükselecektir.
Kültürel anlayışı desteklemek için ABD hükümeti Türk büyükelçilikleri ve Türk hükümeti -Avrupa vatandaşlarını Türkiye ve AB arasında paylaşılan değerler konusunda eğitmek için- AB elitleri ile (Avrokratlar, ulusal politikacılar, akademisyenler ve gazetecilerle) çalışabilir. Bu tarz bir strateji en azından bazı Avrupalıların Birliğe bir "din" devletinin girmekte olduğu yönündeki endişelerini gidermek için Türkiye'nin laik bir devlet olarak kaldığını da vurgulayabilir.
Bu bağlamda Avrupalı seçkinlerin rolü büyük. Türkiye'nin katılımı sorununun Müslüman göç korkusundan ayırt edilmesine yardımcı olabilirler. Bu şekilde Türkiye'nin AB katılım ihtimali güçlenecektir. Türkiye'nin katılımına ilişkin ifade tarzı Müslümanlara değil Türklere odaklanmalıdır. Örneğin Almanya'daki pekçok Türk, Alman politikacılar ve medyanın gözünde 11 Eylül saldırılarından önce "Türk" iken 11 Eylül'den sonra aniden "Müslüman" olduklarından yakınıyorlar. Türkiye ve Avrupalı elitler Müslüman Türkleri, İslam ve Avrupalı hükümetlere bağlılığın ve vatandaşlık yükümlülükleri ile ulusal sevginin uyum içinde olabileceği çağrışımını desteklemek için AB'deki Türk kuruluşlarıyla çalışmalıdır. Ek olarak, AB genişleme tarihi yeniden gözden geçirilmelidir; Polonya ve İspanya gibi görece büyük ve fakir ülkelerden beklenen kitlesel göçler asla gerçekleşmedi çünkü AB'ye girer girmez artan iş imkanları ve gelirde meydana gelen artış vatandaşların ülkelerinde kalmalarına neden oldu.
Tüm bunlar bağlamında dinin AB'de sözü edilmeyen rolünün bir noktada, AB ve Türk vatandaşlarını dini hoşgörü konusunda eğitmenin bir yolu olarak açıkça tartışılması gerekmektedir. Bu tartışma Türkiye, AB Komisyonu ve ABD hükümeti dahil tüm taraflarca desteklenmelidir.

CSIS: "TÜRKİYE'NİN KESİLEN AB YOLCULUĞUNU CANLANDIRMAK"

ANKARA, 01/05(BYE)--- Washington merkezli düşünce kuruluşu Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi'nin (CSIS) 1 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, Türkiye Projesinde Yardımcı Araştırmacı Seda Çiftçi imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Hükümeti 10-12 Nisan 2008 tarihleri arasında Türkiye'ye ilk resmi ziyaretini yapan AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso'yu ağırladı. Barroso'nun AB Komisyonu Genişleme Komiseri Olli Rehn eşliğinde yaptığı Ankara ve İstanbul ziyaretleri genel olarak, Türkiye'nin fiilen kesilmiş bulunan katılım müzakerelerine ivme kazandıracak bir fırsat olarak yorumlandı. Bir diğer önemli nokta da şu ki, bu ziyaret, Anayasa Mahkemesinin kapatma tehdidiyle karşı karşıya olan AKP tarafından da bir destek gösterisi olarak yorumlandı. Ziyaretin, Türkiye'nin AB girişimini canlandırıp canlandırmayacağı kesin değilse de kendi içinde bulunduğu nahoş durumun AKP hükümetinin AB'ye ilgisini canlandırdığı aşikar.

--Yavaşlamanın Anatomisi--

AKP Kasım 2002'de iktidara geldiğinde en önemli hedef olarak belirlediği AB üyeliğine odaklandı. AB Kopenhag Kriterlerini karşılamak için gerekli reform paketlerindeki zamanlaması sayesinde Ekim 2005'te üyelik görüşmelerini başlatma hedefine ulaştı. Ne var ki daha sonra, tepkiyle karşılanılan bir yavaşlama sürecine girdi. Parti karşıtları AKP'nin gözle görülür bu isteksizliğini AKP'nin AB üyeliği girişimlerini Türkiye'yi Batı'dan uzaklaştıracak "gizli bir İslami gündem"i olduğuna dair suçlamaları çürütme çabasının bir kanıtı olarak gördüler. Aslında sürecin duraksaması, Türkiye'nin iç meselelerine dönmesi ve Avrupa'da da bu üyeliğe muhalefetin artmasının bir sonucuydu.
AB'nin AKP hükümetinin öncelikler listesinden çıkmasının en belirgin işareti, AB Başmüzakerecisi Ali Babacan'ın bu önemli rolüne ek olarak ekonomiden sorumlu Devlet Bakanlığına, daha sonra da Dışişleri Bakanlığına getirilmesi ve bu görevleri bir arada yürütmek zorunda kalmasıydı. Brüksel'de girişimlerde bulunmaya zamanı kalmayan Babacan, AB yetkililerinin bütün hatırlatma ve uyarılarına rağmen hükümetin ek reform paketinin gereğini yapmada ağır davranması nedeniyle ülke içindeki ve dışındaki AB yanlılarının eleştirilerine maruz kaldı. Reform paketi, Türklüğü tenkidi suç sayan 301 sayılı Ceza Kanunu maddesinin yeniden düzenlenmesinin yanında ifade özgürlüğü, kadınlar, sendikalar, dini-etnik azınlıklar ve Kürtlerle ilgili bazı değişiklikleri içeriyordu.
Ankara-Brüksel görüşmeleri, AB'nin, Türkiye'nin 2005'te imzaladığı Gümrük Birliği anlaşmasının gereklerini yerine getirmesi için gösterdiği ısrar nedeniyle de olumsuz etkilendi. Bu anlaşma, Türkiye'nin deniz ve hava limanlarını Kıbrıs Rum kesimi gemi ve uçaklarına açmasını da öngörüyordu. Türkiye'nin bunu reddetmesi üzerine AB müzakerelerinin 35 başlığından sekizi, Aralık 2006'da askıya alınıp sorun çözülmeden başlıklardan hiçbirinin kapatılmayacağı açıklandı.
AB'nin, Türkiye'den Kıbrıs konusunda tek taraflı geri adım atması talebi, Türk halkının Avrupa hayalinden soğumasına ve 2004'te AB üyeliğine verilen destek yüzde 73 iken 2007'de yüzde 40'a kadar geriledi. Dolayısıyla da Avrupa'nın Türkiye aleyhindeki görüşleri giderek güçlenirken AB ülkeleri arasında Türkiye'nin üyeliğine destek verenler azınlıkta kalmaya devam etti. Nitekim, AB ülkelerinin desteği 2007'de sadece yüzde 21 idi.
Aslında AKP hükümeti, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Türkiye'nin "üyelik hedefine ulaşmak ne kadar zor olur veya uzun sürerse sürsün vazgeçmeyeceği" yolundaki ifadelerine rağmen, AB'nin üyelik şartlarıyla 2007'deki cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleriyle bağlantılı iç mecburiyetleri dengelemek zorunda kaldı. Erdoğan, gittikçe daha milliyetçi ve yabancı düşmanı bir kitleye dönüşen Türk seçmeninin AB taleplerine duyduğu nefret kadar nüfuzlu Genelkurmay Başkanlığının hassasiyetlerinin de farkındaydı. Dolayısıyla da AB ile yolunda daha düşük viteste ilerlemeyi tercih ederken Türkiye'nin AB'ye kabul edilmemesinin bir "felaket" olmayacağını, çünkü ülkenin "kendi yolunda ilerlemeye devam edeceği"ni ifade ediyordu.

--AB Yoluna Dönüş--

Erdoğan ve AKP 2007'nin siyasi fırtınalarını atlatmayı başardı. AKP'nin nihai emelleri hakkında endişe duyan laikler 2007'de kitlesel gösteriler düzenlemiş, Genelkurmay Başkanlığı da bir muhtıra yayımlamıştı. AKP ise temmuz ayındaki parlamento seçimlerinde ikinci kez zafer elde ederken AKP'nin çoğunluğu oluşturduğu TBMM ağustosta Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı seçmişti. Bütün bunlara rağmen Erdoğan Hükümetinin, seçimlerin ardından -şubat ayında üniversitelerde başörtüsü yasağını hafifletmesi gibi- iç meselelere odaklanması nedeniyle AB yolunda çok az ilerleme kaydedildi. Ancak 14 Mart'ta Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın laiklik ilkesini çiğnemekle suçladığı AKP'yi kapatmak ve aralarında Erdoğan ve artık AKP üyesi olmayan Gül'ün de bulunduğu yetmiş parti üyesini siyasetten men etmek istemiyle sunduğu iddianamenin Anayasaya Mahkemesince 31 Mart'ta kabul edildiği beyanıyla dava sürecinin başlaması siyasi gündemi değiştirdi ve AKP'yi uluslararası destek sağlama çabasıyla AB'ye yöneltti.
Rehn 17 Mart'ta yaptığı açıklamada, "Normal bir Avrupa demokrasisinde siyasi meseleler parlamentoda tartışılıp sandıklarda karara bağlanır, mahkemede değil" dedi. "Yargının demokratik siyasetle uğraşmaması gerektiği"ni söyleyen Rehn, "Bu durumun AB reformlarının gecikmesine veya bu konudaki dikkatin dağılmasına neden olmaması"nı umduğunu belirtti. Babacan 29 Mart'ta AB dışişleri bakanlarının Rehn ile yaptığı uzun bir toplantıya katılmak üzere Slovenya'ya gitti. Rehn, Babacan ile görüşmelerinin ardından yaptığı açıklamada, "Ümit ederim Anayasa Mahkemesi yargıçları, Türkiye'nin AB'ye katılma ve bir Avrupa demokrasisi olma hedefini göz önüne alırlar" dedi. Babacan Türkiye dönüşü uçakta yaptığı açıklamada, Rehn'in, kapatma davasını Kopenhag Kriterlerine aykırı ve AB-Türkiye ilişkilerinde problem yaratacak bir gelişme olarak değerlendirmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirerek Rehn'in, kapatma davasının müzakereleri etkileyeceği uyarısına da değindi.
Barroso Ankara ziyareti esnasında Rehn'in bu mesajlarına atıfla şöyle konuştu: "Demokratik bir ülkede Türk halkının çoğunluğunca seçilen bir partinin bu tip bir davayla karşı karşıya olması normal bir durum değildir. Türkiye AB aday ülkesi olduğu için böyle bir gelişmeye ilgisiz kalamayız. Türkiye bütün enerjisini uzun süredir bekleyen reformları gerçekleştirmeye ve üyelik müzakerelerinde gelişme kaydetmeye harcamalıdır." Asıl zorluğun ivmeyi sürdürmek olduğunu söyleyen Barroso, "Cumhurbaşkanı ve Başbakan'dan üyelik müzakerelerinin öncelik olmaya devam edeceği"ni duymaktan memnun olduğunu belirtti.
Barroso, Türkiye'nin, AB'nin açtığı altı başlığa uyum çabalarına değinmekle beraber "üyelik için büyük önem arz eden" bazı ek reformların gerekliliğini de kaydetti. Erdoğan Hükümetinin, ziyaretinden birkaç gün önce tartışmalı 301. maddeyle ilgili değişiklik teklifini Parlamentoya sunmuş olmasını da sevinçle karşılayan Barroso, aralarında, Güneydoğu Anadolu bölgesinin sosyo-ekonomik gelişimi için iş birliği sağlayacak kapsamlı bir strateji belirlenmesiyle Kürt asıllı Türk vatandaşlarının kültürel ve siyasi haklarının güvenceye alınmasının da bulunduğu bazı ek adımların atılması gerektiğini ifade etti. Barroso ayrıca, Kıbrıs'taki genel durumu iyileştirecek bazı somut adımlar atılmasını da isteyerek Türkiye'ye bu durumun Türkiye'nin üyelik sürecinde kayda değer bir gelişme sağlanmasının önündeki başlıca dış engel olduğunu hatırlattı.
AB'nin AKP hükümetine bu zor zamanında verdiği ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ile Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonunun benzer mesajlarıyla da tekrarlanan desteğin önemi Bush Yönetiminin biraz farklı duruşuyla daha da belirginleşti. Zira Sözcüsünün iddianameyi takiben yaptığı ihtiyatlı açıklamanın ardından Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Bakanlık 15 Nisan'da Türkiye'yle ilgili bir konuşmasında kapatma davasına değinmekten bilhassa kaçındı. Rice davayla ilgili bir soruyu yanıtlarken iddianameyi kınamaktan kaçınırken yargı ve laik demokrasi ilkelerinin önemini vurguladı.
Ancak Türkiye'yle müzakereleri yürütenin, bu meselede öne çıkan üye devletlerin yönetimleri değil de AB Komisyonu olduğunu hatırlamakta fayda var. Bu hükümetlerin Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkması veya bu konuya şüpheci yaklaşmaları şaşırtıcı bir durum değil. Aslına bakılırsa son günlerde, Barroso ve Rehn'in eleştirdiği Türk demokratik sürecine yönelik tehdit, Türkiye'nin coğrafi konumu ve nüfus yoğunluğunun dini ve kültürel farklarıyla birlikte AB'den dışlanmasına yol açacağına inananlara malzeme sağlıyor. Bir diğer önemli gelişme ise, Türkiye'nin AB üyeliğine en fazla karşı çıkan ve ülkesinin 1 Temmuz'da AB Dönem Başkanlığını devraldığı Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin 24 Nisan'da Türkiye'nin üyeliğine her zaman karşı olduğunu, çünkü Türkiye'nin Avrupa ülkesi olmadığını yinelemesi idi.
Öte yanda "yargı darbesi" olarak gördüğü bir durumla karşı karşıya olup kapatılma ve siyasetten men edilme olasılığından doğal olarak rahatsızlık duyan AKP, Barroso'nun dile getirdiği hassas konularda gelişme kaydetmede zorlanabilir. Erdoğan ve partisi aleyhindeki iç güçler de AB'ye daha fazla taviz vermeye karşı çıkıyor. Erdoğan daha fazla risk almaktan kaçınıp AB'ye verilen sözlerle iç meseleleri dengeleme yoluna gidebilir. Sonuç olarak Türkiye'nin AB yolculuğunda yeni bir aşamanın eşiğinde olduğunu söylemek için henüz çok erken olabilir.

BLOOMBERG: "TÜRKİYE, AB YOLUNDA İLERLEMEK İÇİN İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNDEKİ KISITLAMALARI YUMUŞATTI"

WASHINGTON, 30/04(BYE)--- Ekonomi Ajansı Bloomberg'in 30 Nisan 2008 tarihli bülteninde, yukarıdaki başlık altında ve Mark Bentley imzasıyla yer alan Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Türk Meclisi, ülkenin AB yolculuğunda ilerlemeyi amaçlayan bir adım olarak ifade özgürlüğündeki kısıtlamaları yumuşatacak bir yasa değişikliği yaptı.
Meclis Başkan Vekili Meral Akşener, oylamanın ardından, Ankara'daki Meclisin, Ceza Kanunu'nun 301. maddesindeki değişiklikleri 65'e karşı 250 oyla kabul ettiğini açıkladı.
301. madde, aralarında Nobel ödüllü romancı Orhan Pamuk ve bir Türk milliyetçisi tarafından öldürülen Ermeni editör Hrant Dink'in de bulunduğu yüzlerce kişinin savcılarca "Türklüğe hakaret" gerekçesiyle yargılanmaları için referans alınması üzerine AB'nin eleştirilerine neden olmuştu. AB, Türkiye'nin, Birliğin demokrasi standartlarını karşılamada yetersiz olması durumunda üyelik görüşmelerini durdurma hakkını saklı tuttuğunu ileri sürmektedir.
2002'de Türk dış politikası tarihi üzerine bir kitap yazmış olan Profesör William Hale İstanbul'dan telefonla yaptığımız bir mülakatta, "Bu kesinlikle doğru yönde atılmış bir adım, ancak AB'de birçok kişinin, yasanın tümüyle geri çekilmesini istediklerini düşünüyorum. Her şey yasanın nasıl uygulanacağına bağlı. Avrupa'daki diğer ülkelerin kanunlarında da benzeri garip yasalar bulunuyor ancak bunlar neredeyse hiç uygulanmıyorlar" dedi
Meclis bugün "Türklük" ifadesini kaldırarak, savcıların bunun yerine sanıkları Türk devletine hakaret etmeleri durumunda yargılamalarının yolunu açtı. Buna karşın, iddianameye yol açabilecek ön incelemenin başlatılması için dahi Adalet Bakanlığının onayı alınacak.

-- Ticaret Ambargosu --

AB üyeliği konusunda yavaş ilerleme kaydeden Türkiye, 35 siyasi kriterin altısında başlattığı görüşmelerin birini tamamlamıştı. AB, Türkiye'nin, üyesi olan ve Yunanca konuşulan Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yönelik ticari ambargosunu protesto amacıyla sekiz başlıktaki görüşmeleri bloke etmişti.
Komisyon Sözcüsü Amadeu Altafaj Tardio, AB'nin idari kolu olan Avrupa Komisyonunun, değişikliği "ileriye dönük olumlu bir adım" olarak kabul ettiğini ve "Ceza Yasası'ndaki değişikliklerin benzeri yasalarda da yapılması için girişimde bulunulmasını beklediğini" söyledi.
Sözcü, Brüksel'deki basın konferansında, "Artık Türk yetkililerinin bütün Türk vatandaşlarının ifade özgürlüğünü garanti altına almak için reformun uygulanmasına yoğunlaşmaları gerekmektedir" dedi.
301 uyarınca yargılananlar, artık eski Yasadaki üç yıl yerine, altı ay ile iki yıl arasında değişen hapis cezasına çarptırılacaklar.
Yargıçların cezayı ertelemeleri söz konusu olabilecek.
Değişikliğe uğrayan Yasada, Meclis, hükümet, yargı, ordu veya güvenlik güçlerine hakaret edenlere hapis cezaları öngörülüyor, ancak eleştiriler suç olarak kabul edilmiyor.
Değişikliklerin uygulanabilmesi için Yasanın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanması gerekiyor.

WASHINGTON INSTITUTE: "TÜRKİYE'NİN BAŞÖRTÜSÜ YASASI VE AB'YE KATILIMI ÜZERİNDEKİ OLUMSUZ ETKİSİ"

ANKARA, 06/05(BYE)--- The Washington Institute'nin 5 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, Antonia Ruiz Jimenez imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:

Türkiye'de iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Şubat 2008'de üniversitelerde başörtüsü kullanımı yasağını kaldırmaya yönelik iki anayasa değişikliği gerçekleştirdi. Bu değişikliklerin nasıl uygulanacağı belirsizliğini hala korusa da yeni yasaların AB'nin Türkiye'ye bakış açısında olumsuz etkisinin olması muhtemel. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan değişikliklerin bireysel ve dini özgürlükleri -AB'nin yasama organı tarafından korunan iki hak- koruduğunu söylüyor. Ancak, meseleyle ilgili tartışmalar sürerken konunun yarattığı belirsizlik, Türkiye'nin AB'ye katılım girişimini çok daha zora sokarak Avrupa'yı Türkiye'den uzaklaştırabilir.

--Türkiye'de Başörtüsü ve AB--

Türkiye'de geleneksel örtü veya başörtüsü kullanmak hiçbir zaman gerçek bir sorun haline gelmedi; tartışmaların merkezinde, -1980'li yıllarda Mısır'da ortaya çıkan ve saçları ve çeneyi tamamen kapatan- İslami başörtüsü veya türban olmuştur. Türkiye 1982 yılında, tüm kadınların örtünmelerinin istendiği Ayetullah Humeyni'nin İranının yolunu takip etmeyeceğinin siyasi bir göstergesi olarak, üniversitelerde türbanı yasaklamıştır. Bu hareket, bazı popüler liderlerin başörtüsü meselesini siyasi protesto şekli olarak kullandığı bir dönemde Türkiye'nin laik yapısını güçlendirmiştir.
AB'de başörtüsü meselesiyle ilgili yasal statü ve tartışmalar farklı bir yapıdadır. Başörtüsüne yönelik tutumlar kısmen eğitim sistemindeki Müslüman öğrencilerin varlığına bağlı olmuştur. Müslüman göçmenlerin 1960'lı yıllarda geldikleri ve halen Avrupa doğumlu ikinci ve üçüncü kuşak göçmenlere ev sahipliği yapan Belçika, Fransa, Almanya, Avusturya, İsveç, Danimarka ve Hollanda ile İngiltere gibi ülkelerin tümü de bu meseleyle meşgul olmak zorunda kalmıştır. İtalya ve İspanya gibi diğerleri, Müslüman göçmenlerin bu ülkelere Kuzey Avrupa ülkelerinden daha geç gelmeleri nedeniyle, yakın gelecekte bu sorunla karşı karşıya kalacaktır.
Fransa'da 2004 yılında laiklik prensibi göz önünde tutularak okullarda dini inanışları gösteren sembollerin veya kıyafetlerin taşınmasına yasak getirildi. İslami başörtüsü, Yahudi kippası ve aşırı büyüklükte Hristiyan haçları taşımak ilk ve ortaokullarda yasaklandı. Öte yandan başörtü üniversiteler veya yüksekokul kampüslerinde yasaklanmadı.
Almanya'da 2003 yılından bu yana bazı federal hükümetler, Hristiyan ve Yahudi sembollerinin taşınmasına izin verirken öğretmenlerin başörtüsü kullanmasını yasaklıyor. Buna rağmen Federal Anayasa Mahkemesine bireysel davalar açıldığında, kişilere başörtüsü kullanma hakkı sağlanıyor. Zira Mahkeme dini inanışlardan kaynaklanan giyinme konusunda eşit davranmamanın Federal Anayasaya uygun olmadığı hükmüne vardı.
AB'nin geri kalanında ise başörtüsü yasağı uygulanmıyor ve özel okullar genellikle kılık kıyafet yönetmeliklerini kendileri belirleme hakkına sahipler. Bazı istisnalar hariç Hollanda, İsveç, İngiltere, Danimarka, Avusturya ve Belçika'nın Flamanca konuşulan bölgelerinde başörtüsüne izin veriliyor.

--Türkiye'nin AB Üyeliğine Etkisi--

AKP'nin anayasal değişiklikleri çok büyük ihtimalle, Türkiye'nin AB'ye katılımına muhalif Alman ve Fransızlara daha da fazla argüman sağlayacaktır. AB üyesi ülkeler arasında başörtüsü konusunda farklılıklar olmasına rağmen Fransa ve Almanya -halihazırda yasal başörtüsü yasağı bulunan iki ülke- Türkiye'nin Birliğe katılımına muhalefet eden en etkili AB üyeleri.
Anayasa değişiklikleri, dini özgürlüklerle diğer bireysel özgürlükler arasında bir denge bulunmasını da sağlayabilir. Geçtiğimiz günlerde Zaman gazetesinde yayımlanan bir kamuoyu araştırmasına göre, örtülü kadınların yüzde 10'u başlarını ailelerinin veya eşlerinin isteğiyle kapatıyor. Yasanın kadınların başörtüsü kullanmama haklarını korumaması, bireylerin özgürlüklerinin böylesi durumlarda korunacağına yönelik Avrupa standardını ihlal edecektir.
Dahası AB'nin dini özgürlükler konusundaki anlayışı azınlıkların korunmasıyla elele gitmektedir. Türk mevzuatı bu korumayı iki yönlü olarak tehdit edebilir. Bunlardan ilki, kadınlara yönelik geleneksel ayrımcılık nedeniyle AB içerisinde azınlık olarak kavramsallaştırılmıştır ve kadınların haklarının korunması bu sıfatla başörtüsü tartışmasıyla bilhassa ilgilidir. İkincisi, kamu alanlarında başörtüsü kullanılmasının yasak olmadığı Avrupa ülkelerinde yasalar Müslüman azınlıkların haklarını korumaya yöneliktir. Buna rağmen Türkiye'de anayasal değişiklikler, Avrupa Komisyonuna göre, Müslüman olmayan azınlıkların korunmasına yönelik açık tedbirlerin hala yetersiz olduğu bir dönemde Müslüman çoğunluğun haklarını daha da genişletecektir.
Son olarak, Türkiye'nin eğitim ve kamu kuruluşlarına peçenin girmesi halinde bu durum daha da uzaklaşma yaratacaktır. AKP'nin iki anayasal değişikliği nikap, burka veya kara çarşafa açık bir yasak getirmiyor. Neredeyse tüm Avrupa ülkelerinde bu tip kıyafetler giymek ciddi bir şekilde sınırlandırılmıştır ve güçlü bir muhalefetle karşılanmaktadır. Bununla birlikte, başörtüsüne yasak getirilmeyen bu ülkelerde dahi -İngiltere, Hollanda ve İsveç dahil- yüzün kapatılmasına yönelik endişeler oldukça kuvvetlidir.

--Başörtüsü: İslami ve Siyasi Sembol--

Erdoğan 25 Ocak tarihinde Madrid'de, başörtüsünün siyasi bir sembol olarak görülebileceğini söyledi. Türkiye'nin liderlerinin dini kıyafetlere siyasi anlamlar yüklemeye devam etmeleri sadece Türkiye'nin AB'nin laik geleneklerine eklemlenmesini daha da zor hale getirecektir. Çoğu Avrupa ülkesinin geçmişte Hristiyanlığın siyasete müdahalesini engellemeye çalıştığı gibi AB'nin de siyasi İslam meselesiyle uğraşması da kuvvetle muhtemeldir; bu da dinin siyasetin katı bir şekilde dışında tutulmasıyla mümkün olur.

AP: "FRANSIZ BAKAN TÜRKİYE'YE AB ÜYELİK MÜZAKERELERİNDE ADİL DAVRANILACAĞINI TAAHHÜT ETTİ"

ANKARA, 06/05(AP)(BYE)--- Suzan Fraser bildiriyor:

Fransa'nın Avrupa işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Jean-Pierre Jouyet bugün, Fransa'nın Dönem Başkanlığı sırasında yürütülecek üyelik müzakerelerinde Türkiye'ye adil davranılacağına söz verdi.
Jouyet, dönem başkanlığını temmuz ayında devralacak olan Fransa'nın "Türkiye'ye karşı tarafsız, objektif ve dengeli" davranacağını belirtti.
Nicolas Sarkozy'nin cumhurbaşkanlığında Fransa, görece yoksul ve çoğunluğu Müslüman nüfusuyla Türkiye'nin AB'ye katılımı konusunda ihtiyatı elden bırakmıyor ki bu da birliğe üyeliği destekleyen Türkleri endişelendiriyor.
Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan yaptığı bir açıklamada, siyasi sorunların Türkiye'nin üyeliğine engel oluşturmaması gerektiğini söyledi.
Babacan, Jouyet ve diğer AB yetkililerinin de hazır bulunduğu bir basın toplantısında "Bazı siyasi sorunların üyelik müzakerelerini etkilemeyeceğini umuyorum. Dönem başkanlığı esnasında Fransa'nın tarafsız ve yapıcı bir şekilde ve iyi niyetle hareket etmesi önem taşımaktadır" dedi.
Aynı basın toplantısında Slovenya Dışişleri Bakanı Dimitri Rupel ise, "Türkiye'nin eninde sonunda AB'ye üye olacağından hiç şüphem yok" diye konuştu.

 

BAE BASINI

EL HALİÇ: "TÜRKİYE-AB TROYKA TOPLANTISI ANKARA'DA YAPILACAK"

ANKARA, 06/05(BYE)--- Birleşik Arap Emirlikleri'nde Arapça yayımlanan el Haliç gazetesinin 6 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, Hüsnü Mahalli imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

Ankara, bugün Türkiye-AB Troykası Dışişleri Bakanları Toplantısına ev sahipliği yapıyor. Toplantı, iki taraf arasındaki ilişkiler konusunda yeni bir yol haritasının belirlenmesi amacıyla yapılıyor. Toplantıya; AB tarafından Dönem Başkanı Slovenya'nın Dışişleri Bakanı Dimitrij Rupel, Fransa'nın Avrupa işlerinden sorumlu Devlet Sekreteri Jean Pierre Jouyet ve Avrupa Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, Türk tarafından da Dışişleri Bakanı Ali Babacan katılacak.
Bu arada, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Anayasa Mahkemesinin, AKP'yi kapatma ihtimali üzerine yeni bir parti kurma çalışmalarına başladı.
Diplomatik kaynaklar, Fransa'nın, Türkiye'nin AB üyeliğiyle ilgili tutumunun devam edeceğini tahmin ediyor. Temmuz ayında Fransa'nın AB dönem başkanlığını devralmasının, Türkiye-AB ilişkilerinde gerginliğe yol açması bekleniyor. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Almanya Başbakanı Angela Merkel, Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasına karşı çıkmışlar ve Türkiye'ye "imtiyazlı ortaklığı" önermişlerdi. Türkiye, Fransa ve Almanya'nın önerisine karşı çıkarak, tam üyelikten başka seçeneğin olmadığını açıklamıştı.
Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Ankara'nın, Avrupa'nın demokratik reformlarla ilgili isteklerini ve şartlarını yerine getirmekte kararlı olduğunu söyledi. Babacan, Ankara'nın yıllar önce onaylanan reformları uygulamaya devam edeceğini kaydetti. Avrupalı yetkililer, Ankara Hükümetini, Avrupa'nın şartlarını ve reformlarını yerine getirmekte yavaş davranmakla suçlamışlardı.
Öte yandan, Başbakanlık Basın Bürosu, iktidardaki AKP'nin, İslami faaliyetlerinden dolayı açılan kapatma davasına karşılık verme konusunda planlarının olduğu yönündeki bazı yerel basında yer alan haberleri yalanladı.
Milliyetçi bir gazete ve önde gelen televizyon kanallarında biri, Erdoğan'ın, Anayasa Mahkemesinin AKP'yi kapatması halinde, yeni bir parti kuracağını duyurdu.
Kanal D internet sayfasında, yeni partinin kurulması için hazırlıkların tamamlandığı ve bunu Erdoğan'ın, cumartesi günü bir grup basın mensubuyla yediği akşam yemeğinde söylediğini duyurdu.
Başbakanlık Bürosu da söz konusu açıklamalarda yer alan konular ve davete katılanlar listesinin gerçekleri yansıtmadığını bildirdi.

 

KATAR BASINI

EL CEZİRE: "AB, AKP'NİN KAPATILMASI KONUSUNDA UYARDI"

ANKARA, 07/05(BYE)--- Katar'dan yayın yapan el Cezire televizyonunun 7 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:

AB, AKP'nin kapatılması durumunda ortaya çıkabilecek olumsuz gelişmeler konusunda uyardı. AB ayrıca, Türkiye'nin insan hakları ve toplantı özgürlüğü alanlarındaki reformları hızlandırması gerektiğini vurguladı.
Hükümetin son reformları, AB'nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn tarafından övgüyle karşılanmıştı. Rehn, partinin kapatılması durumunda müzakere sürecinde ne gibi bir gelişme olacağı konusunda yorum yapmadı, ancak böyle bir adımın olumsuz sonuçlara neden olacağına işaret etti.
Muhalefet ise, AB'nin, AKP'nin kapatılmasına karşı çıkmasını sert bir biçimde eleştirdi ve onu ülkenin iç işlerine müdahale etmekle suçladı. Kanal D'nin yaptığı açıklamaya göre Erdoğan, AKP'nin kapatılması halinde yeni bir partiyle yola devam edecek. Kanalın internet sitesinde yer alan habere göre, yeni partiyi kurma hazırlıkları tamamlandı.

 

PAKİSTAN BASINI

GEO TV: "TÜRK DIŞİŞLERİ BAKANI ALİ BABACAN'IN GEO TV'YE VERDİĞİ ÖZEL MÜLAKAT"

İSLAMABAD, 04/05(BYE)--- Pakistan'ın özel televizyon kanalı Geo TV'nin 2 Mayıs 2008 tarihli yayınında, Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile yapılan mülakatın çevirisi şöyledir:

SORU: Türk ve Pakistan halkları Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri birbirlerine tarihi, dini ve kültürel bağlarla bağlanmıştır. Bu sıcak ve kardeşçe ilişkiler her zaman iki ülkenin diplomatik ilişkilerinde de karşılık bulmuştur. Şimdi Dışişleri Bakanı Ali Babacan, İslamabad'da yeni hükümetin kurulmasından sonra dost ülkeler arasında Pakistan'ı ziyaret eden ilk Dışişleri Bakanı oldu. Bir günlük ziyaretinin yoğun gündemine rağmen Türk Bakan ve İslamabad Türk Büyükelçiliği bize zaman ayırma nezaketinde bulundu.
Sayın Babacan başlangıçta söylediğim gibi siz PPP ile PML-N'nin yeni koalisyon hükümetini kurmasından sonra dost ülkeler ve Müslüman ülkeler arasında Pakistan'ı ziyaret eden ilk Dışişleri Bakanısınız. Bu ziyaretinizin amaçlarını anlatırsanız mutlu oluruz.

BABACAN: Türkiye ile Pakistan çok özel ilişkilere sahiptir. Türk ve Pakistan halkları arasındaki ilişki çoğu zaman nevi şahsına münhasır olarak tanımlanır ve biz onlarca yıldır süren bu bağı gelecek nesillere aktarmak için çok çalışıyoruz. Ne zaman Pakistan halkı kendini mutlu hissederse, Türk halkı da mutludur. Ne zaman Pakistan halkı problemler yaşarsa Türk halkı da bu problemler için dertlenir. İki ülke arasındaki siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler çok olumlu yönde gelişiyor. Evet, ben yeni hükümetin kurulmasından sonra Pakistan'ı ziyaret eden ilk Dışişleri Bakanıyım. Bu, Pakistan halkı ve hükümetiyle dayanışma içinde olmamızın önemli bir göstergesidir. Ayrıca bu benim sekiz aylık dışişleri bakanlığı dönemimin de ilk (Pakistan) ziyareti. Meslektaşım Kureyşi ile ilişkilerimizin çeşitli yönlerini, ayrıca uluslararası meseleleri konuştuk. Ayrıca Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından da kabul edildim. Çeşitli parti liderleriyle de buluştum. Türkiye ve bölge için önemli olan, Pakistan'ın istikrarlı, müreffeh ve barış içinde yaşayan bir ülke olması. Biz inanıyoruz ki Pakistan bunları yapmaya ve başarılı olmaya muktedir bir ülkedir. Pakistan kendine has eşsiz bir stratejik konumdadır. Çünkü bu bölge için, biz inanıyoruz ki Pakistan bölge barışı ve istikrarı için çok önemli olacaktır. Her zaman olduğu gibi biz daima Pakistan'ın yanında olacağız. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, hemen seçimlerden önce, 2007 yılının Aralık ayında Pakistan'ı ziyaret etmişti. Ve son seçimler Pakistan demokrasisi için büyük bir başarıdır. Seçimler, uluslararası camianın da kabul ettiği gibi şeffaf ve tarafsız bir şekilde gerçekleştirildi. Bu, Pakistan halkının iyi işleyen demokratik bir sistem yönündeki güçlü iradesini göstermesi bakımından da çok önemlidir. Öyle sanıyorum ki Cumhurbaşkanı Müşerref'in seçimlerin başarılı geçmesinde büyük payı vardır. Ayrıca siyasi partilerin geniş tabanlı bir koalisyon kurmak için bir araya gelmeleri de çok önemlidir. Hükümet parlamentodan güvenoyunu oy birliğiyle aldı, bu da çok önemli. Dünyadaki pek çok ülke gibi Pakistan da büyük sıkıntılarla yüz yüze. Mesela siz buna küresel ekonomik dalgalanmalar, küresel terörizm aşırılıkçılık meselesi diyebilirsiniz, Türkiye de benzer problemlerle yüz yüze. Bu problemlerin üstesinden gelebilmek, başarılı olabilmek için siyasi istikrar, dayanışma, ülkenin birlik ve beraberliği esastır. Bu yüzden Pakistan'da bunların gerçekleştiğini görmekten mutluyuz. Bu ziyaretimde şahit oldum ki Cumhurbaşkanlığında, hükümet organları ve siyasi partilerde, Pakistan'ın bütün kurum ve kuruluşlarında güçlü bir sahiplenme hissi ve ilerleme yönünde güçlü bir dayanışma hissi var. Bu tabloyu görmekten ve yeni Pakistan Hükümeti ile işbirliğimizi ilerletmekten çok mutlu olduk.

SORU: Sayın Babacan daha fazla soru sormama gerek kalmadan o kadar çok şey anlattınız ki teşekkürler. Bahsettiğiniz konulardan biri de bölgesel ve uluslararası konular. Türkiye Mayıs 2007'de Ankara'da Afganistan ve Pakistan'ı bir araya getiren terörizme karşı mücadelede bazı görüş ayrılıklarını gidermeye yardım için üçlü bir konferansa ev sahipliği yaptı. Ve Türkiye şimdi yine yeni bir üçlü konferans için uğraşıyor. Bu üçlü konferansın tarihi veya bu konuda kaydedilen gelişmeleri teyit edebilir misiniz?

BABACAN: Afganistan ve Pakistan arasındaki güvenlik konuları birbirleriyle ilişkilidir. Ayrıca Türkiye hem Pakistan ile hem de Afganistan ile çok iyi ilişkilere sahip. Bu sebeple Türkiye her iki ülkenin de güvenini haiz. Bu da bize her iki kardeş ülke Afganistan ile Pakistan arasındaki problemleri çözmeye yardım etmek konusunda iyi bir konum sağlıyor. İlk üçlü zirve, üçlü bir mekanizmanın kurulmasında çok faydalı oldu ve bu mekanizmanın sonuçları alınmaya başlandı. Öyle sanıyorum ki şimdi Afganistan ile Pakistan artık daha fazla konuşabilir, etkileşim içinde olabilir, daha fazla diyaloga girebilir, esas olan da bu zaten. Çünkü bizim dış siyasetimiz, siyasi diyalogu, problemlerin çözümünde anahtar metot olarak görür. Bunun olduğunu görmekten mutluyuz. Bir noktada, gelecekte, eğer bir başka üçlü toplantının verimli olacağı düşünülüyorsa, Türkiye bu ikinci üçlü toplantıya yeniden ev sahipliği yapmaktan mutluluk duyacaktır. Öte yandan, bizim zaten üç ülkenin Dışişleri Bakanlığı müsteşarlarının başkanlık ettiği ortak çalışma gruplarımız var. Üç ülkenin Dışişleri Bakanlığı müsteşarları bir araya geldiler ve yakında tekrar buluşacaklar. Ne zaman ihtiyaç duyulursa, üst düzey bir toplantıyı Türkiye'de yaparız, zaten bu konuya ziyaretim sırasında değindik.

SORU: Şu anda gelecekte bu üçlü toplantıya ilişkin bir tarih öngörünüz var mı?

BABACAN: Henüz kesin bir tarih yok, fakat tarih liderlerin programlarına sıkı sıkıya bağlı. Söylediğim gibi zamanı geldiğinde, ne zaman güçlü bir gereklilik ortaya çıkarsa, Türkiye üçlü zirveye tekrar ev sahipliği yapmaktan mutluluk duyacaktır.

SORU: Sayın Babacan, başlangıçta Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref'in seçimlerin başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesindeki payından ve bunun sonucu olarak geniş tabanlı hükümetin kurulmasından ve halen ülkede oluşan uzlaşmadan bahsettiniz ve övdünüz ve yine yalnızca Dışişleri Bakanı ve hükümet yetkilileriyle değil, aynı zamanda siyasi parti liderleriyle görüştünüz. Biliyorsunuz ki artık PPP ile PML-N tarafından kurulan bir koalisyon hükümetimiz var. Cumhurbaşkanı Müşerref'in Türkiye'yi sık sık ziyaret etmesi, Türkiye ile çok sıcak ilişkileri olması ve Müşerref'in sık sık Türk modelinden modern yönetim tarzı olarak bahsetmesini göz önüne alarak, bu ülkedeki bazı yorumcular Türkiye'nin, Müşerref ile yeni hükümet arasında ilişkilerin gelişmesine, iki tarafın işbirliği halinde çalışmasına arabuluculuk yapabileceğini düşünüyorlar. Bu konuda neler söyleyeceğinizi merak ediyorum.

BABACAN: Her şeyden önce Pakistan'daki birçok siyasi partiyle çok iyi diyalogumuz var ve siyasi partiler arasında ayrım yapmıyoruz veya birini diğerine tercih etmiyoruz. Biz Pakistan'daki bütün siyasi eğilimleri kucaklıyoruz ve onlarla çok iyi diyalogumuz var. Bunun dışında kalan şeyler daha çok Pakistan'ın iç meselesidir. Türkiye buna müdahil olmamalıdır ve olmayacaktır da. Bizim görmek istediğimiz şey siyasi istikrarı, birlik ve beraberliğini sağlamış güçlü bir Pakistan'dır. İşte anahtar budur. Bu da farklı siyasi partiler ve Cumhurbaşkanlığı da dahil farklı kurumlar arasında dayanışmayla mümkündür. Diğer taraftan, evet, Türkiye de kendi dönüşüm sürecini geçirmekte olan bir ülkedir. Türkiye, İslam ile modernizmin bir arada yaşayabileceğine, İslam ile demokrasinin düzgün bir şekilde işleyebileceğine her geçen gün daha fazla tanık olduğumuz bir ülkedir. Biz her geçen gün Avrupa Birliği katılım sürecinden geçerek daha da gelişiyoruz, bundan özellikle bahsediyorum, çünkü Türkiye halihazırda ülkemizde uygulamamız gereken ana değerler olarak demokrasi, temel hak ve özgürlükler ve hukukun üstünlüğü gibi değerlerden yana tercihini yaptı. Bunların daha çok uygulanması demek, kültürümüzden veya kimliğimizden uzaklaşmamız anlamına gelmez. Türkiye yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkedir ve bu, Avrupa Birliği ile ilgili reform sürecinden etkilenecek bir şey değil. Bir taraftan kendi kültürel kimliğimizi koruyacağız, diğer taraftan demokrasinin en iyi uygulanma biçimini alacağız. Çünkü AB dünyada en iyi işleyen demokrasilerden birisine sahip. Biz bu standartları, normları, kriterleri alıyor ve ülkemizde uygulamaya çalışıyoruz ve böylelikle İslam ile modernizmin uzlaşabilir, İslam ile demokrasinin uzlaşabilir olduğunu her geçen gün daha fazla gösteriyoruz. Biz bunu yalnızca kendimiz için değil, aynı zamanda dünyadaki çok geniş bir topluluk için kanıtlamak zorundayız. Biz bu süregelen dönüşüm sürecinden memnunuz, Türk halkı bu dönüşüm sürecinden memnun. Bu konuları konuştuğumuz zaman, hükümetin ve devletin farklı din ve mezheplere, hatta ateizme, kime olursa olsun herkese eşit mesafede olacağı çerçeveyi düşünmek zorundayız. Öyle sanıyorum ki Türkiye'nin farklı inanç sistemlerine eşit şekilde yaklaşan bir devlet sistemi vardır. Ülkemize daha çok dini hürriyetleri getirmek de çok önemli. Şu anda geçirmekte olduğumuz dönüşüm süreci için de dini hürriyetler elzemdir. Temel hak ve özgürlüklerden bahsedersek, bunlar, diğer şeylerin yanı sıra, dini özgürlüklerle de ilgilidir. İfade özgürlüğü, konuşma özgürlüğü, basın özgürlüğü çok önemli kavramlardır. Bir taraftan toleranslı olmamız, bir arada yaşama fikrine sahip olmamız, ayrıca insanların inançlarına saygı duymamız, ne şekilde olursa olsun insanların inançlarını ifade etmelerine saygı duymamız gerekir. Bütün bunlar bizim Türkiye'de her geçen gün daha fazla uygulamaya çalıştığımız kavramlardır.

SORU: Sayın Babacan bu, benim şimdi sormak istediğim sorunun bir parçasıydı. Siz bir kısmını şimdiden cevapladınız. Pakistan ve Güney Asya İslam Topluluğu, Türkiye ile çok özel ve yakın ilişkilere sahip. Hatırlayacağınız gibi büyük Türk lideri Mustafa Kemal Atatürk hilafeti kaldırmaya karar verdi. Özellikle Güney Asya'nın bu bölgesinde bulunan Hint Müslüman topluluğu halifeliği yeniden ihdas etmek için dünya tarihinde "Hilafet Hareketi" adıyla meşhur olan hareketi başlattı. Ancak, zaman içinde, Atatürk modern Türk Cumhuriyeti'ni kurup gelişmiş, ileriye bakan, ekonomisi güçlü bir ülke oluşturunca bu bölgedeki Pakistan ve Hindistan'daki İslam toplumu yine Mustafa Kemal Atatürk'ü sahiplendi. Onu kahramanları olarak, çok önemli bir lider olarak gördü. Mustafa Kemal Atatürk nasıl Türkiye'de çok saygı duyulan, sevilen ve beğenilen bir lider ise bu ülkede de öyle. Şimdi sizin partinizin yeni bir dönüşüm konusunda, İslami köklerinden dolayı Türkiye'yi, içe dönük, küreselleşme ve Batı karşıtı bir ülke haline getirmesi beklenirken, bunların hiçbirinin yapılmadığını biliyoruz. Fakat dünyanın geri kalanına bakarsak, mesela Hindistan'a ve Pakistan'a, genel kanaat, partinin kökleri İslama dayanıyorsa, bu hareketin, Batı karşıtı, içe kapalı, ilerlemeye ve reformlara karşı gelişeceği düşünülür. Şimdi tekrar Türkiye'ye dönersek, AKP liderliğinde olanlar mucize gibi görülüyor. Seyircilerimize bunun nasıl olduğunu, Türk tecrübesini özel kılan şeyin ne olduğunu, İslami kökleri olan, İslami kimliği olan bir partinin, nasıl Avrupa Birliği taraftarı, küreselleşme yanlısı, pazar ekonomisi yanlısı, laikliğe bağlı olduğunu, bütün bunların nasıl olduğunu açıklayabilir misiniz? Bize de ilham veren bütün bunlar hakkında biraz daha konuşabilir misiniz?

BABACAN: Aslında biz partimizi kurarken kendimizi muhafazakar demokrat olarak tanımladık. Muhafazakarın anlamı şudur: Biz gelenekler, aile, ahlak, din gibi kavramların hepsine duyarlıyız ve bunları dile getiriyoruz ve biz Türkiye'de gerçek demokratik bir sistemin işlemesini istedik. Bu sebeplerle kendimizi muhafazakar demokrat olarak tanımladık. Mustafa Kemal Atatürk'ün onlarca yıl önce başlattığı gibi Türkiye modernleşme sürecinde bir ülke. Atatürk gelecek nesillere, Türkiye'yi modern bir ülke haline getirmelerini hedef olarak gösterdi. Türkiye gibi nüfusunun çoğunluğu İslamı seçmiş bir ülkede, ayrıca açıklık, serbest piyasa, katılımcı demokrasi gibi kavramlarımız da var. Ve ülkemiz dünyada en iyi uygulandığı şekliyle temel hakların gözetildiği de bir ülke. Türkiye'de her geçen gün daha fazla reform olacaktır, geçirmekte olduğumuz dönüşüm süreci henüz tamamlanmamıştır. Pek çok işler yaptık, yapacağımız daha çok şey var. Bu yolda mücadele edeceğimiz şeyler var. Kabaca bir bakarsak, kurucusu olduğumuz parti daha kurulduğu ilk günden itibaren dini eğilimli bir parti olarak nitelendirildi. Biz aslında özgürlük eğilimli bir partiyiz. Biz dini özgürlükler de dahil bütün özgürlükleri destekliyoruz. Ve bunu her geçen gün biraz daha fazla göstermek istiyoruz. Aslında yaptığımız anayasa değişiklikleriyle, getirdiğimiz kanunlarla bütün bu alanlarda ilerliyoruz. Demokrasiden söz edersek, Türkiye'de bizim de ileri götürmeyi hedeflediğimiz eşikler, standartlar var. Biz bu standartlara Avrupa Birliği standartları diyoruz. Neden AB standartları diyoruz, çünkü biz onlarınkini eşik kabul ediyoruz. Hepsi bu. Biz düşünüyoruz ki, 27 üye ülkede çok iyi işleyen bir demokratik sistem var ve bu standartları, normları ve kriterleri harici eşikler kabul edip kendi sistemimizi oraya doğru ilerletirsek, kendi halkımıza daha çoğunu sağlıyoruz demektir. Bu, halkımızın yararınadır, biz bir şeyler kaybetmiyoruz, pek çok şey kazanıyoruz. Şüphesiz ki bu aynı zamanda bir ülkede iktidarın büyük oranda el değiştirmesi, gücün bireylere aktarılması demektir. Çünkü her geçen gün daha iyi işleyen bir demokratik sisteminiz olursa, bireyler kendilerini daha güçlü hissederler, ülkelerinin geleceğini daha çok düşünürler, çünkü sonuçta sesleri duyuluyor ve sesleri etkili olur. Bu, çok sağlıklı bir şeydir. İnsanlara özgürce tartışma fırsatı verildiğinde, ifade özgürlüğü tanındığında ve demokratik mekanizmalar olduğu müddetçe, halkın talepleri yönetime yansır. Bu, çok sağlıklı bir sistemdir. Türkiye'de olan şey, evet, geniş bir coğrafyada bulunan ülkeleri etkiliyor, şimdi daha şeffaf bir ülke olmamız sebebiyle bizim yaptığımız şey başka ülkelerce takip ediliyor. Bizim kullanabileceğimiz doğru tabir, ilham vermektir. Çünkü biz İslam ile demokrasinin bir arada olabileceğini, birlikte düzgün bir şekilde işleyebileceğini ispatladığımızda, öyle sanıyorum ki bu, büyük bir başarı olacaktır. Ne yazık ki 11 Eylül saldırılarından sonra İslam dünyası pek çok olumsuz kavramla birlikte anılıyor. İsim verecek olursak, radikalizm, terörizm, aşırılıkçılık ve bütün bu negatif bağlantıların İslam kelimesiyle birlikte anılıyor olması büyük bir hatadır. Çünkü İslam barış demektir ve hiçbir din, şüphesiz İslam da dahil, şiddeti hoş görmez. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum ve bu noktada iletişimin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Medeniyetlerin çatışmasından bahsedebilirsiniz. Biz İspanyol Hükümeti ile "Medeniyetler İttifakını" başlattık ve bu ittifak şu anda 60'tan fazla ülkeyi ve 12 uluslararası örgütü kapsamakta. Onlar kendilerini Birleşmiş Milletler'e "ittifakın dostları" olarak kaydettirmiştir. Ülkeler böyle bir grup oluşturdu ve Birleşmiş Milletler bir temsilci atadı. Ülkeler şu anda "Medeniyetler İttifakı" için kendi ulusal stratejilerini, dinler ve kültürler arası diyaloga nasıl yardım edeceklerine dair ulusal stratejilerini oluşturuyorlar. Bu alanda çok büyük işler devam ediyor.

SORU: Sizin ve partinizin Avrupa Birliğine bakış açınızdan bahsederken, bir eşikten, demokrasi ve ilkeler için standartlardan bahsettiniz. Biliyorsunuz Türkiye, Avrupa Birliğine 1960'ların başında başvurdu, neredeyse 40 yıl geçti ve görüyoruz ki Varşova Paktı yükümlülüklerinden kurtulan pek çok yeni ülke, mesela Polonya çok hızlı bir şekilde kabul edildi ve tam üye oldu ayrıca onun da büyük bir nüfusu vardı. Türkiye'nin 70 milyon nüfusu gibi Polonya'nın da büyük bir nüfusu var. Ülkemizdeki pek çok kişi, sürecin bu kadar uzun oluşunun, Türkiye'nin tarihte muzaffer İslami geçmişiyle veya Türkiye'nin Müslüman nüfusuyla ilgili olduğundan şüpheleniyor. Siz kişisel olarak bunu nasıl algılıyorsunuz?

BABACAN: Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkileri 1960'larda başladı. 1996 yılından itibaren de gümrük birliğimiz var. Türkiye 1999'da aday ülke statüsünü elde etti. 2005 yılında müzakerelere başladık. Şu anda tam üyelik öncesi son basamaktayız. Şu anda biz ne zaman ve nasıl Avrupa Birliği kriterlerine uyacağımızı görüşüyoruz. Görüşmelerin doğası bu. Hangi kriterlere uyup hangilerine uymayacağımız değil. Ne zaman ve nasıl Avrupa Birliği standartlarına ulaşacağımızı müzakere ediyoruz. Mesela çevre, sağlık hizmetleri, gıda güvenliği, ulaştırma, enerji gibi pek çok konuyu konuşuyoruz. Aslında bunların hepsi Türkiye'nin standartlarının yükseltilmesi ve Türkiye'de yaşam kalitesinin yükseltilmesiyle ilgili. Öyleyse üyeliğin olup olmayacağı ve ne zaman olacağından ziyade, sadece bu reformların gerçekleştirilme süreci ve devamı bile bize yardımcı olur. Biz her alanda en yüksek standartları hedefleyerek ve ilerleyerek bir şey kaybetmiyoruz, tersine çok şey kazanıyoruz. Yalnızca demokrasi, özgürlük ve temel haklar alanı gibi siyasi konularda değil, aynı zamanda teknik konularda da, bahsettiğim gibi çevre, enerji gibi konularda en yüksek standartları hedefliyoruz. Tam üyelik, öyle sanıyorum ki ne zaman 27 üye ülke kendisini hazır hissederse, Türkiye de kendisini hazır hisseder. Norveç gibi bir örnek var. Bu ülke üye olmak için her şeyi tamamladı, fakat dışarıda kalmaya karar verdi. Türkiye için de böyle mi olacak? Sanırım olası senaryolardan birisi de budur. AB istediği halde Türkiye bir noktada dışarıda kalmaya karar verebilir. Diğer türlü de olabilir. Türkiye istediği halde bir veya iki üye devlet bizi durdurabilir, çünkü her bir üye ülkenin yeni üyeyi veto etme gücü var. Öyle olduğunu varsayalım. Biz inanıyoruz ki bu bir kazan-kazan sürecidir. Hem Türkiye hem de AB üyesi ülkeler faydalanacak. Zamanı geldiğinde, Türkiye üyelik için gerekli her şeyi yaptığında, şu soru gündeme gelecek: Acaba AB, Türkiye için iyi mi, yoksa kötü bir yer mi olacak? Sanırım bu, olası bir AB perspektifidir. Türkiye de benzer kararlar verecektir. Bizim görüşümüze göre, Türkiye'nin AB'ye katılımı, bir arada yaşamanın mümkün olduğuna, Türkiye'nin AB ile ortak değerleri paylaştığına ve ayrıca dinler arası diyalog, entegrasyon ve iletişimin başarısına dair çok önemli bir gösterge, bir kanıt olacaktır. Eğer AB sizin sözünü ettiğiniz gerekçelerle, kültürel farklar yüzünden, Türkiye'yi dışarıda bırakmaya karar verirse, bu büyük bir hata olacaktır. Bu durumda Avrupa Birliği özel kulüp olacak, daha sonra da kültürler arasında sınırlar olacaktır. Bunun gelecekte medeniyetin gelişmesine yardımcı olacağını sanmıyorum. Çünkü, Türkiye'nin katılım süreci tarihi bir olaydır. 2005 yılında müzakerelere başlanması, dünyanın her yerinde, hatta pek çok Müslüman ülkede sevinçle karşılandı. Bu ileriye yönelik olumlu bir adım olarak görüldü. Eğer bu süreç başarısız olursa, bunun sonuçlarının çok geniş bir coğrafyada olumsuz olacağını düşünüyorum.

SORU: Avrupa Birliği katılım sürecinde nereye gelmek istediğinizi anlıyorum. Çok önemli bir konuya temas ettiniz. Bir noktada belki AB'nin hazır olacağını, fakat Türkiye'nin kararını vereceğini ve bu kararın onun gerçekten AB'ye katılıp katılmayacağını belirleyeceğini söylediniz. Ayrıca biz şimdi görüyoruz ki Türk dış politikasında ilginç değişiklikler oluyor. Atatürk Türkiye'si daha Batı'ya dönüktü. Mesela Orta Doğu ile ilgili konularda çok az rol oynardı. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden ve Körfez Savaşı'ndan sonra Turgut Özal hükümeti ABD'ye destek verme kararı aldı. Bu olaylardan sonra ideal olmasa da Türkiye'nin bölgeyle ilişkilerini aşamalı olarak geliştirdiğini gördük. Mesela İran ve Suudi Arabistan ile -Suudi Kralının ziyareti 40 yıl aradan sonra ilk kez gerçekleşti-. Aynı zamanda Mısır ile ilişkileri geliştirdi, ayrıca Filistin konusunda da girişimlerde bulundu. İsrail'in Lübnan'a saldırısı sırasında Türkiye buna karşı çıktı ve bunu tamamen saldırganlık olarak ilan etti. Acaba Türkiye, Batı yanlısı politikalardan, bütün bağlarının ve mirasının, tarihi bağlarının olduğu Osmanlı Türkiye'sinin alanlarına mı yöneliyor, ki bu bölgeler, Osmanlı Türkiye'si için çok önemliydi.

BABACAN: Aslında bu dünyanın nasıl değiştiğiyle ilgilidir. Özellikle Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra biz artık iki kutuplu bir dünyada değildik. Türkiye dış politikasını çok yönlü yapmak, aktif olmak ve dış politikalarını pek çok yönde geliştirmek zorundaydı. Türkiye çeşitli yönleri olan bir ülke: Türkiye bir Avrupa ülkesi, bir Asya ülkesi, bir Karadeniz ülkesi, bir Akdeniz ülkesi, bir Balkan ülkesi, bir Orta Doğu ülkesi. Hangi açıdan bakarsak, Türkiye'nin jeostratejik konumu, ülkeyi eş zamanlı olarak pek çok ülkeyle iyi ilişkilere zorlamaktadır. Türkiye ABD ve NATO müttefiki. Diğer taraftan Sovyetler Birliği sonrası Rusya ile iyi ilişkiler kurduk. Geçen yıl Rusya ile ticaret hacmimiz 28 milyar dolardı. Geçen yıl turist olarak 2.5 milyon Rus, Türkiye'yi ziyaret etti. Şu anda Rusya ile büyük gaz boru hatları ve petrol ticaretimiz var. Diğer taraftan, İran ve Suriye ile iyi diyalogumuz var. İsrail ile olduğu gibi pek çok Arap ülkesiyle de iyi ilişkilerimiz var. Ve sanırım pek çok ülke bunu bölgede bir değer, artı bir şey olarak görür. Bir taraftan AB katılım sürecindeyiz, diğer taraftan biz Mısır, Suudi Arabistan gibi bölgedeki pek çok Arap ülkesiyle ilişkilerimizi güçlendiriyoruz. Sadece geçen kasım ayında Arap Birliği ile işbirliği çerçeve anlaşması imzaladık. Biz Arap Birliğine üye olmamamıza rağmen pek çok zirvesine davet edildik. Şimdi Arap Birliği ile yakın işbirliği içindeyiz. Ayrıca şu anda Afrika'ya yöneliyoruz. Sahra altı Afrika'da 15 yeni elçilik açıyoruz. Sadece bir hafta önce İstanbul'da ilk defa Pasifik Adaları ülkeleri toplantısını yaptık. 16 Pasifik Adası ülke dışişleri bakanlarını Türkiye'ye davet ettim. Ayrıca aynı nitelikte bir Karayip ülkeleri toplantımız da var. Sanırım Türkiye, iç sorunlarında, ekonomisinde ve iç siyasetinde ne kadar başarılı olursa, dünyanın pek çok bölgesinde barış ve istikrara daha fazla katkıda bulunacaktır.

SORU: Zamanınızın çok kısıtlı olduğunu biliyorum. Son bir toparlayıcı soru. Siz, ABD'de eğitim gördünüz. Eminim ki "Medeniyetler Çatışması" adlı kitabında tezlerini ifade eden ABD'li tarihçi Samuel Huntington hakkında bilginiz var. Huntington, Türkiye'yi modern Müslüman bir ülke, bilimde ilerlemiş bir ülke olarak, İslam dünyasına önderlik etme potansiyeline sahip bir ülke olarak tanımlıyor ve İslam dünyasına çeşitli sebeplerle liderlik edebilecek başka bir ülke olmadığını iddia ediyor. Tarihin bir aşamasında Türkiye ya vazgeçerek ya da Avrupa'nın tavırlarından dolayı Avrupa'ya katılmak yerine, İslamın tarihi, efsanevi liderlik rolünü yeniden keşfeder mi? Sizin bu konudaki görülüşleriniz nelerdir?

BABACAN: Gerçekte Avrupa Birliği katılım sürecinden vazgeçmek, bunu unutmak kolay. Biz bunu bugün de yapabiliriz. Ancak önemli olan, verimli olan şey, harekete devam etmek için güçlü bir siyasi iradedir. Biz inanıyoruz ki AB, Türkiye ile beraber daha çok temsil edici bir sese sahip olacaktır. Biz ne yapıyoruz? Biz Türkiye için iyi şeyler yapıyoruz. Meydan okumalarla veya bazı şeylerin mümkün olmadığını iddia eden teorilerle, mesela "İslam ve demokrasi bir arada olamaz", "İslam moderniteyle, demokrasiyle uyuşamaz" gibi söylemlerle mücadele ediyoruz. İşte bizim Türkiye'de ispatlamaya çalıştığımız şey budur. Biz inanıyoruz ki bunda başarılı olunacağını kanıtlarsak, bu, dünyanın çeşitli yerlerindeki pek çok ülke için belki olumlu etki ve ilham oluşacaktır. Biz fikirlerimizi çeşitli ülkelere empoze etmek, reformlarımızı zorla kabul ettirmek havasında olmadık. Böyle bir şey yok. Sadece ülkemiz için doğru ve iyi şeyleri yapmak. Bunları görmek, incelemek isteyen ülkeler belki, tabii isterlerse, tecrübeleri deneyebilirler. Söyleyebileceğim budur. Biz inanıyoruz ki çeşitli İslam ülkelerinde pek çok reform yanlısı insan, pek çok genç entelektüel var. Ayrıca kabul etmek gerekir ki pek çok İslam ülkesinde güçlü bir reform ihtiyacı var. Liderler ve o ülke halkları bunun farkındalar. İslam ülkesi olarak şunu kendimize sormalıyız: Olduğumuz gibi devam edecek miyiz veya daha iyiye, daha iyi bir geleceğe doğru hareket edecek miyiz? Mesela Dakar'da yapılan geçen İKÖ zirvesinde 57 ülkenin katkısıyla, özellikle Pakistan ve Türkiye, tüzüğün geliştirilmesi konusunda çok sıkı bir işbirliği gösterdiler, İKÖ'nün yeni tüzüğü kabul edildi. Belki de ilk defa, İKÖ Tüzüğü hukukun üstünlüğü, şeffaflık, insan hakları, kadın hakları, çevrenin korunmasının önemi gibi modern kavramları içselleştiriyor, bunlarla ilgileniyor. Bu ileriye yönelik önemli bir başarıdır. Açıklık ve uluslararası toplulukla gittikçe güçlenen bütünleşme önemlidir. Sadece iyi bir iletişimle, dünyanın sizi, İslamı, Müslümanları daha iyi tanımasını sağlamakla, önyargıların üstesinden gelebiliriz. İletişim burada anahtar kelime. Çünkü, eğer insanlar bir şey hakkında yeterli bilgi sahibi değilse, İslam hakkında, İslam kültürü ve Müslümanlar hakkında yeterli bilgi sahibi değilse, bazen ondan hoşlanmazlar, hatta bazen ondan korkarlar. Bizim hakkımızda ne kadar çok şey bilirlerse, o kadar kendi önyargılarının üstesinden gelirler, daha olumlu tavırlar içinde olurlar ve bu konuda olumlu hisleri olur. Bizim gördüğümüz şey, şu anda çok önemli bir zamandayız, bu sebeple aslında biz bunu Pakistan'daki son seçimlerde gördüğümüz için çok mutluyuz. Pakistan'ın başarısı İslam dünyasının başarısıdır. Eğer Pakistan demokrasisi kazanırsa, sanıyorum bu diğer pek çok ülke için de bunun fiilen gerçekleştirilebileceğini göstermiş olacak.

 

ERMENİSTAN BASINI

GOLOS ARMENİİ: "301. MADDE"

ANKARA, 06/05(BYE)--- Ermenistan'da yayımlanan Golos Armenii gazetesinin 6 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, Tiran Lokmagezyan imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Rusça yazının özet çevirisi şöyledir:

Ankara'nın Avrupa Birliği ve Türk aydınlarının büyük bölümü tarafından eleştirilmesine rağmen Türkiye'de 301. maddeden yani "Türk ulusuna hakaret"ten mahkum olanların sayısı gün geçtikçe artıyor.
2006 yılında 1314 kişinin 301. maddeden hüküm giydiği 835 duruşma yapıldı. 2007 yılının ilk üç ayında 744 mahkeme sürecinde bu maddeden 1189 kişi mahkum oldu.
301. maddeden yargılananlar arasında Nobel Ödüllü Orhan Pamuk, yayıncı Ragıp Zarakolu ve yazar Elif Şafak gibi ünlü isimler de var. Aynı maddeden Hrant Dink de yargılanmıştı. Şartlı salıverilmesine rağmen bu karar, onu Türk halkına hakaret eden bir insan olarak tanıttığından Dink'i çok etkiledi. Hrant için bu suçlama yargılanmasından daha korkunçtu, çünkü o herhangi birinin milli aidiyetine hareket etmeyi milliyetçilik olarak algılıyordu.
Onun ölümünden sonra aynı maddeden, tıpkı babası gibi şartlı salıverilen Hrant'ın oğlu Ararat Dink ve "Agos" gazetesi çalışanı Sarkis Seropyan da yargılanmıştı. Hüküm, kişilerin kimlikleri, yani milli aidiyetine göre veriliyor. İleri sürülen "gerekçeler", kişilerin "Türk milletine hakaretten" çok Ermeni oldukları için yargılandıklarını gösteriyor.
Avrupa Birliği'ne üye olmak isteyen Türkiye'ye, AB'ye üye olmak isteyen ülkenin kendi şartlarını ileri sürmek yerine, Birliğin kurallarına göre hareket etmesi gerektiği yıllardır anlatılmaya çalışılıyor. Kanunlarını Avrupa standartlarına hemen uyarlayan AB adayı ülkelere nazaran Türk tarafı, kendine has bir yaklaşım sergiliyor. Türkiye'nin AB'ye alınıp alınmaması konusu çok ileri bir tarihe alındı. Bu gecikme, Avrupa'nın isteksizliğinden çok Türkiye'nin tutumundan kaynaklanıyor. Ne zaman ki Avrupa talimatlar veriyor, Türkiye istenileni yapmak yerine Avrupa'nın "gözünü boyamaya" çalışıyor.
Liberal Türk partileri, "destek vermezseniz, iktidara İslamcılar gelir ve ülke Doğu'ya döner" diye uzun zamandır Avrupa'yı İslamizm hayaletiyle korkutuyordu. Buna rağmen İslamcılar iktidara geldi ve beklenen olmadı. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) beklenmedik bir çabayla Avrupa'ya katılma amacını hayata geçirmeye girişti. Batı eğilimli liderlere nazaran İslam eğilimli yöneticiler, Avrupa'ya katılmak konusunda sanki daha net adımlar atıyorlar, ancak onlar, isteyerek ya da istemeyerek "Doğu kurnazlığı" hastalığından hala kurtulabilmiş değiller.
Aşırı milliyetçi 301. maddenin amacı, Türk ulusunu, cumhuriyetini ve diğer yüksek değerleri hakaretten korumak. 301. madde tamamen kaldırılabilir (kaldırılmalı) çünkü Türk Ceza Kanunu'nda amacı bu değerleri korumak olan başka maddeler zaten var. Bunu hem Avrupa Birliği hem de Türk demokratlar talep ediyor.
Peki ya bugün neler oluyor? İktidar yine geleneksel Doğu yöntemlerine başvuruyor ve bazı kelime ve ibareleri değiştirmek suretiyle bu maddeyi değiştirmeye çalışıyor.

 

RUSYA BASINI

REGNUM: "ABD DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI: BAZI AB ÜLKELERİ TÜRKİYE'DE YASAKLANAN PKK'YI DESTEKLİYOR"

ANKARA, 06/05(BYE)--- Rus haber ajansı Regnum'un 6 Mayıs 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Rusça haberin çevirisi şöyledir:

ABD Dışişleri Bakanlığına göre, Türkiye ve ABD tarafından terörist örgüt olarak kabul edilen Kürdistan İşçi Partisini (PKK) bazı AB ülkeleri destekliyor.
ABD Dışişleri Bakanlığının "Küresel Terörizm 2007" raporunda, en az sekiz ülkede Kürdistan İşçi partisinin faaliyetlerinin serbest olduğu kaydedilirken, Avusturya, Belçika, Kıbrıs, Danimarka, Fransa, İtalya, İsveç ve İsviçre'den söz ediliyor.
Amerikalı uzmanlar, bu ülkelerin topraklarında Kürdistan İşçi Partisi militanlarının ceza almadan serbestçe faaliyetlerini yürütme imkanına sahip olduklarını ifade ediyorlar. Özellikle de Belçika'nın başkentinde PKK'ya ait bazı televizyon stüdyoları bulunuyor. Bu ülkelerde, parti faaliyetleri için finansal destek de sağlanıyor. Danimarka'da Kürtlere ait ROJ TV yayın yapıyor.
Raporda ayrıca, Kıbrıs bankalarında PKK üyelerine ait hesaplar bulunduğu ve örgütün nihai finansal kaynaklarının burada kesişmekte olduğuna işaret ediliyor. PKK temsilcileri Fransa, İtalya, İsveç ve İsviçre'de herhangi bir ceza almaksızın aktif bir şekilde toplumsal, propaganda ve öğretim faaliyetlerine devam edebiliyorlar.

Bu döküman ab.gov.tr sitesinde bulunan makaleden otomatik üretilmiştir