Son Güncelleme: 19 Mart 2008
ALMANYA BASINI
FRANKFURTER ALLGEMEINE ZEITUNG: "BENİM İÇİN AVRUPA BURADA SONA ERİYOR"
BERLİN, 07/02(BYE)--- Tirajı günde 355 bin 230 olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 7 Şubat 2008 tarihli sayısında, Peter Carstens imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Ankara/İstanbul çıkışlı yazının özet çevirisi şöyledir:
--Federal İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble Türkiye'de Mutat Onurlandırmayla Karşılansa da Alman Yabancılar Kanunu, Hessen Eyaleti Seçim Kampanyası ve Ludwigshafen'daki Yangın Felaketi Nedeniyle Sitemlerle de Karşı Karşıya Kaldı--
Wolfgang Schaeuble Ludwigshafen'daki yangını herhangi bir kanıt olmaksızın Solingen'deki kundaklama saldırısıyla kıyaslayan Türk gazetelerini göstererek öfkeli bir şekilde "Bu, Almanlara karşı ayrımcılıktır. Türklere molotof kokteyli atan bir halk değiliz" diyor. Bir çalışma ve nezaket ziyareti çerçevesinde üç günden beri Türkiye'de bulunan Schaeuble, ziyaretinin başından itibaren Ankara ve İstanbul'da Alman Yabancılar Kanunu, Hessen Eyaleti seçimleri ve Ludwigshafen'daki yangın nedeniyle sitemlerle karşılandı.
Schaeuble, İstanbul'da Boğaz'a nazır otelde konuşurken kızgınlığı sözlerine yansıyor. Schauble'nin sözlerinden Türk Büyükelçisi, Türkiye ve Almanya'daki Türk basını ve Türk Hükümeti hakkındaki hoşnutsuzluğu belli oluyor. Schaeuble acı çeken bir yüz ifadesiyle, Ludwigshafen'a uzman gönderilmesini memnuniyetle karşıladığını, Başbakan Erdoğan'ın bizzat yangın yerine gitmesini de normal karşıladığını söylüyor.
Ludwigshafen'daki yangın Türkiye'yi ziyaret etmekte olan Schaeuble'ye Türkiye'nin Almanya ile ilişkilerine dostluktan başka hangi unsurların hakim olduğunu gösteriyor: Güvensizlik, suçlamalar, milliyetçilik hisleriyle karışık aşağılık kompleksleri. Ayrıca misafir ev sahibini AB'de görmek istemiyorsa, karşılıklı ilişki zor ve sorunlu oluyor. Otelin penceresinden İstanbul'un Asya yakasına bakan Schaeuble, benim için Avrupa burada sona eriyor" diyor. Schaeuble bunu kendisine haritanın da gösterdiğini ifade ediyor. Peki Ankara? Schaeuble, "Hayır, Ankara'da kendimi artık Avrupa'da gibi hissetmiyorum" diyor. Bu tür net ifadeler kullanmak Türkiye'de herkesin harcı değil.
Schaeuble bir gün önce Almanya'nın Ankara Büyükelçiliğinin vize bölümünü ziyaret etti. Vize bölümü şefi Schaeuble'ye aile birleşimi çerçevesinde vize almak isteyenlerin hangi belgeleri ibraz etmek zorunda olduklarını açıkladı. Geçen yılın ağustos ayından bu yana bu çerçevede Almanya'ya gelmek isteyen eşler Almanca bildiklerini kanıtlamak zorundalar. Bu da iki ülke arasında anlaşmazlık konusu oluyor.
Schaeuble bu gerilimli ortamda Ankara ve İstanbul'u ziyaret ediyor. Schaeuble, Almanca sınavının yanı sıra sürekli olarak çifte vatandaşlık imkanı tanınması isteğiyle de karşı karşıya kalıyor. Gündeme gelen diğer konular ise "Türklere karşı ayrımcılık" ya da PKK oluyor.
Schaeuble'nin ziyareti salı akşamı Erdoğan'ın danışmanı işadamı Cüneyt Zapsu'nun İstanbul'daki evinde sona eriyor. Schaeuble orada şarap ve meyve suyu eşliğinde Zapsu ve diğer misafirlerle sohbet ediyor. Buradan Boğaz'ın uç noktalarına kadar uzanan bir manzara görülüyor. Bu akşam yoğun bir sis var. Schaeuble "Buraya bir defa daha gelmeli" diyor.
FRANKFURTER ALLGEMEINE ZEITUNG: "TAM ANLAMIYLA UYUM"
BERLİN, 09/02(BYE)--- Tirajı günde 355 bin olan muhafazakar eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 9 Şubat 2008 tarihli sayısında, Georg Paul Hefty imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Siyaset sadece olanakları değil aynı zamanda olasılıkları yakalama sanatıdır. Federal Şansölye Merkel ile Türkiye Başbakanı Erdoğan arasındaki görüşme uzun bir süre önce kararlaştırılmış olmasına rağmen, Ludwigshafen'deki trajedi nedeniyle özel bir önem kazandı. Alman tarafı yangından bu yana, soruşturmaların nasıl sonuçlanacağı ve gerçekten tüm kuşkuların bertaraf edilip edilemeyeceği konusunda belirgin bir tedirginlik sergilerken, Türk tarafı, Almanya'daki Türk toplumu üzerindeki himayesini, -vatandaşlık ayrımı yapmaksızın- göstermekten kaçınmıyor. Bunun, Alman topraklarında (öncesindeki sergilenen kabalıklardan sonra) bu denli özgüvenli bir şekilde, ama azarlamayan bir tarzda yapılması, Erdoğan'ı zayıflatmaktan ziyade güçlendiriyor.
Türkiye, Alman Şansölyesi ve kendisiyle bu konuda hemfikir olan Fransa Cumhurbaşkanının bıraktığı intiba nedeniyle, Avrupa Birliği'ne alınmasının gecikeceği fikrine de alışmış gözüküyor. Erdoğan bundan kendi stratejik sonuçlarını çıkarıyor: Eğer ülkesi AB'ye üye olamıyorsa, sayısız vatandaşı daha şimdiden Avrupa'da. Bu durumda, gerçekten ne kadar uyum sağlarlarsa, yaşadıkları ülkenin şekillenmesinde o denli güçlü söz sahibi olacaklar. Başbakan bu nedenle onlara bu yolla "şanslarını" arama çağrısı yaparak, Almanca öğrenmelerini telkin ediyor. Bu şekilde Türk Devleti'nin çok sayıda vatandaşını kaybedeceğinden üzüntü duyulduğuna dair bir belirti yok.
Erdoğan'a göre bunun için zaten bir neden yok. Zira, onun tasarısına göre hiç kimse kaybedilmiyor. Başbakan, Almanya'ya okullarda güçlü bir işbirliği öneriyor ve Türk öğretmenleri göndermeye hazır olduğunu söylüyor. Ancak bu öğretmenlerin Alman okullarında kökenlerine bakılmaksızın tüm öğrencilere ders vermeleri, kendisinin "gettolaşma" uyarısına benzerdi. Erdoğan bunun dışında liselerde bile Türkçe dersi sunulmasını öneriyor. Almanların Türkiye yerine Türk göçmenlerin uyumunu sağlama tasarısı bu durumda, geleceğe yönelik belirsiz bir değişim olarak görülüyor.
MERKUR: "HÜZÜNLÜ BAŞVURU"
ANKARA, 11/02(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Merkur gazetesinin 11 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Holger Eichele imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye baskı yapıyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Münih Güvenlik Konferansında yaptığı konuşmada, Batı'ya çağrıda bulunarak, "Türkiye, hiçbir mazeret gösterilmeden, AB'ye üye olmak istiyor" dedi.
Uluslararası Güvenlik Konferansı, diplomatik çevrelerde en mühim buluşmalardan biri olarak görülüyor. Münih'te yapılan konferansa bu yıl medyadan 500, politika, ekonomi ve askeri üst düzey çevrelerden de 350 kişi katıldı.
Recep Tayyip Erdoğan cumartesi günü, konferansı açan ilk Müslüman Başbakan olarak, kürsüyü kullanmasını iyi bildi. Başbakan ülkesini, NATO ve AB'nin güvenebileceği bir ortak olarak tanımladı. Erdoğan'ın konuşmasının bir kısmı başvuru talebi gibiydi. Erdoğan, "İçte güvenlik ve denge sağlandı, halkın güvenini kazandık" diyerek politikasına övgüde bulundu. Başbakan, Kuzey Irak'taki Kürt PKK'lı savaşçılara karşı yapılan bombardımanları savundu ve "Savaşımız terör bitene kadar devam edecektir" dedi. Erdoğan, "Dünya barışı bizim için önemlidir" diyerek, Türkiye'nin amacının Irak'ın topraklarını işgal etmek olmadığını söyledi.
Başbakanın konuşması, Türkiye'nin AB'ye üyelik müzakerelerini hızlandırmayı amaçlıyordu. Erdoğan, dozu iyi ayarlanmış konuşmasıyla, 70 milyonluk ülkesinin bir an önce tam üye olarak alınması konusunda çağrıda bulundu. Politikacı, konuşmasında bunun bir alternatifi olamayacağını söyledi. Erdoğan, Türkiye'nin AB için dördüncü büyük enerji koridoru olduğunu ve ülkesinin büyük krizlerin yaşandığı bir bölgenin ortasında bulunduğunu belirterek, "Dostlarımız Türkiye'nin bu rolünü iyi kullanmalılar" dedi.
Birlik Partisinin önde gelen politikacıları, Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasına karşılar. CSU lideri Erwin Huber, Erdoğan'a karşılık olarak, Türkiye'nin üyeliğini AB'nin kaldıramayacağını söyledi. Huber, "Türkiye bunu dışlanmak olarak algılamamalıdır" dedi.
Erdoğan'ın, Türkiye'nin üyeliğine yönelik yapılan itirazlar karşısında yüzü asıldı. Erdoğan, Batı'yı, Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkmak için İslamı argüman olarak kullanmakla suçluyor. Erdoğan, Batı'nın bir tarafta inanç özgürlüğünden bahsederken, öte tarafta Müslümanların önünü kesmesini saçmalık olarak değerlendirdi. Erdoğan, "Eğer AB bir Hristiyan kulübüyse, kültürler arası ortaklıktan söz edilemez" dedi. Erdoğan, Türkiye'nin bütün politik kriterleri yerine getirdiğini, AB'ye üye olma haklarının olduğunu söyledi.
"Eğer istenmiyorsak, bize bunun 1963 senesinde söylenmesi gerekirdi" diyen Erdoğan, Türkiye'ye imtiyazlı ortaklık teklifinde bulunan Merkel ve Sarkozy'i de dolaylı yoldan eleştirdi. Başbakan, "Oyunun ortasında kurallar değiştirilemez. Bu durum hiç hoşumuza gitmiyor" ifadelerini kullandı.
CDU'den Ruprecht Polenz, Başbakanın çıkışı karşısında şaşkınlık yaşadı. Almanya Parlamentosu Dış Siyaset Komisyonu Başkanı Ruprecht Polenz, "AB her seferinde, üyelik müzakerelerinin, ucu açık bir süreç olduğu yönünde vurgu yapmıştır" diyerek, Türkiye'nin bu süreçte başarılı olup olamayacağının beklenip görülmesi gerektiğini söyledi. Polenz, Erdoğan'ın Türkiye'de reforma ihtiyaç duyulduğuna yönelik açıklamalarını olumlu buluyor.
Almanya, Türkçe eğitim veren okul ve üniversitelerin açılması yönündeki tekliflere karşı çıkıyor. Huber, Erdoğan'ın yönelttiği teklifi "Entegrasyon için bir zehirdir" diyerek geri çevirdi. Bunun, gettolaşmaya ve sonunda Almanya'da küçük bir Türkiye'nin oluşmasına yol açacağı vurgulandı. CDU Federal Meclis Grubu Başkanı Volker Kauder, bunun yerine Alman-Türklerin, Alman okullarında Almanca konuşan öğretmenler olarak görev almaları teklifinde bulundu. Volker Kauder, bunun entegrasyon adına bir kazanım olacağını, oysa Erdoğan'ın teklifinin izolasyona yol açacağını söyledi.
FRAENKISCHER TAG: "ERDOĞAN TÜRKLERİ AŞIRI UYUM GÖSTERMEMELERİ KONUSUNDA UYARDI"
ANKARA, 11/02(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Fraenkischer Tag gazetesinin 10 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan DPA kaynaklı ve Köln çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Almanya'da "Köln Arena" spor salonunda, Almanya'da yaşayan Türklere yaptığı konuşmasında, Türkleri aşırı bir uyum konusunda uyardı.
Erdoğan, Almanya genelinden ayrıca Fransa, Belçika ve Hollanda'dan gelen çoğunluğu Türk olan yaklaşık 16 bin kişi karşısında yaptığı konuşmada, "Asimilasyon bir insanlık suçudur. Asimilasyona karşı gösterdiğiniz duyarlılığı çok iyi anlıyorum. Kimse sizden asimile olmanızı bekleyemez" dedi.
Erdoğan ayrıca, Almanca öğrenmenin oldukça önemli olduğunu, ancak bunun yanında Türkçe'nin de ihmal edilmemesi gerektiğini, Türklerin Avrupa'da kimlik ve kültürlerini muhafaza etme zorluğu ile karşı karşıya kaldıklarını da belirtti. Erdoğan aynı zamanda, yurt dışında yaşayan Türklerin barış yanlısı tutumunu da vurgulayarak, "Bizim nefretle hiç işimiz olmaz. Bizim kinle, husumetle ve şiddetle asla işimiz olmaz" dedi.
Dokuz kişinin hayatını kaybettiği Ludwigshafen'daki yangının sadece Türkleri değil, Alman hükümeti ve Alman toplumunu da sarstığını ifade eden Erdoğan, "Yangının aydınlatılması gerek" dedi ve Ludwigshafen kentinde yaşananlara benzer olayların artık sonlanmasını umut ettiğini ve Türkiye'nin olayın aydınlatılması için kendi uzmanlarını olay yerine gönderdiğini vurguladı. Erdoğan bundan sonraki adımların Türkiye tarafından dikkatle takip edildiğini de belirtti.
Erdoğan bir kez daha, ülkesinin AB'de tam üyelik isteğini dile getirerek, "Bizim AB üyeliğimizi engellemek isteyen bazı ülkeler var. Türkiye'nin tam üyelik dışında bir alternatifi yoktur" açıklamasında bulundu. Başbakan Angela Merkel'in tam üyeliğin yerine istediği imtiyazlı ortaklığı ise reddeden Erdoğan, "Türkiye böyle bir senaryoda yer almayacaktır. Lütfen bu meseleyi bayat bahanelerle ertelemeyin. Bunların artık üstesinden gelelim" dedi.
Türklerin yurt dışında çıkarları konusunda daha iyi ve öz güvenli bir şekilde çaba harcamalarını isteyen Erdoğan, "Türkler 40 yılı aşkın bir süredir Almanya'da ekonomik kalkınmaya katkı sağlıyor" açıklamasında bulundu. Erdoğan bu bağlamda, Türkler içinden belediye başkanları çıkmasını, Almanya'daki yerel parlamentolarda, başka AB ülkelerinde ve AB Parlamentosunda daha fazla Türk milletvekili olması arzusunu da dile getirdi.
Erdoğan bir saatlik konuşmasında detaylı bir şekilde hükümetinin başarılarını dile getirdi. Erdoğan, kendisini dinleyenler arasında bulunan yaşlı insanların, geçmişte terk ettikleri ekonomik açıdan geri kalmış bir ülkeyi anımsadıklarını, ancak şimdilerde Türkiye'yi frenlemenin mümkün olmadığını belirtti.
Söz konusu bu toplantı Adalet ve Kalkınma Partisi'ne yakınlığıyla bilinen Avrupa Türk Demokratlar Birliği öncülüğünde yapıldı. Toplantı, bir seçim kampanyasını andırdı.
DIE WELT: "TÜRKİYE, İRAN DEĞİL"
BERLİN, 11/02(BYE)--- Tirajı günde 264 bin olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 11 Şubat 2008 tarihli sayısında, Dietrich Alexander imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:
Paniğe gerek yok. Türkiye, demokratik bir karar sürecinin sonunda üniversitelerdeki başörtüsü yasağını yumuşattı. Türkiye bu suretle, 80 yıldan uzun bir zamandan beri devam eden çağdışı Kemalist bir kanunu kaldırmış ve kendi kimliğini bulma yolunda bir adım daha ilerlemiş oldu. Zira Türkiye'nin geçmişte olduğu gibi bugün de Müslüman bir ülke olduğu unutulmamalıdır. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğu Müslümandır. Türk kadınlarının üçte ikisi başörtüsü takmaktadır. İnsanların bir bez parçası nedeniyle yüksek öğrenim görmelerinin engellenmesi ayrımcı bir uygulamadır.
Ancak Erdoğan'ın İslamcı muhafazakar iktidar partisinin parlamentoda sahip olduğu çoğunluğu alkolün yasaklanması, imam hatip lisesi mezunlarına öncelik tanınması ya da plajlarda katı kıyafet uygulaması başlatılması gibi alanlara yaymamalıdır.
Avrupa bu durumdan endişe etmemelidir. Türkiye, ikinci bir İran olmayacaktır. Türkiye'nin Avrupa Birliği ve onun değerlerine yönelimi bile tek başına, özgür gelişimi ve daha fazla demokrasi ile modernizme bağlı olmasının güvencesidir. Erdoğan ve partili arkadaşları bunu bilmektedirler. Ancak Erdoğan'ın Köln'de yaptığı konuşmada, "asimilasyon insanlık suçudur" derken neyi kastettiği kendisine ait bir sır olsa gerektir. Bunlar, Erdoğan'ın kuzu postuna bürünmüş bir kurt olduğu yönündeki şüpheyi güçlendirici nitelikteki açıklamalardır.
FRANKFURTER RUNDSCHAU: "UĞURSUZ İTTİFAK"
BERLİN, 12/02(BYE)--- Tirajı günde 145 bin olan sosyal demokrat eğilimli Frankfurter Rundschau gazetesinin 11 Şubat 2008 tarihli sayısında, Gerd Höhler imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türk Başbakanı Erdoğan, önceliklerinin neler olduğunu meydan okurcasına gösteriyor. AB'nin uyardığı reformlarda bir hareketlilik gözlenmezken, Türk üniversitelerinde başörtüsüne izin verilmesi için o denli coşkuyla çaba harcayıp cesaret gösteriyor. Oysa reform, kesinlikle Meclisin kararı ile güvence altına alınmış değildir. Bu konuda Anayasa Mahkemesinin de, -belki generallerin de- söz söyleme hakkı vardır. Erdoğan ülkesini riskli bir dayanıklılık sınavına sürüklüyor. Ve karşıtları da, ordunun yanlarında olduğunu biliyor.
Erdoğan başörtüsü yasağını kendi partisinin oylarıyla kaldıramayacağını bildiği için aşırı milliyetçi MHP'nin oylarını da güvence etti. Bu uğursuz bir ittifaktır, zira Bozkurtlar'ın desteğinin tabii ki bir bedeli vardır ve bu bedel, Türklük ile ilgili 301. maddenin reformunun yeniden ertelenmesidir. Gayrimüslimlere daha çok hak tanınmasını sağlayan vakıflar yasası da mı ertelenecek? Durum böyleyken Dışişleri Bakanı Babacan'ın, Türkiye'nin başörtüsüne izin vererek AB üyeliğinin koşullarından birini yerine getirdiğini iddia etmesi kulağa çok saçma gelmektedir.
HANDELSBLATT: "SUNİ İHTİLAF"
BERLİN, 12/02(BYE)--- Tirajı günde 143 bin 400 olan liberal eğilimli, ekonomi finans ağırlıklı Handelsblatt gazetesinin 12 Şubat 2008 tarihli sayısında, Christoph Rabe imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Erdoğan'ın Almanya ziyaretinden sonra, Almanya'da garip bir tartışma başlatıldı. Erdoğan, Almanya'daki Türk vatandaşlarının asimile olması konusunda uyarıda bulunmasının ardından Şansölye Merkel görüşme ihtiyacı duyduğunu belirtiyor ve Bavyera Eyalet Başbakanı Beckstein Erdoğan'ı hemen milliyetçi olmakla suçluyor. Burada, suni bir ihtilafın tetiklendiği gibi görünüyor.
Böyle bir ihtilafın neye yarayabildiği çabuk anlaşılıyor. Türkiye'nin azimli bir şekilde AB kurumlarına doğru yürümesi, sadece Almanya'yla sınırlı kalmayıp Avrupa'daki tüm muhafazakar partiler tarafından şüpheyle karşılanıyor. Böyle bir durumda, Türklerin ağzından çıkan her kelime AB'ye uygun olup olmadığı açısından inceleniyor. Asimilasyon kavramı her ne kadar talihsiz bir tercih olsa da, Erdoğan esasen Türklerin Almanya'ya uyum sağlamalarının desteklenmesi lehinde konuşmuştu. Erdoğan'ın Almanya'da Türk liselerinin kurulması yönünde yaptığı öneri, aslında o kadar yanlış değil. Erdoğan'ın fikri ile Berlin'in yurtdışında sarf ettiği çabaları arasındaki farkı nedir? Federal Hükümetin kültür bütçesinin önemli bir bölümü Alman okullarının kurulması için ayrılıyor. Söz konusu Alman okullarında Alman öğretmenler görev yapıyor. Peki bu kadar infial nedendi?
Türkiye'nin Avrupa'ya yakınlaşması söz konusu olduğunda, duygusallıklar taşıyor. Türkiye'nin AB üyesi olma gayreti, başörtüsü yasağını kaldırması veya Almanya'da Türk kimliğinin korunması lehinde konuşması söz konusu olduğunda, Türk Hükümeti gizlice İslamlaşma politikası yapmakla suçlanıyor. Türkiye'ye daha serinkanlı yaklaşılması zamanı geliyor. Sonuç olarak, Avrupa yapısına uyum sağlayan diğer ülkeler için geçerli olan kurallar Türkiye için de geçerlidir."
MERKUR: "ERDOĞAN'IN AÇIKLAMALARI AB ÜYELİĞİ MÜZAKERELERİ KONUSUNDAKİ TARTIŞMALARI ALEVLENDİRDİ"
ANKARA, 13/02(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Merkur gazetesinin 12 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan DPA kaynaklı ve Berlin çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Köln kentinde yaptığı ve gerginliklere neden olan konuşması, Türkiye'nin Avrupa yeterliliği konusunda tartışmaların yaşanmasına neden oldu. CSU Lideri Erwin Huber, Merkur gazetesine "Erdoğan Alman topraklarında Türk milliyetçiliği yaptı. Bu, Avrupa karşıtı bir tutumdur ve Türkiye'nin AB üyeliği ile ilgili tereddütlerimizi de doğruluyor. Şimdi ise bu koşullarda Türkiye'nin AB üyeliği müzakerelerinin sürdürülmesinin hala anlamlı olup olmadığının gözden geçirilmesi ve incelenmesi gerekir" açıklamasında bulundu.
Erdoğan pazar günü Almanya'nın Köln kentinde vatandaşlarına yaptığı bir konuşmasında, Almanya'da yaşayan Türklerin entegre olmaları, ancak kültürel kimliklerinden (asimile olmamaları) tamamen vazgeçmemeleri konusunda uyarmıştı.
Bavyera Eyaleti Başbakanı Günther Beckstein (CSU) ise Nürnberger Zeitung'a (salı günkü sayısı) "Erdoğan'ın bu konuşması hiç de hoş değildi. Erdoğan açıkça Türk dilini ve kültürünü Alman dili ve kültürünün üzerinde tutuyor. Başbakanın Almanya gezisi sırasında Türk kökenli topluma hitap etmesi tabii ki yasak değil, ancak onun bunu yapma şekli Almanya açısından oldukça büyük bir problem teşkil ediyor" açıklamasında bulundu.
Birlik partilerinin Federal Meclis Grubu Başkan Yardımcısı Wolfgang Bosbach (CDU) ise Westdeutsche Zeitung'un salı günkü sayısında "Türk Hükümeti olarak Almanya'da iç politika yapılmamalı" vurgusunu yaparak, Erdoğan'ın ziyaretini büyük ölçüde olumlu değerlendirdi ve Erdoğan'ın Ludwigshafen kentinde, yangın felaketinin yaşandığı yerde "doğru kelimeleri" bulduğunu ifade etti.
Almanya İslam Konseyi Başkanı Ali Kızılkaya ise Taggesspiegel (salı günkü sayısı) gazetesinde Erdoğan'ı savundu ve "Asimilasyonu reddetmek uyuma karşı olmak demek değildir. Tam aksine..." açıklamasında bulundu. Kızılkaya dolaylı olarak Almanya Başbakanını eleştirerek "Birçok Türk kendilerini nihayetinde dinleyen bir hükümet liderinin olduğu hissine kapıldı. Bunu Bayan Merkel de yapabilirdi" dedi.
Türk kökenli Yeşiller politikacısı Ekin Deligöz ise Berliner Zeitung'a (salı günkü sayısı) Erdoğan'ın Türklere Almanca öğrenmeleri çağrısında bulunmasını olumlu karşıladığını belirterek "Bu asimilasyon ile ilgili bir tartışma yürütmekten çok daha önemli" açıklamasında bulunurken, Alman Sol Parti Meclis üyesi Sevim Dağdelen ise Erdoğan'ı "Türkiye için sorumsuzca ve siyasi açıdan da, dar görüşlü lobi çalışmaları yapmakla" suçladı.
Erdoğan'ın Almanya'da Türk lise ve üniversitelerin oluşturulması yönündeki önerisi ile ilgili olarak Phoenix adlı televizyonda yayınlanan "Unter den Linden" adlı programda konuşan FDP Genel Sekreteri Dirk Niebel, "devlet tarafından kontrol edildiği sürece Almanya'da Türk okulları ya da Türk üniversiteleri açılmasına karşı olmadığını" söyledi. Aynı programda konuşan SPD Genel Sekreteri Hubertus Heil ise, "Türk okullarına hayır, iki dilli eğitime evet" açıklamasında bulundu.
SCHWERINER VOLKSZEITUNG: "TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİ SORGULANIYOR"
ANKARA, 13/02(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Schweriner Volkszeitung gazetesinin 13 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Andreas Herholz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Köln arenasında 16.000 Türke yaptığı konuşma büyük tepki topladı. Berlin'deki politikacılar Erdoğan'ın Köln'deki sözlerini "çok tatsız bir açıklama", "skandal", "yardımcı olmayacak" ve "saçmalık" gibi ifadelerle değerlendirdiler.
Ankara'dan gelen hükümet liderinin, Almanya'da yaşayan vatandaşlarına asimilasyon konusundaki uyarısı ve Alman hükümetinin burada yaşayan Türkleri zorla entegre etmeye çabaladığına dair iddiaları, Birlik ve SPD partisi tarafından geri çevrildi. Almanya'daki Türklerin kültürel kimliklerini tamamen yitirmemeleri gerektiği söyleniyor.
Erdoğan dün parlamentoda "asimilasyon insanlık suçudur" diyerek, konuyla ilgili tutumunu bir kez daha ifade etti. CSU lideri Erwin Huber, Türkiye'nin AB üyeliğini sorguladı. Huber ""Erdoğan, Alman toprakları üzerinde Türk milliyetçiliği konusunda nasihat verdi. Bu Avrupa karşıtı bir durumdur ve Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusundaki endişelerimizi haklı çıkarmaktadır" diyerek, Türkiye'nin AB üyelik müzakerelerinin bir kez daha gözden geçirilmesini istedi.
Alman Birlik partileri CDU/CSU'nun Federal Meclis Grubu Başkanı Volker Kauder, Erdoğan'ı Almanya'nın içişlerine karışmakla suçluyor. SPD'nin Meclis Grup Başkanı Peter Struck ise, Başbakanın konuşmasını talihsiz bir konuşma olarak değerlendirdi. Peter Struck, Almanya'da paralel bir toplum istemediklerini söyledi. Sosyal Demokrat Parti (SPD) Federal Meclis Grubu iç politika sözcüsü Dieter Wiefelspütz, Erdoğan'ın açıklamalarını, "Almanya'nın içişlerine karışmak" olarak nitelendirdi. Wiefelspütz, Türk hükümet liderinin Köln'de yaptığı konuşmayı çok rahatsız edici buldu.
SÜDWEST PRESSE: "ERDOĞAN'IN KONUŞMASINA İLİŞKİN TEPKİLER"
ANKARA, 13/02(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Südwest Presse gazetesinin 12 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan DPA kaynaklı ve Berlin çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Yeşiller Eş Başkanı Claudia Roth, birlik partisini, Erdoğan'ın kısa süre önce gerçekleştirdiği Almanya ziyaretini seçim malzemesi yapmakla suçladı. Roth, Augsburger Allgemeine gazetesine yaptığı açıklamada, "Birileri oldukça düşüncesiz davranıyor" açıklamasında bulundu.
Roth, Erdoğan'ın Almanya'da yaşayan Türkler için söylediği "asimile olmayın" sözlerinin bilinçli olarak çarptırıldığı kanısında. Roth, "Erdoğan bilinçli bir şekilde 'Entegre olun ve Almanca öğrenin' diyor. Bu zamana kadar hiçbir Türk başbakanı entegrasyona bu denli vurgu yapmadı" dedi.
Roth, Başbakan Erdoğan'a, eskilerde Güneydoğu Anadolu'dan gelen işçilere davranıldığı gibi muamele edildiğini sözlerine ekliyor.
CDU siyasetçisi ve Federal Meclis Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Ruprecht Polenz de Türk Başbakanına yönetilen eleştire katılmayanlardan. Polenz, Frankfurter Rundschau gazetesine verdiği demeçte, "İlk defa bir hükümet, Türklerin Almanya'da sürekli olarak yaşayacağını ve entegre olmalarının şart olduğunu kabul etti ve bir şeyler yapmaya çalışıyor" dedi. Polenz buna örnek olarak, Türk hükümetinin Almanya'ya gelecek olan imamların gerekli donanıma sahip bir şekilde eğitmesini gösteriyor. Ayrıca Erdoğan'ın Köln'de yaptığı konuşmada, Almanya'da yaşayan Türklerden Almanca öğrenmelerini, kendilerini eğitmelerini ve böylelikle daha iyi konuma gelmelerini tavsiye ettiğini de sözlerine ekliyor. Polenz, "Memleket duygusunun sıra dışı bir şeyi ifade etmediğini bilmemiz gerekir. İnsan, anne babasının veya dedesinin memleketini unutmadan da, kendini Almanya'da evinde hissedebilir" diyor.
FDP Genel Sekreteri Dirk Niebel, Frankfurter Rundschau gazetesine yaptığı açıklamada, Erdoğan'ın, Ludwigshafen'da yaşanan facianın ardından, Almanya'daki küçük Türkiye'ye yönelik yaptığı konuşmasını ve dil konusundaki entegrasyon uyarısını, çelişkili ve bir o kadar da sözden ibaret olarak niteliyor.
SPD Avrupa Parlamentosu milletvekili Vural Öger ise, Türk Başbakanının açıklamalarından farklı manalar çıkarılmaması gerektiğini söylüyor. Öger, Berliner Zeitung'a yaptığı açıklamada, "Erdoğan çok duygusal biri ve zaman zaman kendini aşan sözler sarfediyor" diyor. Öger, Erdoğan'ın sözlerini, Almanya'da yaşayan Türklerin entegre olmalarının yanı sıra kendi kültürlerini de korumaları şeklinde anladığını belirtiyor.
Almanya Müslümanlar Merkez Konseyi ise Erdoğan'ın açıklamalarına karşı. Başkan Mina Ahadi, Leibziger Volkszeitung'a verdiği demeçte, "Entegrasyonu ciddi şekilde isteyenlerin, Türk okulu önererek, göçmenlerin daha fazla izole olmasına göz yummaması gerekir" diyor. Ahadi, Türk okullarının radikal İslamın başlangıcı olacağını da sözlerine ekliyor. Ahadi, olayın arka planında radikal İslami örgütlerin Almanya'da ağlarını kurma çabalarının olabileceğini belirtiyor. Ahadi, Türk okulları, daha sonra da İslami okulların, kliniklerin ve başörtüsü zorunluluğunun bunu takip edeceğini söylüyor. "Bizler, böyle bir şeyi Almanya'da gerçekten de yaşamak istiyor muyuz" sorusunun ciddi bir şekilde düşünülmesi gerektiğini de sözlerine ekliyor.
Koalisyonun önde gelen isimleri, Erdoğan'ın Almanya'da yaşayan Türklerin asimile olmamaları uyarısını şaşkınlıkla karşılıyor. SPD ve birlik partisi arasında dünkü tartışmaya konu olan ise, Erdoğan'ın Köln-Arena'daki konuşmasının, Türkiye'nin AB üyeliğine etkisinin olup olmayacağıydı. CSU Genel Başkanı Erwin Huber, bu durumda AB müzakerelerin devam etmesinin sorgulanması gerektiğini belirtenlerden.
SPD Meclis Grup Başkanı Peter Struck, Stuttgarter Zeitung'a verdiği demeçte, katılım müzakerelerin bundan hiçbir şekilde etkilenmeyeceğini ve Avrupa'nın Türkiye'nin katılımından yana olması gerektiğini vurguladı.
Struck, Erdoğan'ın açıklamalarını sert bir dille eleştirerek, Almanya'da paralel toplum istemediklerini ve Erdoğan'ın açıklamalarının çok talihsiz olduğunu belirtti. Erdoğan pazar günü Köln-Arena'da yaptığı konuşmada entegrasyona teşvik ederken, Türkleri kendi kültürlerinden tamamen vazgeçmeme (asimilasyon) konusunda da uyarmıştı. Erdoğan konuşmasında ayrıca Türk eğitim kurumu önerisinde de bulunmuştu.
DEUTSCHLANDRADIO: "SCHULZ: ERDOĞAN FAZLA İLERİ GİTTİ"
ANKARA, 13/02(BYE)--- Almanya'da ulusal yayın yapan Deutschlandradionun 13 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Elke Durak imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan mülakatın çevirisi şöyledir:
--Türkiye Başbakanı ve Türkiye'nin AB Siyasetine Yönelik Eleştiriler--
Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grubu Başkanı Martin Schulz, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın entegrasyon politikalarına ilişkin açıklamalarını uluslararası ilişkilerini zorlama olarak nitelendirdi. Schulz, Erdoğan'ın böyle yaparak AB üyelik müzakerelerine ağır zararlar verdiğini görmediğini söyledi.
DURAK: Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Almanya'da sarf ettiği ve yoğun eleştiriler alan ifadelerini dün Ankara'daki parti grubunda tekrarladı. Başbakan, "Tekrar ediyorum: Asimilasyon bir insanlık suçudur" sözlerini Şansölye Merkel ile görüş farklılıkları bağlamında izah etti. Almanya'da Türkçe ve Almanca dersler okutulması talebine yönelik olarak Almanya'yı kastederek de, "Neden korkuyorsunuz" sorusunu yöneltti. Daha önceleri de CSU'lu siyasiler Başbakan Erdoğan'ın milliyetçilik edalarından ötürü Türkiye ile AB üyelik müzakerelerini sona erdirmeyi istemişlerdi.
Artık bıçak kemiğe dayandı mı veya nasıl devam etmeli? Bu konular hakkında Sayın Martin Schulz ile görüşeceğiz. Sayın Schulz, Türkiye Başbakanı fazla mı ileri gitti?
SCHULZ: Kesinlikle öyle olduğunu düşünüyorum. Bu hiç de ölçülü bir tutum değildi. Başbakanın Almanya'daki konuşmasının, ihtiyaç duyduğu gücü sağlaması için kendi memleketi, kendi partisi içindeki radikal unsurlara dönük bir hitap olduğu dünkü Ankara konuşmasında altı çizilerek anlaşıldı. Erdoğan oldukça soğukkanlı bir taktisyen olup kanımca şu ana kadar gerçekleştirdiği her şeyi iç siyasete dönük yapan, fakat üyelik müzakerelerine ağır zararlar verdiğini göremeyen bir kişi.
DURAK: Peki üyelik müzakereleri iptal mi edilmeli, askıya mı alınmalı, yoksa hatta sona mı erdirilmeli?
SCHULZ: Hayır, bunun anlamlı olacağını düşünmüyorum. Hâlâ Türkiye'nin Avrupa güvenlik politikalarında önemli yer tuttuğu ve İslami bir toplumun demokratik temel değerlerle bağdaştırılabileceğinin kanıtı olarak Türkiye ile önemli bir ortaklık projesinin yürütülebileceği kanısındayım. Artık Türkiye'ye -fakat özellikle bir hükümet lideri olarak şu ana kadar oldukça Avrupa yanlısı bir rota izlemiş olan bilhassa Erdoğan'a- hangi yönde yol almak istediği sorusu yöneltilmelidir. Türkiye gerçekte ne istiyor? Sonuçta AB'nin Türkiye'ye dahil olmayacağı tersinin olacağı bir gerçek. Bu bakımdan Erdoğan'ın şu sıralar takip ettiği politika fazlasıyla verimsiz.
DURAK: Almanya'da birçok kişi şu sıralar tam aksi izlenimler taşıyor, sanki Türkiye, AB'yi kucaklamayı bekliyormuşçasına. Erdoğan kafaları mı karıştırıyor?
SCHULZ: AB içindeki durumlar bir süredir belirsizliğini koruyor. Avrupa Parlamentosunun bir grup başkanı olarak burada eleştirdiğim nokta ise, Brüksel'deki bazı siyasilerin çifte düzlemde hareket etmesidir. Mesela seçim kampanyası süresince ulu orta şu propagandayı yapan Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'yi ele alalım. Sarkozy her fırsatta, "Türkiye'yi AB'de istemiyorum.
Cumhurbaşkanı seçilirsem bunu engelleyeceğim" demiştir. Fakat Fransa Cumhurbaşkanı olduktan itibaren artık daha da ilerlemiş olan bütün müzakere adımlarına onay veriyor. Makamlarına oturur oturmaz benzer bir durum Wolfgang Schüssel ve CDU Başkanı olarak karşı olduğu bilinmesine rağmen müzakereleri neşeyle sürdüren Şansölye Merkel açısından da geçerli. Brüksel'de Türkiye müzakerelerinin üyelikle sonuçlandırılmak istenip istenmediği artık aydınlığa kavuşturulmalıdır. Tam da böyle bir belirsizlik durumundan Erdoğan gibi birisi istifade ediyor.
DURAK: Bu hususta sizin başkanı olduğunuz fraksiyon (SPE) nasıl tutum alıyor?
SCHULZ: Biz önceden yanaydık ve şimdi de Türkiye'nin AB'ye üye olmasından, tam üyelikten yanayız ve bunun için çok ayrıntılı koşullar formüle ettik. Ana koşullardan birisi Türk toplumunun transformasyonudur; Türk ekonomisindeki değişim ve Türkiye'nin normal, çoğulcu, dünyaya açık bir demokrasi olması bakımından Türk Devletinin reform yapmasıdır. Bunlar başarıldığı takdirde, Batılı sivil değerlerle parlamenter demokrasinin İslami bir toplumla bağdaşamayacağı yönündeki İslamcı kökten dincilerin tezleri -İslam dünyasının radikallerinin dile getirdiği tez budur- geçersiz kılınır. Bu hepimiz için muazzam bir güvenlik olgusunu meydana getirirdi. Fakat bu mümkün olmayacaksa da açıkça dile getirilmelidir. Yani esas olarak Türkiye'nin AB'ye entegre olmasından yanayız, fakat aynı zamanda iki tarafın da tutumuna bağlıyoruz: Avrupa'nın iradesi, Avrupa'nın reform kabiliyeti, fakat daha çok Türkiye'nin iradesi ve reform kabiliyetine bağlı. Fakat itiraf etmeliyim ki Sayın Erdoğan'ı zaman zaman işittiğimde bazı şüpheler de doğmuyor değil.
DURAK: Bunlar muhtemelen geçici rahatsızlıklardır. Ancak Sayın Erdoğan Alman-Türk ilişkilerini iç siyaset malzemesi yaptığı takdirde belki de Avrupa Parlamentosu saflarından Türkiye'ye bir çift söz söylenmesi icap etmez mi?
SCHULZ: Avrupa Parlamentosundan zaten sıkça sözler söyleniyor. Yıllık olarak yayımladığımız İlerleme Raporlarında burada konuştuğumuz birçok meseleyi zaten Türkiye'nin sürekli önüne getiriyoruz. Brüksel'in Türkiye'ye olan uyarıları çok yönlüdür. Birinin sırf iç politikasında başarılar sağlaması bakımından uluslararası ilişkileri zorladığına dair soruna geri dönecek olursam, bunun sadece Sayın Erdoğan'a has olmadığını belirtmeliyim. Bu AB'de olağan bir hâl aldı. Örneğin: şu sıralar iç siyasetlerine ters düştüğünü düşündükleri için oradaki muhalefetin bloke ettiği Slovakya'daki reform sözleşmesi hadisesiyle başımıza gelenleri ele alabiliriz. Bunun gibi tersliklerle her daim karşılaşıyoruz. İkili ilişkilerde bir sorun olduğunda bu hep Brüksel ve uluslararası ilişkilere mal ediliyor. Evinde sıkışan her kimse, dışarıda bu baskıyı azaltabilecek bir karşıta ihtiyaç duyar. Yani bu Sayın Erdoğan'da olağan bir siyasi manevra. Fakat bundan kendimi sıyırmak istemiyorum, bunu bazen biz de yapıyoruz. O halde ona bunu kullandığı şeklinde bir suçlama da yöneltilmemeli. Fakat bunu nasıl kullandığını ve hangi siyasal düzlemde ne gibi -açık konuşmak gerekirse Alman-Türk ilişkilerinde- tehlikelere neden olduğunu ise açıkçası sorumsuzluk olarak görüyorum.
DURAK: Almanya'da Türk okulları ile yüksek okullarının olması... Bu, sizin destek verdiğiniz bir öneri midir?
SCHULZ: İki dilli bir eğitim modeli normal bir olgu. Neden olmasın? Fakat, örneğin: Almancanın olmadığı sadece tek dil üzerinde yoğunlaşılan özel okullar fikri ise bizim ihtiyaç duyduğumuz önlemlerin kesinlikle dışında yer alıyor. Ayrıca Erdoğan'ın yine özellikle vurgulayarak tekrarladığı "Asimilasyon bir insanlık suçudur" cümlesine geri dönmek istiyorum: Gerçekten de iki kere kulak vermek durumunda kalıyorsunuz, zira dile getirdiği bu saçmalığın boyutlarını başka türlü idrak edemezsiniz. ABD'nin eski Başkanlarından John F. Kennedy, İrlanda kökenli olmasından gurur duyan iyi bir Amerikalıydı. Amerika Birleşik Devletleri kültürel kimliklerin yüzyıllar boyunca ne denli iyi muhafaza edilebileceğinin iyi bir örneğidir.
ZDF: "BİR TÜRKÜN NE KADAR ALMAN OLMASINA İZİN VAR?"
ANKARA, 13/02(BYE)--- Almanya'dan yayım yapan ZDF devlet televizyonunun 13 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Stephan Hallmann imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı Köln Arena'da 20 bin vatandaşına, "Asimilasyon bir insanlık suçudur" şeklinde seslenmesinden kısa bir süre önce, kendisini Ludwigshafen'daki yangın faciası çerçevesindeki "Türk evi" ziyaretinde, "Almanca öğrenin, entegre olun!" derken izledik.
Yani kısaca Almanca tercümesi şu: "Entegrasyon, ancak dil öğrenmektir, trafik kurallarına uymak ve bulunduğunuz ülkenin yasalarına uymaktır, ama fazlası değil! Yeni memleketinizin insanlarına, adetlerine ve kültürüne fazla bulaşmayın. Temiz kalın!"
--Entegre Olmak Fakat Özdeşleşmemek--
Peki diyebiliriz ki bu konuşan "İslamcı" Erdoğan'dan başkası değil. Kendi Müslüman kardeşlerinin İslamiyetin doğru yolundan sapmalarını, kadınların tesettürlerini indirmelerini, pis domuz eti yemelerini, alkol içmelerini yahut tümüyle dinden çıkmalarını istemiyor diyebilirsiniz. Erdoğan'ın böyle düşünmesi anlaşılır bir durum, öyle değil mi? Fakat maalesef bu kadar kolay da değil. Çünkü Başbakan, en kısa sürede AB'ye girmek için başvuruda bulunmuş -aşırı milliyetçi- bir ülkenin temsilcisidir.
Bu durumda asimilasyona ilişkin "insanlık suçu" tabiri, söz konusu ülkenin hükümet liderinin AB üyesi Almanya'nın Türk uyruklu vatandaşlarını fazla uyum sağlamamaları konusunda uyarması bir başka boyut da kazanıyor. Zira asimile olmamak, bir başka deyişle kendisini Almanya, Avrupa ile özdeşleştirmemektir.
--Erdoğan Sansasyonu Seçti--
Eğer Sayın Erdoğan, "kimliğin kaybolması, Türk kültürünün inkar edilmesi istenmiyor" demek isteseydi şöyle derdi: Entegre olun, fakat köklerinizi unutmayın, kültürünüzü koruyun ve saklayın. Ama hayır, o "sansasyon" yaratmayı tercih etti ve "sakın ha asimile olmayın" dedi. Çünkü bu suçtur!
Peki Türkiye'den Almanya'ya gelmiş Türkler bu tehlikeyle mi karşı karşıyalar? Yasalar ve düzenlemeler karşısında, haklarının ellerinden alınması veya ceza alma pahasına asimile olmaya zorlandılar mı hiç? Türkiye'nin Başbakanının ziyaret ettiği Almanya böyle bir devlet midir? Aslında Sayın Erdoğan buradaki Türk uyruklu insanları bu denli sert ifadelerle, "asimilasyon suçundan" uyarma gereği duyarak bunu kastetmiş oluyor.
--Hukuksuzluk Düzenini Kim Temsil Ediyor?--
Bu Erdoğan'ın kendisini ağırlayan Alman ev sahiplerine karşı nezaket dışı bir tutum olmayıp aynı zamanda son derece korkunç bir davranış. Zira insanlarına kendi kültürlerini yaşama hakkı tanımayan ve bu uğurda onları yoğun baskılar altında tutan bir hukuksuzluk düzeninin temsilcisi bizzat Sayın Erdoğan'dır, Sayın Merkel değil. Türkiye'deki Hristiyanların, Alevilerin veya Kürtlerin haklarına ne demeli? Sırf Kürtçenin ana dil olarak kullanımı hapse atılmak için yeterli gelebiliyor.
Belki Başbakan Erdoğan bu hususta Federal Almanya'daki Alevilerin sözcüsü Ali Ertan'ın öğüdüne kulak vermelidir. Ertan, Türkiye'nin Ludwigshafen'daki yangın olayının aydınlatılması için ülkesinden uzmanların göndermesindense, ilk önce Türkiye'de çözülememiş ve cezalandırılmamış Hristiyanlara, Alevilere veya Ermeni asıllı vatandaşlarına yönelik cinayetleri aydınlatmasını istemişti.
Adamın hakkı var. Fakat yine de fazla öfkeye kapılmayalım. Deyim yerindeyse pireyi deve yapmayalım. Erdoğan'ın üzerine çullanmayalım sırf Almanya'ya Türk öğretmenleri veya Türk üniversitesi teklif etmesinden ötürü. Sonuçta biz de aynısını yapıyoruz. İyi niyetli vatandaşlar, İstanbul'daki Alman lisesi veya yapımı planlanan Alman üniversitesini hatırlatacaklardır. Fakat ikisini aynı kefeye koymak veya birbiriyle kıyaslamak fazla anlamlı olmayacaktır.
--Eğitimde Muazzam Eksiklikler--
İstanbul'da bulunan Alman veya Avusturya liseleri, öncelikle belli bir süreliğine Türkiye'de ikamet edecek olan Almanca konuşan yabancılara yönelik hizmet veriyor: Diplomatlar, iş adamları, gazeteciler, teknik elemanlar. Bu okullar, İstanbul'daki Amerikan Robert Koleji ile birlikte söz konusu amacın yanı sıra zamanla birçok Türk ailenin, çocuklarını Türkiye'deki kötü eğitim sisteminden dolayı bu okullara göndermeyi -hala- tercih ettiği okullar konumuna erişmiştir.
Türkiye'de, bilhassa da geniş halk kitleleri açısından eğitim sisteminde muazzam eksiklikler mevcut. Ayrıca açıkça dile getirilmesi gerekirse bu eksiklikler, Türk okulları ve üniversitelerinde 1980 askeri darbesi sonrasında pek de özgür sayılmayacak ortamların ve entelektüel birikimin sağlanamamasından kaynaklanmaktadır.
--Dil Bilgisi, Kabul Görme ve Koruma--
Entegrasyon ile yeni vatanlarında asimile olma arasındaki çabaların geçişi akıcıdır ve bu süreci -üstelik bir de Başbakan Erdoğan'ın son açıklamalarından sonra- Türk devletinin ellerine emanet etmeyi istemezdim. Entegrasyon ve vatandaşlığına geçtiği ülkedeki asimile olma bizzat bireyin kendisi en iyi kararı verir. Ancak elbetteki bireysel karar verme hakkı da aynı zamanda kişinin kendisine tanınmalıdır.
Bunun için üç hususa dikkat edilmeli: Dil bilgisi, Almanlar tarafından Alman vatandaşı olarak kabul görme hissi ve bireyin özgürce karar verme hakkını elinden alabilecek veya yasaklayabilecek aile, dini veya devlet baskısından koruma alması.
--Ne Zor Kullanılıyor Ne de Suç İşleniyor--
Kelime fetişistlerinden ve sözlük sihirbazlardan dolayı kendimizi kandırmayalım: Asimilasyon ve entegrasyon birbirine çok zıt iki alan olmaktan ziyade daha çok kişinin kendisini ne kadar fazla adapte etmek istemesi, uyum sağlaması, özdeşleştirmesi veya bunların hangisini yapmak isteyip istememesine ilişkin akıcı sınırların bunu belirlediği bir gerilim ilişkisine dayanır.
Göç edilen veya sonradan doğup büyüdüğünüz ülke toplumu tarafından her daim bir nevi asimilasyon baskısı oluşur. Fakat bu Almanya'da tehlikeli boyutlarda olmadığı için suç sayılmamalı. Yani asimilasyon ancak mağdur olunan, zorla dayatılan oranda bir "suç" olarak nitelendirilebilir.
AVUSTURYA BASINI
KURIER: "AVRUPA GENÇLİĞİ TÜRKİYE'NİN KATILIMINA ŞÜPHELİ BAKIYOR"
VİYANA, 11/02(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal eğilimli Kurier gazetesinin 9 Şubat 2008 tarihli sayısında, Andreas Schiller imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
--Konferans: Panavrupa Hareketi Viyana'da AB'nin Genişlemesini Tartışıyor--
Priştina'dan Demuş Bayraktari, "Hepimiz Avrupa'nın bir parçasıyız. AB barışın güvencesi" diyor. Kosovalı Avrupa yanlısı bir gruptan olan genç aktivist, ülkesinin bir gün gelip AB üyesi olmasını umuyor, çünkü bunun eski Yugoslavya devletleri arasındaki ilişkileri sağlamlaştırarak, düzelteceği görüşünde.
Demuş Bayraktari bu hafta sonunda 18 Avrupa ülkesinden 100 genç ve genç politikacı ile birlikte Panavrupa Hareketi'nin Viyana'da yaptığı, Avrupa gençliğinin geleceği konulu bir toplantıya katıldı.
--Türkiye Konusunda Kuşkular--
Şu sıralar Almanya'da yaşayan Moldavalı Natalia Bahancova da vatanının AB'ye katılmasını arzu ediyor.
Toplantıya katılanlar buna rağmen AB'nin genişlemesinin sınırsız olmaması gerektiğinin bilincinde. Gençlerin birçoğu, Türkiye'nin AB'ye katılımına son derece eleştirel bir gözle bakıyor, ya da bunu tamamen reddediyor.
Almanya'dan Clemens Raab, Türkiye'nin kültürel açıdan Avrupa'nın bir parçası olmadığı görüşünde. "Birlik ile Türkiye arasında iyi ilişkilerden yanayım, ama Avrupa Birliği'ne üyeliğine karşıyım" diyor. Raab "Türkiye'nin reformları gerçekleştirmeyi ve tüm katılım kriterlerini yerine getirmeyi başarması halinde bile, ülkenin AB'ye ait olmayacağını" söylüyor ve "Türkiye Avrupa'nın bir parçası değil" diyor.
Panavrupa'nın Genel Sekreteri Rainhard Kloucek, Hırvatistan'ın ve Balkan ülkelerinin alınmasından yana. Türkiye'nin katılımı ise onun için söz konusu değil.
Eğitim, kültür ve lisandan sorumlu AB komiseri Jan Figel, konuşmasında "Avrupa'nın devletleri değil insanları birleştirdiğini" söyledi.
--Ütopya--
Figel politikacılara, gençler için değil, gençler ile birlikte politika yapma çağrısında bulundu ve "Gelecek yarın değil, şimdi başlıyor. Bu yüzden gençler ile birlikte politika yapmak gerekir" dedi. Figel, bunun için başlıca şartların farklı kültürlere açık ve diyaloğa hazır olmak ve iletişim kurabilmek olduğunu belirtti.
Panavrupa hareketi 1922 yılında Richard Coudenhove- Kalergi tarafından, o zamanlar ütopya sayılabilecek birleşmiş Avrupa fikrini gerçekleştirmek amacıyla kurulmuştu. Coudenhove-Kalergie daha o zaman Avrupa'yı yeni savaşlardan korumak için entegrasyon istiyordu.
KRONEN ZEITUNG: "ERDOĞAN TÜRK OKULLARI ÖNERİSİYLE ALMANLARI ŞOKA UĞRATTI"
VİYANA, 11/02(BYE)--- Tirajı günde 847 bin olan bulvar gazetesi Kronen Zeitung'un 10 Şubat tarihli hafta sonu sayısında, Kurt Seinitz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin /Viyana çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
Entegrasyon sorunu giderek daha komplike bir hale geliyor. Türkiye Başbakanı Erdoğan'ın Almanya'da Türk okulları, liseleri ve üniversitelerinin açılması önerisi oy birliğiyle reddedildi. CSU Başkanı Huber bu fikrin "entegrasyon açısından zehir" olduğunu söyleyerek, kınadı.
Almanya'da 2,6 milyon Türk göçmen yaşıyor. Yıllardan beri çocukların Almanca öğrenmesi için çaba harcanıyor. Türkçe tedrisat yapacak, okul, lise ve üniversitelerin bunun tam aksi bir etki yaratacağı söyleniyor. Alman okullarında 500 Türk refakatçi öğretmen bulunuyor.
Almanya'daki Türk Cemaati Başkanı Kenan Kolat, "zehirlenen ortamdan" ve karşılıklı kuşkulardan yakınıyor. Bunlar Alman genci Marco'nun uzun süre hapiste kalmasından tutun da, Türkiye'nin Ludwigshafen'daki yangın konusunda kapıldığı şüphelere kadar varıyor.
Alman İçişleri Bakanı Schaeuble Türk kökenlilere, "kendi dünyalarına çekilmemeleri" ve Almanca öğrenmeleri konusunda çağrıda bulunuyor. Schaeuble "Bu yüzden Türkiye'den buraya tek kelime Almanca bilmeyen ve izolasyon, dışlanma ve mağdur kalma sürecini yeni baştan yaşayacak eşlerin getirilmemesi" gerektiğini söylüyor.
--Başörtüsü "Savaşında" Yeni Tur--
Türk Parlamentosunda yapılan, üniversitelerde başörtüsü yasağına son verecek oylamanın kesin sonucu, Türk Devletinin karakterine ilişkin ideoloji ihtilafını daha da tırmandırdı. Atatürk taraftarlarının toplu gösterileri, ordunun müdahale etmesi için yapılan çağrılar...
Üniversitelerdeki başörtüsü yasağı 1980'deki darbeciler tarafından konulmuştu. Yasağın kaldırılmasına ilişkin Anayasa değişikliğine, dinci iktidar partisi AKP ile aşırı milliyetçi bir muhalefet partisi arasında kurulan "uğursuz bir ittifak" sonucu sağlanan çoğunlukla karar verildi. Gerekçe başörtülü öğrencilere ayrımcılık yapılmamasıydı.
Atatürk'ün partisi şimdi Atatürk'ün hakimlerinden oluşan Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunacak. Hükümete göre burada söz konusu olan, başörtüsü yasağının yumuşatılmasının "İslamcı" bir yönü olup olmadığının araştırılması. Yeni yasa, Üniversitelerde takılacak başörtüsünün, İslamcı şekilde olduğu gibi sıkmabaş olarak değil, saçları biraz göstermek suretiyle, çene altından bağlı olmasını öngörüyor.
--Erdoğan AB'ye Katılım Konusunda Israr Ediyor--
Başbakan Erdoğan dün Münih'te yapılan Güvenlik Konferansı'nda Türkiye'nin AB'ye tam üyelik ve "adil" müzakere hakkına dikkati çekti. Erdoğan ülkesinin AB'ye katılımının İslam dünyasının tamamı için olumlu bir örnek teşkil edeceğini ve Türkiye'nin kültürler arası ittifakın güvencesi olacağını belirtti. Erdoğan Müslümanların AB'ye entegre olma yetenekleri konusunda duyulan kuşkulara sert bir tepki gösterdi. Erdoğan, ayrıca AB'nin "Hıristiyan kulübü" olarak kendini sınırlamaması gerektiğini de vurguladı.
KURIER: ''ERDOĞAN'IN KONUŞMASI KIZDIRDI "
VİYANA, 13/02(BYE)--- Tirajı günde 170 bin olan liberal eğilimli Kurier gazetesinin 13 Şubat 2008 tarihli sayısında, Reinhard Frauscher imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan e Berlin çıkışlı yorumun çevirisi şöyledir:
Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın pazar günkü konuşması, Almanya'da yaşayan iki buçuk Milyon Türk'ün entegrasyonuyla ilgili tartışmaların daha da şiddetlenmesine neden oldu. Türklerin ileri gelenlerinin giderek artan bir şekilde burada ve Türkiye'de yaşayan soydaşlarına kurban rolünü üslendiklerini söylemeleri Almanya'da Yeşiller hariç bütün partiler tarafından şiddetle eleştiriliyor. Ama, Türk cemaati arasında Türkler için daha fazla entegrasyon çabası gösterilmesini isteyen seslerin sayısı Almanlardan da yüksek. Ancak bunlar azınlıktalar.
Erdoğan Köln'de 18.000 Türk taraftarına hitaben yaptığı ve Almancaya çevrilmeyen konuşmasında, ev sahibi ülkeye fazla uyum sağlama konusunda uyarıda bulunmuştu. Onların Almancayı öğrenmeleri ve uyum sağlamaları konusunda çaba göstermelerini istemiş ancak Almanların "asimilasyon" denemelerinin "insanlığa karşı işlenmiş bir suç" olduğunu söylemişti. Bu suçlamasını salı günkü konuşmasında da yinelemişti. Erdoğan buna ilaveten Almanya'da Türk okulları açılmasını ve belediye başkanları olmasını istemişti.
En şiddetli eleştiri Bavyera Eyaletinden geldi. CSU Parti Başkanı Erwin Huber, "Erdoğan Alman toprakları üzerinde Türk Milliyetçiliği vazediyor, bu Avrupa aleyhtarı bir tutumdur ve Türkiye'nin AB üyeliğine dair şüphelerimizin bir kanıtıdır" diyor ve katılım müzakerelerinin maksada uygun olup olmadığının incelenmesi gerektiğini sözlerine ilave ediyordu. Federal Meclis CSU Grup Başkanı Ramsauer de konuşmayı, "megalomanca ve infial uyandırıcı" nitelikte bulduğunu, sonunda buralara Türk valilerin de atanacağını söylüyordu.
Başbakan Merkel de Erdoğan'ın özellikle Türk okullarına ilişkin talebini reddediyor ve kendisinin Türk asıllı vatandaşlarına ilişkin "Entegrasyon anlayışını" kabul etmeyerek, "Ben onların da başbakanıyım" diyordu.
Erdoğan'ın konuşmasını yalnızca yeşiller memnunlukla karşıladı. Buna karşılık Sol partinin Türk asıllı Göçten sorumlu sözcüsü ise Erdoğan'ı Sorumsuz davranmakla ve Türkiye için kısır loby çalışması yapmakla suçluyordu. Erdoğan'ın milliyetçi Partisi (metinden aynen) bir ay kadar önce Almanya'da bulunan Türklerin yurt dışından oy kullanmalarına ilişkin düzenleme getirmeyi başarmıştı.
BELÇİKA BASINI
DE STANDAARD: "TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ KALDIRILMASI, SOL EĞİLİMLİ AYDINLARIN AKP'YE VERDİĞİ DESTEĞİN BİTMESİNE NEDEN OLUYOR"
BRÜKSEL, 11/02(BYE)--- Tirajı günde 76 bin olan De Standaard gazetesinin 11 Şubat 2008 tarihli sayısında, Erdal Balcı imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan İstanbul çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
--Türbanlı Kızların Üniversiteye Gidebilmelerini Sağlamak Amacıyla Anayasada Değişiklik Yapıldı--
Türk üniversitelerinde başörtüsü yasağının kaldırılması, sadece Türk toplumunu değil, aydınları da bölüyor. AB yanlıları şimdiye kadar AKP'ye verdikleri desteği çekiyorlar. Onlara göre AKP, artık AB reformlarını gerçekleştirmek için girişim yapmıyor.
Aydın solun desteği, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için önemli. Gazetelerde ve televizyon programlarında, AKP'yi şeriatı getirmek istemekle suçlayan Cumhuriyetçiler arasında bir tampon oluşturuyorlardı.
Liberal gazeteci ve yazarlar şimdiye kadar, muhafazakar bürokrasi, milliyetçilik, ordu ve CHP'ye karşı AKP'yi desteklemişlerdi. Ancak aydınların, AB reformlarını yapmakta isteksiz olan AKP'ye desteği azaldı.
Bu aydınlardan biri de Ahmet İnsel. İnsel "AKP, daha çok özgürlük daha çok demokrasi sözü vermişti. Ancak şimdi sadece kendi partisi için çalıştığını görüyoruz. Buna karşın, 301. maddenin kaldırılması için hiçbir şey yapmadılar. Yeni demokratik anayasayı buzdolabına kaldırdılar. Hristiyan ve Kürt azınlığın haklarını savunmak için AKP'nin herhangi bir politikası yok. Bu nedenle, türbanlı kızların haklarını savunan imza kampanyasına katılmıyorum" şeklinde konuştu.
AKP, Batı yanlısı aydınların desteğini kaybetmek istemiyor. Gazetelerde, AB reformlarının kötü bilançosu hakkında yer alan haberler üzerine Dışişleri Bakanı Ali Babacan 2008'in AB yılı olacağını açıkladı.
Babacan'a göre, 301. maddenin kaldırılması birkaç haftalık bir konu.
LE SOIR: "AVRUPALI BİR TÜRKİYE'Yİ SAVUNMAK"
BRÜKSEL, 13/02(BYE)--- Tirajı günde 140 bin olan Le Soir gazetesinin 13 Şubat 2008 tarihli sayısında, Richard Miller imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:
Simone Veil'in, hakkında mücadele verdiği davalara ne kadar saygı göstersek de Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusundaki bayatlamış sözleri paylaşılamaz. Avrupa Parlamentosunun eski Başkanı, Brüksel'e geldiği bir gün "Türkiye Avrupa'da değil, bu kadar basit" gerekçesiyle Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkmıştı.
Türkiye'nin Kopenhag kriterlerini ne derece yerine getirdiğini tespit etmenin ne kadar zor olduğunu yadsımıyoruz, ancak yürütülmekte olan üyelik sürecine bağlı olan siyasal, ekonomik, demografik ve askeri hedeflerin de benzer düşünceler karşısında geri planda kalmamasının gerektiği açıktır.
Üstelik öne sürülen argüman ciddi değil. Bunun kanıtı, AB ile ilişkisi pek kestirilemeyen Fransa'nın deniz aşırı topraklarıdır. Ayrıca yakın geçmişte avroyu benimseyen iki yeni üye ülke Malta ve Kıbrıs, Türkiye'den daha güneyde bulunmaktadır ve üstelik Lefkoşa Ankara'dan daha doğudadır. Ayrıca bir ülkenin üye olup olamayacağını belirlemek için hiçbir katı coğrafi kriter olmadığını da hatırlatmak gerekir. Politika, genel hislerin aksine, sınırların "doğal" olmadığını, insanların koyduğu değişken sınırlar olduğunu öğretiyor. Aksi takdirde Avrupa projesi, sınırların yeniden belirlenmesi isteğinden kaynaklanıyor olacaktır.
Üyelik için gereğinin yapılması Türk yetkililerinin ve vatandaşlarının kendi iyi niyetlerine bağlıdır. Bunun yeterli olup olmadığını değerlendirmek ise Avrupalı uzmanların işidir. İzlenmesi gereken yol bu olmalıdır, dayanıksız kanılarla bitmek bilmeyen tartışmalar değil. Üstelik de coğrafi ayırımın arkasında uygarlık farkı yatmaktadır. Türkiye'nin ne ruhunun, ne de ruh yapısının "bizim" gibi olmadığı söyleniyor -işin içinde tanımlanması giderek güçleşen "biz" kelimesi var-.
Uygarlığımız süratle nasıl tanımlanabilir? Avrupa kültürünün temelini oluşturan üst üste binen belirgin tarihsel bazı "büyük" olaylar vasıtasıyla. Bunların birincisi, Yunan mucizesi olarak adlandırılandır. Rasyonel ve filozofik bir sorgulamanın doğuşu. Ancak bu "mucize" bizi bugün tanıdığımız Yunanistan'dan çok daha büyük bir bölgeye taşıyor, öyle ki "Avrupalı" ilk filozof Miletli Thales'dir. Milet Türkiye'de bulunuyor. Yunan kontuarlarının Ege kıyılarına yerleşebilmiş olmaları bir şeyi açıklar; ticari, bilimsel ve kültürel ilişkiler o dönemde de vardı ve ortak varlığı oluşturuyordu. "Bizim" felsefemiz, dünyayı ve hayatı algılama biçimimiz, dünyanın bu kesiminde doğdu. Thales'in ardından Anaximandre ve Anaximene de yine Miletliydi.
Dikkat çeken başka bir olay ise Bizans İmparatorluğu'nda Hristiyanlığın doğuşu oldu. Bugünkü Türkiye'nin topraklarının ve halkının bu dönemin kurucularından biri olduğu nasıl inkar edilebilir? Unutmamak gerekir ki Katolikliği oluşturan dogma İznik'te belirlendi. Türkiye'de bulunan İznik o kadar önemli ki Roma ve Bizans kiliseleri arasındaki farkı belirleyen azizlerin resmedilmesi ve temsil edilmesi konuları 787'de yine İznik'te belirlendi. Hristiyanlığa damgasını vuran Aziz Georges ve Aziz Paul da Türk kökenli.
Bu örnekler, Avrupa uygarlığından söz edilirken, Türkiye'nin söz konusu uygarlıkta önemli tarihi bir rol oynadığını gösteriyor.
Avrupa tarihinde üçüncü önemli dönem ise demokratik ilkelerin oluşturulması sırasında oldu. Burada da unutmamak gerekir ki Türk kadınına yerel çerçevede 1930 yılından itibaren, ulusal çerçevede ise 1934 yılından itibaren seçme ve seçilme hakkı verildi. Fransa'da bunun 1945, Belçika'da 1948 ve İsviçre'de 1971 yılında gerçekleştiği düşünüldüğünde devletlerin demokratik kalitesinin belirlenmesinin kolay olmadığı görülüyor.
Sonuç olarak, Türkiye'nin AB üyeliği, gerçek sorular yerine bu tür etkiler yaratan ön yargılara son verilmesini sağlayacaktır. Türk reform yanlılarını ilerici bir yolda desteklemek istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Türk devletinin aşırı sağa karşı başlattığı mücadeleyi desteklemek istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Birliğe üyeliğin, Kürt halkının haklarının garantisi olmasını, Türkiye'nin AB gücünün bir öğesi olan Kıbrıs ile ilişkilerini yola sokmasını istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Bütün demokratların önünde böyle bir bahis vardır.
Bu çerçevede Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis'in Türkiye'ye yaptığı ziyaret, Veil'in sözlerinden daha çok umut vericidir.
FRANSA BASINI
AFP: "TÜRKİYE... BRÜKSEL, ÜNİVERSİTELERDE BAŞÖRTÜSÜNÜN MEŞRULAŞTIRILMASI KONUSUNDA YORUM YAPMADI"
BRÜKSEL, 07/02(AFP)(BYE)--- Avrupa Komisyonundan bugün yapılan açıklamada, Türkiye'de Mecliste yapılan oylamayla üniversitelerde başörtüsünün meşrulaştırılması hakkında yorum yapılmayarak, Avrupa Birliği bünyesinde bu konuda görüş ayrılığı olduğu ifade edildi.
Genişlemeden sorumlu Avrupa Komiseri Olli Rehn'in sözcülerinden Krisztina Nagy, "Komisyonun özel bir yorumu yoktur. Bu konuda Avrupa'da bir kanun yok. AB ülkelerinin birinden diğerine değişen çok farklı uygulamalar var" diye konuştu.
AFP: "TÜRKİYE'DE TÜRBAN KONUSU... BRÜKSEL'DEN YORUM YOK"
BRÜKSEL, 07/02(AFP)(BYE)--- Avrupa Komisyonu sözcüsünün bugün yaptığı açıklamaya göre, Komisyon, konu hakkında AB içindeki görüş ayrılıklarını öne sürerek Türk Parlamentosu tarafından üniversitelerde türban kullanımını yasal hale getiren düzenlemenin onaylanması hakkında yorum yapmayı reddetti.
AB'nin genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rehn'in sözcüsü Krisztina Nagy, "Komisyonun özel bir yorumu yok. Avrupa'da konuyla ilgili bir yasal düzenleme bulunmuyor ve uygulamalar bir üye devletten diğerine büyük farklılık gösteriyor" açıklamasında bulundu.
Oysa Türk Hükümeti bu reformu, Müslüman öğrencilerin özgürlüklerini savunduğu ve Türkiye'nin AB'ye üyelik süreci çerçevesinde bulunduğunu ileri sürerek gerçekleştirdi.
Avrupa Parlamentosunun Türkiye raportörü Avrupa Milletvekili Ria Oomen-Ruijten de AB'nin bu olaya karışmaması gerektiğini düşündüğünü ifade etti.
Yayımlanan bildiride Oomen-Ruijten, "Avrupa'nın bu işe karışmaması gerekir ve Türk üniversite öğrencilerinin türban kullanmasına izin verilmesi önerisi konusunda getirecek bir yorumu yok" şeklinde açıklamada bulundu.
Bununla beraber Hollandalı muhafazakar yetkili, "Türkiye'deki bu ateşli tartışmanın türban yasağını aşıp, bu sefer de üniversitelerdeki bayanların türban takmaları yönünde manevi bir baskıya dönüşmesinden" endişe duyduğunu da belirtti.
AFP: "MERKEL: TÜRKİYE'NİN DAHA UZUN YOLU VAR"
BERLİN, 09/02(AFP)(BYE)--- Almanya Şansölyesi Angela Merkel dün, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'a, Almanya'nın, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinin sürdürülmesini desteklediğini, ancak "daha uzun yolu" olduğunu belirtti.
Merkel, Erdoğan'ın yanında yaptığı basın toplantısında, Almanya'nın, müzakerelerde "pacta sunt servanda" (ahde vefa) prensibine riayet ettiğini kaydetti.
Angela Merkel, Fransa gibi, Türkiye ile "ayrıcalıklı ortaklık" taraftarı, ancak halihazırdaki süreci bloke etmeyi düşünmüyor.
Merkel ayrıca, dokuz Türkün ölümüne neden olan Ludwigshafen yangınında, "aşırı tepkilere" ve "erken çıkarılacak" sonuçlara karşı uyarıda bulundu.
AFP: "TÜRKİYE, AVRUPALILARI, PKK'NIN ÜLKELERİNDE FAALİYETİNE İZİN VERMEKLE ELEŞTİRDİ"
MÜNİH, 09/02(AFP)(BYE)--- Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bugün, Avrupalıları, ayrılıkçı PKK'nın ülkelerinde yardım toplamasına izin vermekle ve yakaladıkları teröristleri serbest bırakmakla eleştirdi.
Münih'teki yıllık güvenlik konulu konferansın açılışında yaptığı konuşmada Erdoğan, "Türkiye'nin, AB ve ABD tarafından terör örgütü olarak nitelendirilen PKK ile mücadelede müttefiklere ihtiyacı var" dedi.
Erdoğan konuşmasını, "Buna rağmen, PKK birçok Avrupa ülkesinde farklı isimler altında faaliyetlerini sürdürüyor. PKK, sadece bir Avrupa ülkesinden beş milyon avro yardım topladı. Ayrıca terörist örgüt üyesi 'suçluları' Avrupa'da yakalandığında, bazen serbest bırakılıyor. Bunun nedenini anlamak zor" şeklinde sürdürdü.
Erdoğan, "terörizmin uluslararası bir sorun olduğunu ve ayrımcı siyaset uygulayan ülkelerin de sırası geldiğinde tehdit altında olacağını" ileri sürdü ve "Teröristler, onlara yardım eden ülkelerden sakınmıyor" dedi.
Erdoğan ayrıca, Türkiye'nin AB'ye tam üye olmak istediğini yineledi ve "Oyun sırasında oyun kuralları değiştirilmez" vurgulamasında bulundu.
AFP: "ALMANYA'DAKİ TÜRKLERİN ASİMİLE OLMALARINI REDDEDEN BAŞBAKAN ERDOĞAN ALMANYA'DA KARGAŞA YARATTI"
BERLİN, 12/02(AFP)(BYE)--- Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Almanya'da yaşayan Türk göçmenlere, asimile olmamaları konusunda uyarıda bulunması pek hoş karşılanmadı. Köln'deki konuşmasının ardından Almanya Başbakanı Angela Merkel, Erdoğan'ı ülkenin iç işlerine karışmakla suçladı.
Erdoğan'ın "asimilasyonu" bir "insanlık suçu" olarak tanımladığı konuşması Hristiyan Demokrat Birliği (CDU), Hristiyan-Sosyal Birliği (CSU) ve Sosyal Demokrat Parti (SPD) tarafından kınandı.
Merkel, "Türk asıllı Almanların devlete sadakat görevi vardır. Entegrasyon, söz konusu ülkenin yaşantısına ayak uydurmaya çalışmaktan geçer" dedi.
Alman Birlik partilerinin (CDU/CSU) Federal Meclis Grubu Başkan Yardımcısı Wolfgang Bosbach bugün yayımlanan bir demecinde, "Türk Hükümeti Almanya'nın iç işlerine müdahale etmeye çalışmamalıdır" dedi.
Erdoğan'ın Köln'de 20 bin Türke yaptığı konuşmasında kullandığı "Hiç kimse sizi asimile olmaya zorlayamaz. Asimilasyon bir insanlık suçudur" ifadesi dakikalarca alkışlandı.
SPD Parlamento Grubu Başkanı Peter Struck, Türk Başbakanın sözlerini "kabul edilemez" olarak değerlendirdi.
CSU lideri Erwin Huber ise, "Erdoğan Alman topraklarında Türk milliyetçiliğini cesaretlendiriyor. Bu, Avrupa anlayışına karşıdır ve Türkiye'nin AB'ye girmesi yönündeki endişelerimizi de doğrulamaktadır. Bu noktada Türkiye ile üyelik müzakerelerine devam edilmesinin artık bir anlamı kalıp kalmadığı düşünülmelidir" dedi.
CDU ve CSU Türkiye ile imtiyazlı ortaklık fikrini savunurken SPD -söz uzun süredir verildiği gibi- üyelik müzakerelerine devam edilmesi gerektiğini söylüyor.
Türk toplumunun -2.7 milyon- entegrasyonu Almanya'da gerçekten çok hassas bir konu.
Merkel, Türk mevkidaşının Almanya'da Türk okulları ve üniversiteleri açılması konusundaki düşüncesini de kesinlikle kabul etmediğini belirtti. Erdoğan'ın bu teklifi Almanya'daki siyasi çevrelerce kötü karşılandı ve bu söylemlerin yeni nesil Türk asıllı Almanları olumsuz yönde etkileyeceği ifade edildi.
Erdoğan'ın, Ludwigshafen kentinde çıkan yangında dokuz kişinin ölmesinin ardından düzenlediği Almanya ziyareti zaten kötü bir atmosferde başlamıştı.
Türk medyasının kundaklama ihtimaline öncelik verdiği olayın henüz sebebi belirlenemedi.
LE FIGARO: "ALMANYA'DAKİ TÜRKLERİN ENTEGRASYONU BERLİN İLE ANKARA'YI KARŞI KARŞIYA GETİRDİ"
PARİS, 13/02(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro gazetesinin 13 Şubat 2008 tarihli sayısında, Pierre Bocev imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
--Asimilasyonu "İnsanlık Suçu" Olarak Nitelendiren Türk Başbakan Tartışmaları Alevlendirdi--
Almanya ile Türkiye arasında açıkça ifade edilmeyen ancak 10 gün önce ülkede yaşayan dokuz Türk vatandaşının bir binada çıkan yangında can vermeleriyle gündeme gelen gerginliklerin alevlenmesi için tek bir cümle yetti. Başbakan Erdoğan'ın, pazar günü Köln'de düzenlenen bir mitingde bir araya geldiği vatandaşları karşısında sarfetmekle kalmayıp bir de ertesi gün Ankara'da Mecliste tekrarladığı cümle, "Asimilasyon, bir insanlık suçudur" cümlesiydi. Almanya'da insanlığa karşı suçun, Nazilerin Avrupa'da Yahudilere yönelik katliamları çağrıştırdığı bilinir. Bu nedenle açıklamanın Alman siyasetinde sert tepkilerle karşılanması kimseyi şaşırtmadı.
Türk basınının bir bölümünün, yaşanmış acıları canlandırmak amacıyla fazlasıyla gündeme getirdiği Ludwigshafen'daki yangın faciasının ardından, Türk Başbakanın Almanya ziyareti aslında yapıcı bir havada başlamıştı. Ancak 1992 ve 1993 yıllarında "dazlakların" sekiz Türkün ölümüne yol açan ırkçı saldırısını hatırlayan bazı gazeteler, hiçbir kanıt olmamasına rağmen yangından aşırı sağcıları sorumlu tutmuş, hatta yangının neonazilerin bir hareketi olduğundan söz etmişti.
--Misafir İşçiler--
Başbakan Erdoğan, önce Berlin'de, ardından olayın meydana geldiği Ludwigshafen'da rahatlatıcı konuşmalar yaptı. Ancak Türklerin Almanya'ya entegre olmalarını ve dilini öğrenmelerini destekleyen Erdoğan, Almanya'da, Ankara tarafından gönderilecek öğretmen ve personelle Türkçe eğitim verecek okul ve üniversitelerin kurulması önerisiyle herkesi şaşırttı. Şok etkisi yaratacak açıklamaları Erdoğan, üç gün önce Köln'de toplanan 16 bin vatandaşı karşısında da yapmıştı. Erdoğan, mitingde vatandaşları "ülkenin dilini öğrenmeye ve siyasi hayatına" katılmaya teşvik etmiş, ancak "insanlığa karşı suç" olarak nitelendirdiği "asimilasyon endişelerini" de "anladığını" açıklamıştı. Kuşkusuz ki Almanya, göçmenlerin entegrasyonu konusunu tartışmakta gecikti. Zira göçmenler, uzun süre Alman iktidarını oluşturan sağ tarafından yıllarca her an ülkelerine dönebilecek sade "misafir işçiler" olarak görüldüler. O sırada hayaller alemindeki sol, "çok kültürlülükten" söz ediyordu. Ve muhafazakarlar arasında birkaç yıl evvel başlatılan "baskın Alman kültürü" üzerine görüşmeler haricinde asimilasyon konusu, hiçbir zaman tartışılmadı. Ancak 2005'teki büyük koalisyonla birlikte entegrasyon için büyük çaba sarfedildi.
--AB'ye Üyelik Terazide--
Angela Merkel, her halükarda Erdoğan'ın açıklamalarının hemen ertesi günü "kendisiyle entegrasyon görüşü hakkında görüşmeleri gerekeceğini" vurguladı. Alman Başbakanın bu açıklaması, nadiren sert çıkışlarda bulunması nedeniyle daha da ciddiyet kazandı. Türk dili eğitimin yaygınlaştırılmasına açık olduğunu ifade eden Merkel, Türkiye'den öğretmenlerin gönderilmesine pek sıcak bakmadığını açıkladı.
Muhafazakar sağa mensup diğer siyasiler açıklamalarında Merkel kadar ölçülü davranmadılar. CSU lideri Erwin Huber, Bavyera'da, Türkiye'nin Alman topraklarındaki milliyetçi "vaizini" kınadı ve bu durumda Türkiye ile AB yolunda müzakerelere devam etmenin hala mümkün olup olmadığı sorusunu gündeme taşıdı. Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkan Alman sağı, Türkiye'ye, Erdoğan'ın ziyareti sırasında bir kez daha reddettiği "imtiyazlı ortaklığı" teklif ediyor. Ancak Merkel hükümetinin sosyal-demokrat partneri SPD, tam aksine Türkiye'nin tam üyeliğini destekliyor.
İNGİLTERE BASINI
THE FINANCIAL TIMES: "TÜRKİYE GAZ PROJESİ KONUSUNDA HİZAYA GETİRİLİYOR"
LONDRA, 11/02(BYE) --- Financial Times gazetesinin 11 Şubat 2008 tarihli sayısında, Ed Crooks imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye'den, bu hafta, Ankara'nın Nabucco doğal gaz boru hattı projesine bağlılığına dair Avrupa Birliği'nin endişelerinin artmasından sonra projeye daha fazla destek vermesi istenecek.
AB'nin Güney Avrupa'daki doğal gaz projeleri Koordinatörü Jozias van Aartsen, Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın projeyle ilgili bazı sorunları ele alması için perşembe günü Ankara'yı ziyaret edecek.
Van Aartsen, bu hafta sonu Financial Times'a, "Eğer AB ile bir ilişki kurmayı istiyorlarsa, gelecekte gerçekten de bir ilişki kurmak istediklerini belirtmenin bir yolu budur" açıklamasında bulundu.
Avrupa Komisyonunun bugün, Nabucco projesi için ileride yol gösterecek onayı vermesi bekleniyor. Almanya'nın büyük enerji şirketlerinden biri olan RWE geçen hafta projeye dahil oldu.
Fakat, Nabucco hâlâ, Türkiye'nin rolü de dahil olmak üzere, birçok endişenin doğmasına neden oluyor.
Hazar bölgesindeki Azerbaycan ve diğer ülkelerden gaz taşıyacak 3.300 kilometrelik hattın Rus kaynaklara bir alternatif olarak AB'nin enerji güvenliğini destekleyeceği tahmin ediliyor. Gazprom ile Ukrayna arasındaki ödenmemiş fatura iddiaları hakkındaki tartışma, AB'nin Rus gazına artan bağımlılığı konusundaki endişelere dikkati çekti.
AB'de bazıları, AB'yi, Rusya'nınkinden daha az güvenilir gaz kaynaklarına bağımlı hale getirecekse Nabucco'yu desteklemenin anlamı olmadığını tartışıyor.
Ankara, tekrar tekrar Nabucco'ya bağlılığını ve Türk gaz şirketi BOTAŞ'ın da proje ortaklığının bir parçası olduğunu ifade etti.
Fakat, Türkiye, boru hattının kullanılmasındaki fiyatlandırma sistemi hakkında anlaşma yapmıyor, İran'dan gelen gaz kaybından dolayı Türkiye'den Yunanistan'a aktarılan gaz kesiliyor ve Ankara siyasi nedenlerle Fransa'nın Nabucco ortaklığına dahil olmasını istemiyor.
Fransız Gaz de France şirketi geçen hafta Nabucco'ya katılmasına izin verilmesi konusunda umudunu yitirmediğini, fakat o bölgedeki diğer projeleri de araştırdığını belirtti. Bu projeler içinde Gazprom ve İtalya'nın Eni şirketi arasında planlanan Rusya'dan Bulgaristan'a uzanacak Güney Akım boru hattı projesi de bulunuyor.
Avrupalı bir diplomat, "Nabucco, Avrupa için kurtarıcı bir proje değil, diğer projelerde de olduğu gibi siyasi ve ekonomik riskleri değerlendirmemiz gerekir" dedi.
Diplomat, Kiev tarafından desteklenen, Gürcistan'dan Ukrayna ve AB'ye Karadeniz altından götürülmesi planlanan Beyaz akım boru hattı projesi gibi geçerli alternatifler olabileceğini ileri sürdü.
Nabucco ile ilgili diğer bir önemli endişe ise temel kaynak olan Azerbaycan'ın en azından 2013'te başlayacak ilk safha için yeterli gazı sağlayıp sağlayamayacağı. Alman enerji şirketi RWE'nin İcra Kurulu Başkanı Stefan Judisch, geçen hafta, Nabucco'nun inşasının şirketleri o bölgede daha fazla gaz aramaya teşvik edeceğinden emin olduğunu söyledi.
BBC: "AVRUPA PARLAMENTOSU MİLLETVEKİLİ, TÜRKİYE İÇİN ZAMANIN DARALMAKTA OLDUĞU UYARISINDA BULUNDU"
ANKARA, 12/02(BYE)--- BBC News'in 12 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yer alan haberin çevirisi şöyledir:
Üst düzey bir Avrupa Parlamentosu milletvekili, Türkiye'nin ifade özgürlüğünü kısıtlayan tartışmalı kanununu değiştirmek için verdiği söz hakkında AB'nin sabrının tükendiğini belirtti.
Türkiye-AB Komisyonu Karma Parlamento Eşbaşkanı Joost Lagendijk açıklamalarını, gazeteci Hrant Dink'in öldürülmesiyle ilgili davanın duruşması görülürken yaptı.
Dink, "Türklüğü aşağılamayı" yasaklayan kanun çerçevesinde suçlu bulunmuştu.
Avrupa Parlamentosu milletvekili, Türk liderlerinin kanunun kaldırılacağı sözünü devamlı verdiklerini ve şimdi onlar için harekete geçme zamanı olduğunu belirtti.
AB, Türkiye ile üyelik müzakerelerine 2005 yılında başladı, fakat Ankara'nın yasalarında gerekli değişiklikleri yapmaya istekliliği konusunda endişeler var.
Lagendijk, "Kendimizi ciddiye almamız gerekir. Avrupa Parlamentosu için nisan ayında oylanacak bir rapor hazırlıyoruz ve eğer o zamana kadar ifade özgürlüğü için harekete geçilmezse rapor olumsuz olacak" dedi.
1915-1917 yılları arasındaki Ermeni katliamını soykırım olarak nitelendiren Hrant Dink, Türk Ceza Kanunu'nun 301. Maddesi çerçevesinde yargılanmıştı.
17 yaşındaki bir kişi Dink'i öldürdüğünü itiraf etti ve 18 kişi olayla ilişkileri olması nedeniyle duruşmaya çıkarıldı. Fakat, cinayeti planlayan gerçek isimlerin duruşmada olmadıkları iddia ediliyor.
Ankara'nın üniversitelerde İslami başörtüsünü yasaklayan kanunu yumuşatmasından iki gün sonra Lagendijk, halkın karar hakkındaki protestosunun, hükümet tarafından reformların daha da ileri götürülmesi için bir argüman olarak kullanılmasından korktuğunu açıkladı.
Lagendijk, "Pandora'nın kutusunu açtılar ve hiç kimse bunun nerede sona ereceğinden çok da emin değil" dedi.
REUTERS: "NABUCCO ZİYARETİ TÜRKİYE'Yİ YAKINLAŞTIRMAYI AMAÇLIYOR"
İSTANBUL, 13/02(REUTERS)(BYE)--- Thomas Grove bildiriyor:
Avrupa'nın en önemli gaz projelerinden birinin koordinatörü Ankara'yı ziyaret ettiğinde, AB'nin, Türkiye'ye bloğun enerji politikasına uyması yönünde güçlü bir mesaj göndermesi bekleniyor.
Avrupa'nın Rusya gazına bağımlılığı azaltma politikasında önemli bir ayak olan Nabucco boru hattı projesinin koordinatörü eski Hollanda Dışişleri Bakanı Jozias van Aartsen, projeye altıncı ortak olarak Alman RWE şirketinin seçilmesinin ardından Ankara'yı ziyaret ediyor.
Bilgi Üniversitesinden uluslararası ilişkiler profesörü Gareth Winrow, "Türkiye ziyareti, AB'nin Nabucco'nun hala ciddiye alındığına dair bir mesaj göndermeye çalışmasıdır, ama halen bazı ciddi problemler mevcut ve destek çok önemli" dedi.
Rusya, geleneksel olarak safında bulunan jeopolitik açıdan sıkıntılı Sovyet sonrası Hazar bölgesindeki doğalgazı sağlama almaya çalışırken, daha çok boru hattının geçtiği ülkelerden oluşan Nabucco konsorsiyumu için siyasi irade şimdi çok önemli görülüyor.
Ankara, AB'nin itirazına rağmen İran gazının boru hattına dahil edilmesi için bastırarak, tabiatına aykırı davrandı.
Avrupa Komisyonu Sözcüsü Taradellas Espuny, Reuters'e, "Türkiye, konsorsiyumun ortaklarından biridir ve Türkiye olmadan Nabucco olmaz... Ama İran'ın anlaşmaya dahil edilmesi konusunda görüş farklılığı var" dedi.
--İran Gazı--
ABD'nin anlaşmanın iptal edilmesi yönündeki baskılarına ve İran'ın Türkiye'ye sık sık gaz kesintisinde bulunmasına rağmen Ankara, doğu komşusunun sahalarındaki gazın geliştirilmesi için 3.5 milyar dolar yatırım yaparak, bu gazı Avrupa'ya satacağını söylüyor.
Analizcilerin, Hazarlı üreticilerle pazarlık masasında Nabucco'nun nüfuzunu azalttığını söyledikleri bu konum, Türkiye'den geçen Nabucco gazı için daha yüksek geçiş ücreti gibi meselelerin yanı sıra Türkiye'nin AB girişimi konusunda da Avrupalıların iradesini kırmak için kullanılıyor.
Global Enerji Çalışmaları Merkezinden analizci Manouchehr Takin, "Türkiye, ülkeye İran'dan gelen ilave gaz akışlarıyla, konumunu, Avrupa ile pazarlık masasındaki pozisyonunu güçlendirmek için kullanmaya çalışıyor" dedi.
Ziyarette ayrıca, Gaz de France'in projeye katılımı konusuna da değinilecek. Fransız meclisinin, 1915 yılında Osmanlı Türkiye'sinde Ermenilerin öldürülmelerini inkar etmenin suç sayılmasını kabul etmesinin ardından Türkiye, Gaz de France'e karşı çıktı.
Londra'da Datamonitor'de analizci olan David Niles, "Ziyarette, van Aartsen, Türkiye'yi Gaz de France'i ortaklığa almaya ikna etmeye çalışacak" dedi.
Türkiye'nin destek vermesinden sonra RWE altıncı ortak olarak seçildi, ama yatırım ihtiyacı yedinci ortak anlamına gelebilir, ki bu, Nabucco yetkililerinin daha önce de dile getirdikleri bir olasılık.
4.6 milyar dolarlık projede zaten bazı gecikmeler yaşandı ve geçen ay konsorsiyum, projenin tamamlanması için son tarihin bir yıl öteye alındığını açıkladı.
Nabucco projesi sözcüsü Christian Dolezal, "2009 ve 2010 için yeniden bazı düzenlemeler yapmak zorunda kaldık. Proje için son tarih 2013 olacak" dedi.
Avrupa ile gazının projede kullanılması için anlaşma imzalayan Azerbaycan'dan gelen gaz için ayrı bir zaman çizelgesi mevcut ve Avrupa, Azeri gazına ek olarak Türkmenistan ve Kazakistan'ı da düşünüyor.
İTALYA BASINI
LA STAMPA: "TÜRKİYE ATATÜRK'E TÜRBAN TAKTI"
ROMA, 12/02(BYE)--- Tirajı günde 315 bin olan merkez-sağ eğilimli la Stampa gazetesinin 10 Şubat 2008 tarihli sayısında, İgor Man imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:
--Bugün Yaşasa Cumhuriyetin Atası Hapse Atılırdı--
Üniversite öğrencisi kızların türban takmasını serbest bırakan iki anayasa değişikliği oy çokluğuyla (411 evet, 103 hayır) onaylandığında, yaşlı bir Türk parlamenter Nietzsche'nin tarihi sözünü tersine çevirerek, "Tanrı ölmedi" diye bağırdı. Laik ve sol görüşlü muhalefet, "Kemalist çığ" adı verilen kalabalığı, 100 bin kişinin katıldığı Ankara'daki mitinge davet ederek protestolarda bulundu. Aşağı yukarı buna benzer bir diğer gösteri ise, 2 Şubat'ta 125 bin kişinin katılımıyla gerçekleşmişti. Sloganlar ve pankartlar birbirinin aynıydı. "Türkiye laiktir, laik kalacak", "Şeriata hayır". Şimdi akla gelen soru ise şu; "Türban özgürlüğü"ne çoğunluğun verdiği bu onaya paralel olarak düzenlenen halk gösterileri, bir ülkenin bölünmüşlüğünü mü sergiliyor?
Bu sorunun cevabı "hayır"dır. Söylendiği şekliyle "ılımlı" İslam partisinin lideri Başbakan Erdoğan'ın Türkiye'si ideolojik-dini kopmalar riski taşıyan bir ülke değildir. Türkiye, nihai sonucu AB üyeliği olan bir dizi "yükümlülüğü" kabul eden (ve zaten NATO üyesi olan) bir ülkedir. AB'ye katılım, Türkiye'ye bugün sahip olmadığı uluslararası bir statü sağlayacaktır, ayrıca İsrail'i tanıyan tek İslam ülkesi de olan Türkiye'nin verimli varlığından, eski Avrupa da kazanç sağlayacaktır. Türkiye'de hiç kimsenin, geniş ve karmaşık İslam cephesine takılıp kalma taraftarı olmadığının da ilave edilmesi gerekir. Sadece zaman değişmektedir ve doğal olarak modern Türkiye'nin kurucusu, efsanevi lider Kemal Atatürk ve inançları çağ dışı gözükmeye başlamaktadır. Muhtemel etkilerinin neler olacağı şimdiye kadar kimse tarafından değerlendirilmemiş görünse de gerçekte Türkiye, "Atatürk'ün mirası" adı verilen hususu tartışma konusu haline getirmektedir. Eğer Atatürk hayatta olsaydı, paradoksal bir şekilde hapis riskiyle karşı karşıya kalacaktı. Nitekim Atatürk, İslamı "ahlaksız bir bedevinin saçma teolojisi" ve "hayatımızı zehirleyen kokmuş bir ceset" olarak adlandırmaya teşebbüs etmişti. Bu nedenle, 1986 tarihli bir kanun uyarınca "Müslümanlığa, Allah'a ve peygamberi Muhammed'e hakaretten" altı aydan iki yıla kadar hapis cezasına çarptırılma riskiyle karşı karşıya kalırdı.
Vuku bulan her şeyin bir nedeni vardır: "Türk kimliği" konusundaki süregelen tartışmalar çerçevesinde şekillenen üniversiteleriyle, çoğunluğu laik olan Türkiye'de "İslamın uyanışı" adı da verilen "yeniden İslamlaşma" hareketi başlamıştır. Bu hareketin kaynağı uzaktan, 1967'de yaşanan altı günlük savaştaki büyük Arap yenilgisinden ve Nasır'ın ölümünden gelmektedir. Humeynizmin zehirli bir fanatizm vurgusunu da kattığı bu "yeniden uyanış", bugünün eseri değildir.
Alaaddin'in çılgın sihirli lambasından çıkan İslam yanlılarının ikiz kulelere bilinçli intihar saldırısı, iskambil kağıtlarını karıştırdı. Taliban'ın sert adamlarının, Afganistan'da yaydığı anarşi ateşi ve Irak bataklığı, bugün melez idarelere sahip ve çoğu kez hırsızlarca yönetilen son derece fakir insanlardan oluşan İslam kitlelerine hastalık bulaştıran bir kaynak oluşturuyor. Ve işte deri altından, tamamen "ılımlı şekilde" kendini yayan İslamın uyanışı... Din, (belki de Türkiye'deki gelişmelerin bizlere gösterdiği gibi) yeniden "mutsuzluktan ezilen halkın afyonu ve çıkış kapısı kalmayan bir dünyanın ruhu" haline dönüşüyor. Humeyni'den, hatta VI. Paulus'tan da önce, büyük laik Karl Marks'ın "dini devrimler" hakkında birleşmeleri ve çelişkileri neredeyse bire bir tahmin ederek söyledikleri doğrulanıyor.
KIBRIS RUM BASINI
FİLELEFTHEROS: "TÜRBAN TÜRKİYE'Sİ"
LEFKOŞA, 13/02(BYE)--- Bağımsız, liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 13 Şubat 2008 tarihli sayısında Hristos Ahilleos Theodulu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türk Meclisi türbana "evet" dedi. Bu tarihi bir karardır. Bu karar Türkiye'nin laikliğini savunan Mustafa Kemal'in çalışmalarına ters düşüyor.
Mustafa Kemal, 1922 yılında Yunanlılara karşı muzaffer "direnişi" kazandıktan ve onları evlerine gönderdikten sonra yeni Türkiye'yi kurdu. Dini devlet işlerinden ayırdı, devletin laikliğini ilan etti, kadınların türban kullanmasını yasakladı, Latin alfabesini, İsviçre Medeni Kanunu'nu aldı ve ülkesini Batı ülkeleri seviyesine getirmeye çalıştı.
Ancak 86 yıl sonra Kemal'in yapılarının sürgün edilmeye başlandığı görülüyor.
Türban konusu ne demek oluyor? Bu, sadece Türkiye'de İslamcılar ve Kemalistler arasında çatışmaların yaşanması demek oluyor. Kemalistler; Silahlı Kuvvetler'den, Dışişleri Bakanlığından ve Türkiye'yi AB'ye sokmaya çalışan Batı yanlısı elit kesimden oluşuyor. Türkiye'nin aslında İslam'a eğilimi olan bir ülke olduğu ve daha önce yönetimde olan küçük elit kesimin ülkeyi temsil etmediği görünüyor.
Gül ve Erdoğan'ın, Türk halkının büyük çoğunluğunun güvenini kazanmanın zevkini sürdüğü görülüyor. Kemalist düzen bu tahrikler karşısında ne yapacak? Ordu ne yapacak? 1980 yılında darbe oldu, çünkü o zamanki hükümetin politikalarıyla aynı görüşü paylaşmıyorlardı.
Ancak Irak ve Kürt konularında Türkiye'nin müttefike ihtiyacı var. Kemalist düzen AB'ye girmek istiyor. Ancak bunu İslamcılar da istiyor mu?
YUNANİSTAN BASINI
TO VİMA: "KOSTAS SİMİTİS'İN ŞAŞIRTICI AÇIKLAMASI"
ATİNA, 08/02(BYE)--- Tirajı günde 44 bin olan To Vima gazetesinin 8 Şubat 2008 tarihli sayısında, Rihardos Someritis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Kostas Simitis, Merkel ile Sarkozy'i örnek alarak, geçenlerde, Türkiye'nin tam üyeliğini değil, Avrupa Birliği ile özel ilişki kurulmasından yana olmayı (şimdi) tercih ettiğini bildirdi. Başka bir ifadeyle, kimseye söylemeden inatçı bir şekilde savunduğu politikayı; Ankara ile ilişkilerimizi düzelten ve Kıbrıs'ın AB'ye üye olmasına yol açan politikayı bir anda yıktı.
Simitis'in bu ani kararını yorumlayan yeni ya da acil bir değişiklik mi oldu? Bütün Batılıların 1950'li yıllarda Avrupa masasına (NATO, OECD, Avrupa Konseyi, tam üyelik hakkını tanıyan AB-Türkiye ortaklık anlaşması) davet ettiği Türkiye'nin coğrafi konumu o günden bugüne elbette değişmedi. Türkiye'nin demografisi değişmedi. Türklerin gurbete çıkma olayları yeni değil. Türkler şimdi Müslüman olmadı. Üyelik müzakereleri başladığında Ermeni soykırımını, Kıbrıs'ın işgalini, Kürt sorununu, Ege konularını herkes biliyordu. Son zamanlarda tek değişen (bir dereceye kadar Avrupa sayesinde) Türkiye'nin bugün daha demokratik ve daha az askeri etki altında olmasıdır.
Öte yandan Avrupa'da bir şeyler değişti, özellikle de Fransa'da. Aşırı sağın oylarını alan Sarkozy, "farklı dinden Asyalı" Türkleri istemiyordu. Bu oyları elde etti (göçmenler aleyhinde olan ve sözde "güvenlik" konusunu öne süren ayıplanmaya değer başka ödünler de verdi) ve bir dereceye kadar da bu oylar sayesinde seçimleri kazandı. Popülerliğinin yokuş aşağı indiği bu aşamada Türkleri Avrupa'dan kovmak için bir nedeni daha var. Aynı nedenler Merkel için de geçerli, ancak onun da farklı nedenleri var. Bu durum bizim de tutum değiştirmemizi zorunlu mu kılıyor? Türkiye'nin çok zorlu üyeliği için uzun yılların geçmesi gerekiyor. Bu dönem Sarkozy ile Merkel'in siyasi yaşamlarının süresini aşıyor! Ankara'nın gerekli çağdaşlaşma ve demokratikleşme önlemlerini ilerletme konusunda zayıf olmasına (Acaba durum geçici mi? Belli olacak) rağmen müzakereler durdurulmadı. Tam üyeliğe yönelik ön belirti sayılmayan müzakere bölümleri daima masanın üstündedir. Diğerleri beklentide.
Yunan tarafı tam üyelik sürecini de desteklese, özel ilişkiyi de desteklese elbette öncelikle çıkarlarımızı korumalıdır. Her halükarda bu özel ilişki bir masal. Bu ilişki zaten var ve gümrük birliğini kapsıyor. Siyasi işbirliğini de mi içerecek? Büyük bir olasılıkla öyle olacak, çünkü zaten NATO ve Batı ülkeleri arasındaki ilişkiler bir derece kadar bu işbirliğini sağlıyor. Bu ilişkilerde eksik olan bir şey varsa, bu, sadece tam üyelik durumunda ve büyük zorluklarla da olsa sağlanan AB dayanışması ve mutabakatlı oyun kurallarıdır. Bu nedenle üyelik yararımızadır.
Simitis'in açıklaması birçok "Türk düşmanı" tarafından memnuniyetle karşılandı. Diğer bazı Simitis aleyhtarları bu değişikliği yorumlayacak kişisel nedenleri araştırıyorlar. Onun yerinde olsaydım (fakat değilim) bütün bunlar beni kaygılandırırdı. Şimdiye kadar uyguladığı politikayı desteklemiş olanların soruları ise, beni daha da çok kaygılandırırdı.
ETHNOS: "KASULİDİS: CUMHURBAŞKANI OLARAK İLK İŞİM TALAT İLE GÖRÜŞMEK"
ATİNA, 08/02(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 8 Şubat 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan, Neofitos Kiriaku'nun DİSİ'nin AB Parlamenteri ve Kıbrıs Cumhurbaşkanı adayı İoannis Kasulidis ile yaptığı mülakatın çevirisi şöyledir:
17 Şubat Pazar günü yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinin adayı İoannis Kasulidis, Tasos Papadopulos yönetiminde Kıbrıs'ın Avrupa Birliğindeki güvenirliğini aynı zamanda da önemli siyasi dostlar ve müttefikler kaybettiğini, bu gelişme sonucunda da çok zor konumda kaldığını savundu. DİSİ'nin AB Parlamenteri gazetemizde yayımlanan mülakatında cumhurbaşkanlığına seçileceğine dair iyimserliğini dile getirerek, Cumhurbaşkanı olarak ilk işinin Kıbrıs sorununun kısa zamanda çözülmesi amacıyla sürecin yeniden başlatılması için Kıbrıslı Türk liderle görüşeceğini ve aynı zamanda Annan Planı'na neden "evet" dediğini anlatıyor.
KİRİAKU: 2004 yılında Annan Planı lehine bir tutum benimsemiş, hatta kabul edilmemesi durumunda yeni bir "Küçük Asya Felaketi"nin yaşanacağından söz etmiştiniz. Bu kararınızdan dolayı pişman oldunuz mu?
KASULİDİS: İlk önce şunu açıklamam gerekir. Annan Planı'nı reddedersek Küçük Asya Felaketine uğrayacağız demedim. Bu, Cumhurbaşkanı Papadopulos tarafından başlatılan, ardından da ekibi tarafından devam ettirilen siyasi bir dedikodudur.
Küçük Asya Felaketi'ne ilişkin açıklamayı Cumhurbaşkanı Tasos Papadopulos'un New York'ta, Annan Planı henüz önümüze gelmeden üst hakemliği kabul ederek bizi referanduma yönelten kararı alırken yaptım. Küçük Asya Felaketi'nden söz etmem Annan Planı'nın reddedilmesiyle değil, siyasi yönetimin kabul edeceği bir çözümün millet tarafından reddedilmesi olanağıyla ilgiliydi.
Aynı çerçevede Cumhurbaşkanının ve bütün yönetimin uzlaşısının sağlanmaması durumunda referanduma gitmeyi reddetmemiz gereğini savunmuştum. Ne yazık ki bu tezim kabul edilmedi. Ulus tarafından alınacak kararın felaket olabileceğini hiçbir zaman iddia etmedim. Ancak, Sayın Papadopulos'un ulusun hakkını kullanarak almış olduğu kararı nasıl yönettiğini açıklaması gerekir.
--"Birlikte" Olmayı Seçiyoruz--
Pişman olup olmadığım konusuna gelince, farklı görüşün ya da azınlıkta kalan taraf görüşünün ne zamandan beri günah ya da suç olduğunu, azınlıkta kalan birisinin neden ifade vermek zorunda kaldığını ya da neden suçlu sayıldığını öğrenmek istiyorum. Bizler, ulusun çoğunluğu da "evet" ve "hayır"ı geride bıraktık ve "birlikte olmayı" seçtik. Geriye değil, geleceğe bakıyoruz.
KİRİAKU: Cumhurbaşkanı seçilirseniz Kıbrıs konusundaki tutumunuz ne olacak? BM tarafından yapılacak bir girişimi destekleyecek misiniz? Yeni bir girişimde sizce AB'nin rolü var mı?
KASULİDİS: Seçildikten sonra ertesi gün ve 1 Mart'ta görevi resmen devralmadan önce Kıbrıslı Türk lider Sayın Talat ile görüşme talep edeceğimi daha önce açıklamıştım. Sayın Talat'a Kıbrıs Rum tarafının çözüm için hazır olduğuna ve Annan Planı'nın reddedilmesinin Kıbrıs sorununa çözümün reddi anlamını taşımadığına, sadece söz konusu belirli kararın reddedildiğine dair anlatmak istiyorum. Bu arada, ortamın düzelmesi ve bu ortam üzerinde yeni bir yapının kurulabilmesi amacıyla bazı güven artırıcı önlemler önereceğim. Ayrıca, seçimlerin hemen ardından uluslararası düzeyde tanınmış anayasa uzmanları, uluslararası ilişkiler uzmanları, iktisatçılar ve farklı alanlardan uzmanlardan bir heyet kuracağım. Bu heyetin görevi, siyasi yönetimim altında ve rakiplerimizin iddia ettiği gibi zaman içinde değil de belirli bir süre içerisinde Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm çerçevesi önermesi olacak.
Kıbrıs sorununun çözümü ülke içindeki iki toplumdan çıkmalı, dışarıdan değil. Gemleri yabancılara bırakmamalıyız. Bizler; konuyla doğrudan ilgili olan Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler, öteki toplumun kaygı ve düşüncelerini herkesten iyi biliyoruz.
Bu sürece Yunanistan'ın aktif bir şekilde katılması gerektiğini düşünüyorum. Amacım Kıbrıs'ın geleceğine ilişkin önemli kararların Yunan Hükümeti ile ortak görüş ve ortak karar çerçevesinde alınması olacak. Bu elbette BM çerçevesi dışına çıkacağımız anlamını taşımıyor. Tam tersi. Biz bir çözüm çerçevesi hazırlayacağız, fakat müzakere uluslararası örgütün gözetimi altında olacak.
--Çözüm Anahtarı--
KİRİAKU: Sayın Talat'ın uygulamada bir barikatı bile açamadığının kanıtlanmakta olmasına rağmen, siz çözüm anahtarının Türkiye'nin elinde olduğu görüşünü savunan Sayın Papadopulos'u eleştiriyorsunuz.
KASULİDİS: Herkes, bizler de, Kıbrıs konusuyla uğraşan yabancılar da Türk tarafından ilk ve son sözün Ankara'ya özellikle de orduya ait olduğunu, Sayın Talat ya da Kıbrıslı Türklere ait olmadığını biliyoruz.
Ancak, çözüm anahtarı Türkiye'nin elinde olduğu için oturup bekleyelim mi? İstesek de istemesek de görüşmeler iki toplum arasında yapılıyor. Sayın Papadopulos, Sayın Erdoğan ile veya Türk generallerle müzakere yapmayı başarırsa ben önünde saygıyla eğilirim. Sayın Talat, denildiği gibi eğer Ankara'nın adamıysa o zaman bizler de onun vasıtasıyla Ankara ile görüşüyoruz.
KİRİAKU: Tasos Papadopulos'un yönetimi altında Kıbrıs'ın tecrit edildiğini iddia ediyorsunuz. Ancak bu arada Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül acele ettiği ve Kıbrıs sorununun çözülmesi amacıyla yeni bir girişim talep ettiğine dair bir tutum içinde. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
KASULİDİS: Biz Tasos Papadopulos'un yönetimi altında Kıbrıs'ın Avrupa Birliğindeki güvenirliğini, önemli siyasi dost ve müttefiklerimizi kaybetmiş olduğunu ve bu durumun bizi zor durumda bıraktığını savunuyoruz.
Nereden başlayayım? Size Alman Parlamentosunun kararını mı hatırlatayım? Nedeni olmadan İsveç ile sürtüşmeyi mi, işgal altındaki Magosa ile Latakya'nın doğrudan deniz bağlantısını mı, Schröder'in işgal kesimine ziyaretini mi hatırlatayım mı? Avrupa konularında ya da Kıbrıs konusunda rolü olan hangi Avrupa başkentini Sayın Papadopulos'un ziyaret ettiğini bana söyleyebilir misiniz? AB zirveleri dışında hangi Avrupalı liderlerle görüştü?
Sayın Gül'ün "acele ettiği" ve Kıbrıs sorununun çözülmesi için yeni bir talepte bulunması baskı altında olmasından ya da izolasyondan dolayı çıkmaza girmesinden kaynaklanmıyor. Sayın Gül ortamın bizim için dostane olmadığını ve bu tür bir girişimin Türk tarafının lehine olacağını bildiği için yeni bir girişim istiyor.
--AB-Türkiye: Bizler AB'de 64 Vetodan Söz Etmedik--
KİRİAKU: AB'ye tam üyeliğinden sonra Kıbrıs büyük bir avantajı; Türkiye'nin AB sürecini veto etme avantajını elde etti, ancak bundan yararlanmayı başaramadı. Siz Sayın Papadopulos'u bu gelişmeden dolayı eleştiriyorsunuz, fakat sizin partiniz de AB Parlamentosundaki siyasi grubunuz da farklı bir şey önermedi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
KASULİDİS: 64 küçük ve büyük vetodan ve Avrupa'nın güvenirliğini kurtaracağımızdan söz edenler biz değildik. Bunları söyleyenler fakat aynı anda Türkiye'yi suçlu konumundan kurtaranlar başkalarıydı.
Ben, Türkiye'nin yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda AB ile müzakerelerin otomatikman erteleneceği güvence altına alınmadan Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlamasının kabul edilmemesini önermiştim. Ne yazık ki önerim kabul edilmedi ve Türkiye'ye AB'nin 10 yeni üye devleti yönünde Ek Protokolü uygulaması için ek süre tanınmasına ve bu yükümlülüğü yerine getirmemesine rağmen, Sayın Papadopulos ve ortakları tepki göstermedi.
ANTENNA TV: "ERDOĞAN'DAN PKK KONUSUNDA AVRUPALILARA SERT SALDIRI"
ANKARA, 11/02(BYE)--- Yunanistan'ın özel Antenna televizyonunun 11 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında yukarıdaki başlık altında yer alan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Avrupalıları, özerklik yanlısı Kürdistan İşçi Partisi (PKK) gerillalarına kendi ülkelerinde para toplanmasına izin vermekle ve yakaladıkları teröristleri serbest bırakmakla eleştirdi.
Erdoğan Münih'te düzenlenen güvenlik konferansının açılışında yaptığı konuşmada, Türkiye'nin, Avrupa Birliği ve ABD tarafından terör örgütü olarak kabul edilen PKK ile savaşan müttefiklere ihtiyacı olduğunu belirtti.
Erdoğan, "Bunlara rağmen PKK farklı isimler altında birçok Avrupa ülkesinde faaliyet göstermeye devam ediyor" dedi ve PKK'nın sadece bir tek ülkede beş milyon avro topladığını söyledi, ancak ülke adı vermedi. Ayrıca Avrupa'da, terör örgütü üyeleri yakalandıklarında bazen serbest bırakıldıklarını, bunu da anlamakta güçlük çektiklerini kaydetti.
Belçika'daki Anvers Temyiz Mahkemesinin, 2006 yılında Türk aşırı sol hareketi DHKP-C üyeliğinden mahkum olan yedi Türk vatandaşı hakkında perşembe günü beraat kararı verdiğini hatırlatmak gerekir. Bunun üzerine Ankara bu kararın terörle mücadeleyi yaraladığını ve illegal örgütlere cesaret verdiğini açıklamış Belçika Dışişleri Bakanı ise, Ankara'nın bu açıklamasını, "kabul edilemez" olarak nitelendirmişti.
Belçika Temyiz Mahkemesi, üç Türk hakkında yasadışı silah kullanmak ve sahtecilikten üç yıla kadar ertelenebilir hapis cezası verirken, diğer dört kişi hakkında beraat kararı verdi.
Ertelenebilir hapis cezalarından biri, Türkiye ile Belçika arasındaki ilişkileri yıllardır yaralayan 31 yaşındaki Fehriye Erdal ile ilgili. Ankara, 1996 yılında Konstantinopolis'te (İstanbul) önemli bir işadamı olan Özdemir Sabancı suikastıyla ilgili yargılanması için iadesini talep etmişti.
Terörün uluslararası bir sorun olduğunu ve çifte standart uygulayan ülkelerin sırasıyla kendilerinin de tehdit alacakları uyarısında bulunan Erdoğan, teröristlerin kendilerine yardımcı olan ülkeleri de hedefleri içine aldıklarını belirtti.
Türkiye'nin, Avrupa Birliği'nin tam üyesi olmak istediğini ifade eden Erdoğan, Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin önerdiği gibi, "imtiyazlı ortaklık ilişkisinin" kendilerini tatmin etmeyeceğini ve "oyunun kuralının oyun sırasında değiştirilemeyeceği" söyledi.
İMERİSİA: "ERDOĞAN ALMANYA VE FRANSA'YA KARŞI CEPHE AÇTI"
ATİNA, 13/02(BYE)--- Tirajı günde 12 bin olan İmerisia gazetesinin 13 Şubat 2008 tarihli sayısında, Yorgos Pavlopulos imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Recep Tayyip Erdoğan, -Türkiye'nin Avrupa Birliği yolunu tıkayan iki ülke- Almanya ve Fransa'ya karşı cephe açmaya karar verdi. Ülke içindeki egemenliğinde artık kendinden emin olan Erdoğan, ülkesinin daha iyi (kendine göre daha adil) olduğunu ve Avrupa Birliği'ne tam üyelik talebinin karşılanmasını isteyerek, Avrupa'nın iki "süper gücü" karşısında sesini yükselmekten çekinmiyor.
Sarkozy için Ankara'yla zıtlaşmasının bedeli şimdilik sadece ekonomik. Fransız şirketi Gaz de France (GDF), Rus topraklarını kullanmadan Azerbaycan ve diğer Orta Asya ülkelerinden Avrupa'nın "kalbine" doğalgaz taşıyacak boru hattı Nabucco'nun inşası için oluşturulacak çok uluslu şirketten elendi.
--İtalya'da--
Ayrıca geçmişte Fransa meclisi tarafından, Ermeni soykırımını reddetmenin cezalandırılmasına ilişkin yasa tasarısının kabulünden sonra, Türkiye büyük miktarda helikopter alımı için çoğunluk hissesi Fransız ve Almanlar tarafından kontrol edilen havacılık şirketi EADS yerine bir İtalyan şirketini tercih etmişti.
Birçok kişi, siyasi sürtüşme nedeniyle Fransa'nın, çok sayıda Avrupalı şirketin bulunduğu hızla büyüyen 70 milyonluk pazarın dışında kalma tehlikesinin baş göstermesinden korkmaktadır.
Berlin cephesinde ise, zıtlaşma ekonomik niteliğe değil, siyasidir. Üstelik iki ülke ticari ilişkileri çok iyi bir düzeyde, Nabucco'dan GDF'ye gidecek payın Alman RWE'ye "devredilmesi" de bunun bir göstergesidir.
Ancak Erdoğan'ın Almanya'ya yaptığı ziyaret sırasında, bu ülkede yaşayan 2.6 milyon Türkü işaret ederek yaptığı güç gösterisi, özellikle Hristiyan Demokratları kızdırdı. Merkel, Türkiye Başbakanının geçen pazar günü Köln'de, kimliklerini kaybetmemeleri için mücadeleye davet etmelerini istediği binlerce hemşehrisi karşısında yaptığı konuşmaya cevaben, "Her Alman vatandaşının Alman devleti yasalarına saygı göstermesi gerektiğini" söyledi.
--Daha Sert--
CDU Parlamento Grubu Başkan Yardımcısı Wolfgang Bosbah ise Türkiye'yi Almanya'nın içişlerine karışmaya kalkışmaması yönünde daha sert uyarıda bulundu. Uzmanlar, önümüzdeki günlerde, her önemli müzakerenin arifesinde olduğu gibi, Türkiye'nin Fransa ve Almanya'yla ilişkilerindeki gerginliğin daha da artabileceğini belirtiyorlar.
--Berlin İçin Havuç ve Kırbaç--
Son günlerdeki gerilime rağmen, akıllı bir politikacı olarak Paris ve Berlin'le her alanda çatışma istemediği anlaşılan Erdoğan, Berlin'e gerçekleştirdiği ziyarette "havuç ve kırbaç" taktiğini benimsedi. Avrupa Birliği'nin en büyük ülkesinde yaşayan Türklerin kanayan vatanseverlik yarasını dokunmuş olabilir, ancak bunun öncesinde "itfaiyeci" rolünü oynamayı da ihmal etmedi. Geçtiğimiz hafta, birçok kişi tarafından aşırı sağcı örgütlerin işi olduğuna inanılan ve 9 Türk vatandaşının yaşamını yitirdiği Ludwigshaffen'e giden Erdoğan'ın, hemşehrilerini soğukkanlılığa davet edip gerilimi yatıştırmaya çalışması, Alman makamlarını ve hükümeti zor bir konumdan kurtardı. Ancak Almanya siyasi arenasında, Türkiye ve Türk Başbakana karşı "savaş başlatmak" konusunda herkesin hemfikir olmadığı görülüyor.
Sosyal Demokratlar olduğu kadar Yeşiller de, Erdoğan'ın Köln'de yaptığı konuşmaya değil de Ludwigshaffen'de takındığı olumlu tutuma ağırlık verdiler. Almanya'daki Türkler, göçmen olmanın dışında seçmendirler.
TO VİMA: "KIBRIS AB'NİN MERCEĞİNDE"
ATİNA, 13/02(BYE)--- Tirajı günde 44.784 olan To Vima gazetesinin 13 Şubat 2008 tarihli sayısında, eski Büyükelçi Kostas Zepos'un imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Diğer Avrupa Birliği ülkeleri gibi Kıbrıs da ortakları karşısında "üçüncü" bir ülke değil. AB bünyesinde, özerkliği devlet içinde sınırlanmış bu çerçevede hareket eden diğerlerinden farklı olan bir uluslararası birlik değil. Ortaklarıyla karşılıklı ilişkiler içinde, siyasi tercihleri diğer AB üyesi ülkelerde de olduğu gibi ortakları tarafından değerlendiriliyor, eleştiriliyor bu da başka bir devletin iç konularına müdahale sayılmıyor. AB'nin kendine özgü dayanışma şekilleri, Avrupa'nın birleşmesi amacıyla ortak çıkarların bir araya getirilerek ele alınması ve AB temel ilke ve kanunları AB'nin bu kontrolüne, yani koşulların gerektirdiği durumlarda üye-devletin iç konularına eleştirel müdahalesine yasallık kazandırıyor. Bu daha önce Avusturya ile daha sonra da Polonya ile oldu. Önce Heider'in, ardından da eski Başbakan Kaczynski'nin aşırı sağcı ve aşırı milliyetçi tutumları, AB üyesi ülke halklarının ve hükümetlerinin bilinen tepkilerine neden oldular. Flamanlar ile Valonlar'ın ülkeden kopma eğilimleriyle Belçika'nın birliğinin bozulması ve parçalanması tehlikesi, diğer Avrupalıların eleştirel müdahalesini artırdı, çünkü bu tür bir gelişme Avrupa birlikteliğini sağlama yolundaki ortak hedefe karşı bir hareket olarak algılanıyor.
Aslında, elbette kendine özgü koşullar çerçevesinde, Kıbrıs'ta da aynı belirtiler izleniyor. Ülkenin tümünün AB üyesi olması Kıbrıs'ın birliğini en resmi şekilde ortaya koydu, ancak Cumhurbaşkanı Tasos Papadopulos'un hükümeti hala, işgal kesiminin statüsünün sözde "yükseltileceği"ne yönelik korkuyla hareket ediyor. Papadopulos adanın ikiye bölünmesine tamamen karşıt olan AB tezini doğru yorumlayamadı. Aynı şekilde, adanın parçalanması veya ikiye bölünmesi yönündeki herhangi bir girişime karşıt olan BM kararlarını da anlayamadı, çünkü Kıbrıslı Türklerin yalıtımına son verecek, aslında nedensiz olan ekonomik sınırlamaların kaldırılmasına yönelik önlemlerin alınmasını reddetti. 2002-2004 yıllarında Kıbrıslı Türkler arasında ortaya çıkan, iki toplumun "ortak vatanının" yeniden birleşmesine, "çözüm ve AB üyeliğinin desteklenmesine" yönelik yenilikçi hareketin dinamizmi önemsenmedi ve dağılmaya bırakıldı.
Lefkoşa'nın tercihlerinden, tarihten de haberi olmadığı belli oldu. Önceliğin yanlış konulara tanınması, 1 Mayıs 2004 tarihinden sonra Türk askeri işgaline son verilmesi gereğinin güvenilir bir şekilde ortaya konulmasını engelledi. Başka ülkelerin; örneğin Polonya ve Baltık ülkeleri gibi yeni AB üyesi ülkelerin yabancı işgali konusundaki deneyimleri ve duyarlılığı konunun ikna edici bir şekilde gündeme getirilmesine yardımcı olabilir, Türk ordusunun Kıbrıs'tan aşamalı bir şekilde ayrılmaya başlaması için bir takvimin belirlenmesi talep edilebilirdi. Lefkoşa, Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlatılması konusuyla ilgili iki tarihte; 2004 yılı Aralık ayında ve 2005 yılı Ekim ayında kendisine verilen iki olanaktan da yararlanmadan zamanın geçmesine izin verdi. Lefkoşa, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB üyesi ve AB adayı ülkeler arası zirvede Kıbrıs'ı "Güney Kıbrıs Rum Yönetimi" olarak nitelendiren Türkiye tarafından tanınması olanaklarından da yararlanmadı. Helenizm ile birlikte aynı masada oturan AB üyesi ortaklara göre "devlet teslim aldım, toplum teslim etmeyeceğim" şeklindeki ifadeler, etkili açıklamalardan başka bir şey değil, ne Kıbrıs'ın güvenirliğini sağlayacak ciddi bir niyetin ne de konuyla ilgili gerekli bilginin olduğunu gösteriyor.
Kıbrıs'ın AB üyeliğiyle kazandığı önemli konumdan yararlanamaması üzücüdür. Kıbrıs, Türkiye'nin üyelik müzakerelerinin ilk aşamalarından yararlanarak, onu 1974 işgalinin etkilerinden kurtaracak ve yeniden birleşmenin temellerini atacak bir çözüm için ön şartlar ortaya koyabilir ve işbirliğini sağlayabilirdi. Yaklaşık 25 kelimeyle sorunun önemli konularına değinen ve Lefkoşa tarafından sürekli olarak öne çıkarılan 8 Temmuz 2006 tarihli anlaşmada, özet olarak artık ölü kabul edilen Annan Planı'ndaki düşünce çerçevesi veriliyor. Tam bir karışıklık hakim.
Türkiye'nin AB üyeliği çok uzakta görünen bir olanaktır, Kıbrıs Türk toplumuyla yakınlaşma olanağı ise diğer sabotajların yanı sıra bir de Cumhurbaşkanı Papadopulos'un, yeniden seçilmesi durumunda iki toplumlu iki kesimli federasyon terimlerinin anlamını yeniden belirtmek için müzakereler yapılmasına öncelik tanıyacağına dair açıklamasıyla sabote ediliyor. Sanki 30 yıldan bu yana BM'de yapılan tartışmalar ve alınan kararlar bu konunun bütün boyutlarına değinmedi. Sanki görevi sona ermekte olan ve "Kıbrıslı Türk vatandaşlarımızı iyi komşuluk koşulları altında değil, ortak yaşam şartları altında birlikte yaşamamız gereği" hakkında ikna etmeyi arzu ettiğini açıklayan Cumhurbaşkanının en derin niyetinin, bir ütopyayı gerçekleştirmek, iki kesimliliği kaldırmak ve 1963 öncesi duruma geri dönmek olduğu anlaşılmıyor.
Teorik düzeydeki düşünceler çerçevesinde bir ütopyaya bağlı kalmak anlayışla karşılanabilir. Fakat siyasi sorumluluk alanında bir ütopyanın aranması güvenirlik sorununu ortaya koyar, Kıbrıs'ın da güvenirliğini tekrar kazanması gerekir. Kıbrıs Helenizm'i Kıbrıs'a güvenirliği kazandırma olanağını gelecek cumhurbaşkanlığı seçimlerinde elde edecek.
İSVİÇRE BASINI
LE TEMPS: "TÜRKİYE, ÖRTÜ ALTINDA AVRUPA"
ANKARA, 08/02(AFP)(BYE)--- İsviçre'de Fransızca yayımlanan Le Temps gazetesinin 8 Şubat 2008 tarihli sayısında, Sylvie Arsever imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan röportajın çevirisi şöyledir:
Cumartesi günü son bir oylama yapılacak olsa da adım atıldı. Türkler devlete bağlı yüksek okullara başı kapalı girebilecekler. Bu, yüzde 99'dan fazlası Müslüman olan bir ülkede doğal görünebilir, kimliksel bağlamda bir devrimdir.
Laiklik savunucuları bunu, iktidar partisi AKP'nin ajandasındaki tek husus olduğundan kuşkulandıkları, toplumun yeniden İslamlaştırılmasına doğru bir ilk adım olarak görüyorlar. Dindarlar ise çok uzun zamandır ihmal edilmiş bir temel hakkın tanınması olarak yorumluyorlar. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın dolambaçlı açıklaması, Avrupa Komisyonunu yasal değişikliğin kendi isteği olmadığını belirtmeye yöneltti. Komisyon hemen ardından, bu karar hakkında söyleyecek bir şeyi olmadığını ekliyor. Tersi şaşırtıcı olurdu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, dün kaldırılan yasağın Sözleşmeye uygun olduğu yargısına varsa da pek çok üye devletin anayasal düzeni, dini özgürlüklere böylesi kısıtlamalara uygun düşmeyecek bir yer veriyor.
Şu halde Türkiye ile AB arasındaki inişli çıkışlı ilişkiler açısından bakıldığında, karar, tezat yorumlara yol açabilir. Zaten uzun zamandır, Kemalizmin otoriter laikliği ile AKP'nin anlaşılmaz reformizminden hangisinin daha Avrupalı olduğu bilinmiyor.
Türkiye daha net bir Müslüman yüz takınarak kendisini kulübün kapısında tutan yabancılık hissini besliyor. Ancak esas mesele geleceği ilgilendiriyor. AKP'nin denediği İslamın yeniden kamusal alana katılması, şüpheciler, ılımlılar ve inanmayanlar dahil herkesin haklarına saygı göstererek gerçekleşebilecek mi?
Bu mesele, doğu sınırında köktenci sapmalardan korkmak için nedenleri olan Avrupa'ya uzak değil. Ve Avrupa da çözümüne duyarsız değil: Katılım projesi tecrübeye güvenlik çerçevesi sunuyor. Bu çerçeveye güvendikleri içindir ki İslamcılığa tamamen yabancı olan demokratlar hükümetin icraatını destekliyorlar. Ortadan kalkacak olsa, sapma riski de gözle görülür biçimde artacaktır.
SONNTAGS-ZEITUNG: "TÜRKİYE AB TAM ÜYELİĞİ İSTİYOR"
BERN, 11/02(BYE)--- Tirajı pazar günleri 202 bin olan Sonntags-Zeitung'un 10 Şubat 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Münih çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Münih'teki Uluslararası Güvenlik Konferansının açılış konuşmacısı olarak ülkesi için AB tam üyeliği talebinde bulundu. "Bunun başka alternatifi yok" diyen Erdoğan, "Ayrıcalıklı ortaklık hiç hoşumuza gitmiyor" şeklinde konuştu.
NZZ AM SONNTAG: "ERDOĞAN, AB İLE ZORLU BİR HESAPLAŞMAYA GİRİŞİYOR"
BERN, 11/02(BYE)--- Tirajı pazar günleri 121 bin olan NZZ Am Sonntag gazetesinin 10 Şubat 2008 tarihli sayısında, Stephanie Lahrtz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Münih çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:
Başbakan Erdoğan Münih Güvenlik Konferansı'nda AB'nin ülkesine bağımlılığını vurguladı.
Erdoğan, ülkesi için sadece AB tam üyeliğini kabul ediyor, bunun Türkiye'nin büyük stratejik önemi nedeniyle hakkı olduğunu söylüyor.
Başbakan Recep Erdoğan birkaç günlük Almanya ziyaretinin son etabında 44. Münih Güvenlik Konferansı'nın açılışını ülkesi için AB'ye tam üyelik talebini vurgulayarak yaptı. Erdoğan öncelikle ev sahibi ülke tarafından teklif edilen imtiyazlı ortaklığın Türkiye için tamamen imkansız olduğunu birkaç kez vurguladı. Erdoğan, AB'nin bir Hristiyan kulübü olmak değil, aksine kültürler birliği olmak istediğini, Türkiye'nin de işte buna dahil olduğunu söyledi.
Erdoğan, ülkesinin büyük stratejik önemine işaret ederek, bu isteğinin altını çizdi. Doğu ile batının kesişme noktasında yer alan Türkiye'nin, bölgede güvenlik ve istikrar açısından kilit konumunda olduğunu ifade eden Erdoğan, başka hiçbir ulusun Türkiye gibi hem demokratik hem de İslami bir ülke olarak, AB ile yakın ve Orta Doğu arasında ara bulucu rolü oynayamayacağını belirterek, kendinden emin bir şekilde, enerji nakli hususunda, AB'nin Türkiye'ye olan bağımlılığına işaret etti ve Türkiye'nin, halen Avrupa'nın enerji ihtiyacının karşılanması için dördüncü büyük enerji koridorunu teşkil etmekte bulunduğunu, yeni boru hatlarının inşasının planlandığını söyledi.
Erdoğan, ülkesinin uluslararası girişimlere katılmaya hazır olduğuna dikkati çekerek, bu anlamda halen günümüzde Afganistan'da yahut Arap-İsrail çatışması için organize edilen barışçıl etkinliklere birlikler gönderildiğini söyledi. Erdoğan bunun karşılığında Batı'dan Türkiye'nin 2009 veya 2010 için planlanan BM Güvenlik Konseyinde daha büyük bir rol alması konusundaki adaylığını desteklemesini ve Avrupalıların, "PKK teröristlerine karşı" aktif bir faaliyet göstermesini de istedi. Erdoğan, Kürdistan İşçi Partisi PKK'nın sadece bölgedeki barışı tehdit etmekle kalmadığını, uyuşturucu madde ticareti yoluyla batı ülkelerinin halklarını da tehlikeye düşürdüğünü, ayrıca PKK'nın batı ülkelerindeki finans kaynaklarının acilen kurutulması gerektiğini belirterek, uluslararası tutuklama emriyle aranan PKK üyelerinin diğer ülkelerde sığınma imkanı bulmalarını hiçbir şekilde anlayamadığını söyledi.
Erdoğan'ın talebi, bilhassa konferansın Alman katılımcıları tarafından pek de kabul görmedi. Erdoğan'a, Türkiye'nin başta düşünce özgürlüğü, cinsiyetlerin eşitliği ve azınlıklar hususları olmak üzere hâlâ AB'nin bütün siyasi taleplerini yerine getirmemiş olduğu söylendi. Türkiye'nin AB üyeliği karşıtlarını endişelendiren bir husus da, oradaki halkın giderek İslamlaştırıldığı düşüncesi. Erdoğan ise tam da bu konuda kesin bir tavırla İslam'ın eleştirilmesine karşı çıkarak, bir halkı dini vecibelerini yerine getirmesinden ötürü kimsenin eleştiremeyeceğini ve Türkiye'nin bütün koşulları yerine getiremeyeceğine inananların ülkesini tanımadıklarını söyledi.
Erdoğan, Almanya'da Türk okulları ve üniversiteleri hususunda, birkaç gün önce Başbakan Merkel'in karşısında da ifade ettiği talebini Münih'te de yineleyerek bazı Alman siyasetçilerinin itirazlarına neden oldu. Bu tür kurumlara, Almanya'daki Türk gençliğinin topluma daha iyi entegre olmasında fayda sağlamayacakları gerekçesiyle itiraz edildi.
Erdoğan, Münih'te, Türkiye'nin komşusu İran'ın nükleer programındaki rolü konusundaki sorulara cevaben oldukça temkinli konuştu. Başbakan, detayına girmeden her halükarda orada güven vermeyen bir hava ve gelişmeler olduğunu ifade ederek, bütün taraflardan tam bir şeffaflık talebinde bulundu. Erdoğan, İran'a karşı bu derece temkinli tutumunun gerekçesini, hemen bir sonraki cümlesiyle açıklamış oldu: Tahran Türkiye için önemli bir doğal gaz sağlayıcı.
NZZ AM SONNTAG: "TÜRKİYE BAŞBAKANI: AVRUPA BİRLİĞİ 'HRİSTİYAN KULÜBÜ' DEĞİL"
BERN, 11/02(BYE)--- Tirajı pazar günleri 122 bin olan NZZ Am Sonntag gazetesinin 10 Şubat 2008 tarihli sayısında, Stephanie Lahrtz imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Münih çıkışlı haber-yorumun çevirisi şöyledir:
Başbakan Erdoğan Almanya'da Türk okulları istiyor; ayrıca öz güven içinde AB üyeliği de talep ediyor. Talepler, şiddetli itirazlara yol açıyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Almanya'da Türk okulları ve üniversitesi talebiyle tepkilere neden olduktan bir gün sonra, cumartesi günü, Münih'teki Güvenlik Konferansında ülkesinin AB'ye çekincesiz tam üyeliği talebini dile getirdi. Almanya'nın teklif ettiği ayrıcalıklı ortaklık gibi tüm diğer önerilerin kesinlikle kabul edilemez olduğunu söyleyen Erdoğan, "Şayet AB kendisini sadece 'Hristiyan Kulübü' olarak algılıyorduysa, bunun Türkiye'ye üyelik başvurusu yapıldığında söylenmesi gerekirdi" şeklinde konuştu. Ancak Erdoğan, AB ülkelerinden birçok katılımcıyı ikna edemedi.
Öte yandan, Almanya'da Türk okullarının kurulmasıyla ilgili tartışmalar devam ediyor. Bavyera'daki CSU lideri Erwin Huber cumartesi günü yaptığı açıklamada, böyle bir şeyin "gettolara ve Almanya'da küçük bir Türkiye'ye" yol açacağını söyledi. CDU'lu İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble, Türklere "kendi Türk dünyalarına çekilmemeleri" konusunda uyarıda bulundu.
Ankara'da ise cumartesi günü, meclis, başörtüsü yasağının tartışmalı gevşetilmesi konusunu karara bağladı. On binlerce kişi bu karara karşı gösteri yaptı. Ana muhalefet partisi, Anayasa Mahkemesi'ne başvuracağını açıkladı.
SIRBİSTAN BASINI
DANAS: "SIRBİSTAN İLE TÜRKİYE GEÇMİŞİN ESİRİ OLMAMALI"
ANKARA, 12/02(BYE)--- Sırbistan'da yayımlanan Danas gazetesinin 12 Şubat 2008 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında Türkiye'nin Belgrad Büyükelçisi Hasan Servet Öktem ile yapılan röportajın çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin Sırbistan Büyükelçisi Hasan Servet Öktem, Danas gazetesine bir veda röportajı verdi.
ÖKTEM: Sırbistan'daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ülkenin siyasi istikrarının sağlamlaştırılması açısından açısından faydalı olacağını düşündüm. Ancak Sırp siyasi sahnesinde hiçbir şey düzelmiyormuş gibi görünüyor. Şahsen çok şaşırdım, bu, Sırp seçmenler için de geçerli. Hükümet yarın bile düşebilir veya koalisyon hükümetinin 2008 yılının sonunu getirme şansının yüzde 50 olduğu söylenebilir.
Toplumdaki atmosfer konusunda iyimserim. İki cumhurbaşkanı adayı da seçim öncesinde Sırp halkına barışçıl ve yapıcı mesajlar gönderdi. Her ikisi de seviyeli ve Avrupai bir tutum sergiledi.
Öktem'in yakında Belgrad'daki büyükelçilik görevi sona erecek. Belgrad'da beş yıl devam eden görevinden sonra Ankara'daki Dışişleri Bakanlığındaki yeni görevine başlayacak.
SORU: Belgrad'da beş yıllık göreviniz nasıl geçti? Bu dönemde Sırp adetlerinden bir şeyler aldınız mı?
ÖKTEM: Gelenekler, yiyecekler, folklor ve müzik kıyaslandığı zaman her iki ülke arasında çok büyük benzerlikler olduğu söylenebilir. Bütün bunlar bu ülkede bu süre zarfında kendimi çok iyi hissetmeme neden oldu. Her geçen gün Sırpçada kullanılan yeni yeni Türkçe kelimeler keşfettim. Sırp ve Türk halkının zihniyetleri de birbirine çok benziyor. Bu nedenlerle Belgrad'da hem siyasi açıdan hem de diğer açılardan çok güzel zaman geçirdiğimi söyleyebilirim. Profesyonel bakımdan da ilginçti. Çünkü bu ülkede her gün bir şeyler oluyordu. Siyasi krizlere, seçimlere, AB ile görüşmelere, Kosova sorununa şahit oldum. Bu yüzden profesyonel açıdan çok memnunum.
SORU: Kosova sorunu bölgeye nasıl yansıyor ve sizce Kosova için en iyi çözüm ne?
ÖKTEM: Bu bir milyon dolarlık bir sorudur. Kosova'nın bağımsızlığı büyük bir ihtimalle birkaç hafta sonra ilan edilecektir. Bunun bölgedeki istikrarı etkilemeyeceğini umuyoruz. Kosova Bölgesi sorunu hem Kosova halkı için hem de onların aydınlık bir geleceğe koşmasına mani olan Sırbistan için bir engel teşkil ediyor. Kosova sorunu bana 1964 yılından bu yana gündemde olan Kıbrıs sorununu hatırlatıyor. BM çatısı altında 40 yıl bile Kıbrıs sorununa bir çözüm bulmak için yeterli olmadı. Kıbrıslı Rum liderler birleşmek için ilk önce Kofi Annan'ın ve BM'nin planını imzaladılar, ancak sonra bu planı bozmak için ellerinden geleni yaptılar. 2004'te Kıbrıs'ta düzenlenen referandumda Kıbrıs Türklerinin çoğu Kofi Annan'ın planını kabul etti, Kıbrıs Rumkları ise reddetti. Kıbrıs'ta yaşadığımız bu tecrübelerden dolayı görüşmelerin devamı gelse bile Belgrad ve Priştine heyetlerinin bir uzlaşmaya varabileceği konusunda pek ümitli değilim.
SORU: Sırbistan'ı ve Türkiye'yi Avrupa entegrasyonu doğrultusunda olma çabaları da bağlıyor. Bu alanda sizce durum nasıl? Bu konuyla ilgili Türkiye'nin tecrübeleri nelerdir ve Sırbistan'a herhangi bir tavsiyeniz var mı?
ÖKTEM: Türkiye AB ile iletişim kurmak ve ülkede AB'ye girmek için gerekli ekonomik ortamı oluşturmak adına 1963 yılında Ankara Anlaşması'nı imzaladı. 1970 ve 1980'lerde Türkiye'de meydana gelen iki askeri darbe, Türkiye ile AB arasında şüphe ve mesafeye yol açtı. 1981 yılında AB üyesi olan Yunanistan, Kıbrıs sorunundan dolayı uzun yıllar Türkiye'nin AB yolunda ilerlemesini engelledi. Bu durum 1999 yılına kadar böyle devam eti. O yıl Türkiye aday ülke olmuştu, 2005 yılında ise üyelik görüşmeleri başlatıldı. Maalesef, şu anda yeni bir AB ülkesi konumunda olan Kıbrıs, engel olmaya çalışıyor ve Türkiye-AB görüşmelerinin seyrini olumsuz etkilemeye çalışıyor. Bununla beraber Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy Türkiye ile AB ilişkilerinde bir başka olumsuz faktör olarak ortaya çıkıyor.
Türkiye ile AB ilişkileri hakkındaki bu küçük özet, Türkiye ile kıyaslandığı zaman Sırbistan'ın AB yolunda çok daha iyi bir perspektifinin olduğunu gösteriyor. Belgrad'da beş yıl bulunan bir Türk büyükelçisi olarak Sırbistan'ın hatalar yapmasından ve AB entegrasyonunu uzatmasından dolayı üzgün olduğumu belirtmek istiyorum. Komşunuz ülkelerin çoğu AB üyesi olunca ve Sırbistan hâlâ durumu zorlaştırmaya devam ederse, Sırbistan halkı ülkelerinin Avrupa entegrasyonunu engellendiği için siyasileri suçlayacaktır.
SORU: Sırbistan ve Türkiye arasındaki ikili ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
ÖKTEM: Türkiye ve Eski Yugoslavya arasındaki hem ekonomik hem de siyasi ilişkiler çok iyiydi. Bu ilişkiler Milosevic hükümeti döneminde oldukça zarar gördü. 2001 yılından bu yana ülkelerimiz arasındaki ilişkiler her geçen gün daha iyiye gidiyor. 2003 yılının ocak ayında buraya geldiğim dönemde Sırbistan'ın resmi hedefleri NATO üyeliği ve AB entegrasyonu idi. Türkiye'nin 55 yıldır NATO üyesi olması, 45 yıldır da AB üyeliği doğrultusunda yoğun çaba harcamasından dolayı Belgrad'da muhatap olduğum kişilere, her iki ülke de NATO ve AB üyesi olduktan sonra Türkiye ve Sırbistan'ı güzel bir gelecek beklediğini her zaman söylemişimdir. 2007 yılından bu yana Sırbistan'da bir iç siyasi sorun olmuştur. Alyansa karşı yürütülen kampanya Sırp halkı için şaşırtıcı olmaktadır. Bütün Balkan ülkeleri NATO yolunda devam ederken, Belgrad tersine gidiyor. Sırbistan'ın NATO doğrultusunda kararını vermesi halinde Türk-Sırp ilişkileri çok daha güçlü olur.
SORU: Sırbistan'daki Büyükelçilik misyonunuz yakında sona eriyor. Bu geçen dönemde sizin için en zor şey neydi?
ÖKTEM: Sıradan insanlarla iletişim kurma konusunda hiç sorun yaşamadım. Sırp firmalarının tamamı Türk firmalarıyla iş bilirliği yapmaya ilgi gösterdi. 2001 yılından bu yana her gecen gün daha çok Sırp vatandaşının Türk sahillerine gitmesi gerçeği beni çok mutlu ediyor. Tabii ki benim için Belgrad'da her şeyin tamamen sorunsuz yürüdüğünü söyleyemem. Sırbistan'da maalesef müşterek geçmişimiz konusunda sık sık, haksız yere ülkemi suçluyorlar. 150 yıl önce ülkenizden giden Türkleri suçlamayı bırakmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. Benim hedeflerimden biri, Türk-Sırp uzmanlarından oluşan karma bir komisyonun kurulması ve bu şekilde halklarımız arasında düşmanlıkları ve olumsuz duyguları uyandıran bilgilerin tarih kitaplarından kaldırılmasının sağlanması idi. Sırplarla Türklerin geleceğe yönelmelerini ve geçmişin esiri olmaktan vazgeçmelerini bütün samimiyetimle istiyorum. Sırp Eğitim Bakanlığı tarafından bu doğrultuda herhangi bir adım atmama izin verilmemesi beni çok şaşırttı.
SORU: Son aylarda Kürt isyancıların Türkiye'ye saldırdığını görüyoruz. Aynı zamanda Türkiye ile Irak arasında terörle mücadele anlaşmasının imzalandığını biliyoruz. Bu alanda bir gelişme kaydedildi mi?
ÖKTEM: PKK bir terör örgütüdür ve uluslararası planda bu şekilde tanınmıştır. Bu nedenle onlar ne özgürlük savaşçısı ne de isyancı. Irak'taki olağanüstü durumdan dolayı PKK, Irak'ın kuzeyini kendine sığınacak yer olarak gördü. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 5 Kasım 2007 tarihinde yaptığı ABD ziyareti çerçevesinde ABD Başkanı George Bush, PKK'nın Türkiye, Irak ve ABD'nin düşmanı olduğunu ilan etti. Bu ziyaretten sonra Türkiye, Irak ve ABD arasındaki iş birliği arttı ve Kuzey Irak'taki PKK'yı yok etme faaliyetlerine devam etti. Teröristlerin barınaklarına havadan saldırıldı, ardından Türk ordusu sınır bölgesinde de sınırlı müdahalelerde bulundu. Türkiye, Irak ve ABD'nin bu konuda eşit bir hedefi var: Irak'ta istikrar ve barışın sağlanması ve bu ülkedeki terör kamplarının ortadan kaldırılması. Bu doğrultudaki çabalar devam edecektir.
SORU: Türkiye Büyükelçiliği görevine sizden sonra Belgrad'a kimin geleceğini biliyor musunuz?
ÖKTEM: Biliyoruz. Kendisi çok tecrübeli bir diplomattır. Türkiye'nin Ürdün Büyükelçisiydi, şu anda Güney Asya ve Afrika Ülkeleri Masası Başkanıdır. Sırbistan'da benden çok daha başarılı olacağından eminim. Ben ise önümüzdeki üç yılımı geçireceğim Ankara'daki Dışişleri Bakanlığına dönüyorum.
ABD BASINI
NEWSWEEK: "İYİ BİR ÇIPA"
ANKARA, 11/02(BYE)--- ABD'de yayımlanan Newsweek dergisinin 9 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Christopher Dickey ve Rana Foorohar imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan mülakatın çevirisi şöyledir
-- Türkiye'nin Önde Gelen İşadamları, Avrupa ile İlişkiler, Ordu ve Diğer Tartışmalı Konular Hakkında Konuştu --
Bir ulusun ekonomik gücünün büyük bir kısmıyla beraber bir odada çay içmek pek de sık rastlanılır bir durum değil. Ancak Davos'taki son Dünya Ekonomik Forumu'nda Türkiye'nin dört büyük sanayi devinden temsilciler Newsweek'le bir araya gelerek tarihi bir aşamaya doğru ilerleyen ülkelerinin geleceği hakkında konuştu. Koç Holding Bilgi Grubu Yürütme Komitesi Başkanı Ali Y. Koç; Doğuş Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk; Doğan Yayın Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Yalçındağ ve Sabancı Holding Yönetim Kurulu Üyesi ve Akbank Murahhas Üyesi Suzan Sabancı. Ülkenin önde gelen bankaları, hizmet sektörü ve imalat sanayi onların ailelerinin kontrolünde. Bahsi geçen kişiler Newsweek'ten Christopher Dickey ve Rana Foorohar'a, Avrupa'nın çifte standartları, başörtüsü, ordunun gücü ve sıcak para konusundaki fikirlerini dile getirdiler.
SORU: Türkiye'nin birkaç yıl öncesine göre çok daha istikrarlı bir ekonomik ortamı, güçlü bir büyümesi var ve enflasyon konusunda da oldukça aşama kaydetti; neden hala Avrupa'ya takılmış durumda? Avrupa Birliği'ne girmek için bunca çaba niye? Türkiye'nin Avrupa ile ilişkisini ticaret alanıyla sınırlayıp bunca bürokrasi ve kısıtlaması olan AB'nin dışında kalması daha makul değil mi?
KOÇ: Büyümenin Doğu'da olacağı bir sır değil; petrol zengini Rusya gibi ülkelerde başlayıp Avrasya ve Körfez bölgesinde olacağı. Dünyadaki büyümenin büyük kısmının Türkiye çevresinde ve Türkiye'nin doğusunda olması bekleniyor. Bu bölgenin lideri haline gelmemiz için gereken tüm malzemeye sahibiz. Ancak aynı zamanda (...), şeffaflık, güven, refah ve istikrar; bunlar Batı ülkelerinin zenginliğine katkıda bulunan unsurlar. Öyle olabilmek için şeffaflık, insan hakları ve haklı rekabet konusunda kuralları belirlemeli ve uygulamalısınız. (Türkiye'nin) AB'nin üyelik koşullarını yerine getirerek ulaşmak istediği de bu. Türkiye'nin AB'ye dair en ufak bir hevesi olmasaydı dahi ekonomik potansiyelimizi gerçekleştirmek için yine de bu adımları atmamız gerekirdi.
SABANCI DİNÇER: Bu iyi bir çıpa. Bizi iyi şekilde disipline sokuyor. Bu sürece bir bütün olarak bakmamız gerek.
ŞAHENK: Dünyanın her yerinden yatırımcılar ve insanlar ülkenin ileriye gittiğini görmek istiyor. (AB üyeliği) çıpası bir bakıma bizi yola koydu. Arkadaşım Suzan ile tam anlamıyla aynı fikirdeyim, Türkiye'nin AB üyeliği (...) bir araç, bir değerler seti ve bize düşen buna odaklanmak, bu hedefin adını koymalıyız. Ve bu da AB. Tek başına AB üyesi olma hedefi dışında oraya değerleri için gidiyoruz ve zaman geçtikçe bunun Türk toplumu içinde kök salmasını umuyorum. Umuyorum günün birinde Türkiye'nin AB'ye evet ya da hayır diyebilme lüksü olacak. Türkiye Avrupa için çok iyi bir ortak olacaktır.
SORU: İşçilik maliyetlerinin yüksekliği sebebiyle Türk şirketleri yabancı uluslara taşeronluk veriyor. AB'ye tam üye olunduğunda bunun büyük bir mesele haline geleceğini düşünüyor musunuz?
KOÇ: Aslında AB'ye baktığınız da çok da rekabetçi bir insan grubunu görmüyorsunuz. (gülüyor) Dolayısıyla -Türkiye'dekilerin pek de hoşlanmadığı- herkesin aklındaki soru bu; kısmi üye mi olacaksınız yoksa potansiyel üye mi? Bu insanlara ikinci sınıf vatandaşlığı çağrıştırıyor. Şimdi bunun bana çağrıştırdığı ise bölgesel lider olabilmek için yeterli esneklik. Fakat çifte standartlar olunca ve size kimseye olmadığı gibi davranılınca, Türklerin büyük kısmı bu sürece olumsuz bakıyor. Sekiz-on yıldan bu yana hep doğru şeyler yaptık, tüm bariyerleri kaldırdık, ancak yine de engeller var ve Türkiye bazı ülkelerde seçimlerde seçim vaadi olarak kullanılıyor.
SORU: Açık konuşalım... Fransa'yı mı kastediyorsunuz?
KOÇ: Oui! (Fransızca evet)
SORU: Avrupalılar için Türkiye konusunda sorun teşkil bazı temel şeyler var. İslam meselesini bir tarafa bırakalım. Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy Avrupa'nın; İran, Suriye ve Irak ile sınırları olmasını isteyip istemediğini sordu.
SABANCI DİNÇER: Avrupa Birliği coğrafi bir mesele değildir, bir değerler meselesidir zira coğrafya değişir. Avrupa'ya baktığınıza da bir dönem "Balkanlar" vardı. Şimdi onlara başka şeyler diyoruz. AB'nin ne istediğine ve neyi kategorize ettiğine karar vermesi gerekiyor. Zira eğer prensipler her daim değişiyorsa...
ŞAHENK: Afrika ülkeleri, Doğu Asya ülkeleri ve Orta Doğu ülkelerinin hepsi Avrupa'nın, Türkiye'ye nasıl muamele edeceğini görmeyi bekliyor. Şayet Avrupa Türkiye'nin (üyelik) sürecinden uzaklaşmasına sebep olursa sadece Türkiye değil dünyanın geri kalanı karşısında da bazı cevaplar vermesi gerekecek. Türkiye renkli etnisiteler, dinler ve buna benzer şeyler arasında çok önemli bir köprü olacak. Bundan bu kadar çok korkmak niye?
KOÇ: Benim yanıtım kısaca şöyle: şayet Avrupa Ukrayna'nın üye olmasının ardından Gürcistan ve Rusya'yı kabul edebilecekse o durumda bahsettiğiniz Orta Doğu ülkelerini de kolaylıkla kabul edebilir.
SORU: Türkiye çok genç bir nüfusa sahip ancak hala çok eski fikirlere dayanan bir anayasanız var ve geçmişi Osmanlılara uzanan ordunun rolü meselesi Avrupalıların genellikle rahatsız olduğu bir konu.
KOÇ: Bugünkü oturumlarda kimilerinin ordunun AB'ye karşı olduğunu söylediğini duydum. Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Türk ordusunun demokrasiye karşı olduğunu ve demokrasiyi zayıflatmaya çalıştığı düşüncesi çok saçma. Şayet kurumlara dönüp bakarsanız, ordu bugün AB'ye girmeye hazır olan ilk kurumdur.
YALÇINDAĞ: Bir şey eklemek istiyorum. Türkiye'nin çok güçlü bir ordusu olduğu doğrudur; NATO'daki en güçlü kuvvetlerden birisi. Elbette böyle güçlü bir orduya sahip olma nedenlerimizden biri, sizin de bahsettiğiniz pek çok ülkeye sınırımızın olması. Ve ikinci neden ise Türkiye çok ciddi terörist saldırılarına maruz kalıyor ve en az 15 yıldır bu sorun var. Türkiye şimdiye değin bu problemle uğraşmak için 100 milyar dolardan fazla harcadı. Türk ordusu laiklik ve demokrasiyi savunuyor. Ordunun demokrasiyi savunduğunu söylemek biraz tuhaf görünebilir, ancak bu doğru.
SABANCI DİNÇER: Bu cumhuriyetin köklerinde var.
SORU: Türk üniversitelerinde başörtüsü takılabilmesi olasılığından bahsedelim. Bu konudaki görüşleriniz neler?
SABANCI DİNÇER: Bir kadın olarak yüzün örtülmesine karşıyım çünkü bence bu kadınları erkeklerden ayıracak. Ancak diğer taraftan bence başkalarının öyle yapmamasına saygı duyulduğu müddetçe bir kadının üniversitede başörtüsü takması normal bir durum. Bence burada esas önemli olan ne yapmak istediğine kendisi karar verebilecek belli yaşa gelmiş ekonomik güce sahip kadınlar. Şayet başörtüsü takmak istiyorlarsa, hayhay. Ancak ilk öğretim ve lise de buna karşı olurum.
KOÇ: Başörtüsü Türkiye'de önemli bir mesele haline geldi. Bu siyasi bir sistem, dolayısıyla basit bir şekilde bunu giymek ya da onu giymek meselesi değil. Ben Teksas'da Rice üniversitesinde okudum ve orada "Ayakkabı yok, Tişört yok, sınıf yok" yazan bir tabela vardı. (gülüyor) Bu Türkiye'de çok önemli bir iç mesele. Ancak samimiyetle Türkiye'nin bu sorunu çözecek unsurlara ve kapasiteye sahip olduğunu düşünüyorum ve çok kısa zamanda bunun üstesinden gelineceğine inanıyorum.
SORU: Anayasadaki değişikliklere ilişkin beklentileriniz ve istekleriniz neler?
KOÇ: Avukat değilim ve dolayısıyla "anayasanın şuralarında boşluk var..." diyemem ancak değinmek istediğim iki nokta var. Öncelikle (anayasanın yenilenmesi) sürecinin kurumları, akademiyi, diğer kuruluşları ve genel olarak halkı içine alan bir şekilde uzlaşmacı bir yolla yapılmadığını düşünüyorum. Yapılma süreci pek çok soruya neden oluyor. Bu odada bulunanların hiçbirinin önerilen şeyin tüm detaylarını bildiklerini sanmıyorum.
YALÇINDAĞ: Anayasanın değiştirilme metodolojisine tamamıyla karşıyım. Bu anayasa, 1982'de ordunun iktidarı ele almasının ardından Türk halkının yüzde 95'i tarafından kabul edildi. Tamam o günden bu yana bazı küçük değişiklikler yapıldı, iyi de oldu, ama tamamen yeni bir anayasa değil.
SABANCI DİNÇER: Bizim açımızdan, iş alemi açısından, önemli olan ekonomik ilerlemeyi ve insan haklarını hedefleyen politikalar.
SORU: Bu noktada küresel piyasalarda halihazırda cereyan eden çalkantının ortasında Türk ekonomisinin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?
ŞAHENK: Şimdiye kadar dünyayı gelişmekte olan piyasaların hataları ve yetersizliklerinden korumaya çalıştık. Son dönemde hataları büyük gelişmiş piyasalar yapıyor. Çünkü bence risk yönetimi unutuldu. Türk ekonomisi o denli hızlı büyüdü ki bizler Batı'nın sunduğu bu egzotik finansal araçları satın almak zorunda kalmadık. Bence Türkiye'nin mali piyasaları hala gayet güzel işliyor. Elbette tüm dünyada bir yavaşlama var ve Türkiye de yavaşlayacak. Dolayısıyla bölgede bir yatırım merkezi olmak yerine reformlarımıza devam etmeliyiz.
THE NEWSWEEK: "GERÇEK TÜRK MÜMİNİ"
ANKARA, 12/02(BYE)--- ABD'de yayımlanan Newsweek dergisinin 9 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, Sami Kohen ve Owen Matthews imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan makalenin çevirisi şöyledir:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan kim ne derse desin bildiğinden şaşmayacaktır. 2002'de o ve İslami kökenli Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara gelirken Türkiye'yi Avrupa Birliğine taşımayı vaat etmişti. AB'nin yeni üyeleri için öne sürdüğü "Kopenhag kriterleri" çerçevesinde AKP etkileyici bir başlangıç yaptı: İdam cezasını kaldırdı, ordunun perde arkasından kullandığı siyasi nüfuzu dizginledi ve Kürt dili ile kültürü üzerindeki kısıtlamaları hafifletti. Ancak Türkiye'nin şu güne dek ne kadar uzun bir yol aldığını kabul etmek yerine Avrupalı liderler, Erdoğan'ı ve ülkesini her fırsatta paylamayı tercih ettiler. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, "bir Asya ülkesi" olduğu gerekçesiyle Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğunu, hatta üyelik yerine belki bir gün Akdeniz Birliği projesine katılabileceğini söyledi. Alman Şansölyesi Angela Merkel de, "Türkiye'nin üyeliğinin AB'yi sınırlayacağı" uyarısında bulunarak tam üyelik yerine "imtiyazlı ortaklık" önerdi.
Erdoğan ise bildiğinden şaşmadı. Değişim seyrini yavaşlatmak şöyle dursun AKP şimdiye kadarki en büyük ve en cesur reform paketini açıkladı. Geçen yaz yapılan erken seçimlerde kazandığı ezici zaferin de verdiği cesaretle parti ülkenin katı siyasi sistemini toptan elden geçirmeye koyuldu. Yeni düzen esas olarak Türkiye'nin 1982 Anayasasının, daha fazla ifade ve inanç özgürlüğü getirmenin yanı sıra halka, cumhurbaşkanını doğrudan seçmek gibi daha fazla yetki tanıyacak biçimde yeniden yazılmasını öngörüyor. Böylelikle AKP Avrupa'nın reddedemeyeceği bir toplum yaratmayı ümit ediyor. Dışişleri Bakanı Ali Babacan, "Ne derlerse desinler kendi yolumuzda devam edeceğiz. (...) Bizim için önemli olan Avrupa ile müzakere sürecinin rayında kalmasıdır" diyor.
Bunu sağlayacak olan nedir? Türkiye'nin AB ile müzakereleri sırasında Erdoğan ile yakın mesaide bulunmuş olan üst düzey Avrupalı bir diplomat, Türkiye Başbakanının "ülkesini Avrupa'ya taşıma taahhüdüne derinden ve kişisel bir bağlılığı var. Bunun, ülkesinin kaderi olduğuna inanıyor" diyor. İktidarı boyunca, ülkesi ve kendisi "küresel bir medeniyetler çatışmasını engellemek için dinleri ve kültürleri birbirine yaklaştırmada" önemli roller oynadı. Erdoğan, Türkiye'yi, "kültürler arasında bir köprü" olarak öne çıkardı. Madrid'de İspanya Başbakanı José Luis Rodriguez Zapatero ile birlikte evsahipliği yaptığı "Medeniyetler İttifakı" Konferansında da etkili bir dille izah ettiği ve Türkiye'nin tam bir tecrit halinde varlığını sürdüremeyeceği varsayımına dayanan bir felsefe bu.
Avrupa'ya bakışta daha pragmatik bir mantık da var. Türkiye'nin Batılı iş dünyasındaki teamüller ve düzenlemelere giderek daha uyumlu bir hale gelmesi dışarıdan büyük bir yatırım dalgası yarattı -geçen yılın rakamı 20 milyar dolar idi- ki bu sayede son beş yılda GSYİH yüzde 6'ya yaklaştı ve köhne imalat ve tekstil sanayileri yenilendi.
Şu var ki Erdoğan'ın Avrupa heyecanı hala inanılmaz geliyor: Siyaset yaşamlarının büyük bölümünde Erdoğan ve yakın dostu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, tıpkı çoğu Türk İslamcı gibi Avrupa ve Batı değerlerine genel olarak derin bir şüpheyle baktılar. Siyasi mürşitleri Necmettin Erbakan da Batı'ya "ırkçı emperyalist ve Siyonist" rejimlerle yönetildiklerini söyleyerek sık sık küfretmiştir. Erdoğan kendisi de, 1990'ların ortalarında İstanbul Belediye Başkanı iken, demokrasiyi bir tramvaya benzeterek "Durağınıza geldiğinizde inersiniz" sözleriyle tartışmaya yol açmıştı.
Ancak beklenmedik bir şey oldu. 1999'da, bir siyasi mitingde yıkıcı olduğu iddia edilen bir İslami şiir okuduğu için mahkum edildi. Dört ay hapis cezası aldı. Kendi ifadelerine göre, cezaevinde geçirdiği sürede Türk devletinin de siyasi İslamın da modernleşmeye ihtiyaç duyduğuna kani oldu. Anlamaya başladı ki bu ikisi bir kısırdöngü içinde. Bir yanda aşırı muhafazakar bir ordu vardı ve Türk toplumunun gerçekliğiyle uyuşmayan katı bir laikliği uygulamak için polis devleti yöntemlerini kullanıyordu. Öte yanda Erbakan gibi milliyetçilik, din ve Batı karşıtlığını harmanlamış anlayışlarıyla modern, küreselleşmiş dünyaya ayak uyduramayan Erbakan gibi eskiye bağlı İslamcılar vardı.
Bu siyasi uyanışa bir de 2000-2001 ekonomik krizleri eklendi. Erdoğan ile yeni kurulmuş olan AKP, ekonomik sıkıntıları, siyasi kayırmacılık, hızla artan popülist harcamalar ve hükümetin yetersizliğine bağlıyordu.
Bu durumdan kurtulmanın en kolay yolu, Türkiye'yi AB ile buluşturmaktı -o dönem yüzde 80 gibi yüksek bir oranla desteklenen bir hedefti bu. Bu, AKP'nin, Brüksel'in desteği olmadan asla kalkışmayı göze alamayacağı, sözgelimi ordunun baskın olduğu Milli Güvenlik Kurulunun yetkilerini kısmak gibi cesur reformlar için de bir dayanak oldu çabucak. Erdoğan, Kasım 2002'de iktidara gelişinden önce Newsweek'e verdiği mülakatta, "Avrupa evimizi düzene sokmamıza yardım edebilecek bir araç" demişti.
O tarihten beri Erdoğan; AB, partisinin muhafazakar, dini kökleri ve ordu, yargı, bürokrasideki küçük ama etkili aşırı laik kesim arasında sıkışmış son derece dar bir yolda ilerlemeye çalışıyor. Örneğin Erdoğan, Kürtlere bazı kültürel haklar tanıyarak ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasaların birkaçını (hepsini değil) kaldırarak ve ordunun hakimiyetindeki Milli Güvenlik Kurulunun yetkilerini azaltarak Türkiye'nin polis devletinin en baskıcı yanlarına doğrudan meydan okudu. Tüm bunlar olurken Erdoğan İslami kökenli partisi AKP'nin asıl amacının laik devleti yıkıp daha muhafazakar İslami rejimi getirmek olduğu yolundaki suçlamalarla karşı karşıya kaldı. Kendisini eleştirenlerin gözünde Erdoğan ve müttefikleri için en önemli şey, Avrupa'ya katılmak değil, bu katılım olasılığını bir dini gündemi hayata geçirmek için vitrin olarak kullanmak. Yine aynı çevreler bu şüphelerine delil olarak da Erdoğan'ın anayasa değişikliği çerçevesindeki ilk hamlesinin, Brüksel'in her fırsatta talep ettiği üzere ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasaları -örneğin meşhur 301. maddeyi- iptal etmek değil üniversitelerde uzun zamandır uygulanan İslami başörtüsü yasağının kaldırılmak yönünde olmasını gösteriyorlar.
Erdoğan ise bu hamleyi, AB yolunda atılmış bir adım, liberal bir hareket ve insan hakları adına bir zafer olarak niteleyerek "Neden başörtüsü takmak bir suç olsun" diye sordu. Ancak bu konuya odaklanmakla Erdoğan, ülkenin süregelen kültür çatışmalarındaki en hassas noktalarından birine dokundu. Türkiye'de elit kesimden pek çokları, ulusun kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün aşırı laik ilkelerinin koruyucuları için üniversitede başörtüsü serbestisi çok tehlikeli bir gidişin başlangıcı. Akdeniz Üniversitesi Rektörü Mustafa Akaydın, AKP'nin nihai hedefinin "Atatürk reformlarını yok etmek" olmasından endişe ediyor ve "Türkiye bir Arap ülkesine veya İran'a benzeyecektir" diyor. Akaydın, üniversite kampüslerinde "çatışma ve karışıklık" olabileceği yönünde uyarıyor. Nitekim yasağın kaldırılması halkın büyük bir kesiminin desteğini alsa da -son anketlere göre yüzde 64- geçen hafta 120 bini aşkın kişi kararı protesto etmek ve laikliğe bağlılığını göstermek için yürüdü Ankara'da.
Erdoğan'ı eleştiren çevreler, AB'nin, başörtüsünü, bir iç mesele olarak gördüğüne -ve de kesinlikle Kopenhag kriterlerinin bir parçası olarak görmediğine- dikkat çekiyor. Dahası bazı Avrupa ülkelerinde -Fransa dahil- devlet okullarında dini simgelerin kullanımıyla ilgili kısıtlamalar söz konusu. Bahçeşehir Üniversitesinden AB uzmanı Cengiz Aktar, "Erdoğan ve hükümeti Türkiye'yi demokratikleştirmekten çok İslamileştirmekle ilgileniyor" diyor. Yine muhalif çevrelere göre, gerçek bir liberal, engin siyasi sermayesini, başörtüsü yasağını kaldırmak yerine Türkiye'nin AB yolculuğunu çok daha zora sokacak insan hakları meselelerine daha fazla eğilmek için kullanırdı. Örneğin başka ülkelerde olduğu gibi zorunlu askerlik hizmetine karşılık bir sivil alternatif yok. Vicdani retçiler hapse atılıyor. Aynı zamanda ifade özgürlüğü yok denecek kadar az. Geçen ay bir gazetenin editörüne "Atatürk'e hakaret"ten üç yıl tecilli hapis cezası verildi. Ayrıca İnsan Hakları İzleme Örgütünce geçen yıl açıklanan bir raporda, polisin kötü muamelesiyle ilgili haberlerin ve ifade özgürlüğünü düzenleyen yasaları ihlal ettikleri gerekçesiyle yargılanan ve hüküm giyen insanların sayısındaki artıştan söz ediliyor. Bu insanlar devletin muhalif seslere hoşgörüsüz tavrının "azınlık gruplarına karşı şiddet vakalarının görüldüğü bir ortam yarattığını" söylüyorlar. Ocak 2007'de Türkçe ve Ermenice yayımlanan bir gazetenin editörlüğünü yapan Hrant Dink, genç bir tetikçi tarafından öldürüldü.
Bir yanda düşman bir laik ordu ve onun aşırı sert söylemi ve diğer yanda Türkiye hakkında kafası karışık olan bir AB karşısında açıkçası Erdoğan, Batıdan yana iyi niyetlerini göstermeyi sürdürmek zorunda olacaktır. Erdoğan'ın AB konusunda hala ciddi olup olmadığını anlamaya yarayacak birkaç kıstas var: En önemlisi Brüksel acilen AKP'nin 301. maddeyi kaldırmasını istiyor. İkinci olarak Avrupa, Erdoğan'ın, sözgelimi gayrimüslim vakıflarıyla ilgili yasaları esnekleştirerek ve İstanbul yakınında Heybeliada'daki dünyaca ünlü Ortodoks ruhban okulunu yeniden açarak gayrimüslimlerin dini özgürlüklerini de önemsediğini göstermesini de isteyecektir.
Erdoğan bildiği yoldan şaşmadan ilerleyecek mi yoksa vaz mı geçecek? Bu hala açık bir soru. Modern Türk tarihinde, reform konusunda Erdoğan kadar kararlılık gösteren bir yönetici daha yok. Geçen yıl risk felsefesi ve diplomasi karması uyanık bir hamlede bulunarak Türkiye'nin Kuzey Irak içindeki PKK kamplarına yönelik sınırlı hava saldırıları ve komando harekatına destek bulmak için ABD'ye gitti. Bu kendisine sadece seçmenlerden -aşırı sağcı kesim de dahil- değil aynı zamanda Türkiye'nin siyasette de nüfuzu olan generallerden de büyük destek kazandırdı. Erdoğan geçen yıl ülkenin sınırları dışına askeri harekat düzenlemek için yetki isterken parlamenterlere "Hükümet askerlerimizle omuz omuzadır" demişti. Bu mesaj, ordunun Erdoğan ve AKP'ye olan düşmanlığını bir parça dizginlemeye yaradı.
Ancak tehlike şu ki başörtüsü yasağı tartışmaları içinde boğularak daha başka reformların yapılamaması söz konusu olabilir. Muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) lideri Deniz Baykal, Türkiye'nin "bir karşı devrim" ile karşı karşıya olduğu yönünde uyardı ve laik Anayasa Mahkemesi kanalıyla başörtüsü yasağını yeniden getirmeye çalışacağını taahhüt etti. Bu da demektir ki ülkeyi bir siyasi karışıklık ve çalkantı dönemi bekliyor. AKP cephesinde ise tabandan yükselen baskı daha da artacaktır. Üniversitelerde başörtüsü yasağı kalktı mı bu kez de kimi AKP üyeleri hastanelerde, mahkemelerde ve belediyelere ait binalarda yasak olmasını sorgulamaya başlayacaktır. AKP'nin Meclis Anayasa Komisyonu üyesi Hüsnü Tuna, "İnşallah kamu hizmetlerinde de bu tür yasakların kaldırılması yavaş yavaş gündeme gelecek" diyor.
Bu da bir liberal hamle, yani Atatürk'ün "laicité" idealinden (dinden özgürlük) çok Batının dini özgürlüğüne yakın bir adım olarak düşünülebilir. Erdoğan'ın Avrupa ideallerine bağlılığı gelecek aylarda bir sonraki aşamada seçeceği reform ile sınanacak -AB reformları mı yoksa tabanının savunduğu reformlar mı?- Kamuoyu yoklamalarına göre, Türkler arasında AB'ye üyelikten yana destekte, esasen Avrupa'nın tersleyici tutumu ve Kuzey Kıbrıs Türk kesimi konusunda verdiği sözleri tutmayışından ötürü bir azalma söz konusu. Ancak görünen o ki Erdoğan ve AKP'nin bu yaşlı Avrupa tramvayından atlama olasılığı giderek azalıyor. Delifişek günlerinden bu yana Erdoğan katı siyasi İslamın Türk seçmenlerin sadece küçük bir kesimine hitap ettiğini, hepsini kucaklamadığını kavramış bulunuyor. Aynı şey içe kapalı milliyetçilik için de geçerli. Dolayısıyla Erdoğan daha pragmatik bir yolu tercih edebilir, en azından Türkiye'nin ekonomik büyüme seyrini sürdürebilmesi Batılı iş standartlarını benimsemesine bağlı olduğu için. Nitekim Türkiye tramvayı Batıya sürmeye devam edecektir -hem de AB veya Erdoğan'ın muhalifleri ne derlerse desinler.
AP: "TÜRKİYE BAŞBAKANI 'ÇIPLAK KADIN' RESİMLERİ YAYIMLAYAN GAZETELERİ ELEŞTİRDİ"
ANKARA, 13/02(AP)(BYE)--- Selcan Hacaoğlu bildiriyor:
Türkiye'nin İslami yönelimli hükümeti bugün, İslami başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılması ile ilgili bir yasa tasarısını savundu ve oklarını yarı çıplak kadın fotoğrafları yayımlayan gazetelere çevirdi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, laik kurulu düzen ve medyanın, kendi istekleri ile başlarını bağlamayan kadınların, parlamentonun cumartesi günü, kampüslere başörtüsü ile girilememesine dair on yıllık bir yasağı kaldırma yönünde karar almasının ardından baskı altına girecekleri yönündeki eleştirilerini reddetti.
Erdoğan, "Gazetelerde çırılçıplak kadın resimleri yayımlayarak toplumun ahlaki değerlerine karşı gelen sizlersiniz. Buna müdahale ettik mi?" şeklinde konuştu.
Laik kadının isteği gibi giyinmekte özgür kalacağını söyleyen Erdoğan, "Onların yaşam tazlarını garanti altına alıyoruz" dedi.
Gazetelerin arka sayfalarında genelde bikini ya da iç çamaşırı giymiş kadınların resimleri yayımlanıyor, ancak bunlar hiçbir zaman çırılçıplak kadın resimleri değil.
Başörtüsü yasağının kaldırılmasına ilişkin söz konusu tasarının yasalaşması için, dindar bir Müslüman olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından imzalanması gerekiyor. Cumhurbaşkanının iki hafta içerisinde imzalaması bekleniyor.
Erdoğan hükümeti yasanın, Türkiye'nin AB üyelik başvurusu çerçevesinde, demokrasinin ve özgürlüklerin genişletilmesini amaçladığını söylüyor. Ancak laikler, Avrupa Birliği'nin geri adım atması yönünde baskı yapmasından önce zinayı suç sayacak olan bir yasa çıkarmaya çalışan Erdoğan'ın gerçek gündemine ilişkin şüpheler besliyor.
Eleştiriler, hükümetin, ülkenin dindar Müslümanlarının çıkarına olan meselelere öncelik vererek, ülkenin sorunlu AB katılım başvurusunu düzeltecek ifade özgürlüğü gibi reformları ertelediği yönünde.
Laikler cumartesi günkü oylamaya öfkeli bir şekilde tepki vererek, hükümeti, İslam profilini yükseltmekle suçladılar.
Baykal'ın Cumhuriyet Halk Partisi, tasarının anayasanın laikliği koruyan maddesini ihlal ettiğini ve Anayasa Mahkemesi'ne başvuracağını açıkladı. Söz konusu başvurunun, Cumhurbaşkanının tasarıyı imzalayarak yasalaştırmasının ardından yapılması bekleniyor.
Erdoğan, söz konusu yasağın Müslüman kadınların kampüs girişlerinde geleneksel başörtülerini çıkarmaya zorlanmaları anlamına geldiğini söyledi. Bazıları da, başlarını kapatarak sınıflara girebilmek için peruk takma yolunu seçiyor.
Hükümetin, öğrencilerin sınıflara çarşafla girmelerini önlemek için kampüslerde ne şekilde başörtüsü takabileceklerini açıklayacak bir yasa değişikliğine de gitmesi bekleniyor.
THE FORBES: "TÜRKİYE'Yİ KONUŞALIM"
WASHINGTON, 13/02(BYE)--- İki haftada bir yayımlanan 900 bin tirajlı ekonomi dergisi Forbes'un 12 Şubat 2008 tarihli sayısında, derginin Yazı İşleri Müdürü Steve Forbes imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan makalenin çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin geleceğinin, bizim İslami fanatizmle savaşımız üzerinde çok ciddi etkileri olacaktır. Bu Müslüman ülke, modern bir cumhuriyet olarak kurulduğu 1923 yılından bu yana laik bir kale olmuştur. Türkiye'nin halihazırda iktidardaki siyasi partisi, bir şekilde söz konusu laik gelenek ile hasımdır ancak İslami teröre de sempatisi yoktur.
Türkiye'nin günümüzdeki siyasi hayatında en hassas olan konulardan birisi, uzun süredir bekleyen AB'ye katılım başvurusudur. Söz konusu başvuru AB tarafından salyangoz hızıyla ilerletilmektedir. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve daha az bir ölçüde de Almanya Şansölyesi Angela Merkel, Türkiye'nin üyeliğe asla alınmaması konusunda kararlı olmuşlardır. Türkler ise ırk ve kültür kaynaklı olduğunu düşündükleri AB'nin muhalefeti konusunda oldukça hassastırlar.
Buna karşın, AB'ye katılım beklentileri Türkiye'nin iç politikası da dahil olmak üzere reformları gerçekleştirebilmesi için ülkedeki muhalefeti aşmasını sağlamıştır.
Bu tür olumlu değişimlerin devam etmesi, büyük ölçüde Avrupa ve ABD'nin çıkarlarına hizmet edecektir. Bu nedenledir ki, mayıs ayında Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşecek olan Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Şansölye Merkel'in ince bir diplomasi uygulamaları gerekmektedir: Türkiye'nin AB'nin bir parçası olmasına kapıyı kapatmak yerine, müzakere sürecinin devam etmesi gerektiğini ve 10 ya da 20 yıl sonra gelişmelere bakacaklarını söylemeleri gerekmektedir. Ülkelerin AB'ye katılabilmek için uymaları gereken yaklaşık 35 'fasıl' vardır. Türkiye bunlardan sadece birisinden geçmiştir. Ankara'nın geri kalan fasıllarda ilerleme sağlamasına izin verilmesinden çok az zarar ve daha fazla yarar elde edilebilir. Bundan yıllar sonra, fasıllar tamamlandığında, Türkiye'nin kendisinin resmi AB üyeliğinden kazancının fazla olmayacağına karar vermesi söz konusu olabilir. Buna mukabil, arada geçen zaman içerisinde bir çok faydalı değişim yürürlüğe girmiş olacaktır.
Türkiye'nin AB'ye katılımına karşı olanlar, Türkiye'nin katılabileceği bir tür Akdeniz serbest ticaret bölgesi oluşturması yoluyla bir çeşit teselli ödülü önermektedirler. Türkiye bu oyuna düşmeyecektir ve Fransa ile Almanya'nın da bu öneri için ciddi olarak bastırmamaları gerekmektedir. Türkler bunu bir hakaret olarak kabul edeceklerdir. Bunun yerine, Avrupa'nın müzakerelerin sürmesi için çaba göstermesi gerekir. Bundan medeniyet ve çağdaşlığın tüm güçleri yararlanacaktır.
AZERBAYCAN BASINI
EKSPRESS: "NABUCCO'DA ANKARA VE PARİS KARŞI KARŞIYA"
BAKÜ, 07/02(BYE)--- Tirajı günde 5.000 olan tarafsız Ekspress gazetesinin 7 Şubat 2008 tarihli sayısında, Hüseyin Bakuvi imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Azerbaycan ve Türkmenistan doğalgazını AB pazarına çıkaracak Nabucco projesinde ilginç gelişmeler var. Almanya'nın en büyük enerji şirketlerinden biri olan RWE de söz konusu projeye katılma kararı aldı.
Bu arada Ankara, projeyle ilgili çalışmaları hızlandırmak amacıyla, BTC Petrol Boru Hattını gerçekleştiren grubu, Nabucco'ya yönlendirdi. Çeşitli güçlerin ve ülkelerin, Orta Asya'dan Hazar havzasıyla AB'ye doğalgaz nakledecek Nabucco projesine engel olmaya çalıştıklarını, fakat bunu başaramayacaklarını bildiren Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, "Projenin ertelenmesi veya gecikmesi için hiçbir neden yok. Bazı devletlerin, BTC projesine de kuşkuyla yaklaştığını ve açık bir şekilde engellemeye bile çalıştığını unutmayalım. Ancak, BTC Petrol Boru Hattı her şeye rağmen inşa edildi ve hizmete girdi. Söz konusu hattın gerçekleşmesinde büyük emeği olan grup, şimdi de Nabucco ile ilgilenecek" dedi.
Romanya'nın Transgaz, Bulgaristan'ın Bulgargaz, Avusturya'nın OMV, Macaristan'ın MOL ve Türkiye'nin Botaş şirketlerinin katıldığı Nabucco projesinin 6. ortağı olan RWE yetkilileri, yaklaşık 5 milyar dolara mal olacak 3300 kilometre uzunluğundaki Nabucco ile Azerbaycan ve Türkmenistan doğalgazının yanı sıra, Irak ve Mısır doğalgazının da Türkiye ile Balkanlardan geçerek Avrupa'ya nakledileceğini bildirdiler.
Bu arada Bükreş, Fransa'yı da işbirliğine davet etti. Romanya Cumhurbaşkanı Traian Basescu, Fransız doğalgaz tedarikçisi Gaz de France Şirketinin, Nabucco projesine katılabileceğini açıkladı.
Türkiye, Nicolas Sarkozy'nin Türkiye karşıtı tutumu yüzünden, Fransa'nın söz konusu projeye katılmasına karşı çıkıyor.
Ankara'nın, tutumunu değiştirmek niyetinde olmadığını kaydeden Botaş yetkilisi Arslan Havuzcu, "Öyle görünüyor ki, Fransızların Nabucco'ya katılıp katılmayacaklarına AB karar verecek. Paris'in, Türkiye ve Türklere karşı tutumunu gözden geçirmemesi ve ülkelerimiz arasında yeniden ortaklık ilişkileri kurulmasına karar vermemesi halinde, tutumumuzdan vazgeçmeyeceğiz" dedi.
Fransız Gaz de France Şirketinin, Romanya aracılığıyla Türkiye'nin inadına rağmen, projeye katılmak istemesi, Ankara'nın yanı sıra, Bakü'de de olumlu karşılanmadı.
SOCAR'dan, "Nabucco projesine katılımcı sayısının artması, proje için yararlı olabilir. Ancak, Ankara ile Paris arasındaki şu anki ilişkiler göz önünde bulundurulursa, diplomatik polemik, projenin gerçekleşme süresinin uzamasına neden olabilir" şeklinde bir açıklama yapıldı.
EKSPRESS: "ERDOĞAN GERÇEĞİ"
BAKÜ, 12/02(BYE)--- Tirajı günde beş bin olan tarafsız Ekspress gazetesinin 12 Şubat 2008 tarihli sayısında, Hasan Ağacan imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevrisi şöyledir:
Erdoğan'ı, Münih'te düzenlenen Güvenlik Konferansında yaptığı konuşmadan dolayı tebrik etmeli.
Gerçekten de mantıklı, en önemlisi net bir konuşmaydı.
Geçen yılki konferans, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in konuşmasıyla akıllarda kalmıştı. Putin, yürüttükleri dış politika nedeniyle Batı'yı ve NATO'yu sert bir şekilde eleştirmiş, Rusya'nın jeopolitik çıkarlarının göz önünde bulundurulmadığını kaydederek, tehdit ağırlıklı bir konuşma yapmıştı.
Bu seferki konferansın, Erdoğan'ın konuşmasıyla akıllarda kalacağına eminim.
Kimse, Türkiye Başbakanından bu kadar sert bir konuşma beklemiyordu.
Ankara'nın AB üyeliği hayalinin üzerine çizgi çizmek isteyen Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Almanya Başbakanı Angela Merkel'e açık bir şekilde mesaj gönderen Erdoğan'ın söylediklerine bir göz atalım: "Bize biçtiğiniz elbiseyi giymeyiz. Kaçan biz olmayacağız. Bizi istemiyorsanız açık söyleyin. Yeni senaryolar uyguluyorlar. Bizler, o çirkin oyunların kurbanı olmayacağız."
Erdoğan'ın konuşması, aslında Ankara'nın sabrının taşmak üzere olduğunu gösteriyor.
Gerçekten de 43 yıldır AB üyesi olmak için çaba gösteren Türkiye, sabrederek bugünlere geldi.
Ancak, Ankara, bundan sonra sabır kulu olmak istemiyor: "Darılmasınlar, ancak, yolumuza devam edeceğiz. Belki istemiyorlardır. İstemiyorlarsa, kararı onlar versinler. AB, bunu kabullenemiyorsa, sorumluluğu biz taşımayacağız."
Gerçekten de muhteşem bir uyarı. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidar olduğu günden bu yana Türkiye yönetimi, ilk kez susmak istemediğini açıkladı.
Artık geri çekilmek istemeyen Türkiye, Avrupa, Batı ve NATO çerçevesinde bazı operasyonlara katıldı. Ankara her zaman NATO'nun en güvenilir üyesi, Batı'nın da ortağı oldu.
Şimdi o Avrupa, Türkiye'ye hakaret ediyor; Ankara'ya, tam üyelik yerine, imtiyazlı ortaklık teklif ediyor.
Yani, Türklere "Siz Müslümansınız. Ülkenizin büyük bir bölümü Asya'da bulunuyor. Avrupa için öneminiz, küçük Lüksemburg veya Letonya'dan da az" diyorlar.
Yaşlanan Avrupa ülkeleri, demografik açıdan genç ve gelişen Türkiye Cumhuriyeti'ne yenildiklerini iyi biliyor.
Almanya'da en zor işlerde çalışan Türk evlatları, Almanlardan daha üstün konuma geldiklerinde, Almanlar bunu Türklerin çalışkan olmalarıyla değil, "Türk akını"yla ilişkilendiriyorlar.
Erdoğan'ın cevabı, sabır kasesinin taşmasına bir damla kaldığını gösterdi.
Ankara, şu ana kadar kendisine koşulan şartları ve istekleri kabul edip AB üyeliği yolunda bazı hususları kurban ederken, şimdi kendisi talep ediyor ve şart koşuyor.
Doğru da yapıyor.
Aksi takdirde Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan'ın retoriği uzun sürerdi.
Erdoğan, 40 bin Ermeninin ülkesine geldiğini söyledi. Türkler, Ermenilere düşmansa, peki neden o Ermeniler Türkiye'de kendilerini iyi hissediyorlar, neden ülkelerini terkederek Anadolu'ya akın ediyorlar? Cevabı çok basit.
Çünkü Türkiye bir barış ülkesi.
Gerçekten de Recep Tayyip Erdoğan haklı.
Kendisini, Türkiye ve Türk ulusunun konumunu, çıkarlarını, isteklerini ve tarihini böyle kararlı bir şekilde savunduğu için takdir ediyorum. Bazı siyasi kararları zararlı olsa bile.
İRAN BASINI
TAHRAN RADYOSU: "TÜRKİYE VE ALMANYA BAŞBAKANLARININ GÖRÜŞMESİ"
ANKARA, 11/02(BYE)--- Tahran Radyosu'nun 07.30-08.30 Türkçe Yayınından:
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Alman meslektaşı Merkel ile yaptığı görüşmede, ikili ilişkileri masaya yatırdı. Bilindiği gibi Merkel ve partisi Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkıp, Türkiye'nin imtiyazlı ortaklık biçiminde AB'ye bağımlı bir ülkeye dönüştürülmesini istiyor. Bu yüzden Erdoğan, Almanya'nın samimi bir şekilde Türkiye'nin AB üyeliğini desteklemesinden ümidini kesmiş bulunuyor.
Türk Hükümeti, AB üyesi bazı ülkelerin çifte standart siyasetlerini göz önünde bulundurarak sadece kendi çıkarlarını düşünen AB ülkelerinden bağımsız bir politika izlemesini bekliyor. Nitekim Erdoğan, imtiyazlı ortaklık planının siyaseten çirkin bir söz olduğunu, tam üyelikten başka Türkiye'nin hiçbir planı kabul etmeyeceğini ve AB'nin ahde vefa yapması gerektiğinin altını çizdi. Elbette Almanya'da sağcı ve Hıristiyan demokratların iktidarı devam ettikçe Türkiye ile Almanya ilişkilerinin daha da gelişmesi imkansız gibi.
Erdoğan ile Merkel'in görüştükleri diğer mesele de, İran'ın barışçı ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ve NPT'ye uygun nükleer faaliyetleriydi. Bu gerçekliğe rağmen Berlin hükümeti Washington'a rotasını çevirip, İran İslam Cumhuriyeti'ne karşı mantık ve akıldışı bir siyaset izliyor. Almanya Türkiye'yi, İran'a karşı bu akılsız politika safına çekmeye çalıştı. Fakat Erdoğan, İran'ın barışçı nükleer programını desteklediklerini belirtip AB'den bağımsız bir politika izlediğini gösterdi. Nitekim Erdoğan, İran'ın nükleer programının silah üretimi olmadığını ve sadece nükleer enerji ile elektrik üretimine olan ihtiyacını gidermeye çalıştığının altını çizdi.
Türkiye Müslüman milletinin inancına göre, ırkçı ve soykırımcı İsrail, uluslararası hukuk ve yasaları hiçe sayıp nükleer silahları geliştirerek, bölge ülkelerini tehdit etmektedir. Batılı ülkeler ise, çifte standart siyasetler izleyerek, siyonist rejim İsrail'i destekledikleri halde, İran'ın barışçı nükleer programını durdurmaya çalışıyorlar.
Erdoğan'ın da İran'ın barışçı nükleer programını desteklemesi, Türk halkının bu istek ve inancına verilen bir destektir. AKP Hükümeti, Türk halkının milli ve İslami değerlerine sahip çıkarak, başörtüsü örneğinde olduğu gibi siyasi ve toplumsal demokratik açılım ve serbestlikleri geliştirip komşu ve Müslüman ülkelerle yakın işbirliği sürecini takviye etmektedir. Türkiye'de AKP'nin bu tutumu, Türkiye'nin bölge ve dünyadaki konumunda güçlenmesine vesile olmaktadır.
ERMENİSTAN BASINI
ASBAREZ: "OSKANYAN MÜNİH'TEKİ GÜVENLİK KONFERANSINDA ERDOĞAN'A SESLENDİ"
ANKARA, 13/02(BYE)--- Ermenistan'da yayımlanan Asbarez gazetesinin 12 Şubat 2008 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Erivan çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan hafta sonunda Münih'teki Güvenlik Konferansına katılarak, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye'nin bölgedeki rolüne ilişkin yaptığı açıklamalarındaki çelişkilere değindiği bir konuşma yaptı.
Almanya'nın eski Savunma Ulusal Güvenlik Danışmanı Horst Teltschik'in başkanlık ettiği konferansın adı şöyleydi: "Kargaşa içindeki dünya: Değişen güçler ve Eksik Stratejiler" Konferansa çok sayıda hükümet ve devlet başkanının yanısıra 40'ı aşkın Dışişleri ve Savunma Bakanı ve 500'ün üzerinde uluslararası politika belirleyici ve medya mensubu katıldı. Katılımcılar karşılıklı olarak güvenliğe yönelik şimdiki ve gelecekteki tehditleri tartıştılar.
Konuşmasında Oskanyan Türkiye'nin AB emelleriyle, Ermenistan'a uyguladığı ambargo arasındaki süregelen çelişkiye değindi. Erdoğan konferansa hitaben yaptığı konuşmasında Türkiye'nin Dış politika ve Güvenlik alanındaki çıkarlarından bahsetmişti. Erdoğan Türkiye'yi, bölgesine ve de uzak yerlere barış ve istikrar götürmekte oynadığı jeo-stratejik rolle uluslararası alanda önde gelen demokratik aktör olarak nitelendirdi.
Oskanyan Ermenistan'ın Türkiye'nin AB üyeliğine tam destek verdiğini ve Ermenistan'ın tam olarak da böyle bir komşuya sahip olmak istediğini belirtti.
Ermenistan Dışişleri Bakanı şöyle dedi:"Ancak bildiğiniz gibi, bugün iki ülke arasındaki sınır Türkiye tarafından kapatılmış durumda. Konuyu sık sık Türkiye ile normal ilişkiler sürdürmek istediğimizi, sınırları açmak ve diplomatik ilişki kurmak istediğimizi belirterek öne sürüyoruz. Ermeniler bugün burada yansıttığınız vizyondan yararlanmak istiyorlar. Ancak sizden net bir şekilde duyduğumuz kadarıyla sınırın kapalı kalmasıyla ilgili olarak iki neden ya da mazeret öne sürüyorsunuz. Öne sürdüğünüz nedenlerden bir tanesi Ermenistan'ın Dağlık Karabağ anlaşmazlığındaki tutumu, ikincisi de soykırımı tanıma konusundaki sürdürdüğü tavrı. Dağlık Karabağ anlaşmazlığı Ermeniler ile Azeriler arasındaki bir sorun olmakla beraber Soykırımın tanınması konusu bizim açımızdan ahlaki açıdan tarihi bir yükümlülük. Sayın Başbakan bizim ülkelerimiz birbiriyle savaş halinde değil ve merak ettiğim savaş halinde değilken sizin öne sürdüğünüz nedenlerin, sınırların kapalı kalması için neden sizin için yeterince makul sebepler olması. Normal ilişkilere sahip olmak, sınırları açmak ve diplomatik ilişki kurmakla birlikte soykırım konusundaki görüş ayrılıklarımızı ele alabiliriz."
Oskanyan'a göre bölgede önemli gelişmeler yaşanıyor ve Türkiye Kafkaslar, AB ve NATO arasında doğal köprü görevi görebilir. Oskanyan Türkiye'nin ilişkilerin normalleşmesi için engel teşkil ettiğini düşündüğü tüm unsurların, Türkiye'nin tarafsız ve eşit bir taraf olarak çok daha yapıcı rol oynayabileceği unsurlar olduğunu öne sürdü.
Erdoğan, Oskanyan'ın jeo-politik durum ve ilişkilerin normalleşmesiyle ilgili sorularını cevaplamazken soykırım iddialarıyla ilgili olarak tarihçilerden oluşan bir panel oluşturulması teklifini yineledi. Erdoğan'a göre 1915 soykırımı tarihi açıdan ispatlanabilmiş değil.
Erdoğan sorunun ele alınması için tarihçilerin, arkeologların ve diğer uzmanların görevlendirilmesini teklif etti ancak soykırımın resmen tanınmasının Türk kültürünün bir parçası olması olasılığını reddetti.
Konferans sırasında Oskanyan aynı zamanda Litvanya Dışişleri Bakanı ve Almanya Dışişleri Bakanlığı Siyasi Daire Başkanı Dr.Volker Stanzel ile biraraya geldi.
RUSYA BASINI
NOVİYE İZVESTİA: "ERMENİSTAN VE RUSYA ARASINDAKİ İLİŞKİLER"
MOSKOVA, 13/02(BYE)--- Tirajı günde 107 bin olan liberal eğilimli Noviye İzvestia gazetesinin 13 Şubat 2008 tarihli sayısında, Valeri Vijutoviç imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
Ermenistan'da seçim kampanyası sona eriyor. Bir hafta sonra yeni cumhurbaşkanı belli olacak. Acaba cumhurbaşkanı şimdiki Başbakan Serj Sarkisyan mı seçilecek? Kamuoyu araştırmaları, Sarkisyan'ın bu yarışta lider durumda olduğunu gösteriyor. Seçimler, tam bir entrika havası içinde geçiyor. Seçim yarışında eski Cumhurbaşkanı Levon Ter-Petrosyan da yer alıyor. Ter-Petrosyan'a 16 muhalefet partisi destek veriyor. Ter-Petrosyan, Erivan'da binlerce kişiyi meydanlarda toplayarak, propagandasını sürdürüyor. Tabii ki bu gelişmeler Moskova tarafından yakından izleniyor. Moskova, her zaman olduğu gibi bu sefer de iktidar partisi adayından yana tutum aldı. Bu adayın zaferi, aynı zamanda Ermenistan'ın dış politika rotasının aynen sürmesini sağlayacaktır. Moskova için bu olay şu anlama geliyor: "Erivan, yine Rusya rotasında ilerlemeye devam edecektir." Peki, Ermenistan neden bu kadar Rusya'ya bağlı? Ve bu bağlılık uzun vadeli mi? Bu sorulara cevap aramaya çalışalım.
Rus uzmanlara bu konuda soru sorulduğunda onlar hemen şunu belirtmekle yetiniyorlar: "Ermenistan'ın başka seçme şansı yok." Peki, Ermenistan, örneğin Gürcistan veya Moldova gibi Rusya'ya sırtını çevirebilir mi? Gerçekten de Rusya ve Ermenistan'ın değişen dünyamızdaki jeopolitik çıkarlarının uyuşması, aralarındaki stratejik ortaklığı doğurdu. Ermenistan, Güney Kafkasya bölgesinde Rusya ile ilişkileri mükemmel olan tek ülkedir. Ve aynı zamanda öyle bir tek ülke ki, Rus askeri üslerinin topraklarından çıkmalarını kesinlikle istemiyor. Tam tersi, topraklarındaki Rus askeri gücünün arttırılmasını istiyor. Ermenistan'ın neden bugün Rusya'nın sadık ortağı olduğunu anlamak çok kolay. Bilindiği üzere, bu ülkenin Türkiye ile ilişkileri gergin durumda. Çünkü Türkiye, Ermeni soykırımı için tarihsel suçunu kabullenmek istemiyor. Üstelik Ermenistan, Yukarı Karabağ nedeniyle Azerbaycan ile de uzun zamandan beri ihtilaf halinde.
Bu arada, Güney Kafkasya'daki konumu iyice zayıflayan Rusya, bölgede güvenilir bir ortağa muhtaç. Rus-Ermeni ilişkileri Dostluk, İşbirliği ve Yardımlaşma Anlaşması dahil 160 belgeye dayalı. Fakat, Ermenistan'ın Rusya ile ortaklığından memnun olabilmesi için yeni belgelere ve yeni silahlara değil, ikili ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesine ihtiyacı var. Bugün, yıllık ikili ticaret hacmi 240 milyon dolardır. Oysa Ermenistan, yalnızca Rusya'dan ithal ettiği doğalgaz için buna yakın bir tutar ödüyor. Eğer iki ülke arasında karşılıklı ekonomik ilgi yoksa, aralarındaki askeri teknik işbirliği de kısa zamanda sona erer.
Öte yandan, Türkiye Avrupa ile bütünleşmek istiyor. Ermenistan da bunu istediği için er geç ikisinin çıkarları birbirine uymaya başlayacaktır. Ankara, Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleşmesi için muhtemelen Rus askerlerinin Ermenistan'dan çekilmesini isteyecek. Gazprom şirketi temsilcileri, enerji kaynaklarının nakli için Ermenistan'ın transit ülke olamayacağını iddia ediyor. Rus-Ermeni Devlet Üniversitesi Rektörü Armen Darbinyan, konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada, "Neden olamasın? İran üzerinden olabilir. Üstelik, bir süre sonra Ermeni-Türk sınırı açılacaktır. Mevcut klişelerden vazgeçip şimdiki Rus-Ermeni ilişkilerine diğer alternatiflerin de bulunduğunu anlamak gerekiyor" dedi.
Gerçekten de Ermenistan, halen Rusya'nın etki alanında bulunmasına rağmen, NATO'nun Barış İçin Ortaklık Programına katılıyor. Ermenistan'da Batı'ya yönelim artıyor. Ancak, Rusya ile 200 yıllık müttefik ilişkileri ve bugünkü jeopolitik ihtiyaçlar, Erivan'ın NATO ile yakınlaşmasına engel oluyor.
Son zamanlarda Ermeni toplumunda önemli değişiklikler oldu. Örneğin, Ermenistan Stratejik ve Ulusal Araştırmalar Merkezine göre, bir yıl önce Ermeni halkının çoğu ülkenin NATO'ya katılmasına karşıydı. En son yapılan kamuoyu araştırması, katılanların, yüzde 35'nin üyelikten yana, yüzde 33.4'ünün ise üyeliğe karşı olduğunu gösterdi. Aynı ankete göre, katılanların yüzde 79.5'i, Rusya'nın "Ermenistan'ın iç işlerine çok fazla müdahale ettiğine" inanıyor. Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü Ermeniler, NATO'nun himayesinde Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan arasında askeri bir ittifakın kurulacağından ve bunun sonucu olarak Ermenistan'ın izolasyonda kalmasından tedirginlik duyuyor. ABD'nin Ermenistan'daki varlığı fazla değildir. Fakat Rusya, kendi açısından stratejik önem taşıdığına inandığı bölgede yaşanabilecek yeni gelişmelere karşılık vermezse, bölgedeki Amerikan varlığının, Rusya'nın varlığından daha güçlü olacağını söyleyebiliriz.