- ANA SAYFAGiriş Noktanız
- BAŞKANLIKKurumsal Yapı
- BİR BAKIŞTA ABAB Yapısı ve İşleyişi
- AB İLE İLİŞKİLERTürkiye-Avrupa Birliği İlişkileri
- Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihçesi
- Temel Belgeler
- Anlaşmalar
- Protokoller
- Katılım Ortaklığı Belgeleri
- Ulusal Programlar
- Avrupa Komisyonu Tarafından Hazırlanan Türkiye Raporları
- Genişleme Strateji Belgeleri
- AB'ye Katılım için Ulusal Eylem Planı (2016-2019)
- AB'ye Katılım İçin Ulusal Eylem Planı (2021-2023)
- Ortaklık Konseyi Kararları
- Türkiye-AB Zirvelerine İlişkin Belgeler
- Kurumsal Yapı
- Gümrük Birliği
- Türkiye- AB Yüksek Düzeyli Diyalog Toplantıları
- VERİKaynaklar
- MEDYAHaber / Duyuru
- İLETİŞİMBize Ulaşın
2009-05-14 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni
2009-05-14 Haftalık AB - Türkiye Haberleri Bülteni
ALMANYA BASINI
DER TAGESSPİEGEL: "AVRUPA'DA BİR KATLİAM"
BERLİN, 07/05(BYE)--- Tirajı günde 149 bin 431 olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 7 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Susanne Güsten imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
--Mardin'deki Katliam Sonrasında Türkiye'nin AB'ye Uygun Olup Olmadığının Tartışılacağı Belliydi. Anadolu'ya Marslılar Bile İnse Birileri Bu Konuyu Gündeme Getirecektir--
Türkiye'nin AB'ye ehil olup olmadığı şüphesiz defalarca tartışılabilir. Ülkenin siyasi ve ekonomik bakımdan Avrupa'ya yakınlaşmasıyla ilgili bardağın yarısının dolu, yarısının boş mu olduğu şeklinde bir yaklaşım sergilenebilir. Fakat bu denli iğrenç bir katliamın bütün bunlarla ne ilgisi olabilir? Şimdi Avusturya'da çocuklara tecavüz edenler olduğu için bu ülke AB'den mi çıkarılsın? Acaba Avrupa'da meydana gelen çocuk tecavüzleri ve okullardaki kanlı baskınlar Avrupai katliamlar, kan davası gibi katliamlar da Avrupai olmayan katliamlar olarak mı değerlendiriliyor? Bu durumda İtalya'nın Sicilya'sında meydana gelen kan davaları yüzünden bu ülkenin de AB üyeliği sorgulanmalıdır. Mafya ile ilgili sorundan ise hiç bahsetmeye gerek yok! Türk Devleti kan davası sorununa yeterince ilgi göstermediği için suçlanabilir ve suçlanmalıdır. Ancak son yaşanan katliama benzer olaylar nedeniyle her defasında bir ülkenin Avrupa'ya ehil olup olmadığı tartışılmaya başlanırsa, AB'nin pek yakında üye ülkesi kalmaması gerekir.
FRANKFURTER ALLGEMEİNE ZEİTUNG: "SARKOZY: DERHAL MÜZAKERE EDİLSİN"
BERLİN, 07/05(BYE)--- Tirajı günde 366 bin 478 olan muhafazakâr eğilimli Frankfurter Allgemeine Zeitung'un 7 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Michaela Wiegel imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının çevirisi şöyledir:
Fransa, AB'nin Türkiye ile AB tam üyeliğine alternatif olarak derhal Ortak Ekonomi ve Güvenlik Alanı kurulmasına ilişkin görüşmeler başlatmasını istiyor. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, bu talebi salı akşamı Nimes'de dile getirdi. Türkiye'nin günün birinde AB'ye girme ihtimali olmadığını defalarca dile getiren Sarkozy, yalan söylemenin dostluğa yakışmayacağını belirterek, bir ekonomi ve güvenlik alanı oluşturulması için Türkiye ile derhal görüşmeye başlanmasını talep etti. Rusya'nın da bu oluşuma katılabileceğini ifade eden Sarkozy, Fransa'nın güneyinde gerçekleştirdiği seçim kampanyasında, Türkiye ile devam etmekte olan AB'ye katılım müzakerelerinden hiç söz etmedi. Fransa şimdiye dek müzakereleri bloke etme girişiminde bulunmadı.
DER TAGESSPİEGEL: "FEDERAL PARLAMENTO MANASTIRIN KALMASINI İSTİYOR"
BERLİN, 08/05(BYE)--- Tirajı günde 149 bin 431 olan liberal eğilimli Der Tagesspiegel gazetesinin 8 Mayıs 2009 tarihli sayfasında, DDP'ye atfen ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Berlin çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Federal Parlamento, Türkiye'deki Mor Gabriel Manastırı'nın kalıcı kılınması için AB genelinde bir girişim başlatılmasını talep etti. Mecliste grubu bulunan tüm parti milletvekilleri, perşembe günü, büyük koalisyon ile liberaller tarafından verilen bir önergeyi onayladılar. Önergede, "Türk hükûmetinin manastırın varlığının ve hayatta kalma perspektifinin kalıcı olarak garanti etmesi için Almanya'nın AB üye devletleriyle mutabakat içerisinde girişim başlatması gerekmektedir." deniliyor.
SÜDDEUTSCHE ZEİTUNG: "DOĞU'DAN GELECEK DOĞAL GAZ"
BERLİN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 448 bin 411 olan liberal sol eğilimli Süddeutsche Zeitung'un 9 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Martin Winter imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Prag çıkışlı yazının ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
--AB, Enerji Zirvesinde Tartışmalı Nabucco Boru Hattının Önündeki Engelleri Kaldırıyor--
Avrupa Birliği, Rus gazından bağımsız olmak için kararlı bir adım attı. Cuma günü Prag'da gerçekleşen zirvede, Kafkaslar ve Orta Doğu'daki nakil ve transit ülkelerle kapsamlı bir işbirliğine gidilmesi konusunda anlaşıldı. Ancak, AB'nin planlarının kalıcı bir şekilde işlemesi için, İran'dan da gaz alması gerekecek.
Varılan uzlaşmayla, uzun süredir tartışmalı olan ve defalarca başarısızlıkla tehdit edilen Nabucco boru hattının yolu açıldı. Boru hattının, Türkiye'nin doğu sınırından, Rusya'yı dışarda bırakarak Viyana önlerine kadar uzanması ve Kafkaslar ile Orta Doğu gazını Avrupa'ya getirmesi öngörülüyor. AB'nin cuma günü Azerbaycan, Mısır, Gürcistan ve Türkiye ile imzaladığı "Güney Koridoru" anlaşmasında, Türklerle Avrupalılar, Nabucco anlaşmasını haziran sonuna kadar imzalamayı taahhüt ediyorlar.
Zirveye Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan temsilcileri de katıldı. Bu ülkeler, Nabucco boru hattı için önemli olası gaz sevkiyatçıları olarak görülüyorlar, ancak anlaşmayı henüz imzalamadılar.
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ülkesinin, gelecekte Avrupa'nın enerji ihtiyacını karşılama konusunda belirgin bir rol oynamayı düşündüğüne kuşku bırakmadı. Gül, Türkiye'nin Avrupa'nın gaz ihtiyacının güvenli bir şekilde tedarikinde oynadığı stratejik rolün bilincinde olduğunu söyledi. Ankara bu nedenle, kendi payına düşen boru hattı inşaatı için Avrupa Yatırım Bankasından kredi almayı ümit ediyor. Gül, Ankara'nın, katılım müzakerelerinde şimdiye kadar bloke edilen enerji faslının görüşmelere açılması konusunda da AB'den taviz beklediğini de açıkça belli etti.
BİLD.DE: "SARKOZY TÜRKİYE'YE HAYIR DİYOR"
BERLİN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 3 milyon 401 bin 491 olan bulvar Bild gazetesinin 9 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
--Fransa Cumhurbaşkanı: "Artık Türkiye'ye Boş Vaatlerde Bulunmaktan Vazgeçelim"--
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy (54), Türkiye'nin olası AB üyeliğine sert bir şekilde karşı çıktı. Sarkozy, Bild am Sonntag gazetesine yaptığı açıklamada, "Türkiye'ye artık boş vaatlerde bulunmamalıyız" diye konuştu.
Sarkoyz, AB üyeliği yerine, Türkiye ve Rusya ile ortak bir ekonomik alan oluşturulmasını önerdi. "Anlaşabilirsek, ağırlığımız olur" diyen Sarkozy, "Bu, iyi organize olmuş bir Avrupa'ya ihtiyacımız olduğu anlamına gelmektedir" ifadesini kullandı.
Pazar günü Şansölye Angela Merkel ile Berlin'de CDU'nun gençlik teşkilatı "Genç Birlik"in davetine katılacak olan Sarkozy, "bu aynı zamanda, sınırsız bir şekilde genişleyemeyeceğimiz anlamına da gelmektedir" diye konuştu.
BİLD. DE: "MİSSFELDER: TÜRKİYE ÖNEMLİ BİR SEÇİM KAMPANYASI KONUSUDUR"
BERLİN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 3 milyon 401 bin 491 olan gazetesi gazetesi Bild'in 9 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
CDU'nun gençlik teşkilatı "Genç Birlik" Başkanı Philipp Missfelder, Türkiye'nin AB üyeliğinin reddi konusunun Birlik partilerinin Avrupa seçim kampanyasının merkezî konularından biri olmasından yana. Missfelder, DPA'ya yaptığı açıklamada, "AB üyeliği meselesi büyük bir rol oynuyor, çünkü insanlar bu konuya yoğun ilgi duyuyor." diye konuştu. Missfelder'in şahsi düşüncesine göre, toplumda Türkiye'nin AB üyeliğini istemeyenlerin sayısı son dönemde daha da artmış durumda. Federal Parlamento Milletvekili, AB ile Ankara arasındaki katılım müzakerelerinin başlamasından sonra, Türkiye'nin AB'ye daha çok açılacağına dair umutlar oluştuğunu, ancak bu beklentilerin gerçekleşmediğini ifade etti. Missfelder'e göre, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan daha ziyade pek çok konuda ihtilaf arayışına girdi.
ZEİT ONLINE: "TÜRKİYE'YE KARŞI BİR SEÇİM KAMPANYASI YAPMIYORUZ"
BERLİN, 11/05(BYE)--- Tirajı haftada 480 bin 159 olan sosyal demokrat eğilimli Die Zeit gazetesinin 9 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında yukardaki başlık altında yayımlanan mülakatın ilgili bölümünün çevirisi şöyledir:
--CSU Cumartesi Günü Avrupa Seçim Programını Kararlaştıracak. Programda AB Meselelerinde Halk Oylaması Talep Ediliyor. Bu Önerinin Fikir Babasıyla Bir Söyleşi--
ZEİT ONLİNE: Parti Genel Başkanınız Horst Seehofer, halk oylamasına örnek olarak Türkiye'nin AB üyeliğini göstermekten hoşlanıyor. Bu da CSU için demokrasiden ziyade seçim kampanyasının önemli olduğu izlenimi veriyor.
SİLBERHORN: Biz Türkiye karşıtı bir şeçim kampanyası yapmıyoruz. Tartışmalar bugün, Edmund Stoiber'in Türkiye'nin AB üyeliği hakkında referandum yapılmasını talep ettiği 2004'denkinden daha farklı. Ben, eğer halk oylaması istiyorsak, bunu tek bir olayla bağlantılandırmayıp, genel olarak yapmamız gerektiğini daha o dönemde söylemiştim.
DİE WELT: "NİCOLAS SARKOZY: DÜNYANIN ALMANYA'YA İHTİYACI VAR"
BERLİN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 264 bin 270 olan muhafazakar sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 11 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Şansölye Angela Merkel, sınırları olmayan bir Avrupa konusunda acilen uyararak Türkiye'nin AB üyeliğini çok açık bir şekilde reddettiler. Genç Birlik ile Fransız partner organizasyonu JP'nin Berlin'de düzenlediği etkinliğe katılan Sarkozy, sınırsız bir Avrupa'nın değersiz bir Avrupa olacağını vurguladı. Alternatif olarak "büyük, ortak bir ekonomi ve yaşam alanı" teklif eden Sarkozy, bu oluşumun Rusya'ya da önerilebileceğini belirtti. Sarkozy, Bild am Sonntag gazetesine verdiği demeçte, "İyi organize olmuş bir Avrupa'ya ihtiyacımız var. Ancak bu, sınırsız bir şekilde genişleyebileceğimiz anlamına gelmemektedir. Türkiye'ye boş vaatlerde bulunmaktan vazgeçmeliyiz." diye konuştu.
Angela Merkel de AB'nin sürekli olarak yeni üyelerle genişlemesinin, ancak işlev kabiliyetine sahip olmamasının bir anlamı olmayacağını kaydederek, yeniden, Ankara ile tam üyelik yerine ayrıcalıklı ortaklığa gidilmesini önerdi.
Berlin'in BM Güvenlik Konseyi nezdinde daimi üyelik talebine de destek veren Sarkozy, "Dünyanın Almanya'ya ihtiyacı var." diye konuştu.
DAS PARLAMENT: "TUR ABDİN'İN ÜZERİNDE SOĞUK RÜZGARLAR ESİYOR"
BERLİN, 11/05(BYE)--- Tirajı haftada 10.591 olan resmi-akademik Das Parlament gazetesinin, 11 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Susanne Güsten imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
--Mor Gabriel Manastırı: Türkiye'nin Güneydoğusundaki Komşu Kavgası Tırmanarak Din Savaşına Dönüşüyor--
Dışarıda ötüşen kuşlar dışında Mor Gabriel Manastırına sessizlik hakim. 1500 yılın üzerinde bir zamandır burada, Hristiyanlığın en eski manastırında yaşam, piskoposun sekreterinin artık laptop kullanıyor olması dışında pek değişmedi. Ancak manastıra ve etraftaki tepelere hakimmiş gibi gözüken sükunet ve barış, halihazırda manastırda yaşayanlar tarafından pek hissedilmiyor. Piskopos Timotheos, makamında çaresizlik içinde kapıları çarparak dolaşıyor. Sekreteri Can Gülten, "Yerli Hristiyanlar olarak çok tedirginiz" diye konuşuyor. Sadece onu etkilemiyor, Türkiye'nin ücra bir köşesinde dokuz aydan beri bir arazi ile ilgili tırmanan tedirginlik, manastırın etrafındaki Kürt ve Arap köylerinden Ankara'ya, oradan Batı Avrupa'nın başkentlerine kadar uzanıyor.
Tüm Avrupa'nın bu konuyla ilgilenmesi, Arapların yaşadığı komşu köyün muhtarı İsmail Erkan'ı şaşırtıyor. Yayvantepe, manastırdan üç KM uzakta ve Sankt Gabriel ile ilgili kavgadaki ihtilaflı altı taraftan biri. Bu, dolaylı olarak Avrupa tarafından çıkarılmış bir kavga. Geçtiğimiz yılın ağustos ayında kadastro memurları tapu kayıtlarını AB standartlarına uyarlamak amacıyla arazi ölçümü için geldiklerinden beri, burada huzur diye bir şey kalmadı. Zira, arazi ölçümü sonuçları ne manastırı ne de etraftaki köyleri memnun etti. O dönemden beri taşlı birkaç hektar alan uğruna manastır, Arap köyü Yayvantepe, Kürt köyleri Eğlence ve Çandarlı ile Türk hazinesi ve Orman Genel Müdürlüğü kavga ediyor.
Dava, muhtemelen Türkiye'nin en çokkültürlü kenti Midyat'taki mahkemelerde görülüyor. Burada üç dinin bir arada yaşamasından gurur duyuluyor. Uzun süredir burada yaşayan yerliler çok doğal bir şekilde Kürtçe, Türkçe, Aramice ve Arapça konuşuyorlar. Bunlardan biri de bu davada Mor Gabriel Manastırını savunan genç avukat Rudi Sümer.
Sümer, pazar meydanındaki bürosunda, öne süreceği gerekçeleri hazırlıyor. 27 yaşındaki avukat, manastırın sınırlarının; eski tapular, belgeler ve havadan çekilmiş görüntülerle 1938 yılından beri kayıt altında olduğunu ve 1950 yılında bir kez daha makamlar tarafından teyit edildiğini belgeliyor. Ayrıca manastırın on yıllardan beri düzenli olarak bu ülkeye vergi ödediğini söylüyor. Sümer'e göre, kadastro memurları etraftaki köylerin ısrarına boyun eğerek sınırı köyler ile manastırın tam ortasından geçirmişler ve bu suretle manastıra ait toprakların köylere verilmesini sağlamışlar. Manastır, Kadastro Dairesine itirazı sonuç getirmediği için mahkemeye başvurmak zorunda kalmış. Bunun üzerine etraftaki köyler, manastırın devlete ait ormanlık araziye el koyduğu yönünde suç duyurusunda bulunmuşlar. Bu ise Hazine ile Orman Müdürlüğünü harekete geçirmiş. Bu arada eş zamanlı olarak konuyla ilgili üç dava açılmış bulunuyor.
Dava günlerinde Midyat'taki adli makamlar önünde renkli bir karmaşa yaşanıyor. Zira buraya davayı izlemek için uzaktan yakından, etraftaki Süryani köylerinden olduğu kadar, bugün Türkiye'nin güneydoğusunda, buradaki Tur Abdin dağından adını alan dünyanın en eski Hristiyan topraklarında olduğundan çok daha fazla Hristiyanın yaşadığı Batı Avrupa'daki Süryani diasporasından meraklılar geliyor. Yaklaşık 100 yıl önce Ermenilere yönelik katliamda zaten sayıları azalan Süryanilerin çoğu, geçtiğimiz on yıllarda yoksulluk, ayrımcılık ve Kürt asiler ile Türk ordusu arasındaki savaşta cepheler arasında kalmanın korkusuyla göç etti. Gerçi bu arada Almanya, İsveç ve İsviçre'deki Süryani aileler ve köylüler temkinli bir şekilde Tur Abdin'e geri dönmeye ve savaşta tahrip edilen köylerini yeniden inşa etmeye başladılar. Hristiyan köylerinin yanık toprakları üzerinde, Süryani tarzı inşaatla Avrupa stilinin birleşmesiyle ortaya şahane villalar çıktı. İl yönetimi de geri dönenleri elektrik bağlantısı ve yol yapımı konusunda destekliyor. Geri dönenlerin köylerinde restore edilen kiliselerin açılışına vali katılıyor ve devlet, geri dönen bir Hristiyanın şarap fabrikasını kredi vererek destekliyor.
Ancak diasporanın büyük bir kesimi Türk hükümetinin verdiği, "geri dönenlere kucağımız açıktır" şeklindeki güvenceler karşısında şüphe duymaya devam ediyor. Diasporadaki Süryaniler Almanya'daki gösterilerde, "Mor Gabriel Manastırını kurtarın! Türkiye'deki Hristiyanlığı kurtarın" sloganları atıyorlar. Onlara göre, arazi kavgası, manastırın varlığına son vermek ve son Hristiyanları vatanlarından sürmek için başlatılan bir girişim. Manastırda yaşayanlar, Eğlence köyündeki bir çobanın, piskopos hakkındaki "işgal ve yağmalama" suçlamasına ve etraftaki köylerde dolaşan, manastırın misyonerlik yaptığı ve Kürt PKK asilerini desteklediğine dair söylentilere işaret ediyorlar. Piskoposun sekreteri, arazi kavgası olarak başlayan ihtilafın bu arada komşular tarafından dinler arası bir kavgaya dönüştürüldüğünden yakınıyor.
Yayvantepe köyünün tozlu meydanında ise olaya daha farklı bakılıyor. Yaşlı bir adam, "Hristiyanlarla bir sorunumuz yok, ama bize haksızlık ediyorlar" diye konuşuyor. Caminin etrafına hızla toplanan kalabalıktan biri, "Davayı manastır açtı, bize karşı mahkemeye giden onlar. Bizde onurumuzu korumak için karşı dava açtık" diyor. Bir diğeri ise ilerdeki köyde Hristiyanların yeni evler inşa ettiklerini, kendilerinin de onlara yardımcı olduklarını söylüyor ve ekliyor: "Onlara karşı olsak hiç yardım eder miydik?
Köy muhtarı İsmail Erkan da, "Bizde iki taraf kavga ettiğinde bir aracının gelip onları barıştırması adettir. Muhtarlar iki kez ara buluculuk yapmak için manastıra gittiler, ama manastır bunu istemedi. Bunun yerine mahkemeye gittiler. Köylüler bunu hoş karşılamadılar." diye anlatıyor. Bir yaşlı adam ise, "İbadet etmek için neden birkaç yüz hektara ihtiyaçları var ki?" diye soruyor ve camiyi göstererek, "Bakın bize birkaç metrekare yetiyor." diyor.
Tur Abdin'in havası bu arada iyice zehirlenmiş durumda. Duruşmalar aralık ayından beri devam ediyor. Can Gülten, "Hukuka ve adalete inanıyoruz ve mahkemenin gerçekler ile belgeleri dayanak alarak adil bir hükme varacağın umut ediyoruz. Tüm endişelere rağmen bu bizi teselli ediyor." diye konuşuyor. Dava, Türk Süryanilerin bugün yaşadığı Batı Avrupa tarafından da dikkatle izleniyor. Ankara'daki Avrupa Büyükelçilikleri, mahkemelerin düzgün çalıştığından emin olmak için duruşmaya gözlemci gönderiyorlar.
Almanya ve Avrupa'nın diğer ülkelerindeki politikacı ve milletvekilleri de Tur Abdin'deki Hristiyanların sırtını güçlendirmek için dava sürecinde manastıra dayanışma ziyaretleri düzenliyorlar. Bu ise Müslüman köyleri üzüyor. Muhtar Erkan, "Onların hepsinin burada ne istediğini anlamıyorum." derken, caminin önündeki adamlar, "Manastır tabii ki Avrupa'daki Hristiyanlardan destek alıyor." diye mırıldanıyorlar.
Türk hükümeti de Avrupalıların eleştirel bakışlarını hissediyor. Kısa bir süre önce hükümetteki AK Parti tarafından yapılan bir açıklama, "Sorunu uluslararası bir kriz haline dönüştürmek istemiyoruz." şeklindeydi. Başbakan Erdoğan, Hazine'ye ve Orman Bakanlığına manastırla dostane bir şekilde anlaşılması talimatı vermiş. Bu arada AK Partili bir milletvekili, köylüleri şikayetlerini geri almaya ikna etmeye çalışıyor. Valinin de sorunu hızla bertaraf etmesi emri aldığı söyleniyor. Böylesi bir siyasi çözüm sağlanır mı yoksa mahkemeden mi bir karar çıkar bilinmiyor. Manastırın davasını gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar taşımak isteyen Avukat Sümer'e göre, St. Gabriel ile ilgili kavgadan Tur Abdin'de tek bir şey kalacak: "Artık birbirimize gidip gelme olmayacak, şimdi aramızda bir soğukluk hakim."
RHEINISCHE POST: "MERKEL İLE SARKOZY TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNE KARŞI ÇIKIYORLAR"
ANKARA, 12/05(BYE)--- Almanya'da yayımlanan Rheinische Post gazetesinin 11 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Matthias Beermann imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yazının özet çevirisi şöyledir:
--Berlin'de Buluşma--
Şansölye Angela Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy arasında bazen esaslı sıkıntılar yaşanmadı değil. Ancak her ikisi de şu sıralar aynı yönde yol alıyor. Hatta Merkel ve Sarkozy şimdi de birlikte seçimleri kazanmak istiyorlar. Her ikisi de Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkıyor.
Merkel ve Sarkozy dün Berlin'de Gençlik Birliğinin 7 Haziranda yapılacak Avrupa seçimleri için düzenlediği seçim mücadelesi toplantısına birlikte katıldı. Toplantıda Almanya ve Fransa arasındaki dostlukla ilgili alışılagelmiş vaatler, adet olan heyecan ancak aynı zamanda elle tutulur birkaç siyasi ifade de mevcuttu.
Merkel, Lizbon Anlaşması'nı savunarak, reformları reddedip aynı zamanda da genişlemeden söz edenlere "el uzatmayacaklarını" ifade etti. AB tarafından Türkiye'ye imtiyazlı bir ortaklık verilebilir ancak bir tam üyelik söz konusu olamaz.
Sarkozy ise "Angela haklı, AB'nin sınırlara ihtiyacı var." açıklamasında bulundu. Sarkozy, Avrupa'nın devlet ve hükûmet liderleri arasında Ankara'nın AB üyeliği konusundaki en kararlı muhalifi olarak kabul ediliyor.
Ancak Merkel ve Sarkozy, Almanların ve Fransızların şu sıralar farazi AB genişlemesinden ziyade ekonomik krizle ilgilendiğini biliyor.
SPIEGEL ONLINE: "TÜRKİYE, MERKEL VE SARKOZY'İ VİZYONSUZLUKLA SUÇLUYOR
BERLİN, 12/05(BYE)--- Tirajı günde 1 milyon 27 bin olan liberal sol eğilimli Der Spiegel dergisinin 12 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, "als"rumuzuyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan DPA/AFP kaynaklı ve Ankara çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
--Merkel ve Sarkozy'nin AB Üyeliğini Yeniden Reddetmeleri Türkiye'yi Kızdırdı. Cumhurbaşkanı Gül'e Göre Retçi Tutumun Nedeni Muhtemelen "Vizyon Noksanlığı"--
Direniş büyük olsa da, Türkiye, AB'ye tam üyelik hedefine bağlı kalıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, üyeliği yeniden reddeden Şansölye Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'i eleştirdi. Gül, Portekizli mevkidaşı Anibal Cavaco Silva ile düzenlediği ortak basın toplantısında, "Siyasetçiler gelir giderler, Belki vizyon noksanlığından farklı şeyler söylerler. Ama bunlar bizi yolumuzdan saptırmayacaktır" diye konuştu.
Merkel ile Sarkozy hafta sonu, sınırları olmayan bir Avrupa konusunda acilen uyarıda bulunarak açık bir şekilde Türkiye'nin üyeliğine karşı olduklarını belirttiler. Merkel, Berlin'de düzenlenen Alman-Fransız Genç Birlik partilerinin toplantısında, AB'nin yeni üyelerle sürekli olarak genişleyip işlev göremez bir hale gelmesinin hiçbir anlamı olmadığını belirterek, Ankara ile tam üyelik yerine ayrıcalıklı ortaklığa gidilmesini telkin etti. Sarkozy de sınırları olmayan bir Avrupa'nın değeri olmayacağını kaydetti.
Gül çok net bir ifadeyle, Türkiye'nin, yanıltılmasına izin vermeden kararlı bir şekilde katılım müzakerelerinde ilerleme kaydetmeye devam edeceğini söyleyerek, "Refomlar devam edecektir." dedi. Türk muhalefet lideri Deniz Baykal da Merkel ve Sarkozy'i Türkiye ile AB arasındaki katılım müzakerelerini umursamamakla suçladı.
Ankara, 2005 yılından beri AB ile katılım müzakerelerini sürdürüyor. Ancak şimdiye dek 35 fasıldan 10'nu açılabildi. Türkiye'nin reform yorgunluğu, Kıbrıs ihtilafı ve AB'ye üye devletlerin Türkiye'ye karşı direnişleri şimdiye dek katılım müzakerelerinde hızla ilerleme kaydedilmesini engelledi.
BELÇİKA BASINI
EUOBSERVER: "TÜRKİYE, AB'NİN BORU HATTI PLANI KONUSUNDA KENDİ ÇIKARLARINA GÖRE OYNUYOR"
ANKARA, 11/05(BYE)--- Merkezi Brüksel'de bulunan bağımsız haber sitesi Euobserver'ın 8 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Andrew Rettman ve Valentina Pop imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Prag çıkışlı metnin çevirisi şöyledir:
Ankara'nın 8 Mayıs cuma günü dikkatleri çektiği üzere AB, Türkiye ile üyelik görüşmelerinin önünü açmadıkça, Rusya'ya enerji bağımlılığının devam etmesini ve gaz fiyatlarının ciddi biçimde artmasını göze alır.
Prag'da düzenlenen bir enerji zirvesinde Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Nabucco gaz boru hattını kendi ülkesinden geçerek inşa edilmesi hususunda hükûmetler arası bir anlaşmayı haziran ayında sonuçlandırmayı vadeden bir deklarasyona imza attı.
Ancak Gül "hükûmetler arası bir anlaşmayı", AB'nin Türkiye'nin üyelik müzakereleri kapsamındaki enerji başlığının açılmasına bağladı. Söz konusu başlık, uzun zamandır devam eden toprak anlaşmazlığına bağlı olarak Kıbrıs tarafından engellenmişti.
Gül şunları söyledi: "Daha başarılı olabilmek açısından her iki tarafın iş birliği ve dayanışması büyük önem taşıyor. Biz, enerji başlığında müzakerelerin başlamasının büyük fayda sağlayacağı inancındayız."
Hükûmetler arası bir anlaşma olmaksızın başlaması imkânsız olan Nabucco boru hattı, 2020 yılı itibarıyla Hazar Denizi havzasından -Rusya'yı devre dışı bırakarak- doğrudan AB'ye yılda 25 milyar metreküp gaz pompalanmayı öngören bir projedir.
Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso perşembe günü Prag'da Türkiye'nin AB üyeliği ile Nabucco arasında kurduğu bağlantıyı pek önemsemedi ve "Gül, herhangi bir şarttan bahsetmedi." dedi.
Ancak Komisyonun Türkiye Elçisi Marc Pierini aynı gün Ankara'da gazetecilere yaptığı açıklamada daha az diplomatikti.
Pierini "Türkiye Konsey'de (AB üyesi ülkelerin sekreterliği) Nabucco ile Kıbrıs tarafından engellenen enerji başlığı arasında resmi olarak bağlantı kurmuyor. Ancak bu husus, kendilerinin meseleye bakışının bir parçasıdır ve konsey içerisinde siyasi bir oyundur." dedi.
Paris merkezli Uluslararası Enerji Ajansı Euobserver'a "Ankara'nın müzakereci pozisyonu, Türkiye'nin Hazar'dan AB'nin ihtiyaç duyduğu kadar gaza ihtiyacı olması gerçeği yüzünden zayıflamaktadır." açıklamasında bulundu.
Uluslararası Enerji Ajansından Ian Cronshaw "Türkiye'nin kendi gaz tüketimi artmaktadır. 2002'de 16 milyar metreküp ve 2008'de 37 milyar metreküp gaz tüketmiştir. Gazının yüzde 63'ü Rusya'dan geliyor ve Ukrayna krizinde onun da gazı kesildi." dedi.
--Türkmenistan Hayal Kırıklığı Yarattı-
Prag zirvesinde ortaya çıkan bir diğer önemli detay, dünyanın dördüncü büyük gaz rezervlerine sahip olan Türkmenistan'ın Nabucco için gelecekteki gaz hacmine dair güvence veren AB deklarasyonunu imzalamamasıydı. Türkmenistan Prag'a iki numaralı yetkilisi Tachberdy Tagiev'i gönderdi ve ayrıca zirveden iki gün önce Muhametkuli Aymuradov adlı siyasi bir mahkûmu serbest bırakması, AB ile ilişkileri açısından hayra alametti. Ancak yine de o gün kaleme sarılmadı.
Çek Başbakan Mirek Topolanek "-Deklarasyona imzasını atan- Azerbaycan, Avrupa yönünde arzuları olan bir Avrupa ülkesidir. Türkmenistan bu tip arzuları olmayan bir Orta Asya ülkesidir. Bu yüzden benim bir neden aradığım nokta bu husustadır." dedi.
Nabucco ve "Güney Koridorundaki" diğer boru hatlarıyla ilgili henüz cevaplanmamış sorular, Alman RWE gibi AB enerji şirketlerini sözleşme yapmaktan alıkoyuyor.
RWE adına konuşan Michael Rosen "Güney Koridoru fikrini genel olarak destekleyen siyasi birliğe dair bir işaret oldukça yardımcı olur." dedi.
EUOBSERVER: "ANKARA'NIN MÜSLÜMAN ÜLKELERLE DAHA YAKIN BAĞLARI AB İLE BAĞDAŞIYOR"
ANKARA, 12/05(BYE)--- Merkezi Brüksel'de bulunan bağımsız haber sitesi Euobserver'ın 11 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Valentina Pop imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Ankara çıkışlı yazının çevirisi şöyledir:
Ankara'nın, kabine değişikliğinin ardından laik muhalefetin endişelerine rağmen Müslüman komşularla daha güçlü bağlar kurulması yönündeki yeni politikasının AB ile uyumlu görülmesiyle beraber AB üyeliği hâlâ Türkiye'nin en önemli önceliği olmaya devam ediyor.
Türkiye'nin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu cuma günü Ankara'da gazetecilere "Benim dönemimde dış politikamızın ilk önceliği AB olmaya devam edecek." dedi.
Göreve başlayalı sadece 10 gün olan Davutoğlu Türkiye'nin "çok boyutlu" kimliğine -Avrupalı ama çoğunluğu Müslüman, Orta Doğu, Kafkaslar, Akdeniz ve Karadeniz ile sınırları olan bir ülke olmasına- vurgu yaptı ve hiçbir Türk liderinin ülkenin bu yönlerini görmezden gelemeyeceğini söyledi.
Muhalefetin gözünde bu değişim Türkiye'nin farklı bir kültür olduğu ama aynı zamanda Avrupa ile aynı Batılı medeniyeti paylaştığı şeklindeki geleneksel laik görüşten saptığının işareti. Örneğin, Suriye ile ortak askerî tatbikat yapılması Türkiye'nin uzun süredir müttefiki olan İsrail'de kaygılara yol açtı.
Başbakanın eski danışmanı, etkili bir muhafazakâr entelektüel olan Davutoğlu, Ankara'nın Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen'in NATO genel sekreteri olmasına onay vermeye şiddetle karşı çıkmasında rol oynamıştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Müslüman dünyasında, Danimarkalı siyasetçinin karikatür krizini yönetme biçiminden kaynaklanan kaygıları dile getirdi. Ancak nihayetinde ABD Başkanı Barack Obama tarafından ikna edildi.
Davutoğlu şunları söyledi: "Amacımız NATO'ya karşı Müslüman dünyasını savunmak değil, herhangi bir yanlış anlamanın ve NATO'nun imajının zedelenmesinin önüne geçmenin bir yolunu bulmaya çalışmaktı. Biz sadece bir NATO üyesi olarak düşündük."
Davutoğlu, Ankara'nın, kaygıların Çin'den ve Afrika'dan kaynaklanması hâlinde de aynı şekilde hareket edeceğinin altını çizdi.
Yeni dış politikaya ilişkin küçük farklılıklara da değinen Davutoğlu, ülkesinin çok yönlü kimliğini reddedemeyeceğini söyledi ve şöyle devam etti: "Avrupa'da, Avrupa'nın geleceği üzerinde düşünüyorum ve bir Avrupalı olarak konuşuyorum. Ancak, İslam Konferansı Teşkilatının üyesiysek, bu teşkilatta biz şüphesiz Müslüman dünyasının geleceği hakkında konuşan bir üye oluruz."
İran ile ilişkilerle ilgili sorulan soruya karşılık Davutoğlu, özellikle de her iki ülkenin 1639 yılından bu yana sınırını değiştirmemiş olmasından dolayı "karşılıklı saygı"yı vurguladı ve şöyle dedi: "Birbirimizi tanıyoruz, birbirimize saygı duyuyoruz. Nükleer meselelerle ilgili politikamız açıktır; hiç kimse nükleer silahları savunamaz." Ama Davutoğlu aynı zamanda Tahran'ın barışçıl nükleer enerji projelerine hakkı olduğunu da savundu.
İsrailli çevrelerin ve muhalefetin kaygı duymasına yol açan dış politikaya ilişkin bir başka değişiklik ise hükûmetin Hamas'a yaklaşımı.
Türkiye'nin AB başmüzakerecisi Egemen Bağış ayrı bir basın toplantısında gazetecilere şöyle dedi: "Hamas'ın olmadığı bir barış mümkün mü? Beğenin, beğenmeyin onlar bir çözümün parçasıdır. Gerçekten iki devletli bir çözüm istiyorsak, Hamas'ın masaya oturmasına izin vermeliyiz."
--AB Başarısızlığı, İslami Politikayı Tetiklemektedir--
Laiklik yanlısı Cumhuriyet Halk Partisinden Onur Öymen, "İktidar Adalet ve Kalkınma Partisinin Avrupa politikası gönülsüzdü ve tercihi Müslüman ülkelerden yanaydı çünkü AB, halkın gözünde başarılı bir hikâye olmadı." dedi.
Türkiye'de din ile devlet işlerini birbirinden ayıran laiklik ilkesini yerleştiren Kemal Atatürk'ün kurduğu CHP, AK Partinin yüzde 46,6'lık oy oranıyla gücünü artırdığı 2007 seçimlerinde büyük bir yenilgi aldı.
Öymen, AB'nin, ordunun rolünü sınırlayan ve -başörtüsü gibi- İslamî sembollerin kamu hayatına tekrar girmesine olanak tanıyan, AK Parti reformları diye adlandırılan reformları desteklemekle hata yaptığını söyledi. Ordunun ve destekçilerinin imajı, geçen yıl "Ergenekon" diye adlandırılan, geniş kapsamlı davanın ortaya çıkmasıyla ciddi şekilde sarsıldı. 100'ün üzerinde eski general, akademisyen, siyasetçi ve gazeteci, Temmuz 2008'den bu yana, AK Parti hükûmetini devirmeyi ve önde gelen bazı isimlere suikast düzenlemeyi amaçlayan bu gizli, aşırı milliyetçi, yarı askerî örgütle bağlantılı olmaktan tutuklandı ya da sorgulandı.
Ergenekon'un, soğuk savaş döneminin başında komünizm ile ve daha sonrasında Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile mücadele etmesi için kurulan CIA destekli kontrgerillanın halefi olduğu ya da başlarda kontrgerillanın parçası olan kişilerin Ergenekon üyesi olduğundan şüpheleniliyor.
Dava tam da Anayasa Mahkemesinin AK Partinin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ilkesini çiğneyip çiğnemediğine ilişin hüküm vermek üzere olduğu günlerde başladı. Bu hüküm partiyi kapatacak ve içlerinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de olmak üzere çoğu yöneticisini hapse mahkûm edecekti.
Mahkeme, AK Partiyi anayasa karşıtı olarak nitelendirmedi, ancak ciddi bir uyarıda bulundu ve AK Partinin "laiklik karşıtı eylemler" yürüttüğünü söyledi.
--AB Kamuoyunun Gündeminde Değil--
AB Komisyonu Ankara delegasyonundan Marc Pierini, AB müzakerelerinin yavaş ilerlemesi ve yerel siyasetin kendilerini yeterince hırpalaması ile Türk vatandaşlarının tüm sürece karşı umursamaz göründüğünü söyledi.
Pierini, "AB, Türk vatandaşlarının gündeminde değil. Topluluk müktesebatı daha temiz hava, güvenli yiyecek, eşit haklarla ilgili. Ancak burada vatandaşların çok güçlü bir siyasi bilinci söz konusu, köylerde bile siyaseten çok eğitimliler. Birliğe katılım güdüsü çok güçsüz." dedi.
Müzakerelerin başlamasından bu yana beş yıl içinde Ankara ve Brüksel 35 başlıktan sadece birini kapattı. Öte yandan Kıbrıs ile ilgili anlaşmazlık nedeniyle 8 başlık da bloke edilmiş durumda. Buna ek olarak şu anda Kıbrıs, enerji başlığının açılmasını engelliyor. Kıbrıs -üye ülkeleri temsil eden- AB Bakanlar Konseyinde bunu yapan tek ülke.
Ankara, AB üyesi olan ve Kuzey Kıbrıs'ın bir referandum sonucunda kabul ettiği, BM öncülüğündeki anlaşmayı reddederek adanın kuzeyi ile uzlaşmakta başarısız olan Kıbrıs'ı tanımıyor.
Kuzey Kıbrıs, AB üyesi değil ve sadece 1973 yılında Yunanistan'a ilhakını önlemek için adanın bu kısmını işgal eden Türkiye tarafından tanınıyor.
Türkiye sorun çözülmeden havaalanları ve limanlarını Kıbrıs Rum kesimine açmayı reddediyor.
FRANSA BASINI
LES ECHOS: "TÜRKİYE'NİN KARŞI ÇIKILAN YÜRÜYÜŞÜ"
PARİS, 07/05(BYE)--- Tirajı günde 143 bin olan Les Echos gazetesinin 7 Mayıs 2009 tarihli sayısının ilavesi Enjeux-Les Echos'da, Jacques Hubert-Rodier imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin geleceği nerede? Avrupa'da mı, yoksa Asya'da mı? Bu soru hala soruluyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün Jakobenizm ve Fransız usulü laiklikten esinlenerek 1923 yılında kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa ile birleşme yolunda karşı çıkılan yolculuğuna devam ediyor. Türkiye prensipte Brüksel ile 2005 yılında açılan müzakerelerin sonuna gelindiğinde, 2025 yılında Avrupa Birliği'ne katılabilir. Ancak sadece prensipte diyoruz... Zira müzakereler duraklama noktasında. "AB müktesebatının" Türk yargısına aktarılmasını sağlayan 35 başlıktan sadece on tanesi açıldı. Geriye kalan 25 başlık ise, Türkiye Kıbrıs'ın gemi ve uçaklarını topraklarında kabul etmediği sürece kapalı kalacak.
Avrupa Birliği yolundaki engelli parkurun ayrıca Ankara'nın 1915 "Ermeni soykırımını" tanımayı reddetmesi sebebiyle de zorlaştığı unutulmamalı. Bu mesele hiçbir şekilde katılım şartı oluşturmasa bile Avrupa Parlamentosu, hatta Fransa'daki gibi ulusal parlamentolar kendi yasalarını çıkardılar.
Ancak tarihin bir çelişkisidir ki, Türkiye'nin Avrupa yolculuğu sadece Avrupa'yı ilgilendiren bir mesele değildir, aynı zamanda sadece Ankara'nın özellikle insan hakları konusundaki reformları gerçekleştirme şartına da bağlı değildir. Türkiye'nin üyeliği meselesi, Amerikalılar ile Avrupalılar arasında bir anlaşmazlık konusudur.
ABD'ye göre, Türkiye siyasi açıdan Avrupa'dadır. Hem çeyrek asırdan beri ülkenin Asya kıtasındaki toprakları Avrupa'ya İstanbul Boğazındaki köprülerle bağlandığı için, hem de Barack Obama'nın 6 Nisan'da Ankara'daki Türk meclisinde yaptığı konuşmada da belirttiği üzere, yüzyıllardır ortak bir tarih, kültür ve ticari ilişkileri paylaştıkları için.
NATO'nun doğudaki direği Türkiye, ABD başkanının gözünde Sovyetler Birliği'nin güneye doğru etkisinin durdurulmasının ardından Orta Doğu ve Orta Asya yönünde Atlantik İttifakı'nın köprübaşı. Stratejik çıkar, ayrıca ABD birliklerinin Irak'tan çekilmesi ve Afganistan'da güçlenmesi gereğiyle de anlaşılıyor.
--Ayrı Görüşlerle Dolu Bir Avrupa--
ABD, doğal olarak Avrupa'nın, tıpkı Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri için olduğu gibi, bu ülkeyi siyasi anlamda stabilize edebileceğine inanıyor. Ancak ABD'nin Avrupalı Türkiye görüşünü Avrupalıların tamamı paylaşmıyor. Elbette İngilizler, İtalyanlar veya Kuzey Avrupa ülkeleri bu fikre karşı çıkmıyor. Ancak Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Almanya Başbakanı Angela Merkel, hatta Avusturya Başbakanı Werner Faymann için durum farklı. Onlara göre, "bir imtiyazlı ortak" olması gerekse bile Türkiye'nin Avrupa'nın siyasi kurumlarında yeri yok.
Bu reddin ardında İslam'a ve nüfusa bağlı endişeler gizli. Türkiye'nin üyeliğiyle AB içerisindeki Müslüman sayısı 15 milyondan 92 milyona çıkacaktır. Ayrıca Türkiye, 2015 yılına kadar Almanya'nın önünde Avrupa'nın en kalabalık ülkesi olacaktır -ki bu durum kuşkusuz siyasi katsayılara yansıyacaktır. Pek çok Avrupalı lider, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın partisi AKP'nin, laikliğin koruyucusu olan Türk ordusu karşısında ılımlılığı temsil ettiği söylense bile toplumun İslamlaştırılmasının Truva atı olduğuna inanıyor.
Avrupa Birliği için diğer bir risk, kişi başına milli gelirde 27 AB ülkesi ortalamasının yarısının altında bir düzeyde olan 70 milyon nüfuslu bir ülkeyi hazmedebilme kapasitesidir. Kriz, son dört yılda 6,7'lik büyüme oranı kaydeden Türkiye'yi de sert biçimde vurmuştur. Kısacası sadece gelir düzeyindeki uçurumun daha da açılması değil, ayrıca 2009'un sonuna kadar en az 3 milyon Türk vatandaşının işsiz kalması söz konusudur.
Atlantik okyanusu ile Ural Dağları arasında sınırları zor belirlenen bir kıta olan Avrupa, Türkiye'ye Avrupa Birliği'nin kapılarını kapatarak coğrafi anlamda zaten bilinen konumunda kalma riskini alıyor: yani sadece Asya'nın küçük bir uzantısı olma konumunu...
LE FİGARO: "AVRUPA SEÇİMLERİ"
PARİS, 13/05(BYE)--- Tirajı günde 322 bin olan Le Figaro gazetesinin 13 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin özet çevirisi şöyledir:
UMP önde gidiyor, Sosyalist Parti kaygılı, MoDem gözetliyor.
Bir kamuoyu anketi, Fransa'nın önde gelen sağ eğilimli partisi UMP'nin 1994 yılından bu yana ilk kez seçimlerin galibi olabileceğini ortaya koyuyor. Ankete göre, kendilerine "Türkiye'nin AB'ye katılması uygun mudur?" sorusu yöneltilen Fransızların yüzde 67'si bu üyeliğe karşı çıkıyor, yüzde 30'u ise üyeliği destekliyor. Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkanların oranı UMP'de yüzde 82 iken Sosyalist Partide yüzde 53, MoDem'de ise yüzde 71.
AFP: "GÜL: MERKEL VE SARKOZY 'YETERLİ VİZYONA SAHİP DEĞİL'"
ANKARA, 12/05(AFP)(BYE)--- Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bugün, Fransız ve Alman liderlerin, karşı oldukları Türkiye'nin AB'ye katılımı konusunda vizyon sahibi olmadıkları açıklamasında bulundu.
Ankara'yı ziyaret eden Portekizli mevkidaşı Anibal Cavaco Silva ile birlikte düzenlediği basın toplantısında konuşan Gül, "Politikacılar gelir ve giderler (...) Çeşitli nedenlerden ve belki de vizyon eksikliğinden birtakım şeyler söyleyebilirler. Ancak biz buna hiç ehemmiyet vermeyeceğiz" dedi.
Cumhurbaşkanı Gül, Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin eşliğinde Avrupa Parlamentosu seçimleri için hafta sonu Berlin'de düzenlenen bir seçim kampanyasında Türkiye'nin AB'ye girmesine yönelik muhalefetini yineleyen Alman Şansölyesi Angela Merkel'in açıklamalarına tepki gösterdi.
Merkel, Türkiye ile imtiyazlı ortaklığa hazır olduğunu tekrar etmiş fakat Türkiye'nin AB'ye girmesini reddetmişti.
Fransız Cumhurbaşkanı ise, Alman Bild am Sontag gazetesinde pazar günü yayımlanacak olan bir mülâkatta, 71 milyon nüfuslu Müslüman Türkiye'nin AB'ye girmesine karşı olduğunu yineledi.
Sarkozy, "Türkiye'ye boş vaatler vermeyi keselim ve Türkiye ile, Rusya'ya da teklif edebileceğimiz, büyük bir ortak iktisadî ve insanî alan oluşturulması üzerinde çalışalım" dedi.
Gül, ülkesinin bir gün Avrupa kulübüne girmek için demokratik reformlar yolunda ilerlemeye devam edeceğini vurguladı ve "AB'nin Türkiye'ye ihtiyacı var" dedi.
İNGİLTERE BASINI
BBC: "PRAG'DA YAPILACAK AVRUPA BİRLİĞİ GÜNEY KORİDORU ZİRVESİNDE NABUCCO PROJESİNİN ELE ALINMASI BEKLENİYOR"
ANKARA, 08/05(BYE)--- BBC'nin 07.00-07.30 Türkçe yayınından:
Prag'da bugün Avrupa Birliği Güney Koridoru, İpek Yolu ve enerji güvenliği konulu zirve yapılacak. Toplantıda özellikle Nabucco projesinin ele alınması bekleniyor. Nabucco projesinin Türkiye-Ermenistan yakınlaşmasından rahatsızlık duyan Azerbaycan'ın bu proje için öngörülen doğal gazı Rusya'ya satmak istediği yolundaki haberler nedeniyle riske girmiş olabileceği kaygıları yaygın ancak bu kaygının yersiz olduğunu düşünenler de var.
İstanbul'dan Kürşat Akyol'un haberi:
AKYOL: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Prag'a gitmeden önce yaptığı basın toplantısında zirvenin, Avrupa Birliği ve Türkiye'nin enerji arzı güvenliğine katkı için önemli olduğunu söyledi. Prag'daki zirvenin enerji gündeminin en önemli maddesi 2014 yılında yürürlüğe girmesi planlanan Nabucco Projesi. Bu proje, Avrupa'nın ihtiyacının Rusya'ya bağımlılığının azaltılmasını da amaçlıyor.
Projenin Azerbaycan'ın Hazar'daki Faz-21 sahasından 2013 yılından itibaren çıkarmayı planladığı yıllık 13 milyar metreküp doğal gazla gerçekleştirilmesi planlanıyor. Bu amaçla bu gazın 9 milyar metreküpü için pazarlık yapılıyordu. Türkiye'nin planı, bu gazın 4 milyar metreküpünü kendi ihtiyacı için almak, kalanını da Nabucco üzerinden Avrupa'ya taşımaktı. Ancak Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi görüşmelerinden rahatsız olan Bakü'nün bu gaz için Rusya'yla pazarlığa oturduğu iddiaları projenin geleceği hakkında kuşkulara neden oldu.
Azeri gazına alternatif olarak Irak gazının kullanılabileceğini düşünen uzamanlar da var. Bununla birlikte Zaman gazetesi dış politika yazarı Fikret Ertan, Nabucco'nun şansının arttığı görüşünde ve Avrupa Birliği'nden bölgedeki bir başka doğal gaz zengini ülke olan Türkmenistan'a yapılan çağrıyı hatırlatıyor.
ERTAN: Düşen enerji fiyatları, Rusya'nın daha az enerjiye ihtiyaç duyması ve dünyadaki ekonomik kriz nedeniyle Nabucco'nun şansının arttığı söyleniyordu. Bu doğru. Yani Nabucco'nun şansı arttı. Ayrıca Türkmenistan özellikle bu zirveye davet edilmiş bulunuyor. Türkmenistan'da buraya gelecek ve Avrupa Birliği ile Nabucco projesi ve Avrupa Birliği'nin önümüzdeki dönemde sağlayacağı Hazar doğal gazı konusunda görüşmeler yapılacak.
Türkmenistan, özellikle son dönemde, Avrupa Birliği'ne doğal gaz vermek istiyor yani çeşitlendirmek istiyor. Rus kontrolünden veya boyunduruğundan kurtulmak istiyor. Bu bakımdan Avrupa Birliği'ne bakıyor. Avrupa Birliği zaten Türkmenistan'dan 10 milyar metreküplük bir taahhüt de almıştı. Bu taahhüdün ileride somut hâle dönüşmesi de mümkün olabilecek.
AKYOL: Peki Azerbaycan'ın gazını Rusya'ya satması olasılığı. Gazeteci Fikret Ertan, Bakü'nün siyasi meselelerinin çözümü için gazı bir koz olarak kullanmak amaçıyla zemin yokladığı görüşünde.
ERTAN: Tabii bunun da bir limiti var yani bununla da çok ileriye gidemezsiniz. Sırf gaza dayalı olarak da Rusya'yı razı etmek mümkün değildir. Çünkü Ermenistan'la Rusya arasındaki ilişkiler çok köklü ve çok derindir. Şimdi Karabağ meselesinin çözümünde kilit ülke Rusya'dır. Bunu baştan bilmek lazım. Ermenistan'la Rusya arasında 25 yıllık güvenlik anlaşması var. İki ülke arasında üç sene önce imzalanmıştı. Bugün Türkiye-Ermenistan sınırları hem Rus askeri hem de Ermeni askerleri tarafından korunuyor, keza İran sınırı da aynı şekilde. Yani Rusya, Ermenistan'ın güvenliğini garanti etmiş bir ülke. Ülkede Rus üsleri ve askerleri de var. Bu bakımdan Rusya'yı muhakkak her türlü anlaşmada dikkate almak gerekiyor. Azerbaycan tarafının Rusya'ya sadece doğal gazı öne sürerek başka konularda istediği bütün tavizleri almasını şu anda pek mümkün görmüyorum.
AKYOL: Avrupa Birliği Güney Koridoru Zirvesi sonunda doğal gaz alanında üretici, tükeci ve transit ülkeler arasında ortaklık ve diyaloğun geliştirilmesini amaçlayan bir ortak bildiri yayımlanması bekleniyor.
THE ECONOMIST: "KIBRIS VE TÜRKİYE"
LONDRA, 08/05(BYE)--- İngiltere'de haftalık yayımlanan The Economist dergisinin 9 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan okuyucu mektubunun çevirisi şöyledir:
Kıbrıs'ın işgal edilmiş bölümündeki "seçimleri" konu alan 25 Nisan tarihli makaleniz, Kıbrıs'ı yeniden birleştirme görüşmelerinden çok Türkiye'nin AB'ye katılımıyla ilgiliydi. Türkiye 2005'te, bir dizi yükümlülüğü yerine getirmeyi üstlendi. Türkiye'nin, deniz ve hava limanlarını Kıbrıs deniz ve hava araçlarına açmayı reddetmesi de, Kıbrıs ile ilişkilerin normalleşmesini zora sokmakta, serbest ticaret ve rekabetin önünde engel oluşturmaktadır.
Dahası, süregelenler, devletlerin ticaret, gümrük ve egemenlik haklarını ilgilendiren ulusal ve uluslararası hukuk ile Avrupa hukukunun uygulanmasından ibaret olduğu için de işgal altındaki kuzeye AB tarafından getirilen "ticari kısıtlamalar" ifadeniz dayanaksızdır. Kıbrıs 2004'te, Kıbrıslı Türkler ile ticaretin geliştirilmesi için birtakım yöntemler önermiş, ancak bunlar, Türk tarafının liderlerince doğrudan reddedilmişti. Kıbrıs'ın, Türkiye'nin AB üyeliğini "engellemeye" çalıştığı iddiası da aynı derecede geçersizdir. Kıbrıs, 2005'te, Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılmasını destekleme kararı almış ve 23 Nisanda Kıbrıs Cumhurbaşkanı ile Yunanistan Başbakanı, Türkiye'nin yükümlülüklerini ve gerekli koşulları yerine getirmesi halinde, bu ülkenin üyeliğini desteklediklerini bir kez daha tekrarlamışlardı. ALEXANDROS ZENON Kıbrıs Büyükelçisi Londra
REUTERS: "AB 'İPEK YOLU' ZİRVESİ, HAZAR DOĞAL GAZININ AKIŞ ROTASINI NETLEŞTİRDİ"
PRAG, 08/05 (REUTERS)(BYE)--- Pete Harrison ve David Brunnstrom bildiriyor:
AB bugün, Hazar bölgesinden daha fazla doğal gaz ithalini netleştirecek bir anlaşma imzalayarak Rus doğal gazına bağımlılığını azaltacak bir adım atmış oldu.
AB, "güney koridoru" diye adlandırılan bir hat üzerindeki doğal gaz üreticileri ve Türkiye gibi geçiş ülkelerine Avrupa'ya daha fazla doğal gaz sağlamayı taahhüt etmeleri karşılığında ticaret ve güçlü aktarım hatları oluşturmayı teklif etti.
Avrupa, Azerbaycan, Türkiye ve Gürcistan liderleri arasında imzalanan anlaşma, merkezi bir AB doğal gaz alım konsorsiyumu oluşturulmasını öngörüyor.
Prag'da liderlerin toplantısına ev sahipliği yapan Çek Cumhuriyeti Başbakanı Mirek Topolanek, "Güney koridoru, boru hatları için tek yönlü bir hattan ibaret değildir, (...) Biz bunu her iki yönde de bilgi, işgücü ve enerji akışı sağlayacak bir ipek yolu gibi görüyoruz." dedi.
Topolanek, şayet AB doğal gaz tedariki konusundaki planlarına ivme kazandırmak istiyorsa, 3.300 kilometrelik Nabucco boru hattının inşasını tamamlamaya odaklanması gerektiğini söyledi.
10 milyar dolarlık Nabucco projesi, Hazar doğal gazını, Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Macaristan aracılığıyla Avusturya'ya pompalanmasını öngörüyor, ancak henüz ihtiyacı olan gazın sadece beşte birini garanti altına almış durumda. Projenin esas kaynağı olan Azerbaycan gazı 2016 yılına kadar ertelenebilir.
Zirvede liderler, AB ve Türkiye'nin Nabucco aracılığıyla doğal gaz ikmalinin şartları konusunda haziranın sonuna kadar bir anlaşmaya varmasını kararlaştırdı. Bu gelişme, potansiyel yatırımcılar açısından başlıca belirsizliklerden birini ortadan kaldıracaktır.
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, "Kararlıyız ve hazırız, (...) Hiçbir tereddüt yoktur, dolayısıyla ilerleyebiliriz." diye konuştu.
AB'de doğal gaz tedarikçilerini çeşitlendirmek konusunda yıllardır boşa konuşuluyor, ancak ocak ayında Rusya ile geçiş ülkesi Ukrayna arasında ortaya çıkan bir anlaşmazlık sonucu Avrupalılar gazsız kalınca bu mesele daha da önem kazandı.
Ayrıca Rusya'nın ağustos ayında Gürcistan ile girdiği kısa süreli savaş nedeniyle Moskova ile artan gerilim de AB'nin çözümüne katkı sağladı.
--Doğal Gaz Alım Konsorsiyumu--
Zirve sonunda varılan anlaşma Hazar Kalkınma Ortaklığı'nın, AB merkezi satın alma birimi gibi işlev görmesini öngörüyor. Bu adım, Birlik'in, bölgede anlaşmalara varmak konusunda uzun süredir devam eden sorunlarını sona erdirmeyi amaçlıyor.
Avrupa Yatırım Bankası Başkanı Philippe Maystadt, bankanın, Nabucco ve onun devamı olan, Hazar doğal gazını Avrupa'ya taşıyacak diğer iki boru hattı -Macar TAP ve İtalyan ITGI- ile ilgili konsorsiyumla fon konusunda görüştüğünü söyledi.
Maystadt üç projenin de, Azerbaycan'dan doğal gaz taşınmasını hedeflediğini, ancak Azeri gazının tek başına yeterli olmadığını ve başka kaynaklar da bulunması gerektiğini söyledi.
Maystadt, "Projelerden bir tanesi daha hızlı ilerleyebilir ve bu proje sayesinde Azeri doğal gazı temin edilebilir. (...) Daha sonra gelen diğer projeler, Hazar Denizi'nden geçecek bir bağlantı hattının oluşturulup Türkmenistan'dan doğal gaz alımını gerektirecektir." dedi.
Zirvede varılan mutabakatta, güneyde yeni doğal gaz kaynakları aramayı kapsayan planlar ortaya konuldu.
REUTERS: "SEÇİMLERİ GERİDE BIRAKAN TÜRKİYE YENİDEN AB YOLUNA DÖNECEĞİNE SÖZ VERDİ"
ANKARA, 08/05(REUTERS)(BYE)--- Ibon Villelabeitia bildiriyor:
Türkiye'nin AB müzakerecisi bugün, Ankara'nın, bloka katılım için öngörülmekle birlikte uzun zamandır ertelenen reformlar için yeniden harekete geçeceğini söyledi. Ülkenin önünde iki üç yıllık bir seçimsiz süreç var.
Türkiye 2005'te katılım görüşmelerine başladı, ancak o günden bugüne ilerlemenin seyri yavaştı. AB, Türkiye'den, askerin yetkilerinin azaltılması, ifade özgürlüğü ve azınlıklara tanınan hakların artırılması gibi çok zorlu reformlar yapmasını bekliyor. Ne var ki Ankara, seçimler ve ülke içi sorunlardan ötürü reformların ikinci planda kaldığını ileri sürüyor.
Müzakereci Egemen Bağış, Ankara'da bir yemekte bir araya geldiği AB büyükelçilerine, "Seçimsiz iki üç yıllık bir dönem var önümüzde ve bu reform yasalarını geçirmek için son derece önemli bir dönem. (...) Asıl ve tek hedefimiz tam üye olmak, ne bundan azı ne de fazlası. Reformlar konusunda da kararlıyız" dedi.
Türkiye defalarca reformları hızlandıracağına söz vermiş olsa da Brüksel, söylenenlerin bir şey ifade etmediğini, yapılanları görmek istediğini belirtiyor.
Bağış, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hükûmetinin, yakın bir tarihte parlamentoya, askeri yapıdaki 1982 anayasasını değiştirmeyi öneren bir yasa teklifi sunacağını söyledi ki bu, AB üyeliği yolunda önemli bir adım olacaktır.
1980 askeri darbesinden sonra yazılan mevcut anayasa, Türkiye'nin modernleşme yolculuğunu yavaşlatan ve ekonomik kalkınmayı baltalayan bir unsur olarak görülüyor. Bazı siyasi hakları sınırlayan anayasa, aynı zamanda orduya, seçilmiş hükûmetler üzerinde nüfuzunu kullanma imkanı tanıyor.
Bağış ayrıca, Türkiye'nin, AB standartlarını yakalayabilmek adına, yakın zamanda yargı ve vergi sistemleriyle eğitim ve enerji politikalarının reforme edilmesi yönünde çalışmalara başlamayı planladığını ifade etti.
AB Genişleme Komiseri Olli Rehn, 2009'un, Türkiye için, AB'ye katılma arzusundaki ciddiyetinin sınanacağı bir yıl olacağı görüşünde.
Öte yandan ülkede, AB konusundaki kuşkucu yaklaşım da Müslüman Türkiye'nin katılım görüşmelerinin Birlik tarafından haksız yere engellendiği inanışı da giderek artıyor. Sözgelimi etkili muhafazakâr muhalifler, AB üyeliğiyle ilgili, anayasanın değiştirilmesi de dahil tüm çalışmalara karşı koyacaklarını beyan ettiler.
AB ise, Türkiye'nin kulübe katılmasını isteyenler ile istemeyenler diye ikiye bölünmüş durumda.
THE GUARDIAN: "TÜRKİYE VE AVRUPA BİRLİĞİ ARASINDAKİ DOĞALGAZ ANLAŞMASI RUS BOYUNDURUĞUNU KIRDI"
ANKARA, 11/05(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan The Guardian gazetesinin 11 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Ian Traynor imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan Brüksel çıkışlı yorumun çevirisi şöyledir:
Üst düzey AB yetkililerine göre Avrupa Birliği ve Türkiye, bir yılı aşkın bir süredir devam etmekte olan çözümsüzlüğün ardından, Hazar havzasındaki bir enerji gelir kaynağı potansiyelini ortaya çıkaran önemli bir doğalgaz anlaşmasına vardılar.
25 Haziran'da Ankara'da imzalanacak olan anlaşma AB'nin meşum Nabucco boru hattı projesine büyük hız kazandırmayı vaadediyor. Nabucco Orta Asya, Kafkaslar ve Orta Doğu'dan Avrupa'ya doğalgaz naklini amaçlıyor ve Kremlin'in Avrupa'nın gaz ithalatı üzerindeki boyunduruğunun kırılmasında büyük önem arz ediyor. Türkiye ile zorlu müzakerelere katılan üst düzey bir AB yetkilisi, "Bu çok önemli bir gelişme. Türkler şartlarımızı kabul ettiler. Belirsiz hiçbir şey kalmadı." dedi.
9 milyar avroluk proje; Rusya'yı AB'ye karşı kışkırtan ve Türkiye, Almanya, Avusturya, Azerbaycan ve Orta Asya'nın otoriter rejimlerinin de dahil olduğu, Avrupa'nın gaz ihtiyacını Moskova ve doğalgaz tekeli Gazprom'un enerji tedarik hatları üzerindeki hakimiyetini durdurarak karşılamayı amaçlayan bir çekişmenin merkezinde yer alıyor. Nabucco'nun gerekçeleri tartışılıyor ancak Rusya'nın Ukrayna ile ocak ayındaki gaz savaşı ile bu gerekçeler pekiştirilmiş oldu. Bu çatışma Gazprom'un Orta ve Doğu Avrupa'ya tedariklerinde zarara yol açtı. 2006 ve 2007'de de benzer anlaşmazlıklar yaşanmıştı.
Türkiye'nin doğu sınırından Avrupa'nın Viyana dışındaki ana doğalgaz merkezine kadar 2000 mili aşkın uzunluktaki Nabucco, Avrupa'ya Gazprom'un kontrolü dışında gaz pompalayan ana rota olacak. Ancak plan, AB ve Türkiye arasında boru hattı transit anlaşmasına ilişkin anlaşmazlık nedeniyle çıkmaza girmişti. Boru hattının yarısından fazlasının Türkiye'den geçmesi ülkeyi Avrupa'nın enerji tedariğinin bekçisi durumuna sokuyor.
Ankara sıkı pazarlık yapmış ve pompalanan gazdan vergi almak ve gazı yüzde 15 indirimli kulanmak konusunda ısrarlı davranmıştı. Boru hattını inşa edecek ve işletecek altı şirketli konsorsiyum ve AB'li yetkililer bunun Nabucco'yu uygulanamaz hale getirdiğini söylemişlerdi.
Söz konusu çıkmaz cuma günü, AB ve katılımcı ülkeler arasında Prag'da yapılan zirvede aşıldı. Guardian gazetesine demeç veren Avrupa Komisyonu'nun enerjiden sorumlu üyesi Andris Piebalgs, Türkiye'nin Nabucco'nun taşıyacağı gazı yüzde 15 indirimli kullanma isteğinden vazgeçtiğini söyledi ve "Maliyete dayalı transit üzerinde anlaştık ve sonuca çok yakınız." dedi. Prag'daki zirveyi organize eden üst düzey bir Çek yetkili, müzakereleri "İstanbul'daki bir pazaryerinde yapılan pazarlıklara" benzetmiş ve sonuca dair bir şey söylenemeyeceğini belirtmişti.
Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, kendisine, anlaşmanın birkaç hafta içinde imzalanacağına dair güvence verdiğini söyledi ve "bana dediği budur" şeklinde konuştu.
Türk lider, Nabucco anlaşmasını dolaylı olarak Ankara'nın Brüksel ile AB'ye katılım müzakerelerindeki ilerlemeye bağladı. Müzakereler Kıbrıslı Rumların engellemesi nedeniyle çıkmazda. Bu bazı büyük AB ülkelerinin büyük memnuniyet duydukları bir durum. Ancak Barroso ve diğerleri Ankara'nın bir Nabucco anlaşması için şartlar getirmediği konusunda ısrar etti.
AB, gazının üçte birini yani 140 milyar metre küpünü Rusya'dan ithal ediyor. "Güney Koridor"un -Nabucco ve diğer boru hatlarının- 2020'ye kadar yıllık 60 milyar metre küp, yani gereksinimin yüzde 10'unu, pompalaması planlanıyor.
Nabucco boru hattının inşası tahmin edilen maliyetlerin artması nedeniyle erteleniyor ve eleştiriler projeyi boru rüyası olarak nitelendiriyor. Ancak Prag zirvesi ve Türkiye ile varılan bu ani anlaşma ile proje yeniden canlanacak gibi görünüyor.
Nabucco'nun yanında Avrupalılar ilk kez Hazar Denizi altında Türkmenistan ve Orta Asya'yı Azerbaycan'a bağlayan bir boru hattının inşasını desteklemekten bahsetti. Üst düzey bir AB yetkilisi Orta Asya gazının herkese açık olduğunu ve eğer oraya ilk Avrupa gitmezse gazın Rusya ya da Çin'in eline geçeceğini söyledi.
Eğer Nabucco hayata geçirilirse ilk olarak Azerbaycan'ın, BP işletmesindeki Şah Deniz 2 sahasından doğalgaza ihtiyaç duyulacak. Ancak Brüksel'deki yetkililer devasa gaz rezervleri olan Türkmenistan'ı, boru hattının uzun vadedeki yaşam kabiliyeti açısından anahtar olarak görüyor.
Ruslar Orta Asyalılara ve Azerbaycan'a Nabucco'yu durdurması ve Batıya giden tüm tedarik rotalarının kontrolünü elinde tutmak için yoğun baskı yapıyor. Türkmenistan Prag zirvesine katıldı ancak Rusya'yla Avrupa'yı birbirine düşürebilecek bir kararla ilgili yorumda bulunmaktan kaçındı.
FINANCIAL TIMES: "FEDERAL KIBRIS ÇÖZÜMÜ İÇİN ZAMAN TÜKENİYOR"
ANKARA, 12/05(BYE)--- İngiltere'de yayımlanan Financial Times gazetesinin 12 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Delphine Strauss imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği yolunda ilerlemesi önündeki en büyük engel olan 35 yıllık anlaşmazlık, bölünmüş Kıbrıs Adası konusunda bir anlaşmaya varmak için zaman tükeniyor.
Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk liderler, BM Güvenlik Konseyinin neredeyse bir yıl sınırlı bir ilerleme kaydedilmesinden sonra "ivmeyi artırma" çağrılarını takiben görüşmelerini yoğunlaştırdılar.
Türkiye'nin AB katılım girişimi yıl sonunda gözden geçirilecek ve Kıbrıs konusunda bir gelişme olmazsa ilerleme fırsatı kaçırılmış olacak. Görüşmeleri hızlandırmak, Kıbrıs'ın bölünmüşlüğüne federal bir çözüm umuduna yönelik iki yeni tehdide bir cevap.
Geçen ay kuzeydeki Türk kesiminde yapılan seçimlerde, seçmenlerinin çoğu yeniden birleşmeye karşı olan eski tarz milliyetçi bir parti iktidara döndü. Daha sonra da Avrupa Adalet Divanı en tartışmalı alanlardan biriyle ilgili bir kararını açıkladı. AB mahkemelerinin tartışmalı gayrimenkullerle ilgili olarak Kıbrıs Rum hükümlerini uygulamasına karar verildi. Partisi seçimlerde yenilmesine rağmen hâlen müzakerelere liderlik eden Mehmet Ali Talat, "Bu inanılmaz. Müzakerelere büyük bir darbe oldu." dedi.
Talat, Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Dmitris Hristofyas ile birlikte siyasi geleceğini "iki toplumlu iki bölgeli federasyon" amacına bağlamıştı. Onların başarıları ya da başarısızlıkları adanın dışında da yansıma bulacak zira bir anlaşma yapılmazsa Kıbrıslı Rumların Türkiye'nin AB üyeliği müzakerelerinin başlıca alanlarına koyduğu engelleri kaldırma ihtimali çok düşük.
AB, Kıbrıs'taki durumu acil görüyor çünkü sadece Kıbrıslı Rumlar değil bütün üye devletlerin, Ankara Türk limanlarını Kıbrıs Rum trafiğine açmazsa aralık ayına kadar Türkiye'nin girişimini nasıl ele alacaklarına karar vermeleri gerekiyor.
Ne var ki Hristofyas'ın koalisyon ortaklarını kızdıracak bir uzlaşmaya girme ihtimali çok az. Müzakerelerdeki temsilcisi Yorgo Yakovu hızlı ilerleme umutlarını "hüsnükuruntu" olarak tanımladı. Kıbrıslı Rumların yeniden birleşme için azalan coşkularının sorumlusunun AB olduğunu söyleyen ümitsiz Talat, AB'yi pazarlarını ticarete açmamakla ve Kıbrıslı Rumlardan yana olmakla suçladı. Adalet Divanının kararından sonra da Talat şöyle dedi: "Bu gayet açık. Belirsizlik yok."
AB, Kıbrıs meselesini bir kenara bıraksa bile aralık ayında Türkiye'nin AB girişimini gözden geçirdiğinde Talat bir sonraki ilkbaharda kuzeydeki seçimlerle kendi görev süresinin sonuna gelmiş olacak. Müzakereler -teknik alanlarda ilerleme olsa da yönetim ve gayrimenkuller gibi meselelerde herhangi bir ilerleme yaşanmadan- sürüncemede kaldıkça her iki toplumdaki Kıbrıslılar ilgilerini kaybediyorlar.
Kıbrıslı Türkler 2004 yılında Kıbrıslı Rumların karşı çıktığı BM destekli bir anlaşmadan yana oy kullandılar. Geçen ayki seçimlerde Talat'ın partisinin yenilgisi kısmen Kıbrıs Türk ekonomisinin gerilemesinden kaynaklanıyor. Ne var ki seçmenler -lideri 72 yaşındaki Derviş Eroğlu- federal bir anlaşmanın başarılı olma ihtimaline açıkça şüpheyle bakan, milliyetçi bir partiyi desteklediler.
REUTERS: "HAKİMLER, TÜRK HÜKÛMETİNİ ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ KONUSUNDA UYARDI"
ANKARA, 12/05(REUTERS)(BYE)--- Türkiye'nin nüfuzlu laik yargıçları, İslami kökenli hükûmeti, ülkenin anayasasını değiştirme planları konusunda uyardılar ve böylece AB adayı ülkede yeni bir siyasi istikrarsızlık ihtimalini de artırdılar.
Türkiye'nin üyesi olmayı umduğu Avrupa Birliği, Ankara'nın, askeri rejim döneminde yazılan anayasayı; ifade özgürlüğü ve dini özgürlükler gibi siyasi özgürlüklere kısıtlamalar getirdiği ve orduya aşırı bir güç sağladığı gerekçesiyle reformdan geçirmesini istiyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidardaki AK Partisi, anayasanın değiştirilmesi için bir yasa tasarısı hazırlıyor ve bu yasa tasarısında, siyasi partilerin ideolojik nedenlerle kapatılmasını daha da zorlaştırmak üzere bir yasanın değiştirilmesi ve Anayasa Mahkemesinin yeniden yapılandırılması da bulunuyor.
Ancak kendilerini Türkiye'nin laik sisteminin muhafızları olarak gören muhafazakar düzenin üyeleri olan üst düzey yargıçlar, son günlerde yaptıkları açıklamalarda, Anayasa Mahkemesini değiştirmeye çalışmanın kırmızı çizgiyi geçmek olacağını söylediler.
Anayasanın reformdan geçirilmesi, reformların durma noktasına gelecek kadar yavaşlamasının ardından Ankara'nın zayıf AB üyeliği girişimine canlılık kazandırmaya yönelik uzun vadeli bir hizmet olacaktır.
Erdoğan'ın partisi geçen yıl Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmaktan kıl payı kurtulmuştu ki bu girişim, siyasi yaşamı aksatmış ve finans piyasalarına zarar vermişti.
Ülkenin en üst düzeydeki idare mahkemesi olan Danıştay'ın Başkanı Mustafa Birden hafta sonu yaptığı açıklamada, siyasetçilere, Mecliste çoğunluğa sahip olmanın anayasayı değiştirmek için meşruiyet vermediği uyarısında bulundu.
Birden, yorumcular tarafından AK Parti'ye üstü kapalı uyarı olarak yorumlanan açıklamalarında, "Cumhuriyetimizin temel ilkeleri olan laiklik ve laik eğitim kurallarını erozyona uğratacak hiçbir düzenlemenin iç hukukumuzda yeri bulunmamaktadır." dedi.
Birden ile benzer açıklamalarda bulunan Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, laikliğe sıkı sıkıya bağlı Cumhuriyet gazetesine dün verdiği demeçte, Türkiye'nin "anayasa değişikliğinden daha ivedi meseleleri" olduğunu belirtti.
Gerçeker, Anayasa Mahkemesinin bazı üyelerini Meclisin belirlemesi planının "kabul edilemez" olduğunu ifade etti. Mevcut yasa uyarınca mahkeme üyelerini cumhurbaşkanı seçiyor.
Gerçeker, "Anayasa Mahkemesi bir yüksek mahkemedir. Siyasi partilerin bu mahkemenin üyelerini seçmesi hukukun bağımsızlığına aykırı olacaktır." dedi.
Türkiye'nin laik ileri gelenleri AK Partiyi İslamcı gündemini gizlemekle suçluyorlar. Erdoğan, partisinin Türkiye'nin laik düzenine bir tehdit olduğunu reddediyor ve 2002 yılında iktidara geldiği ilk yıldan bu yana gerçekleştirilen liberal AB reformlarına işaret ediyor.
--Taslak--
Anayasa değişikliğinden sorumlu Meclis Komisyonu üyelerine göre, yeni tasarı, savcıların ideolojik temellere dayalı olarak yüksek mahkemeden parti kapatma talebine, Meclisin üçte ikisinin onayı koşulunu getirerek sınırlama koyulmasını öngörüyor.
Tasarıyla ayrıca, üye sayısını artırarak ve Mecliste bulunan siyasi partilerin oy oranlarına göre hakimleri seçmesini sağlayarak, Anayasa Mahkemesinin yeniden düzenlenmesi planlanıyor.
Tasarı henüz Meclise gönderilmedi.
Aşırı milliyetçi MHP'nin de desteğini alması halinde AK Partinin anayasayı değiştirmek için yeterli oyu bulunuyor.
Ancak kıdemli AK Parti yetkilileri, Türkiye'yi kaosa sürükleyen 2007 yılındaki davanın yinelenmemesi için laik muhalefetle irtibat halinde olmak istedilerini söylediler.
AK Parti hakkında ciddi şüpheleri olan ana muhalefet partisi CHP, laiklik karşıtı faaliyetleri nedeniyle kapatılmaktan kıl payı kurtulan bir partinin öncülüğünde yapılacak değişiklikleri desteklemeyeceğini açıkladı.
CHP Meclis Grup Başkanı, Reuters'e, "Anayasalar sosyal sözleşmelerdir. Siyasi partilerin anlaşması bir anayasa için yeterli değildir. Bu konuları böyle bir partiyle ve böyle bir biçimde tartışmak mümkün değildir." dedi.
Erdoğan'ın anayasa değişikliği konusunda daha önceki planları, kapatılma davasının ardından rafa kaldırılmıştı.
Önde gelen anayasa uzmanlarından Ergun Özbudun, değişikliklerin, Türkiye'yi Avrupa seviyesine çıkarmak üzere modernize edilmesi gereken anayasa için yetersiz olduğunu söyledi.
Özbudun, Zaman gazetesine şu açıklamada bulundu: "1982 Anayasasının ardındaki temel felsefe o kadar özgürlük karşıtı, anti-demokratik ve vesayet altındadır ki Türkiye'nin anayasal sorunlarının, halihazırdaki dahil, kısmi değişiklik paketleriyle çözümlenebileceğini düşünmüyorum."
1980 darbesinin ardından hazırlanan anayasa, Türkiye'nin modernleşme girişimini yavaşlatmakla ve ekonomik kalkınmaya zarar vermekle suçlanıyor.
İSPANYA BASINI
EL PERIODICO: "SEYAHAT ETMEK ÇOK ÖĞRETİCİ OLUYOR"
ANKARA, 08/05(BYE)--- İspanya'da yayımlanan El Periodico gazetesinin 8 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Josep Pemau imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yazının çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılımına inanan Türkleri oyalamak için şimdidi de Anadolu'da bir düğünde 45 kişinin katledilmesini kullanmasınlar. Ayrım gözetilmedi, ne nişanlılara, ne de çocuklara. Zaman zaman Amerikan okullarında da katliam haberleri çıkıyor. Avrupa'da da Yugoslavya'nın bölünmesi o kadar nazikçe ve ustalıkla olmadı; özellikle Bosna konusunda. Demagoji konusu değil bunlar. Her olayda uygun karar vermek adaletin işidir.
Birkaç arkadaşımla yaklaşık 50 yıl önce etnik (Rum, Ermeni ve Kürtlere uygulanan) şiddet olaylarının çok sıklıkla yaşandığı bir dönemde Türkiye'ye seyahat ettik. İstanbul'da sefarad Yahudileriyle samimi olduk ve bize yaşadıkları semtlerde geçen olayları ve hayat hikayelerini anlattılar. "Yahudilerde de değil mi?" diye sorduk. Bize, aksine Türklerle iyi ilişkileri olduğunu ve karışıklıkları önlemek için sünnetli organlarını göstermelerinin tavsiye edildiğini söylediler. Aileleri onlara böyle öğretmiş, zira zamanla geçerliliğini yitirmiş dâhice bir çözüm. Sadece kadınlarda işe yaramaması yönüyle sorun teşkil eden etkili bir kimlik belgesiydi. Çünkü Yahova, kadınları bu kutsal kesilme işinden muaf tutmuş. Zaten kadınlar ev içinde ve dışında saygı görüyorlardı.
O seyahat, dünyayı dolaşmanın çok öğretici olduğu konusunda bir deneyim oldu. Hatta bazı küçük şeyleri anlamak konusunda da. Şimdiki katliam beni şükür ki 50'li yılların sonuna götürdü.
İTALYA BASINI
FORUM INTERNATIONAL: "TÜRKİYE: ASYA İLE AVRUPA ARASINDA BİR KÖPRÜ"
ROMA, 05/05(BYE)--- Aylık Forum International dergisinin Nisan 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında ve Alessandra Mulas imzasıyla yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin Avrupa'ya giriş müzakereleri artık bir süredir devam ediyor; farklılıklar pek çok ve özellikle bu ülkenin yerine getirmesi gereken reformlar sürecinde alınacak yol oldukça fazla. Kendine özgü kültürel kimliğini muhafaza etmekle beraber, sadece her bir devletin kendi iradesi, tarihi yeniden yazmakta olan bu bu yeni üniter kimliğe hayat verme kapasitesine sahiptir. Türkiye'nin, Avrupa ile arasında oldum olası çok yoğun ve detaylı bir ilişki oldu ve "Avrupa'nın Asya'daki ayağı, kültürlerin eritme potası, iki kıta arasına atılmış bir köprü" olmaya devam ediyor. Bu ülkede yeniyle eski, atadan kalma geleneklerle postmodern kültür, derin dini hislerle ateizm, hissiyat ile usçuluk, ilk bakışta anlaşılmaz görünen zıtlıklar sunarak, birbirine karışıyor. Kalbini Asya'ya dayayan ve kafasını Avrupa'ya çeviren, Batı ile Doğu arasında sınırda bir ülke. Bu devlet, Avrupa halkının büyük bölümünde korkuya neden oluyor; 70 milyon Türk'ün yüzde 98'si Müslüman olduğundan mıdır yoksa bu ülke Avrupa ortalamasına kıyasla gerçekten geri durumda olduğundan mıdır bilinmez, ama insan hakları ve temel özgürlüklere saygıda gösterilen yetersiz özenin de bunda etkisi var. İtalya'nın iki katı büyüklüğündeki bu ülke hakkında bu genel özelliklerin ötesinde gerçekten ne biliyoruz? Engelleri aşıp, hepimiz Avrupalıyız demeyi nasıl başarabiliriz? Yıllardır bu ülkede yaşayan İtalyan gazeteci Mariagrazia Zambon'un, "La Turchia E' Vicina-Ancora Yayınları" (Türkiye Uzak Değil) adlı kitabında anlatılan Türkiye'ye uzanarak birkaç soruya yanıt vermeye çalışalım. Ankara'dan Anadolu'ya, Hrıstiyan Türkiye'ye doğru şehirler ve köyler boyunca gerçekleştirilmiş uzun bir yolculuk söz konusu. Coğrafi, tarihi ve özellikle de şehir ve köylerin ara sokaklarında karşılaştığı insanların yüzlerindeki hisler ve heyecanlar aracılığıyla, coşkuyla dolu ülkelerini anlatma görevini üstlenerek ve Türklerin gerçekten kim olduklarını anlamak üzere okuyucuyu dünyalarına girmeye davet ederek yazara rehberlik edenlerin hikayelerinde anlatılan bir betimleme.
İlk durak Ankara; üniversitede görev yapan genç arkeolog Ebru, gazeteciye rehberlik yapıyor. Yaşadığı şehre aşık olan Ebru, imgeleri, kokuları ve tarihi aracılığıyla şehri Zambon'a anlatıyor. Bütünün ilk parçası, "çağdaş Türkiye'nin yaratıcısı" ve 1923'te oybirliğiyle Cumhurbaşkanı seçilen Atatürk; devletin laikleştirilmesi yoluyla ülkede köklü bir çağdaşlaşma başlatan o oldu. Aynı zamanda halk için, "etkili bir batılılaşmayla birlikte" Türk ulusal kimliğini oluşturan kişiydi "çünkü ona göre medeniyet, her şeyden önce Batılı bir medeniyet demekti." Bir bakıma Türkiye'nin Avrupa'ya geçişinin öncüsü oldu. Genç arkeolog, Osmanlı İmparatorluğunun Fransa ve Almanya gibi ülkelerle anlaşmalar yaparak, Avrupa siyasetinde önemli bir rol oynadığını gururla vurguluyor. Atatürk'ün gerçekleştirdiği en önemli şeylerden biri, laik bir hükümet kontrolündeki Diyanet İşleri Başkanlığı adlı halen varlığını sürdüren ve görevi kurum ve özel kişilerin dini hayatını gözetim altında tutmak olan kurumu oluşturmak oldu. Dini aşırılığın, dini devlet işlerine müdahaleye doğru ülkeyi itiyor göründüğü bir anda bunun bir garanti olması gerekir. İslâmi görüşlü Adalet ve Kalkınma Partisinin 2002 seçimlerinde elde ettiği zafer, ülkenin "avrupalılaşmasını" yavaşlattı; Türkler de Avrupalılardan korkuyor. Nüfusun yüzde 40'ı, 40 yaşın altında. Çoğunluk orta-düşük gelir düzeyi sınıfına ait ama teknolojiye "susamış" durumdalar; sokaklarda yeni nesil gençlerin ellerinde cep telefonları, Mp3 çalarlar ve dijital fotoğraf makinaları dolu. Gözardı edilmemesi gereken ve genişlemekte olan bir pazar: Potansiyel tüketiciler grubuna her yıl yaklaşık 1 milyon yeni 18 yaşına girmiş gencin eklendiği hesaplanıyor. Veriler, büyümekte olan bir ülke olduğunu söylüyor: GSMH yüzde 4'e ulaştı, enflasyon yüzde 10'un altına indi (2001'de yüzde 70 seviyesindeydi), ihracat 73 milyar doları aştı. Zambon'a göre İtalya ile Türkiye'nin benzer bir ekonomik yapısı var; nitekim "her iki ülkede de, küçük ve orta ölçekli işletmeler güçlü bir varlığa sahip ve öncelikli çıkar sektörleri de aynı." İtalya çeşitli sektörlerde sermaye ve teknoloji sunarken, Türkiye de yerel ve komşu piyasaları tanımasının verdiği avantajı sunuyor. İki ülke arasında gerçekleştirilen ilk işbirliği 1968'e, Fiat'ın Tofaş fabrikası aracılığıyla üretime başladığı zamanlara kadar uzanıyor; bugün ise otomobil ihracatında Türkiye'nin birincisi durumuna geldi. Bugün itibarıyla Türkiye'de çalışan İtalyan şirket sayısı yaklaşık yedi bin. En fazla anlam taşıyan köşeleri bulma adına yapılan yolculuk, bulunacağı beklenen gerçekten kimi zaman farklı, her halükarda seyahat acentalarındaki broşürlerde görmeye alışık olduğumuz gerçekten tamamıyla farklı bir gerçek gözler önüne seriyor. Türkiye bir çelişkiler ülkesi; köylerde, şehirlerde siyah çarşaflarına sarılmış kadınlara ve kısa belli kot pantalon ve tişörtlü kadınlara rastlanıyor; Mc Donald's bir yanda, rengarenk geleneksel pazarların bulunduğu küçük sokaklar diğer yanda, rock müzik bir yanda, müezzinlerin duaya çağrıları diğer yanda. Türkiye, kadınların eşitlik mücadelesinin dev adımlar gerçekleştirdiği bir ülke; Türkiye'de ABD'de olduğundan daha fazla kadın doktor bulunuyor, Avrupa'nın diğer hiçbir ülkesinde buradaki kadar kadın üniversite öğretim görevlisi yok, ama aynı zamanda bazı köylerde kadınlar hala babalarının seçtiği bir adamla 13 yaşında evleniyorlar. Kadınların 2002'den bu yana hukuksal eşitlikleri var ama özel hayat dahilinde eşitlik hala oldukça uzak; Amnesty International'ın son raporunda, "Kadınlara şiddete son" kampanyasına ilişkin olarak, Türkiye'de kadınların üçte birinin aile içi fiziksel şiddete maruz kaldığından bahsediliyor ve kadın vücudunun "ailenin şerefinin muhafaza edildiği yer" olarak görüldüğü bir kültür sorununa bağlı namus cinayetlerine de dikkat çekiliyor. Kitabı okurken, bizimkilerden pek farklı olmayan büyük şehirlerin mi yoksa zamanın durmuş gibi göründüğü uzak köylerin mi gerçek Türkiye olduğunu kendi kendine sormak geliyor insanın içinden. Yanıt, Türkiye'nin bunların her ikisinin de olduğudur; ayrıca bu kitap, klişelerden ve "yabancı"nın neden olduğu korkulardan uzaklaşmaya çalışarak, bu yeni vatandaşların kimler olduklarını anlama konusunda bize gerçek bir imkân armağan ediyor.
IL SOLE 24 ORE: "AB NABUCCO KONUSUNDA SIKIŞTIRIYOR"
ROMA, 08/05(BYE)--- Tirajı günde 334 bin olan ekonomi ağırlıklı il Sole 24 Ore gazetesinin 7 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Adriana Cerretelli imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Prag çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
--Türkiye ile Nabucco Boru Hattına İlişkin Anlaşma Haziran Sonuna Kadar İmzalanmalı--
27 AB üyesi ile altı eski Sovyet Cumhuriyeti arasında, teknik dilde "doğulu ortaklığı" denen, yeni Avrupa Ostpolitiği (Doğu Politikası) önemli katılım eksiklikleri ve Moskova'nın açık polemikleri arasında dün Prag'da başladı: Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya ve Moldova. Çek Cumhuriyeti Başbakanı Mirek Topolanek gelişmeyi şu sözlerle özetledi: "Ortak çıkarımız için hepimizin istediği, daha fazla işbirliğidir."
Oldukça düzenli bir zirve için bu sefer, her zamanki laf kalabalığı yerine yeni gelişmeler söz konusu. Öyle ki bugün tamamıyla Güney Koridoru (Rusya'ya bağımlılığı azaltmak ve Avrupa'daki enerji rotalarında çeşitlilik sağlamak için tamamlanması veya yapılması gereken boru hatları ağı) adlı projeye adanan şeyden kısa süre zarfında uyulması gerekecek belli bir yükümlülükler takvimi çıkacak.
İşte bu yükümlülükler: Orta Asya'da üretilip Türkiye üzerinden Avusturya'ya ulaşması planlanan gazın transit geçişi hakkındaki anlaşmayı Haziran sonu itibariyle imzalamak için AB ile Türkiye arasındaki Nabucco konulu müzakerelerin bir an önce sonuca erdirilmesi. Nabucco, 8 milyar dolara mal olacak 3.300 kilometre uzunluğunda bir boru hattı. Ankara ile varılacak anlaşmanın, hem projenin gerçekleştirilebilirliği hem de nakli yapılacak gaz hakkındaki tereddütleri ortadan kaldırması bekleniyor.
Dahası da var. Herhangi bir sürpriz olmazsa, Orta Asyalı üretici ülkelerin yanı sıra Mısır, Irak ve Türkiye'nin de katılacağı bugünkü zirvede onaylanacak olan deklarasyon taslağında, Orta Asya'da üretilen gazı Türkiye ve Yunanistan üzerinden geçerek Otranto kanalı aracılığıyla İtalya'ya getirecek olan boru hattı ITGI'ye ilişkin hükümetler arası anlaşmanın yıl sonu itibariyle imzalanması da öngörülüyor.
Kazakistan ve Türkmenistan'ın gazını AB'ye doğru yönlendirmek üzere, Hazar Denizi'nin iki yakası arasında bağlantı kurulmasına ilişkin projenin yapılabilirliği için yürütülen incelemenin de yıl sonu itibariyle tamamlanması gerekecek. Son olarak da Avrupa, "bir an önce" Irak'la bir anlaşma memorandumu ve gaz rezervlerini geliştirmek ve AB pazarına yönlendirmek üzere taşımak için Mısır ile de bir işbirliği anlaşması imzalamayı hedefliyor.
LA REPUBBLICA: "GAZ BORU HATLARI KONUSUNDA AB-TÜRKİYE ARASINDA ANLAŞMA..."
ROMA, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 530 bin olan La Repubblica gazetesinin 9 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Andrea Bonanni imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Prag çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
--Enerji Konusunda Kendine Yeterlilik İçin Büyük Önem Taşıyan Nabucco ve ITGI Projelerine Devam.Ancak Moskova'nın Müttefikleri "Eski SSCB Cumhuriyetleri" Düğümü Sürüyor--
AB, "Orta Doğu koridorunun" gerçekleştirilmesi yolunda dün ileriye doğru küçük bir adım attı: Moskova'ya olan enerji bağımlılığından kurtulmak için gerekli olan gaz boru hatları sistemi. Ancak bulmacanın çözümü şimdilik hala uzak görünüyor. Çek Cumhuriyeti dönem başkanlığında Prag'da buluşan AB zirvesi, Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan ve Mısır Enerji Bakanı ile bir ortak deklarasyona imza attı. Bu deklarasyonda taraflar, Nabucco gaz boru hattına ilişkin anlaşmanın imzalanmasının önündeki son engelleri aşmak ve ITGI projesinin gerçekleştirilmesini tamamlamak üzere yükümlülük üstleniyor. Sorun, her ikisi de Avrupa'nın çıkarına olan bu iki projenin kendi aralarında birbirlerine rakip olmaları ve bu ikisinin de Southstream'le (Ukrayna'yı dışarıda bırakarak, Rus gazını Türkiye ve Avrupa üzerinden taşıması bekleniyor) rekabet içinde olmaları.
Haziran sonu itibariyle Türkiye-AB'nin üzerinde bir anlaşmaya varacakları Nabucco projesinin, Hazar Denizi havzasından (Gürcistan, Türkiye, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan üzerinden geçerek) Avusturya'ya yılda 30 milyar metreküp gaz sevkiyatı yapması bekleniyor. ITGI boru hattının ise Azerbaycan, Türkiye ve Yunanistan üzerinden geçerek İtalya'ya 10 milyar metreküp gaz taşıması bekleniyor. Zirve bitiminde Barroso'nun verdiği güvenceye göre, Nabucco projesi için Türkiye ile anlaşma Haziran sonu itibariyle imzalanırsa, ITGI projesi için anlaşmalar yıl sonuna kadar tamamlanacak. Doğal olarak İtalya, daha ihtiraslı bir proje olan Nabucco'ya öncelik verilerek İtalya'ya ulaşması gereken ITGI'nin bundan zarar görmesine engel olmak için çaba sarf ediyor ve Nabucco'ya gidecek iki yüz milyon AB finansmanına karşılık olarak yüz milyonluk finansmanı garanti altına almayı başardı.
Ancak iç rekabetlerin ötesinde, Avrupalıların aşması gereken esas büyük sorun, kendilerine, Rusya'nın dışında, sabit tedarik fonları garanti etmekte karşılaştıkları zorluk. Ekonomik olduğu kadar aynı zamanda siyasi bir engel söz konusu. Nitekim hem Nabucco'yu hem de ITGI'yi beslemek durumunda olan Azerbaycan, tek başına bu iki boru hattının gereksinimini karşılamaya yeterli değil. Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan gibi son derece zengin gaz üreticisi ülkeler olan bölgedeki diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri, müttefikleri Rusya'yı dışarıda bırakabilecek bir gaz boru hattının yapımında yer almakta çekimser davranıyor.
Dünkü zirveye gözlemci olarak davet edilen Moskova, tüm gaz üretimlerini ve bu gazı Avrupalılara satma haklarını ele geçirmek için eski Sovyet Cumhuriyetleriyle anlaşmalar imzalamaya çabalıyor. Nitekim Prag zirvesine katıldıkları halde Kazak, Özbek ve Türkmen temsilcilerin sonuç deklarasyonuna imza atmamaları tesadüf değil. Dolayısıyla müsabaka hala kapanmış sayılmaz, özellikle de ihtiraslı Nabucco projesi için.
KIBRIS RUM BASINI
KİPE: "HRİSTOFYAS: AB TÜRKİYE'YE BASKI YAPMALI"
ANKARA, 10/05(BYE)--- Kıbrıs Haber Ajansının (KİPE) 10 Mayıs 2009 tarihli Türkçe internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber şöyledir:
Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas, Kıbrıs'ın AB'den, Kıbrıs sorununun çözümüne yol açacak adımları atması için Türkiye'ye baskı yapmasını beklediğini söyledi.
Cumhurbaşkanı Hristofyas, Avrupa Günü dolayısıyla cuma günü yaptığı konuşmada, Kıbrıs sorununa BM Güvenlik Konseyi, AB değerleri ve ilkeleri zemininde bir çözümün bulunması gerektiğini belirtti.
Kıbrıs'ın AB'ye üye bir devlet olarak, AB'nin karar alınması prosedürüne katıldığını belirten Cumhurbaşkanı Hristofyas, Kıbrıs'ın AB'ye üyeliğinin olumlu sonuçlarını verdiğini kaydetti.
Hristofyas, Kıbrıs'ın yeniden birleşmesi ve adada Türk işgalinin sona ermesi için bütün güçlerini kullanacaklarını vurgulayarak, Kıbrıs'ın AB'de daha aktif rol oynayacağını söyledi.
Uluslararası mali krize değinen de Cumhurbaşkanı Hristofyas, daha sağlıklı ekonomik bir sistemin kurulması için önlemler alınması gerektiğini vurguladı.
FİLELEFTHEROS: "POTTERİNG: AB NORMLARININ KUZEY'DE UYGULANMAMASI AYIPTIR"
LEFKOŞA, 11/05(BYE)--- Bağımsız liberal eğilimli Fileleftheros gazetesinin 10 Mayıs 2009 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Avrupa Parlamentosu Başkanı Hans Gert Pottering, "Kıbrıs'ın AB'ne üyeliği ardından AB normlarının adanın Kuzey kesiminde uygulanmamasının ayıp olduğunu" ileri sürdü.
Kıbrıs'ın AB üyeliği ve AB Günü dolayısıyla Fileleftheros gazetesine açıklamada bulunan Pottering, "Kıbrıs'ın bölünmüşlüğü, Birliğin tamamlanmasını engelliyor mu?" şeklindeki bir soruya karşılık şu yanıtı verdi:
"Bildiğiniz üzere ülkenin bir kesiminde AB normlarının uygulanması ertelenmiştir. Bu durum ise hakların, sorumlulukların ve AB'ye katılımdan ileri gelen özgürlüklerin uygulanmaması anlamına gelmektedir. Bu da bir ayıptır. Birlik düzeyinde ise, göç ve Şengen anlaşması gibi önemli konularda daha fazla bütünleşme yolunda fren teşkil etmektedir."
Pottering, Kıbrıs'ta barışın ve uzlaşının sağlanması için Avrupa Parlamentosu olarak ellerinden gelen her şeyi yapmaya hazır olduklarını belirtirken, müzakereler için bir gözlemci atanması gibi herhangi resmi bir mekanizmanın oluşturulmadığını, ancak haziran ayındaki AP seçimlerinin ardından oluşacak yeni parlamentonun bu konuda karar verebileceğini ifade etti.
Türkiye'nin AB sürecine de değinen Pottering, AB üyeliği kriterlerinin gayet net olduğunu, Türkiye'nin bunları bildiğini ve katılım sürecinde daha ileriye gidebilmek için Türkiye'nin yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiğini savundu.
Pottering, Kıbrıs'ın "NATO'nun bekleme salonu" olarak görülen Barış İçin Ortaklık Programı'na üye olması konusundaki bir soruya karşılık ise; bu konuda her devletin kendi kararını vereceğini, ancak Kıbrıs'ın söz konusu örgüte üyelik başvurusunda bulunması durumunda bunu memnunlukla karşılayacağını söyledi."
KİPE: "HRİSTOFYAS: KIBRIS SORUNUNA ÇÖZÜM BULUNMASI TÜRKİYE'NİN BUNUN KENDİ YARARINA OLDUĞUNU KAVRAMASINA BAĞLIDIR"
ANKARA, 12/05(BYE)--- Kıbrıs Haber Ajansının (KİPE) 12 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Yunanca haberin çevirisi şöyledir:
Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas, AKEL Merkez Komitesinin dün akşam onuruna düzenlediği toplantıda yaptığı konuşmada, Kıbrıs Türk lideri Mehmet Ali Talat'ın hafta sonu Kathimerini gazetesine verdiği demecin içeriğiyle ilgili üzüntüsünü dile getirdi.
Cumhurbaşkanı Hristofyas, birçok Kıbrıslı Türk'ün işgalden sonra yasa dışı sahte devletin çatısı altında yaşadıkları ve Kıbrıslı Rumların mülklerini yasa dışı olarak kullandıkları halde, uluslararası ve Avrupa hukukuna karşı olan, BM kararları ve her iki toplum arasında sağlanan anlaşmaların ruhunu ve karakterini ihlal eden siyasi eşitlik, iki bölgelilik ve iki toplumluluktan yana tavır koyduklarını belirtti.
Hristofyas, "Bu yaklaşım kabul edilemez ve Kıbrıs'ın asırlarca Türkiye'nin esareti altında kalması konusundaki ısrarın hiçbir yere götürmediği gibi, hiçbir yere götürmez. Talat'ın haftalık gazeteye verdiği demecin içeriğinin Kıbrıslı Türkler arasında yayılan düşünce tarzına pek uzak olmadığını görmekten üzgünüm." dedi.
Cumhurbaşkanı, Talat'ın yönetim ve garantilerle ilgili görüşleri eleştirmesine yol açan iddialarının Kıbrıs Cumhuriyeti hükûmetinin önerilerin doğruluğunu kanıtladığını ifade etti.
Cumhurbaşkanı Hristofyas, "Talat'ın ne iddia ettiğine bağlı kalmadan görüşümüz, Kıbrıs'ın birleşmesini ve Kıbrıs Cumhuriyeti Birleşik Federasyonu liderlerini bütün Kıbrıslılar yani Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler tarafından etnolojik ölçütler temelinde ayrı olarak seçmek yerine sosyal-ekonomik ölçütlerle seçilmesini isteyen ideolojimizden ileri geliyor." dedi.
Cumhurbaşkanı, garantiler ve garantörlerle ilgili olarak Talat'ın, Kıbrıslı Türklerin 1974 yılına kadar garantörlerin suçundan dolayı acı çektikleri konusunda haklı olduğunu varsayarsak, Kıbrıslı Rumların da garantör Türkiye'nin işgalinden ve istilasından birçok bakımdan acı çektiklerini ve çekmeye devam ettiklerini ve bu nedenle garantilerin devam etmesine karşı çıktıklarını kabul etmesi gerektiğini söyledi.
Hristofyas buna paralel olarak ne Kıbrıslı Rumların ne de Kıbrıslı Türklerin iç işlerine karışma hakkına sahip garantörlere ve koruyuculara ihtiyacı olduğunu, bir AB üyesi devlet olma sıfatının Kıbrıslılar için yani Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türkler, Marunîler, Ermeniler ve Latinler için uygun ve yeterli bir garanti olduğunu vurguladı.
Cumhurbaşkanı Hristofyas, bir toplumun Kıbrıs'ı vuran ve yabancıların başrol oynadığı trajedi için diğerinden sorumlulukları derecesinde özür dileme ve geleceğe bakma zamanının geldiğini ifade etti.
Hristofyas şöyle konuştu: "Kıbrıs'ın sadece gerçek anlamda bağımsız, askerden arınmış ve federal olması durumunda halkımızın ve iki toplumdan her birinin barış ve güvenliğin sağlandığı koşullar altında yaşaması ve refaha ulaşması mümkündür. Bu güzel rüyayı gerçekleştirmek için halkımızın yani Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin desteğini sağlayarak bütün gücümle çalışacağım. Biz Kıbrıslı Rumlar, 1964 yılında Kıbrıslı Türk yönetiminin Cumhuriyet kurumlarından ayrılmasından sonra tamamen Kıbrıs Rumlarından oluşan bir devlette yaşamaya alıştık. Bunun için bizim aramızda bazıları federal çözümü anlamakta ve kabullenmekte aciz kalıyor ve bunun bir sonucu olarak bilinçli veya bilinçsiz olarak çözümü hedefleyen ve yeniden yakınlaşmayı destekleyen her türlü çabamızı baltalıyor."
Dimitris Hristofyas, Kıbrıs'ın Cumhurbaşkanı olarak hiçbir zaman çözüm ilkelerinden ayrılmayacağını ve felaketlere neden olan serüvenlere ortak olmayacağını vurguladı.
Cumhurbaşkanı Hristofyas, Kıbrıs sorununa adil bir çözüm bulunmasının sadece iki toplumun siyasi iradesine bağlı olmadığı, Türkiye'nin Kıbrıs sorununa adil bir çözüm bulunmasının kendi yararına olduğunu ne ölçüde kavrayacağına ve politika değişikliğine bağlı olduğunu belirtti.
Cumhurbaşkanı Hristofyas, son olarak "Ankara, Millî Güvenlik Kurulunun verdiği çözüm yorumlarında ısrar ettiği sürece Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunması mümkün değil. Çözüm, büyük ölçüde uluslararası faktörün, uluslararası hukuku ve BM kararlarını hareket noktası olarak alan Ankara'ya ne ölçüde baskı uygulayacağına bağlıdır. Kıbrıs'ta Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler birçok şey yapabilecek güçtedir." diye konuştu.
YUNANİSTAN BASINI
ELEFTHEROS TİPOS: "ERDOĞAN AKROPOLİS MÜZESİNİN AÇILIŞ TÖRENİNDE..."
ATİNA, 11/05(BYE)--- Tirajı pazar günleri 105.379 olan Eleftheros Tipos gazetesinin 10 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Angeliki Spanu imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:
İktidara gelişinden yedi yıl sonra dış politikasını yeniden gözden geçiren Türk hükümeti, Türk-Yunan ilişkilerine ait konuları da tekrar değerlendirmeye kararlı görünüyor.
Edinilen bilgilere göre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yeni Akropolis müzesinin 20 Haziran'da yapılması planlan açılış törenine katılmak üzere Atina'yı ziyaret etmek niyetini yetkililere bildirdi. Böylece hem 2008 yılı Ocak ayında Başbakan Kostas Karamanlis'in Ankara ziyaretini iade etmiş olacak hem Ege'de yaşanan gerginlik nedeniyle ikili ilişkilere ait olumsuz izlenimlerin giderilmesine çalışacak. Öte yandan, yeni Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu -herhangi bir değişiklik olmazsa- 28-29 Haziran'da Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni'nin başkanlığında Korfu'da düzenlenecek AGİT Dışişleri Bakanları konferansına katılacak.
Geçtiğimiz hafta cuma günü, Ankara'da görevli AB Büyükelçileri onuruna bir öğle yemeği düzenleyen Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye'nin yegâne hedefinin AB'ye tam üyelik olduğunu net şekilde ifade etti. Avrupa hükümetlerinden imtiyazlı ortaklıkla ilgili yanlış mesaj göndermemelerini isteyen Bakan, Türkiye'nin gerekli reformlarla ilgili iradesini ve kararlılığını dile getirerek, Türkiye'nin "büyüklüğünü" övdü ve dolaylı bir şekilde, ülkesine ayrıcalıklı davranılmasını talep etti. Başka bir ifadeyle Dışişleri Bakanı Davutoğlu, ülkesinin enerji kavşağı, Orta Doğu ve Kafkasya'da lider güç ve çok büyük bir pazar olarak önemi vurguladı ve ülkesine karşı "dürüst" olunması gerektiğini ifade etti.
--Kıbrıs Konusu--
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye'nin üyelik çabalarını, Kıbrıs Cumhuriyeti'ne karşı yükümlülüklerinden ayrı tuttu ve Yunanlı Büyükelçi Fotis Ksidas'ın "iyi komşuluk" yükümlülüğüne dair bir sorusuna, Türk-Yunan ilişkilerinin daha iyiye gideceği yönündeki iyimserliğini dile getirerek cevaplandırdı. Bakan Davutoğlu yakın bir zamanda Yunanistan'ı ziyaret etmeyi düşündüğünü söyleyerek, "sorunlara" değinmedi. Bakanın bu tutumu Yunan diplomasisi tarafından olumlu olarak değerlendirildi.
Yeni Osmanlılık teorisyeni Ahmet Davutoğlu'nun Başbakanın danışmanıyken Dışişleri Bakanı olması, diplomatik kaynaklarca yeniden yapılanma çabaları çerçevesinde değerlendiriliyor. Yazdığı bilimsel yazı ve kitaplardan Davutoğlu'nun, ülkesinin coğrafyası (Avrupa ile Asya arasında olması), tarihi (Osmanlı gelenek-görenekleri ve mirası) ve medeniyetinin (İslam ruhu) hem Batı'ya hem Doğu'ya yönelik çok boyutlu bir dış politikanın şekillenmesine izin verdiği düşüncesinde olduğunu ortaya koyuyor. Davutoğlu'nun vizyonu Çin Seddi'nden Ege'ye kadar uzanan, Osmanlı geçmişi, laik yapısı ve Müslümanlığın özel ağırlığı nedeniyle Türkiye'nin lider olacağı oldukça geniş bir alan.
--Tepkiler--
Yunan diplomasisinin iyimserleri "sıfır sorun" ideolojisini dikkate alarak bunu Türkiye'nin kendisiyle aynı sınırları paylaşan ülkeler arasında çözüm bekleyen bütün sorunların barışçıl yollardan çözüme kavuşturulması niyeti olarak yorumluyorlar. Fakat bunun nasıl mümkün olacağı -karşılıklı geri adım atılmasıyla mı yoksa Türk taleplerinin tek taraflı kabul ettirmesiyle mi- olacağı açıklanmıyor. Kötümser olanlar, Türkiye'nin sahasını genişletme çabalarını, Kıbrıs'ın stratejik konumuna dair analizini Balkanlar'daki bütün Müslümanların siyasi ve kültürel birliğine ilişkin görüşünü akıllarında tutuyorlar. Gerçekçilere gelince; onlar ise Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun aslında ulusal devlet kavramını reddettiğini ve sınır tanımayan ümmet (dünya Müslüman cemaati) kavramına önem verdiğini göz önünde bulunduruyorlar.
KATHİMERİNİ: "KAÇAK GÖÇMENLER SAATLİ BOMBA"
ATİNA, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 56.978 olan Kathimerini gazetesinin 10 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Stavros Ligeros imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin özet çevirisi şöyledir:
Yunan makamlarının hazırladığı ve AB'nin Sınır Güvenlik Ajansı Frontex'e sunulan resmî rapor, ülke sınırlarında (özellikle Ege'de) her gün verilen bir mücadeleyi ortaya koyuyor. Yalnızca geçtiğimiz yıl içinde 146, 337 kaçak göçmen yakalandı. Bu, 2003 yılından bu yana rekora ulaşan bir sayıdır. Ayrıca bu dönem içinde sayıları iki bini geçen Yunan, Bulgar, Arnavut ve Türk insan taciri yakalandı. Yunanistan tarafından hazırlanan raporda, Ege'deki takibat makamları sorun yaşıyor, Ankara'nın kaçak göçmenlerin sırtında oyun oynadığı anlaşılıyor. Ankara Yunanistan'a gitmek isteyen Müslüman kaçak göçmenlere (kolaylık sağlamasa da) göz yumuyor. Ancak tutuklananların sorunları da bitmiyor, çünkü birçoğu Yunan devletinin sınır dışı edilmeleri amacıyla düzenlediği belgeyi kullanarak yeni bir sahte belge düzenleyerek, bu belgeyi süresiz oturma izni olarak kullanıyor.
--AB'den Yarım Önlem Politikası--
Kaçak göçmenlerin buldukları her yoldan kalkınmış Batı toplumlarına sızmaya çalışmalarının nedeni, yaşam standardındaki büyük farktan kaynaklanıyor. Kaçak göçmen sorunu günden güne artıyor ve çözümü gitgide daha da zorlaşıyor. Bunun başlıca nedenleri öncelikle zenginlik dağılımındaki uçurumun giderek derinleşmesi, ikinci olarak da gelişmemiş ülkelerdeki demografik patlamanın sorunu daha büyük hâle getirmesidir.
Kaçak göçmenlerin yaşadığı sıkıntılar Avrupa ülkelerini "yarım önlem" politikasına itiyor. Bu ülkeler ülkeye yasa dışı girişi yasaklasalar da, ülkelerine yerleşmeyi başaran kaçak göçmenlere de göz yumuyorlar. Bu durumun insani boyutunun ardında, kaçak göçmenlerin çalışma maliyetini düşürmeleri yatmaktadır.
Avrupa'nın uyguladığı ve kendisiyle çelişen bu politika da kaçak göçmen akınını artırıyor. Birçok kişinin göç etmeyi başarması ise vatanlarında kalanların yeni bir hayat hayallerini körüklüyor. Sonuç olarak üçüncü dünya ülkelerinden gitgide daha çok kişinin bu girişimde bulunmasıdır.
Batı'nın alması gereken kritik bir karar bulunuyor; ya sınırlarını açıp sonuçlarına katlanacak ya da en sert şekilde kaçak göçmenleri geri gönderme politikası uygulayacak. Ancak bu politikanın sonuç verebilmesi için siyasi mülteci ile kaçak göçmen kavramları arasında net bir ayrım yapılması gerekir.
İkinci olarak çok sıkı kontroller yapılması gerekir. Üçüncü olarak Türkiye gibi geçiş yolu olarak kullanılan ülkelere, kaçak göçmenleri geri kabul edip ülkelerine geri göndermeleri yönünde baskılar uygulanması gerekir. Özelikle kriz ve savaş durumlarında Batı'nın göçmenleri kabul edecek kamp inşasının maliyetini karşılaması gerekir.
Ancak kaçak göçmenleri geri gönderme politikası, ülkeler arasındaki farkların yok olmasına yardımcı olacak kalkınma yardımıyla birlikte uygulanmazsa, sadece kısa vadeli sonuçlar verecektir.
--İnsan Tacirlerinin Türk Derin Devleti ile İlişkileri--
Komşumuz ülkelerden Tiran, Arnavut asıllı kaçak göçmenlerin iade edilmesine ilişkin anlaşmayı genel anlamda uyguluyor. Ancak Türkiye için aynı şey geçerli değil. Türkiye Kaçak Göçmenleri Geri Kabul Etme Protokolü'nü imzalamış olsa da bunu fiiliyatta uygulamıyor.
2002 yılının Nisan ayında protokol imzalanarak, uygulamaya konduğundan 2009'un Şubat ayına kadar Ankara'ya, 60.875 kaçak göçmen için yapılan 4163 başvuru karşılığında, Türkiye nihai olarak 2206 kişiyi geri almayı kabul etti. Rakamlardan da anlaşıldığı üzere, Ankara protokolü uygulamayı sistematik olarak reddediyor.
Ancak iş bununla da bitmiyor. Türkiye teşvik etmese de, Müslüman kaçak göçmenlerin Yunanistan'a geçmelerine göz yumduğuna dair birçok gösterge var. 2008 yılında Yunan Sahil Güvenlik botları kaçak göçmen taşıyan Türk Sahil Güvenlik botlarını kameraya kaydetmişlerdi. Söz konusu videokasetler Frontex'e gönderildi.
Bu olaylar, insan tacirleri çevreleriyle Türk derin devleti arasında ilişki olduğuna dair bilgileri doğruluyor. İstanbul'da kaçak göçmen taşıma merkezleri Kumkapı ile Yeşilköy'de bulunuyor.
Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda Yunanistan'ın, Türkiye'nin AB üyelik sürecine Kaçak Göçmenleri Geri Kabul Etme Protokolü'ne uymasını şart olarak ortaya koymaması şaşkınlık yaratıyor. Bu ikili bir konu değil, Avrupa-Türkiye arasındaki bir konudur. İnsan ticareti çok büyük kazanç getiren bir "sanayidir". İnsan taciri çevreleri her kaçak göçmen başına 3 bin ila 7 bin avro para alıyor. Paranın ödenmemesi durumunda ceza ölümdür. Bu çevrelerin Yunanistan'da ve bütün Avrupa'da kolları var. Ancak bu çevreler kaçak göçmen ağlarıyla iş birliğinde bulunarak müşteri kazanıyor. Bu ağların da bir hiyerarşisi var.
Yasa dışı yoldan bir ülkeye girdikleri için tutuklanan herkesin elinde belgeler var. Genellikle bu kişiler sınır dışı edilmemek için sahte isimler veriyor. Yunan makamları onlara az miktarda para ve sınır dışı edilmeleri için bir belge veriyor. Bu belgeye göre kaçak göçmenler kendi başlarında bir ay içinde Yunanistan'ı terk etmek zorundadır. Ancak kaçak göçmenler bu belgeyi kullanarak sahte belge düzenliyor ve bu belgeyi sınırsız oturma izni olarak kullanıyor. Ülkeye yasa dışı yoldan giriş yapmaktan tutuklananların birçoğu iltica talebinde bulunuyor. Talebin incelenme süresi bitmeden sınır dışı edilemiyorlar. İltica talebinde bulunanların birçoğunun kimliği veya pasaportu yok. Bu taleplerden çok azı kabul ediliyor.
Kısa süre önce Yunan Polisi Yabancı Uyruklular Bölümü'nde Amerikalıların El Kaide üyesi olarak aradıkları bir Müslüman yakalandı. Söz konusu kişi sahte belgelerle iltica hakkı istiyordu. Bu olay, etkili kontrol olmadığı durumlarda ulusal güvenliğin tehdit altına girebileceğine dair değerlendirmeleri doğruladı. Aynı olay, Amerikan raporlarında ülkemizde terör olduğuna yer verilmesine neden oldu.
ETHNOS: "ANKARA İPİ GERİYOR"
ATİNA, 11/05(BYE)--- Tirajı pazar günleri 144.783 olan Ethnos gazetesinin 10 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Nikos Meletis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haber-yorumun çevirisi şöyledir:
Atina, Türk dış politikasına yeni Osmanlılık teorisini getiren kişiyle karşı karşıya gelmiş durumda. Bu gelişme yani Profesör Ahmet Davutoğlu'nun Türk Dışişleri Bakanlığının başına geçmesi hem Türk-Yunan sorunlarının ele alınmasını hem de Yunanistan'ın AB-Türkiye ilişkilerine dair tezinin şekillenmesini zorlaştırıyor.
Yeni Dışişleri Bakanı Davutoğlu, AK Partinin 2002 yılında iktidara gelişinden itibaren Başbakan Erdoğan'ın danışmanı olarak yıllar önce Turgut Özal tarafından atılan temeller üzerinde inşaata başladı. İslama doğru yönelen Türkiye; Orta Doğu, Orta Asya ve Afrika ile beraber siyasi, etnik ve kültürel açıdan Osmanlı İmparatorluğu ile bağları olan bölgeleri kapsayan çok boyutlu bir dış politika uygulamaya başladı.
--Perde Arkasında--
Komşularla "sıfır sorun" sloganını savunan Davutoğlu, Annan Planı'nı masaya getiren Erdoğan'ın "ileri adımları" yani Suriye ile yakınlaşma, İran ile ilişkilerin pekiştirilmesi, Irak Kürdistan'ına müdahaleci politika, Ermenistan ile diyalog gibi kritik adımların arkasındaki kişidir.
Elli yaşında Taşkent doğumlu Uluslararası İlişkiler Profesörü, 1998 yılında yayımlanan "Çıkar Çatışmaları; Dünya Düzen(sizliğ)i Hakkında bir Yorum" başlıklı yazısıyla dış politikada yeni bir yaklaşımın belirtisini verdi. Oldukça geniş kapsamlı söz konusu yazıda, "Kemalizm" ya da "Türkiye Cumhuriyeti" ile ilgili bir tek kelime bulunmuyor.
Ancak, siyasete damgasını vuran kitap, bazı bölümleri Aris Abatzis'in "İslam Light" kitabında yer alan "Stratejik Derinlik" kitabı oldu. Davutoğlu orada Balkanlar ve Ege ile ilgili önemli açıklamalarda bulunuyor. Kitabın Balkanlar ile ilgili bölümünde Müslüman azınlıkların desteklenmesi ve "Türkiye'ye belirli azınlıklarla ilgili konulara müdahale etme yeteneğini sağlayacak" uluslararası bir hukuk çerçevesinin şekillendirilmesi fikri öne sürülüyor. Hatta Davutoğlu, bu tür bir hukuki çerçevede yasallaşan Kıbrıs'a müdahaleyi "çağdaş dönemde" etkili bir örnek olarak gösteriyor. (Gazete notu: Söz konusu açıklama Ankara'nın son yıllarda Trakya'da uyguladığı politikayı akla getiriyor)
--Kıbrıs'ta İki Devlet--
Göreve başlamasının hemen ardından Kıbrıs işgal kesimine ilk resmî ziyaretini gerçekleştiren Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Kıbrıs konusunda Türk tarafının "iki devlet" çözümünü desteklediğini belli etti.
--Ege Savaş Denizi--
Davutoğlu, "Stratejik Derinlik: Türkiye'nin Uluslararası Konumu" başlıklı kitabında, Ege'deki durumun yeniden gözden geçirilmesi gerektiği düşüncesini ortaya koyarak, Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra adalardan vazgeçmesini "ilgisizlik" olarak nitelendiriyor.
Davutoğlu, "Boğazların kontrolünün Türkiye'nin elinde olması Rusya'nın zayıf noktasını oluştururken, Yunanistan'ın stratejik avantajının Ege adalarından kaynaklandığını" ifade ederek, "Türkiye'nin yaşamsal alanını önemli derecede kısıtlayan Ege adalarının Türkiye için savaşa en yakın bölgeler olduğunu" öne sürüyor.
Dışişleri Bakanına göre, Ege adaları Anadolu'nun jeolojik uzantısıdır ve Yunanistan lehine olan "siyasi paylaşım" kıta sahanlığı, kara suları, hava sahası, FIR hattı, idare ve kontrol bölgeleriyle adaların askersizleştirilmesi gibi sorunların ön plana çıkmasına neden oluyor.
Ege adalarının Yunanistan'a bırakılmasıyla işlenen affedilmez hataların düzeltilmesi gerektiğini ifade eden Türkiye Dışişleri Bakanının ne demek istediğini "tespit etmek" Atina'nın işidir.
ETHNOS: "NABUCCO BORU HATTININ İNŞASI NİHAİ AŞAMADA"
ATİNA, 12/05(BYE)--- Tirajı günde 46.593 olan Ethnos gazetesinin 12 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Yanis Papadatos imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
AB'nin Rus doğal gazına bağımlılığını azaltacak olan Nabucco doğal gaz boru hattı inşası nihai aşamaya giriyor. Söz konusu boru hattı Türkiye'yi Batı Avrupa ile Orta Asya, Kafkasya ve Orta Doğu arasında transit bir enerji taşıma kavşağı haline getirecek.
Kısa süre önce Prag'da yapılan zirvede AB yetkilileri yaptıkları açıklamada, Ankara ve Brüksel'in "güney enerji yolunun" inşası konusunda anlaşmaya vardıkları ve konuyla ilgili anlaşmanın 25 Haziranda imzalanacağını ifade ettiler. Türkiye, kendi topraklarından geçecek doğal gazın yüzde 15'ini daha ucuz fiyata satın alma yönündeki talebini geri çekti. AB Dönem Başkanı Çek Cumhuriyeti Türkiye'nin "sıkı doğu pazarlığı" yaptığını söylese de, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barosso Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den, Avrupa-Türkiye arasında enerji alanındaki anlaşmanın birkaç hafta içinde imzalanacağına dair güvence aldı.
Türkiye'nin resmî olarak Nabucco boru hattının hayata geçirilmesi için AB yükümlülükleri, özellikle de Kıbrıs konusunda, hiçbir karşılık almadığı görülüyor (tabii bu pratikte belli olacak).
Nabucco ortaklığı Avusturya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Türkiye ve Almanya petrol şirketlerinin katılımıyla kurulacak. Boru hattının temel tedarikçileri Azerbaycan ve (Rusya'nın sıkı kontrolü altında bulunan) Türkmenistan olacak. Daha sonraki aşamada ise Kazakistan, İran, Mısır, Irak, hatta belki de temel rakibi Moskova'dan enerji sağlayabilir. Ayrıca Fransa ve Polonya da ortaklığa katılma konusundaki niyetlerini ortaya koydu.
Nabucco boru hattının uzunluğu 2500 kilometre olacak ve Türkiye'nin doğu sınırlarından Viyana "kapılarına" kadar uzanacak. Boru hattı Türkiye'den, Bulgaristan'dan, Romanya'dan, Macaristan'dan geçecek ve Çek Cumhuriyeti ile Almanya'da son bulacak. Boru hattının 2013 yılında faaliyete geçmesi bekleniyor.
ELEFTHEROTİPİA: "TAM UYUM, TAM ÜYELİK"
ATİNA, 12/05(BYE)--- Tirajı günde 52.944 olan Eleftherotipia gazetesinin 12 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Hristina Korai imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Stockholm çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
Başbakan Kostas Karamanlis İsveçli mevkidaşı Fredrik Reinfeldt ile görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada Türkiye ve Üsküp'e yeni mesajlar gönderdi.
1 Temmuzda AB dönem başkanlığını üstlenecek olan İsveç hükûmeti ikili temaslarına başladı. Merkel ile Sarkozy'nin Türkiye ile imtiyazlı ortaklık konusunu yeniden ön plana getirdiği bu dönemde İsveç hükûmeti AB'nin genişlemesi konusuna öncelik tanıyor ve Türkiye'nin Avrupa perspektifini hararetle destekliyor.
Başbakan Karamanlis'in İsveç'te bulunduğu bu günlerde Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da mevkidaşı Carl Bildt ile görüşmek üzere Stockholm'da bulunuyordu.
--İlerlesin--
Kostas Karamanlis açıklamasında şöyle dedi: "Tam uyum, tam üyelik. Bu (Türkiye'nin) reformlar ve insan hakları konularında hızlı adımlarla ilerlemesi, Avrupa değerlerine uyum sağlayarak, imtiyazlı ortaklık isteyen seslerin güçlenmesine olanak vermemesi için gereklidir."
İsveçli Başbakan Avrupa hükûmetlerinden Türkiye'ye yönelik yükümlülüklerini yerine getirmelerini istedi, ancak Lefkoşa'nın vetosuyla karşılaşan üyelik müzakereleriyle ilgili bölümlerinin açılmasını Ankara protokolünün uygulanmasına, yani Türkiye'nin havaalanlarını ve limanlarını Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ticaretine açma yükümlülüğüne bağlamamaya özen gösterdi. Başbakan Reinfeldt, "Kopenhag kriterleri temelinde AB yeni üyelerin girişine açıktır. Bu nedenle ilgili ülkeler özellikle de Türkiye, gelecekte AB üyesi olmak için reform sürecini hızlandırmalıdır." dedi.
--Üsküp İçin--
Üsküp konusuna gelince Kostas Karamanlis EYCM'nin Avrupa perspektifi ve NATO üyeliğiyle ilgili Yunanistan'ın ön şartını, isim sorununun çözülmesi gerektiğini tekrarladı.
Ekonomik kriz konusunda Reinfeldt ile Karamanlis, bankalara verilen destek paketlerinin nasıl kullanıldığını denetleyecek mekanizmaların kurulması gereği üzerinde anlaşmaya vardı.
TO VİMA: "AVRUPA SINIRLARI"
ATİNA, 12/05(BYE)--- Tirajı günde 44.783 olan To Vima gazetesinin 12 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Rihardos Someritis imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Avrupa'ya hâkim olan sağ yelpazenin ve aynı zamanda Avrupa Birliği'nin de en önemli iki lideri seçim öncesinde Berlin'de buluştu ve Avrupa'nın belirli sınırlara sahip olmasının gerekli olduğunu, sürekli bir genişlemenin düşünülemeyeceğini, Türkiye'ye yönelik "imtiyazlı ortaklık" önerilerini tekrarladı.
Birçok vatandaşımız, çok kişi tarafından desteklenen ancak (henüz) çoğunluğu sağlayamadıkları Alman-Fransız ortak görüşünden son derece memnun oldu. Ancak, Almanya ve Fransa Türkiye ile üyelik müzakerelerine ara verme cesaretini gösteremiyor, müzakere bağlamında "çete savaşı" yapmakla yetiniyor.
Konu gündeme iki temel soru getiriyor:
1- Avrupa'nın belirli sınırlara sahip olması gerektiğini söyleyenler acaba ne demek istiyorlar?
2- Üyeliği isteyen Balkan ülkeleri acaba nasıl karşılanıyor?
Bu sorulara verilecek cevaplar ülkemiz için yaşamsal önem taşımaktadır.
Gelecekte bütün Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği'ne üye olması, ortaklarımızla daha iyi ilişkiler kurabilmemiz için jeopolitik anlamda önem kazanmaktadır. Balkanlar'da barışı sağlamak için haritaya bir göz atmak yeterlidir.
Tarihe gelince, bizler için acı dolu bir tarih. Hem biz hem de Türkiye'nin üyesi olduğumuz NATO, bir üye ülkenin saldırısına uğrayan başka bir üye ülkenin korunmasını sağlamıyor. Ortak savunma, sadece saldırının üçüncü bir ülkeden gelmesi durumunda öngörülüyor. Kıbrıs NATO üyesi değil, bunun nedeni de çoğu Kıbrıslı yetkilinin Kıbrıs konusunda "NATO çözümü" istememesi.
Schengen Anlaşması'na rağmen Avrupa Birliği sınırları Avrupa tarafından korunmuyor veya en azından yeterince korunmuyor. Kaçak göçmenler bunun en büyük kanıtıdır.
Şansölye Merkel ile Cumhurbaşkanı Sarkozy Avrupa sınırlarından bahsederken -NATO'dan söz etmeden-, bu sınırların Avrupa tarafından korunacağını da öngörüyorlar mı yoksa NATO gibi onlar da bunun tamamen bizim yetkilerimize ait olduğunu mu söyleyecekler?
Kurumsal açıdan Avrupa Birliği dışında olan bir Türkiye, her ne kadar da anlamını henüz bilmediğimiz imtiyazlı ortaklıkla AB'ye bağlı olsa da Avrupa dışında bölgesel bir güç olacak. Bu durum bizim ve Kıbrıs'ın Türkiye ile diyaloğunu daha da zorlaştıracak. Bu arada Washington'un Orta Doğu ve Orta Asya ile ilgili planları dışında da kalacağız.
Şunu da ilave etmek gerekir: Rusya dolaylı bir şekilde etkisini eski SSCB'nin ve çarların sınırlarına kadar yaymaya çalışırken, Merkel ile Sarkozy'nin Avrupa'nın sınırlarıyla ilgili görüşü bizi çatışmaya götürüyor, bunun maliyetini de çok pahalıya ödeyebiliriz.
İMERİSİA: "TÜRKİYE-AB... ABARTILI AÇIKLAMALAR VE GERÇEKLER"
ATİNA, 13/05(BYE)--- Tirajı günde 12.020 olan İmerisia gazetesinin 13 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Yorgos Kapopulos imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Geçtiğimiz hafta, iktidardaki UMP'nin seçim kampanyasını Fransa'nın Nîme şehrinden başlatan Cumhurbaşkanı Sarkozy, Almanya'nın ekonomik krizle mücadelede uyguladığı egoist ve ulusal merkezli stratejisini açıkça eleştirdi.
Pazar akşamı Berlin'de düzenlenen Hristiyan Demokratların seçim öncesi toplantısında Şansölye Merkel'in yanında yaptığı konuşmada Sarkozy, Almanya'yı disiplini ve üretkenliği açısından Fransa için model ülke olarak ilan etti. Bunun ardından iki liderin Türkiye ile imtiyazlı ilişkiyi yeniden gündeme getirmesi bir şaşkınlık yaratmadı. AB'nin ekonomi yönetiminde, Avrupa Merkez Bankasının rolü, Eurogroup başkanlığının rolü, avro kuşağı ülkelerinin belirli aralıklarla zirveler düzenlemesi ve Akdeniz İşbirliği gibi konularda anlaşmazlıklar yaşanırken Türkiye'nin tam üyelik perspektifi, Fransız-Alman yakınlaşmasının en önemli dayanak noktası olarak ön plana çıkarılıyor denilirse abartılmış sayılmaz. Berlin'de yapılan açık hava toplantısında iki liderin açıkça ifade etmediği bir gerçek var: Üyelik müzakerelerinin imtiyazlı ilişki müzakerelerine dönüşmesini resmen hiçbir zaman önermeyecekler. Çünkü;
- Fransa'nın müdahalesiyle sadece tam üyeliğe yönelik yükümlülükler içermeyen müzakere bölümleri açılıyor.
- Bunun yanı sıra Berlin ve Paris, Ankara'nın; demokratikleşme konusunda zayıf kaldığı ve Lefkoşa yönündeki yükümlülüklerini yerine getirmediği için bugünkü engelleri gelecekte de aşamayacağını, müzakereleri "torpillemenin" maliyetini ödemeyeceklerini düşünüyorlar.
- Üstelik Avrupa içindeki dengelerin sürekli değiştiği bu aşamada Fransa ve Almanya, her biri kendi nedenlerinden dolayı Türkiye'nin üyeliğine tam destek vermeye devam eden ülkelerle -İngiltere, İsveç, Polonya, İspanya, İtalya, Yunanistan ve Kıbrıs- ikili ilişkilerine bu konuyu karıştırmak istemiyor.
- Bu arada Fransa'nın, Obama'nın ABD'siyle yakınlaşmasının ve kısa bir süre önce askeri kanadına geri döndüğü NATO'yla işbirliğinin önemini unutmamak gerekir. Öncelikli bu iki konu Sarkozy'nin, Türkiye'nin üyelik müzakereleriyle ilgili bazı bölümleri dondurması ve seçim öncesi kampanyalarda abartılı açıklamalar yapması ötesinde bir şeyler yapıp yapamayacağını açıkça gösteriyor.
AB üyeliği müzakereleri, tam üyeliğe yönelik gibi görünüyor, fakat içerik açısından imtiyazlı ilişki müzakereleridir. Bugünkü gerçek durum bu. Bu da Sarkozy-Merkel'in abartılı açıklamalar yapmalarından değil, Türkiye'nin demokratikleşmeye yönelik reformları çok ağır adımlarla sürdürmesinden ve AB'nin, Lizbon Anlaşmasının uygulanmasından sonra dahi Türkiye'nin hacminde bir ülkeyi bünyesine katma gücünde olmamasından kaynaklanıyor. Sarkozy-Merkel'in Türk fobili açıklamaları, AB bütünleşmesinin dondurulmasından ve Türkiye'de hala yürürlükte olan kısıtlı demokrasinin sonsuza kadar devam etmesinden yana olanların kulakları için hoş bir müzik.
HIRVATİSTAN BASINI
VJESNIK: "AB'YE ÜYELİK YERİNE ORTAKLIK"
ANKARA, 12/05(BYE)--- Hırvatistan'da yayımlanan Vjesnik gazetesinin 12 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yer alan haberin çevirisi şöyledir:
Pazar günü, Alman ve Fransız muhafazakâr partilerinin önde gelen genç politikacılarının bir araya geldiği toplantıda, Fransa ve Almanya liderleri Nicolas Sarkozy ve Angela Merkel, Türkiye'nin AB üyeliği konusunu gündeme getirdiler ve bu adımın mantık dışı olduğunu savunarak, Türkiye'nin AB üyeliğini yine bir sorun hâline getirdiler.
Almanya Şansölyesi, genişlemenin AB'nin etkili olmasını engellemesine yol açması durumunda, AB'nin genişlemesinin bir anlamının olmayacağını ifade ederek, Türkiye'yi tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklığa kabul etmenin daha yerinde olduğu görüşünü savundu.
Aynı toplantıda Fransa Cumhurbaşkanı Sarcozy, iyi organize olmuş bir Avrupa'ya ihtiyaç olduğunu, bu nedenle sınırsız genişlemenin bir anlamı olmadığını ifade ederek, Türkiye'ye kesinlikle boş vaatlerde bulunulmaması gerektiğini söyledi.
Sarcozy, Alternatif olarak geniş bir ortak ekonomik alan oluşturulması teklifinde bulundu, böylece Rusya'nın da AB'ye yaklaşmasının söz konusu olabileceğini belirtti.
Merkel, AB'nin doğuyu yok saymak istemediğini ancak etkisini kaybetmemesi gerektiğini açıkladı.
Sarcozy, Almanya'nın BM Güvenlik Konseyinde daimi üye olması talbini de desteklediğini açıkladı.
Almanya ve Fransa, uzun süredir Türkiye için bir imtiyazlı ortaklık politikasını savunuyor çünkü Türkiye'nin AB'ye girmesinin ne AB ne de Türkiye için bir faydasının olacağını düşünüyorlar.
Başta İngiltere olmak üzere bazı başka AB'ye üye ülkeler, özellikle Türkiye'nin söz konusu olması durumunda AB'nin, genişlemeden sakınmaması gerektiğini savunuyorlar. Özel konumu, siyasi düzeni ve hatta Kıbrıs sorunu ile Türkiye, AB için ilgilenmesi gereken özel bir durum.
Üçüncü yıldır Türkiye, AB yolunda engellerle karşılaşıyor, Avrupa Komisyonunun ilerleme raporları şu ana kadar pek iç açıcı olmadı. Ancak ABD Başkanı Barack Obama'nın Türkiye ziyareti ve ABD'nin Türkiye'yi kuvvetle desteklemesi bazı olayları değiştirebilir.
Obama'nın Türkiye ziyareti, Türkiye'nin, özellikle Amerika'nın Orta Doğu planlarında yine önemli bir ortak konumuna gelmesiyle tam zamanında gerçekleşti.
Bir ay önce yaptığı Avrupa turunun Prag durağında Obama, AB'ye, Türkiye'yi tam üye olarak kabul etme çağrısında bulundu.
İSVİÇRE BASINI
NEUE ZÜRCHER ZEITUNG: "PRAG'DA NABUCCO BORU HATTINA DOĞRU BİR ADIM"
BERN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 127.000 olan Neue Zürcher Zeitung'un 9 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Prag çıkışlı ve Rudolf Hermann imzalı haber-yorumun çevirisi şöyledir:
--AB Enerji Zirvesi'nde Ankara'yla Bir Sözleşmeye Hazırlık--
Orta Asya'daki bazı ülkelerle AB'nin enerji konularına dönük bir zirve toplantısında, Prag'da Nabucco Boru Hattının planlanması görüşüldü. Bu proje, Batı Avrupa'nın Orta Asya'daki enerji kaynaklarından doğalgaz sevkiyatının çeşitlenmesine hizmet ediyor.
Çek Cumhuriyeti AB Dönem Başkanlığı yönetiminde, AB'nin ve hammadde sağlayıcısı ya da transit ülke olarak projenin güney koridorunda yer alacak devletlerin yüksek temsilcileri bu büyük proje konusunda açıklamalarda bulundu. AB temsilcilerinin yanı sıra Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Gürcistan, Türkiye ve Mısır'dan delegasyonlar buluşmaya katıldı. Projenin ana noktası, Hazar Gölü'nden Rus topraklarını atlayarak Batı Avrupa'ya uzanacak, böylece Orta Asya'nın doğalgazını Rusya aracı olmadan ya da Ukrayna transit ülke olmadan sağlayacak bir boru hattı sisteminin inşası. Ayrıca Batı Avrupa'ya enerji sevkiyatının çeşitlendirilmesinin sağlanması ve en son Rusya-Ukrayna arasında yılın başında yaşanan doğalgaz krizi gibi siyasi komplikasyonlar yaşanmadan Batı Avrupa'yı enerji konusunda daha az bağımlı hale getirmesi planlanıyor.
Çek Cumhuriyeti Başbakanı Topolanek, Nabucco boru hattı projesiyle bağlantılı olarak, bu doğalgaz projesinin katılan ülkelerin ekonomisine ve toplumuna katkı sağlayacağını vurguladı. Topolanek, Avrupa Ekonomik Topluluğu kömür ve demir üzerinde yükselirken, bugün AB'nin enerji güvenliğinin benzer bir kapsamı olduğunu vurguladı.
Projenin stratejik önemine rağmen bazı yorumculara göre AB ilk defa açıkça zorlanıyor. Orta Asya ve Orta Doğu'daki doğalgaz üreticileriyle uzun süreli sevkiyat anlaşmalarının yapılmasının gerekliliği temel bir sorun teşkil ediyor. Böylece Türkiye ile transit sorunlarının düzenlenmesinin garanti altına alınması gerekiyor. "Hospodarske Noviny" gazetesindeki bir habere göre, Çek Enerji Bakanı Bartuska, Ankara'ya projenin içinde yer alabileceğini, ancak yer almak zorunda olmadığını söyledi. Bu açıklama, Türkiye'nin projede yer almak için ortaya koyduğu taleplere bir imaydı. Bu talepler AB tarafından fazla bulunuyor.
Enerji zirvesinden sonra, Ankara ile bir sözleşmenin Prag'da üzerinde çalışılan deklarasyon temelinde haziran ayının sonuna kadar yapılabileceği vurgulandı. Potansiyel yatırımcılara 6 milyar dolar tutarındaki proje için daha fazla güven verecek bu temelde, inşa başlangıcı 2011 olarak belirlendi ve yol planına uyulması durumunda boru hattının 2014 yılında işlemeye başlaması planlanıyor. Bu boru hattının yıllık 31 milyar metreküp bir kapasitesi olacak ve Batı Avrupa'nın doğalgaz ihtiyacının yaklaşık yüzde onunu garanti altına alacak. BERNBM Notu: Aynı içerikli haber tüm İsviçre basınında yer almıştır.
NEUE ZÜRCHER ZEITUNG: "TÜRKİYE'DE AB'YE OLAN İNANÇ KAYBOLUYOR"
BERN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 127.000 olan Neue Zürcher Zeitung'un 9 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan Thomas Fuster imzalı haber-yorumun çevirisi şöyledir:
--Karşılıklı İlişkilerde Hayal Kırıklığı ve Güvensizlik Hakim--
Türkiye ve AB arasındaki yakınlaşmada yıllardır bir gelişme kaydedilmiş değil. Türkiye'de hayal kırıklığı büyüyor. İnsanlar kendilerini cesareti kırılmış ve önemli temsilcileri Türkiye'nin üyeliğine ilgisiz olduklarını saklamaya çalışmayan AB tarafından haksız muamele görmüş olarak hissediyor.
Avrupa'ya yönelim Türkiye'nin soy ağacında yazılı. Kemal Atatürk 1923 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun kalıntılarından Türkiye Cumhuriyeti'ni kurduğunda, Türkiye'nin yönelimini anlaşılır biçimde açıklamıştı: Genç devlet, Avrupa'ya yönelmeliydi. Batının kurumları, bilimi ve yaşam tarzı, bütün bunlar modernleşmenin ölçütleri oldu. Geri kalmış sayılan Doğuda bulunan komşulara sırt çevrildi, Arap alfabesi Latin alfabesiyle değiştirildi. Bu Kemalist anlayışa Atatürk'ün mirasçıları da bağlı kaldı. Böylece Türkiye 1959 yılında ilk kez Avrupa Ekonomik Topluluğu'na girmek için başvuruda bulundu. Ancak kırk yıl sonra 1999 yılının Aralık ayında, Avrupa Birliği'ne dönüşmüş olan devletler örgütü tarafından aday ülke olarak açıklandı ve müzakereler de 2005 yılının Ekim ayında nihayet başlayabildi.
Başka bir deyişle: Yaklaşık elli yıldır Ankara Brüksel'in lütfu için çabalıyor. Ancak bu günlerde AB üyeliği hedefi hiç olmadığı kadar uzak görünüyor. Gerçi AB üyeliği perspektifi, 2000 ve 2005 yılları arasında bir süre için çok sayıda siyasi reformun güçlü motoru olarak işlev gördü: İdam cezası kaldırıldı, askerin sivil kontrolü azaltıldı ve birçok anayasa değişikliği ile demokratik özgürlükler güçlendirildi. Ancak üyelik müzakerelerinin başlamasından sonra reform süreci tıkandı. Türk hükümeti iç siyasetteki krizlere yöneldi, Kıbrıs konusu Brüksel ve Ankara'nın arasına girdi ve AB üyeleri içinde Türkiye'nin AB üyeliğine temelde karşı çıkan ve bunu saklamayan sesler arttı.
Egemen Bağış'ın bu tıkanıklığı çözmesi bekleniyor. Bu yılın Ocak ayında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan onu AB işlerinden sorumlu Bakanlığa atadı ve Bağış, Brüksel'e karşı baş müzakereci oldu. Bu görev daha önce Dışişleri Bakanlığı'nın işiydi. Yeni kabine gözlemciler tarafından Türkiye'nin AB konusuna gelecekte daha fazla ağırlık vereceğinin sinyali olarak değerlendirildi. Gerçekte, engellerle dolu üyelik sürecine son yıllarda daha az öncelik tanınmıştı. Hükümet, enerjisinin büyük bölümünü kendinden emin bir dış politika oluşturmaya yöneltti. Bölgesel bir güç olma hedefi çerçevesinde bir Neo-Osmanlı retoriği ön plana çıktı. İslamcı komşularla ilişkiler yoğunlaştırıldı, bu strateji de bazı Avrupa merkezlerinde Türkiye'nin, Erdoğan'ın partisi İslamcı-muhafazakar AKP'nin yönetiminde batıdan giderek uzaklaşmaya mı başladığı sorusunu gündeme getirdi.
Bağış bu tür korkuların nedensiz olduğunu söylüyor. Yeni Avrupa Bakanı yabancı gazetecilerle gerçekleştirdiği görüşmede, stratejik AB üyeliği hedefi konusunda partisinin uzlaşı içinde olmaya devam ettiğini, AB ile müzakerelerin başarılı bir sonla biteceğinden emin olduğunu ifade etti: "Bugüne kadar AB üyeliği sürecini başlatan her ülke, bu süreci bitirdi de. Bu Türkiye için de geçerli olacak." Bu sürecin gerçi zaman alacağını, ancak bir elli yıl daha bekleme süresi olmayacağını, çünkü üyelik perspektifinin Türkiye için önemli bir "diyet programı" oluşturduğunu vurgulayan Bağış, televizyonun önünde koltukta oturup hiçbir şey yapmamanın rahat olduğunu, ancak Türkiye'nin sürekli hareketli kalabilmek ve fazla kilolarından kurtulmak için AB'ye ihtiyacı olduğunu belirtti. Bakana göre, dış baskı olduğu sürece bir diyeti uygulamak her zaman daha kolay.
Bu diyet, yani AB tarafından gerçekleştirilmesi istenen reformlar bütünü, Bağış'a göre iç siyasete bağlı gerekçeler nedeniyle olabildiğince hızlı biçimde gerçekleştirilmeli. AKP'nin hayal kırıklığı yaşadığı mart ayı sonundaki yerel seçimlerden sonra gelecek iki yılda önemli bir seçim bulunmuyor. Bu sürenin iyi kullanılması gerekiyor. Bakan, AB'de Türkiye'ye şüpheyle yaklaşanlara Türkiye'nin AB üyeliğini birliğe yük olmak için değil, Avrupa'nın yüküne ortak olmak için girmeye çabaladığını hatırlattı. "AB'yi bekleyen en önemli on tehlikeden en azından sekizinde Türkiye yardımcı bir rol oynayabilir" diyen Bağış bununla güvenlik siyaseti, enerji sevkiyatı ya da büyüyen pazarlara ekonomik giriş gibi konuları kastettiğini vurguladı. Bağış'a göre Türkiye son yıllardaki dış siyaseti sayesinde batı ve doğu arasında bir köprü olarak iki tarafta da yerleşmiş durumda ve bu nedenle AB'nin örneğin Orta Doğu'da daha güçlü bir sesi olmasına yardımcı olabilir.
Bakanın mesleğine bağlı bu iyimserliği, Avrupa politikasına duyulan güven konusunda pek bir açıklık olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Ne Erdoğan'ın Ocak ayında dört yıldan sonra ilk kez Brüksel'e ziyareti ne de Bağış'ın atanması ilişkilerin yumuşamasına yol açtı. 35 müzakere başlığından henüz onu açıldı, sekiz başlık Türkiye'nin liman ve havalimanlarını AB üyesi Kıbrıs'ın gemi ve uçaklarına açmayı reddetmesi sonucu 2006 yılından beri dondurulmuş durumda. Kıbrıs konusunda bir yakınlaşma olacak gibi görünmüyor. Türkiye'de daha çok Brüksel tarafından bölünmüş ada konusunda Türkiye'ye haksızlık yapıldığı duygusu hakim. Sonuçta 2004 yılında, iki ayrı devletin bir konfederasyon oluşturmasını öngören BM Barış Planı Türk tarafınca onaylanmış, Rum tarafı ise bu planı reddetmişti. Bundan kısa bir süre sonra da Rum tarafı ödüllendirilmiş ve Kıbrıs'ın tek temsilcisi olarak AB'ye alınmıştı. AB, Türk tarafına ticaret ambargosunun kaldırılması sözünü de tutmamıştı.
Hiç şüphe yok: AB şimdiye kadar Kıbrıs sorununda her zaman tutarlı davranmadı. Bu sorunun yıllardır Türkiye ve AB arasındaki yakınlaşma sürecini bloke etmesi, International Crisis Group İstanbul bürosundan Hugh Pope'a göre AB içerisinde Türkiye ile ciddi bir biçimde ilişki kurma yolunda eksik olan siyasi iradeden kaynaklanıyor. Brüksel'de çok sayıda AB vatandaşının Türkiye'nin üyeliğine eleştirel yaklaştığı biliniyor, anketlere göre bu daha çok ülkenin Müslüman kimliğinden kaynaklanıyor.
Kıbrıs konusundaki anlaşmazlık AB üyeliği konusunda ayak sürüyebilmek için hoş görülen bir mazeret gibi görünüyor. Bu özellikle Almanya, Fransa ve Avusturya gibi ülkeler için geçerli. Pope'a göre Fransa'da Türkiye tartışmasının Avrupa siyasetçileri tarafından nasıl iç siyaset amaçları için kullanıldığını özellikle gözlemek mümkün. Türkiye, Fransız toplumunda gerek İslam'a, göçe ve gerekse ekonomik değişikliklere karşı duyulan yaygın korkuların bir sembolü olarak algılanıyor.
İstanbul'daki araştırma merkezi EDAM'dan siyaset bilimci Senem Aydın Düzgit, AB içerisinde sadece toplumun geniş kesimlerinde değil, aynı zamanda elitlerde arasında da giderek rasyonel olmaktan çıkan bir Türkiye tartışması olduğunu öne sürüyor. Düzgit'e göre, geçtiğimiz on yılın ilk yarısında AB'nin şartlarına göreceli olarak yüksek oranda güven duyuluyordu. Buna bağlı olarak Türkiye'de bir reform süreci yaşandı. Ancak birkaç yıldır bu tartışma ve talepler gözle görülür bir şekilde karmaşıklaştı ve inandırıcılığını yitirdi. AB'de üye ülke olarak kendisini öncelikle İslam dünyasının sözcüsü olarak algılayacak olan Türkiye'nin, kalıcı veto politikasıyla Birlikte felce neden olacağı şeklindeki korkuların körüklendiğini belirtiyor. Düzgit'e göre, gerçeklere dayanmayan bu atmosferin oluşturulmasının sonucu, büyüyen oranda karşılıklı bir güvensizlik. Düzgit, Alman Başbakanı Angela Merkel'in Türkiye'ye tam üyelik yerine "özel bir ortaklık" önerisinde de yansıdığı gibi AB'nin giderek yok olan inandırıcılığının Türkiye'deki reform yanlısı çevrelerin elini zayıflattığını, milliyetçi kesimlerin de elini güçlendirdiğini vurguluyor.
Türk kamuoyundaki izlenim, Brüksel'in Ankara'ya karşı şu ana kadarki üye ülkelere uyguladığı siyasetten farklı bir siyaset izlediği yönünde. Türkiye kendisinin küçümsendiğini düşünüyor ve AB talepler kataloğuna yönelik reform süreci durma noktasına geldi. Sadece bir kısır döngü hareket halinde: Ankara, Brüksel'in Türkiye'ye karşı ilgisizliğini AB reformlarını durdurmak için bir neden olarak görüyor, Brüksel ise Ankara'nın hareketsizliğini Türkiye'nin AB'ye karşı ilgisizliğinin bir işareti olarak algılıyor. Bu, daha özgür bir toplum düzenine yönelik çabaları felce uğratabilecek tehlikeli bir dinamik. Ayrıca üyelik süreci, Kemalist devlet ideolojisinin iddia ettiğinin tersine pek de homojen görünmeyen Türkiye'nin toplumsal olarak birarada tutunması için az sayıdaki projeden biri. Avrupa yolundan uzaklaşmak modern Türkiye'nin ana duvarlarından birini erozyona uğratabilir, sonuçta da ayrışma gerçek olabilir.
NEUE ZÜRCHER ZEITUNG: "TÜRKİYE'DE AB'YE OLAN İNANÇ KAYBOLUYOR"
BERN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 127.000 olan Neue Zürcher Zeitung'un 11 Mayıs 2009 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
9 Mayıs 2009 sayılı gazetemizde Türkiye ve AB arasındaki ilişkinin anlatıldığı haberde Ali Babacan Dışişleri Bakanı olarak tanımlanmıştır. Babacan kısa bir süre öncesine kadar bu görevdeydi. Ancak 1 Mayıs'ta yapılan kabine değişikliğiyle ekonomi koordinasyonundan sorumlu Başbakan Yardımcılığına atandı. Babacan'ın Dışişleri Bakanı olarak halefi uzun yıllardır hükümetin dış politika danışmanı olan Ahmet Davutoğlu.
BERNER ZEITUNG: "MERKEL VE SARKOZY TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNE KARŞI"
BERN, 11/05(BYE)--- Tirajı günde 73.850 olan liberal eğilimli Berner Zeitung'un 11 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan DPA kaynaklı haberin çevirisi şöyledir:
Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy sınırları olmayan bir Avrupa konusunda uyarıda bulundu ve Türkiye'nin AB üyeliğine ret cevabı verdi.
Merkel Berlin'de yapılan bir Alman-Fransız gençlik toplantısında AB'nin giderek genişlemesinin, artık hareket kabiliyeti olmamasının anlamı olmadığını söyledi. Aynı toplantıya katılan Sarkozy de sınırları olmayan bir Avrupa'nın değerlerinin de olmayacağını vurguladı.
ABD BASINI
THE WALL STREET JOURNAL: "AB EKONOMİK DURGUNLUK SÜRERKEN BORU HATTI PROJESİNİ DESTEKLİYOR"
NEW YORK, 06/05(BYE)--- The Wall Street Journal gazetesinin 6 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Marc Champion imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Brüksel çıkışlı haberin özet çevirisi şöyledir:
Ekonomik durgunluk, Avrupa Birliği'nin Hazar Denizi bölgesinden doğal gaz sağlanmasına ilişkin boru hattı inşasına yönelik çabalarına bir umut ışığı yakıyor.
Analistler, talep azlığının ve yakıt fiyatlarının, Rusya'nın Orta Asya'dan doğal gaz satın alma isteğini törpülediğini belirterek, Nabucco Boru Hattı Projesi'nin gerçekleşmesi hâlinde, boru hattıyla AB'ye yılda 31 milyar metreküp doğal gaz sağlanacağını ifade ediyor.
AB yetkililerine göre, Orta Doğu ve Hazar Denizi bölgesinden Avrupa Birliği'ne doğru inşasına ihtiyaç duyulan boru hattı için, Türkiye, Azerbaycan, Irak ve Mısır'ın yanı sıra bölgedeki diğer ülke liderleri, başbakanlar ve cumhurbaşkanları Prag'da ilk kez, cuma günü yapılacak zirvede bir araya gelecekler.
Avrupa Birliği, Nabucco Projesi'ni, ikmal yollarını çeşitlendirmek ve Rusya'dan ithal edilen doğal gaza olan bağımlılığını azaltmak amacıyla ön plana çıkarıyor. Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan fiyat anlaşmazlığı, Rusya'nın 2006 yılından bu yana, bu yıl iki kez AB'ye doğal gaz sevkiyatını birkaç hafta süreyle durdurmasına neden olmuştu. Proje, başladığı günden bu yana boru hattını dolduracak yeterli doğal gazın olmayacağı konusunda duyulan endişelerin yanı sıra geçiş koşulları bağlamında boru hattı konsorsiyum ortaklığı ile Türkiye arasında yapılan pazarlıklar nedeniyle sıkıntılı günler geçiriyor.
Zaman zaman, herhangi bir anlaşmaya yönelik bir gelişmeyi AB ile olan sorunlu üyelik görüşmelerine bağlayabileceğini belirten Türkiye, aylardır Nabucco ortaklığı ile geçiş koşulları konusunda pazarlık yapıyor. Diger yandan AB yetkilileri, haziran ayına kadar geçiş hususunda bir anlaşmaya varmayı ümit ediyor.
Nabucco konsorsiyum sözcüsü Christian Dolezal, koşullar belirlenir belirlenmez Nabucco ortaklığının boru hattına konulacak doğal gaz sözleşmelerini hazırlamaya başlayabileceğini açıkladı. 8 milyar avro tutarındaki ve 3300 kilometre uzunluğundaki doğal gaz boru hattı konsorsiyumunda, Romanya'dan Transgaz SA, Almanya'dan RWE AG, Avusturya'dan OMV Gas
Power GmbH, Macaristan'dan MOL, Bulgaristan'dan EAD ve Türkiye'den BOTAŞ AŞ firmaları yer alıyor. Birçok analistin süre bitimine kadar yetişemeyeceğini düşündüğü Nabucco Projesi'nin, 2014 yılında faaliyete geçmesi planlanıyor.
AB yetkilileri ayrıca, doğal gaz boru hattı projelerinin başarıyla uygulanmasının yıllar aldığını belirtiyor.
ABD ULUSLARARASI DİN ÖZGÜRLÜĞÜ KOMİSYONUNUN MAYIS 2009 YILLIK RAPORU
ANKARA, 08/05(BYE)--- ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu tarafından yayımlanan yıllık raporun Türkiye bölümünde, raporun kapsadığı dönemde Türkiye'de dinî özgürlükler konusundaki şu gelişmelerden söz edilmiştir: Devletin laikliği yorumlayışı, dinî çoğunluk ve özellikle de azınlık cemaatlerinin üyelerinin de aralarında olduğu pek çok Türk vatandaşı için dinî özgürlüklerin ihlal edilmesine neden olmuştur. Hükûmetin üniversitelerde yıllardır devam eden İslami başörtüsü yasağını 2008 yılında Anayasa'da değişiklik yaparak kaldırma çabasına rağmen Anayasa Mahkemesi bu düzenlemeyi iptal etmiş ve mevcut yasa ve yasak yürürlükte kalmaya devam etmiştir. Dinî azınlık cemaatlerinin dinî özgürlüklerine getirilen ciddi kısıtlamalar, gayrimüslimlerin mülkiyet edinme, devretme, din adamı yetiştirme ve dinî eğitim verme haklarını kesin olarak reddeden devlet politikaları ve faaliyetleri bazı dinî azınlıkların küçülmesine -bazen de yok olmasına- neden olmuştur. Hükûmet ayrıca Alevi cemaatleri, Rum Ortodoks Kilisesi Ekümenik Patrikhanesi, Ermeni Ortodoks Kilisesi ve diğerleri gibi bazı dinî grupları tüzel kişilik olarak tanımamaktadır.
ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu Yıllık Raporunun Türkiye bölümünün çevirisi şöyledir:
--Türkiye--
Türkiye, demokratik bir hükûmete ve ülkede, dinin devlet işlerinden ayrılması olarak tanımlanan, güçlü "laiklik" geleneğine sahiptir. Türkiye'deki aktif sivil toplum, medya ve siyasi partiler, ülkede dinin toplumdaki rolünün nasıl olması gerektiğine ilişkin süren tartışmaların bir parçası olarak, dinî özgürlükler atmosferine etki etmektedir. Ne var ki Türk devletinin laikliği yorumlayışı, dinî çoğunluk ve özellikle de azınlık cemaatleri üyelerinin de aralarında olduğu pek çok Türk vatandaşı için dinî özgürlüklerin ihlal edilmesine neden olmuştur. Dışişleri Bakanlığının 2008 Dinî Özgürlükler Raporuna göre Türkiye hükûmeti "uygulamada genel olarak din özgürlüğünün yaşanmasına saygı göstermiştir ancak hükûmet İslami ve diğer dinî gruplara sınırlamalar koymakta ve üniversiteler de dâhil olmak üzere devlet dairelerinde ve devlete ait kurumlarda 'laik devleti' koruma gerekçesiyle İslami dinî ifadelere önemli kısıtlamalar getirmektedir."
Türk Meclisi Şubat 2008'de uzun süredir üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağını kaldırmaya yönelik anayasa değişikliklerini kabul etti. Fakat Anayasa Mahkemesi haziran ayında bu değişikliklerin Türk devletinin laik yapısına ve anayasaya aykırı olduğuna ve değişikliklerin uygulanmayacağına hükmetti. Gayrimüslim cemaatlerin mülkiyet edinme, din adamı yetiştirme ve dinî eğitim verme haklarını kesin bir şekilde reddeden devlet politikaları ve faaliyetleri dâhil olmak üzere dinî azınlık cemaatleri üzerindeki önemli kısıtlamalar, bin yıldır bu topraklarda yaşayan bazı dinî azınlıkların azalmasına -ve bazı durumlarda gözle görülür şekilde ortadan kalkmasına- neden olmuştur. Bu ve diğer dinî özgürlük sorunlarının devam etmesi ve Türkiye'deki bazı dinî cemaatlerin varlığının tehlikede olması nedeniyle Komisyon bu yıl Türkiye'yi İzleme Listesine dâhil etmeye karar vermiştir.
Avrupa Birliği (AB) 2001 yılında Türkiye'nin Birliğe katılım girişimine onay vermiştir ve bu, bir dizi reform gerçekleştirmesi yönünde Türkiye'yi teşvik etmiştir. Ne var ki bazı ilerlemelere rağmen 2008 yılının sonlarında yayımlanan bir AB raporunda, "Dinî özgürlüklerin yaşanmasına tam saygı gösterilmesine yardımcı olacak bir ortam sağlanması için Türkiye'nin daha fazla çaba göstermesi gerekmektedir" ifadesi yer aldı. Komisyon, Kasım 2006'da Türkiye'ye ziyarette bulundu ve milletvekilleri ve farklı dinî cemaatlerin ve sivil toplum eylemcilerinin yanı sıra Türk hükûmetinin din işlerinden sorumlu yetkilileriyle bir araya geldi. Komisyonun ziyareti sırasında neredeyse farklı tüm dinlerden insanlar, ibadethanelerin açılması, korunması ve faaliyetlerinin sürdürülmesi açısından ciddi sorunları olduğunu ancak ülkenin anayasasında da öngörüldüğü gibi bir araya gelmekte ve ibadet etmekte özgür olduklarını ifade ettiler. Bunun yanında grupların çoğu, özellikle AB katılım sürecinde ele alınan reformlardan söz ederek, son on yılda dinî özgürlüklerin yaşanmasında gelişme olduğunu belirttiler. Ne var ki Komisyon, Hristiyanlar ve diğer azınlık cemaatlerinin yanı sıra aralarında çoğunluğu oluşturan Sünni cemaat ve (genellikle İslam'ın özgün bir mezhebi olarak görülen) azınlıktaki Alevilerin de dinî özgürlükleri yaşamakta önemli kısıtlamalarla karşı karşıya olduğu konusunda bilgi edindi. Aşağıda da ele alınacağı üzere bu endişeler devam etmektedir.
--Laiklik ve Siyasi Partiler--
Türkiye'nin Anayasası, ülkenin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'ün ortaya koyduğu politika doğrultusunda ülkeyi "laik devlet" olarak tanımlamaktadır. Bu laiklik görüşü, Atatürk'ün, dinin, Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa karşısında geri kalmasının başlıca nedeni olduğu inancına dayanmaktadır. Sonuç olarak Atatürk ve ondan sonra gelen siyasi liderler, kişisel inançların beyan edilmesi de dâhil olmak üzere Türkiye'de kamusal hayatta dinin etkisinin ortadan kaldırılması ve dinin devlet kontrolü altına alınması konusunda kararlı davranmışlardır. Aslında Türk Devleti'nin laikliği algılayışı, Amerika'nın din-devlet ayrımı yorumundan farklılık göstermektedir. Amerika'nın laikliği algılayışı, devletin, kamusal alanda herhangi bir dinî faaliyet üzerindeki kontrolünü yansıtmaktadır.
Devletin laikliği tanımlayış şekline karşı çıkan siyasi partiler yıllardır baskı altında tutulmuş ya da Türkiye Anayasası'nın 68. maddesi uyarınca kapatılmıştır. Buna rağmen dinin kamusal hayatta yer almaması pek çok Türk için tartışmalı bir konu olarak kalmıştır. Müslümanların dinî ifade özgürlükleri konusunda daha yumuşak olan Demokrat Parti 1950 yılında ülkenin ilk serbest Meclis seçimlerini kazanmış ancak 1960 yılında askerî bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılmıştır. Ordu, hükûmetleri devirmek üzere 1971 ve 1980 yıllarında iki darbe daha yapmıştır. 1980 darbesi kısmen, ordunun laiklik politikasının tehdit altında olduğu kanaatinden kaynaklanmıştır. Devletin laiklik tanımına karşı çıkan bir başka parti olan Refah Partisi, 1990'larda seçimlerde çoğunluğu ele geçirmiştir ancak 1997 yılında "yumuşak bir darbe" ile ordu tarafından iktidardan "uzaklaştırılmış" ve fesholmaya zorlanmıştır.
Türkiye'nin hâlihazırdaki iktidar partisi Adalet ve Kalkınma Partisinin (Türkçe kısaltmasıyla AKP veya AK Parti) kökleri Refah Partisine dayanmaktadır ve Kasım 2002 seçimlerinde yüzde 34 ile Mecliste çoğunluğu elde etmiştir. Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki partinin programında, Türkiye'nin AB'ye katılımı ve İslam'ın modernlik ve demokrasiyle uyum içinde yeniden kamusal hayata dâhil edilmesi yer almasına rağmen, Türkiye içindeki ve dışındaki gözlemciler, AK Partinin gerçek amaçları konusunda birbiriyle çelişen görüşlere sahiptir. Bazıları partiyi modern, demokratik bir toplum içinde İslami değerleri benimseyen ılımlı, dinî eğilimli bir parti olarak görürken, diğerleri AK Partinin daha radikal niyetleri olduğu ve sonunda Türkiye'de şeriat yasalarının uygulanmasını amaçladığını ileri sürmektedir. AK Parti Temmuz 2002'de yapılan genel seçimleri yüzde 47 gibi büyük bir oy oranıyla kazanmıştır ancak AK Partinin oy oranı Mart 2009'da yapılan yerel seçimlerde yüzde 39'a düşmüştür.
Türkiye Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Nisan 2009'da yaptığı basın toplantısında, din ve laiklik konuları da dâhil olmak üzere pek çok konuyu ele almıştır. Kendilerini Atatürk tarzı laikliğin geleneksel muhafızları olarak takdim eden seleflerinin aksine Orgeneral, ülkede kökten dinciliğe işaret eden siyasi terimlerden kaçınmıştır. Başbuğ daha çok, dinî bütün Türklerin dinî pratiklerini, ekonomi ve medyada önemli isimlerin yer aldığı belirli inanç "cemaatlerinden" ayrı tuttu ki bu Türkiye'de bazı bağımsız İslami hareketlere gönderme olabilir.
--Müslümanlar--
Diyanet İşleri Başkanlığı veya Diyanet, Başbakanlığa bağlı olarak hizmet veren bir kamu kuruluşudur. Türkiye genelinde Diyanet'e bağlı 80.000 cami bulunmaktadır ve tüm imamlar devlet memuru olarak hizmet vermektedir. Devlet sadece devletin yaptırdığı camilere ve maaşını devletin ödediği imamlara izin vererek ve bu arada yine sadece İslam'ın Hanefi Sünni mezhebinin yayılmasına imkân sağlayarak İslam'ın ifası üzerindeki kontrolünü Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla sağlamaktadır. Dinî uygulamalar ve eğitimde, (din dersi devlet okullarında tüm Müslüman çocuklar için zorunludur ancak gayrimüslim çocuklar istisna tutulmaktadır) Türkiye'deki Müslümanların yüzde 20'sinden fazlası Alevi olmasına rağmen, bilhassa Hanefi mezhebinin doktrinleri takip edilmektedir. Devlete ait kurumların dışında bireysel olarak ya da cemaatlerde, İslami uygulamalara göz yumulmamaktadır. Örneğin Türkiye, Sufi öğretileriyle meşhur olmasına ve bunlar varlıklarını hâlâ sürdürüyor olmasına rağmen, 1920'den bu yana resmî olarak izin verilmiyor. Okul dışında dinî eğitim kursları vermeye yetkili tek kurum Diyanet ve sadece 12 yaş ve üstündeki çocuklar devlet kontrolündeki bu kurslara kayıt yaptırabiliyorlar.
Laikliğin Türklerce yorumlanışına bağlı olarak, başörtüsü de dâhil olmak üzere dinî kıyafetlerin giyilmesi uzun yıllardır tüm kamu kurumlarında yasak ve bu kurumlar arasında hükûmete ait binalar, devlete ait ve özel üniversiteler ve okullar bulunuyor. Başörtüsü takan kadınlar veya bunların destekçileri, hemşirelik ve öğretmenlik dâhil olmak üzere, kamu sektöründeki işlerini kaybettiler. Başörtüsü takan öğrencilerin sınıflara girmelerine, özel kurumlarda olsa dahi resmî olarak izin verilmiyor. Ordu mensupları, İslami ibadetleri yerine getirmeyi ve başı örtülü kadınlarla evli olmayı içeren aktiviteler nedeniyle "disiplin eksikliği" ile suçlanmıştır. Bu durumdan özel alan dahi etkilenmiştir: 2006 yılında bir mahkeme, bir okulun, çalışma saatleri dışında başörtüsü takan bir öğretmeni görevden alma kararına destek vermiştir. Çok daha yakın bir zamanda Mart 2009'da Yüksek Seçim Kurulu, seçim merkezlerinde çalışanların, merkezlerdeki çalışmaları sırasında başörtüsü kullanamayacaklarını ilan etti.
"Başörtüsü meselesi" uzun yıllardır Türkiye'deki siyasi tartışmalara konu olmuştur. Mesele 2005 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) önüne gelmiş, Mahkeme, Türkiye'de bir üniversitenin uyguladığı başörtüsü yasağının dinî özgürlük ilkelerini ihlal ettiği hükmüne varmasına rağmen Türkiye'nin laikliği geçmişten bu yana yasal tanımlayış biçimi göz önüne alınarak bu kararın, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı olmadığı hükmüne varmıştır. Türkiye Meclisi Şubat 2008'de tüm vatandaşlara kıyafetine bakılmaksızın üniversiteye girme hakkını sağlamak üzere (1980 yılında iktidara gelen ordu liderliğindeki geçici hükûmet tarafından yazılan) 1982 Anayasası'nın değiştirilmesine büyük bir çoğunlukla karar vermiştir. Bu değişiklikler çerçevesinde sadece geleneksel başörtülerine -çene altından gevşek olarak bağlanan- izin verileceği; tesettürün yanı sıra boynu kapatan başörtülerinin, kamu kurumlarında yasak olmaya devam edeceği belirtilmiştir. Bununla birlikte 5 Haziran 2008 tarihinde Anayasa Mahkemesi üniversitede başörtüsüne izin veren bu düzenlemelerin devletin laik özünü ihlal ettiği, bu yüzden anayasaya aykırı olduğu hükmüne varmıştır. Bunun sonucunda İslami başörtüsü devlet okullarının yanı sıra kamu binalarında yasak olmaya devam etmiştir.
--Aleviler--
Aleviler, devlet tarafından resmî bir azınlık olarak kabul edilmeseler de Türkiye'de nüfusun yüzde 15 ila yüzde 25'ini oluşturan dinî bir azınlıktır. Alevilerin inançları ve dinî faaliyetleri genellikle tartışmalı olarak çok çeşitli şekillerde tanımlanmakta ve bugün dahi bir şekilde belirsizliğini korumaktadır. Kimileri Alevilerin Şii 12 imam inancının bir kolu olduğuna ve ayrıca Sufi, Gnostik ve Zerdüşt inancına ait unsurlar ve İslam öncesine ait gelenekler taşıdığına inanıyor. Türk Devleti Alevileri genellikle heterodoks Müslümanlar olarak görüyor ancak pek çok Sünni ve bazı Aleviler, Alevilerin Müslüman olmadığını ileri sürüyor. Dinî bir azınlık olarak yasal bir statüleri olmamasına rağmen Alevilerin inançlarını nispeten özgürce yaşayabildikleri söylenmektedir. Ne var ki durumlarında son yıllarda ilerleme olduğu belirtilmesine karşın Aleviler bazı ayrımcı devlet uygulamalarına maruz kalmaktadır.
Aleviler camilerde değil "toplanma yerleri" (veya Türkçe "cemevleri") olarak anılan mekânlarda ibadet etmektedir. Ancak cemevleri teknik açıdan resmî ibadethaneler olarak kabul edilmemekte ve yetkililer, bu yerlerden genellikle "kültür merkezleri" olarak söz etmektedirler. 2008 yılında bir Türk Asliye Mahkemesi cemevlerinin ibadethane olmadığı yönünde aldığı kararla bu politikaya destek verdi ancak yine 2008 yılında iki belediye aldıkları kararda kendi sınırları içindeki cemevlerini ibadethane olarak kabul edeceklerini belirttiler. Genellikle cemevleri inşa etmelerine izin verilse de Alevilerin cemevleri yapma taleplerinin bazen geri çevrildiği belirtilmektedir. Bir Alevi liderine göre son zamanlarda sürecin sadeleştirildiği söylentilerine rağmen cemevlerinin inşa edilmesinde karşılaşılan engeller arasında -genellikle yıllar süren- uzun ertelemeler de bulunuyor. Aleviler ayrıca -aralarında Alevilerin de bulunduğu- Türk vergi mükellefleri, Alevi köylerinde Sünni camilerinin inşa edilmesine maddi destek verirken, Alevilerin, nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu yerlerde dahi cemevleri inşa etmelerine izin verilmeyebildiğine işaret ediyorlar.
Alevi cemaati içindeki 300 kadar grup, İslam inancının yaşanması üzerinde devlet kontrolü sağladığı, tamamen Sünni İslam yanlısı bir tutum içinde olduğu ve ödeneğinin Alevilerin de içinde olduğu Türk vatandaşlarının vergilerinden karşılandığı gerekçesiyle, Diyanet'in feshedilmesi çağrısında bulundu. Diyanet'in başlıca görev alanları içinde on binlerce imamın çalıştırılması, ücretlerinin ödenmesi, hac organizasyonlarının yapılması bulunuyor ve bunların hiçbiri Alevi cemaatinin ilgilendiği konular değil. Ancak, Alevi cemaati kendilerine uygun yasal düzenleme konusunda fikir ayrılığı içinde bulunuyor. Bazıları Alevi cemaatinin Diyanet'in görev alanı içinde olması gerekip gerekmediğini sorgularken, diğerleri Diyanet'e verilecek mali katkının özel kaynaklardan karşılanması gerektiğini ileri sürüyor, bazıları ise Diyanet içinde veya dışında Aleviler için bir birim kurulmasını destekliyor.
Aleviler yaşadıkları bazı rahatsızlıklar ve özellikle Müslümanlar için zorunlu din eğitimi konusunda resmî olarak ayrımcılığa maruz kaldıklarından söz etmektedirler. Cemaat burada da muhtemel çözümler konusunda fikir ayrılığı yaşıyor: bazı Aleviler bu derslerin cemaatlerinin üyeleri için seçmeli olması gerektiğine inanmakta, diğerleri kendi dinlerinin doğru şekilde sunulması için müfredatta değişiklik yapılması gerektiğini savunmakta, kimileri ise zorunlu din derslerinin kaldırılması gerektiğini savunmaktadır. Türk Alevi cemaatinin bir üyesi zorunlu Müslümanlık eğitimi konusunu AİHM'ye taşıdı. AİHM, Ekim 2007'de müfredatta sadece Sünni İslam'a ait bilgilerin yer aldığı gerekçesiyle din eğitiminin Aleviler için seçmeli olması gerektiği kararına vardı. Bir Türk Asliye Mahkemesi bu tarihten sonra AİHM kararını uyguladı. 2008 yılında Türk okullarında din derslerinin müfredatı değiştirilmesine rağmen Aleviler değiştirilen kitaplarda cemaatlerinin İslam içindeki mistik bir düzene indirgendiğini, kitapta dinlerinin layıkıyla tanımlanmadığını iddia ettiler.
Alevi kökenli AK Parti Milletvekili ve Başbakan Erdoğan'ın Alevi cemaati konusundaki eski danışmanı Reha Çamuroğlu, Alevilere verilen sözlerin tutulmadığı gerekçesiyle Haziran 2008'de görevinden istifa etti. 2008 yılının Kasım ayında Alevi Bektaşi Federasyonu, Ankara'da binlerce Alevinin katılımıyla bir miting düzenleyerek, hükûmetten; devlet denetimindeki din derslerini seçmeli hale getirmesini, Alevileri Sünnileştirmeye yönelik misyoner faaliyetlerde bulunduğunu iddia ettikleri Diyanet'i feshetmesini, cemevlerine resmî bir statü kazandırmasını ve 15 yıl önce 37 Alevinin öldürüldüğü Madımak Oteli'ni müze haline getirmesini istedi. Aleviler ayrıca "eşit vatandaşlık" ilkesinin uygulanmasını talep ettiler. AKP hükûmeti bu taleplere olumlu cevap vererek Kasım 2008'de Alevi din liderlerine aylık maaş ödeyeceğini, camilere olduğu gibi cemevlerine de devlet ödeneğinden su ve elektrik sağlanacağını, Madımak Oteli'ni müzeye dönüştüreceğini ve 2009 akademik yılından itibaren din derslerini seçmeli hale getireceğini duyurdu. Bir başka önemli gelişme de Türkiye Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın Aralık 2008'de "geçmişteki hatalardan" dolayı Alevi cemaatinden resmî olarak özür dilemesiydi.
--Gayrimüslim Azınlıklar ve Mülkiyet Meseleleri--
Türk askerî kuvvetleri ile bazı Avrupalı güçler arasında imzalanan ve Türkiye Cumhuriyeti'ni resmen kuran 1923 Lozan Barış Antlaşması'nda tüm gayrimüslim dinî azınlıklara yönelik özel güvenceler ve koruyucu tedbirler yer almaktadır ancak Türk Devleti Lozan Antlaşması'nı yalnızca Rum Ortodoks Hristiyanlara, Ermeni Ortodoks Hristiyanlara ve Yahudilere özel yasal azınlık statüsü veriyormuş gibi yorumlamıştır. Bugün Türkiye'de yaklaşık 65.000 Ermeni Ortodoks Hristiyan, 23.000 Yahudi ve 2.500 Rum Ortodoks Hristiyan bulunmaktadır. Özgün statülerine rağmen bu dinî azınlıklar Türk yasaları ve uygulamalarında yasal olarak tanınmamaktadır ve Türk Devleti'nin Lozan Antlaşması'na dayalı dinî azınlık tanımının dışında kalan dinî grupların resmî tanınma kazanma araçları oldukça sınırlıdır. Yasal bir kimliğe sahip olmamaları, yıllar içinde azınlık cemaatleri için, toplu ve bireysel olarak mülkiyet edinme, kullanma ve devretme hakları ve din adamı yetiştirme konularında önemli sorunlara yol açmış, bazı durumlarda tarihî toprakları üzerinde bu cemaatlerin önemli oranda küçülmesine neden olmuştur. Hristiyan azınlıkların sorunları -mülkiyet hakları, eğitim ve bazen fiziksel güvenlik- kısmen, azınlıkların çoğunun sadece dinî değil etnik olarak da azınlık olmalarından ve dolayısıyla bu azınlıkların, bazı etnik Türklerin, Türk Devleti'ne duydukları sadakate dair şüpheleriyle karşı karşıya kalmalarından kaynaklanmaktadır.
Resmi olarak belirlenen üç "Lozan azınlığı", Milli Eğitim Bakanlığının denetimi altında ilk ve ortaokul eğitimi verebilirler. Şubat 2007'ye kadar Lozan Antlaşması ihlal edilerek bu okullara Müslüman bir müdür yardımcısı atanması isteniyordu ancak Müslüman olmayanların bu pozisyona atanabilmelerine imkân tanıyan yeni bir yasa kabul edildi. Ne var ki 1980 yılına dayanan düzenlemeler gayrimüslim çocukların cemaatlerine ait okullara kayıt yaptırabilmeleri ve bu okullara devam edebilmelerini daha da zor bir hale getirdi. Okul kayıtlarının Milli Eğitim Bakanlığından bir müfettişin gözetiminde yapılması zorunlu. Müfettiş, çocuğun babasının ilgili azınlık cemaatinden olup olmadığını kontrol etmektedir ve bu durum Lozan çerçevesinde korunan cemaat okullarının yavaş yavaş yok olmaya başlamasına yol açmıştır.
Türkiye'de dinî azınlıkların karşı karşıya olduğu sorunların çoğu mülkiyet haklarıyla ilgilidir. Diyanet İşleri Başkanlığı Sünni Müslümanların idaresi ve kontrolüyle ilgilenirken başka bir devlet kurumu olan Vakıflar Genel Müdürlüğü gayrimüslim cemaatlerin tüm faaliyetlerini, bunlara bağlı ibadethanelerin ve diğer mülkiyetlerinin işleyişini denetlemektedir. Lozan Antlaşması üç azınlık cemaatinin kendi mülklerinde ibadethaneler, okullar ve diğer kurumlar da dâhil vakıflar kurmalarına izin vermektedir. Türk Devleti fiili olarak sadece üç Lozan dinî azınlığının vakıf kurmasına izin vermektedir. Bir vakıf kurmak dinî cemaatin kolektif bir yasal kimlik kazanmasına imkân sağlasa da bu vakıflara ilişkin kurallar elverişsiz ve külfetlidir. Komisyon Türkiye ziyaretinde ayrıca Lozan hükümleri ihlal edilerek azınlıklara ait mülklerin sistematik olarak kamulaştırıldığını, bunun yanında mevcut ve yeni dinî grupların yasal kimlik kazanması için gerekli koşulların ya gelişigüzel uygulandığını ya da sürecin keyfî olarak uzatıldığını öğrendi.
Dinî bir kuruluş, bir dernek olarak da kayıt talebinde bulunabilir ki bu belli bir resmî statü sağlamaktadır. Dernekler nitelikleri gereği kâr amacı gütmemek zorundadır ve sadece bağışlar yoluyla gelir elde edebilirler, mülk sahibi olamazlar. Dışişleri Bakanlığı dernek statüsü kazanma sürecinin, vakıf statüsü edinmekten daha kolay ve hızlı olduğunu belirtmektedir. Fakat dernek statüsü valilikler tarafından verilmekte ve yine valilikler tarafından alınmaktadır, dolayısıyla vakıf statüsünden daha kısa süreli bir koruma sağlamaktadır.
Türk Devleti başta Rum Ortodoks cemaatine ait olanlar olmak üzere Ermeni Ortodoks, Katolik ve Yahudi dinî azınlıklara ait yüzlerce mülkü kamulaştırmak amacıyla elli yılı aşkın bir süredir anlaşılması güç bir mevzuat ve demokratik olmayan yasalar kullanmaktadır. Devlet ayrıca ruhban okullarını kapatmış, bu cemaatlerin din adamı yetiştirme hakkını reddetmiştir. Hükûmet 1936 yılında tüm vakıfların gelir kaynaklarını beyan etmelerini şart koşmuştur; Türkiye'nin Kıbrıs'ı işgali sırasında 1974 yılında Yargıtay, azınlık vakıflarının 1936 yılında beyan ettikleri mal varlıkları dışında mülkiyet edinme haklarının olmadığı kararına varmıştır. O zamandan bu yana hükûmet 1936 yılından sonra edinilen yüzlerce mülkün kontrolünü eline geçirmiştir. Devlet tarafından tanınan dinî azınlık vakıfları mülk edinebilmektedir fakat daha önce kamulaştırılan mülkler üzerinde yeniden hak iddia edilememekte ve ayrıca kamulaştırılan mülkler için devletin herhangi bir tazminat ödemesi söz konusu olmamaktadır. Hükûmetin bu faaliyetleri temyize götürülememektedir dolayısıyla bu dinî azınlıklar için mülkiyet haklarına ilişkin uygulanabilir bir süreç bulunmamaktadır. Rum ve Ermeni Hristiyanlar da dinî ve kültürel mekânlara sahip olmak için belirli kısıtlamalara tabidir ve bu kısmen gerekli resmî belgelerin elde edilmesinde yaşanan bürokratik engellerden kaynaklanmaktadır. Gruplar, Türkiye'nin herhangi bir yerindeki mülklerinden, ülkenin başka bir yerindeki mevcut nüfuslarına destek olmak üzere mali kaynak sağlayamamaktadır.
Türk Meclisi Kasım 2006'da AB'ye katılma ihtimaliyle ilgili reformların bir parçası olarak, Lozan dinî azınlık vakıflarının idaresine dair yeni bir yasayı kabul etmiş, bu yasayla vakıfların kurulmasını kolaylaştırmış ve Türkiye'de Türk olmayan azınlıkların vakıf kurmalarına izin vermiştir. Yasa ayrıca, dinî azınlıkların kamulaştırılan mülklerini sınırlı olarak geri almalarını sağlamıştır: yasa uyarınca vakıfların, devletin üçüncü kişilere sattığı mülkleri, ayrıca devlet kontrolü altında bulunan vakıf mülklerini geri almaları mümkün olmayacaktır. Yasayla bunun yanında Vakıflar Genel Müdürlüğünün başka mülkleri de kamulaştırmaya devam etmesi sağlandı. Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bu yasayı veto etti. Şubat 2008'de Meclis gayrimüslimlere ait kamulaştırılan malların iadesine ilişkin benzer bir yasayı kabul etti. Bu mülkler arasında yetimhaneler, hastaneler ve kiliseler de bulunuyor fakat bu yasa da üçüncü kişilere satılan mülklerin iadesine imkân sağlamadı ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün mülkleri kamulaştırma yetkisini kaldırmadı. Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan'ın da destek verdiği ancak Türk milliyetçilerin, yasanın azınlık cemaatlerine çok fazla hak tanıdığı gerekçesiyle hararetle karşı çıktığı yasayı onayladı. 13 gayrimüslim cemaat 128 adet mal varlığını geri kazanmak üzere Türk mahkemelerine başvurdu; bu rapor yazılırken bu davalardan üçü kazanılmıştı.
--Gayrimüslim Azınlıklarla İlgili Diğer Meseleler--
Gayrimüslim cemaatlerin üyeleri dinî özgürlüklerini hayata geçirme konusunda idari ve sosyal alanda güçlüklerle karşılaşmaya devam etmektedir. Pek çok Türk milliyetçi, Hristiyan Avrupalı güçlerle yaşanan geçmiş sorunlar dolayısıyla bu cemaatlere şüpheyle bakmaktadır ve Türkiye'nin toprak bütünlüğüne ve ulusal kimliğine bir tehdit oluşturduklarına inanmaktadır. Lozan'da sayılan azınlıklar olarak ifade edilenlere ilaveten Türkiye'de yaklaşık 15.000 Süryani Ortodoks Hristiyan, 10.000 Bahai, 5.000 Yezidi, 3.300 Yehova Şahidi ve 3.000 Protestan Hristiyanın yanı sıra küçük topluluklar halinde Kildani, Nestori, Gürcü Ortodoks, Katolik ve Maruni Hristiyanlar bulunmaktadır.
Türkiye 1923 yılında kurulduğunda ülkede yaklaşık 200.000 Rum Ortodoks Hristiyan bulunuyordu. 1955 yılında -zamanla sayıları 100.000'e düşen- Rum Ortodoks cemaatini hedef alan katliamlar sonucunda özel ve ticari mülkler tahrip edildi, dinî mekanlara saygısızlık edildi ve ölümler oldu. Tüm bu katliamlar ve diğer güçlükler neticesinde Rum Ortodoks cemaati, Dışişleri Bakanlığının 3.000 civarında olarak tahmin ettiği en düşük sayıya geriledi. Rum Ortodoks cemaatinin Ekümenik Patrikliğinin 1453 yılından itibaren Osmanlı Türklerinin yetki alanına girmiş olmasına karşın Türk Devleti Rum Ekümenik Patrikhanesini bugün hâlâ tüzel kişilik olarak tanımamaktadır. Dahası Türk Devleti sadece Türkiye'deki Rum Ortodoks cemaatinin başı olarak kabul ederek Patrik'in, Ekümenik statüsünü tanımamaktadır. Başbakan Erdoğan'ın Ocak 2008'de parlamentoda Patrik Bartolemeos'un "Ekümenik" sıfatının Patrikhanenin "iç" meselesi olduğu ve devletin müdahale etmemesi gerektiğini söylediği ifade edilmişse de Türk Devleti hâlihazırda Patrikin Ekümenik statüsünü resmen tanımamaktadır. Türk Devleti ayrıca Ekümenik Patriklik makamına ve patrikhane kilise meclisine sadece Türk vatandaşlarının aday olabileceğini savunmaktadır.
Devletin 1971 yılında devletleştirdiği yüksek öğrenim kurumlarına, Heybeliada'daki Halki Ortodoks Ruhban Okulunun da dâhil olmasıyla Rum Ortodoks cemaati Türkiye'deki liderliği konusunda yegâne eğitim kurumundan yoksun kalmıştır. Ayrıca Kasım 1998'de okulun mütevelli heyeti lağvedilmiştir. Yukarıda sıralanan unsurlar ve Rum Ortodoks özel şahısların gelir sağlayan mülklerinin süregiden kamulaştırılmaları sebebiyle Ekümenik Patrikhanenin ve Türkiye'deki Rum Ortodoks cemaatinin varlığını sürdürmesi risk altındadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2008 yazında Rum Ortodoks Ekümenik Patrikhanenin açtığı bir davada Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu 1 nolu Protokolünü (mülkiyetin korunması) ihlal ettiğine oy birliğiyle hükmetti. Davanın konusu Ekümenik Patrikhanenin sahibi olduğu Büyükada'daki yetimhane idi. Türk hükûmeti mahkemenin kararını henüz yerine getirmedi.
Ermeni Ortodoks Kilisesinin başı olan Ermeni Patrikinin de yasal kişiliği bulunmuyor ve ayrıca Türkiye'de din adamlarını yetiştirebileceği bir ruhban okulu yok. Ekümenik Patrikhane gibi Ermeni Patrikhanesi de dinî liderlerinin seçimi konusunda Türk hükûmetinin doğrudan müdahalesine maruz kalıyor ve Türk Devleti ayrıca -Dışişleri Bakanlığının 65.000 kişi civarında olarak tahmin ettiği- Ermeni Ortodoks cemaatinin bağımsız bir ruhban okulu yönetmesini engelliyor. Ermeni Patriki 2006 yılında Milli Eğitim Bakanlığına, cemaatinin Patrikhanenin talimatıyla, Türkiye'deki bir devlet üniversitesinde bir fakülte kurabilmesine imkan tanıyacak bir öneri sundu. Mevcut kısıtlamalar uyarınca gelecekteki dinî liderlikler için Türkiye'de yeni rahipler yetiştirecek kurumları, yasal olarak sadece Sünni Müslümanlar işletebiliyor.
Süryani Hristiyanlar da özellikle tarihî mekânları muhafaza etme müsaadesi konusunda Rum ve Ermeni Ortodokslarınkine benzer sorunlar yaşıyor. Türkiye'nin güneydoğusunda bir zamanlar sayıları daha fazla olan Süryani Hristiyanların önemli bir kısmı, devlet baskıları ve ayrılıkçı Kürt güçlerine karşı yürütülen savaş neticesinde bu bölgeden başka ülkelere göç etmek durumunda kaldı. Son yıllarda Süryani cemaatinin bazı yaşlı üyeleri geri döndü ve bir olayda da Türk hükûmeti Süryani Hristiyanlara ait evleri işgal eden bir grubun tahliye edilmesini sağladı. Süryani Ortodoks Kilisesi Metropoliti Yusuf Çetin 2006 yılında Komisyona, Türk hükûmetinin ayrıca kiliselerin, manastırların restorasyonunda bir miktar yardımcı olduğunu söyledi. Bir Süryani Ortodoks rahip, Türkiye'nin güneydoğusunda Kasım 2007'de kaçırıldı ve günler sonra zarar görmemiş şekilde serbest bırakıldı. Fidye amacıyla kaçırıldığı anlaşıldı.
Kısa süre önce Türk yetkililerin 1600 yıllık Mor Gabriel Ortodoks Manastırı'nın arazilerine el koyma teşebbüsü dolayısıyla bir anlaşmazlık yaşandı. Türk yetkililerin manastırın sınırlarının 15 yıl önce belirlendiği ve çevresindeki çoğu Kürt olan komşu köylerin sınırlarına tecavüz ettiği iddiasıyla bu sınırları yeniden çizmeye çalıştığı belirtilmişti. Ayrıca bazı köylerin ileri gelenleri, bölgedeki rahipleri, inançlarını ve dillerini (Aramca) öğreterek öğrencileri "kendi dinlerine döndürmeye" çalışmakla suçluyor. Daha önceden de manastırın gayrihukuki şekilde restore edildiğini ortaya koyma yönünde çabaların olduğu söyleniyor. 2009 yılının başında konuyla ilgili olarak açılan iki dava hâlâ sürüyor.
Türkiye'deki Yahudilerin çoğu (yüzde 96'sı) 1492 yılında dinî zulüm sebebiyle İspanya ya da Portekiz'den kaçarak Türkiye'ye gelen ve yüzyıllardır Türkiye'de yaşayanların torunları. Türkiye'deki Yahudi cemaatinin temsilcilerinin aktardığına göre, Türkiye'deki Yahudilerin durumu diğer Müslüman ülkelerin çoğundaki Yahudilerden daha iyi. Yahudilerin özgürce ibadet edebildikleri ve gerektiğinde de devlet koruması alabildikleri söyleniyor. Yahudiler ayrıca kendi okullarını, hastanelerini ve iki adet huzurevinin yanı sıra bir de gazete yönetiyorlar. Ancak yine de 2003 ve 2004 yılında aşırılıkçıların sinagoglara yönelik saldırısı kadar Türk medyası ve toplumunun bazı kesimlerinde son dönemde artan antisemitizm sebebiyle endişeler mevcut. Bu antisemitizmin bir kısmı, ABD'nin Irak'ı işgali ve İsrail'in 2009 yılında Gazze'deki askeri operasyonuna dönük Türkiye'deki muhalefetle bağlantılı. Türkiye ile İsrail arasında eskiden beri sıcak olan ilişkiler 2009 yılının Ocak ayı sonlarında, İsrail Cumhurbaşkanı Peres'in ülkesinin Gazze'deki askerî harekâtı konusundaki sözlerini protesto etmek amacıyla Başbakan Erdoğan'ın Davos'ta yapılan G-8 Zirvesi'ndeki oturumu terk etmesinin ardından ciddi şekilde gerilmişti. Gazze harekâtı sırasında Türkiye'deki İsrail karşıtı gösterilerde ve çoğu gazetede, düşmanca antisemitik işaretler, posterler ve karikatürler yer aldı ve ülkedeki Yahudi cemaati organizasyonlarının antisemitik elektronik postalar ve telefonlar aldığı söylendi. Ancak Türkiye'deki Yahudi cemaatinin lideri Ocak 2009'da Milliyet gazetesine verdiği mülakatta, "Türkiye'de antisemitizmin var olduğuna" inanamadığını ifade etti. Kendisi Yahudi cemaatinin tek sorununun çoğunluğun azınlıkları genel nüfustan ayrı görme eğilimi olduğunu ifade edip Başbakan Erdoğan'ın kamuoyu önünde antisemitizmi kınamasından övgüyle bahsetti.
Katolikler de kimi zaman toplumsal şiddete maruz kalabiliyor. Şubat 2006'da bir İtalyan Katolik rahibi Trabzon'daki kilisesinde vurularak öldürüldü ve failin Danimarka gazetelerinde çıkan Muhammed karikatürlerine kızan bir genç olduğu söylendi. Başbakan Erdoğan ve diğer hükûmet yetkilileri cinayeti şiddetle kınadı. 16 yaşındaki genç, cinayetle suçlandı ve 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Aralık 2007'de ise 19 yaşındaki bir başka genç İzmir'de bir rahibi kilisesinin önünde bıçakladı. Rahip tedaviye alındı ve ertesi gün taburcu edildi. Gazetelerde yer alan haberlere göre, tutuklanan saldırgan, Hristiyan misyonerlerini yoksul insanlardan faydalanan "casuslar" olarak gösteren bir televizyon programından etkilendiğini itiraf etti. Bunun dışında bir de Katoliklerin de mülkleri devlet tarafından kamulaştırılmıştır.
Sayıları yaklaşık 3 bini bulan Türkiye'deki Protestanlar aslında etnik olarak Türk olup diğer dinlerden dönen kimselerdir. Protestan Hristiyanlar genelde diğer mezheplerin kiliselerinde, evlerde ve benzeri buluşma yerlerinde bir araya geliyorlar. Evlerde buluşmalar genelde şüpheyle karşılanıyor ve muhtemel örgüt muamelesi görüyor. Polis kimi zaman Protestan grupların özel konutlarda hizmet vermesine mâni oluyor ve Protestan şahısları yasa dışı toplantı düzenlemekten gözaltına alıp haklarında yasal işlem başlatıyor. Türkiye'de toplumda dinî içerikli beyanlarda bulunmak ve ikna etmek suç olmamasına karşın bu tür eylemlerde bulunanlar kimi zaman tacize ve kovuşturmaya maruz kalabiliyor.
Protestan şahıslar ve/veya mülkleri de şiddete maruz kalabiliyor. Nisan 2007'de Malatya şehrindeki Evangelist Protestan kilisesine ait bir yayınevinin üç çalışanı öldürüldü. Saldırıdan kısa süre sonra beş zanlı yakalandı ve günler sonra beş kişi daha gözaltına alındı. Daha sonra ortaya çıkan kanıtlar cinayeti itiraf eden beş şahsın yerel siyasi yetkililerle, özel askerî kuvvetlerin üyeleriyle ve Türkiye'nin milliyetçi siyasi partisinin bölgedeki üyeleriyle bağlantılı olduğuna işaret etti. Aralık 2007'de ülkenin İçişleri Bakanı kamu görevlilerinin bu cinayetlerle bağlantılı olduğuna dair iddialarla ilgili olarak yasal soruşturma başlattı. Ocak 2009'da davaya bakan avukatlar, dinî ve etnik azınlıkların üyelerini öldürmenin yanı sıra bir darbe planlamakla suçlanan, Türkiye'deki aşırı milliyetçi örgüt Ergenekon'un üyelerini de içerecek şekilde ilave tanık listeleri hazırladılar.
Ocak 2007'de Hrant Dink'in öldürülmesinin de Ergenekon örgütüyle bağlantılı olduğu iddia ediliyor. Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesi uyarınca Türk Devleti'ni "aşağılamaktan" suçlu bulunmuş olan Dink bir Türk vatandaşı ve saygın bir gazeteciydi ve Komisyon 2006 yılında kendisiyle görüşmüştü. Dink'in mahkûmiyeti sonradan, AB'den ve diğer yabancı devletlerden gelen baskılar neticesinde ertelenmişti.
Bazı haberlerde dinî aşırılıkçılığın aşırı milliyetçilikle kaynaştığına dikkat çekilerek, Dink'in Müslüman olmaması sebebiyle hedef haline geldiği öne sürüldü. Komisyon üyeleriyle İstanbul'da 2006 yılında görüştüğünde, Ermeni Hristiyan kimliğine de atıflarda bulunulan ölüm tehditleri aldığını söylemişti.
Yehova Şahitleri resmî olarak tanınmayan bir dine mensup olmaları sebebiyle ibadetlerini yerine getirirken devamlı olarak tacize maruz kaldıklarını söylüyorlar. Müspet bir gelişme olarak; AB Kasım 2007'deki raporunda, Yehova Şahitlerinin bir teşkilat olarak tüzel kişiliğinin tanındığını ve böylelikle grubun buluşma yeri kiralayabilmesi ve kolektif olarak yasal çıkarlarını mahkemede savunabilmesinin önünün açıldığını bildirmiştir. Ancak, Dışişleri Bakanlığı grubun askerlik hizmetine karşı vicdani reddi savunmasının genellikle idari ve sosyal tacizlere yol açtığını bildirmektedir.
Nüfus cüzdanlarında din hanesi bulunmaktadır ancak Bahailer gibi kimi dini gruplar dinlerini beyan edememektedirler zira bazı dinler resmî seçenekler listesinde yer almamaktadır. Parlamento Nisan 2006'da kişilerin nüfus cüzdanlarındaki din hanesini boş bırakmaları ya da bir dilekçe vermek suretiyle değiştirmelerine imkân tanıyan bir yasayı kabul etti. Ancak Dışişleri Bakanlığına göre, devlet resmî olarak başvuranların dinî seçeneklerini kısıtlamaya devam etmektedir ve Bahailere dinlerinin listede yer almadığı bildirilmiştir. Kimliklerde din hanesi konusunda yaşanan sıkıntı, azınlıktaki dinî cemaatlerden öğrencilerin devlet okullarında İslami din derslerinden muaf olma seçeneğini zora sokmaktadır.
--Yasal Reformlar ve AB'ye Katılım--
AB, Mart 2001'de Türkiye'nin Birliğe üyelik girişimi sürecine dair bir yol haritası olarak, Türk Devleti'nin kanunlarını AB standartlarıyla uyumlu hale getirmek üzere sayısız reform yapmasını gerekli kılan Katılım Ortaklığı Belgesini kabul etti. Başbakan Erdoğan, AB üyeliği hedefinin bir parçası olarak, 2002 yılından bu yana aralarında insan hakları reformunun da yer aldığı bir dizi emsalsiz demokratik reformu hayata geçirdi. Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Yasası ve Basın Kanunu'nun da aralarında bulunduğu pek çok kanun değiştirildi ve ayrıca uluslararası anlaşmaların ve Avrupa İnsan Hakları Anlaşması'nın ülkedeki kanunlardan üstün olduğuna dair anayasada bir değişiklik yapıldı. Ceza Kanunu'nda yapılan değişiklikler arasında, hakaretin kapsamının daraltılması, kadın ve erkek eşitliği ilkesinin kuvvetlendirilmesi de bulunuyor. Bunlara ilaveten Türkiye 2002 yılından bu yana Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına uyum göstermek adına çabalarını artırmıştır.
Avrupa Komisyonu tarafından 2008 yılının sonunda yayımlanan İlerleme Raporunda şu ifadeye yer verilmiştir: "Hükûmet AB katılım sürecine ve siyasi reformlara bağlılığını beyan etti." Ancak raporda ayrıca "hükûmet güçlü siyasi yetkisine rağmen siyasi reformlar konusunda kararlı ve kapsamlı bir program ortaya koymamıştır." deniliyor. Avrupa Komisyonu raporunda ayrıca Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulama konusunda ilerleme kaydetmekle beraber ilave uluslararası insan hakları belgelerini onaylamak ve Türkiye'nin kurumsal insan hakları çerçevesinin bağımsızlığının ve şeffaflığının artırılması gibi daha fazla çabaya gereksinim duyulduğu ifade edildi. Örneğin, sivil toplum kuruluşları uzmanlar ve bakanlıkları temsil eden kurul olan, İnsan Hakları Danışma Kurulu azınlık hakları konusunda bir rapor yayımladığı Kasım 2004'ten bu yana faaliyet göstermedi.
İlerleme Raporunda dinî özgürlükler konusunda "inanç özgürlüğüne büyük ölçüde saygı duyulmaya devam ediliyor. Şubat 2008'de kabul edilen Vakıflar Kanunu'nda başka şeylerin yanı sıra gayrimüslim azınlıkların mülklerini ilgilendiren bir dizi konu da yer alıyor." ifadesine yer verildi. Ancak raporda ayrıca "dinî azınlık cemaatlerinin tüzel kişilik kazanması ve dinî eğitimlerin önündeki sınırlamalar sorun olmaya devam ediyor." denildi. Raporda ayrıca ülke çapında gayrimüslim din adamları ve ibadet yerlerine dönük saldırılara değinildi ve "misyonerler ülkenin bütünlüğüne ve Müslüman dinine bir tehdit olarak resmedilmeye ve/veya algılanmaya devam ediliyor." ifadesi kullanıldı. Raporda ayrıca Türkiye Alevilerle diyalogu geliştirmek konusundaki girişimi "takip etmemesi" sebebiyle eleştirildi. Rapor şöyle devam ediyor: "(Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) ile uyumlu bir yasal çerçevenin tesis edilerek gayrimüslim azınlık cemaatlerinin ve Alevilerin yersiz kısıtlamalara maruz kalmaksızın faaliyette bulunabilmesinin sağlanması gerekiyor" ve "Türkiye'nin din özgürlüğüne pratikte tam anlamıyla saygı duyulacak bir ortam sağlamak amacıyla daha fazla çaba göstermesi ve çeşitli dinî cemaatlerle diyalogun geliştirilmesini amaçlayan tutarlı girişimlerde bulunması gerekmektedir."
Türk hükûmeti Eylül 2003'te aralarında Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin de (ICCPR) yer aldığı çok önemli üç uluslararası anlaşmayı onayladı. Ancak Türk hükûmeti ICCPR'nin 27. maddesine çekince koyarak dinî özgürlüklerle ilgili taahhüdünü Lozan Anlaşması'nda bahsedilen dinî azınlıklarla sınırlayan koşullar koydu. 27. madde şöyle: "Etnik ve dinsel azınlıklarla dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde bu azınlıklardan olan kişilerin, gruplarındaki öteki üyelerle birlikte topluluk olarak kendi kültürlerinden yararlanmak, kendi dinlerini açıklamak ve uygulamak ya da kendi dillerini kullanmak hakları yadsınamaz. "Türkiye'nin koyduğu çekince ise şöyledir: "Türkiye Cumhuriyeti, Sözleşmenin 27. maddesini, Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasası'nın ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması ve eklerinin ilgili hükümlerine ve usullerine göre uygulama hakkına sahiptir." Hükûmetin anlaşmada yer alan azınlıkların hakları ve statüleri konusundaki kısıtlayıcı tanımı göz önüne alındığında, çekincenin muhtemelen 27. maddedeki dinlerini "açıklamak ve uygulamak" meselesine dönük garantileri ve ICCPR'nin 18. maddesinde yer alan geniş dinî özgürlüklerle ilgili daha geniş garantilerin temelini çürütmeye yönelik olduğu akla geliyor.
Son olarak Nisan 2008'de kabul edilen bir dizi AB reformu arasında parlamento Türk Ceza Kanunu'nun Türk Devleti ya da "Türk kimliğini" aşağılamayı suç sayan 301. maddesinde değişiklik yaptı. Değişiklik ifade özgürlüğünün korunmasını genişletmeye dönük olarak görülmesine karşın maddenin muğlak dili geçmişte olduğu üzere istismar ihtimalini artırmaktadır. Avrupa Komisyonu İlerleme Raporu ifade özgürlüğü bağlamındaki bu noksanlara işaret etmektedir ancak bunun din ve inanç özgürlüğü konusunda da etkileri bulunmaktadır. Türk savcılar, dinî ve etnik azınlıkların üyelerinin dinî ifade ve inanç haklarını kısıtlamak için 301. madde kapsamında davalar açmaktadırlar.
--ABD Politikasına Dönük Tavsiyeler--
Komisyon, Türkiye bağlamında ABD yönetimine şunları tavsiye etmektedir:
1. Dinî Özgürlüklerin Geliştirilmesi İçin Yasal Reformlar Çağrısında Bulunulması
- Kadınların dinî ya da dinî olmayan görüşlerini, inançları kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin laiklik ilkesine saygılı bir şekilde, giyimleri vesilesiyle ifade edebilmelerine imkân tanınması konusunda Türk yetkililere yardımcı olacak iş birliği yolları araştırılmalıdır. Bu esnada başörtüsü takmamayı seçenlerin baskıya maruz kalmamaları ve diğerlerinin hak ve özgürlüklerinin korunmasının yanı sıra başörtüsü takmayı seçenlerin eğitim ve kamu sektöründe istihdam imkânlarının olması da garanti altına alınmalıdır.
- Türk Devleti'ne azınlık ya da çoğunluk dinî cemaatlerinin liderlerinin kamusal alanlarda, devlet kuruluşlarında ve özel ve devlet üniversitelerinde dinî kıyafet giymelerinin önündeki sınırlamaları kaldırması ve Hristiyan, Yahudi veya diğer cemaatlerin dinî liderlerinin kamusal alanda dinî kıyafet giymelerinin önünde engelleri kaldırması çağrısında bulunulmalıdır.
- Başbakan Erdoğan'a Ocak 2008'de Rum Ortodoks Patrikhanesinin Ekümenik statüsünün kilisenin iç meselesi olduğuna dair beyanatını, Patrikhanenin Ekümenik statüsünü tanımak suretiyle devam ettirmesi çağrısında bulunulmalıdır.
- Türkiye Devleti'ne Lozan Antlaşması'nda yer almayanlar da dâhil olmak üzere tüm dinî azınlıkların, din adamlarını eğitmelerine izin verme çağrısında bulunulmalıdır.
Bu bağlamda şunlar yer almalıdır:
-- Halki Ruhban Okulunun Ekümenik Patrikhanenin kontrolünde ve Türk Devleti'nin gözetiminde olmaksızın yeniden açılması ve dinî eğitime izin verilmesi,
-- Yetkililere, Mor Gabriel Ortodoks Manastırı'nın mülklerini almaya yönelik davayı düşürmeleri talimatı verilmesi,
-- Ermeni Patrikhanesinden, Patrikin talimatıyla Türkiye'deki devlet üniversitelerinden birinde Ermeni Dili ve Edebiyatı Fakültesi kurulmasına izin verilmesi yönündeki resmî başvuruya olumlu yanıt verilmesi yönünde Milli Eğitim Bakanlığının yönlendirilmesi.
- Üçüncü şahıslara satılmış ya da devlet tarafından el konulmuş olan mülkler de dâhil olmak üzere istimlak edilmiş malların ve mülklerin mülkiyet haklarının ya da adilane tazminatların verilmesine dönük sürecin genişletilmesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da herhangi bir kamu kuruluşunun herhangi bir dinî cemaatin mülklerine el koyabilme yetkisine bir son verilmesi çağrısında bulunulmalıdır.
- Türkiye Devleti'ne, dinî cemaatlerin kendi ilkeleri ve inançları doğrultusunda liderlerini seçebilme ve atayabilme izni vermesi çağrısında bulunulmalıdır.
- Türk yetkililere İslam dininin Diyanet dışında bağımsız ve özgürce yaşanabilmesine imkân verilmesi ve Sufi ruhani kurallarının önündeki yasakların kaldırılması yönünde çağrıda bulunulmalıdır.
- Alevilerin Türkiye'de tanınması ve yönetimi ve Alevilerin cemevlerinin dinî ibadet yeri olarak resmî şekilde kabul görmesine yönelik başvuruları ve Türkiye'deki diğer alanlarda da Alevilere yönelik sosyal ayrımcılığın ortadan kaldırılması konusunda Başbakanlık ile Diyanet'in, Alevilerle bir arada çalışması teşvik edilmelidir.
- Aleviler, Rumlar, Ermeniler, Gregoryan ve Süryani Ortodokslar; Katolikler, Protestanlar ve Yahudiler de dâhil olmak üzere Türk Devleti tüm dinî azınlıkların yasal olarak tanınması konusundaki noksanları ele almalıdır. Bunu da:
-- 1923 tarihli Lozan Anlaşması'nı tam olarak uygulayarak ve tüm gayrimüslim topluluklara alım, satım, veraset ve intikal hakları sağlayarak veya
-- Vakıflar Kanunun'da dinî cemaatlerin alım, satım, veraset ve intikal hakları bulunacak bir yasal kimliğe kavuşmalarını sağlayacak şekilde değiştirilmesiyle yapabilirler.
- Türk Devleti'ne, ifade özgürlüğünü kısıtlayan ve aynı zamanda din ve inanç özgürlüğü üzerinde de olumsuz etkileri bulunan Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesinde daha fazla değişiklik yapılması çağrısında bulunulmalıdır.
- Türk Devleti'ne resmî kimlik belgelerinde din hanesinin yer alması zorunluluğunu kaldırması çağrısında bulunulmalıdır.
- Türk Devleti, aralarında yerel ve ulusal seviyede yuvarlak masa toplantılarının da bulunduğu üst düzey bir siyasi seviyede kamuoyuna demokratik ve çeşitlilik arz eden bir Türkiye taahhüdünde bulunarak ve Türkiye'deki etnik ve dinî çeşitliliğin geçmişi ve geleceğini yansıtacak yurttaşlık eğitim programları oluşturarak, ülkedeki çeşitli dinî ve etnik toplulukların güvenini tesis edecek ve bunu geliştirecek pratik girişimlerde bulunmaya teşvik edilmelidir.
- Türk yetkililere dinî ve etnik toplulukların üyelerine özellikle de Alevi, Rum ve Ermeni Ortodoks cemaatlerin yanı sıra Katolik ve Protestan cemaatlerin üyelerine yönelik nefret suçları ile Türk medyasının bir kısmında artan antisemitizmi kınamaya devam etmeleri ve soruşturma ve yargılamaların ivedilikle yapılması çağrısında bulunulmalıdır.
2. Çok Taraflı Forumlarda Dinî Özgürlüklerle İlgili Endişelerin Gündeme Getirilmesi
- Türkiye'nin insan hakları konusunda BM özel raportörlerine geçerliliği devam eden davetini göz önünde bulundurarak, Türk Devleti, BM'nin din ve inanç özgürlüğü konusundaki özel raportörü de dâhil olmak üzere, konuyla alakalı raportörleri kısa süre içinde davet etmeye teşvik edilmeli.
- Türk Devleti, ICCPR'nin 27. maddesine yönelik, azınlıkların din ve inanç özgürlüğünün korunmasına kısıtlama getiren çekincesini kaldırmaya teşvik edilmeli.
- Avrupa Komisyonuna Türk Devleti ile beraber başörtüsü yasağını kaldırma çağrısında bulunmalıdır ve bu yapılırken bunun din ve inanç özgürlüğü konusundaki etkileri kadar Türk kadınının inançlarına uygun şekilde ve baskı endişesi duymaksızın eğitim alma ve profesyonel meslek icra edebilmesi de dikkate alınmalıdır.
- Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) toplantıları ve faaliyetlerinde Türkiye'nin din ve inanç özgürlüğü bağlamındakiler de dahil olmak üzere AGİT'e yönelik insan hakları taahhütlerine dair ihlalleri dile getirilmelidir.
- Ve Türk Devleti'ne AGİT Demokratik Kuruluşlar ve İnsan Hakları Bürosunun Din ve İnanç Özgürlüğü Uzmanları Danışma Konseyinden şu konularda talepte bulunması çağrısı yapılmalıdır:
-- Türkiye'de bu konuyla ilgili mevcut yasal düzenlemenin bir değerlendirilmesinin yapılması,
-- İlgili kamu görevlileri, din cemaat liderleri ve sivil toplum üyelerinin katılımıyla okullarda dinin, insan hakları perspektifinden öğretilmesi konusunda konferanslar düzenlenmesi,
-- Türk yargısı ve emniyet teşkilatı mensuplarına dinî önyargılardan kaynaklananlar da dahil olmak üzere nefret suçlarıyla nasıl başa çıkmaları gerektiği konusunda eğitim seminerleri düzenlenmesi.
AP: "AB ENERJİDE RUSYA'DAN BAĞIMSIZLAŞMA ARAYIŞINDA"
PRAG, 08/05(AP)(BYE)--- George Jahn bildiriyor:
Avrupa Birliği bugün dört ülkeyle, en başta Rusya'dan gelen doğal gaza bağımlılığını azaltmayı amaçlayan bir anlaşma imzaladı. Ancak en önemli üretici Irak orada değildi, diğer üç potansiyel tedarikçi de anlaşmaya imza atmadı.
AB yetkilileri, davet edilen sekiz ülkenin de anlaşmanın temel ilkelerini kabul ettiği, pazar ihtiyaçlarına dayalı kaynak çeşitlendirme projesi için verdikleri taahhütler dolayısıyla toplantının her şeye rağmen bir başarı örneği olduğunu söylediler.
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, toplantıda bulunup da anlaşmayı imzalamayanların Moskova'yı gücendirmekten korktukları yolundaki spekülasyona itiraz ederek daha sonra imzalayabileceklerini ifade etti.
Gül, basına verdiği demeçte, "Yeni pazarlar bulmak onların meselesi, daha iyi pazarlık yapmak, daha iyi fiyat almak için yeni pazarlar arıyorlar." diye konuştu.
Gürcistan ve Türkiye geçiş ülkesi olarak önemliler. Rusya'yı devre dışı bırakacak yeni doğal gaz boru hatları Gürcistan'dan geçecek. Türkiye de bu bölgeden AB'ye doğal gaz geçişinde kullanılacak ana noktalardan biri.
THE NEW YORK TIMES: "AB HAZAR DENİZİ'NDEN DOĞAL GAZ SEVKİYATI İÇİN ANLAŞMA İMZALADI"
NEW YORK, 10/05(BYE)--- The New York Times gazetesinin 9 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Dan Bilefsky imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan Prag çıkışlı haberin çevirisi şöyledir:
AB, Hazar Denizi'nden Avrupa'ya doğal gaz sağlanmasına ve Rus enerjisine olan bağımlılığın azaltılmasına yönelik uzun süredir ertelenen boru hattının yapımının hızlandırılmasını öngören enerji anlaşmasını imzaladı.
Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye ve Mısır'ın katıldığı Prag'daki zirvede imzalanan anlaşma, Orta Asya doğal gazının Rusya toprakları üzerinden geçmeden Avrupa'ya sevk edilmesini sağlayacak 2000 mil uzunluğundaki Nabucco boru hattının yapımını içeriyor. AB, 2014 yılına kadar boru hattından gaz sevkiyatına başlanmasını ümit ediyor. Rusya ve Ukrayna arasında geçen Ocak ayında yaşanan ve birçok Avrupa ülkesine doğal gaz sevkiyatında kısıntılara neden olan fiyat anlaşmazlığı, Rus doğal gazına alternatif bulunması ihtiyacının önemini ortaya koymuştu.
Boru hattı için işbirliği elzem olan Türkiye, transit geçiş kuralları konusunda aylarca pazarlık yaptı. Türkiye dün, anlaşmayı Haziran ayına kadar imzalayabileceği yönünde sinyal verdi. Ancak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, muvafakatinin, son aylarda yavaşlayan Türkiye'nin AB ile üyelik görüşmelerinde kaydedilecek bazı gelişmelere bağlı olduğunu da açıkça beyan etti.
Diplomatlar, Özbekistan, Türkmenistan ve Kazakistan'ın, Rusya'nın baskısı nedeniyle anlaşmayı imzalamayı reddettiklerini belirttiler. Rusya, Nabucco boru hattını potansiyel bir jeopolitik meydan okuyuş olarak görüyor ve projeyi yürütenlere her fırsatta engel olmaya çalışıyor.
Nabucco boru hattıyla, AB'nin doğal gaz ihtiyacının yaklaşık yüzde beşi olan yıllık 31 milyar metreküp doğal gaz sevk edilecek.
AP: "ALMANYA VE FRANSA LİDERLERİ TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNE KARŞI ÇIKTI"
BERLİN, 11/10(AP)(BYE)--- Önümüzdeki ay yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri için hazırlık yapan Almanya ve Fransa liderleri dün, Avrupa Birliği'nin Türkiye gibi yeni üyeleri dâhil ederek belirsiz bir şekilde büyümesi fikrini eleştirdiler.
Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan Türkiye ile açık olarak tanımlanmayan bir ortaklığı savunan Almanya Şansölyesi Angela Merkel, "Herkesi AB'ye tam üye olarak kabul edemeyiz." dedi ve şöyle devam etti: "Avrupa'nın sınırları konusunda konuşmamız gerekiyor (...) Daha fazla üyenin olması hiç de mantıklı değil ve artık hiçbir şey hakkında karar veremiyoruz (...) Avrupa'daki seçim kampanyasında insanlara ortak tutumumuzun Türkiye için tam üyelik değil de imtiyazlı ortaklık olduğunu söylememiz doğru olacaktır."
Türkiye, Almanya ve Fransa'nın muhalefetine rağmen AB müzakerelerine 2005 yılında başladı. Bu iki ülke müzakerelerin önünü kesemedi ve Almanya'nın diğer ana koalisyon partisi -Sosyal Demokrat Parti- Türkiye'nin AB üyeliğini destekliyor.
ABD Başkanı Barack Obama da AB'ye, Türkiye'yi tam üye olarak kabul etmesi çağrısında bulunmuştu.
Türkiye'nin AB üyeliğine uzun süredir karşı çıkan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ise geçen hafta başka bir seçenek olarak Türkiye ile ortak bir ekonomi ve güvenlik forumu konusunun ele alınmasını savundu ve şöyle dedi: "Angela Merkel, Avrupa'nın sınırları olması gerektiğini söylediğinde haklıydı çünkü sınırları olmayan bir Avrupa, amacı, kimliği, değerleri olmayan bir Avrupa'dır."
Alman Bild am Sonntag gazetesi Sarkozy'nin sözlerini şöyle aktardı: "Türkiye'ye boş sözler vermekten vazgeçip onunla büyük bir ortak ekonomik ve beşeri ortam yaratılması üzerinde çalışalım."
Sarkozy, ayrıca Fransa'nın, Almanya'nın BM Güvenlik Konseyinde kalıcı üyeliğine verdiği desteğin altını çizdi. Fransa hâlihazırda BM Güvenlik Konseyinin kalıcı üyesi.
AZERBAYCAN BASINI
HALK CEPHESİ: "AVRUPA'NIN TÜRKİYE'YE DAHA ÇOK İHTİYACI OLACAK"
BAKÛ, 08/05(BYE)--- Tirajı günde 3.000 olan muhalefet eğilimli Halk Cephesi gazetesinin 8 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Raife imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
London School Of Economics'te konuşma yapan Türkiye Devlet Bakanı Egemen Bağış, "20 yıl sonra Türkiye'nin AB'ye daha az, AB'nin ise Türkiye'ye daha çok ihtiyacı olacak." şeklinde bir açıklamada bulundu.
Türkiye'nin AB üyeliğiyle ilgili öne sürülen fikirler konusuna da değinen Bağış, "Sadece beklemek gerekiyor. Zaman bizim lehimize işliyor. Almanya, Türkiye'nin AB üyeliğini desteklemeli. Zaman zaman değişik fikirler öne sürülebilir ama Almanya, bizim müttefikimiz ve dostumuz. Almanya'da 3 milyon Türk yaşıyor." dedi.
ÜÇ NOKTA: "TÜRKİYE'NİN AVRUPA'YA İHTİYACI YOK..."
BAKÜ, 08/05(BYE)--- Tirajı günde 2.500 olan iktidar eğilimli Üç Nokta gazetesinin 8 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Babek Göğüş imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan makalenin çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin kendisi Avrupa zaten. Avrupa, bize göre, güya en büyük insani ve demokratik değerlere sahip bir bölge. Ancak zaman geçtikçe ve AB üyesi ülkeleri ziyaret ettikçe, bu değerlerin sadece dışarıdan güzel göründüğünü, içeriden ise boş olduğunu görüyoruz.
30 Nisan'da Azerbaycan Devlet Petrol Akademisine düzenlenen terör saldırısı da bir senaryo olarak Avrupa'dan gelmişti. Bizim en geri zekalımız bile eline silah alıp da bu haltı yemezdi. Demek ki bu tür adım atanlara, teşvik edici güç olarak Batı düşüncesi ve doğal olarak Batı sineması yardım ediyor. Önce yönetmenleri film çekiyor, sonra salak bir Avrupalı bu senaryonun kahramanına benzemek istiyor ve yaptıklarından büyük bir zevk alıyor. Ferda Kadirov da bu Avrupalılardan biri oldu. Ne yazık ki kardeş Türkiye'mizde bu tür olaylar sık sık oluyor. Çünkü Sarkozy ile Merkel kabul etse de etmese de, Türkiye Avrupa'nın merkezinde bulunuyor. İstanbul tamamen bir Avrupa. Avrupa'nın kendisi, yüzyıllardır Avrupalılaşmak için bu şehirden ders alıyor. Şimdi onlara ne oldu, dersler mi kötü, yoksa onlar mı dayanıksız öğrenci oldular? Bu durumda şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Türkiye'nin, dayanıksız öğrencileri ile Avrupa'yı çalkalayan bu Avrupa'ya ihtiyacı var mı? Elbette hayır.
Yüzyıl geçse de biz Azeriler oralara heveslenmeyiz. Zaten onlar da bizi hiçbir zaman Batılı olarak görmedi. Doğulu olarak kendi Doğu'muzda yaşıyoruz. Onların, bizim kara gözümüze aşık olmadıklarını biliyoruz. Ne olmuş yani Avrupa Konseyi üyesi isek. Avrupa Konseyinin bir üyesinin, 20 yıldır başka bir üyesinin topraklarını işgal etmesinden, insanlarını esir almasından kimse bahsetmiyor. Neden meclislerde bu konuda susuyorlar? Neden oy vermedikleri bir ülkeyi sık sık ziyaret ederek ahlak dersi veriyorlar?
Bu Ferda'nın da sizden örnek aldığına yüzde yüz eminim. Keşke Rusya'ya gittiğinde bacakları kırılsaydı da babası alçıya aldırarak Altay'a götürüp orada bir kızla evlendirseydi. O zaman bir daha Bakü'ye dönmezdi.
Bakü'den çok uzakta bulunan AB'nin yaşlı üyesi Fransa'nın genç Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, papağan gibi ikide bir, AB'nin Türkiye olmadan daha güzel göründüğünü söylüyor. Bu Sarkozy'ye, Türkiye'den neden bu kadar korktuğunu soran yok. Belki de Türkiye AB üyesi olduktan sonra 75 milyonluk bir halkın sıcakkanlı temsilcilerinin, Schengen vizesiyle Avrupa'nın bir başından girip öbür başından çıkacaklarını zannediyordur. Sonuç ne olacak? Sonuç şu olacak; 5 veya 10 yıl sonra Avrupa şehirlerinde gezen çocukların yarısı Türkçe konuşacak. Ayrıca Paris'teki ünlü Eyfel Kulesi'nin yanında dünyanın en büyük camisi inşa edilecek. Bu söylediklerimiz subjektif görüşler, ama Avrupa ülkeleri işte bu gerçeklerden korkarak Türkiye'yi üye olarak kabul etmek istemiyorlar.
Sarkozy'yi sanki "nakavt" yapan Türkiye Devlet Bakanı ve Başmüzakerecisi Egemen Bağış ise London School of Economics'te yaptığı konuşmada, 20 yıl sonra Türkiye'nin AB'ye daha az, AB'nin ise Türkiye'ye daha çok ihtiyacı olacağını söylemiş. TGRT Haber, konuyla ilgili haberini Bağış'ın şu ifadesiyle tamamladı: "Zaman Türkiye'nin lehine işliyor."
Bizim de. Ne de olsa biz bir millet, iki devletiz.
ÖZBEKİSTAN BASINI
İŞANÇ: "MERKEL VE SARKOZY AB'NİN GENİŞLEMESİNE KARŞI..."
TAŞKENT, 12/05(BYE)--- Tirajı 18.410 olan Özbekçe yayımlanan İşanç gazetesinin 12 Mayıs 2009 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Geçen pazar günü Avrupa Birliği ile ilgili görüşlerini açıklayan Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliğine alınmasına karşı olduklarını bildirdiler.
Merkel, Berlin'de Hristiyan Demokrat Birlik Partisinin (CDU) gençlik kolu olan "Genç Birlik" tarafından düzenlenen etkinlikte yaptığı konuşmada, Türkiye'nin üyeliğe alınması değil, Türkiye ile imtiyazlı ortaklık yapılması gerektiğini söyledi. Bild am Sonntag gazetesine bir açıklama yapan Sarkozy de Türkiye'nin AB üyeliği konusunda Merkel'le aynı tutumu paylaştığını, Türkiye ile tek ekonomik bölge oluşturulmasından yana olduğunu belirtti.
Böylelikle AB üyeliği konusunda 2005 yılında müzakere sürecini başlatan Türkiye'nin yakın bir tarihte Birliğe üye olacağı pek olası gibi görünmüyor.
BAE BASINI
EL HALİC: "KIBRIS İÇİN SON FIRSAT"
ANKARA, 12/05(BYE)--- Birleşik Arap Emirlikleri'nde yayımlanan el Halic gazetesinin 12 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Desmond Tutu, Jımmy Carter ve el Ahdar el İbrahimi imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Kuzey Kıbrıs'ta yapılan son Parlamento seçim sonuçlarını, barış sürecine bir darbe olarak görme eğilimi var. Zira Kuzey Kıbrıs Türk kesimi, son sekiz aydır yaklaşık her hafta mevkidaşı Dimitris Hristofyas ile adanın birleştirilmesi koşullarını görüşmek için bir araya gelen liderleri Mehmet Ali Talat'ın partisini istemedi.
Ancak seçim sonuçları, barış sürecine bağlı olmaktan ziyade ekonominin geldiği içler acısı duruma bağlı olarak gelişti. Seçmenler, global ekonomik krizin de etkisiyle daha da derinleşen ekonomik izolasyonun acılarını hissetmeye başladılar. Ancak Talat, Parlamentoda çoğunluğu kaybetmesine rağmen hâlâ Kıbrıs Türk yönetiminin başkanıdır. Talat ayrıca, müzakerelerde Kuzey Kıbrıs'ı temsilen liderlik yapmaya devam edecektir. Aslında Talat ve Hristofyas, karşılaştıkları bütün zorluklara rağmen bir çözüm bulma konusundaki taahhütleriyle bağlıdırlar.
Ancak seçim sonuçları, zamanın, Kıbrıs sorununa bir çözüm bulma çabaları lehine işlemediği gerçeğini vurguluyor. Talat, 2010'da yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerini, anlaşma için nihaî bir tarih olarak belirledi. Hristofyas ise kendi koalisyonu içindeki siyasî sorunlardan haberdar.
Kıbrıs, ziyaretçilerine aldatıcı bir portre sunmaktadır. Doğu Akdenizin güneşli iklimi, turistleri cezbediyor ve güneyin AB üyeliği, Kıbrıslı Rumlara AB ortalamasının üzerinde bir gelir düzeyi sağlıyor. Adanın bölünmesine rağmen oradaki insanların çoğu refah içinde yaşamaktadır. Ancak yine de Kıbrıs bir çatışma bölgesi olmaya devam ediyor: Lefkoşa'da ara bölgede hâlâ BM Barış Gücü devriyeleri geziyor ve kuzeyde çok sayıda Türk askeri bulunuyor.
Araştırmacılar, adanın birleştirilmesi neticesinde yıllık gelirin 1,8 milyar avro artacağını ve bunun hane başına 5500 avroya tekabül edeceğini öngörüyorlar. Dolayısıyla herkesin bu birleşmenin yaratacağı hayatı kolaylaştırmak ve ekonomiyi güçlendirmek gibi yararları idrak etmesi gerekir.
Önemli bölgesel güçler, kendine yakışan rolleri üstlenmelidir. Yunanistan'a, Türkiye ile ilişkilerini normal hâle getirerek ve AB üyeliğini destekleyerek barış sürecinde daha olumlu bir rol üstlenmesi için çağrıda bulunuyoruz. Türkiye ise bir iyi niyet göstergesi olarak Kuzey Kıbrıs'taki askerî birliklerinin bir kısmını çekerek söz konusu barış sürecine büyük bir güven unsuru katabilir. Bu adım, Türkiye'nin AB'ye yakınlaşma çabalarına yardımcı olabilir.
Son olarak, barış sürecine uluslararası düzeyde destek verildiğine ilişkin açık beyanlar, adanın her iki kesiminin liderlerini, başarının, doğru düzgün bir tanınma ve ödül getireceğine ikna etmek konusunda yardımcı olacaktır. Kuşkusuz AB, kalkınma fonu desteği vaadinde tutarsa bu konuya yardımcı olabilecektir.
Aslında bu fırsat, Kıbrıs sorununa bir federal çözüm bulmak için son 30 yıldır karşılaşılan en iyi fırsat ve belki de son şanstır. Eğer bu müzakereler başarısız olursa bölünme muhtemelen kalıcı bir hâl alacaktır. Günümüzde ortam olumlu görünse de zamanla jeopolitik etkenler adada baskın olacaktır.
Kıbrıs sorununu çözmek başarısızlığa uğrarsa, NATO, Türkiye ve AB arasındaki iyi ilişkiler için bir tehdit oluşturabilir. Dolayısıyla Kıbrıslılar güçlü, birleşik bir devlet kurmak için bu şansı değerlendirmelidirler.
İRAN BASINI
İRAN: "SARKOZY, TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİNE KARŞI SÖZLERİNİ YİNELEDİ"
TAHRAN, 07/05(BYE)--- Tirajı günde 300 bin olan muhafazakâr eğilimli İran gazetesinin 7 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, Paris-AB ilişkileri konusunda yaptığı açıklama sırasında Türkiye'nin üyeliğine karşı sözlerini yineledi.
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'ye göre, AB'nin, Türkiye ile ekonomik ve güvenlik meselelerin incelenmesi için bir zeminin oluşturulmasına dair müzakerelerini derhal başlatması gerekiyor. Sarkozy, bunun, Türkiye'nin AB üyeliği için bir alternatif olabileceğini söyledi.
RESALET: "ANKARA KARŞISINDA ELYSEE SARAYI"
ANKARA, 12/05(BYE)--- İran'da yayımlanan Resalet gazetesinin 12 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında yukarıdaki başlık altında yayımlanan Farsça haberin çevirisi şöyledir:
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkanlardan biri. Sarkozy, Paris'in siyasi ve yürütme dengelerinde söz sahibi olduğu ilk günden beri bu konuya karşı olduğunu dile getirdi. Sarkozy açısından Türkiye sadece AB için imtiyazlı bir ortak olabilir.
Fransa'nın altı aylık AB dönem başkanlığı süresince Sarkozy'nin Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkmalarına şahit olduk. Şimdi de böyle bir muhalefet mevcut. Türkiye, Aralık 1999'dan bu yana resmen AB üyeliğine aday gösterildi ve üyelik müzakereleri 2005 yılında başladı. Türkiye'nin tam üyelik sürecinin on yıllık bir zaman alacağı tahmin ediliyor.
Türk halkının çoğunun AB üyeliğine karşı olduğunu ve bu konuda bir eğilim göstermediğini söylemekte yarar var. Ancak bu umursamazlık Türk siyasi grupları ve partilerinde görülmüyor. Ülkedeki genel seçimleri hangi parti kazanırsa kazansın bu süreci korumak zorunda.
Son dönemde Fransa Cumhurbaşkanı bir kez daha Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıktığını açıklayarak Birliğin sınırlarının bundan fazla genişlememesi gerektiği konusunda da uyarıda bulundu. Sarkozy, AB'nin sınırlarını daha fazla genişletmemesi ve Türkiye'ye de boş vaatlerde bulunmaması gerektiğine inanıyor.
Sarkozy ayrıca AB üyeliğine alternatif olarak ortak ekonomik ve Rusya'nın da içinde olacağı büyük bir bölgenin oluşturulmasını istedi. Son AB-ABD Zirvesinde de Sarkozy, Ankara'nın üyeliğini şiddetle destekleyen Obama ile çatıştı.
Sarkozy, Türkiye'nin üye olup olamayacağına AB devletlerinin karar vereceğini vurguladı. Fransa Cumhurbaşkanı o dönem yaptığı açıklamada her zaman Türkiye'nin üyeliğine karşı olduğunu ve olacağını dile getirdi.
Elysse Sarayı, birçok AB üyesinin de Fransa ile aynı tutum içinde olduğunu iddia ediyor. Türkiye, uzun zamandan beri AB'ye üye olma çabasındadır. Ancak başta Fransa olmak üzere bazı üye ülkelerin sert direnişiyle karşı karşıya geldi ve bu nedenle de müzakereler şu anda durmuş halde.
Fransa'nın yanında Almanya da Türkiye'nin tam üyeliğine karşı çıkıyor. Almanya'nın Hristiyan Demokrat Partisi yetkilileri arada bir Ankara'ya bazı sinyaller gönderiyorlar.
Türkiye'nin AB üyeliğine sert bir şekilde karşı çıkan Fransa'dan sonra Almanya da bu konuda olumlu bir bakış açısına sahip değil. AB, şu ana kadar Ankara'ya farklı sinyaller gönderdi ve bu sinyaller de Türkiye'nin AB üyeliğine karşı kaygılarını artırdı.
Geçen yıl Avrupa Komisyonunun genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rehn, Türkiye'den AB ile uyum sürecini sürdürmesini istedi. İki taraf arasındaki müzakerelerin nihai sonucu da Ankara hükûmetinin bu girişimlerine bağlı.
İRAN: "MERKEL VE SARKOZY, TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİ YOLUNU KAPADILAR"
TAHRAN, 12/05(BYE)--- Tirajı günde 300 bin olan muhafazakâr eğilimli İran gazetesinin 12 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yayımlanan haberin çevirisi şöyledir:
ABD ve AB temsilcilerinin son Ankara ziyaretlerinde Türkiye'nin üyeliği sözünü verdikleri halde, Almanya ve Fransa liderleri bu öneriyi veto ettiler.
Almanya Başbakanı Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, Berlin'de gerçekleştirdikleri görüşmede Türkiye'nin AB üyeliğine tekrar karşı çıktılar. Fransız Le Nouvel Observateur dergisinin duyurduğuna göre, gerçekleşen görüşmede sınırsız Avrupa fikrine karşı çıkan Merkel ve Sarkozy, Türkiye'nin üyeliğine dair muhalefetlerini yinelediler. Avrupa seçimlerine yaklaşık 1 aylık bir süre var ve Merkel ile Sarkozy böyle bir dönemde söz konusu muhalefeti dile getiriyorlar.
Merkel, bu görüşmede şunları söyledi: "Biz, Avrupa sınırları konusunu tekrar konuşmalıyız. Biz, tüm dünyayı Avrupa üyesi yapamayız. Tüm Avrupalılar, Türkiye konusunda ortak bir tutuma sahiptir ve bu tutum şundan ibarettir: Türkiye, Avrupa'nın ortağı olabilir ancak tamamen üyesi olamaz."
Yıllar öncesinden ve Ankara'nın AB üyeliği konusunun gündeme geldiği günden beri bu konuya karşı çıkan Sarkozy ise Merkel'in sözlerini doğrulayarak şunları söyledi: "Ben de Avrupa'nın sınırsız bir şekilde genişlemesi planına karşıyım. Sayın Merkel, Avrupa'nın sınırı olması gerektiğini söylerken bunun için nedenleri var. Zira, sınırsız bir Avrupa değersiz bir Avrupa olacak. Avrupa kendi sınırlarını korumazsa, kim bu sınırları koruyacak?"
Türkiye'nin AB üyeliğine dair resmî talebi 14 Nisan 1987 tarihinde sunuldu. Bu ülke, 12 Aralık 1999 tarihinden bu yana AB üye adayı olarak tanınıyor. Türkiye'nin üyelik müzakereleri ise 3 Ekim 2005 tarihinde başladı ve görülen şu ki Türkiye'nin tam üyelik süreci 10 yıllık bir süreç olacak. AB, Türkiye'nin üyeliğini kabul etmek için, Ankara'ya 35 başlık açtı ve Türkiye'nin söz konusu 35 başlıkla ilgili olarak AB ile müzakerelerde bulunması gerekiyor. AB, açılan 35 başlıktan 8'ini Türkiye'nin Kıbrıs'ı resmen tanımaması ve 5'ini de Fransa'nın baskıları sonucunda bloke etti. Şu anda müzakere masasında sadece 10 başlık bulunuyor. Türkiye, AB üyesi olabilmek için Birliğin öngördüğü reformları gerçekleştirmek zorunda.
LÜBNAN BASINI
THE DAILY STAR: "KIBRIS YENİDEN BİRLEŞMEK İÇİN BU ŞANSI KAÇIRMAMALI"
ANKARA, 08/05(BYE)--- Lübnan'da İngilizce yayımlanan The Daily Star gazetesinin 8 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında Nobel barış ödülü sahibi Desmond Tutu, eski ABD Başkanı Jimmy Carter ve eski Cezayir Dışişleri Bakanı ve Birleşmiş Milletler özel temsilcisi Lakhdar Brahimi imzalarıyla ve yukarıdaki başlık altında yer alan yorumun çevirisi şöyledir:
Kuzey Kıbrıs'ta geçtiğimiz günlerde yapılan seçimlerin sonuçlarını barış sürecine bir darbe olarak görmek kolaycılık olacaktır. Adanın kuzeyindeki Kıbrıslı Türkler Cumhurbaşkanları Mehmet Ali Talat'ın partisine oy vermeyi reddettiler. Mehmet Ali Talat sekiz ay boyunca neredeyse haftada bir Kıbrıslı Rum mevkidaşı Dimitri Hristofyas ile adanın yeniden birleştirilmesinin koşulları üzerinde çalışmak amacıyla bir araya geldi.
Ancak seçim sonuçları barış sürecinden ziyade kötü durumdaki ekonomiden kaynaklanıyor olmalı. Seçmenler ekonomik ambargonun sıkıntılarını yaşıyor ve bu ekonomik ambargo küresel ekonomik krizden sonra daha da kötüye gitti. Talat Meclis'teki çoğunluğunu kaybetmiş olsa da hâlâ Kıbrıs Türk Yönetiminin başında bulunuyor ve kuzey kesimi adına müzakereleri sürdürmeye devam edecek. Hem Talat hem de Hristofyas karşılaştıkları sorunlara rağmen bir çözüm bulmaya kararlılar.
Ne var ki seçim sonuçları Kıbrıs sorununa bir çözüm bulmak için zamanın daraldığı gerçeğini ortaya koydu. Talat 2010 yılı başında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerini anlaşma için son tarih olarak belirledi. Bu arada Hristofyas kendi koalisyonu içerisinde siyasi mücadele vermiyor.
Kıbrıs ziyaretçilerine aldatıcı bir görüntü sunuyor. Doğu Akdeniz'in güneşli iklimi düzenli olarak turist akını sağlıyor ve güney kesimin Avrupa Birliği üyesi olması Kıbrıslı Rumların gelir düzeyini AB ortalamasının üzerine çıkardı. Ada bölünmüş olabilir ama pek çok kişi için hayat burada konforlu. Fakat Kıbrıs bir çatışma noktası olmayı sürdürüyor: Lefkoşa'da hâlâ askeri gücün var olduğu sokaklar var ve Birleşmiş Milletler barış gücü tampon bölgede devriye geziyor ve kuzeyde de takviye bir Türk askeri gücü bulunuyor.
Talat ve Hristofyas'ın harcadıkları enerjinin ve cesaretin boşa gitmediğinden emin olunmalıdır. Bu iki lider siyasi çıkarlarını sınırlandırdılar ve başarışa ulaşmak için kendi iradelerinden daha fazlasına ihtiyaçları var.
Öncelikle liderlerin kendi halklarının barış sürecine dahil olması gerekiyor. Kıbrıslıların ezici çoğunluğu mevcut durumdan rahatsız, bir çözümün muhtemel olduğuna inanıyor ve şiddet olaylarına herhangi bir şekilde geri dönülmesini istemiyor fakat birbirlerine ve barış sürecine derin bir güvensizlik duyuyorlar. Daha önce pek çok çabanın heba olduğuna şahit oldular. Sinizm kültürü ve kayıtsızlık, özellikle de siyasetçiler ve medyanın kusurlu özellikleri gibi görünüyor.
Barış konusunda bir tartışma açmak yardımcı olabilir gibi görünebilir. Geçen yılın sonunda Kıbrıs'ı ziyaret ettiğimizde ne kadar az kadın ve gencin siyasette yer aldığını fark ettik. Bizim gibi yaşlı erkekler tartışmalara hakimdi ve Kıbrıslı liderlerden, sesleri kolaylıkla duyulmayan kişiler için de daha fazla imkân sağlanmasının üzerinde durarak istedik.
İkincisi iki toplum arasında bağların güçlendirilmesi bir zorunluluktur. Ada o kadar uzun yıllardır bölünmüş durumda ki yeni kuşaklar diğer taraftaki yaşama dair herhangi bir fikirleri olmaksızın yetiştiler. Okullar, yasaları uygulayan kurumlar, futbol kulüpleri, telefon, elektrik ve su şirketleri için Yeşil Hattın diğer tarafı ile iş birliği yapmak çok zor. Gençler adanın diğer tarafına cep telefonundan mesaj dahi gönderemiyor. Taraflar arasındaki ticaret sınırlı.
Belirli bir saygı ve hassasiyet çerçevesinde bu engellerin azaltılması geçmişin yaralarının kapanmasına ve daha da önemlisi karşılıklı güvenin oluşmasına yardımcı olacaktır. Araştırmacılar yeniden birleşmenin yıllık geliri 2.4 milyar dolara -her ev için 7,300 dolardan fazla- kadar artırabileceğini tahminlerinde bulunuyorlar bile. Herkesin hayatını kolaylaştıracak, ekonomiyi güçlendirecek bir yeniden birleşmenin faydalarını herkesin görmesi gerekmektedir.
Üçüncü olarak, varlıkları adanın üzerinde ağırlığını hissettiren büyük bölgesel güçlerin de kendi üzerlerine düşen görevleri yerine getirmesi gerekmektedir. Yunanistan'a, Türkiye ile ilişkilerini normalleştirmesinin ve Türkiye'nin AB üyeliğine destek vermesinin faydalarını açıklayarak barış sürecinde daha yapıcı bir rol oynaması çağrısında bulunuldu. Türkiye, bir iyi niyet jesti olarak Kuzey Kıbrıs'taki askerlerinin bir kısmını sembolik olarak geri çektiğini açıklayarak güven tesis edilmesine olağanüstü bir destek verebilir. Bu hareket Türkiye'nin Avrupa ile yakınlaşmasına da büyük katkı sağlayacaktır.
Son olarak çözüm için açıkça beyan edilen uluslararası destek, başarının doğru bir tanınma ve ödül getireceği yönünde her iki toplumun liderlerinin ikna edilmesine yardımcı olacaktır.
Bu son 30 yıldır Kıbrıs'ta federal bir çözüm için ele geçirilen en iyi şanstır ve sonuncusu olabilir. Müzakerelerin başarısız olması halinde bölünme kalıcı hale gelebilir ve bugün atmosfer ne kadar ılımlı olsa da jeopolitik zaman içerisinde adayı hakimiyetine alacaktır.
Kıbrıs sorununun çözümlenememesi NATO, Türkiye ve AB arasındaki iyi ilişkiler için de olası bir tehdittir. Kıbrıslılar bu şansı, bölgede ekonomik potansiyelini kullanabilmek ve kendine güven içerisinde dünya işlerinde üzerine düşeni yapmak için sağlıklı, birleşmiş bir ülke yaratmak adına kaçırmamalıdır.
AN NAHAR: "TÜRKİYE, AVRUPA'YI BEKLEMEYECEK"
ANKARA, 11/05 (BYE)---Lübnan'da yayımlanan an Nahar gazetesinin 06 Mayıs 2009 tarihli internet sayfasında, Mustafa el Labbad imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun çevirisi şöyledir:
Türkiye'nin Avrupa Birliğine katılımı konusu, AB Konseyi dönem başkanlığının gündeminde yeniden en üst sırada yer almaya başladı. Zira her iki taraf, Çek Cumhuriyetinin Başkenti Prag'da Türkiye'nin AB üyeliğini ele almak üzere görüşmelerde bulundular. bu görüşmelerde, Türkiye eski Dışişleri Bakanı Ali Babacan ve meslektaşı Çek Dışişleri Bakanı Karel Schwarzenberg'ın basına verdikleri hatıra pozları ve nezaket dolu açıklamalara rağmen, iki tarafın tutumlarını birbirinden ayıran boşluğun doldurulması, Türkiye'nin ilk AB'ye katılma talebi üzerinden 22 yıl geçmiş olmasına rağmen zor görülmektedir.
Türkiye AB'ye katılım konusunda talep sunmaya devam edecektir. Ancak Ankara muhtemelen, Avrupa ve Balkanlar'dan daha ziyade Orta Doğu ve Kafkaslar'a demir atacaktır. Türkiye'nin coğrafyası, teorik olarak her dört yönde de etkin ve etkili rol oynamasına izin vermesine rağmen, bir süper güç olmadığı için hangi bölgelerde stratejik ve siyasî bakımdan daha çok fayda elde edecekse o bölgelere yönelecektir. Bu tahmin sadece süper güçlerin bulunduğu coğrafyanın her yönünde bölgesel rol oynayabilir gerçeğine dayalıdır, bu gerçek uluslararası ilişkilerde bir aksiyomdur. Avrupa ülkelerinin Türkiye'ye üyelik konusunda zorluk çıkardıkları için, Ankara yüzünü, Barack Obama'nın en son ziyaretinde Türkiye'ye açtığı Amerikan şemsiyesi altında, Orta Doğu'ya çevirecektir.
Türkiye, Birliğe üyelik konusunda ilk resmî başvurusunu, 1987 yılında yapmıştı. Bu birlik O dönemde, Avrupa Ekonomik Topluluğu adını taşıyordu. O zamanlar Türkiye ekonomisinin kötü olması, Yunanistan'ın vetosu ve Kıbrıs meselesi nedeniyle bu talep reddedilmişti. Ancak Türkiye buna rağmen o dönemden bu yana, yeni talepler sunmaktan hiç yorulmadı ve bu konuyla ilgili zorlu müzakerelerde bulunmaya devam etti. Ancak Türkiye'nin üyeliğine karşı olan ülkeler henüz, Türkiye'nin siyasî ve stratejik alanlarda yaptığı büyük değişimlerden haberleri yok gibi görülüyor. Bazı Avrupa ülkeleri, Washington ile ittifakından dolayı Ankara'nın Birlik içinde bulunmasının Avrupa'ya bir faydası olmayacağını düşünüyor olabilirler.
Aslında Avrupa Birliğine üye olan ülkeler, Türkiye'nin talebine yönelik aynı tutumu sergilemiyorlar. Türkiye'nin Birliğe katılımını destekleyen bazı ülkeler, söz konusu ülkenin sağlam bir ekonomiye ve güçlü bir orduya sahip olmasından dolayı AB'nin uluslararası arenadaki konumunu güçlendireceğini düşünüyorlar. Buna ek olarak Türkiye, petrol ve gaz kaynakları nedeniyle Avrupa için büyük önem teşkil eden bölgelere yakın bir coğrafyada bulunmakta ve bir geçit sayılmaktadır. Türkiye'nin Birliğe katılımın destekleyen en önemli ülkeler, İngiltere ve İsveç'tir.
Bölgemizde birçok kişinin düşündüğü gibi din unsuru, önemli bir itiraz nedeni sayılmamaktadır. Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkmanın en önemli nedeni, Türkiye Birliğe katıldığı takdirde en çok sandalyeye ve en çok oy sayısına sahip bir ülke olacağıdır. Bu durumda Türkiye, Almanya'dan sonra ve Fransa'dan önceki sırada yer alacaktır. Bunun nedeni AB Parlamentosunda sandalyelerin dağılımı, ülkelerin nüfusuna göre yapılmaktadır. 2020 yılında Türkiye, Avrupa'nın en çok nüfusa sahip ülkesi olacağı için parlamentoda en çok üyeye sahip olacak ve dolayısıyla Birliğin politikalarını etkileyecektir.
İşte bu nedenle Almanya, Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkmaktadır. Almanya'da özelliklede sağ eğilimli politikacılar, bu gerçeği gizlemek için "kültürel farklılıklar" bahanesini ileri sürüyorlar. Bu terim, Türkiye'nin İslam dinine telmihte bulunduğu için din faktörüyle ilgili bir genel kanı oluştu. Fransa da nüfus faktörü nedeniyle Türkiye'nin AB'ye katılmasına karşı çıkmaktadır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, nüfusu az olan bir grup Avrupa ülkesi, Türkiye'nin Birliğe katılmasına karşı çıkıyor. Çünkü Türkiye'nin katılması, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve Avusturya gibi ülkelerin toplam sandalye sayısından daha çok sayıya sahip olacağı anlamına gelir. Söz konusu üyeliğe karşı çıkmanın bir diğer bahanesi, AB, topraklarının sadece yüzde 2,5'i Avrupa kıtasında olan Türkiye'nin katılımına onay verirse, o zaman Fas'ın talebini kabul etmek zorunda kalacaktır. Bu düşünceyi Fransa eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard D'Estaing'ın da benimsiyor.
Bilindiği gibi üyeliğe aday ülkelerin ekonomi, bütçe, çevre, insan hakları, yasama ve siyasî özgürlükler gibi alanlarda yerine getirmesi gereken birçok koşul vardır.
"Türk dosyası" 35 maddeden oluşmaktadır. Bu maddeler, ekonomi, bütçe, iç ve dış politika, yasama, insan ve azınlıkların hakları gibi konuları içermektedir. Türkiye, geçen birkaç yılda üyelik şart ve kriterlerini yerine getirmek için çok çaba harcadı ve iç politikada birçok tabuyu yıktı. Örneğin Türkiye, Kıbrıs konusunda BM'in planını destekledi ve Kıbrıs Türklerine baskı yaparak referandumda birleşmeye evet demelerini sağladı. Ancak Kıbrıs Rumları buna karşı çıktı. 2002 yılında AK Partinin iktidar olmasından birkaç yıl sonra da Türkiye'deki enflasyon oranı 1990 yılların ortasında yüzde 75 iken yüzde 6'ya düştü. Bununla bağlantılı olarak Kürtlerin kültürel ve eğitim hakları alanında siyasî reformlar yapıldı. Türk ceza kanununun bazı maddeleri, Avrupa Birliği kriterlerine uygun olarak değiştirildi.
Türkiye'nin AB'ye teorik olarak katılımı, 2013 yılında gibi görülüyor. Çünkü Birliğin bütçesi, 2013'te sona eriyor. Ancak AB'nin merkezi olan Brüksel'in, Türkiye'nin bu tarihte üyeliğine karşı çıkması nedeniyle, Türkiye, bir sonraki AB bütçesinin sona ermesini yani 2021 yılını beklemek zorunda kalacağı anlamına gelir.
Türkiye gibi büyük bölgesel devletlerin umutlarını, sırf AB'ye bağlamaktansa alternatif siyasetler üretmeye başlayacağı muhtemeldir. Dolayısıyla ağırlık, Orta Doğu bölgesine kayacaktır. Özellikle de Türkiye'nin dış politikasını çizen Ahmet Davutoğlu'nun son kabine değişikliğinde Dışişleri Bakanı olarak atanması sonucunda, Orta Doğuya bu politikada çok önemli bir yer açacaktır. Türkiye'nin yeni politikasının sinyalleri yakında -belki de Brüksel'in hiç tahmin etmediği yakın bir zamanda-görülmeye başlanacaktır.
L'ORİENT LE JOUR: "GÜL, MERKEL İLE SARKOZY'Yİ VİZYONDAN MAHRUM OLMAKLA SUÇLADI"
BEYRUT, 13/05(BYE)--- Lübnan'da Fransızca yayımlanan L'Orient Le Jour gazetesinin 13 Mayıs 2009 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında yer alan haberin çevirisi şöyledir:
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dün yaptığı açıklamada, Türkiye'nin Avrupa Birliğine girmesine karşı olan Fransa ve Almanya liderlerinin vizyondan mahrum olduklarını ifade etti.
Abdullah Gül, Avrupa seçim kampanyaları çerçevesinde hafta sonu Berlin'de düzenlediği ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin de hazır bulunduğu açık hava toplantısında konuşarak, Türkiye'nin Avrupa Birliğine girmesine karşı olduğunu tekrar dile getiren Almanya Başbakanı Angela Merkel'in açıklamasına cevap veriyordu.
Angela Merkel, söz konusu açıklamasında, Türkiye'nin imtiyazlı ortaklığa hazır olduğunu ancak Avrupa Birliğine tam üye olmasını reddettiğini tekrarlıyordu.
Almanya'da yayımlanan Bild am Sontag gazetesinin önümüzdeki pazar günü yayımlanacak sayısında yer alacak olan mülakatında Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ise 71 milyon nüfuslu Müslüman bir Türkiye'nin AB'ye girmesine karşı olduğunu tekrarladı.
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye'nin bir gün Avrupa kulübüne üye olmak için demokratik reformlarını sürdüreceğini vurguladı.
RUSYA BASINI
VREMYA NOVOSTEY: "TÜRKİYE İLE AZERBAYCAN PRAG'DA YAPILACAK DOĞAL GAZ KONULU ZİRVEYE ANLAŞMAZLIK İÇİNDE KATILIYOR"
MOSKOVA, 07/05(BYE)--- Tirajı günde 51 bin olan liberal eğilimli Vremya Novostey gazetesinin 7 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Aleksey Grivaç imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
Hazar bölgesinden Avrupa'ya doğal gaz sevkiyatıyla ilgili "Güney Koridoru-Yeni İpek Yolu" konulu zirve yarın Prag'da yapılacak. Yeni doğal gaz boru hattıyla ilgilenen ülkelerin yetkililerinin katıldığı zirvede, Nabucco Projesi'ni destekleyen deklarasyonun imzalanması bekleniyor. Ayrıca, Azerbaycan ve Türkmenistan'dan doğal gazın taşınmasıyla ilgili garantilerin ele alınması öngörülüyor. Bilindiği üzere, Türkiye için doğal gaz fiyatı ve Azeri doğal gazının AB'ye naklî konusunda Türk BOTAŞ'ı ile Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi arasında 5 Mayısta Bakü'de yapılan görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, "Doğu Ortaklığına" üyelik görüşmeleri ve Ermenistan ile görüşmek için dün Prag'a geldi. Aliyev, burada AB yetkilileriyle enerji iş birliği konusunu da ele alacak. Aliyev'in, Güney Koridoru konulu zirveye katılıp katılmayacağı belli değildi, fakat Türklerle görüşmelerde ilerleme elde edilmediği göz önüne alınırsa Azerbaycan'dan Avrupa'ya doğal gazın taşınıp taşınmayacağı belirsiz kalıyor.
Geçenlerde, Türkiye hükûmetinde değişiklikler yapıldı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına Taner Yıldız atandı. Yıldız, BOTAŞ heyetinin Bakü'ye yaptığı ziyareti yorumlarken, Prag'daki zirvede tarafların, Azeri doğal gazının fiyatını görüşeceklerini umduğunu söyledi.
Azerbaycan'ın Şah Deniz yatağında üretilip 2007'den bu yana Türkiye'ye nakledilen doğal gaz, Bakü-Tiflis- Erzurum boru hattıyla taşınıyor. Türk pazarına gelen Azerbaycan doğal gazının fiyatı, Rus doğal gazının fiyatından çok daha düşük. Bu nedenle Bakü, bir yıldan bu yana doğal gaz fiyatını yeniden gözden geçirmek istiyor. Ankara ise, Azeri doğal gazını ancak Türk toprakları üzerinden Avrupa'ya ulaştırabileceğinin farkında olup bu görüşmeleri ertelemeye çalışıyor.
Doğal gazı hiçbir ülkeye bağımlı olmaksızın Avrupa'ya ihraç etmek isteyen Azerbaycan için ekonomik bakımdan iyi kâr sağlamaktadır. Üstelik bu siyasi açıdan bir prestij meselesidir. Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi, Şah Deniz yatağından Avrupa'ya doğal gaz satmak istiyor. Türkiye, doğal gazının bir kısmını Azerbaycan'dan satın alarak tüketicilere kendisi satmaya (reexport) niyetli. Azeri tarafı ise bunu kabul etmek istemiyor.
KOMMERSANT: "AB'NİN, 'GÜNEY KORİDORU-YENİ İPEK YOLU' KONULU ENERJİ ZİRVESİ'NDE NABUCCO PROJESİYLE İLGİLİ ÜMİTLERİ ARTTI"
MOSKOVA, 12/05(BYE)--- Tirajı günde 128 bin olan liberal eğilimli Kommersant gazetesinin 12 Mayıs 2009 tarihli sayısında, Aleksandr Gabuev imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yazının özet çevirisi şöyledir:
Cuma günü "Güney Koridoru-Yeni İpek Yolu" konulu Zirve'de AB'nin Nabucco doğal gaz boru hattının inşaatıyla ilgili ümitleri arttı. Toplantıda ilgili belgeleri Orta Asya ülkeleri değil, esas transit ülke olan Türkiye imzaladı. Ankara'nın Nabucco boru hattının inşaatına katılması sayesinde Avrupa Birliği, söz konusu boru hattının inşaatını başlatabilir. Bu arada Moskova buna karşılık kendi oyununu oynamaya başladı.
AB, Prag'da yapılan zirvede Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan'ın ortak deklarasyonu imzalamasını umuyordu. Fakat bu ülkelerin cumhurbaşkanları toplantıya katılmadı ve Prag'a imza yetkisi bulunmayan bürokratlar gönderildi. AB yetkilileri, Nabucco boru hattının geçeceği Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye'nin zirvede kabul edilen sonuç belgesini imzalamasından memnun kaldı. Belgede, Türkiye'nin haziran ayı sonuna kadar Nabucco boru hattıyla doğal gaz taşıma şartları konusundaki görüşmelerin sonuçlanması öngörülüyor. Avrupa Komisyonu'ndaki bir kaynak, Türkiye'nin, Nabucco'ya katılması karşılığında bu boru hattıyla taşınacak doğal gazın yüzde 15'inin kendisine düşük fiyatla satılmasını talep ettiğini ifade ederek, bu talep kabul edildiği takdirde projenin rantabl olamayacağını belirtti. Şimdiyse Türkiye, daha önceki açıkladığı yüzde 15'lik talebini geri çekti.
Türkiye ile gerçekten anlaşmaya varılması hâlinde Nabucco'nun inşaatı 2011 yılında başlayabilir. İnşaat işlerinin 2014'te tamamlanmasından sonra bu boru hattıyla AB'ye yaklaşık sekiz milyar metreküp doğal gaz nakledilecek. Boru hattını inşaatının ikinci bölümü 2017-2019 yılına kadar uzayabilir. O zaman Nabucco, projede öngörüldüğü gibi yılda 31 milyar metreküp doğal gaz taşıyabilir.
İlk aşamada Nabucco için doğal gaz kaynağı Azerbaycan'daki Şah Deniz-2 yatağı olacak. Diğer bir kaynak İran olabilir. Tahran bir kez daha Nabucco'ya katılmaya hazır olduğunu açıkladı. Mademki İran doğal gazının Türk toprakları üzerinden taşınması gerekiyor, Ankara'nın projeyle ilgili tutumu önemlidir. Türkiye transit ülke ve İran ile yapılacak görüşmelerde aracı olmak istiyor. Geçen cuma günü Başbakan Erdoğan, yakın gelecekte Tahran'ı ziyaret edeceğini ve yapılacak görüşmelerde İran'ın Nabucco Projesi'ne katılımının ele alacağını açıkladı.
Gerçi, Ankara'nın tutumu değişebilir. Prag'daki zirvede Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Brüksel'in, Türkiye'nin AB'ye üyelik müzakerelerini engellemesinden vazgeçmesi gereğini vurguladı. Böylece Ankara, Nabucco'yu desteklemesini AB'ye katılmasına bağladığını bir kez daha hatırlatmış oldu. Buna hemen cevap verildi. Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, pazar günü yaptıkları açıklamada, Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasına karşı olduklarını söylediler. Ondan sonra Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ankara'nın ancak AB'ye tam üyeliği kabulleneceğini dile getirdi. Bu konuda başlayan tartışmalar, Nabucco'nun gerçekleştirme ihtimalini zayıflatıyor.
16 Mayısta Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Rusya'ya geliyor. Başbakan, Eurovision'da Türk şarkıcı Hadise'yi desteklemek için Moskova'daki final gecesine katılmak istediğini söyledi. Fakat, aldığımız bilgiye göre Erdoğan, Rusya Başbakanı Vladimir Putin ile görüşecek. Görüşmelerin esas konusunu Mavi Akım-2 ve Güney Akım projeleri oluşturacak.
Kim bilir, belki Başbakan Putin Türk meslektaşını kendi tarafına çekerek Türkiye'yi Nabucco Projesi'ne katılmaktan vazgeçirebilir.