2008-03-27 Haftalık - AB Türkiye Haberleri

Son Güncelleme: 03 Nisan 2008

2008-03-27 Haftalık - AB Türkiye Haberleri

ALMANYA BASINI

DER TAGESSPIEGEL: "TÜRKİYE VE İNSAN HAKLARI... TAGESSPİEGEL'DEKİ MÜLAKAT İÇİN HAPİS CEZASI MI VERİLECEK?"

BERLİN, 20/03(BYE)--- Tirajı günde 137 bin olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 20 Mart 2008 tarihli sayısında, Susanne Güsten imzasıyla/"ame" rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:

Şayet Eren Keskin'in başına bir şey gelecek olursa bu, kafası kızan birinin ya da kimsenin etkisi olmadan kendiliğinden silaha sarılan fanatik bir gencin tesadüfen gerçekleştirdiği bir olay olmayacak. 48 yaşındaki İstanbullu avukatın davranışı, Türkiye'de büyük cesaret gerektiriyor: Keskin, açıkça ve korkmadan düşüncelerini ifade ediyor ve ordunun gücünü eleştiriyor. İnsan hakları savunucusu, bu nedenle sürekli olarak ölümle tehdit ediliyor. Son tehdit mektubu, İstanbul'daki bir cezaevinden geldi. Mektup, kontrolden geçmiş, damgalanmış bir şekilde gönderilmişti. Yargı da sürekli olarak Keskin'i susturmaya çalışıyor. Bugün Keskin yine bir kez daha mahkeme önüne çıkacak. Bu defa Tagesspiegel gazetesine verdiği bir mülakat yüzünden.
Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan bir suç duyurusuna istinaden açılan davada, savcı, gazetemize 24 Haziran 2006 tarihinde verdiği mülakattaki ifadeleri nedeniyle Keskin için iki yıla kadar hapis cezası talep ediyor. İnsan hakları savunucusu, söyleşide, Türkiye siyasetinin asker tarafından belirlendiği ve hiçbir sivil hükümetin kendi programını generallere karşı kabul ettiremediği görüşünü savunmuştu. Bu ifadeler Keskin hakkında, "orduya hakaret" ettiği gerekçesiyle 301. maddeden dava açılmasına neden oldu.
Türk Ceza Kanunu'nun Türklüğe hakareti cezalandıran 301. maddesi, insan hakları savunucuları tarafından düşünce özgürlüğünün önünde tam bir engel olduğu gerekçesiyle eleştiriliyor. Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk ile çok sayıda aydın ve gazeteci de bu madde dayanak alınarak mahkemeye verildi. 301. maddeden alınan hükmün kesinleştiği ilk gazeteci olan Ermeni kökenli Hrant Dink, mahkeme kararından birkaç ay sonra sokak ortasında öldürüldü.
AB'nin baskısı üzerine Ankara defalarca 301. maddeyi değiştireceğini duyurmasına rağmen, şimdiye kadar bundan bir sonuç alınamadı. AB'nin genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, gazetemize Türkiye'deki düşünce özgürlüğü alanındaki reformlarda "çok geç kalındığını" söyledi. Rehn'e göre, tartışmalı 301. maddenin, Türkiye'deki savcı ve hakimlere gelecekte Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonunu katı bir şekilde dikkate alma yükümlülüğü getirecek şekilde değiştirilmesi gerekiyor. Kendisine gözdağı verilmesine izin vermeyeceğini belirten Keskin ise, "Bundan sonra da Türkiye'deki kurumlar üzerindeki askeri baskının sona ermesi gerektiğini yüksek sesle söyleyeceğim" diye konuşuyor.

SPIEGEL ONLINE: "ALMAN POLİTİKACILAR KESKİN HAKKINDA VERİLEN MAHKEME KARARINI ELEŞTİRİYORLAR"

BERLİN, 22/03(BYE)--- Spiegel Online'nin 21 Mart 2008 tarihli sayfasında, "wal" rumuzuyla/ DDP ile DPA'ya atfen ve yukardaki başlık altında yayımlanan, Berlin çıkışlı yazının geniş özet çevirisi şöyledir:

--Türk İnsan Hakları Savunucusu Eren Keskin Hakkında Verilen Mahkeme Kararı, Almanya'da Protestolara Neden Oldu. CDU ve Yeşiller Partili Politikacılar Görüş Birliği İçerisinde, Orduyu Eleştirdiği İçin Altı Ay Hapis Cezasına Mahkum Edilen Keskin'e Destek Vererek, Mahkeme Kararının "Demokrasiyle Hiç Bir İlgisi Olmadığını" Söylediler---

Türkiye ile yeni bir ihtilaf yaşanıyor. Türk insan hakları savunucusu Eren Keskin hakkındaki mahkeme kararı, Almanya'da tepkiyle karşılanıyor. AB Parlamento Başkanı Hans-Gert Pötering (CDU), Tagesspiegel gazetesine yaptığı açıklamada, Keskin'in çalışmalarına "çok saygı duyduklarını" belirterek, "demokrasilerde siyasi değerlendirmeler yapılması, düşünce özgürlüğünün bir parçasıdır" diye konuştu. Pötering, AB'nin Türkiye'den 301. maddeyi nihayet değiştirmesini beklediğini belirtti.
Perşembe günü İstanbul'daki bir mahkeme tarafından, Haziran 2006'da Der Tagesspiegel gazetesine verdiği mülakatta Türk ordusunun siyaset üzerindeki nüfuzunu eleştirdiği için suçlu bulunan Keskin, Türklüğe ve Türkiye'ye hakaret ettiği gerekçesiyle altı ay hapis cezasına mahkum edilmişti.
"Kararın demokrasi ile ilgisi yok" diyen Yeşiller partisi Eş Genel Başkanı Claudia Roth, Federal Hükümetten, kararı "net bir şekilde protesto etmesini" talep ederek, Türkiye'yi yanlış anlamaya mahal vermeyecek şekilde, ülkenin sivilleşmesi talebinin iletilmesini istedi.
2004 yılında, cesareti ve şiddet kullanmadan barış ve insan hakları adına yaptığı çalışmalardan dolayı Aachen Barış Ödülüne layık görülen Keskin hakkındaki mahkeme kararı, TCK'nın tartışmalı 301. maddesine istinaden verildi. Karara itiraz edeceklerini açıklayan Keskin, duruşmasında da ordunun Türk siyaseti ve yargısı üzerinde büyük etkisi olduğunu vurguladı. Bu görüşünü siyasi eleştiri olarak ifade ettiğini, niyetinin hakaret etmek olmadığını belirten Keskin, duruşma sonrasında, hakkındaki kararın, Türk yargısının ordu ile ne kadar yakın ilişkisi olduğunun bir göstergesi olduğunu ifade etti. Keskin, davanın Genelkurmay Başkanlığının suç duyurusu üzerine açıldığını, bu nedenle de böyle bir hükmün çıkacağının başından beri belli olduğunu söyledi.
Keskin hakkında ayrıca verdiği mülakat yüzünden İstanbul Barosu tarafından da bir disiplin soruşturması yürütülüyor. Keskin, avukat olarak meslekten men edilme tehditi altında.
Türk insan hakları derneği IHD'nin aktif üyesi olan Keskin, 1997 yılında emniyet güçleri tarafından taciz edilen kadınlara yardım amacıyla bir dernek kurmuştu. Bu çalışmaları kendisinin geçici olarak meslekten men edilmesine ve ölüm tehditleri almasına neden olmuştu.

BERLINER ZEITUNG: "DUVARIN KALKMASI GEREKİYOR"

BERLİN, 22/03(BYE)--- Tirajı günde 174 bin 592 olan liberal eğilimli Berliner Zeitung'un 22 Mart 2008 tarihli sayısında, Günter Seufert imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun geniş özet çevirisi şöyledir:

--Akdeniz'deki Kıbrıs Adası 30 Yıldan Fazla Bir Zamandır Bölünmüş Durumda. Şimdiye Dek Yeniden Birleşme Yönündeki Tüm Planlar Başarısızlıkla Sonuçlandı. Şimdi İse Müzakerelerin Yeniden Başlaması Öngörülüyor--

Onlarca yıldan beri kavgalı bölgeyi sadece bir kelime barışa kavuşturabilir: "Kıbrıslılar". Kıbrıslı Rumların Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas, cuma günü sadece Ankara tarafından tanınan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile buluşmasının ardından, "biz dostuz" ifadesini kullandı. İki halk grubunun lideri, dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın birleşme planının adadaki Rumlar tarafından reddedilmesinden sonra, dört yıldan beri ilk kez Akdeniz adasındaki kimseye ait olmayan topraklar üzerinde biraraya geldiler.
Bu yılın sonuna kadar adanın iki kesiminin birleşmesi için gerekli hazırlıkların tamamlanmasını öngördüklerini söyleyen Talat, ayrıca önümüzdeki günlerde Lefkoşa'nın tarihi semtinde yeni bir geçit daha açılacağını duyurdu. Daha önümüzdeki hafta içerisinde çalışma gruplarının işe koyulması ve en geç üç ay içerisinde liderlerin yeniden buluşması öngörülüyor. Zaman Türkiye için daralıyor, zira birleşik Avrupa'ya üye olma şansını nihai olarak yitirmek istemiyorsa, gelecek yıla kadar AB ile Gümrük Birliği'ni Kıbrıs Rum kesimini kapsayacak şekilde genişletmek zorunda. Türkiye sadece birleşik bir Kıbrıs'ı tanımak istiyor ve şimdiye dek liman ve havaalanlarını Güney Kıbrıs gemi ve uçaklarına kapalı tutuyor.
Ancak zaman, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti için de daralıyor. Annan Planını reddetmeleri, adadaki Türklerin çoğunu bağımsızlık savunucusu yaptı. Rusya Devlet Başkanı Putin, Kosova'nın bağımsızlığına ilişkin kavgada, Kuzey Kıbrıs'la paralellik kurduğunda küçük ada cumhuriyeti yeniden dünya politikasının gündemine oturdu. Türkiye de, Kosova'yı tanıyan ilk ülkeler arasında yer aldı.
Kıbrıs Rum Cumhuriyeti şimdiye dek Kuzey'in bağımsızlaşacağı korkusuyla, ambargonun gevşetilmesine yönelik her türlü girişimi engelledi. Oysa AB, Annan planının Rumlar tarafından reddedilmesinden sonra, Kıbrıslı Türklere bu yönde söz vermişti. Bu nedenle, Kıbrıs'ın Türk kesimindeki Ercan Havaalanına sadece Türkiye'den uçuş yapılıyor. KKTC vatandaşları olimpik oyunlardan dışlanıyor, AB'nin araştırma ve eğitim programlarına katılamıyorlar. Brüksel'in referandum sonrasında altyapı ve kapasitesini AB standartları seviyesine getirmesi için Türklerin kuzeyine vermeyi vadettiği 259 milyon avro da ambargoya takıldı. Kıbrıslı Rumların direnişi, dört yıl içinde söz verilen destek miktarının yüzde beşinden fazlasının ödenmesini engelledi. Kıbrıslı Rumların boğma politikası ayrıca, hiç de Türklerin Kıbrıs politikasının dostu olarak tanınmayan kişilerin kuzeye sempati duymasını sağladı.
Bunlardan biri de Federal milletvekili ve Yeşiller partisi eş genel başkanı Claudia Roth. Tarihi buluşmadan iki gün önce kuzeyi ziyaret eden Roth, bu şekilde Rumların güneyine baskıyı artırdı. Roth, Kıbrıslı Türk lider Talat'la görüşmesinde, "benim Avrupa'mda duvarlara yer yok" diyerek, kanıt olarak da Berlin duvarından bir parça getirdi.
Yeşiller siyasetçisi, sadece sembolik hediyelerle de yetinmedi. İstanbul'dan Özcan Mutlu ve Bikay Öney'le birlikte Ercan havaalanı üzerinden adaya giriş yapan Roth, Güney Kıbrıs basını tarafından derhal bölücüleri desteklemekle itham edildi. Roth ise, kendisini bir köprü kuran olarak görüyor. Roth, üniversite öğrencilerine hitaben yaptığı bir konuşmada, adanın bölünmüşlüğü artık aşmaları gerektiğini söyledi.
Buna AB de büyük ilgi duyuyor. Hukuki ve siyasi açıdan Kıbrıs'ı bir bütün olarak gören AB, adanın tamamının AB üyesi Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından temsil edildiği görüşünde. Kuzey Kıbrıs'ın münferit devletler tarafından tanınması halinde ise, ilk kez AB üyesi bir devletin toprakları uluslararası alanda tartışmalı hale gelecek.
AB, Türkiye ile katılım müzakerelerinin gidişatını, ülkenin Kıbrıs meselesindeki tutumundan vazgeçmesine bağlıyor. Ankara ise buna şimdiye dek, bir NATO üyesi olarak Avrupa Birliği ile askeri işbirliğini engelleme tehdidiyle karşılık veriyor.
Bu durum, Avrupa dış politikasını da zorlaştırıyor. Zira, Kıbrıs Cumhuriyeti için siyaset, genelde sadece kendi sorununun çözümüyle sınırlı. Kıbrıs, BM Güvenlik Konseyi üyeleri Rusya ve Çin'i kendi safına çekmek için, Avrupa'nın Rusya ve Çin politikasını bloke ediyor. Durum bu denli karmaşık iken, adanın iki yarısı arasında dostluk kurulması biraz daha sürebilir.

DER TAGESSPIEGEL: "İNSAN HAKLARI SAVUNUCUSU BİR MÜLAKAT YÜZÜNDEN MAHKUM EDİLDİ"

BERLİN, 23/03(BYE)--- Tirajı günde 137 bin olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 22 Mart 2008 tarihli sayısında, Susanne Güsten/ Suzan Gülfırat/ Albrecht Meier/ Antje Sirleschtov imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul/Berlin çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:

Eren Keskin 2006 yılı Haziran ayında Tagesspiegel gazetesinde yayımlanan mülakatta, Türkiye'deki hiçbir sivil hükümetin programını ordunun iradesi dışında gerçekleştiremeyeceğini söylemiş ve bunun üzerine Ankara'daki Genelkurmay Başkanlığı Keskin hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Keskin mahkeme önünde açıklamalarını savunarak, bu tür eleştirilere müsaade edilmesi gerektiğini vurguladı. Buna rağmen, Türk Ceza Kanunu'nun, Türklüğe ve resmi kurumlara hakareti yasaklayan 301. maddesi gereği hapis cezasına çarptırılan Keskin, cuma günü gazetemize, "Kararın kendisini şaşırtmadığını, bunun Türkiye'de ordu ile adalet arasındaki bağlantıyı ispatladığını" söyledi.
Avrupa milletvekili Elmar Brok (CDU) ise şunları söyledi: "Bu karar Türkiye'nin AB'ye katılım konusundaki yeterliliğine dair şüpheyi artırmıştır, 301. maddenin reformunun, Türkiye'nin Avrupa yeterliliği için gerçek ve sembolik bir anlamı vardır."

DER TAGESSPIEGEL: "EREN KESKİN OLAYI... HUKUKTAN YOKSUN HAKİM"

BERLİN, 23/03(BYE)--- Tirajı günde 137 bin olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 22 Mart 2008 tarihli sayısında, Lorenz Marold imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:

Eren Keskin'in siyasi düşüncesini açıkladığı için altı ay hapis cezası alması, her bakımdan itici bir karar. Avukat Eren Keskin hakkında verilen hükmün arkasındaki nedenlere bakıldığında, Türkiye'nin AB'ye alınma arzusunu anlamak mümkün değil. Zira, Aachen Barış Ödülü sahibine verilen ceza, düşünce özgürlüğüne saygı gösteren demokratik bir hukuk devletine hiç yakışmıyor.
O halde, Keskin vakası Türkiye'nin Avrupa Birliği'nde yeri olmadığının bir başka göstergesi midir?
İnsan hakları savunucusu Keskin hakkında verilen hüküm, öfkeler haklı olsa da, Türk Hükümetinin veya Türkiye'nin değil, oradaki yargının skandalıdır. Bunu birbirinden ayırt etmek, hukuk devleti anlayışımız gereğidir ve Türkiye'nin halihazırdaki durumuna da uymaktadır.
Mahkemenin Keskin'i cezalandırmak için dayanak aldığı 301. maddenin, Türklüğü koruması ve de aynı zamanda devlete eleştiriyi engellemesi öngörülüyor. Ancak bu madde, Kemalistlerin etkisindeki, kendisini hükümetten ziyade orduya bağlı hisseden Türk yargısı tarafından sürekli olarak istismar ediliyor. Esasen 301. madde Avrupa Birliği istediği için var. Türk yasa hazırlayıcısı, üyelik hedefiyle AB'nin vatandaş haklarını güçlendirme kıstaslarını uygulamaya çalışıyor. Ancak hakimler bu maddeyi, devlete yönelik eleştirileri Türklüğe hakaret olarak yorumlayarak, AB'ye karşı kullanıyorlar ve bu şekilde Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu'nu ihlal ediyorlar.
Sorun Türkiye değil, yargısıdır. Sorun belirli bir yasa değil, onun anlamına aykırı bir şekilde yorumlanarak uygulanmasıdır. Devleti hakaretten koruyan yasalar Avrupa'nın diğer ülkelerinde var, örneğin Almanya'da. Devlete ve sembollerine hakaret burada da hapisle cezalandırılabilir. Ancak Avrupa ülkelerinin çoğunda, yasaların siyasi nedenle istenilen yöne eğilmesi, Türkiye'de olduğu gibi ne alışagelmiş bir uygulamadır, ne de bu kadar kolayca mümkündür.
Keskin olayı tıpkı Marko olayında olduğu gibi sigortaları attırmaktadır. Alman öğrenci, reşit olmayan bir İngiliz kızıla bugüne kadar henüz açıklığa kavuşmamış bir yatak hikayesinden dolayı aylarca Türkiye'de gözaltında tutulmuştu. Bu bazıları için, Türkiye'nin AB üyeliğini sorgulamak için bir vesile oluşturmuştu. Şimdi yine aynı durumla karşı karşıyayız. Bu durum milliyetçileri güçlendirmektedir. Eren Keskin gibi insan hakları savunucularını gelecekte takip ve cezadan koruyacak olan, Avrupa'nın Türkiye'ye sırt çevirmesi değil, Avrupa standartlarının Türkiye'de uygulanmasıdır. Buraya giden muhtemel yol da Brüksel'den geçmektedir.

FRANKFURTER ALLGEMEINE ZEITUNG: "AB'DE TÜRK GİRİŞİMCİ SAYISI ARTIŞ GÖSTERDİ"

BERLİN, 26/03(BYE)--- Tirajı günde 363 bin 325 olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 25 Mart 2008 tarihli sayısında, Rainer Hermann imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:

AB içindeki Türk girişimcilerin önemi artıyor. Essen'deki Türk Araştırmalar Merkezinin yaptığı araştırmaya göre, 1997 ile 2007 yılları arasında 15 AB ülkesindeki Türk girişimci sayısı 62 binden 102 bine çıktı. Bu girişimcilerin ciroları ise 25,7 milyardan yaklaşık 45,4 milyar avroya ulaştı. Türk Araştırmalar Merkezi Başkanı Faruk Şen, bu rakamın 2020 yılına kadar 90 milyar avroya çıkmasını ve girişimcilerin sayılarının da 190 bine ulaşmasını bekliyor. İstanbul'da, "AB'de Türk Şirketler" adlı araştırmasını tanıtan Faruk Şen, 2007-2020 yılları arasında Türk girişimcilerin sayılarının 460 binden 1 milyona çıkmasını beklediğini belirtti. En fazla Türk girişimciye AB içinde Almanya'da rastlanıyor. Almanya'da 1987 yılından bu yana üç kat artış gösteren Türk ya da Türk kökenli girişimcilerin sayıları 70 bin 300 civarında bulunuyor. Bu işletmelerde ise çalışanların sayıları dört kat artış göstererek 337 bine çıkmış bulunuyor. Türk girişimcilerin yüzde 82'si ticaret, gastronomi ve hizmet sektöründe faaliyet gösteriyorlar. Türk girişimcilerin dörtte biri kadın. Alman vatandaşlığına geçen Türk girişimcilerin sayısı, halen Türk vatandaşı olarak Almanya'da yaşayan Türklerin sayısından daha fazla. 27 AB ülkesinde 4,2 milyon Türk vatandaşı yaşıyor. Bu rakam AB toplam nüfusunun yüzde bir oranına denk düşüyor.


AVUSTURYA BASINI

DIE PRESSE: "TÜRKİYE AKDENİZ BİRLİĞİNE 'ALERJİK REAKSİYON' GÖSTERİYOR"

VİYANA, 21/03(BYE)--- Tirajı günde 80 bin olan liberal sağ eğilimli Die Presse gazetesinin 21 Mart 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Viyana çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:

--Ankara'nın Reform Hızının Azaldığı Yolunda Eleştiriler--

Akdeniz Birliği mi, yoksa AB'ye katılım mı? Avusturya'daki Türkiye Büyükelçisi Selim Yenel bunlardan birincisini kesinlikle reddediyor.
Yenel, Viyana'daki Avusturya Uluslararası Politika Enstitüsünün bir toplantısında, diplomatların "talkshow"u denilebilecek Akdeniz Birliğinin "hiçbir zaman bir seçenek olarak görülmediğini" belirtiyor ve böyle bir birliğe katılacak olan ülkelerin çıkarlarının birbirinden çok farklı olacağını, ayrıca İsrail-Filistin ihtilafı çözüme kavuşturuluncaya kadar böyle bir sürecin hiçbir sonuç vermeyeceğini vurguluyor.
Akdeniz Birliği, Türkiye'nin AB'ye katılımına karşı olan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından tam üyeliğin karşısına çıkarılacak bir proje olarak geliştirilmişti. Bu fikir AB içinde de anlaşmazlıklara yol açıyor. Ancak bu anlaşmazlıklar Türkiye'dekiler kadar şiddetli değil.
İstanbul'daki düşünce kuruluşu TESEV'den Sabiha Senyücel, Türkiye'de Akdeniz Birliği gibi seçeneklere alerjik reaksiyon gösterildiğini söylüyor. Senyücel, Türkiye'nin hala tam üyelik fikrine bağlı kaldığını ve bundan vazgeçmeyi düşünmediğini söylüyor ve iktidardaki AKP'nin İslam ülkeleri ya da Orta Asya yönündeki başka dış politika tasarılarını, AB'ye katılıma rakip olabilecek ciddi projeler olarak görmediğine işaret ediyor.

--301. Maddeye Dayalı Karar--

Uzmanlar iç politikada üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması gibi ihtilaflarla vakit kaybeden Türk Hükümetinin reform hızının kalmayışını eleştiriyor.
Perşembe günü Türkiye'deki insan hakları savunucusu Eren Keskin'in tartışmalı 301. madde (Türklüğe hakaret) yüzünden hüküm giymesi yankılara yol açtı. Eren Keskin, Berlin'de yayımlanan Tagesspiegel gazetesine verdiği bir mülakattan dolayı altı ay hapse mahkum oldu. Keskin, mülakatta, Türkiye politikasının ordu tarafından belirlendiğini söylemişti. AB Komisyonu Türkiye'den uzun zamandan beri Türklüğe ilişkin bu maddenin kaldırılmasını istiyor.
Selim Yenel, Kıbrıs sorununun Türkiye ile AB'nin arasının yumuşamasını sağlayabileceği görüşünde. Yenel "'Kıbrıs sorununu çözersek, bu bize büyük bir hız kazandırır" diyor.

 

İNGİLTERE BASINI

REUTERS: "TÜRKİYE VE AB, NABUCCO'NUN BAŞLANGIÇ YERİ ÜZERİNDE MUTABAKATA VARDI"

ANKARA, 21/03(REUTERS)(BYE)--- Orhan Coşkun bildiriyor:

Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığından bir yetkili bugün Reuters'a yaptığı açıklamada, Türkiye ve Avrupa Birliğinin, Avrupa'ya doğalgaz taşıması planlanan Nabucco boru hattının başlangıç noktası için Ankara yakınlarındaki bir yer üzerinde mutabakata vardığını söyledi.
Yetkili, AB'nin Ankara yakınındaki Ahiboz'da planlanan yere mali destek sağlayacağını söyledi. Şu ana kadar projeye sadece Azerbaycan'ın gaz tedariki kesinleşti.
Yetkili, "Mali destek dahil Avrupa Birliğinin desteği Ahiboz'u bir enerji merkezi haline getirecek fiziksel altyapının inşasına yardımcı olacaktır" dedi.
Nabucco projesinden başka Türkiye ayrıca üçüncü ülkelere gaz ihraç etmek istediğini de söyledi.
Yetkili, AB'nin mali desteğinin ne ölçüde olacağını açıklamadı.
4.6 milyar avroluk Nabucco boru hattının, Hazar bölgesinden Avrupalı tüketicilere yılda 21 milyar metreküp doğalgaz taşıması bekleniyor.
İnşaatın 2010 yılında, gaz akışının ise 2013 yılında başlatılması bekleniyor.

THE FINANCIAL TIMES: "TÜRKİYE'Yİ ALT ÜST ETMEK"

LONDRA, 22/03(BYE)--- Financial Times gazetesinin 22 Mart 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan başyazının çevirisi şöyledir:

Bir Avrupa ülkesi düşünün ki, yargı sadece birkaç ay önce siyasi olarak kuşatma altındayken, davasını halkına anlatıp ezici bir galibiyetle seçilmiş bir iktidar partisinin kapatılması ve Başbakan ile Cumhurbaşkanına da siyasi yasak getirilmesi için başvuruda bulunuyor. Türkiye'ye hoş geldiniz.
Türkiye, bugünkü Fransız ve Alman hükümetlerini üzüyor da olsa, Avrupa Birliği üyeliği için zorlu müzakerelerin sancısını çekiyor. Ancak katılım ihtimali aynı zamanda, Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki Avrupa yanlısı, yeni-İslamcı hükümet ve kendini Avrupalı olarak gören ancak, her ne şekilde olursa olsun iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (AKP) düşürme konusunda kararlı görünen laik kurumlar arasındaki güç mücadelesiyle de gölgeleniyor.
Laik kurumlar Anayasa'nın verdiği incir yaprağı büyüklüğündeki meşruiyete ne kadar sarılsalar da bu çabaları, seçim sandıklarında elde edilemeyen gücü açık bir darbeyle ele geçirmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Bu çabalarında biraz olsun başarıya yaklaşırlarsa, Türkiye Avrupa hayalini tamamen unutabilir.
Aslında bu güç çekişmesi çözümlenmiş gibi görünüyordu. Geçen yaz Türkiye, ordunun kendi internet sayfasından yayımladığı, eşi türbanlı olduğu için Abdullah Gül'ün Atatürk'ün kurduğu laik cumhuriyet mirasını koruyabilecek bir cumhurbaşkanı olamayacağını ifade eden kısa ültimatomun ardından bir anayasal kriz yaşamıştı. Bunun üzerine Erdoğan seçimlere gitmiş ve AKP'nin oylarını yüzde 47'ye yükseltmişti. Generaller saçma sanal girişimlerinden vazgeçmiş, Gül cumhurbaşkanı seçilmiş ve Türkler de demokrasinin gereğini yerine getirmişlerdi.
Şimdi ise Başsavcı, AKP'nin laiklik karşıtı bir gündemi olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi'nden siyasi düzeni alt üst etmesini istiyor. Ancak davasının dayanağı yok.
Oturmuş düzenin, Anadolu'nun sosyal açıdan muhafazakar, dindar ancak dinamik ve girişimci orta sınıfının sesi olan AKP'yi gizlice teokrasi tesis ediyor suçlaması buram buram sınıfsal çekişme kokuyor. Hükümete yönelik esas suçlama, özellikle Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra AB'ye katılım ve reform gayretlerindeki duraklama olabilir.
Çok ayıp. Büyük bir zaferle yeniden seçilmiş ve ufukta Kıbrıs meselesini çözebilecek bir anlaşma umudu gören Erdoğan, güçlü bir konuma sahip. Ancak Erdoğan bu konumunu ülkeyi dolaşıp ucuz konuşmalar ve kız öğrencilerin üniversitelerde türban giymesine izin verecek bir yasa değişikliği yapmak için kullanıyor. Kemalist kıyafet kanunu kadınlara eğitimlerini ilerletme imkanı vermiyorsa, burada bir eşitlik meselesi söz konusu olabilir. Ancak bu, "Türklüğe" hakaret suçundan yazarların mağdur edildiği Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesinin iptalinden daha önemli değildir.
Erdoğan duraksamaya son verip başında bulunduğu anayasal devrime yeniden başlamalıdır.

THE FINANCIAL TIMES: "AB'NİN TİCARET SAVAŞINA YOL AÇABİLECEK TEHLİKELİ İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ KARARI"

ANKARA, 24/03(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Financial Times gazetesinin 24 Mart 2008 tarihli internet sayfasında, İsveç Parlamentosu üyesi ve Uluslararası Ekonomi Profesörü Carl B. Hamilton imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan mektubun çevirisi şöyledir:

Avrupa Birliği liderlerinin 14 Mart tarihinde, iklim politikası konusunda küresel ticaret savaşlarına yol açabilecek kararını çok kötü karşıladım. Bu karar AB'nin, iklim gündemine kendisinden daha az istekle yaklaşan ülkelere ticari bariyer uygulama ihtimalini gündeme getirebilir. "Karbon sızıntısı" riski AB'nin emisyon izin belgesi uygulaması dışındaki ülkelerden ithal edilen ürünlere fark giderici gümrük uygulanmasını tetikleyebilir.
AB, iklim politikasının dışında kalan ancak yakın ilişkiler ve imtiyazlı ticari anlaşmalar sağlamak istediği ülkelere nasıl bir uygulamada bulunmalı? Bu ülkeler için AB'nin iklim tarifesine muafiyet mi getirilmeli? Bu tüm Akdeniz ülkeleri, Hırvatistan ve Türkiye gibi AB'nin aday ülkeleri, "üyelik perspektifine" sahip ülkeler ve çok sayıda eski koloni ülkeleri için geçerlidir. Muafiyet uygulanması, örneğin Çin, Hindistan, ABD ve Brezilya gibi ülkelerden AB'ye ihracatların yeniden yapılması için bu ülkeleri cazibe merkezleri haline getirecektir. Zira böyle bir durumda ürünler küçük bir yolsuzluk ve menşeinin değiştirilmesi sayesinde AB'nin iklim tarifesinden kaçabilir.

 

İSPANYA BASINI

ABC: "ERDOĞAN: SINIFLARDAKİ BAŞÖRTÜSÜ İSLAMLAŞTIRMAK DEĞİL, İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KORUMAKTIR"

ANKARA, 21/03(BYE)--- İspanya'da yayımlanan ABC gazetesinin 16 Mart 2008 tarihli internet sayfasında, Manuel Erice imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile yapılan Ankara çıkışlı mülakatın özet çevirisi şöyledir:

Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, üniversitelerde başörtü yasağını kaldırmasını ateşli bir şekilde savunuyor, ancak Brüksel'in istediği insan haklarında ilerleme konusunda bir tarih vermiyor. "Sarkozy gibi liderlere "yönelttiği sitemlerle, onları Türkiye'de AB'ye duyulan sempatiyi azaltmakla suçluyor.
Çelişkili bir rüyanın (Avrupa güçleri arasında İslami bir "imparatorluk"), sonuç alınamayacak bir mantığın (laiklik ve din) ve neredeyse ihtilalci bir dönüşümün dizginlerini ele alan ilk Cumhurbaşkanı Atatürk'ün aydınlattığı modern ulus, şimdi Müslüman "düşman" tarafından idare ediliyor. Şüpheci Batı, alaturka bir dönüşüm, tam demokrasi ve Müslümanların toprağında serbest pazar bekliyor... Ayrıca, ordunun siyasi İslam'a baskısı... Milliyetçi muhalefet, üniversitelerde başörtüsü yasağına son vermeyi eleştiriyor ve elinde Kur'an, Türkiye'nin giderek büyüyen İslamlaşmasına karşı haykırıyor... Yolsuzluk, hakların yetersizliği, Kürt halkına baskı, Kıbrıs'ın tanınmaması...
AB'ye giriş (hedef 2014) müzakeresinde Avrupa, yolu belirliyor, ancak bir iç olgunlaşma bekleyişiyle geçerli not vermeyi geciktiriyor.
11 Mart Salı günündeyiz. Savcılığın cuma günü onun ve partisinin aleyhinde "laiklik karşıtı faaliyetlerden" dolayı bir iddianame sunacağını henüz kimse bilmiyor. Ankara'daki özel ikametgâhının süslü kabul salonunda Başbakan, ABC'den ve Avrupa'dan diğer iki meslektaşımı kabul ediyor. Bir yanda Türk bayrağı, diğer yanda üzerinde Osmanlı motifleri olan bir sürahi...

SORU: Sayın Başbakan, Türkiye'nin AB'ye üyelik müzakerelerinin şu iki buçuk yılı zarfında hükümetiniz ülkenizden istenen reformlardan çok azını gerçekleştirdi. Brüksel için vazgeçilmez olan ve bir o kadar da tartışmalı, özgürlük ve sivil haklarla ilgili Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesinin değiştirilmesi konusu beklemede. Bu konuda daha fazla ne yapacaksınız?

ERDOĞAN: (Tercümanı dinlerken kahkahalarla gülüyor.) Ben size önemli şeyler yapmakta olduğumuzu söylüyorum. En önemli konulardan biri olan Vakıflar Kanunu'nu kabul ettik. Süreç bitti. Muhalefetin bu Kanunu Anayasa Mahkemesine götürüp götürmeyeceğini bilmiyorum, ancak bazı değişiklikler getirecektir. 61-62 maddeden oluşan bu Kanun, hukuki güvenlik sağlayacak detaylı ve şeffaf bir Kanundur. Temel bir Kanunun önceliği olur ve diğerlerinden daha hızlı çıkar. Bazı örgüt ve sendikalar, öneriler getirdiler, ancak hiçbiri ideolojik değildi. Onlarla birlikte dokuz maddeyi gözden geçirdik ve sorun yaşamadık. Sendikalarla olan en önemli mesele, sosyal yardım meselesidir ve biz onlara kimsenin sosyal güvenlik çatısı dışında kalmayacağını söyledik zaten. 301. maddeye gelince, çalışmalarımızı tamamladık, ancak başörtüsüne dair reformun (üniversitelerde yasağın kalkması) kabulünden dolayı onları ertelemek zorunda kaldık. Kısa bir sürede bunu ele almak gündemimizde. 301. maddeyi değiştirmeyi değil, yeniden yorumlamayı düşünüyoruz. Gördüğünüz gibi bunun için çalışıyoruz.

SORU: İlk hükümetinizdeyken AB'ye verdiğiniz sözlere, ikinci hükümetinizde de sadık mısınız?

ERDOĞAN: Kesinlikle. Kamu yönetimindeki değişikliklerle ilgili müzakerelere bakarsak, altı başlık açtık. Slovenya'nın (şimdiki AB Dönem Başkanı) üç veya dört başlık daha açmasını bekliyoruz. Bizim en büyük amacımız, tam üyelik. Arzularımızı vurgulamak istiyoruz. Bunun için de kimse, istediğimizin bu olduğuna dair şüphe duyarak bizimle konuşmak için masaya oturamaz. Farklı muamele istemiyoruz, Avrupa Sözleşmesi'ni istiyoruz. Ciddi ve onurlu olmak istiyoruz ve onların da bizim gibi olmasını istiyoruz.

SORU: Siyasi temasların ötesinde müzakereler günden güne nasıl devam ediyor?

ERDOĞAN: Avrupa ile sıkı temaslarımız üç kanaldan devam ediyor: Cumhurbaşkanı, benim yaptığım gibi alçak gönüllülükle çalışıyor ve bakanlarımız da aynı şekilde Avrupalı bakanlarla sürekli temas hâlindeler. Duraklayamayız.

SORU: Bununla birlikte ülkenizin AB'ye girişine Türklerin desteği, süreç boyunca net bir şekilde azaldı. 2005'te var olan yüksek desteği yeniden elde etmek için ne lâzım?

ERDOĞAN: Bu çok önemli bir gözlem. Bu, bizim sevgili Avrupalı meslektaşlarımızın bazı olumsuz beyanlarının sonucu. İnsanımız, AB'ye girmek istiyor. Müzakere başlangıcında kamuoyu yoklamaları halkın yüzde 75'inin lehte olduğunu gösteriyordu. "Siz Birliğin Türkiye'yi kabul edeceğine inanıyor musunuz" sorusuna ise yüzde 55'i "evet" diyordu. Son kamuoyu yoklamaları şimdi sadece yüzde 59'unun giriş taraftarı olduğunu ve sadece yüzde 42'sinin ise Avrupa'nın Türkiye'yi kabul edeceğine inandığını gösteriyor. Avrupa'dan yapılan beyanlar olumsuz olmazsa, eminim ki bu destek tekrar artacaktır. Son seçimler boyunca AB'den de bahsedildi ve seçimleri açıkça kazanmış olsak da, muhalefet bu Avrupa Sözleşmesi'ni seçim kampanyasında aleyhimize kullandı. Avrupa'nın olumlu tutumlarına ihtiyacımız var.

SORU: Merkel veya Sarkozy gibi bazı karşıt liderlerin belki destek ifadeleri olsaydı...

ERDOĞAN: Özellikle Sarkozy'nin davranışı, son aylarda çok kötü oldu. Bu arada Fransa'daki seçimler nasıl gitti? (Bu soruyu pazar günkü belediye seçimleri hakkında Fransız meslektaşıma sordu. Sarkozy konusuna tekrar döndü) Bazen anlaşma zorlukları yaşıyoruz. O, benden çok farklı konuşuyor. Fransa ve Türkiye'nin, tarihi anlaşmazlıkları olmasına rağmen, çok gelişmiş ilişkilerimiz var. Fransa, sanat, demokrasi, laiklik, mimari... gibi alanlarda Türkiye için daima bir örnek oldu ve ülkemizdeki belli başlı yatırımcılardan bazıları da Fransız'dır. Binlerce Türk Fransa'da yaşıyor. Bu yüzden bazı şeyleri duymak zorunda kalmamız daha da üzücüdür. Oturduğumuz ve konuştuğumuz zaman her şey mükemmel. Ancak daha sonra dönüyoruz ve duyduklarımızdan çok farklı şeyler duyuyoruz. Karşılıklı saygı şart.

SORU: Sayın Erdoğan, muhalefet, ABD'nin emirlerine itaat edildiğini düşünerek Kuzey Irak'taki askeri operasyona son verilmesini eleştirdi. Ordunun kararıyla hemfikir misiniz? Muhalefete ne söylemek lâzım?

ERDOĞAN: Öncelikle süreç, geçen kasım ayında, ABD Başkanını ziyaretim sırasında, Irak sınırında bu örgüte (PKK'ya) karşı, terörle mücadelede ortak operasyonlar yürütmeye karar verdiğimiz zaman başladı. Üç taraf anlaşmaya vardı: Türkiye, ABD ve Irak'ın merkezi hükümeti. Şu günlerde olan ise söz konusu sürecin bitimidir. İş birliği alanında birçok müdahale oldu. 21 Şubat'ta bu örgütün üslerine karşı başarılı bir operasyona başlandı, ancak asla sivillere karşı değil. Bu karar aşamasından önce Cumhurbaşkanı Talabani ve Başbakan Maliki ile ve aynı zamanda Başkan Bush ile konuştum. Başından beri 10 veya 15 günden fazla olmayacağını onlara söyledik. Bu yüzden de operasyona son verdik. Önemli olan, bu örgüte, her an o dağlarda operasyonlar yapabileceğimizi gösterdik. Muhalefete gelince, eleştirileri için orduyu kullanıyor. Bu çok tehlikeli ve yanlış. O gün, onlara bir şey söylememiz gerekiyorsa aramızda bunu konuşabileceğimizi söyledim. Siyasete orduyu karıştırmayın.

SORU: Askeri operasyon tamamlandı. Bastırılmış bir bölgedeki hayat şartlarında, kültürel alanda, yatırımlarda vb. alanlarda Kürt sorununu çözmek için hükümetiniz hangi tedbirleri öngördü? Bu cumartesi günkü Diyarbakır seyahatiniz, bunu başarmak için siyasi bir atağın başlangıcı olabilir mi?

ERDOĞAN: Elbette, benim oraya gitmemin sebebi de bu. Orada yaşayan insanlarımızın yararına adımlar atacağız. Onlar, kendi dillerini kullanabilmelidir. Kürtçe ve Arapça yayın yapan televizyon kanallarının tahsisi için yatırımlar yapacağız. Ülkemizdeki kültür çeşitliliğinin bilincindeyiz. Diğer konularda, 80 yılda yapılamayan iyileştirmeler yapacağız. Mesela: doğu vilayetlerimizde 46 bin sosyal konutla yeni alt yapılar inşa edeceğiz ve yolları yenileyeceğiz.

SORU: Üniversitede başörtüsü yasağını kaldırma reformu, özellikle muhalefetten eleştiri aldı. Avrupa'da da eleştirildi. Alınan kararı nasıl savunuyorsunuz?

ERDOĞAN: Başörtüsü kullanımı, ne İslamlaştırma şeklidir ne de İslam'ın tek unsurudur. Değişiklik, ifade özgürlüğünün uygulanmasıyla ilgilidir. Fransa'da üniversitede başörtüsü takılabiliyor mu? Almanya'da, İspanya'da, ABD'de? Eğer gerçek bir demokrasi varsa, sen istediğin gibi okula gidebilirsin. Maalesef, ülkemizde, şimdiye kadar okula öyle gitmek isteyen kızlarımız bunu yapamıyordu. Böyle gitmek isteyip de gidemeyen binlerce kızımız var. Buna karşı mücadele edeceğiz. Bu, eğitim hakkıyla ve ifade özgürlüğüyle ilgili bir şey. Bir de şu açıdan bakın: onlar bu ülkenin kızları ve başörtüsü takamıyorlar ve Batı'da, orada yaşayanlar bunu takabiliyorlar. Türklerin bu tutumu neden? Bu Türk kızlarının beklentilerine cevap verememek neden? Ülkemde, başını örtmek istemek veya istememek sorun olamaz. Ülkemdeki sorun şu: özgürlüğün hepimize lâzım olduğunu anlamayan bir grup var. Laik bir ülkede devlet, bütün meşrep ve inançlara aynı mesafede durmak zorundadır. Başka bir grup yararına bir gruba yasak getirilemez. Biz, demokratik, laik sosyal bir hukuk devletiyiz ve devlet üniversite kapılarını orada okumak isteyen bütün kızlara ayırım gözetmeksizin açmayı garanti etmelidir. Meclisteki 550 milletvekillinin sadece 96'sı aleyhte,oy kullandı, 411'i lehte oy kullandı. Meclis, toplumun sorunlarını halletme görevini yerine getirdi.

SORU: Daha önce çıkmakta olan Vakıflar Kanunu'ndan bahsettiniz. Amaçlarına ulaşmak için şiddet eylemleri de düzenleyebilen radikal dinci örgütler, saygın bir vakıf maskesi altında kolaylık elde edebilir. Bunu önlemek için ne yapacaksınız?

ERDOĞAN: Öncelikle, etik bir sorun var. Demokraside bir örgüt hiçbir şey yapmadığı hâlde ona antidemokratik bir tutum içinde olduğunu söyleyemezsin. Mesela, hâmile bir kadını ele alalım. Doğacak çocuk bir katil olabilir. Biz ona bu hamileliğe son vermek gerekiyor diyebilir miyiz? Basit olarak, bir vakıf faaliyete başladığında, biz onun radikal bir örgüt olup olmadığını söyleyemeyiz. Kuruluş amacını belirttiği beyannameden ibaret bir usül mevcut. Daha sonra olabilecek aşırılıkları tespit etmek mümkün. Biz bir hukuk devletiyiz. Kurucular bu aşırılık sayılan fiilleri işlemeye başladığında yargı gerekeni yapacaktır. Birisi yasa dışı bir şey yapmak isterse bunun için vakıf kurmasına gerek yok.

 

ABD BASINI

THE NEWSWEEK: "SAÇMA BİR SOHBET"

WASHİNGTON, 21/03(BYE)--- Haftalık tirajı dünya genelinde 3.500.000 olan Newsweek dergisinin 21 Mart 2008 tarihli internet sayfasında, Tuft Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler Bölümünde Doçent ve "Tüm Siyaset Küreseldir: Uluslararası Belirleyici Rejimleri Açıklanması" kitabının yazarı Daniel Drezner imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin özet çevirisi şöyledir:

--ABD ve AB Çekişmesi Sürerken, Atlantik İttifakı Etkisini Kaybediyor--

Son makalemde de ifade ettiğim gibi, ABD hegemonyasının öldüğü haberleri büyük ölçüde abartılıdır. Ancak bu ifade, her şeyin yolunda olduğu anlamına da gelmemelidir. İzafi etki azalmasının bir göstergesi doların düşmesi, bir diğeri ise İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın geçen hafta Bağdat'a yaptığı gösterişli ziyarettir. Yine, geçtiğimiz hafta Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, International Herald Tribune yazarı Roger Cohen'e, "Sihir bitti!" açıklamasında bulunmuştur.
Amerika ve Avrupa'nın uzun süredir devam ettirdikleri üstünlükleri, siyasi, ekonomik ve demografik meydan okumalara maruz kalmaktadır. Küresel ısınma, nükleer yayılmacılık, makro ekonomik dengesizlikler, terör, küresel düzenin yeniden belirlenmesi ihtiyacı gibi ortaya çıkmakta olan bir dizi küresel tehdit göz önüne alındığında, hegemonyanın el değiştirmesi açısından hassas bir dönem yaşanmaktadır. Buradaki soru, Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği'nin bu konularda liderliklerini sürdürüp sürdüremeyecekleridir. Cevabı ise, en iyimser şekliyle, "çok uzun süreyle değil" olacaktır.
Batı'nın etkisinin azalmasının sinyallerini görmemek giderek zorlaşmaktadır. Ancak, Polonya Dışişleri Bakanı Radoslaw Sikorski'nin de kısa bir süre önce ifade ettiği gibi, "Batı'nın düşüşü lafları, Batı'nın kendisi kadar eskidir".
Transatlantik ilişkilerin gücünü değerlendirmek üzere, Alman Marshall Fonu (GMF) tarafından düzenlenen ve üst düzey yetkililerin katılımıyla gayriresmi görüş alışverişinin gerçekleştirildiği Brüksel Forumuna katıldım. Konferansta, Amerika ve Avrupa arasındaki ilişkilerin 2002-2003 çalkantılarından büyük ölçüde kurtulduğu açıkça ortaya konuldu. Bu görüş kamuoyu tarafından da desteklenmektedir. Çok kısa bir süre önce British Council'ın yaptığı kamuoyu yoklaması, Amerika ve Avrupa'da büyük çoğunluğun daha yakın bir ortaklık istediğini ortaya koymuştu. Bu iyi haber. Kötü haber ise, Washington ve Brüksel'in dıştan gelen meydan okuma ve tehditlere doğru bir şekilde odaklanmaktan oldukça uzak olduklarıdır. Brüksel Forumunun seçkin katılımcılarının aynı karamsarlığı paylaştıkları görülmekteydi. Bir oturumdaki katılımcılar zamanlarının çok büyük bir bölümünü (NATO'nun genişlemesi gibi) geçmişteki anlaşmazlıklardan ve (Kosova benzeri) tali sorunlardan şikayet etmeye ayırınca, ABD'nin Birleşmiş Milletler nezdindeki eski Büyükelçisi Richard Holbrooke isyan etti: "Gerçekten saçma bir konuşma yapıyoruz."
Ne yazık ki bu yaklaşım konferans boyunca sürdü. Bir akşam yemekte, bir Alman Federal Meclisi üyesi ile Avusturya Büyükelçisi arasında oturmak zorunda kaldım. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılması sorusuna gelinceye kadar konuşma çok renksiz geçiyordu. Her iki konuk da Türkiye'nin AB'ye alınması için Ankara'ya katılım görüşmelerini önermenin hata olduğunu ifade ettiler, Rusya'nın Türkiye'den daha fazla Avrupa'nın parçası olduğu görüşünü paylaştılar. Buna karşın, Türkiye'yi sinsice AB'ye alacak gizli bir plan konusundaki söylentiler de ortalarda dolaşıyordu. Bu durum, AB'nin baş belası olan kronik bir sorunu ortaya koymaktadır: Ortak bir dış politika konusundaki herhangi bir girişim, Avrupa'nın sınırlarının belirlenmesi sorunuyla bir kenara itilmektedir.
Transatlantik ortaklığın gerçekten öncülük yaptığı konularda, ileriye dönük bir gelişme görmek oldukça zor. NATO, Afganistan'da, Kandahar bölgesine sadece Kanada'nın asker göndermeye istekli olması gerçeğiyle felce uğramış durumdadır. Şayet ittifak gelecek ay Bükreş'te yapılacak NATO zirvesinden önce bölgeye gönderilecek bir taburu toparlayamaz ise Kanadalılar da geri çekilecek.
Diyelim ki, Batı'nın sorunları abartılıyor, Brüksel Forumu gibi Amerikalı ve Avrupalıların hayal kırıklıklarını dağıtmalarını sağlayan konferanslar da sorunların çözümüne yönelik ilk adımı oluşturuyorlar. Buna karşın, hem Bush yönetimi hem de Barroso komisyonu, görevlerinin son yıllarındalar. Acil eylemlere ihtiyaç duyulan bir dönemde, mevcut durumun 2009 yılına kadar sürdürülmesi çok büyük bir ihtimal. Belki sihir hala bitmemiştir ama, yine Kouchner'in kasvetli bir şekilde ifade ettiği gibidir: "Eskiden Batı'nın ne olduğunu biliyordum, şimdi Batı ne, bilmiyorum."

AMERİKA'NIN SESİ: "TÜRKİYE'NİN UZLAŞMAYA İHTİYACI VAR"

ANKARA, 25/03(BYE)--- Amerika'nın Sesi Radyosu'nun 06.30-07.00 Türkçe yayınından:

Türkiye'de AK Parti hakkında açılan dava, Ergenekon soruşturması ve bu çerçevedeki tutuklamalar ülke dışında da dikkatle izleniyor. Utah Üniversitesi Siyaset Bölümü Öğretim Üyelerinden Hakan Yavuz, bu son gelişmelerle ilgili sorularımızı yanıtladı.

YAVUZ: Bu kadar istikrarlı ve model bir ülke olan Türkiye ne oldu da şimdi birdenbire kendisini siyasi krizin içinde buldu? Bu krizin nedenleri, muhtemel sonuçları hakkında bir dizi sorular soruluyor.

RADYO: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının, AK Parti'nin kapatılması hakkındaki iddianamesini gördük. Bunun arkasından Ergenekon olayları hızla gelişti ve İlhan Selçuk gibi çok tanınmış bir gazetecinin gözaltına alınmasına tanık olduk. Gözaltına alınma koşulları oldukça sertti. Güzel bir görünümde olmadı. Böyle şeyler Türkiye'de olmamalı, olmayacak diye düşünürken birden bire eski günlere döndük. Siz nasıl karşıladınız?

YAVUZ: Açıkçası ben de çok iyi karşılamadım. İktidardaki bir partinin kapatılması bence çok doğru bir şey değil. Diğer yandan, bu dava açıldı diye hükümetin de parlamentoda bulundurduğu üstünlüğe dayanarak Anayasayı dava görülürken değiştirme çabaları, ayrıca yine polis teşkilatındaki bir takım grupların, Ergenekon'a -her neyse bu Ergenekon- dayanarak bir takım korkutma faaliyetlerine girmesi doğru değil. Yani Türkiye'nin uzlaşmaya ihtiyacı var. Türkiye ne yazık ki bugün ortadan bölünmüş bir görüntü veriyor, bunun giderilmesi lazım. Karşılıklı korkular söz konusu, bu korkuların giderilmesi lazım. Türkiye'nin dışarıdaki imajı gerçekten son bir aydır çok kötü bozuldu.

RADYO: Türkiye demokrasisi oldukça önemli mesafeler katetti. Bir dönem Avrupa Birliği ile uyum yasalarına hız verilmişti, hatta AK Parti döneminde de... Bu demokratikleşme sürecinde bir duraklama olduğunu seziyoruz. Bu duraklama mı bu şekilde sonuçlar yarattı?

YAVUZ: AK Parti Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinde, Kopenhag kriterlerine dayanmış ve onu kendisine bir plan, program yapmıştı. Türk halkı da bu sürecin istikrar getireceğini düşünerek hem siyasi, hem ekonomik istikrardan dolayı AK Parti'ye 2007 yılı seçimlerinde yüksek bir oy verdi. Fakat şunu görüyoruz, ne yazık ki istikrar amacıyla bu oylar verildi. Avrupa Birliği sürecine girebilmek için... AK Parti, istikrarsızlığın kaynağı haline geldi. Bunun ana nedeni, AK Parti'nin Avrupa Birliği projesinden vazgeçtiği yönünde bir takım işaretlerin olması.

RADYO: Türkiye parti kapatmalarla ünlü bir tarihe sahip. Bugüne kadar çeşitli sebeplerle birçok parti kapatıldı. Bu partilerin kapatılma sebepleri hakkında ne söyleyebilirsiniz?

YAVUZ: Bu kapatılma olaylarına baktığımız zaman iki ana neden görüyoruz. Birincisi: İlk parti 1925'te laikliğe karşı odak olduğu için kapatılmıştı ve bu devam etti. İkinci olarak da etnik bir parti kurmak, yani Türkiye'nin birlik ve bütünlüğüne, ulusal bütünlüğüne tehdit oluşturacak etnik partilerin kapatıldığını görüyoruz. Avrupa'da da partiler kapatılıyor, bunun örnekleri var. Bizdeki gibi kolay kapatılmaması lazım. Yani Türkiye'deki rejimin kendisini koruması gerekiyor, fakat bu rejimin tehditleri konusunda bir takım somut önerilerin, somut bir takım nedenlerin olması gerekiyor. Ne yazık ki Türkiye'de son parti kapatmalar çok soyut nedenlere dayanıyor.

RADYO: Bu durumdan çıkmak için hükümetin yapacağı herhangi bir şey var mı?

YAVUZ: Var. Hükümetin her şeyden önce uzlaşma kültürüne vurgu yapması gerekiyor. İktidar partisinin yüzde 47 oy alması her şeyi yapacağı veyahut da yapması gerektiği anlamına gelmiyor. İkincisi, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ndeki üyeliği konusunda ciddi ve inandırıcı adımların yeniden atılması gerekiyor. Yani Türkiye'nin demokratikleşme sürecini yeniden canlandırması gerekiyor. Üçüncüsü de, bu çok önemli, Türkiye'nin ciddi bir ekonomik program ortaya koyması gerekiyor. Hükümetin ekonomik konularda hiçbir planı yok. Eğer siyasi krizlere bir de ekonomik kriz eklenirse Türkiye ne yazık ki uzun süre belini doğrultamayabilir.

 

LÜBNAN BASINI

THE DAILY STAR: "TÜRKİYE'Yİ ZORLA YENİDEN LAİKLEŞTİRMEK YALNIZCA GERİ TEPER"

ANKARA, 24/03(BYE)--- Lübnan'da yayımlanan The Daily Star gazetesinin 22 Mart 2008 tarihli internet sayfasında, Alfred Stepan imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin özet çevirisi şöyledir:

Kısa süre önce Türkiye Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Anayasa Mahkemesine iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKP) kapatılması yönünde bir başvuruda bulundu. AKP geçen temmuz ayında yapılan özgür ve adil seçimlerde oyların büyük kısmını alarak yeniden seçilmiş ve hükümet olmuştu. Başsavcı ayrıca Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve 69 önde gelen politikacıya beş yıllığına siyaset yasağı getirilmesini talep etti.
AKP'nin kapatılması açıkça, Türkiye'nin Avrupa Birliğine öngörülebilir bir gelecekte girme çabalarını sona erdirip, son dönemdeki güçlü ekonomik büyümesini tehdit eder bir siyasi krize yol açabilir. Dolayısıyla, halihazırdaki anayasanın yürürlüğe girdiği 1982 yılından bu yana Anayasa Mahkemesinin 18 siyasi partiyi kapattığı da göz önüne alındığında, Başsavcının tehdidi hafife alınmamalı. Aslında AKP'nin kapatılmasına dönük bu son girişim de doğrudan AKP'nin Türkiye'nin anayasasını değiştirme çabalarıyla ilintili.
Başsavcının iddianamesinde özellikle altı çizilen suçlama, AKP'nin laikliği aşındırdığı şeklinde. Ancak halihazırdaki anayasanın kökenleri kadar içerdiği laiklik tanımı da oldukça şüpheli. Türkiye'nin 1982 yılında kabul edilen yürürlükteki anayasası 1980 askeri darbesinin doğrudan bir ürünü.
Sonuç olarak 1982 Anayasası, AB'dekilerin her birinden daha zayıf demokratik kökenlere sahip. Demokratik içeriği de oldukça zayıf -örneğin Milli Güvenlik Kuruluna atama yapılması-. AKP bu otoriter oluşumu biraz yumuşatmış olsa da böylesi bir anayasayı tam anlamıyla demokratikleştirmek çok güç. AB'nin Türkiye'nin katılımıyla ilgili ilerleme raporlarında pek çok kez, sadece değiştirilen bir anayasa değil de yeni bir anayasa gereği vurgulanıyor.
Hem Fransa'daki laiklik hem de (Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan) Türkiye'deki laiklik, dine karşı benzer düşmanca tutumla başgösterdi. Ancak şimdi birbirlerinden oldukça farklılar. Türkiye'de dini eğitime sadece devletin sıkı kontrolü atında hoşgörü gösterilirken, Fransa'da geniş bir yelpazeye yayılan -özel olarak desteklenen- dini eğitim kurumlarına izin veriliyor ve 1959 yılından bu yana devlet, Katolik kiliselerinin ilkokullarının maliyetinin büyük kısmını karşılıyor. Türkiye'de ise Cuma namazında okunan hutbeler 70 bin kişinin çalıştığı Diyanet İşleri Başkanlığındaki memurlar tarafından hazırlanıyor ve ayrıca Türkiye'deki bütün imamlar da devlet memuru olmak durumunda. Fransa'da buna benzer kısıtlamalar yok.
Benzer şekilde AKP iktidara gelip kısıtlamaları yumuşatmaya başlayıncaya değin Türkiye'de yeni bir kilise ya da sinagog oluşturulması ya da Yahudi veya Hristiyan vakfı kurulması neredeyse imkansızdı. Belki de Ermeni Patrikinin Türkiye'deki etnik Ermenilere temmuz seçimlerinde AKP'ye oy vermeleri yönünde çağrı yapmasının sebebi de budur. Bu noktada Fransa'da böylesi kısıtlamalar da bulunmuyor.
Fransa ile Türkiye'deki laiklik arasındaki farklar daha keskin bir karşılaştırmayla de ortaya konabilir. Devletin dini azınlıklar ve çoğunluklar üzerindeki kontrolünü ölçen -yaygın olarak bilinen ismiyle- FOX indeksinde "0" asgari düzeyde devlet kontrolüne işaret ediyor. Fransa "6" ile AB standartlarının en uç noktasında yer alıyor. Öte yandan Türkiye "24" ile Tunus'un otoriter laik rejiminden bile daha geride yer alıyor. Türkiye Cumhuriyet Başsavcısının çok da yumuşak olmayan anayasal darbesiyle sürdürülmesini istediği, bu türden bir laiklik midir?
Türkiye ya da başka yerlerdeki demokratik laikleri asıl endişelendiren, AKP'nin anayasa konusundaki reform çabalarının İslami hukuka ya da diğer adıyla şeriata geçişin ilk adımını oluşturuyor olabileceği. AKP öncülüğünde şeriatın gelmesi olasılığını Anayasa Mahkemesi durdurmayacaksa o halde kim durduracak?
Bu sorunun iki yanıtı var. İlk olarak AKP şeriat devleti oluşturmaya çalıştığını reddediyor ve uzmanlar Başsavcının iddianamesinde AKP'nin bu amaca yönelik bir hamle yaptığını gösteren bir delil bulunmadığını söylüyor. İkincisi, Türkiye'de hiçbir zaman üst seviyelerde olmayan şeriat desteği AKP'nin iktidara geldiği günden bu yana gerçekte -1996 yılındaki yüzde 19 düzeyinden 2007 yılında yüzde 8'e- geriledi.
AKP'nin gerçek gücünün demokratik seçimlerde aldığı destekten kaynaklandığı göz önüne alındığında, şeriatı getirmeye dönük herhangi bir girişim kendi seçmenlerinin çoğunu uzaklaştırmak riskini barındırıyor. Bu koşullar altında, "laik köktenciler" dışında hiç kimsenin AKP'nin kapatılmasını, Erdoğan'ın ya da Gül'ün yasaklanmasını desteklemesi için bir neden yok aksine Türkiye'nin demokratikleşme yolunda ilerlemesini desteklemek için çok neden var. Sadece bu istikamet Türkiye'nin şimdikinden daha iyi bir anayasaya kavuşmasını sağlayabilir.

Bu döküman ab.gov.tr sitesinde bulunan makaleden otomatik üretilmiştir